Türkiye`de Sivil Hayat - STGM - Sivil Toplum Geliştirme Merkezi
Transcription
Türkiye`de Sivil Hayat - STGM - Sivil Toplum Geliştirme Merkezi
Türkiye'de Sivil Hayat Şeyhmus Diken STGP Tasarım : Ahmet IŞIKMAN Nisan 2005, ANKARA “Bu yayının içeriğinden yazarı sorumlu olup, hiçbir şekilde Avrupa Birliği’ nin görüşlerini yansıtıyor olarak algılanmamalıdır” Sivil Toplum Geliştirme Programı, Yerel Sivil Girişimler Projesi Avrupa Komisyonu tarafından desteklenmektedir. Türkiye'de Sivil Hayat 1 2 İÇİNDEKİLER 3 Giriş 5 AMARGİ Kadın Akademisi Girişimi Ankara Kafkas Derneği ve Kafkas Dernekleri Federasyonu Anne Çocuk Eğitim Vakfı AÇEV Atatürkçü Düşünce Derneği-Giresun Şubesi Başak Kültür Sanat Vakfı Başkent Kadın Platformu Bergama Köylü Hareketi Çevre Gönüllüleri Derneği (Diyarbakır) Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı Demokrasi Platformu Dicle-Fırat Kültür Merkezi Doğa Derneği Göç Edenler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği-Göç Der (Mersin) Helsinki Yurttaşlar Derneği İnsan Hakları Gündemi Derneği İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi Kadın Adayları Destekleme Eğitme Derneği Kadın Haklarını Koruma Derneği KA-MER (Kadın Merkezi) Lambda Eşcinsel Hareketi Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) MAZLUM-DER Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği Munzur Vadisi ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği Doğu Akdeniz Çevre Platformu Pir Sultan Abdal Kültür Dayanışma Derneği Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği Sivrice Hazar Gölü ve Çevresini Koruma,Yaşatma Derneği (HAGÖK-DER) Sokak Çocukları Derneği-Adana Sosyal ve Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği Sürdürülebilir Kırsal ve Kentsel Kalkınma Derneği Şiddetsizlik Antrenman Grubu Türkiye İnsan Hakları Vakfı Toplum Gönüllüleri Vakfı Türk Demokrasi Vakfı Türkiye Gençlik Konseyi Girişimi Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Türkiye Protestan Kiliseler Birliği Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı-TÜSEV Uçan Süpürge Uluslararası Af Örgütü Ulaşılabilir Yaşam Derneği Sonsöz 6 13 18 25 29 35 45 53 59 64 75 86 91 96 102 106 115 122 129 136 141 148 159 166 171 178 184 194 201 208 215 222 227 231 238 243 248 251 256 261 267 272 278 4 Giriş Sivil toplum örgütü, sivil toplum kuruluşu, demokratik kitle örgütü, gönüllü örgüt… yıllarca süregelen ve daha epey de süreceği anlaşılan bu tanımlama tartışmalarından uzakta durarak, sivil toplum alanımıza ait küçük bir izlenim vermek istedik bu kitapla. Birkaç söyleşiyle ülkedeki sivil hayatın fotoğrafını çekmek mümkün değil elbet. Zaten öyle bir iddiamız da yok. Ama, hiç olmazsa, bu alanda neler olup bittiğine dair bir fikir verebilir sanıyoruz kitabımızdaki söyleşiler. İsterdik ki, sayıları 10 bine ulaşan hemşehrilik dernekleri de bu kitapta olsun, cami yaptırma dernekleri de, engellilerle ilgili çalışan dernekler de, mahalle güzelleştirme dernekleri de, meslek odaları da… Büyük kentler dışında, Anadolu'nun farklı yerlerinde kurulmuş olan yerel kuruluşların da kitapta yer almasını isterdik. Ancak, kitabın hazırlık aşamasındaki süremiz çok kısaydı. Bir ay gibi bir süre içinde söyleşilerin tamamlanıp, kitabın yayına hazır edilmesi gerekiyordu. Diğer yandan, 18 Mayıs 2005 tarihi itibarıyla sona erecek olan Sivil Toplum Geliştirme Programı Yerel Sivil Girişimler Projesi hedef grubuna giren tematik alanlardaki kuruluşlara da öncelik tanımamız gerekliydi. Söyleşileri, bu konuda deneyimli bir yazar olan Şeyhus Diken yaptı ve kitabı STGP için hazırladı. Söyleşilerin canlı yapılarının bozulmaması için, konuşmalar deşifre edilirken cümle yapıları elden geldiğince değiştirilmedi. Kısa süre nedeniyle hızlı bir redaksiyon yapılabildi, yine de gözden kaçmış hatalar için özür dileriz. Göreceğiniz gibi, söyleşi yapılan kurumların sivil hayata, AB'ye, katılımcılığa bakışları oldukça farklı. Okurken bir bölümünü beğeneceksiniz, bir bölümü belki sizi sinirlendirecek, bazen içten bulmayacaksınız söylenenleri, bazen de “helal olsun!” dedirtecek cümleler size. Tüm söylenenlerin ortak bir noktası var, o da ülkede sivil hayatın geçmişle kıyaslandığında epey ilerilere gittiği. Dikkatinizi çekecektir, en karamsar olanlar dahi geleceteki sivil hayatımıza dair umut dolular. Umarız zevkle okuyabileceğiniz bir kitap ortaya çıkartabilmişizdir. STGP STK Destek Ekibi. 5 AMARGİ Kadın Akademisi Girişimi* Pınar Selek Berivan Kum Önce AMARGİ’ yi tanıyalım. AMARGİ nasıl bir örgüttür? Hangi ihtiyaçtan doğdu? Neler yapar? Berivan Kum: Amargi tüzel kişilik olarak kooperatif, dayanışma kooperatifidir. Bilimsel kültürel, araştırma, yayıncılık ve dayanışma kooperatifi. 2001 senesinde kuruldu. O tarihten bu yana İstanbul'dan başlayan, sonra Adana ve Antalya'da devam eden bir yoğunluktur. Amargi. Sümerce'de özgürlük demektir. Aynı zamanda anaya dönüş anlamında da kullanılır. Amargi kadınların kadın olarak kadın kimlikleriyle buluşması ve yan yana politika yapabilmesi amacıyla kuruldu. Kadınlar olarak cins olarak ezildiğimizi söylüyoruz. Aynı zamanda farklı kimliklerimizle etnisite, sınıf gibi kimliklerimizle ezildiğimizi ifade ediyoruz. Ve bunları yerine göre birbirimizle çatışarak değiştirmeliyiz. Aynı zamanda birlikte politika üretebilmeliyiz. Birbirimizden çok bağımsız olmamalıyız. Ama aynı zamanda bağımsız politikalar da üretebilmeliyiz, esprisiyle ortaya çıktı. Pınar Selek: Amargi'nin kurulduğu dönemde kadın hareketinde hala devam eden çok ciddi bir örgütsüzlük vardı. Senelerden sonra gelişen kadın hareketliliği çok ciddi bir gelişme yaratmıştı. Bağımsız bir hareket gelişmeye doğru gidiyordu. Özellikle 1990'lardan sonra bağımsız bir kadın çalışması kalmadı. Genelde diğer ilişkilerin üzerinde örgütlenen siyasal yapıların kadına ilişkin örgütlenmeleri vardı. Sağlıklı kadın hareketi yoktu. Kadın projeleri vardı, kadın çalışmaları vardı. Ve biz kadınlar olarak örgütlenmek istiyorduk. Bir araya gelerek kadınları dolaştık. Bütün kurumları dolaştık. Gördük ki kurumların kadınlarla örgütlenmeye ihtiyacı yok. Çünkü belli bir proje var. Çok da değerli önemli çalışmalar yapıyorlar. Ama bir kadın örgütlülüğü hedefi yok. Toplumsal bir örgütlenme hedefi de yok. Sivil toplum örgütü gibi yetişiyorlar. Bence sivil topluma da ciddi hizmetleri var. Toplumsal anlamda çok ciddi hizmetleri var. Ama bunun alttan gelişen örgütlenme gibi yapma inancı kalmamış. Bu inançsızlığı biz gördük. Ve bir de bunun dışında örgütlenmeler vardı. Genelde çeşitli siyasi yapılara bağlı yapılırdı bunlar. Şimdi bizlerin her birimizin farklı siyasal tercihleri var. Ama biz kadın olarak bağımsız bir politika üretiyoruz. İşte Amargi bu ihtiyaçtan doğdu. Berivan'ın söylediği ihtiyaçla bu ihtiyacın birlikteliğinden doğdu. Yani hem kadın politikası geliştiriyorduk hem kadın feminist bakış açısıyla siyaseti, milliyetçiliği, militarizmi ve bütün iktidar ilişkilerini sorgulayıp, 6 feminist bir perspektiften olayı derinleştirmek ve kendi çözümümüzü, sözümüzü katmak istiyorduk. Ama bir yandan da kadınlar olarak bunu örgütleyip yapmak istiyorduk. Yani elitleşmeyen gerçekten örgütlenen bir çalışma yapmak istiyoruz. Dediğim gibi uzun zaman bu işler devam ettiği için, yani tek tek guruplara gitme işi. İlk olarak Pazartesi Dergisinin binasında bir çalışma başlattık. Orada bir hareketlilik olsun istedik. Sonra da kendi kooperatifimizi kurduk. Burada benim vurgulamak isteyeceğim şey, Amargi bir örgütlenme ihtiyacıyla ortaya çıkmış bir kuruluş, bir örgüt oldu. İstersen şu sorumu da ikinize birden yönelteyim. Açıkçası Türkiye gibi erkek egemen bir ülkede kadına yönelik kadın örgütlülüğü zor ve meşakkatli bir iştir. Kuruluşunuzdan bugüne kadar geriye gidip baktığımızda Amargi olarak, vicdanen biz istediğimizi büyük ölçüde yaptık rahatlığına sahip misiniz? Yani Amargi hakkettiği noktaya gelebildi, yada yapamadıklarımız da şunlar, diyebiliyor musunuz? Pınar SELEK: Bunu söylemek mümkün değil ama tek başına bunun Amarginin yapması gereken bir iş olduğunu düşünmüyorduk. Amargi kuruldu, kendini örgütlemeye çalıştı, ailelerle, kadınlarla örgütlenmeye çalıştı. Biz kadınlar adına, kadınlar için bir şeyler yapmayı reddettik. Kadınlarla birlikte olarak yapmak temel düşüncemizdi. Sivil toplum örgütlerinin sivil olduklarını toplumsal olmadıklarını düşünüyoruz. Biz gerçekten toplumsal bir örgütlenmeyiz. Demokratik kitle örgütlerinde olduğu gibi toplumu kitle olarak tarif etmedik. Kitlenin erkek söylemi olduğunu düşünüyorduk. Toplumsal bir örgütlenme olmak kolay değil. Hele kadınlar için hiç kolay değil. Çünkü kadınların parası yok. Ve biz ilk aşamada proje aşaması almayacağız dedik. Bir sandalye için bile olsa, bu sandalyeyi kadınların emeği üzerinden alacağız dedik. Ayaklarımızı sağlam bastık. Projeyle birçok şey alıyorsun, ama proje bitince ortada kalıyorsun. O paraya göre kendini şekillendiriyorsun biz bunu yapmayacağız diye karar verdik. Bizim aslında hem gereğini yapamadık diye bir düşüncemiz var, hem de daha fazla işler yapmamız lazımdı. Kadınların çok daha güçlü bir harekete ihtiyacı var diyorduk. Ama bir yandan da biraz daha zamanımız var diyoruz. Şöyle söylemek mümkün kadınlarla örgütlenmek çok zor. Kadınların ekonomik bağımsızlığı yok. Kadınların mülkiyeti bir noktada kalıyor. Kadınlar çalışabiliyor, ama aldıkları paralar eve gidiyor. Erkeklerle örgütlenme çok daha kolay. Biz uzun zaman yer kira, telefon gibi sıkıntılar yaşadık. Kendimizi oturtmaya çalıştık. Bütün bunlar örgütlenme ile üst üste gitti. Bu bizim bayağı zamanımızı aldı. Zaten hemencicik bir kadın örgütü kuracağız demedik. Birincisi uzun süreli oldu. Kendimize akademi çalışması diyorduk. Akademiyi erkekler gibi algılıyorduk. Toplumdan kopuk ve akademik. Şöyle bir sloganımız vardı. Yaşamak en önemli akademik faaliyettir. Tartışıyoruz, bir araya geliyoruz, farklılıklarla bir arada çalışıyoruz. Ortak 7 hukuk belirledik. Dedikodu olmayacak, herkes dost ve açık olacak dedik. Ama bunları çok uzun tartışmalarla öğrendik. Amarga çekirdeğinin oluşması ciddi bir zaman gerektirdi, uzun bir zaman gerektirdi. Her konuya bakışımız nasıl, 3-4 kişi yapar, eğitim verir demedik. Ve böyle yapmadık. Hep birlikte tartıştık ve bu epeyce uzun zaman aldı. Yani o zaman şöyle bir perspektif mi ortaya çıkıyor? Amargi'de ciddi anlamda bir katılımcılık anlayışı var. Katılımcılığı baş köşeye oturtuyorsunuz, katılımcılıkla beraber kitlesel destek, halk desteği de beraberinde gelişiyor mu? Pınar SELEK: Örgütlenme modelimizi de çok tartıştık. Yönetim olmayacak dedik. Konuşanın üzerinden çalışan bir yapı olacak. Belli zamanlarda eşgüdüm sağlanıyor, bir araya geliniyor ve herkes konuşabiliyor. Temsiliyet yok, hatta bizim toplantılarımıza katılan arkadaşlarımız her seferinde değişir. Ve onlara inisiyatif veririz. Dolayısıyla bürokrasi de yaratmıyoruz. Bu kadar çok başkanı olan bir ülkede, başkansız bir sivil toplum örgütü zor olmuyor mu? Onu da sorayım da içimde ukde olarak kalmasın? Pınar SELEK: Zor olmuyor. Çünkü kendi iradenizle yetkin biri olsun biri sizi yönlendirsin diyen olmadığı için başlangıçta çok zorlandık. Belki çoğu kez kaybetmemizin nedeni de buydu. Ama sonuçta örgütlendik. Mahallelerde ciddi bir örgütlülüğümüz oldu. Çünkü kadınlar daha çok mahallelerindedir. Analar gibi rüzgar estirdik. Bizim için önemli olan buydu. Ayrıca kadınlar da geldi ve bizi buldu ve örgütlendiler. Şubelerimiz oldu. Biz bir Konya buluşması gerçekleştirdik. Bu da çok önemliydi. Türkiye'nin dört bir yanından kadınlar olarak Konya'ya yürüdük. Ayrıca kadınlardan 10 bin mektup topladık. Örgütsüz kadınları örgütlemek çok zor. Tek başına yaşadıkları sorunu kendilerine ait sanıyorlar. İşçiler gibi kadınlar ortak olarak ezilmiyorlar. Kürtler gibi dil problemi söz konusu değil. Yaşadıkları evdeki eşiyle yaşadığı sorun olarak zannediyorlar sorunlarını. Yada bir kadın katliamı var diye düşünmüyorlar. Kadına yönelik bir ortaklık yaratmak bu açıdan çok zor. Kadınları kamusal bir alana çıkarmak da zor. Haksızlıklara savaş açalım diyeceksiniz yine çok zor. Türkiye'de Kürt sorunu, Ermeni sorunu var. Eşcinsellerle ilgili bir şeyler yapalım diye ifade edeceksiniz, diğerleri geride kalacak. Biz işte bütün bu tabuları yıktık. Taviz vermedik. Anlayacağınız çok zor bir yolu seçtik. Ama buna rağmen belli bir aşamaya geldikten sonra artık olgunlaştık. Ve proje alabiliriz dedik. Bir sürü de proje aldık. AB'den aldık. Çeşitli yerlerden proje aldık. Ama kendi komşumuz için almadık. Çalışma için aldık ve bunu da çok önemsedik. Türkiye Kadın Konferansı'nı örgütledik. Tüm kadın örgütlerine çağrıda bulunarak kadın sorunlarını tartışalım istedik. Amargi tek başına kadın hareketini oluşturamaz. Kadın hareketini motive eder. Kadın hareketi pek çok 8 örgütten oluşur. Bir çok farklı gurubun bir araya gelmesidir kadın hareketi. Yani toplumsal kaygımız budur. Dolayısıyla mor çatıyla kadının insan hakları projesiyle hepsiyle diyalog halindeyiz. Birlikte davranıyoruz. Biri hukuki diğeri sanatla derinleşsin istiyoruz. Ama hep birlikte hareket edelim de diyoruz. Özellikle İstanbul'da platformlar ortak çalışma gurupları var. Bunların içinde de yer alıyoruz. Son dönemlerde kimse örgütünün adını kullanmasın ortak çalışmayı önemsesin bu ortaklığı geliştirelim, bizim için de önemli olan bu diyoruz. Bu noktada şu soruyu yöneltmenin tam zamanıdır. Partnerlik demek ki çok önemseniyor sizin cephenizde. Diğer sivil toplum örgütleriyle ortak iş yapma alışkanlığınız beceriniz ne durumda? B.KUM: Biz ilk kurulduğumuzdan beri partner ilişkisini çok önemsedik. Herhangi bir öneri bizden çıkmış olsa bile bizim dışımızda büyümeli ve herkes sahiplenmeli. Konya buluşması aslında Amargi'nin düşüncesi olarak doğmuştu. Yaklaşık 70-80 kadın örgütü metnin altına imza attı. Sonuçta bu eylem kadınların ortak eylemi oldu. Hareket adına bir şeyler yapma fikri doğdu. Amargi'yi güçlendirmek değil, hareketi güçlendirmek çabasıydı bu. Biz yaptık, biz sonuçlandırdık mantığının çok merkeziyetçi bir mantık olduğunu biliyoruz. Yani alışagelmiş bir örgüt mantığı. Demokrasi gelişecekse ben geliştireceğim mantığı Türkiye'de kaybedecek. O nedenle mutlaka ittifaklar ortak hareketler olmalı ve olacak da. Sadece kadın hareketi açısından değil, barış hareketi için de bu böyle. Türkiye'de bir şeyler olacaksa gelişmesi gereken bazı olgular varsa bütün toplum olarak hep birlikte yapılmalı. Herkesin çalıştığı alanlar farklı olabilir. Hedef programları da farklı olabilir hatta örgütlenmeleri de farklı olabilir. Ama farklı olsa bile hep birlikte yapabilmeliyiz. Bu yönü ile ittifakları çok önemsiyoruz. Bir çok işimizde de bunu başardık. O halde şu sorumla sürdüreyim. Devletle ilişkiniz nasıl? Müdahaleler var mı? Yada tersten aferin sizlere ne iyi yapıyorsunuz bravo doğrusu mu diyorlar? Berivan KUM: Biz bu güne kadar devletten baskı görmedik. Ama devletin soluğunu her zaman ensemizde hissettik. Bazı pratiklerimizde, çevremizde bir dizi polisi gördük. Hepi topu kadınlardan mektup toplamaktı yaptığımız. Kadınlardan mektup topluyorsun ama o işi çok rahat yapmaman gerektiğini hissettiriyorlar bir şekilde. Ev ev dolaşıyorduk. Kadınlar sorunlarını mektuplara döküyorlardı. Sonuçta kadınlar Konya'ya gelemese de mektuplarını yolladılar. Yani devletin direkt bir müdahalesi yerine alttan altan denetlemek gibi oldu müdahaleleri. 9 Peki bu 17 Aralık 2004'te AB süreci Türkiye'nin gündemine yerleşti gibi. AB süreci Türkiye'de sivil alan konusunda bir fırsat oluşturabilir mi? Pınar SELEK: Dış dinamiklerle iç dinamiklerin birbirini tamamlaması lazım. Ben Avrupa Birliği'nin önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Ama bu AB süreciyle dile getirilenler ilk defa dile gelen şeyler değil. Daha önce bu toprakların demokratları, sosyalistleri defalarca bu söylenenleri dile getirdiler. Dolayısıyla yeni değil. En azından değiştirmek bizi rahatsız etmemeli. Ama biz bunları yeterli görmüyoruz. Çünkü Avrupa demokrasisine de eleştirilerimiz var. Batı doğu çelişkisinden yola çıkarak ciddi eleştirilerimiz var. Türkiye'nin çok daha orta bir noktada olması gerekiyor. Bir yandan doğunun birikimlerini alıp diğer yandan da batınınkini birleştirip doğru bir sentez yapılması lazım. Avrupa'ya katılırken de Avrupa'yı zenginleştirmesi için gerçekten kendi kişiliğini bulması gerekiyor. Kişiliğini bulması için de yerel dinamiklerin güçlü olması gerekiyor. Şimdi AB süreci yerel dinamikleri zayıflatabilir de. Çok iyi gelişmeler de var. Aslında bizlerin istediği şeyler bunlar. Ama mesela toplumsal dönüşüm gereği iç dinamiklerle olursa daha anlamlı olur. Yoksa biz Tanzimat dönemini de biliyoruz. Bunlar çok çabuk gelip geçecek şeyler aynı zamanda. Dolayısıyla biz bunu önemseyerek ama bu sürece aktif katılımı hatta eleştirel bir katılımı öne çıkarmaya çalışıyoruz. Avrupa demokrasisinin sınırları nedir? Ve biz ne katabiliriz? Avrupa'ya göre demokratikleşiyoruz. Ama biz siviller olarak Türkiyeli muhalifler olarak, Türkiye devletinin çok ilerisindeyiz. Avrupa'daki bir çok muhalifle beraber Avrupa Birliğinin eksiklerini de tartışıyoruz. Avrupa'da da muhalif arkadaşlarımız, kardeşlerimiz var. Onların da görüşlerini izliyoruz. Onlar da bizi izliyor. Sadece Avrupa'da da değil aynı zamanda Latin Amerika'da, Ortadoğu'da ve Dünyada da muhalifler olarak birbirimizi izliyoruz. Bütün bir uygarlığın sorunlarını konuşuyoruz. Özgürlük, adalet, yoksulluk, halen sorun olarak orta yerde duruyor. Biz Amargi çerçevesinde AB sürecine etkin olarak katılıyoruz. İlişkilerimiz de var. Biz kendimizi kişilik olarak görüyoruz. Bunu da geliştirmek zorundayız. Avrupa Birliğinin kadınlara yönelik yaptığı bütün toplantılara katıldık. Çeşitli çalışma gurupları Türkiye'ye geldiğinde kadın örgütleri arasında mutlaka Amargi de vardı. Çünkü Türkiye'de örgüt gibi örgüt pek olmadığı için daha çok proje gurupları olduğu için biz olmak zorundaydık. Biz kendi içimizde guruplar oluşturduk. Avrupa Birliği anlaşması olduktan sonra sosyal alt üst oluşlar yaşanacak. İç dinamikler güçlensin deyip, bu AB sürecine seyirci kalırsak eksiklikler yaşanır. Sosyal anlamda ne değişecek bir soru işareti. Her şey kadını ilgilendiriyor. Sigorta meselesi, iş güvencesi, örgütlenme tümüyle kadınların sorunu. Çeşitli yasalarda AB nedeniyle değişiklikler oldu. Ve biz kadınlar olarak sürece aktif katıldık. Meclise gittik. Nasıl olsa AB sayesinde bu işler yapıldı yerimizde kalalım demedik. Biz de sürece katılarak 10 üzerimize düşeni yaptık. Çünkü orada, mecliste bir çok adam var. Gerçekten adam diyorum. İşi punduna getirerek içi boşalmış bir takım değişiklikler yapacaklardı. Çok aktif katılımlar sağlayarak engelledik. Kadınlar örgütlü olarak oradaydı. Bunu devam ettirmek istiyoruz. Amargi olarak değil kadın örgütleri olarak devam ettirmeyi istiyoruz. Ve birlikte yürümek istiyoruz. Mesela bir çok şeyi yakından izliyoruz. Yoksulluk meselesi kadınlar açısından ne olacak? Cinsel kimlik ne olacak? Kadın bedeni ve bedenin kullanımı ne olacak? Bütün bu alanlarda neler yaşanacak? Biz bunun mücadelesini yürütüyoruz. Avrupa Birliği'ni çok yakından takip ediyoruz. AB Anayasasını aldık onu da tartışıyoruz. Doğrusu Pınar ve Berivan çok farklı bir örgütlenme modeliyle karşılaştığımı itiraf etmek durumundayım. Şimdiye kadar ve yıllardır bir dolu STK ile muhabbetim oldu. İnsanlar daha çok kendi yaptıklarını anlatma eğilimi gösterirler. Siz Amargi'yi öne çıkarmaktan çok kadın hareketini Amargi'nin de içinde yer aldığı kadın hareketini öne çıkarmaya çalışıyorsunuz. Bu noktada son sorumu sormak istiyorum. Bugün Türkiye'de sivil hayatı geçmiş ile kıyaslayarak nasıl ifade edersiniz? Sivil hayatın geleceğiyle ilgili ne söyleyebilirsiniz? Berivan KUM: 1980'li yıllara göre biraz daha yükselme var. Geçmişte baskılar nedeniyle çok çabuk derneklerin kapatıldığı dönemleri yaşadık. Son yıllarda ortak hareket etme bilinci biraz daha gelişti. Ama buna tam sivil toplumculuk demek biraz eksik kalır. Demin Pınar'ın söylediği gibi hala ne sivil ne de toplumsal olarak gelişebilmiş değiliz. Her ne kadar kendimize toplumsal muhalefet desek de, sivil toplum örgütü desek de, hep toplumsal yönümüz eksik kalıyor. Her zaman marjinal kalma ihtimali ve tehlikesi taşıyan bir sivil toplumculuk yaşıyoruz. Bunu aşılması gelecek için önemli. Hem örgütlenme modelini hem toplumsallık yönünü ciddi anlamda tartışmak lazım. Pınar SELEK: Aslında ben toplumun dünya açısından da tehlikede olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl bir tehlike diye sorulabilir? Artık toplumsal alanlar çok zayıfladı. Toplumun örgütlenme ihtiyacı da çok zayıfladı. İktidar aygıtları çok değişti. Eskiden devlet, polis, militarizm iken, toplumla devlet arasında net bir ayırım yaparken artık devlet de kendini yeniden yapılandırdı. Doğrudan doğruya sivil toplum örgütleri devlet destekli, hatta toplumdan da koparak elitleştiler. Ve iktidar çok daha farklı kanallarla toplumu yönlendirmeye başladı. Artık komşuluk ilişkileri bitti. Artık insanların bir araya gelecekleri kahvehaneler yavaş yavaş tükeniyor. Kadınlar için zaten böyle bir şey yoktu. Televizyon çok ciddi bir engel. İletişim sektörü tamamen rant alanı olduğu için komşumla ilgili haberi komşumdan değil televizyondan öğrenir oldum. Bence asıl bu çok önemli. 11 Toplumsal bağlar ve toplumsal ilişkiler insanların bir araya gelerek iletişim kurduğu alanlar çok zayıfladı. Toplumun doğrudan ilişkileri de çok zayıfladı. Hep dolaylı iletişim söz konusu. Direkt iktidar tarafından yönlendirilen hep sermayenin sahip olduğu alanlar söz konusu oldu. İnternet'ten tutun, telefonlara varıncaya kadar doğrudan doğruya çok ciddi bir sanayi oluştu. Dünya iktidar iletişim ve kimya sektörünün paylaşımı arasına hapis olup kaldı. Bu toplum için çok ciddi bir tehlikedir. Bizim asıl nasıl olduğumuz değil, nasıl gördüğümüz önemli. Aslında sen ne yaparsan yap yaptığın görülmüyor. Toplumsal bir gelişmeye ihtiyaç var. Alternatif iletişim kanalları geliştirmemiz gerekiyor. Bir de militarizasyon çok ciddi bir tehlike olarak gelişiyor. Güçlü olanın vurması, devirmesi erkek egemenliğiyle birleşerek sıradan olayların bile şiddetle çözümü artık toplumda çok doğal gözüküyor. Dolayısıyla militarizasyonun da sivil toplumun örgütlenmesine çok ciddi zarar vereceğini düşünüyorum. Eğer sivil çalışma yapmak istiyorsak devletle bağı koparmak ve ne kadar siviliz diye kendimizi sorgulamak gerekiyor. Ne kadar militarize düşüncelerden arındık diye de düşünmemiz gerekiyor. Toplum tehlikede. Yeni iktidar aygıtları ve toplumu manüple etmenin bin bir aracı nedeniyle artık kentler de yok. Eskiden kentler vardı. Kent sınırı belli bir alandır. Megapollerde birey kayboluyor. Bireyin kendini var edebileceği bir alan da kalmadı. Dolayısıyla artık her kes endişeyle dışarıya çıkıyor. Toplumsal bir güven toplumsal bir rahatlık yok. Paylaşılmıyor da! Şu anda küresel anlamda yaşadığımız koşullar, kötümserliğin ahlaki bir tutum olması gerektiğini zorunlu kılıyor. Bu dönemde kötümser olmak gerekiyor. Biz elimizden geleni yapıyoruz. Bahçemizi güzelleştiriyoruz. Ama genel anlamda gidişatın olumlu olmadığını da görüyoruz. Çok ciddi tehlikeler var. Biz adeta biz olmaktan çıkıyoruz. Amargi Kadın Akademisi Girişimi (Kooperatifi) Pınar Selek Berivan Kum Sahne sokak. No: 11 / 5 Galatasaray / İstanbul Tel : 0 212 243 23 93 e-mail : [email protected] 12 Ankara Kafkas Derneği ve Kafkas Dernekleri Federasyonu* Fahri Huvaj Fahri Bey isterseniz önce Kafkas Deneğini ve Federasyonu tanımakla başlayalım. Hangi ihtiyaçtan doğdunuz? Ne zaman kuruldu, neler yapar örgütünüz? Çok geniş bakmak gerekirse 19. yüz yılda Rus-Kafkas savaşları yaşandı. Çok çetin savaşlardı bu savaşlar. Maalesef bu yaşanan savaşlar dünyada yeterince bilinmiyor. Çok dengesiz eşit olmayan koşullarda yapılmış bir soykırım savaşı demek lazım. Rus Çarlığı yayılmacı emelleri dolayısıyla ülkemizi işgal etti. Ve bir direniş savaşı yapıldı. Bu savaşı maalesef yitirdik. Bunun üzerine vatanımızdan sürüldük. Bu sürgünde birinci etmen Rusların işgal harekâtıydı. İkinci etmen ise Osmanlıların propaganda ile buraya çekmeleriydi. Böylece nereye gittiklerini bilmeden, Halife ülkesine gidiyoruz diyerek insanlar akın akın Osmanlı topraklarına geldiler (ve tabii gelemediler). Bir çokları yolda öldü. Hastalıktan, soğuktan açlıktan kırıldı. Osmanlı topraklarına yerleşebilenlerin sayısı 800 bin ile 1 milyon arasında idi. Ama oradan çıkan nüfus 1,5 milyon civarında. Aşağı yukarı yarısı yok oldu, kırıldı. Ondan sonra tabii dil bilmiyorlar. Yol, iz bilmiyorlar. Koşullara alışmaya çalıştılar. İklim uyuşmazlığı da etkiledi. Yavaş, yavaş dil öğrendiler. Çevreyi tanımaya başladılar. Aslında ana düşünceleri tekrar ana yurtlarına dönmekti. Osmanlının yardımı ve desteği ile tekrar ana yurtlarını ele geçirmek hayalleri vardı. Ama buna yönelik bir çalışma da yapılamadı. Gerçi bir şekilde dönenler oldu. Ama kitlesel bir geri dönüş olamadı. Olamadığı gibi Kafkasya'dan getirdikleri geleneksel kültür değerlerini koruma kaygısına da düştüler. Artık kültürlerini koruyamaz duruma geldiler. Çevreye uyum göstermeye başladılar. Tabi Osmanlı'da 1876'larda bir Anayasa hareketi de başlamıştı. Ama kısa bir süre sonra Osmanlıdaki bu Anayasal çalışma askıya alındı. 1908'e kadar da böyle bir çalışma bir daha da olmadı. 1908 Meşrutiyetinden itibaren yavaş, yavaş acaba kendi kültürümüzü nasıl koruyabiliriz, diye özellikle İstanbul ve diğer büyük şehirlerde bir arayış başladı. Ve ilk defa 1908 yılı sonlarında İstanbul'da Çerkez Teavün Cemiyeti kuruldu. Esasen bizlerin dernekleşmesinin temeli de budur. Ve bütün kaygımız da geleneksel kültür değerlerimizi korumakla ilgilidir. Çağdaş dünya koşullarına uygun biçimde geliştirelim ve sürdürelim, yaygınlaştıralım, tanıtalım. Bütün kaygı bundan ibaretti. Biz Kuzey Kafkasyalıların tümüne birden Çerkez diyoruz. Türkiye'de şu anda Çerkezlerin büyük çoğunluğu Adige'dir. Ondan sonraki ikinci büyük çoğunluk Abaza'dır. Asetin, Çeçen, Dağıstanlı gibi gruplar olmakla birlikte çok, çok azdırlar. Sadece 10-20 bin civarındadırlar. Bu nedenle biz hepsini Çerkez 13 kimliği altında ifade etmeye çalışıyoruz. Çünkü ciddi bir kültür ortaklıkları var. Her ne kadar dil farklılıkları olsa da bu böyle! Şu anda 40'ın üzerinde il çevresinde 800'den çok yerleşim merkezinde 4-5 milyon arasındaki nüfus olarak yaşıyoruz. Uyum nitelikleri biraz fazla mıdır? Yoksa çok dağınık yerleştirilmişliklerinden mi kaynaklıdır bilmiyorum! Doğal dirençleri maalesef kalmadı. Çevreye intibak edip yok oluyorlar. Bu yok oluşa bir dur diyebilmek, dilimizi, kültürümüzü koruyabilmek için bu dernekler kurulmuştur. Şu anda 80 civarında derneğimiz var. Bunların içerisinde biraz daha demokrat, biraz daha çağdaş bir bakış açısını benimseyebilmiş olanlar, (ki sayıları 60'a yakındır), ile federasyon olarak birlikte hareket ediyoruz. Ama federasyonun üyesi olan derneklerin sayısı 44 civarında. Diğer 10-11 dernek de üye olmak için yolda. Formalitelerini tamamlama aşamasındalar. Yani anlayacağınız toplam 55-60 dernek şu anda federasyonda. Aslında burada bir örgütlenme sorununa dikkat çekmek istiyorum. Bizim derneğimiz Ankara Kafkas Derneği, Kuzey Kafkasya Kültür Derneği adıyla 1961 yılı sonunda kuruldu. 21 Aralık 1961. 1993 yılına kadar folklor, kültür ağırlıklı çalışmalar yaptı. 1990'lı yıllara geldiğimizde tek başımıza bir küçük dernek olarak bu işi başaramayacağımızı anlayarak birleşip daha büyük bir yapı olmak istedik. Bunun için toplantılar yaptık. Tabiri caizse federasyona öncülük ettik. Fakat o dönemlerde kamu yararına çalışan dernekler dışındaki derneklere federasyon kurulma hakkı verilmiyordu. Özellikle 12 Eylül'den sonraki dönemde. Onun üzerine bir araya gelmenin tek yolu olarak bize kalan, merkez şube ilişkisi içinde örgütlenmekti. Buna olanak vermek için de bütün derneklerin kendilerini feshedip merkezde Ankara'da bir büyük dernek kurup onun şubesi haline gelmeyi seçtik. Çok zordu ama seçtik. 1993 yılında şu anda benim temsil ettiğim Kafkas Derneğini ana dernek olarak kurduk. 10 yıl kadar bu dernek böyle çalıştı. 33 şubesi vardı. Sonradan iki yıl önce çıkarılan Dernekler Yasası ile federasyon kurma olanağı çıkınca bu defa daha çok derneği kapsayalım düşüncesiyle federasyonlaşmaya karar verdik. Bu kez de tam tersini yaparak şubeleri tek tek feshettik. Her şubeyi bağımsız olarak yeniden kurduk. Sonra birleşerek bugünkü Kafkas Dernekleri Federasyonunu kurduk. İşte böyle bir örgütlenme sürecimiz oldu. Epeyce maceralı bir örgütlenme süreci yaşamışsınız. Şimdi şunu sorayım. Kendi kitlenize hitap eden ciddi bir örgütlenme çalışmanız var. Katılımcılık ve halk desteğini nasıl beceriyorsunuz? Kendi kitlenizi kucaklayacak bir yapılanmayı yeterince ve içiniz rahatlayarak becerebildiğinize inanıyor musunuz? Doğrusunu söylemek gerekirse bunu çok başardığımızı söylemek mümkün değil. Somut, kötü bir durumla karşılaştığımız zaman, mesela bize yönelik ciddi baskılar olursa herkesin bu işe katılacağına inanıyorum. Halk bizi benimsemiyor değil ama, önemsemiyor diyebiliriz. Şu anda davranışlarımız biraz Don Kişot'ça görülüyor. Ama onlar da yavaş yavaş asimle olduklarını, 14 dillerini, kültürlerini genç kuşaklara aktaramadıklarını fark etmeye başladılar. Eminim bundan sonra federasyona çok iş düşecek. Daha bir yıl kadar oldu federasyon kurulalı. Ama eğitim, seminer çalışmaları yapılıyor. İyi bir koordinatörlük vasfı var. Dolayısıyla şu bir, iki yıl içerisinde çok daha geniş kitleleri kucaklayabileceğimizi düşünüyoruz. Devletin size bakışı nasıl? Mesela örgütlenme alanınıza müdahale var mı? Engellemeler var mı? Ya da tersten destek mi oluyorlar, Kafkas Derneklerine? Biz ta öteden beri devletle arası iyi olan azınlıklardanız. Bizim toplumumuzda ve geleneksel kültürümüzde bazı yanlış öğeler var. Şimdi söyleyeceklerim size enteresan gelebilir. Bizde çocuk, baba veya anneden bir şey talep etmez. Bizde geleneksel kültür talepkâr insan yetiştirmez. Baba her şeyi düşünür. Çocuğun ihtiyacını da düşünür. İhtiyacını da karşılar. Çocuk bir şey istemeden karşılar. Karşılayamıyorsa, karşılayamıyor demektir. Talep etmenin de anlamı yoktur. Böyle bir anlayışla çocuklar yetiştiriliyor. Babanın yerine devleti koyduğumuz zaman, devlet baba bize hakkımızı verir. Vermiyorsa mutlaka bir nedeni vardır. Onu talep etmenin, zorlamanın bir anlamı da yoktur, gibi bir kanaat oluşur. Elbette doğru bir şey değil. Devlet maalesef vermiyor. Hep alıyor. Ama bunu henüz tam olarak kavrayabilmiş değiliz. Talep etmediğimiz için de devlet bizi destekliyor gözüküyor. Başka bir söyleyişle, devletin kendi çizdiği sınırlar içerisinde kalana kadar, yardımcı oluyorsak, kalıyorsak destek oluyor. Çerkez olarak değil, Türk Devletinin resmi ideolojisine iyi hizmet eden yurttaşlar olarak bize destek veriyor. Bizi böyle görüyor. Tabi bizim biliyorsunuz dağınık yerleşim durumumuz nedeniyle toprak talebimiz olmayacağını da herkes biliyor. Böyle bir şey söz konusu da değil. Bunu söyleyince, sanki Kürtlerin böyle bir talepleri varmış. Koparacaklarmış gibi algılanmasın. Elbette öyle düşünenler de vardır. Ama genel olarak ben Kürt halkının da ülkenin şu tarafını kesip koparalım gibi bir düşünceye sahip olduklarını düşünmüyorum. O anlamda bizim fiilen böyle bir olanaksızlığımız var. Bu yönüyle devletin bize bakışı biraz daha iyimser. Çerkezlerden zarar gelmez. Onlar devleti desteklerler. Kollarlar gibi bir anlayış var. Devlet biraz daha toleranslı bakıyor gibi gözüküyor. “Ama Çerkez'im ben, Türk değilim. Ayrı bir dilim, kültürüm var. Bunları geliştirmek istiyorum.” Diyerek talepkâr olduğunuz zaman hemen karşınıza dikiliyorlar. Enteresan yasalar var. Mesela bir gazetede geçenlerde 1937'de çıkmış bir ilan gördüm. Aynen şöyle: “Harp okullarına öğrenci alınacaktır. Birinci şart, Öz Türk ırkından olmak.” Hakikaten ırkçı bir yaklaşım olduğu her halinden belli. İşte bu anlayışa karşı çıktığınız zaman zarar görüyorsunuz. Pek çok arkadaşımız böyle şeyleri içeren kitapları, gazeteleri okuduğu için, dağıttığı için maalesef mahkum olmuşlardır. Mahkum olunca da devlete karşı 15 baş kaldırmak gibi olacak diye o şahıs yalnız bırakılmış ve hakikaten Don Kişot'luk gibi olmuş, yapılmaya çalışılan mücadele. Ama biz Ankara Kafkas Derneği ve Kafkas Dernekleri Federasyonu olarak kendimiz için bir hak talebinde bulunurken bunun aynı zamanda devletin de çıkarına olduğunu düşünüyoruz. Yani Türkiye Cumhuriyetinin zararına ama bizim yararımıza bir talepte bulunmuyoruz. Mesela, Ubıhça diye bir dil vardı. Dünyanın en zengin sesli diliydi. 83 sesten oluşuyordu. Bu dil Anadolu'da öldürüldü. Ve toprağa gömüldü. Şimdi bir devlet için bu olumlu bir iş midir? Barbar Türk imajına kanıt veren bir olay değil midir? “İşte doğayı tahrip ettiler.Ağacı tahrip ettiler. Her yeri tahrip ediyorlar. Kültürleri de yok ediyorlar.” Denmez mi? Bizim dillerimiz de aynı akıbete uğramak tehlikesi ile karşı karşıya. Yani birkaç yıl içerisinde mesela 50 yıl sonra Türkiye'de Çerkez'ce konuşan insan bulmak mümkün olmayacak. Bunun da sebebi Türkiye Cumhuriyeti olacak. 5 Milyon insan bugün bu ülkede varsa, yarısı dilini konuşabiliyorsa bunları bir şekilde korumaya almanın mantığı yok mu? Ama maalesef bu düşünülmüyor. Düşünülmediği için de barbar Türk imajına örnekler sunulmaya devam ediliyor. Biz, bize bu haklar verilsin, bütün okullarda seçmeli anadil olsun dediğimiz zaman, bunun aynı zamanda Türkiye'nin çıkarına olduğunu da düşünüyoruz. Türkiye böyle bir uygulama yaparsa dünyadaki çağdaş ülkelerin düzeyinde olur. Onlardan geri kalmaz. Birlik, bütünlük daha çok sağlanır. Adını inkâr etmeye kalkan bir yapı olunca da bilinçli ya da bilinçsiz ona karşı bir tepki oluşuyor. Bu tepkilerin azaltılması için de hakların genişletilmesi gerekiyor. Buna inanıyoruz. Kültürel haklar istiyoruz. Başkaca bir talebimiz de yok. Peki Fahri Ağabey, bu çalışmalarınızı tek başınıza federasyon olarak mı yapıyorsunuz? Yoksa diğer Sivil Toplum Kuruluşları ile de ortaklıklarınız var mı? Çok organik ilişkilerimiz olmadı. Biz yıllarca kendi asimilasyonumuzu hızlandırmasın diye kendi içimizde kapalı kalmaya, kendi dilimiz konuşmaya, kültürümüzü yaşamaya çaba gösterdik. Ama kendi içimizde kapalı kalmakla bir yerlere varamayacağımızı bildiğimiz için yeni yeni açılmaya başladık. Şu anda işte sivil toplum kuruluşları ile ilişkiler kuruyoruz. Mesela bizim derneğimizde şimdi insan hakları, dış ilişkiler komisyonu, gençlik komisyonu, kadın komisyonu kurduk. Bu komisyonlar aracılığı ile onların partneri olabilecek başka sivil toplum örgütleri ile partner olmaya çalışıyoruz. Bu elbette yavaş olacak. 16 Bir de şunu öğrenmek istiyorum. Projeler de yapıyor musunuz? Projeli çalışan sivil toplum örgütleri gibi misiniz? Yoksa aslolan gönüllülük mü? Biz şimdiye kadar devletten de her hangi bir fon kaynağından da yardım almadık. Sanıyorum geçen yıl, yada önceki yıl, işte o genel merkez konumundayken Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden bir ödenek almıştık. Yani bu kültür işlerine ait fondan bir miktar almıştık. Şimdi bu yılda federasyonumuz bir proje yaptı. Örgütümüzün geliştirilmesine yönelik bir proje bu. Aslında biz özellikle bu anadil eğitimini desteklemek amacıyla büyükçe bir proje hazırlamıştık. Çerkezce öğretici yetiştirmeyi amaçlayan bir projeydi bu. Ama maalesef bu proje henüz çıkmadı. Hala umutla bekliyoruz. Eğer bu projemiz kabul edilirse Çerkezce eğitmen yetiştirmek üzere çalışma yapmayı düşünüyoruz. Bir de Avrupa Birliği süreci konusu var. Biliyorsunuz Türkiye 2004 sonu itibariyle AB kulvarına girdi. Bu süreç sivil toplum örgütçülüğünde bir fırsat yaratabilir mi? Ben çok önemli bir fırsat yaratabileceğini düşünüyorum.Yaratmaya başladığını da görüyorum. AB hakikaten bir sivil uyanış başlattı. Yalnız bizde değil, devlette de başlattı. Hiçbir şey öneremediğimiz, kabul ettiremediğimiz o resmi ideolojik yapılar bile AB'ye girmek için standartları yakalamamız gerekliliği anlayışında biraz uzlaşma yakaladılar. Değiştirilen, yeni çıkarılan yasaları düşündüğümüz zaman Türkiye çağdaşlaşma yolunda bir adım atıyor. Çok önemli etkisi olduğunu gerçekten düşünüyorum. Sivil toplum hareketlerini de çok önemli ölçüde etkileyeceğini düşünüyorum. Bizleri de etkiledi / etkileyeceğini düşünüyorum. Çünkü bizim insanlarımıza gittiğimiz zaman bakın Avrupa Birliği ülkeleri böyle uyguluyorlar. Bakın Avrupa, projeleri böyle destekliyor. Devlet de bunlara bir şey demiyor. Dediğimiz zaman, onlar o zaman kendi sivil haklarına daha iyi sahip çıkabiliyorlar. Bu anlamda AB konusu çok önemli ve yararlı. Son sorum şu olacak. Geçmişle kıyasladığınızda tabi yine Kafkas Dernekleri Federasyonu'nun perspektifinden, bugünün Türkiye'sinde sivil hayatı nasıl görüyorsunuz? Sivil toplum örgütçülüğünün geleceğini bugünden görmek mümkün mü? Şöyle söyleyeyim. Biz hala 1908 yılının Çerkez Teavün Cemiyetinin ulaştığı seviyenin yarısına ulaşamadık. 2005 yılındayız. Neredeyse 100 yıl geçmiş üzerinden. Halen o noktada değiliz. Bu kadar geri gitmişiz. Sivil toplum hareketinin Osmanlı ve Türkiye boyutunu bu noktadan çok iyi anlayabiliyoruz. Neden bunu söylüyorum? Çünkü 1908'deki Çerkez Teavün Cemiyeti “Özel Çerkez Örnek Okulu” adıyla okul açmıştır. Çerkezce ders 17 kitapları yazdırmıştır. Gazete çıkarmıştır. Gazetede Çerkezce ifadelere yer vermiştir. Hakikaten o dönemde yapılan işlere baktığımızda tam çağdaş uygarlık düzeyi örnekleri var. Bugün onları söylediğimizde kıyamet kopuyor. Bizi bölücü diye susturmaya kalkıyorlar. Damgalıyorlar. Halkımız da maalesef çekingen davranıyor. Halbuki o yıl onları yapabilmişsek, bugün üniversiteler açmalıydık. O okul da 1921'li yıllarda, Kurtuluş Savaşının kazanıldığı yıllarda Milli Eğitim Bakanlığının ilk uygulamaları ile kapatıldı. Tabii şimdi gelecekle ilgili umutsuz olmaya gerek yok. Belki şöyle umutsuz olmak düşünülebilir. Bütün çabalarımıza rağmen, verilen bütün haklara rağmen bugün asimilasyonumuz çok ciddi şekilde devam ediyor. Bu anlamda gelecekten umutlu değiliz. Türkiye'de çok ciddi bir müdahalede bulunulmaz ise yani Türkiye'de yaşayan ve köken olarak Türk olmayan halkların dillerini, kültürlerini geliştirmemiz lazım. “Bunlar yok oluyorlar. Aman yok etmeyelim”, anlayışı devlete egemen olmazsa, buna yönelik düzenlemeler yapılmazsa maalesef bizim asimilasyonumuzun önlenmesine olanak yok. Ubıhça'nın uğradığı akıbeti Anadolu'da diğer bütün Çerkez ve Kafkas dilleri de uğrayacak. Ve bunun da sorumluluğu, vebali Türkiye'ye ait olacaktır. Bu anlamda elbette umutlu değiliz. Ama yarından tezi yok. Bir karar alır da! “Bütün ilkokullarda, on öğrenci bir dilde okumak istiyorsa bir öğretmen ve dershane tahsis edilir,” diye bir anlayış hayata geçerse ne ala! Bu anlayış, Rusya'da, İsviçre'de, İspanya'da vardır. Onlardan biri de neden Türkiye olmasın. Böyle bir anlayışı benimser de hayata geçirirse ancak bizim gelecekte umutlu olmamız mümkün olabilir. Aksi halde gelecekten umutlu değiliz. Ancak Avrupa Birliği sürecinde elbette sivil toplum hareketi mutlaka gelişecektir. Ve 1908'lerdeki seviyeye yeniden ulaşıp geçebileceğimizi düşünüyorum. Ama inşallah bu haklardan yararlanabileceğimiz insanlarımız kalır da, bu haklardan yararlanabiliriz. Ankara Kafkas Derneği Fahri Huvaj-Başkan Şenyuva Meriç sokak. No: 44 06510 Beştepe / Ankara Telefon : 0 312 222 85 89 222 85 90 Fax : 0 312 212 52 40 e-mail : [email protected] e-mail : [email protected] Web : www.kafder.org.tr 18 Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV)* Ayla Göksel Göçer-Başkan Yardımcısı. Ayla Hanım, dilerseniz önce Anne Çocuk Eğitim Vakfı'nı tanımakla başlayalım. AÇEV ne zaman kuruldu? Hangi ihtiyaçtan doğdu ve neler yapar? Anne Çocuk Eğitim Vakfı 1993 yılında kuruldu. Kurucusu Ayşen Özyeğin'dir. Amacı Türkiye'deki insanların yaşam kalitelerinin yükseltilmesine eğitim yoluyla destek olmak diye açıklanabilir. Bu anlamda AÇEV okul öncesi ve yetişkin eğitimi alanlarını kendisine çalışma alanı olarak belirlemiştir. Okul öncesi ve yetişkin eğitimi alanlarında uzmanlaşarak Türkiye çapında çeşitli eğitim programları uygulamaktadır. AÇEV bugüne kadar Türkiye'nin 71 yerinde 300 binin üzerinde insana eğitim hizmeti sunmuş. Ve yine bu insanlara ulaşmayı başarmış bir sivil toplum örgütüdür. Bunlarla birebir yüz yüze eğitimler ve davranış değiştirmeyi hedefleyen çalışmaları olmuştur. Ayrıca 350'nin üzerinde de eğitimci yetiştirmiştir. Bu da şunun göstergesidir ki; AÇEV yetiştirdiği eğitimcilerle önümüzdeki uzun yıllar boyunca daha fazla insana ulaşmayı başaracaktır. Daha kalıcı bir eğitim sürecine de katkıda bulunacaktır. Bu girişten sonra şunu sormak istiyorum. AÇEV'i bir STK olarak tanımlamanızı istersem ne dersiniz, nasıl tanımlarsınız? Ayrıca AÇEV'in ilgi alanı çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi ifade edebiliyor musunuz? Biz daha çok eğitimle ilgilenen bir sivil toplum kuruluşuyuz. Aynı zamanda bir vakıfız. Bu anlamıyla misyonumuza uygun davranabildiğimizi kesinlikle ifade etmem mümkün. Çünkü bizim misyonumuz insanların yaşam kriterlerini eğitim yoluyla yükseltmek. Ve buna olabildiğince katkıda bulunmak. Uyguladığımız bütün eğitim programlarında insana katkıda bulunduğumuzu birebir ölçüyor ve yaşıyoruz. Çünkü bizim bütün çalışmalarımız bilimsel temellere dayalı. Ayrıca bilimsel temellere dayalı olmakla kalmayıp, yaptığımız bütün eğitim programlarının ölçme ve değerlendirmelerini de gerçekleştiriyoruz. Bu ölçme ve değerlendirme çalışmalarımız sayesinde yaptığımız işlerin gerçekten kişilere pozitif etki yarattığını ailelerine etki yarattığını, onların gerek karar verme mekanizmalarına, gerek hayata bakış açılarına, kendilerine olan güvenleri, hizmete erişimi gibi aile içi ilişkilerde ve daha birçok farklı konuda yararı olduğunu hayat kalitelerini etkilediğini düşünüyor ve görüyoruz. Bütün bu nedenlerle misyonumuza gerçekten uygun davranabildiğimizi ve de sapmadığımızı söyleyebilirim. Gerçekten bazı STK'lar belli bir amaçla işe başlıyor. Fakat çalışma esnasındaki çeşitli fırsatlar, etkenler, tehditler nedeniyle sapmalar yaşayabiliyorlar. AÇEV bugüne kadar misyonuna sadık kalmayı 19 becerebilmiştir diye düşünüyorum. Peki diyorum ki; hemen bununla bağlantılı olarak, toplumun sivilleşmesi konusunda katılımcılık boyutunu da işin içine katarak neler söylemek mümkün? Bu kadar geniş kesimlere eğitim alanıyla ilgili olarak ulaşmak herhalde katılımcılık ve güven olmadan olmaz? Evet. Katılımcılığı şöyle gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum. Bütün programlarımız uzun süreli ve kişilerin birebir katılımlarına dayalı olan programlar. Bizim amacımız aslında şöyle. Okuma yazma programımızda kişilerin çevreleri hakkında daha farkındalık yaratmak. Çevrelerindeki hizmetlerden daha fazla yararlanmalarını sağlamak. Veya anne, baba eğitimimizde demokrasiyi savunarak bunlarla ilgili kullanılabilir araçları gündeme taşıyoruz. Bu anlamda toplumun sivilleşmesi demokratikleşmeden geçiyorsa devamlı katkıda bulunduğumuzu söyleyebilirim. Ama sonuç da AÇEV eğitimi baz alan bir STK. Tamamen apolitiktir. Herhangi bir siyasi görüşe angaje değildir. Ancak yaptığımız bütün çalışmaların, eğitim yoluyla insanları güçlendirdiği noktasından hareketle toplumun da demokratikleşerek sivilleşeceğine inanıyoruz. Tabi bu bağlamda hedef kitlemize ulaşarak katılımcılığı da gerçekleştirdiğimize inanıyorum. Programlarımızda elbette değerlendirme ve ölçme çok önemli bir yer tutuyor. Ve biz özellikle değerlendirmelerimizde katılımcılarımızdan gelen geri bildirimlere, onların görüş ve önerilerine ciddi ölçülerde yer veriyoruz. Bu programları bir yönüyle onlar da bizlerle birlikte geliştiriyorlar. Onlara uymayan yerleri varsa, veya onların daha fazla bilgi sahibi olmak istedikleri konularda biz onları da katıyor ve yer vermeye çalışıyoruz. Gerçi ölçme ve değerlendirme yaptığınızdan söz ettiniz ama ben yine de bir başka boyutuyla AÇEV olarak, “sorun analizi toplantıları yapıyor musunuz?” diye sorayım. Ayrıca belki bu başlık altına halk desteği mevzuunu da yerleştirebiliriz. Elbette. Biz daha çok proje bazlı çalıştığımız için, proje bazında sürekli sorun analizi yapıyoruz. Herhangi bir projeye başlamadan önce, herhangi bir bölge için proje başlatmadan önce muhakkak bu tür swot analizi diyebileceğimiz, fırsatlar-tehditler-güçler ve zayıflıklar şeklinde analizler gerçekleştiriyoruz. En azından karşılaşabileceğimiz zorlukları öngörmeye ve bunları bertaraf etmek için ne tür stratejiler uygulayacağımıza önceden planlamaya karar vermeye çalışıyoruz. Bu anlamda biz gerçekten herhangi bir yere bilinçsiz bir şekilde kendi doğrularımızla girmeye çalışmıyoruz. İllerin ve kişilerin kendi belirledikleri sorunlar çerçevesinde katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Sonuç da biz çok farklı sorunlara da cevap vermeye çalışıyoruz. Ama misyonumuzla ilgili elbette yine eğitim diyoruz. Özellikle okul öncesi eğitim, 20 yetişkin eğitimi konularına odaklanarak kalmaya çalışıyoruz. Halk desteği ile ilgili olarak da yaptığımız bütün çalışmalar tabii ki halkın desteği ile oluyor. Halk programlara katılmasa AÇEV zaten var olmaz. Dolayısıyla kişilerin bizim çalışmalarımıza katılması, bunları talep etmesi, bunlardan faydalanması ve birbirlerine aktarmaları bizleri kurum olarak destekledikleri anlamına gelir. Bu desteği kaybettiğimiz anda zaten bir STK olarak varlığımız da tartışılır. Ama söyleyeyim ki bu desteğin giderek arttığını görüyoruz. Gerek katılımcı sayılarının artması ile gerekse STK'ların duyarlığı ve medya desteği bizi daha çok hareketlendiriyor. Resmi kurumlarla diyalog nasıl? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engeller var mı? Yoksa desteklerle birlikte iyi ki AÇEV var mı diyor resmi kurumlar? Biz bütün programlarımızda Milli Eğitim Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu, Sağlık Bakanlığı ile iş birliği halindeyiz. Çünkü biz şuna inanıyoruz: Türkiye'de, özellikle devletin elinde olan bir çok olanak var. Bunlar tam anlamıyla kapasiteleri ölçeğinde kullanılamıyor. Mesela bizim en çok kullandığımız Halk Eğitim Merkezleri ve İlköğretim Kurumlarıdır. Biz bina yatırımı yapmaktansa mevcut olan yapıları kullanmayı daha verimkâr buluyoruz. Mesela yaz aylarında ilköğretim okullarını kullanıyoruz. Yazın okulların tatil olduğu aylarda bu okullar atıl durumda kalacağına kullanıyoruz. Veya Milli Eğitim Bakanlığının Çıraklık Eğitimi Genel Müdürlüğüne bağlı Halk Eğitim Merkezleri öğretmenleri vardır. Bunlar daha önce biçki-dikiş, makrome öğretirken, biz bu öğretmenlere yeniden eğitim vererek eğitim programları öğretmeni haline getiriyoruz. Bu da yine bir yönüyle demode olmuş kursların yenilenmesi ile insan kaynaklarının yeniden eğitime alınmasıyla devletin elindeki insan kaynağının daha efektif bir şekilde kullanılmasını beraberinde getiriyor. Bu açıdan bakıldığında biz gerektiğinde devletle diyalog kurabiliyoruz. Kendi çalışmalarımızı resmi kurumların yetkililerine de benimsetebildik. Gerek okuma-yazma programımız, gerekse baba destek programımız ve de yaz okulları, bir de anne-çocuk eğitim programlarının hepsi Milli Eğitim Bakanlığı ve Sosyal Hizmetlerce desteklenmiş programlar. Ayrıca bu kurumların müfredatlarına girmiş programlar. Bu anlamda gerçekten bir sıkıntımız olmadı. Tabi her şey güllük, gülistanlık demek de doğru değil. Ama sıkıntılar da sadece bizim çalıştığımız kurumlara has değil. Türkiye'nin sorunlarından biri de şu ki; bürokrasi zaman zaman yavaş işleyebiliyor. Karar verme mekanizmaları yine yavaş işleyebiliyor. Ve bu anlamda bazen sıkıntılar yaşayabiliyoruz. Ama bunların da zaman içinde aşılabileceğine inanıyorum. Tabi ki kişilere bağlı olarak sivil topluma daha şüpheci bakan yöneticiler de oluyor. Mesela “bunlar niye bu işlerle uğraşıyor. Bunların çıkarları nedir? Devletin bu kadar imkanlarından faydalanıyorlar.” Diyerek de 21 sorgulayabiliyorlar. Ama ben bu tek tek örnekleri çok da genelleştirmek istemiyorum. Şimdiye kadar yaşadıklarımız daha çok birey düzeyinde kaldı. Ve bir şekilde de çözüldü. Bütün bu açılardan bizim çalışmalarımızda gerek örgütlenme özgürlüğümüze gerekse serbest çalışmalarımızda engeller yaşamadık. Ayla hanım isterseniz buradan iş birliklerine, partnerliklere gelelim. Gerek AÇEV'in kendi alanıyla ilgili gerekse diğer alanlarda ortak işler yapılabiliyor mu? Gerçi resmi kurumlar anlamında örnekler verdiniz ama? AÇEV'in aslında çalışma ilkelerinin temelinde iş birlikleri yatıyor. Biz bir STK olarak şuna inanıyoruz. Bizim elimizde bazı imkânlar var. Ama biz bu imkânları başkalarının imkânlarıyla birleştirdiğimizde ortaya çok daha anlamlı tablolar çıkabiliyor. O nedenle başkaları ile iş birlikleri yaparak çok daha fazla insana ve çok daha fazla imkâna ulaşabilmek mümkün olabiliyor. O anlamda çok ama çok geniş bir yelpazede kurumlarla iş birliği yapıyoruz. Özel sektör, STK'lar, devlet, üniversiteler, yerel yönetimler gibi kurumların hepsini kapsıyor. Genel olarak baktığımızda bu iş birliklerinin çok olumlu tarafları ve olumlu geri dönüşleri olduğunu düşünüyoruz. Gerek daha fazla unsurlara eğitim hizmeti verebilmemiz açısından gerekse de daha fazla kaynağa ulaşmak açısından iş birlikleri son derece önemli. Tıkanıklıklar var mı? diye sorulabilir. Elbette var. Olmasa zaten şaşkınlıkla karşılanır. Tıkanıklığın temeli de şuradan kaynaklanıyor. İlk etapta bu ortaklık anlayışının oturmasıyla başlıyor. Aslında bizler ortaklıklara çok da alışkın değiliz. Hepimiz kendi dünyalarımızı kurduk. Kendi adacıklarımız var. Başkalarının gerçekleriyle, felsefeleriyle çalışmayı pek fazla sevmiyoruz. O anlamda ortaklığı oluştururken gerçekten çok dikkatli olmak gerekiyor. Çok açık, net ve samimi olmak gerekiyor. Karşılıklı beklentilerin ne olduğuna dair, karşılıklı çıkarların ne olduğuna dair, kimin ne koyacağına ve ne olacağına dair net olmak gerek. Bunların hepsi baştan, hatta tercihen yazılı olarak protokole bağlanmalı. Böyle olunca sıkıntıların daha aza indirgendiğini düşünüyoruz. Ortaklık sonuç da iki tarafın da faydalanacağı birlikteliktir. Eğer taraflardan birinin şikayeti varsa bu ortaklık zora girer. Yine burada en önemli şeylerden biri de iletişimdir. Özellikle dışarıya ortaklığın net olarak ifade edilmesi gerekir. Çünkü bizler sivil toplum kuruluşları olarak bu işi para, pul için yapmıyoruz. Bu işi şan, şöhret için de yapmıyoruz. Bu işi topluma katkısı olsun diye yapıyoruz. Eğer topluma katkımız görülemiyorsa o zaman da üzülüyoruz. Zaman zaman haksızlığa uğradığımızı düşünebiliyorum. O nedenle hakikaten ortaklıklarda herkesin yerinin net ve açık olarak belirtilmesi gerekir. 22 Evet. Bugünün bir başka realitesine gelirsek. 17 Aralık 2004 AB süreci sivil alana ne getirecek? STK'lar açısından Avrupa Birliği süreci bir fırsat yaratabilecek mi? Şimdi açık söylemek gerekirse fırsat yaratamaz demek cahillik olur. Çünkü hepimiz de biliyoruz ki, AB sürecinde ülkemizde bir çok şey değişti. Daha önce görmediğimiz, daha çağdaş yasa değişiklikleri gündeme geldi. Ve bunlar da sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili çok yeni alternatifler getirdi. Gerek Vakıflar Kanunu, gerekse dernekler yasası bir çok değişikliğe uğradı. Bir takım değişiklikler de halen devam ediyor. Her ne kadar şu anda ideal noktaya ulaşılmamışsa da zaman içinde biz bunların en azından yasal engellerinin yavaş yavaş ortadan kalkacağını düşünüyoruz. Burada tabii ki, en baskın etken bu süreçte “Avrupa Birliği olmasaydı biz bunları yapar mıydık?” sorusudur. Yapabilirdik! Ama, muhtemelen daha yavaş yapardık. Daha fazla tartışmalar yaratarak yapardık. Daha fazla karşı çıkanlar da olabilirdi. Yani statükoya daha fazla yapışmak isteyenler olabilirdi. Ama AB rüzgarı ile hepimiz bir hedefe doğru yöneldik ve gidiyoruz. Bunun da tabii ki sakıncaları var. AB eşittir iyi, güzel ve doğru değildir. Biz bu süreci iyi kullanarak gerçekten burada yapılacak olumlu değişiklikleri içselleştirerek, tartışarak yani bize uygun mudur, değil midir? Bu durum yapımıza, dokumuza, kültürümüze ne getirecek, ne götürecek tartışarak çözmek daha faydalı olur. Ama şüphesiz Avrupa Birliğine dahil ülkelerde gördüğümüz sivil alan ve örgütlenme özgürlüğünün Türkiye'ye de gelmesi hepimizi rahatlatır. Ve daha faydalı olur. Geçmişle kıyasladığımızda bugün sivil toplum alanını nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendirebiliriz? Sizce sivil hayat Türkiye'de bugün ne durumda? Aslında bu konuda konuşmak için ne kadar yetkinim bilmiyorum. Ama yaklaşık 11 yıldır Türkiye'de yaşıyorum. Ve 11 yıldır inişleri çıkışlarıyla birlikte sivil toplum kuruluşlarında çalıştım. Temel olarak AÇEV'de tabi. O nedenle ben ancak 11 yıllık kısa bir geçmişten söz edebilirim. 11 yıldan geriye baktığımda hakikaten ben Türkiye'ye ilk gelip bir STK'da çalışmaya başladığımda; ilk günlerle bugün arasında çok ciddi farklılıklar görebiliyorum. Bir kere 1993-94 yıllarında sivil toplumculuk ve sivil toplum kurumları o kadar gündeme yerleşmemişti. Herkes tarafından çok da bilinmiyordu. Böyle bir güven duygusu yoktu. Şüpheci yaklaşımlar da vardı. Devletle bürokrasi tarafından benimsenmeme konusu vardı. 11 yıl sonra insanların daha kabullenmeci sivil toplum anlayışına yakın bir durumda olduğunu düşünüyorum. Belki şu sorulabilir: Bu Türkiye'nin tüm kesimlerinde midir? Hayır bu daha zaman alacak gibi. Ama sosyo-ekonomik düzeyi yüksek, şehirleşmiş nüfuslarda, yerleşimlerde sivil toplumun önemi konusunda daha bir farkındalık olduğunu söylemek mümkün. Bu tabii ki çok iyi ve olumlu. Bunda ben aslında birkaç temel etken de 23 görüyorum. Mesela Türkiye'de düzenlenen Habitat 2 Konferansı. 1996 yılında yapıldı. Bu toplantı Türkiye açısından bir dönüm noktasıydı. Çünkü Habitat Konferansının Türkiye'de yapılması, Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin örgütlenmelerine neden oldu. O dönemde de bir takım kurumlar Türkiye'deki sivil toplum kuruluşları rehberi gibi durum tespiti çalışmaları yaptılar. Ve bunların çok yararı da oldu. Bir başka açıdan Marmara Depremi sivil toplum hareketlenmesine neden oldu. STK'lara güveni beraberinde getirdi. Aslında bir de reaksiyoner olarak düşünebileceğimiz 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisinin kazanması bence Türkiye'de laik kesimin harekete geçmesine sebep oldu. Bugün bazı belli başlı kuruluşlar o dönemde kuruldu. Tabii ki dünya ile paralel olarak sivil toplum kuruluşlarının gelişimi kaçınılmaz oldu. Çünkü üçüncü bir sektör olarak artık sivil alanı algılamak gerekiyor. Eğer devlet sektörü ve özel sektör varsa bunların arasında kalan o boşluğu başka bir sektör dolduruyor. İnsanların gönüllü örgütlü yapısını temsil eden kuruluşlar olarak STK'lar önemli. Ve üçüncü sektör olarak sivil alan, Türkiye'de kabul ve var oluş şeklinde varlık buluyor. Türkiye'deki sivil hayatın aslında ne durumda olduğu da belki zor bir soru olarak orta yerde duruyor. Sivil toplumu ve sivil toplum kuruluşlarını ifade etmek belki daha kolay. Ama sivil hayat bence biraz bireysellikle ilgili. Bununla ilgili olarak da şunu demek mümkün. Geçmişimize nazaran biraz daha iyi durumda olsak bile önümüzde kat edilmesi gereken halen çok ciddi bir yol var. Hiçbir şekilde henüz arzulanan noktada değiliz. Kıyaslanmak istediğimiz ülkelerin düzeyine henüz gelmiş değiliz. Çok yol alınması gerekiyor. Ama yol alınmaması için de çok fazla engel kalmadı diye düşünüyorum. Bizlere kalmış durumda. Biz STK'lar olarak bu süreci ne kadar zorlarsak, ne kadar baskı oluşturursak, ne kadar karar verme süreçlerine müdahil olursak o denli başarılı oluruz. Yani başarısızlığımızı, “bize izin verilmiyor, bize baskı uygulanıyor” diyerek açıklayamayız. Başarısızlığımızı aynı zamanda kendi inisiyatifimizle de açıklamak gerekecek. ACEV'e böyle bir çalışmada yer verdiğiniz için de teşekkürler. Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) Ayla Göksel Göçer- Başkan Yardımcısı. Büyükdere caddesi. Stad Han. No. 85 Kat.1 34387 Mecidiyeköy / İstanbul Tel : 0 212 213 42 20 Fax : 0 212 36 60 e-mail : [email protected] Web : www.acev.org 24 Atatürkçü Düşünce Derneği-Giresun Şubesi* Hilmi Taşkın-Başkan Hilmi Bey Atatürkçü Düşünce Derneği Giresun Şubesi hangi ihtiyaçtan doğdu ve ne zaman kuruldu? Atatürkçü Düşünce Deneği Genel Merkezi Ankara'da olan 1989 yılında kurulmuş bir demokratik kitle örgütüdür. (Ben sivil toplum sözcüğünü sevmiyorum. Tarikatlar da, Soros'lar da kendilerini böyle tanımlıyorlar. STÖ'lerin pek çoğunda demokratik yapı yok!). Ülke çapında 600 civarında şubesi ve 125 bin üyesi bulunmaktadır. Ayrıca yurt dışında da Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekler Federasyonu(AADDF) olarak örgütlenmiştir. Derneğimizin kurucusu Muammer Aksoy ve arkadaşlarıdır. Kuruluş nedeni Atatürk devrim ve ilkelerine yönelik artan saldırılardır. Başlangıçta Enstitü olarak kurulması düşünülmüş fakat yoğun ilgi nedeniyle dernekleşmiştir. Amacı, Atatürkçü düşünceyi ülkede etkin hale getirmek, Yüce önderin devrim ve ilkelerinden oluşan ve Atatürkçülük olarak bilinen düşüncenin; Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını ve bağımsızlığını koruması, ulusal egemenlik, tam bağımsızlık anlayışının yeniden temel anlayış olarak ülkemize yerleşmesi için gerekli olduğu düşüncesi ile bu hedefe ulaşmak için çalışmaktır. Atatürkçü düşünceye içerden ve dışardan yapılan saldırılara karşı durmaktır. Derneğimiz daha ziyade tahsilli(eğitimli) üyelere sahiptir. Tüm Türkiye'de örgütlenmiştir. Konferanslar, paneller, kültürel ve sanatsal etkinlikler, basın yayın çalışmaları, radyo ve TV programları ile düşüncelerimizi halka ulaştırmaya çalışıyoruz. Hiç bir siyasal partinin ön, arka ya da yan kuruluşu değildir. Siyaset üstüdür. Öyle de kalması temel bir gerekliliktir. Siyasete baskı yapmak görevini üstlenmektedir. Ancak genel siyasetle doğrudan ilgilidir. Giresun ADD olarak, etkin bir çalışmamızın olduğu kanaatini taşıyorum. 210 üyemiz bulunmaktadır.Yerel Tempo TV'de her salı günü "Görüş" isimli derneğimizin hazırladığı , iç ve dış olayların değerlendirildiği bir program yapmaktayız. Eynesil ilçemizde bulunan Mercan FM kanalında da her cumartesi yine görüş programını sunmaktayız...Her yıl mutlaka yılın en iyi tiyatro oyunlarından birini şehrimize getiririz. Mutlaka ülkemizin önemli aydınlarından birisini Konferans için Giresun'a getiririz. Her 23 Nisan da bir köy ilköğretim okulunda çocuk şenliği düzenleriz. Köylülerle de iç içe oluruz. Okullarda çeşitli etkinlikler düzenleriz. Öğrencilere yönelik konferanslar veririz. Sergiler düzenleriz. Şiir ve müzik dinletileri sunarız. Üniversite öğrencilerine karşılıksız burs ve hazırlananlara da ücretsiz kurs düzenlemekteyiz.. Bir sivil yapı olarak, ya da sizin telaffuz ettiğiniz gibi bir kitle örgütü olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? İlgi alanınız çerçevesinde 25 misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? ADD Giresun Şubesi olarak, ismini aldığımız Atatürk ve savunduğumuz Atatürkçü Düşünce misyonuna uygun hareket ettiğimiz düşüncesindeyiz. Aslında birey olarak kendimi bu misyona her bakımdan uymaya çalışan birisi olarak tanımlayabilirim. Üyelerimiz ise örgüt içi eğitim çalışmaları ile yetiştirilmektedir. Bu misyona sahip olamayanlar, derneğe zarar verenler ise üyelikten tüzük hükümleri gereğince düşürülmektedir.Fakat şu da unutulmamalıdır ki bizim ülkemizde hemen herkesin bir Atatürkçülük görüşü vardır. Kenan Evren bile... Bu nedenle, zaman zaman yanlışlıklarla da mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Her şeyin sahtesinin olması kadar aslına kötülük yapan başka bir düşman yoktur. İçkinin sahtesine bak, aslının toplanmasına neden oldu! Dindarın sahtesi dini ticaret ve siyasete alet etti... dini ne hale getirdi... Sosyalistin sahtesi glasnost adı altında sistemin çökmesine neden oldu... örnekleri çoğaltmak olanaklı... Aslı olmak ve misyona sahip çıkmak için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz... Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? Katılımcılık konusunda yeterli olduğumuzu düşünüyorum. Hiç bir zaman kendi düşüncelerimi dayatmam, sürekli arkadaşlarımı dinlemeyi tercih ederim. Dernek toplantılarında da hiç bir zaman dayatma yapmam...Dinlerim, yanlışlıklar varsa düzeltirim...Başkalarının doğrusu gerçekten doğru ise ona sahip çıkma o düşüncenin sahibini motive etmektedir...O işin başarılması daha da kolaylaşmaktadır. Fikir sahibi "benim düşüncem" diye gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sen de doğru olduğu için gerçekleştirmeye çalışırsın... Başarmak kolaylaşır... Üye olmayanları bile dinlemeyi severim...Karşıt düşünceleri de dinler, medeni insan gibi doğrularımı ifade ederim...Kongrelerimizde kimseye liste dayatmam... Herkes benim için aynı değerdedir...Çünkü bu örgütün üyesidir... Tüzüğümüzü benimsemiştir...Yeni katılımlar içinde gayret gösteririm. Benim olsun küçük olsun anlayışına sahip değilim... Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Yeterli halk desteğiniz var mı? Aylık olarak düzenli geniş katılımlı üye toplantıları yaparız. Ele alınan bir ana konu etrafında söyleşiriz. Bu söyleşiler sırasında örgüt içi sorunlar da gündeme gelmektedir. Aslında sorun analizi daha ziyade örgütsel olarak değil kitlesel olarak yapılmaktadır. Hedef kitlemiz kimler? Neden üye değiller? Hangi etkinliğimize kimleri katabiliriz? gibi... Konjonktürel olarak şu dönemde ilgi azlığı var diyebilirim. Ancak Giresun'da geçen yıl fındık yaşanan don olayı nedeniyle yandı... Sıfır ürün elde edildi... Bu nedenle halkın ana derdi geçim... Yoksulluk oldukça fazla... Bu nedenle halkımızın sosyal ve kültürel etkinliklerle ilgilenecek gücü kalmadı... Örneğin 26 daha önceleri 20 üniversite öğrencisine karşılıksız burs verirken , bu sene bu sayı 14 kişidir... Bu durum da yoksullaşmayı ve buna bağlı olarak zorunlu ilgisizliği doğurmaktadır... Bizim sistemde bir veya iki kişi bir araya gelir bir öğrenci üstlenir. Biz sadece organizasyonu yaparız... Sayı düşmüşse ekonomi iyi değildir!.. Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? İki dönemdir Şube başkanlığını yürütüyorum. Devletle ciddi sayılabilecek bir sorun yaşamadım. Hemen her kurumla ADD adına işbirliği yapabiliyorum. Bunda biraz da benim vizyonumun etkisi bulunmaktadır... Kişisel nedenlerden kaynaklanan bazı ufak aksaklıklar dışında bu konuda bir sorunumuz yoktur. İstediğimiz çalışmaları yapabiliyoruz... Örneğin: 23 Nisanda TRT Trabzon çok sesli çocuk korosunu davet ettik, öğrenciler ücretsiz konser vermesi için... Etkinliği il kutlama programına aldırdık ve yol giderlerini il karşılayacak... Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? Bu konuda yeterli düzeyde değiliz... Bu herkesten kaynaklanan bir sorun... İlimizde iki yıl önce bizim öncülüğümüzde bir Demokrasi Platformu kurmak istedik sadece iki kez toplandı... Şimdi bir kent meclisi oluşturma gayretimiz var ama fazla umutlu değilim...zaman zaman lokal konularda işbirlikleri yapabiliyoruz... Uzun soluklu olmuyor. 8 Mart Emekçi kadınlar Günü nedeniyle benim de katkımla ilimizdeki 12 örgütün( Partiler, Sendikalar ve Sivil Toplum Örgütleri) bir araya getirilmesi ile bir kadın platformu oluşturduk... Bu platformu etkinlikler sonrası dağıtmadık...Çalışmalarına devam ediyor... Üç kişilik bir yürütme kurulu oluşturduk... ayda bir toplanacak ve etkinlikler yapacak... Darısı erkeklerin de başına... 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Yoksa tam tersi mi olur? AB'nin NGO'lar aracılığı ile kendi amaçlarına yönelik çalışmaları dün vardı, bu gün de var, amaç gerçekleşene kadar yarın da olacaktır. Kendi NGO'larının rahat çalışmaları için mutlaka bir takım düzenlemelerin yapılmasını isteyeceklerdir. Bu "demokratikleşme" görüntüsü amaçlı olacaktır. Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan örnekleri ortada... Soros vakfı dillerde...Bizde de faaliyette...Yine AB; misyonerlik, ekümenlik ve diğer çalışmaları için dinsel özgürlükler adı altında ülkemizdeki tarikatlara da 27 "kolaylıklar" getirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmalar bunun ipuçlarını göstermektedir. Ben AB'nin Atatürkçü, cumhuriyet felsefesine uygun düşünceler içinde olmadığına inanıyorum.(Hollandalı Parlamenter Oslander 'in raporu ortada, dayatmaları ortada...) Kolaylıklar ve fırsatlar başkalarınca lütfedilmemeli, bizler kendi emeğimizle elde etmeliyiz...Elbetteki demokratikleşme konusunda epey eksikliklerimiz vardır. Bu eksiklikler soğuk savaş dönemi politikalarının ürünüdür. O dönemin politikacılarının evlatları(Yolunda g i d e n l e r v e ç i z g i s i a y n ı s i y a s i p a r t i l e r ) ş i m d i A B ' c i d i r. ABD'cidir...Tarikatçıdır...vb. AB, politikaları ile Sevr özlemi içersindedir. Sahte güzel sözlere aldanmıyorum...Emperyal örgüt kendi emperyal çıkarları için çalışır... Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de Sivil hayat bugün itibariyle ne durumda? Düne göre daha fazla ve hareketli...Halk desteği daha fazla. İnsanlar birşeyler yapmak istiyor... Biraz da bu durumun nedeni siyasilerin sorun çözmemesi üzerine halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasıdır. Ancak pek çoğunun AB'nin proje destekleri ile çalıştığını da unutmamalıyız...Ekonomik kontrolü emperyal örgütlerdedir. Tarikatların da, bazı vakıf ve derneklerinde durumu budur. Emperyal örgütler devlete yaptıramadıkları, kabul ettiremedikleri bazı isteklerini NGO'lar üzerinden baskı kurarak devlete yaptırmaya veya toplumu o yöne yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Bir de aynı amaç için birden fazla sivil örgüt bulunmaktadır. Siyaset gibi bu alanda da bölünmüşlükler yaşanmaktadır... Bu durumda güç kaybına neden olmaktadır. Bir bakıma bu durum bir sivil örgüt kirliliği yaratmaktadır. Bir başka durumda aynı kişilerin birden fazla örgüte üye olmalarıdır.Bu durum iyidir fakat bu sayı artırılamamaktadır... Bu da kültürle , eğitimle ve ekonomi ile ilgilidir...Bu sorun güç zaman ve emek kaybına neden olmaktadır. Sivil toplum konusunda da ülkemizin daha çok kat etmesi gereken yol vardır. Bu da demokrasi sorunumuzla ilgilidir... Atatürkçü Düşünce Derneği-Giresun Şubesi Hilmi Taşkın-Başkan Arif Bey Cad. No: 17/2 Giresun Te l: 0.454.212 17 33 28 Başak Kültür Sanat Vakfı* Şahhanım Kanat Dilerseniz önce Başak-Kültür Sanat Vakfını tanımakla başlayalım? Başak-Kültür Sanat Vakfı ne zaman ve hangi ihtiyaçla doğdu, neler yapar, paylaşır mısınız? Vakıf merkezi İstanbul Kadıköy Kayışdağı'nda bulunmaktadır. Vakıf 2002'de, Sosyal Hizmet Uzmanı, Psikolog, Pedegog; Ebe-Hemşire, Öğretmen gibi çeşitli işlerde çalışan arkadaşlarca kuruldu.. Vakfımız, Sosyo-ekonomik düzeyi düşük, yoksulluk ve yoksunluk içinde bulunan, göç mağduru olan çocukların, gençlerin sanatsal yeteneklerini ortaya çıkartmak, gelişimlerini sağlamaya yönelik çalışmalar yürütmek amacıyla yola çıktı. Çocuk ve gençlerin yaşadıkları fiziksel, zihinsel, sosyal, kültürel zorluklarla baş etmelerini sağlamak ve yaşadıkları ortamlara uyumlarını kolaylaştırmak, kendi kendilerine yeterli hale gelmeleri amacıyla koruyucu, önleyici, eğitici, geliştirici, yaratıcı rehberlik ve danışma hizmeti vermek, gençleri sağlıklı bireyler olarak üretime yönlendirmek, kültür ve sanat alanında çalışmalar yürütmelerine, bilimsel inceleme ve araştırmalar yapmalarına olanak sağlamak gibi daha ayrıntılı alanlarla da ilgilenmeyi kendine rehber seçmiştir. Vakfımızda; Eğitsel, Kültürel ve Sanatsal Rehabilitasyona dönük; Müzik, Yaratıcı Drama, Tiyatro, Resim, Seramik, Pandomim, Halk Dansları gibi sanatsal çalışmaların yanında Teknik beceri ve nitelik kazandırmak amacıyla Bilgisayar, İngilizce ve Okuma-yazma kursları da vermekteyiz. Ayrıca vakfımız toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılığından dolayı kız çocuklarına; % 70 oranında da öncelik tanımaktadır. Vakfımızın kuruluşundan bugüne, vakfımıza 300'ün üzerinde insan başvurdu. Bunların 200'e yakını sanatsal kurslardan, 100'ün üzerinde kişi ise teknik ve beceri kurslarından yararlandı. Ayrıca vasıfsız ve eğitimsiz çalışan veya çalışmak isteyen genç kadınlara 3'er aylık dönemler halinde 46 kişiye bilgisayar eğitimi verildi. Bu eğitimlerle gençlerin nitelik kazanmaları sağlanarak iş bulmalarını kolaylaştırmak amacındayız. Bunların yanında 2003-2004 Eğitim- Öğretim döneminde 10 kişiye burs sağlanmış, 2004-2005 yılında ise 18 çocuk ve gence burs vermeyi sürdürmekteyiz. Anladığım kadarıyla siz bu çalışmaları hazırladığınız projelerle yürütüyorsunuz? Biraz da projeli çalışmalarınızdan ve projelerden söz eder misiniz? Evet. Vakıf özetle şu projeleri yürütmektedir. SES-ÇIK ( Sorun etme, Sahip Çık ) PROJESİ ; ”Zorunlu göç nedeniyle İstanbul'a gelen çocuk ve gençlere psikolojik danışma ve rehberlik hizmeti 29 sunmak, çocuk ve gençlerin sanatsal yeteneklerinin ortaya çıkartılmasını sağlayarak yeteneklerini geliştirme olanağı yaratmak,“ amacıyla yapılmıştır. Proje sonunda İstanbul'un Anadolu yakasındaki 9 ilçede 500 aileye ulaşılmış,100 çocuk ve gence danışma hizmeti verilmiştir. Bir yılı kapsayan çalışmalar sonunda elde edilen bulgular bilimsel yayın haline getirilerek kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bu proje Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği tarafından desteklenen Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Girişimi Türkiye 2001 Mikro-Proje Programı, çerçevesinde desteklenmiştir.. Bir başka projemiz, EMEK PROJESİ'dir: Zorunlu göç mağduru 18-25 yaş arası 35 kadın,15 erkek olmak üzere 50 kişiye mesleki, teknik ve sosyal amaçlı eğitim vermeyi amaçlıyor. Proje kapsamında verilen eğitimlerin sosyal içerikli bölümlerinde, kursiyerlerin kendine güvenlerinin ve özsaygılarının artması, kendi yaşamlarına yön verebilen bireyler haline gelme olanağı kazanmaları, karşılaştıkları sorunlarla baş edebilme yeteneği kazanmaları, hak bilinci edinmeleri amaçlanmaktadır. Bir başka yönüyle de toplumsal cinsiyete duyarlı bir eğitim programı oluşturulduğu için projeden faydalanan genç kadınlar ve erkekler cinsiyet eşitsizliğinin aşılmasına dönük de farkındalık kazanmaları beklenmektedir. Sosyal eğitim ile kursiyerlerin kendi sorunlarını çözebilir ve kendi kendine yetebilir hale gelmesi, eğitim sonrasında toplumsal faaliyetlere daha ilgi göstermeleri amaçlanmaktadır. Projenin okuryazarlığı olmayan kesime ayırdığı % 40'lık kontenjan sayesinde, okuryazarlık engeli nedeniyle de vasıflı bir eleman haline gelme olanağı bulamayan kişiler hem okuryazar haline gelip hem sosyal yaşamda hem iş yaşamında karşılaştıkları pek çok sorun ve engelle baş edebilir hale gelmeleri planlanmaktadır. Bir STK olarak kendinizi, Başak-Kültür Sanat Vakfı'nı nasıl tanımlıyorsunuz? İlgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Vakıf olarak, Demokratik değerler ve katılımcı ilkeler doğrultusunda hareket etmekteyiz. Sosyal adaletin savunulması, dışlanan ve marjinal gruplara yönelik hizmetleri verme, toplumsal katılımcılığı artırmaya yönelik politikalar geliştirme çerçevesinde hizmet vermekteyiz. Bireylerin akıl ve vicdanlarında bir değişim yaratarak farkındalık kazandırmak temel ilkemiz diyebiliriz. Yerelde ve yerinde hizmet vermeyi de amaçlıyoruz. Yerinde hizmet anlayışıyla vakıf merkezimizi sosyo-ekonomik düzeyi düşük bir semtte kurduk. Sürdürülen çalışmalar ve oluşturulan programlar gerçekçi ve ihtiyaçlara cevap verebilecek şekilde yapılmaya çalışılmaktadır. Yapılan çalışmalar değerlendirildiğinde amacımıza uygun davrandığımızı elbette belirtebiliriz. 30 Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılık konusunda neler söyleyebilirsiniz? Vakıfta yürütülen çalışmaların hepsi gönüllülük esasına dayanarak sürdürülmektedir. Aynı zamanda gönüllüler alanda katılımcılığı artırmaya yönelik çalışmaları da yürütmektedirler. Hedef kitleye verilen hizmetin yerinde verilmesi ve hizmetlerin ücretsiz olması başvuru sayısını artırırken bulunduğumuz çevrede yaratılan güven duygusu da geniş bir alana yayılmaktadır. Kişilerin kuruma duydukları güven katılımcılık oranını artırmaktadır. Alanda yapılan çalışmalarla ve projeler aracılığıyla vakfın misyonu hedef kitleye anlatılmış ve kişilere yönelik yapılması söz konusu olan hizmetin verilmesiyle beraber gönüllü sayısında artış gözlemlenmiştir. Vakfın herhangi bir hizmetinden yararlanan kişilerin bir kısmı daha sonraları vakfın birer gönüllüsü oluyorlar. Bununla beraber hedef grubun katılımcılığını yeterince sağlamış değiliz. Hedef grubun çok sorunlu bir yapıdan, işte yoksulluk ve yoksunluk, göç, eğitim problemi olan bir yapının içinde olması, sosyal izole yaşamaları, kişilerin katılımcı olmalarını engelliyor. Kişiler zaman zaman yaşadıkları mekanları ve bölgeyi değiştirebiliyor. Bu durum hizmetin sürekliliğini azaltırken katılımcılık oranının da düşmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda. hedef kitlenin sosyal, ekonomik ve eğitim seviyesinin düşük olması da katılımcılık oranını düşürüyor Yeni sayılabilecek bir kurum olmamızdan ve olanaklarımızın yetersizliğinden kaynaklı olarak bize gelen taleplerin hepsini karşılayamıyoruz. İmkânlar ve kaynaklar arttığı oranda, hizmet alanımızın genişleyeceği ve daha çok hedef kitleye ulaşabileceğimizi düşünüyoruz. Ulaşılan hedef kitlenin niceliği ve hizmetin kalitesinin uzun vadede katılımcılığı arttıracağına inanıyoruz. Peki çok sorunlu ve geniş bir çalışma alanınız var. Örgütünüz içinde yeterli sorun analizi yapıyor musunuz? Yeterli halk desteğiniz var mı? Vakıf içerisinde alan çalışmalarından, projelerden elde edilen bulgular değerlendirilerek, yerinde inceleme, gözlem ve görüşmeler yapılarak hedef kitlenin sorunları belirlenmektedir. Vakıf içerisinde oluşturulan birimler uzmanlık alanlarınca sorunların analizini yapmakta, çözüm önerilerine bağlı projeler gerçekleştirilmekte ve geliştirmektedir. Vakfın hizmetlerini yerelde vermesinden kaynaklı olarak halkla bütünleşmiştir. Bu nedenledir ki yeterli halk desteğimizin olduğunu düşünmekteyiz. Bazı dönemlerde katılımcıların içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumdan dolayı halk katılımı azalmaktadır. Kişiler öncelikli ihtiyaçları için, mesela iş, aile yapısı gibi nedenlerle gerekli veya zamanında katılımı sağlayamamaktadırlar. 31 Hemen şunu sormak istiyorum. Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? Yürütülen bazı çalışmalar yada projeler resmi kurumlarca birer sosyal sorun olarak algılanmak yerine politik birer olgu olarak görüldüğünden çalışmalarımızın bazılarına duyarsız kalınarak gerekli ilgi yada beklentiyi göstermiyorlar. Örneğin zorunlu göç olgusu, kültürel kimlik gibi alanlar. Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurmakta zaman zaman tabii ki zorlanmaktayız. Bazı resmi kurumlar gereklilikleri yerine getirirken bazen ise, kişilerin şahsi tutumlarından kaynaklı gerekli işlemleri yaptırmakta zorlanmaktayız. Yerel resmi kurum ve kuruluşlar örneğin, Muhtarlık, okullar gibi vakfımızın amacını bilmekteler ve verilen hizmetlerden bilgi sahibi olmakta ve gerekli konularda ilgi ve desteklerini sunmaktadırlar. Örgütlenme özgürlüğünde herhangi bir sorun yaşamamaktayız. Serbest çalışabilme konusunda ise yukarıda belirttiğimiz gibi bazı çalışmalarımıza karşı, mesela Zorunlu göç, kültürel kimlik gibi zaman zaman olumsuz bir önyargı oluşuyor. STK'lar, Özel ve Resmi bazı kurum ve kuruluşlar; oluşan önyargıdan dolayı çalışmalarımızı planlanan zamanda yapamadığımız da oluyor Peki partnerlik ilişkileri hangi boyutta? Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklarınız var mı? Varsa nelerdir? Sivil toplum kuruluşlarıyla aynı alanda veya farklı alanlarda yürütülen çalışmalarda çeşitli zorluklar yaşanabiliniyor. Bunun nedeni olarak beraberce hizmet verilen kurumun zaman zaman kendi kurumunu öne geçirme isteği veya yapılan işin başarısını kendine mal etme isteği olabiliyor. Birçok STK işbirliğine hazır olduklarını söylemelerine rağmen işbirliği konusunda zorluklar da çıkarabilmektedirler. Bu zorluklar görev paylaşımında veya kurumların kaynak kullanımından da kaynaklı olabiliyor. Bazen, aynı amaç ve hedefte olan partnerlerinizi bulmakta zorlanmalar da olabiliyor. Vakıf olarak, bazı konularda diğer STK'lardan destek yada işbirliği istediğimizde; STK'lar yardım istenilen konuya göre; destek verip vermemeye karar verebiliyorlar. Zorunlu göç, kültürel kimlik gibi konularda ilgisiz ve tepkisiz kaldıklarını da zaman zaman gözlemleyebiliyoruz.. 32 Bir de AB süreci hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Veya demokratikleşmeye bir katkısı olabilir mi? Türkiye'nin bu güne kadar ulusal veya uluslararası toplumun demokratikleşmesi, sivilleşmesi, temel hak ve özgürlüklerin korunmasına yönelik yaptırımı olmamış veya az olmuştur. Devlet kendi hizmet alanları dışında verilen hizmetleri tanımamış veya verilen hizmetlere kimi zaman şüphe ile yaklaşmıştır. Hükümet, AB süreciyle beraber sosyal hukuk devleti olma çabalarına yasalarla işlerlik kazandırmaya çalışmıştır. Hükümetlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve toplumun bu sürece bir anda uyum sağlamakta zorlandığını düşünmekteyiz. Hizmet vermeye yeni başladığımız dönemlerde toplumdan bir çok kişi veya yerel yönetici bize “Bu işi neden siz yapıyorsunuz, bu devletin görevi bırakın devlet yapsın” anlayışı ile yaklaşmışlardır. Çalışmaların niteliği görülünce, kişilerde ve hedef kitlede sivil toplum kuruluşların önemi daha iyi kavranmıştır. Devletin dışında başka yapıların hizmet oluşturulabileceği ve bu hizmetleri verilebileceği görülmüştür. Toplumda STK hizmetlerinin niteliği anlaşıldığı oranda STK'ların da önemi kavranmaya başlanmıştır. STK'ların sivil alana ve sivil tabana yayılarak toplumsal örgütlenmeyi sağlayacaklarını düşünmekteyiz. Gelişen ve değişen koşullar düşünüldüğünde sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak AB'nin fırsatlar yaratacağını, bu fırsatlarla kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğunu, yaşam haklarını, özel mülkiyet gibi konularda bilgilenmelerini sağlayacaklarını, bu durumun toplumda örgütlenme özgürlüğünü artacağını düşünmekteyiz. Son sorumla tamamlamak istiyorum Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de sivil hayat bu gün ne durumda? Geçmiş dönemlerde sivil toplumculuğun olmadığı, olanın ise teoride kaldığı ve bunun pratikte yaşanmadığı söylenilebilir. Türkiye'de demokrasi ve insan hakları tam anlamıyla yerleşmediği bir gerçek. Ülke tam anlamıyla sosyal hukuk devleti olamamış ve sosyal politikalarına işlerlik kazandıramamıştır. Bu nedenle sivil toplum oluşamamıştır. Bugün AB uyum süreciyle beraber toplumdaki bazı oluşumlara özgürlükler tanınmıştır. Aynı zamanda toplumda yeni oluşumların ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Tabi ki AB'nin uyum süreci için ayırdığı fonların STK'larca kullanılması sivil toplumculuğu geliştirmektedir. Küreselleşme ve kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle beraber toplum, ülkede ve dünyada olup bitenlerin farkına vararak talep etme hakkında bulunmuştur. Bu durum toplumda bazı sivil toplum kurumlarının 33 yaygınlaşmasına neden olurken, toplumda sivil inisiyatifin gelişmesini de sağlamıştır. Sosyo-ekonomik ve eğitim düzeyi düşük olanlar ki bunlar ülke nüfusunun neredeyse yüzde 70'ini oluşturdukları dikkate alınırsa- sivil hayatla ilgili çok az bilgiye sahipken kamusal alanı tam anlamıyla kullanamamaktadırlar. Ülkedeki gelir dağılımının eşitlenmesi ve bu kişilerin bilgilendirilmesi durumunda sivil hayatın yaygınlaşacağı düşünülmektedir. Sivil hayat tabana yayıldığı oranda gerçekleşecektir. Sivil taban yaşama karşı farkındalık kazanırken, nasıl örgütleneceğini bilememekte ya da örgütlenmeye karşı korkmaktadır. * Başak Kültür ve Sanat Vakfı Şahhanım Kanat-Başkan Kayışdağı mah. Nihat Sokak. No: 55 / 1 Kadıköy / İstanbul Tel-Fax : 0090 216 420 49 68- 0090 216 540 24 68 e-mail : [email protected] [email protected] Web : basaksanatvakfi.org 34 Başkent Kadın Platformu.* Hidayet Tuksal-Fatma Akdodur. Hidayet Hanım, Başkent Kadın Platformu'nun tanımakla başlayalım mı? Hidayet Tuksal: 1990 yılında Pekin'de düzenlenen “Dünya Kadın Konferansı” bütün dünyada kadın çevrelerinde önemli bir etki yarattı. Bunun doğal olarak Türkiye'de de etkisi oldu. Kadınların 3-5'i bir araya gelerek inisiyatif olmaları yada daha büyük örgütlenmeler, federasyonlar filan kurmaları o toplantıda kadınlar tarafından alınmış kararlardı. Biz bunları dolaylı olarak duyduk. O toplantıya giden arkadaşlarımız olmuştu. İşte o toplantının havası bu şekilde güçlü bir rüzgar estirdi. Ve ertesinde İstanbul'da Gökkuşağı Kadın Platformu kuruldu. İstanbul'da bu platformun kuruluşundan sonra bizler de Ankara'da neden böyle bir oluşuma gitmeyelim, dedik. Aslında İstanbul'dakilerin de böyle bir teşviki olmuştu. Ankara'da kendi tanıdığımız kadınlardan, değişik gruplardan, dindar-muhafazakâr kesimin değişik dernek ve vakıflarında çalışan kadınları toplayıp bir araya geldik. Ortak görüşebildiğimiz, sorunları tartışabildiğimiz bir platform oluşturabilir miyiz, diye düşündük. İşte arkadaşım Fatma Akdokur da içindeydi. Yaklaşık bir sene çalıştık. Bir senelik arama toplantısından sonra platform kuruldu. İslamî gruplar içindeki farklı ekollerden gelen kadınlarla platform kuruldu. Fakat o zamanlar vizyonumuz çok eksikti. Amacımız sadece bir araya gelmekti. Bir araya gelince ne napacığımız konusunda da çok net fikirlerimiz yoktu. İyi bir şey olacağını düşünüyorduk. Platformda bilfiil çalışan aktif kadro olarak şunu öğrendik. Özellikle Ankara'da, ama başka şehirlerde de kadınlarla ilgili yapılan toplantılara katılmamız gerekiyordu. Ve bu kararın ertesinde katılmaya başladık. Bu konuda ilk defa geniş bir alanın olduğunu gördük. Şiddetten konuşulduğu, kadının medeni ve kanuni haklarının konuşulduğu, eğitiminin, ekonomik hayattaki problemlerinin konuşulduğu bir dünyanın olduğunu fark ettik. Bu bizim eksiklerimiz gösterdi. Bir anlamda vizyonumuzu da belirtmiş olduk. “Toplantılara gidip, çalışalım. Başka kadınlarla tanışalım. Onları dinleyelim. Öğrenelim. Bir de kendi söyleyebileceğimiz, ürettiğimiz bir şeyler varsa, onu da söyleyelim” diye karara vardık. İşte bu şekilde o dönemde yoğun bir faaliyet içerisine girdik. Sonra İstanbul'daki Habitat-2 Konferansına katıldık. O da bizler için uluslararası bir deneyim oldu. Gerçekten hani, 72 millet derler ya! İşte o Habitat-2 toplantısında 72 milleti görmek çok farklı bir duyguydu. Biz Ankara'dan o 1996'daki Habitat toplantısına çok kalabalık bir grup olarak katılmıştık. Oysa İstanbul'da, İstanbullu STK'lar bu toplantıyı protesto etmişlerdi. Belediyenin öncülüğünde alternatif bir Habitat düzenlemişlerdi. Bu bizleri çok şaşırtmış, biraz da saçma gelmişti. Mantıklı gelmemişti. Ayağımıza kadar gelen bir fırsatı İslami bir hassasiyetle yada ne olduğunu dahi bilmediğimiz bir 35 hassasiyetle ret edilmesi çok akılcı gelmemişti. Ama biz yine de iki grubun çalışmalarına da katıldık. İkisinden de faydalandık. Deneyim kazanmamız bakımından çok önemliydi. Şunu net olarak gördük ki, dünyadan da öğreneceğimiz çok şey var. Dünyaya da söyleyeceğimiz şeyler var. Daha sonra uluslararası toplantıları da izlemeye başladık. Uluslararası toplantılara da katılmaya başladık. Amerika'da, Sudan'da, Güney Afrika'daki, Birleşmiş Milletlerdeki, Avrupa'daki toplantılara katıldık. Tabi böyle giderken bileşenlerimiz de azalmaya başladı. Bu platformunuzun bileşenleri içinde hangi örgütler, hangi sivil toplum kuruluşları vardı? Hidayet Tuksal: İlk kurulduğumuzda Muradiye Vakfından, Anadolu İlim, Mazlum-Der, Araştırma Kültür Vakfı, Anadolu Eğitim Ve Kültür Vakfı gibi daha bir çok kurum vardı. Fatma Akdokur: Belki şunları da eklemek gerek. Başkent Kadın Platformu siyaseten sağ cephe gibi görünen kesimin önemli bir kısmını kuşatan önemli bir platform oldu. Milli Mücadeleci arkadaşlar da vardı. Büyük Birlikçiler vardı. Birkaç MHP'li vardı. Örgüt olarak platform yapısına adapte olmak kolay değildi. Platformun işleyişi, vakıf ve derneklerin işleyişi ile birbirine uymuyordu. Platformun aldığı kararlar vakıf ve derneklerin yönetimine gitmeden çıkmak zorunda kalıyordu. Onlar da bu durumu kabullenemiyorlardı. Bazen de ters geliyordu. Sıkıntılar yaşanıyordu. Kadın örgütlenmesi diye platforma temsilci gönderemiyorlardı. Bu nedenlerle de bir çözülme yaşandı. Ama o arada da enteresan bir kaynaşma oldu. İnsanların bir çoğu da örgütlenmelerini dışarıda bırakarak platform kimliğine büründüler. Orası yeni bir bünye oldu. Birincil kimliklerin ağırlığı hafifledi. Platform kimliği daha toparlayıcı, daha bütünleyici oldu. Hidayet Tuksal: Orada değişik siyasi görüşlerden, değişik ekollerden arkadaşlar olmasına rağmen bir hiyerarşinin olmaması için baştan çok çaba gösterdik. Ama hiyerarşiye o kadar alışılmış ki, hiyerarşinin olmaması insanlar tarafından bir zaaf gibi gösteriliyordu. Birisinin “yap, et” demesini bekliyorlardı. Başlangıçta bu yüzden sorun yaşayan insanlar olsa da zamanla buna çok alışıldı. Şimdi biz dönem başkanlıkları şeklinde çalışıyoruz. Her dönem bir başka arkadaşımız dönem başkanı oluyor. Dolayısıyla şimdiye kadar epeyce başkan değiştirdik. Hatta iki defa aralıklı olarak dönem başkanı olanlar oldu. Başka STK'larda çalışan arkadaşların da çok şaşırdığı bir durumdu bu. Başkanlığın hiyerarşik yapısının olmaması çok önemliydi. 36 Aslında bizim çözülmemizde şunun etkisi oldu. Belki bizim diğer kadın örgütleriyle ilişkilerimiz, onlardan etkilenmemiz, kendi içimizde başlayan bir takım sorgulamalar filan bazı geleneklere uygun düşmedi. Bizim kesimde bir hanım modeli vardır. Bu model, hanımefendi kadın modelidir. Bu hanımefendi kadın modeli, katlanan, mümkün olduğunca az talep eden, fedakâr ve anne kadın modelidir. Bu model yüceltilmiştir. Annelik gibi kutsanmıştır. İşte bu kadını deşip, problemlerini araştırıp, tartışmak, bizim insanlarımızın geleneklerine, mahremiyetine, anlayışlarına ters düşüyor. Ama biz hem insani olarak hem de grup olarak kadının bu problemlerine sorunsuz kalınmasını uygun bulmadık. Bununla ilgili değişik paneller düzenledik. Türkiye'nin değişik yerlerindeki dinleyicilerimiz de genellikle dindar insanlardı. Çoğu kez tepki gördük. Söylediklerimiz pek de hoşlarına gitmiyordu. Hatta Manisa'da düzenlenen bir panelden sonra yanımıza gelen kadınlar hararetle tebrik ediyorlardı. Fakat beyler daha farklı davranıyorlardı. Bir bey yazıp uzattığı pusulada demişti ki; “Hanımefendiler, siz buraya kadınlarla erkekleri barıştırmaya mı geldiniz. Yoksa kavga ettirmeye mi?”. Ayrıca o dönemde kadının siyasete atılmasını da konuşuyorduk. Fatma Akdokur: Evet Tansu Çiller'in Başbakanlığı dönemiydi. Tansu Çiller'in türbanlı modelleri gibi algılanıyorduk. Onun pozisyonunu meşrulaştırmak gibi bir konumda düşünülüyorduk. Hidayet Tuksal: Evet, dedik ki kadın siyasete atılmalıdır. Oysa İslam geleneğinde kadının siyasetle ilgilenmemesi istenir. Böyle bir hâkim anlayış vardır. Oysa kadın hakîm de Cumhurbaşkanı da olabilmelidir diye konuşuyorduk. Biz bunları söylerken, yorum yapıp demişler ki, “Bunlar ne biçim dindar kadınlardır. Panele başlarken bismillah bile çekmediler. İşte kadınlar hakim filan olabilir diyorlar. Allah bilir bunları Tansı Çiller göndermiştir.” Hidayet Hanım izin verirseniz şunu sormak isterim. “Başkent Kadın Platformunu tanımlayın”, dersem, bir STK mantığı içinde nereye oturtursunuz? Bir de platform kurulduğu günden bu yana geçmişine bakılarak amaçladıklarını yapabildi mi? Ya da şu eksikliklerimiz de oldu, diyebilecekleriniz de var mı? Hidayet Tuksal: Platform kurulduğundan beri bizim çocuklarımızın ve kocalarımızın birinci düşmanı platform oldu. O kadar çok zaman ayırdık ki! Hem maddi hem de zaman olarak platforma çok zaman ayırdık. Yani yapamadığımız şeyler de oldu. Bunlar ihmal ettiklerimiz değildi. Gücümüz yetmediği için yapamadıklarımızdı. Onun dışında çok canhıraş bir şekilde çalıştık. Elimizden gelen bir çok şeyi yaptık. İlk kuruluş günlerimizden sonra daha çok netleştik. Dindar kadınlara bir köprü gibi olduk. 37 Seküler kesimin kadın hareketinde kadın sorunlarının ne olduğunu öğrenmek, onu anlamaya çalışmak ve o bakış açılarının neresinde duruyoruz? diye sorgulamak. Orada da Kemalist feministlerden, radikal feministlere varıncaya kadar bir yelpaze var. Bu yelpazenin daha farklı yerinde duran insanların daha farklı bakış açıları ve çözüm önerileri var. Biz platform olarak bu yelpazenin neresindeyiz? Ve ne iş yapabiliriz? Uzun süredir dışlandığımızı ifade etmek isterim. Ortak çalışma yapmak istememize rağmen! Çeşitli kesimlerden aldığımız birikimi, dindar kadınlardan oluşan tabana aktarmak bizim için çok önemliydi. Burada bir tartışma başlatmak, kadınların kendi sorunlarına karşı duyarlıklarını geliştirmek bizler için doğal bir görev gibiydi. Elimizden geleni yaptık. Ama proje yapmadık. Çünkü projeye karşı çekingenliğimiz oldu. Dışarıdan para alarak çalışmayı uygun görmedik. Türkiye'deki konumumuza uygun değildi.Aslında şu anlamda da uygun değildi. Özellikle dindar kesimde muhalif bir kadın sesi olduğumuz için, herhangi bir yerden para aldığımız takdirde, çok rahatlıkla aldığımız paraya yönelinebilinirdi. Bir de bunu ahlaki de bulmuyorduk. Kendi sorunumuzla uğraşırken Avrupa'dan herhangi bir örgütten para desteği almayı ben kişisel olarak doğru bulmuyorum. Ama platformdan uygun gören arkadaşlar vardır. Ayrıca böyle bir girişimimiz de olmadı. Hep kendi kaynaklarımızla yoğrulduk. Platform olarak kimseden para almadan pek çok şeyin yapılabileceğini gördük. İnsanlar samimi iseler, kendi kıt kaynaklarını harcayarak da işler yapabilirler. Avrupa'dan para gelirse ben iş yaparım. Gelmezse yapmam, olmamalı. Bu anlamda özgürlüklerden yana olduk. Kendi içimizde bunu çok tartıştık. Sonunda şöyle bir olgunluğa ulaştık. Dindar insanlar olarak farklı özgürlükleri talep ediyoruz. Ama bizim dışımızda farklı düşünen insanlar da başka özgürlükleri talep ediyorlar. Biz kendi ihtiyaç duymadığımız özgürlükleri de savunmak durumundayız. Herkes için daha özgürlükçü, daha eşitlikçi, daha demokratik bir ortam olmalı. Bunu Başkent Kadın Platformu'nun pek çok üyesi savunuyor. Bu platformun büyük bir başarısı olarak bunu görüyorum. Bir de baş örtüsü konusunda yaptıklarımız var. Baş örtüsü konusunu isterseniz şu sorumla birlikte yanıtlayın! Konuşurken çok farklı bir tablo ortaya çıktı. İslami dünya içinde, erkek egemen bir toplumda erkekler, sizlerin yani dindar kadınların, kadınları hareketlendirmenize tepki koyuyorlar. İşte bu boyut içerisinde katılımcılık, tabandan gelen halk desteği nasıl yürüyor? Zor olmuyor mu? İsterseniz baş örtüsü konusundaki örgütlenmelerinizi de bu başlık altında konuşabiliriz? Fatma Akdokur: Bizim içinde bulunduğumuz dünyaya, eleştirel dilimize ve tutumumuza olumsuz tepki almakla beraber, olumlu tepkiler de aldık. Pek çok yerden erkek arkadaşlardan da, kadınlardan da aldık. Özellikle Hidayet'in, basında, televizyonlarda katılımlarındaki sözleri çok etkileyici 38 oluyordu. Platform özel olarak telefonlarla aranarak takdir ediliyordu. “Yıllardır içinde bulunduğumuz sorunların dile getirilmiş olmasından çok memnun olduk. Çok teşekkür ederiz” diyenler de oldu. Bunu da göz ardı etmemek gerek Ama tabii olarak geleneğimiz dini gelenek. Bunu unutmamak gerek. Ve bu dini gelenek önemli. Korunması gereken bir değerler dünyası var. Bu dünyaya yönelik yapılan eleştiriler sanki o korunması gereken temel değerleri yok edecekmiş endişesi taşıyorlar. Belki bizim önemli bir avantajımız Ankara'da Başkent Kadın Platformundaki üyelerin içerisinde ağırlıklı bir kısmının ilahiyatçı olmasıydı. Bu ilahiyatçıların dini geleneğe rahat eleştiri yapabilir olmasının çok katkısı var. Bu bizim için iyi bir avantajdı tabii. Bu bağlamda platformun çalışmaları devam ederken ağırlıklı olarak 98'deki 28 Şubat sürecinin başlamasıyla ortaya çıkan çok ciddi bir sorun oldu. Bu baş örtüsü sorunuydu. Hemen her ailenin içerisinde ya kızı, ya eşi bir vesileyle büyük bir kitle bu baş örtüsü yasağıyla yüzleşti. Bu durumda platformun da baş örtüsü yasağının kaldırılması yönündeki çabaları çok ciddi destek gördü. Bu süreç içerisinde özellikle yasakla muhatap olan devlet memuru ve öğretmenlere yönelik çok ciddi bir hukuksal destek verdik. Hukukçulardan profesyonel destekler talep ettik. Aracılık ettik. Arkadaşlarımıza hem telefonla hem de birebir psikolojik olarak direnç sağlamak çabasını öğütledik. Elbette başın açılıp açılmaması meselesi çok önemli değildi. Talebin yanlışlığı ve otoriterliği önemliydi. Bireyin hiçbir hakkı, hukuku göze alınmaksızın birileri bir yerde karar alıyor. Ve birilerinin hayatını berhava edecek kararlar çıkarıyordu. Bu kararın bizim nezdimizde, kim ne derse desin, AHİM, Anayasa Mahkemesi, Danıştay da dahil kıymeti yoktu. Ben birey olarak biliyorum ki, bir baş örtülü kadın olarak bu bana, kendime yapılmış bir haksızlıktır. Kendi bireysel özgürlüğümüze yöneltilmiş bir tehdittir. Dolayısıyla buna bütün yetkinliğimizle karşı durma kararlılığını göstermemiz lazım. Platform bence bu anlamda Türkiye'de dindar kesimin kendisine uygulanan yasaklara hayır demenin hukuksal zeminini sivil hareket bağlamında yakalayan bir örgüt oldu. Çok da iddialı oldu. Çünkü hayır demeye alışkın olmayan kesimin kendine yapılanın haksız olduğunu bilmesine rağmen tevekkül edip kenara çekilen, devlete karşı çıkılır mı? diye bakılan pozisyonda, işte kadınlar çıktı ve seslerini yükseltti. Bu kararlı bir tutumdu. Davalar açıldı. Mahkemeler halen de devam ediyor. Evet. Bu noktada şu soruya gelmek isterim. Sivil toplumun örgütlü hareketliliğinin devletin resmi kurumlarıyla hatta bizatihi devletin kendisiyle zıtlaşması mantığına parmak basıyorsunuz. Ben de işte sorumu bu noktadan sormak istiyorum. Devletle muhabbetiniz nasıl? Hidayet Tuksal: Irak savaşına karşı çıkmak için büyük bir miting düzenlenmişti. Bizde baş örtülüler olarak ordaydık. Polisle bize “Sizin burada 39 ne işiniz var. Hükümet bizim” dediler. Polis de bize şaşmıştı. Fatma Akdokur: Belki ilk defa polis baş örtülü kadınlarla karı karşıya geldi. Baş örtülü kadınlar, afişlerle, pankartlarla memur sendikalarının eylemlerinde birlikte yer aldılar. Bir çok eylemde hep beraber yürüdük. Dolayısıyla eylem yerinde medyanın da çok ilgi gösterdiği bir grup oluyorduk. Gazetecilerin epeyce fotoğraf aldığı bir gruptuk. Bizden bahsetseler bizlerin kamuoyu nezdindeki duruşumuzu netleştirecekler. Ve bizler için olumlu olarak algılanacaktı. Ayrıca İslami medya da bizi çok önemseyen bir medya değildi. Yanınızda başka birileri varsa sizi önemsiyorlar. Mesela yanınızda bir başı açık varsa dikkate alıyorlar. Sizi siz olarak fotoğraf karesine almaya gerek görmüyorlar. Dolayısıyla onlar için de bizim yapıp ettiklerimizin pek fazla önemi yok. Onların cephesinden bir kadının özgürlüğü için bu kadar mücadelenin pek farkında değiller. Onların kaçırdığı bir şey bu. Ama diğer kesim için de orijinal bir şey! Feministlerle, Mor Çatıyla yan yana. “Hayret bunlar nasıl yan yana geliyorlar” diye de soruyorlar. Bu noktada hazır sizin geleneğin dışındakilere değinmişken, şunu da sorayım. Kadın örgütlenmesi alanında İslami örgütlenmenin dışındaki diğer kadın STK'ları ile diyalogunuz nasıl? Onlarla da ortak işler yapıyor musunuz? Platform örgütlenmesi içinde yer almayan diğer sivil toplum örgütleri ile ortak işler yapıyor musunuz? Hidayet Tuksal: Yaptık. Özellikle son üç yıldır iki grupla ortak çalışma yapıyoruz. İlki, “ Barış için sürekli kadın platformu”. Burada bağımsız feministler vardı. Bazı feminist kuruluşlar vardı. Uçan Süpürge gibi. Ve solun daha radikal, CHP dışındaki diğer kesimlerinden gelen arkadaşlar vardı. İnsan Hakları Derneği vardı. Kürt arkadaşlar vardı. Bir de lezbiyen kadınlar vardı. Şimdi biz bu grupla iki sene çalıştık. Aşağı yukarı her hafta bir eylem yaptık. Pendik'te, Sakarya'da bildiriler dağıttık. Basın açıklamaları yaptık. Diyarbakır'a gittik. Silopi'ye gidip karanfiller attık. O çalışmalar bize çok şey öğretti. Onlarla arkadaş olduk. Bizler belki başka ortamlarda karşılaşsak çok ortaklığımız olmazdı. Orada bir çok şeyi konuştuk. Dini de, kadını da, sosyalizmi de, öncelik olarak ne varsa konuştuk. İşte tam iki sene, böylece çok ciddi eylemler yaptık. Şimdi o oluşum başka bir şeye dönüşmek üzere. Biz birbirimizi seviyoruz. Başka bir oluşum olarak örgütlenelim dedik. Ayrıca üç yıldır da CEDAW için, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesinin Türkiye'deki kadınlara duyurulması etkinlikleri yapıldı. Üç sene önce başladık. Büyük bir toplantının organizasyonu için bir araya geldik. Ve bir grup oluştu. Bu grup sonradan CEDAW yürütme kurulu adını aldı. İçinde tabii ki biz de varız. Türk Kadınlar Birliği, Uçan Süpürge, Kader, Kadın Dernekleri Federasyonu var. İşte değişik kadın kuruluşları da var. 450-500'e yakın kadının katıldığı Nisan 2003'de büyük bir toplantı düzenledik. Sonra gölge raporunu hazırladık. En son arkadaşlar New York'a 40 gittiler. İşte orada hükümet raporu görüşülürken bizim hazırladığımız gölge raporu da sunuldu. Bu çeşitli açılardan çok önemliydi. Gölge raporunda bekâret raporuyla ilgili tespitler de var. Töre cinayetleri ile ilgili tespitler var. Boşanmalarda 2000 yılından sonra evlenenler için düzenlemeler var. Öncesi ile ilgili düzenleme yok. Hala bir haksızlık, onları belirledik. Veya kadının siyasete katılımının çok düşük olması. Bunların hepsi eleştiri konusu oldu. Ve bizim bunların hepsinin altında imzamız var. Tabi bir madde ile baş örtüsü de bu raporun içine girdi. Çünkü elimizdeki veriler pek çok kadının kıyafeti açısından da ekstra bir zorluk yaşadığını gösteriyordu. Çok mücadeleli oldu. Bu ekipteki arkadaşların bir kısmı baş örtüsü yasağının insan hakları ihlali sayılamayacağını, kadınlar başlarını açarsa zaten böyle bir sorunun da kalmayacağını düşünüyorlardı. Ama bir kısım arkadaşların çabalarıyla sorun gölge raporuna girdi. Hatta Birleşmiş Milletler CEDAW komisyonunun Türkiye için hazırladığı tavsiye kararlarına da girdi. CEDAW komisyonu Türkiye hükümetinden baş örtüsü yasaklarının kadınlar üzerinde ne gibi bir etki yarattığını araştırmasını istedi. Hem de resmi olarak. Ayrıca her şehirde baş örtüsü yasakları yüzünden, kaç kadının, kızın okullardan uzaklaştırıldığının tespit edilmesini istiyor. Bu bizler için çok önemli. Yani, onlar bu işe önemsiz, insan hakları ihlali sayılmaz diye bakmadılar. Araştırmaya değer bir şey olarak gördüler. Ama hükümet ne yapacak onu bilemiyoruz. İşte bu sözünü ettiğim iki çalışma gerçekten çok önemli çalışmalar. İkisinde de biz herkesin özgürlüğü ve herkesin istediği standartlarda özgürlük ve eşitlik için imza koyduk. Buna birçok dindar kadın cesaret edemiyordu. Hatta biz 2000'de New York'tayken orada Müslüman ülkelerden gelen kadınlar akşamları toplanıyorduk. Bu anlaşmayı konuşuyorduk. Türkiye'den giden bizim ekip dışında diğer Müslüman ülkelerden gelen arkadaşlar kıyameti koparıyorlardı. “Bu anlaşma İslam'ın geleneklerine aykırıdır” diyorlardı. Biz hiçbir zaman o tutumda olmadık. Her zaman insanlar için daha iyi olan şeyleri isteyip açık olduk. Ama şu bir gerçek. Platformdakilerin bir çoğu bizler İlahiyatçıyız. Biz din anlayışımızı kendi kafamızda kendi verilerimizle üretebilecek durumdayız. Biz dini birilerinden öğrenmiyoruz. Biz aldığımız o eğitimle kendi din anlayışımızı oluşturduk. Dolayısıyla içimiz rahat ve kendi kararlarımızı verebiliyoruz. Bu bizim için bir cesaret oldu. Yaşayarak görüyoruz. Kendimizi hiçbir şeye kapatmıyoruz. Özgürlüğü başkaları için de talep etmek gerçekten çok ama çok önemli. Ve bu sözleri siz dindar kadınlardan duymak daha da önemli. Bunu yürekten savunmak ayrıca da heyecan verici. Bunu böylece sıcağı sıcağına samimiyetle ifade edeyim ve kayıtlara geçsin! Uluslararası ilişkilere, CEDAW'a filan değinmişken, onunla ilgili bir soruya geliyoruz. 17 Aralık 2004'te Avrupa Birliği süreci ivme kazandı. Bu noktada Başkent Kadın Platformu ışığında AB süreci Sivil toplum 41 Örgütçülüğünü nasıl etkileyecek? Sizce AB bir fırsat mı olur? Yoksa olumsuz mu olur? Hidayet Tuksal: Valla biz o anlamda zor olanı yapıyoruz tabii. Bizim kesimin erkekleri ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Şimdi bizleri ne kadar eleştirseler. Yada zor kadınlar olarak görseler de, kocalarımızın cennetlik olduğunu söyleseler de, toplantılara bizleri çağırıyorlar. Böyle bir çelişkiyi kendi içlerinde yaşıyorlar. Bir arkadaşım şöyle demişti: “Karımın sizler gibi olmasını istemem. Ama kızım olabilir”. Yani kendi evlerinde belki rahatlarının bozulmasını istemiyorlar. Ama geleceğe baktıklarında bizim talep ettiklerimizin doğru talepler olduklarını biliyorlar. Ve gerçekten de bu anlamda Başkent Kadın Platformu çok da dikkate alınan bir kuruluş. Özellikle erkekler tarafından O anlamda saygı da görüyoruz. Ama bizim kimseyle bir ekonomik ilişkimiz olmadığı için o anlamda bağımsızız. Biz New York'a giderken yemekler düzenledik ve o paralarla gittik. O yemeklere de bir sürü erkekler de gelmişti. Destek de verdiler. Onun için çok da kötü ilişkimiz yok. Birbirimize eleştirel bakıyoruz. Yine de onlar bizim iyi şeyler yaptığımızı düşünmüyorlar. Çok anlayamasalar da kabul ediyorlar. Buradan AB sürecine gelirsek. Bizim platformda bu sürece karşı olan kimseyi duymadım. Ama genel olarak biz demokrasinin standartlarının yükseltilmesinin Türkiye için elzem bir şey olduğunu düşünüyoruz. Aslında bütün ülkeler için de elzem. Ben şahsen İran'da yaşamak istemem. Sokaklarda bazen bizler için “İran'a gidin” diye bağırıp, çağırıyorlar. Ama biz hiçbir zaman İran'da yaşamak istemeyiz. İran'ın da daha demokratik bir ülke olmasını can-ı gönülden istiyoruz. Türkiye'de de herkes için demokrasi istiyoruz. Demokrasinin standartlarının yükseltilmesini istiyoruz. Herkesin Türkiye'de yaşamaktan memnun olmasını isteriz. Herkesin birbirine saygı duyan insanlar olmasını isteriz. Belli grupların rantı, çıkarı için, insanların ezildiği, sömürüldüğü bir düzen istemiyoruz. O nedenle AB sürecini önemsiyoruz. Fatma Akdokur: Ben ayrıca şunu da eklemek isterim. AB sürecini destekliyor olmak, AB standartlarının, uygulama ve metin üstü standartlarının birbirinden ayrışan yanlarının da onlar için de bizim için de sorunsal olduğunu düşünüyorum. Çünkü özellikle AB ile Türkiye'nin ilişkilerinin yoğunlaştığı dönemin akabinde belki 11 Eylül'ün ardından, belki Irak savaşı işgali gibi yer yüzünü ateşe veren bazı odakların çabalarıyla da örtüşen bir döneme denk geldik. Ciddi anlamda bu dönemde AB'nin de bir yüzleşme ile karşı karşıya kalacağını düşünüyoruz. Uygulamalar bağlamında endişelerimiz var. AHİM'deki son karar ciddi anlamda kabul edilebilir, onaylanabilir bir özgürlükler mantığına karşıdır. Kendi içinde handikaplar üretiyor. Bütün bunları görmemize rağmen AB sürecini yine de destekliyoruz. Bizim 42 onlardan, onların bizlerden öğreneceği çok şey var. Yeni bir yüzleşme, yeni bir soluk olacağını, yeni çabalara ortam hazırlayacağını düşünüyoruz. Ben bu hakkı veririm. Yarın da alırım zihniyetinden çok, bu hakkın bizzat hak olduğu bağlamında değerlendiriyoruz. Hidayet Tuksal: Türkiye'deki halkın geleneksel kültürünün aksine demokratik bir kültür olmadığını hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla yani bu işin içselleştirilmesi süreci, hakkın hak olarak algılanma olgunluğuna kaç senede ulaşılacak! AB ülkeleri de bu sıkıntıları yaşıyor. Biz de yaşayacağız. Şimdi son sorumu sorayım ve size verdiğim bu yorgunluk da bitsin! İsterseniz projeci sivil toplum kuruluşlarına da bu başlık altında değinebilirsiniz. Diyorum ki, geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil hayatı sivil toplum örgütçülüğünü nasıl görüyorsunuz? STK'ların hali pür melali sizce ne durumda! Hidayet Tuksal: Son olarak İstanbul'da Tarih Vakfı'nın düzenlediği bir toplantıya katılmıştım. Bir sürü sivil toplum kuruluşunu en son orada gördüm. Aslında çok hoş bir tabloydu. Bakıyorsun bir çok genç, yaşlı değişik yaş gruplarından insanlar uğraşıp, didiniyorlar. Yani değişik gruplar söz konusu. Bu hareketlilik güzel bir şey. Güzel şeyler yaratılabilir. Fakat bu projeci STK'cılığın bir iş kolu haline gelmesi, bir para kazanı haline gelmesi, acaba işin para boyutunu öne çıkartmaz mı? Biz önümüze hazır olarak getirilen sorunlarla uğraşıyoruz. Onun dışında gözümüzde her hangi bir sorun yok. Veya hep gözümüzde o gözlüklerle mi dolaşacağız. Bu nokta çok önemli. Ben çok umutlu ve güzel çalışan gruplar görüyorum. Mesela şu durum gerçekten benim ağırıma giden bir şey, her iş için bir elçiliğin kapısını çalmak. Şuraya gideceğim, kadınlara şunu anlatacağım bana şu kadar destek verin. Her şey için bir elçilikten bir yabancı kuruluştan para almak benim kişisel olarak rahatsız olduğum bir şey. Bunun biraz daha öz kaynaklarla yapılması, öz kaynaklarla üretilmesi gerek. Bu konunun ben kişisel olarak tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Şunu duyuyorum. Abdurrahman Dilipak ile Şanar Yurdatapan'ın Ortak Payda'sının finansörlerinden biri Açık Toplum. Bunu duyunca çok şaşırdım. Şanar'a dedim ki, nedir bu! Dediler ki, bize karışmadıktan sonra parayı kim verirse versin. Ben asla böyle bir anlayışa yanaşamam. Düşünemem bile. Bize karışmadıktan sonra parayı kim verirse versin anlayışı hiçbir şekilde bizim kabul edeceğimiz bir anlayış değil. Hatta bu anlamda Amerikalı bir grup bize para vermeyi teklif etti. Daha iyi çalışırsınız filan dedi. Amerikalı bir vakıf olduğu için kesinlikle kabul etmedik. Ama o vakfın peşinde bir sürü kadın örgütü var. 43 Bizim böyle bir duruşumuz var. Biz daha çok gönüllülük esasına dayanıyoruz. Türkiye'nin gerçek sorunlarından yola çıkarak yerli bir hareket olmak zorundayız. Biz böyle düşünüyoruz. Bu işin bir standardı, etik bir boyutu olmalı. Eğer AB ile ilişkiler biraz daha normalleşir ise farklı olabilir. Bir ast, üst ilişkisi halen devam ediyor. Projelerin bir Avrupa sorumlusu var. Sorumlunun aldığı para her zaman çalışan insanın aldığı paranın en az beş katı. Böyle bir adaletsizlik de var. Dolayısıyla daha eşitlikçi, sorun anlamında da hiyerarşinin üretilmediği bir mantık gerekli. Biz ne katıyoruz? Asıl o önemli. Yani her şeye rağmen Türkiye'deki sivil toplum kuruluşlarının bir ümit olduğunu düşünüyorum. İyi bir potansiyel var. Daha çok kendi içimizde eleştirel toplantılar yaparak gelişmek gerek. Bir de kesimler arası ilişkinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.Yani bir diyalog başarılırsa artık Türkiye'de daha güçlü bir sivil toplum hareketi gelişebilir. Ama öyle şeyler görüyorum ki, kitlenin gücüne güvenmekten söz ediyorlar: En ufak bir şeyi beğenmediklerinde kitle gücünden söz ediyorlar. Mesela KESK demokratik kitle örgütüdür. Onlar da bunu yapmaktan çekinmediler. Özellikle demokratik kitle örgütlerinin kendi demokratikleşmişlik derecelerinin sorgulamalarını çok önemsiyorum. Bu herkes için geçerli. Gerçekten demokratikleşmeye inanmak gerekir. Ben kişisel olarak önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum bu AB mevzuunu. Teşekkür ediyorum. Çok önemli noktalara parmak bastınız. Samimi bir görüşme oldu. STK'ların ve demokratik kitle örgütlerinin demokratikliklerini tartışmaları gerçekten önemli. Ayrıca herkesin ve her kesimin özgürlüğü sadece kendisi için istememesi noktası da çok önemli. Bir de en çarpıcı olanı yani belki de gazetecilik mantığı açısından manşetlik olanı! “Eşimin sizler gibi olmasını istemem. Ama kızım olabilir” sözü. Tekrar teşekkür ediyorum. Hidayet Tuksal : Asıl biz teşekkür ediyoruz. Bize kendimizi ve düşüncelerimizi anlatmamıza fırsat verdiğiniz için. Başkent Kadın Platformu. Hidayet Şefkatli TUKSAL Gülseren Sokak. No: 22/4 Maltepe / ANKARA Telefon: 0 312 231 99 21 Fax : 0 312 232 12 50 E-mail:[email protected] 44 Bergama Köylü Hareketi* Oktay Konyar-Sözcü Oktay Ağabey, isterseniz öncelikle Bergama Köylü Hareketi nedir, hangi ihtiyaç bu hareketi doğurdu, ne zaman bu harekete gerek duydunuz? Toprağa dayalı köylüleriz. Yaşantımız toprakla, üretimledir. Pamuk, üzüm, zeytin üretiriz. Mütevazı bir yaşamımız var. “Devlet Baba, sağ olsun” deriz. Örgütlü değiliz. Sabah kalktığımız zaman hayvanlarımız ve yaşamımız önemli! Bir gün “Altıncılar” geldiler. “Altının üzerinde oturduğumuzu” söylediler. Çok etkilendik. Zengin olacağımız ve çocuklarımıza iş bulabileceğimiz sevinci içerisinde inanılmaz bir heyecan duyduk. Artık bizler zengindik. Günler hep böyle geçti. Böyle bu duygularla yaşayıp, keyif almaya başladık. Sonra ülkenin duyarlı ve saygın insanları bizleri ziyarete geldiler. Altının değil, dinamitin üzerinde oturduğumuzu, topraklarımızın ve hayatımızın yok olacağını, altının nasıl çıktığını, altın çıktıktan sonra o toprakların ne hale geldiğini bize anlatarak gösterdiler. Belgeseller izledik. Ülkenin belli yerlerindeki olayları yaşayarak öğrendik. Amerika'dan, Avrupa'dan, Kanada'dan bu işleri çok iyi bilenler destek verdiler. Ve sonra korktuk. Altından vazgeçtik. Yargıya gittik. Sonra yargı dedi ki; “Bergama köylüleri haklıdır. Siyanür yöntemiyle altın çıkarmak çok tehlikelidir. İnsan ve çevre sağlığı açısından ölüm getirir. Bunu engelleyin” dediler. Bütün bu anlattıklarınız hangi tarihlerde, ne kadar bir zamanda oldu? Süreç 1989 yılında başladı. O tarihte altıncılar geldi. O süreç içerisinde çok iyi dostluk ilişkileri kurduk. Onları sevdik. Yani Emperyalizmin arka bahçesini gördük. Kalleş, sahtekâr, çıkar ilişkileriyle tanıştık. Biz köylüyüz, anlamayız. Bizim çıkarlarımıza biraz yaklaştıkları zaman hemen döneriz. Bunu o zamanlar oralarda öyle yaşadık. Geçmiş köylü kültüründen çok uzaklaşmışız. Ve biz aslında kötü örnek olmuştuk. Zengin olacağız! Topraklarımız kıymetlenecek! Çocuklarımız iş bulacaktı! Hep böyle baktık… Sonra dünyanın çeşitli yerlerinden Avrupa, Amerika, Kanada'daki gönüllüler Bergama'daki altın madeninin nasıl çıkarılacağı konusunda bize belgeler gönderdiler. Dünyadaki örnekleri anlattılar. Papua Yeni Gine, Endonezya, Romanya ve İspanya'daki felaketleri gösterdiler. Gördükçe ürperdik. Ve heyecanlandık. Dedik ki; “Kendi altınımız, üzümümüz, pamuğumuz ve zeytinimiz var.” Sonra polisiyle, jandarmasıyla, Terörle mücadelesiyle, Valisiyle, Belediye Başkanlarıyla inanılmaz bir cephe oluştu. Bize kendi malımıza hayır deme şansını bırakmadılar. Sonra 1992'de yargıya gittik. 1994'te yargı kararları kesinleşti. En yüksek mahkemeler bizim haklılığımız onayladılar. Ve bu aşamadan sonra altın madeninin artık 45 kapanması gerekiyordu. Ama devlet ısrarla Türkiye'de örnek bir maden işletmesinin yapılabileceğini söylüyordu. Çevreye ve doğaya da zarar vermeyeceklerini de ekliyorlardı. İnanılmaz bir kandırmacayla birebir politika ürettiler. Korkuttular, kaçırmaya çalıştılar. Verdikleri paralardan rüşvetler ortaya çıktı. Ama halk bu korku içerisinde, daha çok örgütlendi. Daha çok bir araya gelindi. Tabii ki mahkeme kararlarının ülkede uygulanmadığı tek yer Bergama değildi! Ama biz tek yer Bergama olması konusunda örnek bir adım atmaya karar verdik. Artık sakin ve rahattık. İlk kez bir köylü örgütlenmesini başarabilir, Türkiye'de istediklerimizi sonuçlandırabiliriz diye düşündük. Bana köylülerim, yetki verdiler. Türkiye'de yargı kararlarının nasıl uygulanacağı, yurttaşların yargı kararlarının nasıl uygulanması konusunda sorumluluğumuzun neler olduğunu öğrendik. Yani hakimin verdiği kararların uygulanması devletin iki dudağı arasında olmamalı. Valinin, Kaymakamın iki dudağı arasında olmamalı. Yurttaşlar da bu süreci hızlandırmalıdır diye düşündük. Ve ilginç şeyler yapmaya karar verdik. Komiteler kurduk. Kadınlarımızı örgütledik. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin nasıl yapıldığını, nasıl yapılacağını, polisin yetkilerinin ne olduğunu, haklarımızın ne olduğunu öğrendik. Komitelerimizde anında hareket eden, anında toplanabilen ve anında da bulunduğu mekânları terk edebilen yöntemleri geliştirdik. Ben çocukluğumdan beri bir Gandi hastasıyım ve hayranıyım. Gandi'nin emperyalizmin saldırılarına karşı sivil itaatsizlik dediğimiz, onları çıldırtan, onları şaşırtan, her gün yeni şey bulan ama ilkelerden, taleplerden vazgeçmeyen, kararlılığını örnek aldık. Tabi bunları 2000'li yıllara uyarladık. Bergama köylüsünün bilinç düzeyine göre bunu yeniden biçimlendirdik. Oktay Ağabey ben bu süreci sürekli olarak basından izleyen biriyim. Öyle anlaşılıyor ki halk desteği ve katılımcılık konusunda probleminiz yok. Bu destekler çerçevesinde siz hareketinizi sivil toplumculuğun neresine oturtuyorsunuz? Sivil toplum örgütlerini incelediğimiz zaman bizim örgütlenmemize benzeyen tarafı olmadığını hemen görmek mümkün! Biz yurttaş girişimiyiz. Kendi geleceği ile ilgili kararlara katılan, söz sahibi olmak isteyen bir yurttaş girişimi olarak tanımlamak gerek! Buna sivil itaatsizlik hareketi de diyebilirsiniz. Sivil toplum örgütçülüğünün yerine köylülerin demokratik başkaldırısı olarak da göstermek mümkün. Sivil toplum örgütlerinde başkaldırı sözcüğü duyulmaz. Oysa bizde başkaldırı var. Hayatımızla, geleceğimizle ilgili dayatmalara karşı bir başkaldırı var. Sisteme, hukuksuzluğa karşı bir direniş gösteriyoruz. Bunun tanımını biz şöyle koyuyoruz. “Biz sivil itaatsiz yurttaşlarız” diyoruz. Bizim konumumuz bu! Toplumun sonradan örgütlü mücadelede nerelere geldiğini, hangi hareketlerle birleştiğini, çıkış noktasının neresi olduğunu ortaya koymak gerek. Bu anlatımlardan yola çıkarsak biz bir köylü 46 hareketinin önderleriyiz. Haksızlığa, hukuksuzluğa başkaldıran, itaatsizlik yapan yurttaşlarız. İşte bizim tanımımız bu! Anladığım kadarıyla sivil toplumcu duruşunuzun yanında ciddi bir siyasal duruşunuz da var! Sisteme muhalif duruyorsunuz. Benim de doğal olarak aklıma şunu sormak geliyor: Devletin yada resmi kurumların size, yapılanmanıza bakışı nasıl! Bazen yada genel anlamda diyalog oluşabiliyor mu? Yoksa hepten bir karşı duruş mu var! Hareketimiz öncelikle masum bir köylü hareketidir. Kamuoyunda ilk kez, yurttaşların yaşamadığı, görmediği, şalvarıyla, kasketiyle, nenelerin, dedelerin kendi öz lisanlarıyla toprağına doğasına geleneğine sahip çıkmasına çok mutlu olunan bir yaklaşım var. İstanbul, Ankara, İzmir, Türkiye'nin neresine gidersek gidelim muhalefet yaparken bizi izlediler. Bizler böylesine bir kamuoyu desteği yarattık. Sonra bu destek bürokrasi üzerine dayatma haline geldi. Yani “siz bizi dinlemezseniz, siz bizim sorunlarımıza yanıt vermezseniz, siz bizim haklılığımızı söylemezseniz, bu demokratik taleplerimizi sizin adınıza her yerde yaparız” dedik. Örneğin Valilikle problemimiz var. Bize yanıt vermek istemiyor, konuşmak, tanımak istemiyor. İşte tam o anda valiye enteresan işler yaparak, ilginç yöntemlerle gideriz. Devletin valisi kaçamayacak noktaya gelir. Sonra da normal vatandaşlara söylemek durumunda kaldıklarını söylemeye başlar. Muhatap alıp, konuşur. Ama devlet bizden hoşlanmıyor. Devlet çok uluslu şirketleri kendisi davet ediyor. “Benim ülkem cennet,” diyor. “Hiçbir prosedür tanımayacağım. Topraklarımızın altındaki değerler sahip çıkıp, alın götürün” diyor. Ata toprağımız, ekmeğimizin olduğu yeri alıp, iş makineleriyle kazıyor. Tonlarca zehir oraya bırakıyor. Ve bizlere de hiçbir şey sormuyor. Şimdi devlet izin vermiyor. Vatandaşlar da bu yüzden tepki gösterince onlar beklemedikleri bir şeyi de görmüş oluyorlar. Çünkü yurttaş tepkisini o ana kadar farklı görmüşler. Sendikal haklar da birkaç kuruş fazla alabilmek, işçi ücretlerini biraz daha fazla arttırabilmek. Türkiye'de hiçbir zaman toprakla, yaşamla, gelecekle ilgili inanılmaz bir enerjiyle ilgili olunmalı diye düşünüyoruz. Sendikalarda böyle bir çıkış yok. Ama köylü öyle değil. “Bir dakika, biz varız” dedi. Devlet bu pozisyonda; “Böyle şey olmaz. Bir çok şirket gelecek. Türkiye'nin her yerinde altın var. Her yerinde zenginlikler var. Ama buna kötü örnek olursanız bu örneği görenler Türkiye'ye döviz getirmeyecekler. Onun için sizi biz engelleyeceğiz” dediler. Fakat öylesine ilginç şeyler de yapıyoruz ki, bizim ideolojimizle, bizim tavrımızla, aramıza hiç kimseyi almamakla, kendimiz beceriyoruz. Becermek istiyoruz. Kamuoyunda “Köylüler bunu başaramaz”. Devletin nezdinde “Bunların arkalarında güçler vardır” imajını silmek istiyoruz. Örgüt yok, parti yok, Şeyhmus Bey yok, başka sivil hareketler yok. Ama Türkiye'nin her yerinden destek yağıyor. Eylemlerimizi, çıkışlarımızı 47 hep kendimiz yapıyoruz. Tam işte bu noktada devletin bakışını merak ediyorum. Onu anlatır mısınız? İlk zamanlarda yaptıklarımız devletin çok hoşuna gitti. İnanılmaz destekler verdiler. Sonraları yargı kararları uygulanmadı. Maden kapandı. İşçiler sokağa çıktı. Devlet isyan etmeye başladı. “Arkadaşlar bu böyle olmaz” demeye başladılar. Sertleşmeye başladılar. Dünyaya mal olan bir köylü hareketini, nenelerini ve dedelerini dövemediler tabi. Somut şeyler bulamadılar. Çünkü toprağa dayalıydık. Hayatımız toprağa bağlıydı. Onu korumak istiyorduk. 80 yaşındaki kadına “Sen buraya niye geldin?”diye soruyorlar. “Toprağımı gavura vermeyeceğim. Onu savunmaya geldim” diyor. Tabi kendi lisanıyla. “Anladık, Bergama'da bağırıp çağırıyorsun da! İstanbul Boğaz Köprüsünde ne işin var!” deyince, “Biz kendimizi dünyaya tanıtiyık” diyor köylü nene. İşte böyle konuşmalarda gerçekten toprağını sahiplenme var. İnandırıcılık var. Siyanür var, Antimuan var. Takmışız boynumuza idam fermanı gibi mahkeme kararlarını. Dolanıyoruz ortalıklarda. “Bu nedir?” diye soruyorlar. “Bizim mahkeme kararlarımızdır. Bunlar uygulansın” diyoruz. Zeytin, ekmekle yürüyoruz. Yanımızda terleyerek yürüyen jandarmaya zeytin ekmek veriyoruz. Köylü kadın askerde olan oğlunu hatırlıyor. Askerin alnındaki teri siliyor. Asker olay çıkmasın diye ayakta bizi bekliyor. Köylü nene belinden yırtıp çektiği çarşafıyla askerin terini siliyor. Asker duygulanıyor. Komutanı duygulanıyor. Bakıyor ki, “Kahrolsun” edebiyatı yok. “Yargı kararları uygulansın. Türkiye Afrika olmayacaktır. Haklıyız, biz kazanacağız.” İşte bunları söylüyoruz. Ve bizleri sade vatandaş destekliyor. Devlet bu noktada korkarak diyor ki; “Bunlar gem'i azıya aldılar, gidiyorlar”.Sonra görüyorlar ki, Türkiye'nin her yerinden sempati var. Ve oturup düşünmeye başladılar. Ve biz bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında uzunca tartışıldık. Hiç kimse arkamızda, içimizde yok, bunu özellikle istemedik dediniz! Ama her yerden bize destek yağdı, dediniz. Ben bir başka sorumla bu desteği öğrenmek isterim. Sivil toplum örgütlerinin sizlere tavrı nasıl? Ortak işler var mı? Yoksa hep bağımsız mı duruyorsunuz? Sivil toplum örgütleri bize otobüs tutmakta yardımcı oldular. Eylemlerimizden sonra bizlere zeytin ekmek verdiler. Sıcak yemek, yatacak yer verdiler. Kamuoyunda basın desteği sağladılar. Bize bundan fazla destek veremezler. Çünkü bizler Türkiye'nin değişik yerlerine gece karanlığında yola çıkıp sabah varacağımız yere varıyoruz. Bu işleyişimizi ne polis ne de sivil toplum örgütleri bilemez. Zaten bilsinler de istemeyiz. Yolumuzu kesiyorlar. Bu nedenle biz polisten kaçmak için yapıyoruz bütün bunları. Geçtiğimiz yerlerde de bayraklarla, sivil hareket, partiler olmasın diye de kamuoyuna 48 mesaj veriyoruz! Artık herkes kabul etti. Hiçbir sıkıntımız yok. Birilerine diyoruz ki, eylemden sonra araç parasını öder misiniz? “Öderiz” diyorlar. İşte böyle gerçekleşiyor eylemlerimiz. İnanın öyle olaylar gördüm ki; 10 tane doktor kendi aralarında ceplerinden çıkarıp para verdiler. Bazı belediye başkanları maaşlarını almayıp bize verdiler. Birçok desteği biz kendimiz aldık. Bir de ürünlerimizin değerlendirilmesinden, satışından artan paralarla o eylemleri yaptık. Devletin inanılmaz baskısı ve denetimi altında biz bunları yaptık. Bizi çok korkunç inceliyorlar. Hiçbir yanlış yapmıyoruz. Hiçbir açık vermiyoruz. Doğru ve etkili hareket ediyoruz. Türkiye 17 Aralık 2004 itibariyle AB kulvarına girmiş oldu. Sizce AB süreci sivil alanı etkileyecek mi? Şeyhmus Bey fırsat olmaz. Onun için kendi sivil hareketinizi masaya yatırmanız gerekiyor. Türkiye'de sivil hareket yok. Siz ülkenin tüm değerlerinin yok olduğu bir dönemde, hukukun üstünlüğünün sağlanmadığı bir dönemde, güneydoğuda çatışmaların alabildiğine arttığı bir dönemde, sağlığa, eğitime ayrılması gereken önemli paraların kaybolduğu bir dönemde, yurttaş onurunun ayaklar altına alındığı ve yurttaş kimliğinin yok olduğu bir dönemde, sivil inisiyatif, sivil hareket, sivilleşme bütün partilerin önüne geçemezse, demokrasinin en önemli unsurları çıkışlarıyla demokrasiyi renklendiremezse hiçbir zaman sivil hareketten söz edilemez. Yani AB'ni sivil toplum örgütlerinin gelişmesi mantığına siz cepheden böyle mi bakıyorsunuz? AB'nin mantığının çok eksik olduğunu düşünüyorum. İnsanlar artık sivilleşmeyi ekonomik çıkar için yapmaya başladılar. Sivil hareket incik, boncuk hareketi değildir. Sivil hareket bir siyasi duruştur. Düzene, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı, bir göstergedir. Siz günlük yaşamınızda bir şeyler yapabilirsiniz. Faaliyetlerinizi sürdürebilirsiniz. Sivil hareket için de, o destek size yağmalı. Ama siz, haksızlığa karşı kafanızı çevirip bakmazsanız eğer biz ona sivil hareket diyemeyiz. Zaten o durumda o hareket kendi içinde kaybolmaya mahkum bir hareket olur. Üretici köylülerle ilgili, üretimle ilgili faaliyetler ayrıdır. Ama esasında sistemin odaklarını besleyecek birikimleri oluşturamazsanız, insan hakları ve demokrasi konusunda yurttaş girişimleri AB'den gelen fonlar demokrasinin kanallarına akmazsa asla ve asla sivil hareketten bahsedemezsiniz. Bana göre Türkiye'de sivil hareket yoktur. Onun için Bergama Hareketi öne çıkmıştır. Ben herkese köylüleri adına şunu söylüyorum. Diyoruz ki; “biz bir şey yapmadık. Bizler doğal olanı yaptık.” İnsanın toprağını koruması kadar doğal ne olabilir? Ama Türkiye'de sivil hareket olmadığı için, hiçbir sivil hareket 49 gelişmediği için, bu Bergama Hareketi öne çıktı. Bize “Ne yapıyorsunuz?” diyenlere; “Biz doğal olanı yapıyoruz” diyoruz. O nedenle gündem şu olmalı; AB sürecinde onca kaynaklar, onca yatırımlar maalesef sivil hareketi geriletmiştir. Bunu ben sempozyumlarda, panellerde çok yüreklice ve doğru olarak söyledim, söylüyorum. Her dernek, her sivil girişim Türkiye'nin demokratik kanallarını daha da açmalı. Sivil hareketin önündeki engelleri kaldırmalı. Sivil hareket yapıyorsan sivil hareketin önündeki engelleri kaldırma konusunda tarafsın demektir. Bu taraf olmayı net, açık ve farklı bir biçimde ortaya koyamıyorsan tehlike var demektir. Şimdi söyleyeceğim çok önemlidir. Altın filan beni bağlamaz, çok da önemli değil! Ben bir köylü yurttaşım. Türkiye'nin her yerinde çevre kirliliği var. Bırakın çevre ve doğayı insanın onurunun kirletildiği, katledildiği bir dönemde başarıyı, evrensel değerleri ve ilkeleri başka hareketlerle özdeşleştirebiliyor musunuz? Haksızlıklara karşı direnebiliyor musunuz? İşte asıl o zaman siz önemli bir değersiniz? Bize diyorlar ki; “Oktay Bey senin Diyarbakır'da ne işin var! Ne işin var Cumartesi Annelerinde! Ne işin var insan hakları panellerinde!” O halde onlara sormaz mıyım; peki benim ne işim var Bergama'da? Bergama'nın merkezinde hayatım boyunca döneceğim. Niye, ben kızılderili miyim? Hukuk, İnsan hakları diyerek çıkıp dünyaya örnek olmuşuz mu? Olmuşuz. Güvenilir olmuşuz mu? Olmuşuz. Şimdi bu köylüler, yani Bergamalılar, Diyarbakır'daki köylülerle elbette buluşmalı. Eskişehir'e, Akkuyu'ya, Gümüşhane'ye de gitmeliler. Gidiyoruz da! Köylü, köylüyü çok iyi bilir, Şeyhmus bey. Birbirine saygı gösterirler. “Korkma nene. Bak biz de korkuyorduk. Torpağımzı koruduk, savaştık. Niye savaşmayalım!” der. Ve elini tutar diğer nenenin. Ve sabahleyin bir de bakarsınız ki ikisi beraber yürüyorlar, hem de nükleer santrale karşı! Ben işte bu enerjiyi köylülerime verirken o enerji orada kalsın diye vermedim. O enerji paylaşılsın diye verdim. Güneydoğuya geliyor ve görüyorum ki, bir çatışma var. Bu çatışmadan dolayı son derece üzgünüm, içim kan ağlıyor. Eğitime ve sağlığa gitmesi gerekenin burada çıkarcılara, işbirlikçilere gittiğini görüyorum. Korkunç bir rant var. Her şey var. Savaştan beslenen güçler var. Partiler var. 14 yaşındaki bir çocuk bayrağın üstüne basmış! Yer yerinden oynadı. Bu çocuk kimdir? Yarın başka birisi de basabilir! İnsanların gelecekleri birilerinin iki dudakları arasında olmamalı. Hani ağızlara pelesenk ettiğimiz “Halkların Kardeşliği” vardı. Dinleri, mezhepleri ne olursa olsun insanlar bir arada özgürce yaşayacaklardı. İşte biz Bergama enerjisini buralara taşıdık. Ben bir önderim. Beni halkım önder yaptı. Ve dedim ki biz buna karşıyız. ABD ve AB isterse savaşı, çatışmayı durdurabilir. Ama yurttaşların savaşın durması için direkt olarak müdahale etme gibi bir hakkı var. Yani savaşa müdahale etme hakkı var. Ben bu ülkede yaşıyorum. Bu ülkenin yurttaşıyım. Bu yurttaş kimliğinin sorumluluğu vardır. Biz aydın geçiniyoruz. Aydın olmanın inanılmaz bir zevki vardır. İnanılmaz bir sorumluğu vardır. Aydın sadece kendi etrafına ışık vermemeli! Aydın her yere gitmeli ve gerekirse 50 çatışma bölgesine gidip taraf olmalı. Demeli ki; ben savaşı istemiyorum, onaylamıyorum. Bunu elbette benim köylüm de yapmalı. İşte tüm bu nedenlerle sivil yurttaş, sivil hareket budur. Sivil hareket demokrasinin önündeki engelleri kaldırmak konusunda görevlidir. Bu hatır gönül işi değil, bir görevdir. Niçin Bergama Köylüleri bir dernek kurmadı! Biz isteseydik 100 tane dernek kurardık. AB'ye müracaat edip “Yardım edin” derdik. Ama buna bizim ihtiyacımız yok. Bizim ihtiyacımız bu enerjiyi Türkiye'ye yayabilmektir. Ve bir de tabi destek! İşte bir otobüs, yatacak yer, sıcak bir kap yemek, hepsi bu! Biz elçiyiz. Barış elçisiyiz. Türkiye'ye barış hakların kardeşliği ile gelir. Bunu artık köylülerim de öğrendi. Ben de öğrendim. Ülkenin her yerinde de anlatıyorum. Son sorum şu olacak: Aslında Türkiye'de sivil hayatın mevcut durumunu sizden dinledik de! Birde sivil toplumculuğun geleceği ile ilgili ne söylenebilir? Gecenin en karanlık anı sabaha en yakın olan zamandır. Ben gecenin en karanlık olduğu dönemi yaşadığımızı düşünüyorum. İnsan hakları ihlalleri, demokrasinin önündeki engeller, karanlık noktalardır. Sivil hareketin bu karanlığı aşacağını düşünüyorum. Partiler, militarizm asla bu karanlığı aşamaz. Yurttaşlar dibe vuran bu sistemde yavaş yavaş kendilerini bulacaklarıdır. Bu da sivil hareketten geçecektir. Dünyadaki bütün çalkalanmalara bakarsanız, Türkiye'deki insan manzaralarına çok benzerler. Ama artık sıranın bize geldiğini düşünüyorum. Önümüzdeki dönemde sivil hareket gerekirse AB'yi de buzdolabına koyacaktır. Gerekirse kendi öz kaynaklarıyla, yaşamıyla, onuruyla bir çıkış sergileyecektir. Çıkış insan olmaktır. Yurttaş olmaktır. Yurttaş keyfini yaşamaktır. Bir yurttaş kendi keyfini yaşayamıyorsa, mücadele vermiyorsa, alanlarda bağırıp çağırmıyorsa, hak aramıyorsa o yurttaş bana göre yurttaşlık sınavını başaramamıştır. Ve dolayısıyla yurttaş değildir. Oktay Ağabey ben bu noktada sorularımı bitirmiş oluyorum. Ama bu kitabı okuyanlar fark edecek ki Bergama Köylü Hareketi gerçekten farklı bir sivil çıkış. Son olarak bir şeyler eklemek ister misiniz? Diliyorum ki Bergama süreci ciddi bir öykü olsun. Eksikleriyle, doğrularıyla, bir daha dünyaya gelirsek bunu yapabilir miyiz? Diye düşünüyorum. Nenelerimizin, dedelerimizin, genç kadınlarımızın örgütlü bir mücadele içerisinde sanki “Kurtuluş Savaşı Destanı” yazar gibi topraklarına sahip çıkma bilincini tozlu raflarda bırakmayalım. Bu enerjiyi taşıyıp dostlarımıza aktaralım. Hatta köylülerimize taşıyalım. Bir üniversitemiz olsun. Biz adına “Köy Üniversitesi” dedik. İşte o köy üniversitesi yaşasın. O birikimlerimiz Diyarbakır panellerinde, söyleşilerinde zenginleştirelim. 51 Siz istemez misiniz? Onurlandırdığınız ve hoşunuza giden bir hareketin örnek davranışlarını panellerde, açık alanlarda kendi öz lisanımızla anlatalım! Biz Türkiye'de bu hareketin devam etmesini istiyoruz. Türkiye'de buna ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Hani sivil itaatsizlik dedik ya! Mesela kendi köylü üniversitemizde hukuk öğreniyoruz. Barolardan hukukçular gelip bizlere ders veriyorlar. Yasalar nedir, polis ne yapar, polise nasıl davranılır, polis “dağılın” dediği zaman ne yapılır? İşte bunları derslerimizde öğreniyoruz. Hepimiz bu derslerde birer bilim adamı olduk. Alana çıkıp bağırıp çağırıp kıyametleri koparıyoruz. Sonra da hakimin karşısına çıkarılıyoruz.Türkiye'deki hakimler de bizleri çok merak ediyor. “Kimdir bu Bergama Köylüleri, ne yapmak istiyorlar?” diye soruyorlar. Bir savcıyı görevlendiriyorlar. 150-200 Hakim de bir salonda bizlerin sorgulanmamızı izliyor. “Oktay Bey köylülere bir soru soralım izin verirseniz?” diyorlar. Savcı “ Kezban kadın ben seni televizyonlardan da izledim. Bu senin kaçıncı olayın? Bağırıp çağırıyorsun. Neden bağırıyorsun?” Cevabı: “Toprağımı gavura vermeycem. Onu savuniyım” diyor. “Suç işledin biliyor musun?” diyor savcı. Köylüm ibretle bir cevap verdi. “Hakim Bey oğlum suç oluşmadı” deyince hakimin gözleri doldu. Suçun nasıl oluşacağını bizlere derslerde öğretmişleri. Hakim elindeki kalemi bıraktı, şaşırarak; “Anneciğim suç nasıl oluşmadı, nereden biliyorsun oluşmadığını!” dedi. “Oluşmadı efendim. Polisin elinde megafon yoktu. Megafon olmalıydı ve bizlere 3 defa dağılın demeliydi.” Hakim polislere döndü” Sizin megafonlarınız var mıydı?” dedi. Polisler de “yoktu” dediler. İşte olay ve sivil inisiyatif dediğimiz tam da budur. Şimdi polis her yerde megafon kullanıyor. Ve polis de oturup artık ders çalışıyor. Bu sefer megafonla çıkmaya başladılar. “Suç işliyorsunuz dağılın” diyorlar. Onu da öğrendik. Bir ıslık çalıyorum. Dağılıyoruz. 30 saniye sonra yeniden toparlanıyoruz. Suç oluşmuyor tabi. Hakim de “yasaları değiştirin, bunlar öğrenmişler yasaları” diyor. Mesela 5000 kişi yolda yürüyoruz. Sivil olarak aramıza polisler karışıyor. Kol sonu dediğimiz görevlilerimiz var. Hemen polis taktığımız adı ünleyerek “Yakarca” diye bağırıyor. Ben uzun konvoyun içinden geriye dönüp bakarak sivil polisleri tek tek işaret ederek konvoydan çıkmalarını istiyorum. “Biz polis değil halkız” diyorlar. Hemen 3 numaralı ıslığımı çalıyorum. Saniyede 5000 kişi olduğu yerde çöküyor. O anda polisler o işareti bilmediği için ayakta kalıyorlar ve kendilerini ele verince olay çözülüyor. İşte sivil inisiyatif ve Bergama Köylü Hareketinin sırrı burada. *Bergama Köylü Hareketi Oktay KONYAR-Sözcü e-mail :[email protected] Tel : 0544 386 91 14 Bergama / İZMİR 52 Çevre Gönüllüleri Derneği (Diyarbakır)* Zeynep Çıplak Kaya-Başkan Kemal Güven-Yönetim Kurulu Üyesi. Diyarbakır Çevre Gönüllüler Derneğini önce tanımakla başlayalım dilerseniz? Kemal Güven: Çev-Gön Diyarbakır 1994'te kuruldu. Topluma çevre bilinci verip geliştirme amacında olan bir dernek. 80 dolayında üyemiz var. Üye profilimiz daha çok belli bir iş, meslek sahibi olan, bilinç düzeyi gelişkin olan insanlardan oluşuyor. 1994 yılından bu yana 10 yılı aşkın bir süredir Diyarbakır halkının çevre bilincini geliştirmeye yönelik çalışmalarımız var. Şöyle devam edersek bir sivil toplum kuruluşu olarak siz kendinizi yani Çev-Gön'ü nasıl tanımlıyorsunuz? Çevre ile ilgili, ilgi alanınız çevresinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi ifade edebiliyor musunuz? Zeynep Çıplak Kaya : Ben son 4 yıldır derneğin başkanıyım. Bu süreçle ilgili olarak konuşmak isterim. Ama Kemal Bey baştan beri Çev-Gön'de. Bu 4 yıl içinde yaptığımız çalışmalar tümüyle amacımıza ve misyonumuza uygun gerçekleşti. Çünkü biz özel ve tüzel kişiliklerle hem de gerçek şahıslarla, hem kamu kuruluşlarıyla ve kurumlarıyla ortak çalışmayı amacımız doğrultusunda her zaman hedeflemiştik. Bu hedeflerimize uygun çalışmaları da gerçekleştirdik. Yeterli miydi, diye sorulabilir. Hayır yeterli değildi. Zaten yeterli dediğimiz an çalışmaları da bitirmemiz gerekiyor. Bu konuda daha iyi çalışmalar da yapılabilir. Yapmaya da çalışıyoruz. Bugünlerde önümüzde Büyükşehir Belediyesi ile ilgili bir projemiz var. Büyükşehir Belediyesi ve özel sektör ile biz Çev-Gön olarak Barış Ormanını ağaçlandırma çalışmasına başlıyoruz. 40 bin fidan dikme konusunda bir çalışma içerisindeyiz. Bunu başaracağımızı umut ediyoruz. 4 yıllık süreci geriye dönüp değerlendirdiğimizde olumlu ve başarılı olarak görüyorum. Kemal Hocam sanırım sizin Çev-Gön'ün geçmişte yaptıkları ile ilgili söyleyecekleriniz vardır! Kemal Güven: Tabii derneğimiz aslında çevre ile ilgili bütün sorunlarda duyarlı olmaya çalıştı. Halkın pratik reaksiyon göstermesi konusunda süreç içinde ciddi öncülükler yapmıştır. Geçmişte özellikle bizim bölgemizde, Shell şirketinin yapmış olduğu çalışmalardan dolayı Diyarbakır'ın su kaynaklarının beslendiği akifer dediğimiz noktalara ham petrol atıkları boşaltıldığına dair “doğaya ciddi zararlar verildiği” raporlar üzerine çalışma başlatmıştık. ÇevGön işte o dönemde bu zararları gündeme getirmede önderlik yapmıştır. 53 Geçmişte en büyük aktivitemiz oydu. Çalışmalarımız kamuoyunun gündemine oturunca Shell şirketi çalışmalarını başka bir şirkete devrederek Diyarbakır'dan ayrılmak durumunda kaldı. Onun dışında aktivitelerimiz arasında bölgemiz açısından önemi inkâr edilemez Dicle Nehrinin kirliliği konusunda TMMOB, DİSKİ gibi kuruluşlarla birlikte oluşturulan “Çevre Platformu”nca sorunlara çözüm bulma çalışmalarını saymak mümkün. Okullarda eğitim çalışmaları yaptık. “Ağaç yaşken eğilir” ilkesinden yola çıkarak çocuklara çevre bilinci ve kültürü eğitimi verilmesini sağladık. Çünkü biliyoruz ki, ileri yaşlarda insanları değiştirmek oldukça zor. Bu çalışmalarımızı da Milli Eğitim Müdürlüğü ile yapıyoruz. Ayrıca Valilikle de çalışma yürütüyoruz. Geçmişte ağaçlandırma çalışmaları yaptık. Yere tükürmeme konusunda kampanyalar yürüttük. Diyarbakır'ın yıllardır devam edegelen çöp sorunu çözüm üretmek için kapıcıların eğitimi ile ilgili Bağlar Belediyesi ile çalışmalar yürüttük. Su depolarının temizliğinden tutun, kalorifer kazanlarının temizliği ve yakıtlarını nasıl kullanacaklarına varıncaya kadar çevreyi kirletecek unsurlar konusunda bilgiler verip eğitim çalışması yaptık. Bu çalışmalar gibi çevre gönüllüsü olarak misyonumuza uygun işler yaptığımıza inanıyoruz. Katılımcılık ve halkın desteği konusunda ne dersiniz? Gerek üyelerinizle ilgili, gerekse STK olarak kendi dışınızda hedef kitlenizle ilgili toplumun sivilleşmesi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Zeynep Kaya Çıplak: Açıkçası ben şundan çok şikayetçiyim. İnsanların çevre konusunda duyarlılığı çok az. Neden böyle? Çünkü çevreye verilen zararların kendisine döneceğinin yeterince farkında değiller. İşte hava bedava, su bedava, toprak bedava alışkanlığı hala devam ediyor. O yüzden çevreye verilen her zarar mutlaka bütün insanlara geri dönüyor. Biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Katılım maalesef beklediğimiz gibi değil. Ama gün geçtikçe artıyor. Yaptığımız çalışmaların da etkisiyle daha geniş kesimlere ulaşmamız mümkün oluyor. Daha da artacağına yönelik umutlarımız var. İşte alt kademe belediyelerinden Bağlar Belediyesine bu konuda bir proje götürdük. Henüz netleşmedi. Ama gerçekleştirebilirsek “Atık Yönetimi” konusunda ciddi işler yapacağız. Pilot bir bölgede örnek sokak belirleyeceğiz. İnsanlara bir şey yapın yada yapmayın demekle olmuyor. Örnek olmak, model olmak gerekiyor. İşte biz bu modeli oluşturmaya çalışıyoruz. Kemal Hoca yine geçmişle ilgili, hatta çalışmalarınızla ilgili pratik olarak karşılaştığınız sorunlara birkaç örnek vermek mümkün mü? Kemal Güven : Bölgemiz geçmişte büyük badireler atlattı. Toplum olarak büyük sıkıntılar çektik. İnsanlara çevre konusunda gittiğimiz zaman insanların önceliklerinin bu olmadığını gördük. En azından böyle bir izlenim 54 edindik. Çünkü açlık var. İşsizlik var. Sağlık sorunları, eğitim sorunları var. Dolayısıyla bu acil sorunlarla boğuşan bir toplumda ister istemez çevre olayı bir miktar “lüks” kaçabiliyor. Bu nedenle halk nezdinde bir açmaz yaşadık diyebilirim. İnsanlara gittiğimiz zaman belli bilinçte olanlar bize ilgi gösterip üye oluyorlar. İşte Hançepek'te, Ali Paşa'da, Ben u Sen'de yani sorunların daha yakıcı olarak yaşandığı yerlerde üyelerimiz bu açıdan yok gibi. Tabii ki Diyarbakır'ı çevre konusunda 80 kişi temsil edemez. Ama halka gittiğimiz zaman bir duyarlığın da olduğunu görmek mümkün. Hava ve su kirliliği gibi sorunların kendilerine döneceğini biliyorlar. Günlük olarak belli destek sunuyor, imza kampanyalarına katılıyorlar. Dinliyorlar, ama birebir aktivitelere çok fazla katamıyoruz. Ama ben tanık oldum. Somut etkinliklerde bu destek artıyor gibi! Ben de katılıp gördüm. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar olayında, Mastfıroştepe ve Talaytepe orman alanının satılığa çıkarılması olayında ortak çalışmalar yaptığınız durumlarda, imza kampanyalarında ilgi arttı. Hemen şunu sormak isterim. Bu 10 yıllık zaman dilimi içinde çalışma yürütürken devletin yada resmi kurumların Diyarbakır Çev-Gön'e bakışı nasıldı? Devlet kurumları ile ihtiyaç halinde diyalog kurabildiniz mi? Zeynep Çıplak Kaya: Çevre konusunda bizim örgütlenmemizde bir ayırım yok. Çevre duyarlığı olsun yeter. Çalışmalarımızda kim olursa olsun amacımıza hizmet ediyorsa, paylaşıyorsa artık çalışmaya evet diyoruz. Valilikle de, yerel yönetimlerle de STK'larla da gerçek şahıslarla da ortak çalışmalar yapıyoruz. Daha önceki süreçlerde Çevre Koruma Vakfı da bizim çalışmalarımıza destek oldu. TMMOB ile de ortak işler yaptık. Gerçekten ifade ettiğiniz gibi masumane bir alan ama bunların tümünü de karşımıza almayı göze alıyor / alabiliyoruz. Önemli olan çevre konusunda toprak kirliliği, hava kirliliği ve diğer tüm sorun alanlarında olumsuzlukları gidermek. Yerel yönetimlerle iyi ilişkilerimiz olmasına rağmen onların da yanlışlarına karşı durabiliyoruz. Bu nedenle çalışmalarımızda çok ciddi problemlerle karşılaşmadık. Kemal Güven: Geçmişte bürokratik engeller dediğimiz bütün STK'ların derneklerin karşılaştığı sorunları biz de yaşadık. İzin alınması konusunda özellikle bazı sorunlar yaşadık. Ama yeni dernekler yasasındaki düzenlemelere göre geçmişte yaşadığımız bürokratik sıkıntıları biraz daha aştık gibi. Sadece bildirimde bulunmak yetiyor. Dolayısıyla bizim devlet kuruluşları ile ilgili hiçbir problemimiz olmadı. Valilik, Milli Eğitim, Valiliğe bağlı Çevre Vakfı ile ortak işler yaptık. Çevre haftası düzenledik. Resim, şiir yarışmaları yaptık. Çevre konusunda bilgi yarışmaları yaptık. Zeynep büyük ölçüde değinmekle beraber, Kemal Hoca siz son 4 yıldan öncesini belki biraz anlatabilirsiniz! Çev-Gön'ün gerek kendi alanıyla 55 ilgili gerekse alanı dışında işleyişle ilgili partner ilişkileri ne durumda? Diğer STK'larla ortak projeler, ortak çalışmalar var mı? Mesela aynı mekânı ÇYDD ile paylaşıyorsunuz. buradan yola çıkarak iş birliklere ne demek mümkün. Yada tıkanıklık var mı? Kemal Güven: Aslında ilginçtir. Diyarbakır'da sivil toplum örgütleri arasında çevreciler olarak hiçbir sıkıntı yaşamadık. Çünkü nihayetinde çevre sorunları bütün insanların yaşayabilecekleri sorunlar olduğu için herkese gittik. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin mekân sorunu vardı. Biz onlara kapımızı açtık. Çağdaş yaşamla çevrecilik arasında birebir ilişki vardı. Giderlerimiz ortaklaştı. Onun dışında dışarıdan DAÇE (Doğu Akdeniz Çevre Platformu), AKÇEP ile de iş birliğimiz var. Yani Diyarbakır dışında kurulan çevre platformlarına da ilgi gösteriyoruz, üyeyiz. Bize gelen bütün davetlere mümkün olduğunca açık olduk. Birlikte çalışmalar yürüttük, yürütüyoruz da! TMMOB, Çevre Mühendisleri Odası ve Mimarlar Odası ile çalıştık. Diyarbakır Sur Belediyesiyle çocuk şenliğinde beraber olduk. 6 ilköğretim okulunda seminerler verdik. Bunun dışında Elazığ Gezin Belediyesiyle bölgemiz için çok önemli olan Hazar Gölünün kirletilmemesi konusunda ortak işler yaptık. Kıyı şeridinin temizlenmesi konusunda ortak çalıştık. Batman ve Cizre termik santralleri konusunda çalışmalar yaptık. Batman'daki bir çevre örgütüne termik santralle ilgili destek verdik. Olayı DİMİKOM'a (Diyarbakır Milletvekilleri İzleme Komitesi) götürdük. Mobil santrallerin çevreye verdiği zararı gündeme getirdik. Batman'da halkın duyarlığını artırmak için paneller düzenledik. Bu çalışmaya DAÇE'yi de kattık. Ve Batman'da çalışmamız başarıya ulaştı. 17 Aralık 2004 tarihi itibariyle AB süreci başladı. Bu süreç çerçevesinde Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bu AB süreci bir fırsat yaratabilir mi? Yeni sivil örgütlenmelere bu süreç ortam hazırlar mı? Yoksa tersi mi? Zeynep Kaya Çıplak: Tabi hazırlayabilir. Yeni dernekler yasasında bile iyileştirmeler var. Şimdi dernek kurmak için sadece bildirimde bulunuyorsunuz. Eğer yaptığınız etkinlik suç oluşturuyorsa sonradan bunun soruşturması yapılıyor. Bu bile oldukça iyi bir gelişmedir. Bunun dışında her sivil toplum örgütünün birlikte çok daha rahat çalışmasını beraberinde getirecek. İnsanları STK'lara çok daha rahat üye olabilmelerini sağlayacak. Bizde böyle bir gelenek çok fazla yok. Avrupa'da her insan en az 5-6 STK'ya üye. Ama bizlerde ise, bana zarar verir mi bu üyelikler diye bir kaygı var. Çekinceler var yani. Bence bu süreç içerisinde olumlu tarzlar gelişebilir. Kemal Güven : Şimdi tabii olarak AB süreci ülkemizde bir mentalite değişimini beraberinde getirecek. Bu çok önemli. AB ülkelerine baktığımız zaman bütün 56 işler temelde insanda bitiyor. İşte asıl önemli olan bu mentalite değişikliğidir. Bizim insanımız da bu değişikliği yakaladığı zaman her şey biter ve kolaylaşır. Basit bir örnek vermek isterim. Ben İngiltere'de uzun yıllar kaldım. İnsanlar çoğu kez kendi aralarında sorunlarını çözüyorlar. Sivil toplum örgütlerine gerek de kalmayabiliyor. Sokağa çöp atılıyorsa çevre derneğinden önce birey tek başına bile STK'ya gerek kalmadan müdahil olabiliyor. Tek başına mahkemeye bile gidebiliyor. İşte bu anlayışın gelmesi açısından AB çok önemli. Bir de Türkiye'de Yeşiller Partisi kurulmuştu. Kapatıldı. Çok önemsiz bir gerekçe ile kapatıldı. Belki bu AB sürecinde yeniden bir Yeşiller Partisinin kurulması gündeme gelebilir. Etkileşimler yürütülebilir. Süreç daha etkili olacaktır. Buna inanıyorum STK'lar daha rahat çalışacak buna eminim. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görmek gerekiyor? Nasıl değerlendirmek gerekiyor? Belki dün ve bugün kıyaslaması da olabilir? Türkiye'de Sivil Hayat sizce bugün ne durumda? Kemal Güven: Tabii ki geçmişte özellikle bölgemiz açısından sıkıntılar vardı. Çok basit masumane isteklerde çevre kuruluşu bile insanları üye yapmada zorluklarla karşılaşılıyordu. İnsanlar dernek ismini duyduğu zaman çekinip korkuyordu. Oysa derneğin tüzüğü, ilkeleri, belli. Çalışma yöntemi belli. Böyle bir derneğe bile insanları üye yapmakta zorlanıyorduk. Dediğim bu ve buna benzer konularda toplumun yaşadığı sıkıntılar da etkili oldu. Ama bugün artık STK'lara üye olmak isteyenlerin sayısı artıyor. Çünkü artık insanlar düşüncelerini ifade edebilme fırsatını yakaladılar. İşte Yerel Gündem 21 özellikle bölgemizde başlatmış olduğu Kent Danışma Meclisinde bir sivil toplum dinamiği geliştirdi. Dolayısıyla resmi kuruluşlarla, sivil toplum örgütleriyle diyalog gelişiyor. Ama dediğim gibi sorunlar kısmen de olsa halen var. Geçmişte de vardı bugünde sorunlar var. Derneği yaşatmak için elbette ekonomik külfetler de var. İşte biraz önce siz de kira konumuza tanık oldunuz. Her zaman sıkıntı yaşayabiliyoruz. 80 üyelik derneğin aidatları ile bu sorunlar çözülmüyor maalesef. Biz ilkesel olarak ne resmi kurumlardan ne de yerel yönetimlerden beslenmeyiz. Bu konuda kararlıyız. Sadece halka dayanma gibi bir anlayışımız var. Bir çok sivil toplum örgütünün de bu ve benzeri sorunları var. ÇYDD gibi merkezi örgütlenmelerinin şubeleri olan STK'lar biraz daha rahat gibi. Ama bizim gibi yerelde çalışan ve şube olmayan STK'ların sorunları daha fazla. Zeynep Kaya Çıplak: Aslında bizim gibi dernekler de çok fazla yok. Diyarbakır yaklaşık 20 yıla yakın sıkıyönetim ve OHAL'i yaşadı. Çok sıkıntılar yaşadık. Çocuklar 20 yaşlarına gelmelerine rağmen halen olağan yaşamla tanışmadı. Her şey normalin dışında yaşandı. Çekingenlik var. Korku var. Dernek ismi geçtiği zaman insanlar ürküyordu. OHAL'in kalkmasıyla birlikte 57 yavaş, yavaş hareketlenme başladı. İşte Bağlar Belediyesi ile yapacağımız çalışma tamamıyla Bağlardaki insanlarla yürüyecek. Yani Bağlardaki insanlar siyasetin dışında çevreye has bir çalışma yapacaklar. Olağanüstü halin dışında gençliğin eğitimi gibi bir çok sorun devam ediyor ama yeni iş birlikleri de gelişiyor. Birey olmak için, bireyin hakları için sivilleşmek gerekiyor. Bizler sivil toplum örgütü olarak küçük bir modeliz. Üye sayımız çok az gibi görülebilir. Ama etki ağımız çok fazla. Bu bilinmeli.Giderek de artacak ve ivme kazanıyor. Çevre Gönüllüleri Deneği-Diyarbakır Zeynep Kaya Çıplak-Başkan Paşa Konağı Arkası. Faik Ali sokak Aksu Apt. No: 9 Diyarbakır. Tel : 0 412 223 63 33 e-mail : [email protected] Web : www.cevgon.org.tr 58 Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma Vakfı* Görkem Kızılkayak-Örgütlenme ve Tanıtım Sekr. ÇEKÜL Vakfı hangi ihtiyaçtan doğdu?Ne zaman kuruldu ve neler yapar? ÇEKÜL Vakfı 1990 yılında kuruldu. Aslında 1990 yılından önce ÇEKÜL'ü kuran kişiler, yani 25 kişilik grup 1970-75'lerde bu ihtiyacı hissetmişler. Safranbolu'nun kültürel mirasının korunması hareketiyle birlikte çalışmaya başlamışlar. Ama örgütlenmeleri ve bir çatı altında toplanmaları 1990'ları bulmuş. Tabi 25 kişi 1990'da bu vakfı kurduğunda ilk ÇEKÜL'ü çevre odaklı bir projeye katmışlar. Daha sonra da ÇEKÜL'ün Çe'si ve Kül'ü aynı oranda çalışmaya başlamış. Şimdi asıl çalışmamız çevre ve kültür alanlarını aynı anda birlikte eklemleyerek yürütüyoruz. Çevre yada kültür projesi olarak değil, bir yerde orman çalışması yaparken oranın kültürü ile de ilgili çalışmalar yapıyoruz. Ya da bir yerde restorasyon yaparken oranın peyzajı, doğası ile ilgili çalışmalar da yapıyoruz. Zaten “Çevre ve Kültürde varız” diye bir sloganımız da var. O şekilde 1990'dan beri çalışmalarımızı yürütüyoruz. Bir sivil toplum kuruluşu olarak ÇEKÜL'ü tanımlamanızı istersem ÇEKÜL sivil hareketin neresinde? Bir de 15 yıllık sürecinizin bir değerlendirmenizi istersem misyonunuza uygun davranabildiniz mi? Bir sivil toplum örgütü olarak sivil hareketin neresinde gözüküyoruz? Şu an 2000 yılından bu yana yaşanan süreci sivil toplum örgütleri açısından iyi bir şekilde görmüyorum. ÇEKÜL'ün de bir şekilde bunun bir parçası olduğunu ve bu durumun da farkında olduğunu görüyorum. Bu da beni ÇEKÜL'de çalışan biri olarak rahatlatıyor. 1990 yılında çalıştığımız insanlar, topluluklar ve beklentilerle 2000 yıllarında çalıştığımız projeler, insanlar ve beklentiler aynı değil. Sivil toplum örgütleri gönüllü yaklaşımdan, yürekli çalışmadan veya bir sevda üstüne kurulu çalışmalardan artık çok profesyonel alana kaydılar. Tabi çok profesyonelliği de kötü olarak görmüyorum. Ama profesyonel olmak bir sivil toplum örgütü için dezavantajdır. Çok profesyonelleşen, mali açıdan çok rijit hale gelen bir yapıya dönüşüyor. 1990'lı yıllarda insanlar ilk önce projelerini bulup sonra uygulamaya koymak isterken; şimdi önlerine gelen projeleri uygulamak için bir takım çalışmalar yapıyorlar. Bu bir anlamda hem benim kişisel görüşüm, ama aynı zamanda ÇEKÜL de bu gidişatı böyle görüyor. Ve önlemini de kendi açısından almaya çalışıyor. ÇEKÜL'ü ayakta tutan beraber çalıştığımız gönüllülerdir. Burada bir üyelik sistemi yok. Sadece ÇEKÜL gönüllüsüyüm diyen vatandaş buraya gelip bizlerle beraber kendi düşündüklerini hayata geçirebilir. Başkaca hiçbir imzası, kâğıdı ve aidatı yoktur. İnsanlar yürekleriyle ve akıllarıyla, emekleriyle bu işe girişiyorlar. 59 Bu açıdan şu an yaşadığımız süreçle ilgili bir sıkıntımız var. Sürecin dışında eğer durursak, AB ile beraber gelişen uluslararası gelişmelerle zenginleşen sürecin içinde olmasak da bir kanadımızın eksik olduğunu düşünüyoruz. Onun için, içinde olarak ama uzak durarak konumlanmaya çalışıyoruz. Bizim eski mantıkla devam ettiğimiz projelerimiz hala var ve sürüyor. Hala gönüllülük esasına dayalı projeler devam ediyor. Ama bir şekilde yeni projelerden de yararlanıyoruz. İşte bizim önümüze paket program olarak konulanlar, STK'ların bunları alıp taşeron gibi uyguladığı programların içinde buluyoruz çoğu kez kendimizi. Bu süreci de tamamıyla kavramamız gerekiyor ki; bu süreç bittiğinde geriye baktığımızda olayı çok daha iyi değerlendirebilelim. Hemen bu noktadan devam ederek şunu öğrenmek istiyorum. Bu projeleri ve çalışmalarınızı yürütürken ÇEKÜL vakfı içinde katılım ne ölçüde başarılıyor? Ayrıca halk desteği ÇEKÜL açısından çok önemseniyor mu? Yoksa çalışmalarınız entelektüel düzeyde mi? Halk katılımı bugünlerde ne kadar çok önemsense de izlediğimiz düzlemde çok da fazla önemsenmiyor. Ama bir şekil olarak bu durum çok önemli hale geldi. Projelerde halkın katkıları bekleniyor. Önerileri de alınıyor. Ama onların katkılarıyla mı yoğruluyor? Yoksa sivil toplum örgütlerinin bugünlerde yürüttüğü projelerde soru işaretleri var. ÇEKÜL de bu anlamıyla halk katılımını önemsiyor. Genel çerçevede önemsiyor. Bizim bir lafımız daha var. Bütün projelerimizde söylediğimiz bir sözdür bu! “Kamu-yerel-sivil-özel birlikteliği”. Aslında bunu açıklarsak ÇEKÜL'ün halk katılımının şekli ortaya çıkar. Bizim her projede bu 4 kelimeyi gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu 4 kelimeden bir tanesi o projede yoksa biz o projeye teknik olarak girmemeyi daha uygun buluruz. Ve yokuz diyoruz. Bunun çok somut nedenleri var. Bu 4 güçten bahsederken onları da tarif ediyoruz. İşte kamunun güçlü ve diri duran üyeleri, yerel yönetimlerin bir şekilde diri duran kesimleri, halk ve özel kesim olacak. Bu 4 birliktelik bizim için önemli. Sizin de bildiğiniz gibi biz daha çok Anadolu'da çalışıyoruz. İstanbullu bir örgüt olmamıza rağmen kendimizi İstanbul örgütü gibi tanımlamıyoruz. Anadolu'da da halk katılımı esaslı gibi geliyor. AB'nin bize gösterdiği bilgilendirme toplantıları, arama konferansları gibi değil Anadolu'daki katılım. Orada daha içten bir katılım var. Zaten projeye katılıp katılmayacağına halk kendisi karar veriyor. Bir şekilde halk o projeye geliyor. İçinde ne varsa orada ortaya döküyor. Bunlar tartışıldığı zaman daha samimi bir ortamda gelişme kaydediliyor. Biz sivil kesimin, halkın bize katılmasını çok önemsiyoruz. Bu her aşamada bizim için önemli. Birçok proje vardır ki, ÇEKÜL kadrolarının ürettiği projeler değildir. ÇEKÜL'e gelen gönüllü insanların önerdiği projeler de vardır. Mesela Mimar Sinan projesi böyle bir projedir. Projenin ana mimarı Metin Sözen'dir. Ama tüm ara 60 başlıkları da gönüllülerimiz önerdi. Yani buraya gelen birisi pek de zorlanmadan aktiviteler katılabiliyor. Bizler ÇEKÜL'e gelip gönüllü olmak istiyorum diyen kişiye, ilk önce siz ne yapmak istersiniz? Diye soruyoruz. Aklınızda bir proje var mı? Projenizle birlikte tartışarak yürüyelim diyoruz. Önce gönüllülerin fikirleri ile projeler üretmeyi doğru buluyoruz. Bu açıdan gönüllü sayımız bugünlerde düşüşe geçse de çok verimli ne istediğini bilen ve istediğini yapabilen insanlarla çalışıyoruz. Bu bizim bir avantajımızdır. Aynı zamanda biz hala kendimizi yarı amatör ruhla çalışan insanlar olarak kabul ediyoruz. Bir çok yerde uzmanlıklarımız da çok profesyonel olmamakla birlikte bazı işleri de kotarabiliyoruz. Resmi kurumlarla ÇEKÜL'ün arası nasıl? Size engel çıkartıldığı oldu mu, yoksa destekler ve işbirlikleri kurabildiniz mi rahatlıkla? Bizim devletle olan ilişkilerimiz aslında bizi engelleyici nitelikte değil. Biz bir şekilde ÇEKÜL'ün ve Metin Sözen faktörünün geliştirdiği bir mekanizmayla bu işleri yürütüyoruz. 1994'ten beri ben ÇEKÜL'deyim. Hiçbir noktada engellenmedik. Biz devlete “bize yardım ya da destek ver” demekten çok “bizim bir projemiz var, bu projede yerel yönetimler var. Halk var, ÇEKÜL vakfı var. Bir de STK'lar var. Devletin de içinde olması iyi olur” diyoruz. “Devlet de uygun görürse projede yer alsın.” İşte bütün mesele bu. Kültürel projeler ve restorasyonlarla ilgili çalışmalar da böyle. Bu iş bir süreç işi. Restorasyon çalışmasını yaptıktan sonra noktayı koyamıyorsunuz. Yapının yaşaması, işlev kazanması lazım. Yapının yaşaması için bir takım bitçeler lazım. Bunların hepsi düşünülürse bileşenlerin çok kuvvetli durması lazım.Yani halkın o binanın içine girebilmesi lazım. Ve o bina bütçesi de olursa yaşasın. Bütçe olmalı ve halk içine girmeli. Bu açıdan bizim devletle ilişkimiz var. Ama hem içindeyiz, hem de uzağındayız. Yani 7 ağaç ormanları projesinde de devletle orman bakanlığı ile ortak iş yapıyoruz. Ama bizzat o alanın ağaçlandırılmasını biz üstleniyoruz. Bize orman bakanlığının yaptığı zaten orman alanı olarak ayrılmış arazinin bizim katkılarımızla ağaçlandırılmasıdır. Orman Bakanlığının asıl görevlerinden birini yapması için bir STK olarak destek veriyoruz. Yani ihtiyaçtan kaynaklanan bir alan seçimini devlet nezdinde kendinizin belirlediği bir yöntem gibi! Evet. Bu bir mekanizma. Tam tersi örnekler de var. Kültür ve Turizm Bakanlığınca yeni bir yasa çıktı. Kültürel varlıkların korunmasıyla ilgili. Bu yasaya taslakken önerilerde bulunduk. Genelde bu Türkiye'de geri tepen bir şeydir. Ama son 5-6 yıldır yasa tasarıları için STK'lardan teklif alıyorlar. Ama çok da belirleyici olmuyor. Şu da bir gerçek ki, bizim önerilerimizin hepsi de 61 dikkate alınmıştı. Ve yasada da gözükmüştü. Bu anlamda devletin bizi bir takım çalışmalarda engellediğini söyleyemeyiz. Biz sivil toplumun içine devletin çokça girmesini istemeyiz. Ama bizim kurduğumuz mekanizma şu ana kadar düzgün çalışıyor. Belki daha da çalışacaktır. Ama Türkiye'de gündem ve sistem çabuk değişiyor. Devlet muhabbetini kapatırken o halde şunu sorayım. Diğer STK'larla partner ilişkileriniz nasıl? Beraber iş yapıyoruz. Kabaca ÇEKÜL'ün yaptığı işleri ikiye ayırıyoruz. Anadolu'da yaptıklarımız. Ve daha büyük ölçekli işlerimiz. Anadolu'da mesela küçük ölçekli yaptıklarımız projeler, tarihi ve kültürel miras başlığı altındaki projelerdir. Orada halihazırda zaten var olan sivil toplum örgütleriyle çalışıyoruz. Zaten bir şekilde onlar yaptığımız binaların kullanıcıları konumundalar. Mesela Mudanya'da bir ev onardığımız zaman o evi oradaki Mimarlar Odası temsilcileri kullanıyor. Oradaki halk da kullanıyor. Yaptığımız işlerde ev sahipleri yerel güçler olduğu için onları soyutlayamayız. Anadolu'da doğal olarak STK'lar işin içinde oluyorlar. Daha büyük ve daha geniş projelerde ise yine bu STK'larla birlikteyiz. Ama her STK'ya evet ya da hayır diyerek yola çıkmıyoruz. Tavırlarımız haliyle oluyor. Seçici davranıyoruz. Seçiciliğimiz de kurduğumuz mekanizma ile ilgili. Çerçevemizin içinde herkes eşit. Bu eşitlik içinde yer alanlarla birlikte oluyoruz. Mutlu da oluyoruz. 17 Aralık 2004 itibariyle yeni bir kavşak noktasına dayandık. AB süreci. Sizce bu AB süreci Türkiye'de Sivil Hayatı etkiler mi? Bir fırsat yaratır mı sivil alanla ilgili? Yaratabilir. Zaten yaratmaya da başladı. En başta söylediğim gibi acaba bu fırsat iyi bir fırsat mı? Yoksa biz bunları kötü anlamda kullanmaya müsait insanlar mıyız? Bunun soru işaretleri bende fazlasıyla var. Ben bu fırsatlara kişisel olarak çok negatif bakıyorum. Çünkü sivil toplum örgütlerinin bütün amatörlüklerini, gönüllülüklerini, bir şey beklemeden bir şey yapma isteklerini bence darma-duman edecek bir süreç. ÇEKÜL'de böyle bir tehlikenin varlığını işaret ediyor. Ama benim kişisel düşüncelerim kadar değil tabi. Türkiye açısından çok da alışık olduğumuz bir durum değil. Avrupa Birliği'nin bize açtığı yolda önümüze çıkan fırsatlardan bahsediyorum. Onun için de temkinli olmak gerekiyor. Önümüzdeki yıllarda da bu fırsatı umuyoruz ki iyi değerlendiririz. Büyük bir fırsat. Ve sadece olumsuz olarak bakmamak lazım. Tehlike olduğunun farkında olmak yeter! 62 Bununla bağlantılı olarak son sorum. Geçmişle kıyasladığınızda Türkiye'de sivil hayatı bugün itibariyle nasıl görüyor, nasıl değerlendiriyorsunuz? Hatta belki bir, iki cümleyle sivil hayatın geleceğini de yorumlamak mümkün olabilir mi? Bence birkaç perspektif var. Bir tanesi şu: 1994-95 yıllarında üniversite öğrencisiydim. O zaman insanlar güzel amaçlar için birlikte olabiliyorlardı. Ve bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için hiçbir sponsor, ya da mail güç aramıyorlardı. Ve yapıyorlardı. Sivil hareketler çok daha rahat ve özveriliydi. İstediklerini yapabiliyorlardı. Mesajlarını da verebiliyorlardı. Şu an bence kötüye giden bir süreçteyiz.Ama bir başka yönüyle de geçmişe göre bu kadar insan sivil toplum örgütleriyle ilgili değildi. Sayı bu kadar çok değildi. İlgili insan sayısı olumlu yönde artıyor. Bu artışta tek sıkıntı demin de değindiğim gibi AB'nin bize gösterdiği yolun paralelinde bir takım yeni insanlar da çıkıyor. Gönüllülük biraz kayboluyor gibi. Sayısal olarak artış var. Ama geçmişe göre de nitelikte fark var. Yine de sivil toplumculukla ilgilenen insanların çoğalması iyi. Bu kadar çok insan, bu kadar çok sivil toplum örgütü yoktu. Bu konu konuşulmuyordu. Bunların hepsi çok olumlu gelişmeler. Aynı ölçüde de tehlikeli veya dezavantajlı. Ayrıca bizim zamanımızda insanlar sivil toplum örgütlerine inanıyorlardı. STK'lar daha inandırıcıydı. STK'ların arkasından gidilebilirdi. Şimdi yavaş yavaş değişiyor. Bu bütün STK'lar için mi geçerli sizce? Proje bazlı fon kaynaklı çalışanlar için geçerli diyebiliriz. Bir de daha farklı bir takım STK'lar da var. Tabi ki bütün STK'lar için artan bir süreç değil. Proje bazlı çalışanlarda bu tehlikeyi kişisel olarak görebiliyorum. Bazı deneyimlerim bu endişelerimi doğruluyor. * ÇEKÜL-Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı Görkem Kızılkayak Ekrem Tur sokak No: 8 Beyoğlu / İstanbul Tel : 0 212 249 64 64 Fax : 0 212 251 54 55 e-mail : [email protected] Web : www.cekulvakfi.org.tr 63 Demokrasi Platformu* Ali Öncü (Dönem sözcüsü) Ali kardeşim öncelikle Diyarbakır Demokrasi Platformunu tanımakla başlayalım istersen? Diyarbakır'da demokrasinin 15 yıllık bir pratiği söz konusudur. Bu itibarla hem Türkiye kamuoyu, kısmen de Avrupa kamuoyu tarafından bilinen bir yapıdır. Diyarbakır Demokrasi Platformu ilk kez 1990'lı yılların başında 3-4 arkadaşın düşünsel planda gündeme getirdiği bir modeldi. Tabi ki 1990'lı yılları siz de çok iyi hatırlarsınız. Türkiye konjonktürü açısından büyük bir özgünlüğün söz konusu olduğu bir konjonktürdü o dönem. Çatışmaların, kimi değerlendirmeler itibariyle düşük yoğunluklu bir savaşın son derece kuralsız bir şekilde devam ettiği koşullardaydık. İşte bu anlattığım koşullarda Diyarbakır Demokrasi Platformu düşüncesi gündeme geldi. Ne ön görülüyordu? Şiddetin tırmandığı dönemde sivil inisiyatifi geliştirmek ve hayata müdahale etme anlayışından hareketle böyle bir düşünce söz konusu oldu. Mücadele araçları, yöntemleri tamamen bağımsız ve sivil toplum inisiyatifine dayalı demokratik ve barışçıl yöntemler söz konusu idi. Ve büyük bir saygıyla anmam gerekir ki; Hatip Dicle'nin bu sürece katkısı çok önemlidir. Yine büyük bir saygıyla andığım Rahmetli Vedat Aydın'ın katkıları çok büyüktür.(Öldürülen Diyarbakır eski HEP il başkanı). Hasbelkader bizler de içinde yer aldık. Ben de kuruluş aşamasında içinde vardım. 1990 sonrasındaki süreç ifade ettiğim gibi sivil toplumu da stabilize eden, baskı altında tutan, sivil toplum örgütlenmesinin iradesini bölge ölçeğinde bastıran koşullar nedeniyle kesintiye uğradı. Oraya gelmeden önce sevgili Öncü, istersen başlangıç aşamasında şunları da konuşalım. Kaç örgüt yer alıyor bu birliktelikte? Bunu en başında bilelim. Ayrıca bildiğim kadarıyla Demokrasi Platformu süreç içinde bir model haline dönüştü. Ve ilk örnek olmalı! Yanılıyor muyum? Çok haklısınız ve çok doğru biliyorsunuz. Çünkü bu konuya özel bir önem verdiğiniz ve yakın geçmişte de bu anlamda “Güneydoğu'da Sivil Hayat” ismiyle çok önemli bir çalışmanız olduğunu biliyor ve takdir ediyorum. (Güneydoğu'da Sivil Hayat, Metis Yayınları, 2001, İstanbul.). Değerlendirmeniz bu anlamda doğrudur ve modeldi. İlk kez programını yaptığımızda, bu programı hazırlama ve program etrafında bir araya gelen sivil toplum örgütlerinin görüşlerini netleştirmesi bir süre aldı. Altı aylık bir süreçti bu. Yoğunlaşarak tartıştık. Tartışma sürecinden sonra senteze vardık. Program ve tüzük konusunda 1990'lı yıllar bölge açısından çok zor yıllardı. Siz de bilirsiniz o yılları, birlikte yaşadık. Kesinlikle böyle bir çıkışın sivil toplumculuk açısından yaşamsal bir öneme sahip 64 olduğunu biliyorduk. Çünkü iki cendere arasında sıkışıp kalmıştık. Üçüncü bir alan açmaya çalışıyorduk. Bu da takdir edersiniz ki çok kolay değildi. Yani şiddetin yaşama hükmettiği koşullarda farklı bir şeyler geliştirmek çok da kolay değildi. Program çalışması sırasında ilk etapta 28 sivil toplum örgütünün altına imza attığı bir metni sadeleştirdik. Bu 28 STK'nın içinde kategorik olarak işçi sendikaları, kamu emekçileri sendikaları, odalar, baro ve dernekler vardı. Daha sonra tüzük ve programla birlikte kapsamlı çalışmalar da yaşandı. 28 STK sonraları 32'ye çıktı. Ve sonraki süreçte de biz bölge ölçeğinde bir çalışma başlattık. Örneğin Mardin, Batman, Siirt, Van, Muş, Hakkari, Bingöl, Malatya, Urfa, Adıyaman ve Antep gibi bölge illerini kapsayan bir çalışma yürüttük. Ve bu çalışma aynı zamanda bölge illerinde de demokrasi platformunun kurulmasını öngören bir çalışma oldu. Bölgenin bu saydığımız kentlerindeki sivil toplum örgütlerinin yönetim kademelerince çalışmalar yürütüldü. Diyarbakır'da oluşan Diyarbakır Demokrasi Platformunun program ve tüzüğü kendilerine sunuldu. Görüş alış verişinde bulunuldu. Kısa süre içerisinde bölgenin tüm illerinde de demokrasi platformları oluşturuldu. Ve sizin de ifade ettiğiniz gibi gerçekten büyük bir memnuniyetle ama yine altını çizmek gerekirse eksik ve aksak yönlerine rağmen Diyarbakır Demokrasi Platformu Türkiye'de bir model oluşturdu. Hemen bir başka sorumla şu noktaya gelmek istiyorum. Diyarbakır Demokrasi Platformu ciddi bir Sivil Toplum Örgütlenmesi birlikteliği gibi duruyor. Tek başına bir STK değil! Sivil Toplum Örgütlerinin bir araya geldiği farklı bir ahenk gibi mi? Yada farklı ve ortak bir renk profili gibi mi? Belki de bölgeden dışarıya yansıyan böyle gibi görünüyor! Siz bu platformun görünen bu yüzünü yansıtma anlamında ve ilgi alanınız çerçevesinde programatik misyonunuza uygun davranabildiğinize inanıyor musunuz? Sayın Diken tüm samimiyetimle ifade etmek isterim. Büyük zorluklar yaşadık. Kolay değildi. Bir sivil toplum örgütünü başlı başına yönetmek zaten zor. Hem kendi özgün alanı içinde temsil ettiği kitlenin talep ve özlemlerini pratikte gerçekleştirmek. Hem de sivil toplum örgütü olmasından kaynaklı olarak toplumun beklentilerinin karşısında demokratik refleks geliştirmek kolay değildir. 32 sivil toplum örgütü farklı alanlarda farklı toplumsal yaşam alanlarında örgütlü yapılardır. Mesleki anlamda fonksiyonel olarak farklılıkları söz konusudur. Şimdi siz bu kadar çok katlı olan yapıları bir sivil toplum örgütünün bileşenleri olarak bir araya getiriyorsunuz. Uyumlarını sağlamaya çalışıyorsunuz. Birlikte disiplin içerisinde, demokratik düzen içerisinde hareket etmelerini sağlıyorsunuz. Bu elbette çok kolay değildir. Bunun ne kadar zor bir iş olduğunun altını çizmek gerekir. Hele, hele demokrasi kültürünün gelişmediği, dayanışma duygularının çok da içselleşmediği toplumsal 65 yapılarda bunun zorluğunu en iyi bilenlerden biri de elbette sizsiniz. Bu anlamda zorluklarımıza rağmen büyük bir samimiyetle ifade etmeliyim ki, Diyarbakır Demokrasi Platformu geride bıraktığı yıllar itibariyle çok önemli değerler yaratmıştır. Demokrasi kültürü açısından değer yarattığına inanıyorum. Örneğin sizin sözünü ettiğiniz ahengin, uyumun sağlanması konusunda 32 sivil toplum örgütünün temsilcileri her ay düzenli olarak bir araya gelirler. Meclis toplantılarını yaparlar. Farklı görüşler söz konusu olmasına rağmen saatlerce büyük bir demokrasi kültürü içerisinde dinlenilir, değerlendirilir, dikkate alınırlar. Sonuçlar çıkarılır. Bu çok önemlidir. Takdir edilmeli ki bugün ülkeleri yönetenlerin bağlı oldukları mekanizmalar parlamentolardır. Ve parlamentolarda bile demokrasi kültürünün oturmamasından kaynaklı olarak ne tür görüntülerin kamuoyuna yansıdığını biliyor ve görüyoruz. Ama ben bunu çok rahatlıkla ifade edeyim ki, demokrasi platformu demokrasi ahlakının, demokratik saygınlığın yerleşmesi açısından oldukça önemli bir yere gelmiştir. Diğer soruya gelince, toplumsal beklentiler ve talepleri karşılama noktasında ne yapıldı? Aksaklık, eksiklik ve yetmezlikler elbette ki söz konusu. Bu eksikliklerin söz konusu olması bölgenin kendi konjonktüründen kaynaklı sıkıntılardır. Platform bileşenlerinin kendi iç dinamikleri içerisindeki eksikliklerden genel olarak bir değerlendirme yapmak gerekirse, demokrasi platformu bu ülkede bu coğrafyada yaşananlara karşı önemli demokratik bir refleksin misyonunu üstlendiğine inanıyorum. Ve bunu rahatlıkla da ifade edebilirim. Belki bu başlık altına katılımcılık ve halk desteği konusunu da eklemeniz tamamlayıcı olabilir! Katılımcılık konusunda Diyarbakır Demokrasi Platformuna halkın önemli bir çoğunluğunun yaklaşımında ve dikkate alınmasında büyük bir saygınlık olduğunu ifade edebilirim. Bunu geride bıraktığımız pratik itibariyle, gerçekleştirdiğimiz bir dizi ve yüzlerce etkinliklerde kendimizi ortaya koyduğumuzu ifade edebilirim. Yani Diyarbakır Demokrasi Platformu toplumsal yapımız içerisinde özgünlüğün, saygınlığın misyonunu üstlendiğini ve halkın bizlere yansıyan duyarlıkları olarak görüyor ve algılıyoruz. Hatta şuna da söylemek mümkün. Örneğin toplum bileşenlerinin kendi aralarındaki bir takım çelişkilerinden dolayı yerel yönetimlerle sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkilerde yada farklı yapılar arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürümemesinden dolayı Diyarbakır Demokrasi Platformuna atfedilen o saygın misyondan dolayı sorun platforma getirilir. Ve bu ilişkilerin sağlanarak çözülmesine katkı sunulur. Bizler bunun bilincindeyiz. Bu saygınlığı korumak ve geliştirmek durumundayız. Katılımcılık boyutuna gelince mümkün mertebe halkla bütünleşme, ezilenlerle, sömürülenlerle, kişisel ve toplumsal hakları gasp edilenlerle 66 bütünleşmeyi hedef olarak önümüze koymuşuz. Ancak bu konuda başarı ve başarısızlık kavramlarının içini açarken bunun takdiri ve değerlendirmesi bizim dışımızdaki diğer sivil toplum örgütlerinin yada halkın değerlendirmesinin daha sağlıklı olacağını düşünüyoruz. Ama yine de kurumsal işleyişiniz devam ederken bunun yansımalarının hissiyatı vardır. En azından sizi, çalışmalarınızda tetikler veya frenler. Şunu söylemek isterim. Sizin de iyi bildiğiniz gibi yüzlerce panel, konferans, toplantı yaptık. Örneğin Diyarbakır Demokrasi Platformunun yaptığı konferanslar ve panellerde büyük bir halk ilgisinin olduğuna tanık oluyoruz. Salonlar tıklım tıklım doluyor. Mitingler düzenlediğimizde orada profilimizi net olarak yansıtıyoruz. Zaman zaman toplumsal yaşam duyarlığında med-cezir olayları yaşanır. Bir dönem çok iyi performans sergilersiniz. Çünkü toplumsal koşullar çok iyi durumdadır, lehinizedir. Kimi zaman da toplumsal koşullar aleyhinizedir. O durumda da bir bakarsınız ki, o beklentileri karşılayamazsınız. Biz de pratikte kendimizi gerçekleştirirken ortaya çıkan profili gördüğümüzde ona göre kendi içimize dönüp değerlendirmelerimizi yapıyoruz. Tabii ki halkın büyük bir katılımı ve ilgisi söz konusu olduğu zaman bu bizleri daha üst düzeyde coşkulandırmakta ve moral vermektedir. Ama dediğimiz gibi halkın katılımı açısından biraz da dar bir profilden bir durumla karşılaştığımızda bunu çok ciddi olarak platform meclisinde değerlendirip nasıl aşacağımızı konuşuruz. Yani sorun, neden sebep analizi gibi çalışmalar mı? Evet kesinlikle aynen öyle. O zaman şu soru akla geliyor. Devletin resmi kurumlarının Diyarbakır Demokrasi Platformuna bakışı nasıl? Zaman dilimi içinde geriye dönüp son 15 yılı demokrasi platformu açısından dışardan bakan biri olarak izlediğimde ilginin bazen olumlu bazen de mesafeli olduğunu görebiliyorum. Aslında bu durumu dönemsel olarak değerlendirmek gerekir. Siyasal atmosferin gelişmesine bağlı olarak süreç kendi içerisinde dönemlere ayrılmıştır. Örneğin Diyarbakır Demokrasi Platformunun pratiği açısından bir dönem Diyarbakır yerel yönetimlerinin, idari mekanizmalarının, Vilayet başta olmak üzere çok olumlu bir ilişkinin geliştiğini ifade etmek mümkün. Siz de çok iyi hatırlarsınız ki sayın Vali Doğan Hatipoğlu'nun 1995'lerde Diyarbakır Valisi olduğu dönemlere denk geliyor anlattığım tarih. O dönemde Diyarbakır Demokrasi Platformu olarak biz, hem devletin yerel koşullarda temsili anlamda en önemli mekanizması olana vilayetle çok olumlu ve samimi 67 ilişkiler içerisinde olabildik. Diğer yerel kurumlarla da bu diyalog devam etti. Biz o dönemde Diyarbakır'da siz de çok iyi hatırlarsınız 1993 yılının 3-5 Aralık tarihleri arasında Diyarbakır'da 3 gün devam eden “Demokrasi Kurultayı”nı gerçekleştirdik. Bu gerçekten bizler açısından dönüm noktasıydı. Çünkü Türkiye'nin siyasal tarihine, sivil toplum örgütlerinin geçmişine bakıldığında o kadar kapsayıcı, geniş, disiplinli ve içerik açısından da dolu, dolu bir kurultay gerçekleşmemişti. Siyasi partilerin hemen tümünün temsil edildiği, STK'ların farklı eğilimlerinin temsil edildiği bir kurultay yapıldı. Bu kadar geniş bir organizasyonu çok rahatlıkla o tarihlerde gerçekleştirebilmek sadece ve sadece Diyarbakır Demokrasi Platformunun bakış açısına bağlamak da çok doğru olmaz. Evet başarı söz konusudur. Ama burada dediğim gibi yerel yönetimler ve vilayetin diyalogu da çok önemliydi. Fakat sayın vali Doğan Hatipoğlu'nun merkeze alınmasından sonra Diyarbakır Demokrasi Platformu çok zorlu bir döneme girdi. Ve çok ağır bedeller de ödedik. Biraz da mütevazılığı bir taraf bırakıp, Diyarbakır Demokrasi Platformunun bileşenlerinin temsilcilerinin onlarca kez göz altına alındıklarını ifade edelim. Gece yarıları evlerinden alındılar. Şu anda platformu oluşturan sivil toplum örgütleri temsilciler hakkında açılmış davalar 1000'in üzerindedir. Hakkımızda açılmış 1128 dava var. 500'ün üzerinde sürgün edilenler var. Duyarlı STK temsilcileri ve aktif üyeleri öteki sayıldı. Hatta bir bakış açısı itibariyle de “bölücü, terörist” gibi algılanmaya, görülmeye başlandık. Ve bunun en ağır bedellerini de ödedik. Halen o atmosferlerden çok da çıkmış değiliz. Fakat Türkiye'nin Avrupa Birliği süreciyle kabuk çatlatıldı. Bir değişim talebinin tabandan halktan geldiğini görüyoruz. Merkezi otoritenin de bu değişimi öngören bir pozisyonda olmakla birlikte toplumsal talep ve beklentilerin tümüne cevap olabilecek köklü bir siyasal zihniyet anlayışına gittiğini bu aşamada ifade etmek biraz zor. O zaman birbirini tamamlayan iki soru ile devam etmek isterim sayın Öncü. Geçmişle kıyasladığınızda STK'cılık bugün hangi noktadadır? İsterim ki demokrasi platformu örneğinden yola çıkarak açıklayasınız. Gerçi olumlu bir rotaya girdiğini ifade ettiniz ama, biraz açmanızı istiyorum. Bugün varılan noktayı ifade etmeye, 17 Aralık 2004 itibariyle girilen Avrupa Birliği sürecini de katmak gerekir mi? Bu süreç acaba ne ölçüde STK'cılığı etkileyecek? Bu sürecin çok önemli gelişmelere yol açabileceği, Türkiye'nin idari, sosyal, siyasal, kültürel hatta ekonomik yaşamında önemli ve pozitif gelişmelere yol açabilecek bir süreç olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sürece sivil toplum örgütlerinin müdahil olabilmeleri bu süreci pozitif anlamda değişime götürebilecek bir ağırlık koyabilmeleri gerektiğine inanıyorum. Yani altını çizmemiz gereken husus, açık ve net olarak ifade etmek gerekirse, sivil toplum örgütleri kendi rollerini bu değişimi gerçekleştirebilecek şekilde 68 oynayamadılar. Bu bir realitedir. Türkiye'deki sivil toplum örgütlenmesini, Türkiye'deki sivil toplum anlayışıyla karşılaştırdığımızda aradaki uçurumun ne kadar büyük olduğunu hemen görebiliyoruz. O nedenle böyle bir süreç başlamışken, dış dinamiklerin müdahalesi, iç dinamiklerin kendini ortaya koymasıyla birlikte ortaya çıkan bu süreci bizim sivil toplum örgütleri olarak dört elle sarılıp tetiklemek ve daha ilerilere taşımak ve gelişmenin önündeki engellerin aşılması için bana sorarsanız merkezi otoritelerle diyalogu da geliştirerek ağırlığımızı koymamız gerekiyor. Yani sürecin kesintiye uğramasının sorumluluğunu sadece merkezi hükümetlere yüklemek çok doğru değildir. Çünkü toplumun talepleri ile merkezi hükümetlerle siyasal otorite arasındaki köprüyü kuran sivil toplum örgütleridir. Sivil toplum örgütleri bu noktada rollerini oynayabilmelidirler. Kendilerini geliştirebilmelidirler. Yine pozitif ve nitel anlamda da kendilerini geliştirebilmelidirler. Bu yapıldığı zaman zaten merkezi otorite de kendine bir pozisyon alacaktır. Sivil toplum örgütlerinin bu çıkışı ve bu müdahalesi karşısında yön arayacaklarına da inanıyorum. Tabii ki 17 Aralık sonrasını da gerçekten önemsemek gerekir. Türkiye'nin özgürlüğü açısından diğer temel bir olguyu da göz ardı etmemek gerekir. Yani bir yanda 17 Aralık sonrası süreç rotasına girmişken, Türkiye'de değişim iradesi çok net olarak ortaya çıkmışken; bunun sekteye, kesintiye uğramaması için bize göre Türkiye'nin diğer temel sorunları ile birlikte Kürt Sorununun da barışçıl ve demokratik çözümü gündemleşmelidir. Ve bu konuda demokratikleşme süreci başlamalıdır. Neden denirse, nedeni şu; iç barışını tesis edemeyen bir toplum, bir ülke, çok başarılı bir şekilde demokratikleşme anlamına gelen batı uygarlıkları içindeki yerini alabilmesi çok olanaklı olmuyor. Yani Kürt sorununun çözümü demokrasi platformunun da öncelikleri arasında veya en başında mıdır? Evet, en başat sorundur. Yani biz tek, düz anlayış ve mantıkla hareket etmiyoruz. Kuşkusuz Türkiye'nin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, işsizlik, istihdam, sağlık, eğitim, çevre gibi son derece yaşamsal sorunları vardır. Bunlar temel sorunlardır. Bunlar mutlaka çözümlenmesi gereken sorunlardır. Ve bunların çözümü için STK'lar katkı sunmalıdırlar. Perspektif sunabilmelidir. Alternatif programlar da sunabilmelidirler. Ama bununla birlikte bütün bu sorunların çözümsüzlük kaynağında yatan Kürt sorunu devasa bir sorun da vardır. Bu sorunu görmezlikten gelerek bunu bu güne dek sürdüren politik bir anlayışla yok sayarak Türkiye'nin 17 Aralık sürecinden sonraki süreci rahatlıkla sürdürebilmesi çok da olasılıklı olmadığının altını çizmek istiyorum. Sayın Diken siz de bu bölgede yaşıyorsunuz. Entelektüel bir şahsiyetsiniz. Bu konulara duyarlı birisiniz. Bakın, son 20 yıllık süreci projeksiyona tuttuğumuzda ne kadar büyük kayıpların, büyük acıların yaşandığını hepimiz 69 çok iyi biliyoruz. Mağdur ve tanıklarıyız. Eğer Kürt sorunu denilen sorun diyalog yoluyla demokratik bir tartışma zemininde konuşulmasına, tartışılmasına çözüm önerileri yolunda olanak sağlanmış olsaydı şu olacaktı. Bize göre Diyarbakır Demokrasi Platformu bakış açısıyla 4000'inin üzerinde köy yakılıp yıkılmayacaktı. Şiddet yaşanmayacaktı. On binlerce insanımız yaşamını yitirmeyecekti. Ve bugün resmi rakamlara göre 20 yıllık süreçte 200 milyar dolar bu savaş batağında heba olmayacaktı. Eğitime, sağlığa, kalkınmaya, istihdama harcanacaktı. Ama ne yazık ki tarihsel perspektif içerisinde de baktığımız zaman sorunun demokratik bir tarzda tartışılmasına olanak sağlanamadı. Tarih boyunca bu sorun özel yasalarla yok sayıldı. Dêrsim, Tunceli kanunlarıyla, sıkıyönetim kanunlarıyla, mecburi iskân kanunlarıyla hep yok sayılmıştır. Hep resmi bir bakış açısıyla yok sayılmaya devam edilmiştir. Şimdi geldiğimiz noktada, yani dünyanın 21. yüzyılında yaşamı sarsan demokratik girişimlerin yaşandığı dünya ölçeğinde Türkiye de artık bu değişimleri öngörerek dünyanın demokratik yapısı içerisinde yer aramak zorundadır. Zaten bunu da en azından beyan etmiştir. Tanzimat'tan bugüne kadar böyle bir çaba söz konusudur. Bugün önemli bir noktaya gelindi. Bu önemli gelişmeyi hepimizin aklı selim düşünerek sahiplenmesi gerekiyor. Çatışma kültürünü bir taraf bırakarak, dayanışma ve diyalog kültürünü esas almamız lazım. Türkiye'nin temel sorunlarıyla birlikte Kürt Sorunu da Türkiye'nin son derece önemli bir temel sorunu olduğunu kabul görerek bunu demokratik tartışma zeminine olanak sağlayacak bir çıkışa ihtiyaç var. Son olarak bu noktada şunu söylemek istiyorum. Bu, Türkiye'nin AB süreciyle ilgili olarak kaygılarımızı belirtirken bakınız Türkiye'den önce benzeri toplumsal koşullar altında olan ülkelere baktığımız zaman etnik nitelikli sorunlarını demokrasi rejimi içerisinde eksiksiz bir şekilde çözmüşlerdir. İşte yanı başımızda Yunanistan, Portekiz, İspanya çözmüşler. Bu ülkeler de bugün AB içinde çok önemli söz ve karar sahibidirler. Ekonomilerini düzlüğe çıkarmışlar. Ulusal kalkınmalarını sağlamışlar. Çağdaşlaşmanın, demokratikleşmenin sembolleri olmuşlardır. Eğer Türkiye gerçekten AB içinde yer almak istiyorsa kendi iç kamuoyuna yönelik olarak kendi ulusal ve toplumsal yapısı içerisinde Kürt sorununu mutlak anlamda bu ülkelerde olduğu gibi çözmek zorundadır. Bizim Diyarbakır Demokrasi Platformu olarak her zaman ifade ettiğimiz bir şey vardır. Bu konuda dayanışmadan yanayız. Diyalogdan yanayız. Ve demokratik katkı sunmaktan yanayız. Çağrılarımız da bugüne kadar hep bu yönde olmuştur. Biz şuna inanıyoruz. Şiddetsizlik mutlaka ve mutlaka esas alınmalıdır. Şiddetin yöntem dışına çıkarılması için sosyal koşullar yaratılmalıdır. Ne yapacaksınız? Çok basit. Biz Diyarbakır Demokrasi Platformu olarak iddia ediyoruz. Eğer bugün siyasal iktidar Kürt sorununun demokratik tartışmasına olanak sağlayacak düzenlemeler yaparsa, bir genel af çıkarırsa, biz bu konuda sorumluluk da üstlenerek açık söylüyorum 70 sorumluluk da üstlenerek şiddetin yöntem dışına çıkarılması konusunda, şiddetin potansiyel tehdit olmaktan çıkarılabileceğine inanıyoruz.Bu konuda da risk alıyor, sorumluluk üstleniyoruz. Yeter ki hükümet bu konuda samimi olarak bir adım atsın. Bu söylemleriniz sivil toplum örgütçülüğünün çok ama çok ötesinde. Aslında epeyce de ilerisinde söylemler. Hatta siyasal söylemler. Sanırım bunlar biraz da bölgenin gerçeklerinden kaynaklanan problemlerle ilgili mi? Farklı bir sivil toplumculuk modeli olarak mı algılamak gerek! Ne dersiniz sayın Öncü! Çok haklısınız. Biz şunun bilincindeyiz. Bakın sivil toplum örgütlerinin fonksiyonları, işlevselliği ile bölgedeki sivil toplum örgütlerinin pozisyonu ve işlevsellikleri zaman zaman farklılık arz ediyor. Bu farklılığı da doğru değerlendirmek gerekiyor. Şimdi eğer toplum yaşamına şiddet girmişse, eğer toplum yaşamını atomize eden, parçalayan eğer şiddet olgusu söz konusu ise sizin sivil toplum örgütü olarak önceliğiniz değişebiliyor. Burada gerçekten hakkaniyete uygun eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik ve barışçıl bir ortam olmuş olsaydı bugün siz bunları belki bizlere sormayacaktınız! Bu soruları yöneltmeyecektiniz. Diyecektiniz ki, sivil toplum örgütü olarak örneğin, TES-İŞ sendikasının enerji politikasına yaklaşımı, özelleştirmeye yaklaşımı nedir? Bu konulardaki çabalarınız nelere denk düşüyor gibi. Diye soracaktınız. Ve tabii ki biz de size bu yönde cevaplar verecektik. Ama bugün hayatı stabilize eden, insanlarımızı yerinden yurdundan söküp atan, binlerce köyü yakıp yıkan, binlerce insanımızın yaşamının yitmesine neden olan ve ekonomiyi çökerten, bölgenin en önemli kaynağı hayvancılığı tarımı bitiren, çevreyi yok eden savaş olgusu söz konusu. Ve halen bunun tehlikesi de geçmiş değil. Yaşanan travmaları halen onarmış değiliz sayın Diken. Belki bu şunu da tetikliyor mu? Bölgede halkın siyasal tercihleri konusunda siyasal temsiliyetin önünde sıkıntıların yaşanması, bölgede sivil toplum örgütlerine farklı misyonlar yüklenmesini ve yükümlenmesini beraberinde mi getiriyor demeye getiriyorsunuz! Çok doğru. Şimdi hep çok doğru diyorum dikkat ederseniz. Çünkü siz de bölgede hayatın içindesiniz. Ve özellikle bölgede sivil toplum örgütlerinin konumunu, durumunu, pratiğini çok yakından bilen ve sivil toplumculuğun bizatihi içinde olan bir arkadaşımızsınız. Bizlerin zaman zaman ifade etmek istediklerimizi de belirtiyorsunuz. Şimdi bakın eğer siyasi partiler yasasında şöyle bir reform olmuş olsaydı, bütün toplum bileşenlerine adaletli temsiliyetlerinin parlamentoda temsiliyetlerini sağlayan bir yasal düzenleme olmuş olsaydı, emin olun ki her şey çok rahat çözüme kavuşurdu. Örneğin siyasal partiler için yüzde 10 71 barajı çok yüksek bir rakamdır. Siyasal katılımın önünde çok ciddi bir engeldir. Yani bizim bütünleşmek istediğimiz ve model aldığımız batıda bu böyle değildir. Bölgede olan şu; yüzde 60-70-75 oy alıyorsunuz. Ama temsil edilemiyorsunuz. Yüzde 75-80 gibi ezici çoğunluğun temsiliyetini almış olan bir parti olarak sizin yerinize sizi temsil etmeyenler parlamentoya milletvekili olarak seçilmiş sıfatıyla gidiyorlar. Ve bu seçilenlerin Diyarbakır Demokrasi Platformu açısından meşruiyetleri çok açık olarak tartışma konusudur. Belki seçilmeleri yasal ama meşru değildir diyorsunuz sanırım! Evet, evet. Yasaldır ama hukuki meşruiyet açısından da tartışmalıdır. O nedenle çok doğru ve çok önemli bir noktaya temas ettiniz. Eğer yüzde on'un altında bir baraj söz konusu olsa yada baraj denilen illet hiç olmasa bütün toplum kesimlerinin parlamentodaki adaletli temsiliyeti söz konusu olsaydı Diyarbakır Demokrasi Platformu çıkıp siyasal angajman içerisinde olamazdı. Bu talepleri dile getirmez/getiremezdik. Ama samimi olarak ifade edeyim ki böyle bir durum yok! Toplumun bu alandaki beklentilerini hangi araçlarla dile getireceksiniz sorarım. Ya STK'lar getirecek. Yada parlamento dışındaki siyasal partiler üstlenecek. Veya farklı toplumsal kesimler mutlaka dile getireceklerdir. Çünkü toplum bileşenlerinin vazgeçilmez talepleridir bunlar. Halkın bölgedeki STK'lardan beklentileri bu yönde mi acaba? Sizin anlatımınızı ben en azından böyle anlıyorum! Kesinlikle doğrudur. Son olarak şunu öğrenmek istiyorum. Başta söylediniz ama yine de sorayım. Diyarbakır Demokrasi Platformunun model olduğunu anlattınız. Bölge illerinde de örnek alındığını ifade ettiniz. Bu çerçevede Diyarbakır Demokrasi Platformu kendi dışındaki diğer Demokrasi Platformlarıyla ve başka sivil toplum kuruluşlarıyla ulusal yada uluslararası partner ilişkileri geliştirebiliyor mu? Ortak bir takım etkinlikler oluyor mu? Yada yapılamıyorsa bunun önündeki engeller nelerdir? Evet kuşkusuz biz bölgedeki diğer STK'larla, diğer demokrasi platformları ile ciddi ilişkiler içindeyiz. Bunun somut pratiğini de geçmişte ve bugün halen yaşıyoruz. Örneğin biz bölgenin 22-23 ilinde örgütlü olan sivil toplum örgütleri ile demokrasi platformları ile çoğu kez ortak bir duruşu sergiliyoruz. Toplumun ortak taleplerini ifade eden konularda deklarasyonlar yayınlıyoruz. Birlikte paneller yapıp raporlar hazırlıyoruz. Ülke yönetimine birlikte bu raporları sunuyoruz. Başbakan'a, Cumhurbaşkanı'na varıncaya kadar çok idealize edilmiş bir 72 düzeyde olmasa bile organik ilişki ve ortaklaşma pratiği devam etmektedir. Platformlar açısından bu böyledir. Biz bölge demokrasi platformlarını önümüzdeki sürecin önemine, değişim dinamiklerine daha uygun hale getirmek açısından da bir takım konferanslar, paneller düşünerek daha dinamik bir yapıyı nasıl ortaya çıkarabileceğimizin hazırlık ve çabası içinde olacağız. Ama platform üyesi olmayan diğer kurumlarla geçmişte de bugün de diyaloglarımızın olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim. Örneğin Diyarbakır'da biz toplumu ilgilendiren, bölgeyi ilgilendiren önemli bulduğumuz sorunlar konusunda kesinlikle defalarca bu örgütlü yapılara gitmişizdir. Örneğin Ticaret ve Sanayi Odası gibi kurumlarla defalarca görüştük. İhtiyaç oldukça siyasi partilerle de görüşüyoruz. Sermaye gruplarıyla görüşmelerimiz oluyor. En azından bir dayanışma ve diyalog kültürü gelişmesi anlamında da birebir ilişki olduğunu ifade edebilirim. Çoğu kez de birlikte hareket ettiğimizin somut göstergesi olarak da ortak metinler yayınlamış durumdayız. Ama bizim açımızdan bu ilişki çok da arzu ettiğimiz noktada değildir. Halen bir takım hassasiyetler vardır. Bu süreç bana göre eğer rotasında ilerler ise kesintisiz gelişirse her birimiz istenilen düzeyde katkı sunabilirsek bu hassasiyetler de kendiliğinden ortadan kalkacaktır.Ve bu ilişki ağı daha iyi bir şekilde örülebilecektir. Bizim arzumuz ve pratiğimiz bu ilişkinin daha da üst düzeyde gerçekleşmesidir. Yani platform üyesi olmayan bölge genelindeki Diyarbakır özgülündeki kurumlarla daha samimi ilişkiler içerisinde olabilmektir. Birlikte bir toplumsal verimliliği ortaya çıkarabilmektir. Bunu oldukça önemsiyoruz. Bu ilişkiler Türkiye'nin değişimi açısından da önemlidir. Altı çizilmelidir. Uluslararası ilgiyi nasıl yorumluyorsunuz? Dışarıdan gelen heyetler sizi bir referans gibi algılıyor. Türkiye kamuoyunda da bu durum merak nedeni. Çok ziyaretçiniz oluyor gibi. Bazı iş birliği önerileri de geliyor mu? Bunun sizce olumlu yada olumsuz yanları var mı? Şimdi tabi bizim algılamamız açısından çok önemsiyoruz. Ve çok pozitif görüyoruz. Ama tabii ki yerel ve resmi makamların algılamasını çok pozitif değil. Farklı değerlendiriyorlar. Hatta İnsan Hakları Deneği platform üyesidir. Yabancı heyetlerle yaptığı görüşmeler nedeniyle soruşturma geçiriyor. Yani bu dünyanın hiçbir yerinde olmaz. Çağdaş demokratik değerlerle izah etmek mümkün değil. Hatta bu durum çağın utancı ve ayıbıdır da! Kimin kiminle görüşeceğine halen yerel resmi makamlar icazet veriyorsa, ya da trafik polisi örneğindeki gibi şurada dur, şurada geç şeklinde bir anlayış kabul edilemez. Ve bu Türkiye'ye zarar verir. Bu nedenle iki çerçevede soruna bakmak gerek. Bizler sizin de ifade ettiğiniz gibi her zaman uluslararası çalışma gruplarıyla, STK'larla birlikteliği dayanışmayı ve ilişki geliştirmeyi önemsemişizdir. Bu konuda önemli deneyimimizin olduğunu ifade etmek gerekir. Ve geride bıraktığımız uzun yıllar itibariyle STK'lar ile bir 73 araya gelerek Türkiye'nin temel sorunlarını kendileriyle paylaşmışızdır. Bu pratiğe katkılarının ne olabileceğini de birlikte kararlaştırmışız. Bu ilişki devam etmektedir. Hatta iki yıldan beridir gündemimizde şu var. Medeniyetler Buluşması gibi devasa bir projemiz söz konusu. Ne yazık ki bu projeyi hayata geçirme konusunda son derece önemli sıkıntılar içerisindeyiz. Finansmandan tutun organizasyonun diğer detaylarına varıncaya kadar sıkıntılarımız var. Arayışlarımız da devam ediyor. Diğer çerçeveye baktığımızda halen buraya gelen bizlerle ilişki geliştiren yabancı STK'lar Diyarbakır sokaklarında izleniyor. Ne konuştuklarımız merak ediliyor, v.s. İşte bunlar sıkıntı kaynağıdır. Olmamalı! Umuyor ve diliyorum ki bunlar da kısa sürede aşılır. Demokrasi rayına oturur. Herkes eteğindeki taşları döker ve rahatlar. Demokrasi platformunun felsefesi barış felsefesidir. Demokrasi, çoğulculuk, katılımcılık, eşitlik, adaletin tecellisi felsefesidir. Biz bu konuda üstümüze düşeni yerine getirmek çabası içinde olacağız. Bugüne kadar resmi kurumların Diyarbakır Demokrasi Platformuna yaklaşımları olumlu olmadı. Gün gelecek daha iyi anlaşılabileceğiz. Türkiye'nin aydınlık geleceğine ne kadar bağlı olduğumuzu herkes görecek. Katkılarımızı toplumlar tarihi açısından herkes görecek buna inanıyorum. Son sorum ve gerçekten bitiyor. Türkiye'de Sivil Hayat ismiyle kitap olacak konuştuklarımız. Demokrasi Platformu adına Türkiye'de Sivil Hayatı nasıl görüyorsunuz? Aynı zamanda sivil hayatın bugünü ve geleceğini de! Ben Türkiye'deki mevcut sivil hayatı yeterli bulmuyorum. Bunu geliştirmek, sivil topluma daha fazla önem vermek, sivil toplumun geliştirilmesine yönelik köklü değişiklik ve değişimi yaratacak projelere sahip olabilmek gereklidir. İnanıyorum ve kendimizi bu konuda gözden geçiriyorum. Gelecek konusunda da umutluyum. Yarın eminim bugünden daha iyi olacak. Ve sizin gibi sivil hayatı önemseyen, sivil toplum anlayışını, mücadelesini önemseyen bu konularda büyük emekler verenler oldukça gelişme daha iyi olacak. Yürekten inanıyorum. * İletişim Adresi Ali Öncü (Dönem sözcüsü) Tel : 0 412 229 39 94 e-mail : [email protected] 74 Dicle-Fırat Kültür Merkezi* Edip Berk-Başkan Hasan Şeker-Başkan Yardımcısı Önce Dicle-Fırat Kültür Merkezini tanıyarak başlayalım. Hangi ihtiyaçtan doğdu? Hangi temellerin üzerine bina edildi? Neler yapar merkeziniz? Edip Berk : Dicle-Fırat, yılların birikim ve ihtiyacından kaynaklanan bir kültürsanat girişimi. Daha önceleri, özellikle son 25 yıldır, 12 Eylül 1980'den bu yana sivil toplum hareketliliği alanında çok arzulanan şeyler yoktu. Bu alan rahatlıkla çalıştırılmıyordu da! 1993 ve 1997'de iki kez Diyarbakır'da Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) kuruldu. Kısa bir süre içerisinde iki girişim de kapatılmakla sonuçlandı. Hatırladığım kadarıyla yöneticileri de tutuklandı. Şimdilerde Diyarbakır bir milyon nüfusa sahip bir kent. Okuyanı, gençliği, sanat ve kültür ilgilisi çok olan bir yer. Diyarbakır tarihte de bir kültür kenti olarak biliniyor. Biz böyle bir ihtiyacın ve boşluğun olduğunu biliyorduk. Buradan yola çıkarak böyle bir kültür-sanat merkezini kurmanın buradaki insanın ciddi bir ihtiyacına karşılık vereceğini de algılamıştık. Buranın kuruluşunun özellikle Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin kaldırılması sürecine denk getirdik. OHAL 2002 Kasım ayında kaldırıldı. Biz de burayı 2003'de kurmaya başladık. 2002'de Diyarbakır sur içinde şimdi içinde yer aldığımız eski tarihi dokusu olan bu binayı kiraladık. Avukat, yazar, iş adamı ve değişik mesleklerden bir grup arkadaşla birlikte bir girişim olarak başladık. Daha elit kesimden çok, halkla birebir ilişki kurabileceğimiz böyle eski şehir dokusu içerisinde sokaklar arasında bir mekânı tercih ettik. OHAL kalktı. Hemen bir ay sonra da bu binanın tadilat çalışmalarına başladık. İhtiyacımıza uygun hale getirdik. Kütüphane için bir bölüm ayırdık. Atölyeler için sınıflar oluşturduk. 2003 Nisanına doğru da açılışımızı yaptık. Şirket olarak kurulduk. Ama kâr amacı gütmekten çok sosyal amaçlı olduğumuzu da deklare ettik. Hasan Şeker : Aslında bir milyonluk bir kentin son yıllarda yaşadığı travmalar kentte ciddi kültürel boşluk yaratmıştı. Çatışma ortamı bu yönlü ihtiyacı ikinci plana itmişti. Ama kentte çok ciddi bir ihtiyaç da vardı. Kent, kültürel, sanatsal çalışmalara susamıştı. İnsanları belki de o travmadan kurtaracak en temel çıkışlardan biri de sanatsal çalışmalar olacaktı. Bu belki de uzun süre ihmal edilmişti. Hem de tüm kesimler tarafından. Çok fazla gereksinim de sanki duyulmamıştı. Diyarbakır'da büyük bir üniversite var. Dicle Üniversitesi. Yaklaşık 15 bin öğrencisi var. Ama sanatsal çalışmalar daha çok kafelerde yürütülüyordu. Bu kafeleri elbette küçümsemiyorum. Onlardan ihtiyaçtan doğmuştu zaten. Sanatı oralardan çıkarıp biraz daha halkla buluşturmak gerekiyordu. Böyle bir ihtiyaç da vardı. Yine gençliğin bu tür çalışmaları 75 yapacağı yerler de yoktu. Onlara yol göstericiler de yoktu. Bu anlamda DicleFırat bir işlevselliğe de büründü. Geçen yıl (2004) ilkokul çağından üniversitelilere kadar yaklaşık 800 genç üçer aylık devreler şeklinde çeşitli dallarda sanat eğitimi ve etkinliklerine katıldılar. Bunların bir kısmı kalıcı olup çalışmalarını devam ettiriyorlar. Bir kısmı da eğitimlerini bitirip ayrılıyorlar. Giderek hem bir ilgi oluşuyor. Hem de yapılan etkinliklerin, yaşanan toplumsal travmayı hafifletici etkisini görüyor, izliyoruz. İnsanlar aktiviteleri ile farklı alanlara yöneliyorlar. Edip Berk : Bir ekleme daha yapmama izin verin. Biz kuruluşumuzdan hemen sonra çok büyük bir akına uğradık. İlgi odağı olduk. Bir anda 11-12 yerel müzik grubu, hatta 20'ye yakın müzik grubu başvurdu da, kısıtladık. Bütün amatör tiyatro grupları bizim çatımız altına girdi. Resim alanında 100'e yakın insan bize geldi. Sinema alanında hemen ciddi bir grup oluştu. Bir anda 5000 kişiye yakın bir kitlemiz olmuştu. Bunun nedeni de; birincisi çok ciddi ihtiyaç vardı. Ve biz bu ihtiyaca doğru cevaplar veriyorduk. Biz siyasi bir kurum değildik. Daha çok bir kültür, sanat kurumu olduğumuzu her fırsatta dile getiriyorduk. Bu alanda ciddi olarak profesyonelleşerek gelişmeyi hedeflemiştik. Bir de şu vardı; dışarıdan sırf sivil oluşum olsun diye ortaya çıkmamıştık. Hani devletin bu türden laf olsun diye çabaları var ya! Biz öyle olmak amacıyla ortaya çıkmamıştık. İşte bu duruşumuz bizi tam anlamıyla bir sivil toplum örgütü haline dönüştürdü. Bu duruşu görenler ciddi bir emek, çaba ve sanatsal birikimin tüm gerekliliğini fark ettiler. Ve daha çok yöneldiler. 5000 kişilik bir ilgi odağı olmak, zamanla tuttuğumuzun da kanıtı oldu. Peki o halde şuraya gelelim. Aslında ip uçlarını verdiniz. Bir sivil toplum hareketi olarak Dicle-Fırat'ı nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanımlama ve ilgi alanınız ölçeğinde başta belirlediğiniz misyonunuza uygun davranabiliyor musunuz? Dediniz ya, siyasetle çok haşır, neşir olmayan, daha çok sanat ağırlıklı bir misyon! Bu misyona uygunluk ne durumda! 2,5 yılı değerlendirirken geride kalan ne? Edip Berk : Şunu fark ettik ki, kültür ve sanat iki farklı kavram. İki farklı üretim. Bu kadar çok derin boyutların olduğunu çalışmalara başladıktan sonra anladık. Kültürden, sözlü tarihten tutun, gelenekselleşmiş çabalara varıncaya kadar; çocuk yetiştirmeden tutun, kayıt altına alınmamış işlere varıncaya kadar çok ciddi bir zenginlik var. Hatta ilk yaptığımız işler halkın üretimlerini ortaya çıkarıp ilgilisiyle buluşturmak oldu. Aslında itiraf etmek gerekir ki, kültür alanında çok fazla da yetkinleşemedik. Çok ciddi bir sosyolojik alan araştırmasına ihtiyaç var. Büyük kadrolar da lazım. Finans ve sunum boyutu da var tabii. İşin bir diğer boyutu da sanat alanıydı. Sanat işi biraz daha bireysel ve grupsal üretim. Ama güncel üretim aynı zamanda. Sanat alanında daha somut daha hızlı daha net ürünler ortaya koyabildik. Bu alanda yoğunlaştık. 76 Kültür alanında henüz işin başında olmakla birlikte, sanat da yol ket ettik. Aslında kültürde biraz geleneksel dengbêjlik konusunda yol aldık. Dengbêjliği yeniden gündeme getirdik. Diyarbakır'da düzenlenen Edebiyat Günleri ve Kültür-Sanat Festivallerinde Büyükşehir Belediyesi'ne, Dicle-Fırat'ın katkıları da oldu mu acaba? Ben oldu diye biliyorum. Birazcık katılımcılık boyutunu da işin içine katarak bu boyutu da konuşalım mı? Hasan Şeker: Ben birazcık objektif kriterlerle devam edeyim. Aslında ne kadar ve ne yaparsanız yapın bu denli politize bir ortamda kendinizi güncel politik gelişmelerin dışında tutamıyorsunuz. Bu toplumdan gelen bir baskıdır. Sizi politize ediyor. Politik alana yönlendiriyor. Hem de sanatsal üretimlere yansıyor. Aslında devletin yaklaşımı da aynı tarzda. Söylem ve davranışlarla teorize ediyor. Halen de bu sıkıntılar tam aşıldı denemez. Böyle olunca kendi asıl ilgi alanımıza tam yoğunlaşamadık. Uzun süre bocaladık. Bu bocalama süreci elbette verimi de düşürdü. İkincisi Edip'in de dediği gibi bu sıkıntılar sanatsal üretime de yansıyor. Sanatsal üretimle de asıl hedeflenen daha çok yerel kültürü biraz daha işlemek bunu biraz evrensel ölçülerle yorumlamak gerekiyor. Edip Berk : Aslında belki sansürlemeden estetize etmek şeklinde formüle edilebilir. Hasan Şeker: Evet. Tam da öyle. Güncel politik gelişmeler ve toplumun yaşadığı uçlaşmalar uzun bir süre bizdeki sanatta biraz siyasi yönü ağır basan, biraz daha politik söylemlerin öne çıktığı bir üretim, bir sanat çalışması oldu. Fakat son dönemlerde bu önemli ölçüde aşıldı diyebilirim. Tabi etkileri halen var. Devam ediyor. Diğer taraftan son süreçte yaşanan genel boşluktan da söz edilmişti. O boşluğu birazcık giderme noktasında mümkün olduğunca sadece kendi gruplarımızın değil daha geniş kesimlerin ilgi alanına dahil olmasını istedik. Mesela dengbêjlerden söz edildi. Köyünden, yerinden, yurdundan göç ederek gelmiş yaşlı, genç kent yaşamı içinde boğulmaya doğru giden insanlar için de kendilerini buldukları bir yer haline gelmeye başladık. Bunu mümkün oldukça sağlamaya çalıştık. Bir çeşit kültürel, sanatsal rehabilitasyon gibi mi algılamak gerekir yani! Hasan Şeker: Evet. Belki de en doğru ifade bu çünkü. Bizim asıl işlerimiz de eğer becerebilirsek, yapabilirsek en önemli katkımız bu alanda olacak. Peki Hasan hoca şunu atladık sanırım. Katılımcılığı esas alıyorsunuz da! Halkın ilgisi, desteği ne durumda! Bu destek ve ilginin zaman, zaman kendi içinizde de analizini yapıyor musunuz? Katılımcılık, halk 77 desteği ve içsel arama toplantıları gibi! Ve ortaya çıkan verilerin işleyişe, aktiviteye dönüşmesini konuşalım! Hasan Şeker: Bu konuda şöyle bir sıkıntımız var. Geçmişten beri oluşa gelen genel bir mentalite var. İşin doğrusu bu bizi daraltıyor. Biz kendimizi daralttık. Kültür ve sanat alanı alabildiğine geniş ve zengin. Bu şehirde yaşayan insanların kendi renklerini içerisinde bulabilecekleri bir alan olması gerekiyor. Düşünce olarak biz buna inanıyoruz. Felsefemizi de bunun üzerine oturttuk. Ama pratikte çok fazla hayata geçiremedik. Çok fazla genelleştiremedik. Biraz belli bir kesimle sınırlı kaldık. Bu katılımcılığı önemli ölçüde sınırladı. İnsanların bir kesimi ilgi duymalarına rağmen politik yönün öne çıktığı dönemlerde uzak durdular. Veya belki de biz uzaklaştırdık. Bu yönü de var. Henüz bu sıkıntıyı aşamadık. Bu bizim cidden üzerinde durduğumuz, sorun olarak gördüğümüz temel noktalardan biri. Bunu aşmaya çabalıyoruz. Edip Berk: Olabildiği kadar açık görüşlü, tarafsız, anlamaya çalışan bir yöntemi geliştirmeye çalışıyoruz. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi genel olarak içerik konusunda müdahaleci olmadık. Mesela bizim için, bestelenmiş bir şarkının Kürtçe ya da Türkçe olması önemli değil. Aşkı ya da işkenceyi anlatması da önemli değil. Önemli olan o üretilenin ne kadar estetikle ve de içtenlikle üretildiğine bakıyoruz. Bir de insanlar üzerinde ne kadar etki yaratacak ona bakıyoruz. Böylesine büyük bir ihtiyaç ve ciddi bir durum. Ama olanaklar çok kısıtlı. Mesela bize 20'ye yakın kaset yapma önerisi geldi. Ama bir müzik kasetinin prodüksiyonu 30 milyar liraya mal oluyor. 30 dolayında kitap basma teklifi geldi. Seçici olduk. Çoğu kez de finansman boyutu ortaya çıktı. Bir ara yemekhanemiz vardı. Burada çalışanlara yemek çıkarıyorduk. Oraya gelmişken Dicle-Fırat'ta kaç kişi çalışıyor? Edip Berk: Gönüllülük temelinde bizde çalışma esastır. 6-7 kişi düzenli olarak ve ücretli çalışıyor. 40-50 arasında değişen sayıda da gönüllü çalışanımız var. Fikirleri ve üretimleriyle katılanlar var. Ama 300'e yakın da ayrıca kadromuz var. Yemekhaneyi anlatıyordum. Yemek yapmaya başladık. Bir de baktık ki, yemekhaneden yararlananların sayısı günlük olarak 500 kişiye çıkmış. Bir yıl aksatmadan sürdürdük. Takdir edersiniz ki, çok ciddi bir maliyet. Bir yıl ve her gün 500 kişiye yemek. Bir de atladığımız bir boyut daha vardı. Kuruluşumuzun etkileri, dolaylı sonuçlarından biri, burayı kurarken haklı olarak çok fazla resmi işlemlerimiz oldu. Bu işlemlerde yaptığımız her şey, terörize bir eylem gibi algılanıyordu. Özellikle emniyetten. Her şey ama her şey en ince ayrıntısına kadar inceleniyordu. Bir ip ucu bulununca da problem çıkarılıyordu. 78 Bu aşamada sormak istediğim soru şu: Dicle-Fırat Kültür Merkezi aslında siyasal arka planı olan, siyasal bir zemin ve geri beslemesi olan bir kurumsal yapı. Her ne kadar iki yıllık bir kısa geçmişi var gibi gözükse de, öyle olmadığını biliyoruz. İşte öncesinde 15-20 yıllık Mezopotamya Kültür Merkezi geçmişi var. Yani basit, sıradan bir kent kültür, sanat merkezi değil. Bunu böylece bütün herkes biliyor. Devlet de yerel iktidar odakları da biliyor. Sokaktaki vatandaş da biliyor. Şimdi bu çerçevede devletin resmi kurumlarının bu kurumsal yapıya bakışı nasıl? Devletin kurumlarıyla ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Mesela örgütlenme özgürlüğünüze, serbest çalışabilme alanınıza engeller, müdahaleler söz konusu olabiliyor mu? Ya da bu yeni dönem itibariyle daha rahat bir şans yakaladık diyebilir misiniz? Edip Berk: Dedim ya! Beslendiğimiz damarlara bir şekilde ilgi göstermek zorundayız. Beslendiğimiz damar halktır. Bu diyelim ki köylüdür. Yerine göre siyasi bilinci olmayan bir dengbêjdir. Veya bir gençtir. İçindeki yalnızlığını, öfkesini ifade etmek isteyecektir. Ama sonuç da buralar Kürtlerin yaşadığı yerlerdir. Ve bu insanlar bir şekilde kendilerini ifade etmek istiyorlar. Şimdi bize bu türden ürünler geliyor. İstanbul'daki insanın yaşadığı sorunları yaşamıyoruz. Daha farklı şeyleri yaşıyoruz. Mesela biz 1993'lerde Hizbullah terörünü yaşadık. Bilinç altımızda büyük bir karanlık dönemdir o yıllar. İnsanların büyük çoğunluğu demografik bir alt üst oluşu yaşadı. Diyarbakır'ın nüfusu 350 binden 1,5 milyona dayandı. Kuşaklar arasında çatışmalar oldu. 8-9 çocuklu 3 eşli birinin yetişen yetişkin kızları, oğulları ile karşı karşıya kaldık. Aileden başlayan çatışmalarla karşı karşıya kaldık.Ve kendini arama, kendini bulma çabaları gündeme geldi. İnsanlara sen böyle düşün, şöyle düşünme demedik. İnsanlar ne istiyorsa, ne düşünüyorsa bunu bir şekilde işleyerek insanlara sunmak istedik. Bu anlamda bizim beslendiğimiz damar halk oldu. Burada yaşananlar oldu. Burada yaşatılmak istenenler oldu. Buradaki insanlar artık kendi bireysel var oluşlarını gerçekleştirmek istiyorlar. Kendini birey olarak ifade etmek, bireysel mutluluktan haz almak istiyor. Bu bireysel mutluluk ve hazzın içinde elbette siyaset de var. Sosyal ihtiyaç da var. Kültürel talepler de var. Çok boyutlu bir olay yani! Bu anlamda biz fabrikasyon bir imalat yapmadık. Ne aşırı bir siyasal dayatma olabilir. Ne de devletin istediği gibi Kürt sözcüğü yanlıştır, filan mevzuuna girebildik. İşte bu manada resmi işlemlerde biz terörist odağı olarak damgalanıyorduk. Ve bizim yaptığımız her şey de terörist bir eylem olarak algılanıyordu. Ben tiyatroda Amerikalı bir oyun yazarının “Ölüleri Gömün” adlı bir oyununu sahnelerken bile o oyunda öküzün altında buzağı arandı. Biz öncelikle alt düzeyde devlet kademelerinin, emniyetin alt düzeyinde çok hırpalandık. Devletin problemi altta başlıyor. Alttan bir aydınlanmaya ihtiyaç var. Çünkü alt düzeydeki şahsiyet ya çok aşırı ırkçı yada dincidir. Ya der ki “Kürt yoktur”. Yada der ki “yaptığınız Komünistliktir”. Mesela derler ki, “zaten 79 Müslüman'ız, Kemalist'iz, Devletçiyiz başka şeye gerek yok. Üniter devlete zarar vermeyin” filan diye. Alt basamaktaki devlet memurlarının bir çoğu ideolojik anlamda doldurulmuş insanlar. Zaten bunun için özel bir çaba da gerekmiyor. Zaman ve süreç içerisinde koşullar insanları bu hale getiriyor. Bu durum insanların demokrat oluşunu ciddi ölçüde engelliyor. Yani ben en alttaki bir polisten çektiğim sıkıntıyı amirinden çekmedim. Ya da yerine göre bir fanatik komiserden çektiklerimi müdüründen çekmedim. Bir gün artık dayanabilecek bir hal olmaktan çıktı ve dayanamıyorum tıkanıyorum noktasına geldim. Polisler sürekli gidip geliyor. Ve bir gün 60 polisle, 4'ü terörle mücadeleden, Jitem'den, Mit'ten, bilmem daha nerelerden merkezimizi bastılar. Altı saat muhasara altında kaldık. Tek tek arandık. Sorgulandık. Normal bir işleyiş değildi. Baktım olacak gibi değil. Yönetici kimliğimle Vali Yardımcısına çıktım. “Sanat işi yapıyoruz. Bırakın işimizi yapalım” dedim. “Bizim kültür, sanatımız budur” dedim. Ondan sonra biraz düzelme başladı. Şimdi daha olumluya doğru gidiyoruz. Yaklaşımlar biraz daha yumuşadı gibi. Birebir taciz edilmiyoruz artık. Çok ciddi sıkıntılar yaşadık. Ben bir dilekçenin 8 yerde dolaştığını bilirim. Her bir masaya ayrı ayrı ifade vermek zorunda kalıyorduk. Ama zaman içinde her şey daha rayına oturdu. O halde şu soru akla geliyor. Gerçi Edip Berk geçmişle kıyasladığında bugün daha iyiye doğru bir gidişin olduğunu söyledi de! Dicle-Fırat Kültür, Sanat Merkezi perspektifinde sivil toplumculuk nasıl görünüyor? Ayrıca 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan AB süreci konusunda Türkiye'de sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü anlamında Dicle-Fırat'tan yola çıkarak bir fırsat oluşması mümkün olabilir mi sizce? Hasan Şeker: İşin doğrusu bizde daha geçmişten beri tartışılan sivil toplum anlayışı veya nasıl olması gerektiği epeyce gündem tuttu. Veya çokça tartışıldı. Bizim siyasi geleneğimizde, sivil toplum gerekliliği üzerinde bir egzersizimiz de vardı. Yeni dönemde de biz Türkiye'de AB'ne doğru yüzler dönülmüşken sivil toplumun temel motor güç olacağı konusunda bir inanca sahibiz. Ve bu aynı zamanda genel bir kanı halinde. Onun için Diyarbakır'da son dönemdeki sivil toplumculuk girişimleri epeyce umut verici. Bir dönem kargaşa yaşandı. Sivil toplum hareketi nasıl olabilir? Nasıl etkin olunabilir? Kent yaşamında, siyasal alanda nasıl işlev sahibi olunabilir? Diye sorgulandı! Bu çok fazla belki anlaşılmadı. Ondan dolayı kargaşa yaşandı. Ama şimdi daha organize bir halde. Giderek sadece yerel düzeyde değil. Türkiye düzeyinde de, uluslararası anlamda da sivil toplumculuk ivme kazanıyor. Bir diğer nokta ada biraz daha insanlar yasal çerçeve içinde düşünme veya 80 resmi prosedürler içerisinde bir takım işler yapmanın dışında kendilerine güvenleri artıyor. Kendi çaplarında demokratikleşmeden tutun, diğer tüm alanlarda yapabileceklerinin olduğuna kanaat giderek artıyor. Sanırım bu çerçevede Dicle-Fırat'ın da mütevazı bir katkısı oluyor. Edip Berk: Sivil toplumculuk çalışması temelde toplumsal ihtiyaçlardan, toplumsal durumlardan hareketle bir inanmayı, bu inanmaya yönelik bir katılımı, gönüllülüğü ve bu gönüllülükten hareketle bir çabayı gerektiriyor. Gerçekten sivil toplumculuk bir inanç meselesidir. Bakarsınız ki binlerce sokak çocuğu vardır. Çöpten beslenir. Bundan çok fazla etkilenirsiniz. Ve “ben insanım bu insanlara nasıl yardımcı olabilirim, neler yapabilirim” dersiniz. Veya bakarsınız ki on binlerce genç, gençtir. Çeşitli sapkınlıklara, fuhuştan tutun, uyuşturucuya yöneliyorlar. Bu gençliğe nasıl yardımcı olunabilir anlamında katılımcılığa soyunulabilinir. Bu bir ekip işidir. Şimdi bu manada özellikle Diyarbakır'da ciddi hareketlenmeler ve inanışlar var. Mesela son tsunami olayında küçük kızım her gün bana “Baba, para gönderdin mi?” diye soruyordu. Ben bir çok insanın oturup ağladığını biliyorum. Bir tür toplumsal bilinç, toplumsal duyarlılık gibi algılanmalı her halde! Edip Berk: Evet. Kelimenin tam karşılığı duyarlılıktır. Ama sivil toplum örgütçülüğü çok zordur. Kaynak gerektiriyor. Ekip işi olması dolayısıyla birliktelik gerektiriyor. Başlangıçta çok zorluklar çektik. Ortak akıl, ortak sağduyu lazım. Ortak çalışma azmi gerek. Bir de Edip kardeşim. Her şeyden önce sanki biraz gönül işi mi ne! Bu sivil toplumculuk. Gönül koyma işi sanki. Gönüllülük yoksa, paran, pulun olsa da bir anlam ifade etmiyor sanki! Edip Berk: Ona geliyorum. Evet gönül işi. Bir de ortak çalışma bilinci. Ekipte herkesin üzerine düşen bir görev var. Bizim Diyarbakır'da herkes birbirinin işine karışır. Karışıyoruz da! Herkes her şeyi bilir. Herkes hemen bildiklerini dayatmaya çalışır. Ama Dicle-Fırat bence iyi bir örnek oldu. İnsanlar kendi fikirlerini dayatmıyorlar. Kendi dayattığı düşüncenin de karşıdan eleştirilebileceğini biliyor. Doğru ise destekleneceğini de biliyor. Ben Diyarbakır'da sivil toplumculuğu Ankara ve İstanbul'dan daha önemli olarak görüyorum. Bu noktada bizler sivil toplum çalışmasını öğrenmeye başlıyoruz. Özellikle 17 Aralık'tan sonra bu daha çok böyle. Toplum bütün hücrelerine kadar açık hale geliyor. Bütün hastalıklar, sıkıntılar ortaya çıkıyor. Boşluklar daha net olarak gözüküyor. Bence Türkiye'de sivil toplumculuk birkaç istisna dışında ciddi olarak henüz yok. Ama bundan sonra çok iyi örnekler modeller ortaya çıkacak. Sivil 81 toplumculuğun, toplumsal gelişmeye çok büyük katkıları olacağına inanıyorum. Diyarbakır son beş yıldır tarihten gelen gücü ve kimliğiyle yeniden kültürel Rönesans yaşıyor. Belediye olsun, diğer kurumlar olsun, STK'lar olsun kültüre sanata çok daha ilgi gösterir oldular. Diyarbakır ismi geçtiğinde herkes güzel kültürel sanatsal organizasyonlar yapan bir kent imajı düşünüyor. Bu yönüyle baktığımızda siz Dicle-Fırat Kültür Sanat Merkezi olarak gerek kendi alanınızla ilgili gerekse alanınız dışındaki yapılarla partner ilişkileri, ortaklıklar, iş birlikleri oluşturabiliyor musunuz? Ya da programatik manada gündeminizde var mı? Eğer bugüne kadar bu anlamda bir şeyler yapamadınızsa nedeni nedir? Edip Berk: Biz zaman zaman değil, her zaman partner olduk. Sadece Diyarbakır'la değil, Doğubeyazıt, Kızıltepe ve diğer birçok şehirdeki etkinliklerde partner olduk, hizmet sunduk. Resim sergileri, tiyatro gruplarının oyunlarını, fotoğraf sergileri, sinema filmlerini, müzik gruplarının etkinliklerini taşıdık. Her alanda birebir katkıda bulunduk. Bizim için de bu çabalar anlamlıydı. Hem kendimizi test ettik. Hem de buluşma gerçekleştirdik. Diyarbakır'da kültür, sanat çok ciddi bir taleptir. Bir konseri yüz binlerce kişi izliyor. 300-400 bin insana hitap etmek az iş değil. Bu denli yoğun ve heyecanlı kitleyi İstanbul'da toplamak mümkün değil. Bu bizim için çok önemli referanstı. Biz bu şekilde gerçekleşen organizasyonları destekledik. Bir çoğunun da oluşum aşamasında görev aldık. Ayrıca festivaller süresi boyunca ağırlama, konaklama, karşılama, başka bir çok alt çalışma alanlarında gücümüzü kattık, paylaştık. Bizim için de dışarıdan bir çok kültür sanat insanının gelmesi bir STK olarak deneylerin paylaşımını beraberinde getirdi. İlişki kurma şansını yakaladık. Bu ilişkiler çok olumludur, canlanmalıdır. İşte bu canlanma aynı zamanda rönesanstır. Her zaman insanlara aynı şeyleri sunamazsınız. Estetik beğeni, yeni arayışlar sivil toplumculukla kültürel sanatsal manada buluşuyor. İzleyiciler bir süre sonra eleştirmenlere dönüşebiliyor. Biz bunları yaparken 2. hatta 3. düzeyde kalmış insanların kültür, sanat merkezi olmadık. Bu söylediklerinizden biraz şunu mu anlamak gerek! Kendi alanınızda profesyonelleşmek gibi mi? Edip Berk: O da var da! Ben kültür, sanat alanı ile uğraşmanın kaliteli bir iş olduğunu anlatmak istiyorum. Biz bu anlamda sivil alana çok ciddi katkılar sunduk. Bir çok kesim de bizim bu alandaki varlığımızdan çok da mutlu oldular. Hasan Hoca siz ne diyeceksiniz? Siz sadece Diyarbakır Dicle-Fırat 82 Kültür Sanat Merkezi ile değil, genel olarak da sivil alanda kültür, sanat politikaları ile ilgilisiniz. Onun için biraz da Diyarbakır örneğinden yola çıkarak geneli de konuşabiliriz belki! Hasan Şeker: Dicle-Fırat Diyarbakır'da açıldıktan sonra bölgede bir çok kültür merkezi daha açıldı. Ve hepimizin yüzü, yönü de biraz da Diyarbakır'a dönük oldu. Dicle-Fırat Merkezi biraz da model oldu. Model ve bölgenin merkezi konumunda oldu. Kendiliğinden koordinatör gibi bir konuma geldi. Bu bizim kendimizden değil de, hem Diyarbakır'ın kent kimliğinden hem de yetkinliğimizden kaynaklandı. Muş'ta, Van'da, Hakkari'de, Yüksekova'da, Cizre'de, Mardin'de, Bingöl'de, Batman'da kültür merkezleri açıldı. Ve bunların hepsinin kuruluşundan itibaren Dicle-Fırat'ın onlarla teknik düzeyde gerekse kadrosal düzeyde yardımı hep oldu. Sonraları onların organize olmalarına kadar katkı sunmayı sürdürdük. Sunmaya da devam ediyoruz. Bir diğer nokta da son dönemlerde Diyarbakır merkezde ve bölge düzeyinde de kültürel sanatsal etkinlikler var. Bu etkinliklerin hepsinde bir şekilde DicleFırat'ın yer aldığını görmek mümkün. Organizesinden tutalım, Edip'in belirttiği gibi bütün alanlarında bir şekilde katkı sunuluyor. Birebir içerisinde yer alınıyor. Yani bir yerde aslında biz bu işin hamallığını yapıyoruz dersek yalan olmaz. Gönüllülük dedik ya! Gönüllü hamallık gibi mi yani! Hasan Şeker: Evet tam da öyle. Gönüllü bir hamallık. Bu bizleri memnun ediyor. Sevindiriyor. Bir de bu işlerin giderek yayılması bizim açımızdan önemli. Biz zaten bunu amaçlıyorduk. Tabi diğer yerlerde de. Türkiye'nin çeşitli yerlerinde olmak üzere çeşitli kültür sanat merkezleri var. Ama bizim esas önemsediğimiz alan biraz da bölgedir. Bölgedeki kültür merkezleridir. Bölgedeki kültürel yaşamdır. Bir bu yönü var. Bir de biz bu konuda daha çok yerel yönetimlerle belli düzeyde ilişkiler kuruyoruz. İşin doğrusu kültürel politikalar konusunda bizim şöyle bir sıkıntımız var. Yerel yönetimlerin kültür, sanat politikaları konusunda bizim eleştirilerimiz var. Çok da organize olamadıklarını, biraz hantal kaldıklarını, biraz dağınık çalıştıklarını ve yine kültürel politika oluştururken siyasi kaygıların öne çıktığını düşünüyoruz. Sanatsal, estetik uzmanlıkları olmadığını düşünüyoruz. Bu konuda bir miktar aşırı politik kaygıyla hareket ettiklerini düşünüyoruz. Ve bugüne kadar belki çok yapmadık. Ama artık eleştirel bir tutum, kültür cephesinden gerekli olacak gibi. Bu duruş sanırım onları da daha çok geliştirir. Yerel yönetimler halen bizim kültür merkezlerindeki yapılara ve onların sorunlarına mesafeli duruyorlar. Çalışmalarımıza da mesafeli duruyorlar. Bunun farklı nedenleri, farklı çekinceleri olabilir. Haklı noktaları da olabilir. Fakat nihayetinde kentin yaşamında yer etmiş kurumların kendi alanları itibariyle dikkate alınmaları gerekir. Edip Berk: Belki şunu da eklemek gerekiyor. Belediyeler, yerel yönetimler 83 sonuç da popüler olmak zorunda. Popüler olmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Bunun hesabını da yapıyorlar. İşte bir kültürel etkinlik yaparken ne kadar kişiyi etkileyecek. Basın ne kadar ilgi gösterecek. Bu da düzeyi, kaliteyi düşürebiliyor. Bu yaklaşım kurumsal bir tarz değildir. Mesela herhangi bir yerde biri hasbelkader Kültür Müdürü olabiliyor. Kültür sanatın üretildiği bir okul yoktur. İşte o belediye kültür müdürünün ilgilendiği daha çok şu kişiyi getirdiğimde bana maliyeti nedir? Hangi otelde kalacak, hangi lokantada yemek yiyecek? Yani ciddi anlamda zihinsel, estetiksel kaygı pek yok. Bir eleman duruşu sergiliyor. Bu kültür işi memur işi gibi algılanmamalı. Yerel yönetimlerin de sıkıntıları var elbette. Bir yerde yaptıklarını büyük bir saygıyla karşılıyoruz. Tabii bu eleştirilerimiz de doğal karşılanmalı. Bir iki paragrafla da son soruma yanıt istiyorum. Türkiye'de Sivil Hayat konusunda belki gelecekle ilgili neler söylemek istersiniz? En azından bölge perspektifi açısından bakarsak bir iki cümleyle ne deresiniz? Edip Berk: Başta da değindiğim gibi sivil hayatın gelişmesi sivil insanların toplum yaşamına daha çok girmesi ile mümkündür. Toplum yaşamının düzenlenmesine daha büyük katkılarda bulunması ile mümkündür. Bu, kanunların yapılmasından en küçük uygulamalar kadar böyledir. Sivil olarak görülen geniş halk kesimleri kendi aralarında talepleri ile ilgili organize oldukça, katılım ve katkı ile belki adanmış bir ömür söz konusu oldukça daha iyi olur. Sonuç da bu iş bir gönüllülük işidir. Çok büyük manevi hazlar elde edileceği malumdur. Bu istek ve bu düzeye geldikçe Türkiye'deki toplumsal yaşam sadece devlet boyutuyla değil. Aynı zamanda sivil hayat boyutuyla da çok güzelleşecektir. Buna yürekten inanıyorum. Bazı şeylere çok üzülüyorum. Hayvan, doğa sevgisi. Mesela Caretta, Caretta'lar için Kanada'dan insanlar gelip kapımızda nöbetler tutuyorlar. Bir balinanın kurtarılması için büyük organizasyonlar yapılıyor. Devletler seferber oluyor. Ama bizler halen bir kurban kesimini beceremiyoruz. Bu konuda büyük övgülere, büyük yalanlara gerek yok. Gerçeğimiz ortada. Sivil alana gerçek anlamda sivil insanlar müdahil olmalı. Mesela derler ki, İsviçre'de her insan ortalama 6 STK'ya üyedir. Çalışır, katkıda bulunur. Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin büyükçe bir bölümü amaç dışı çalışıyor. İşte lokal, oyun salonu v.b. Aslında Türkiye biraz da bu alanda yeni değil mi? Edip Berk: Sivil toplumculuğu belli bir zevki yaşayan insanların lokalleri buluşma mekânları olmaktan kurtarmak gerek. Gerçek anlamda sivil toplumculuk yapmak gerekiyor. Bunun geliştirilmesi gerekiyor. Biraz kültürel eğitim, biraz demokrasi işini ve bir de bizim ayrıca Kürtler cephesinde Kültür, Sanat alanında yaşadığımız sıkıntıları da eklersek zorluklar ortada. Ama samimi olarak ifade ediyorum, değiyor doğrusu. Bir keklik türünü kurtarmaya 84 da değiyor. Bir sokak çocuğuna kıyafet giydirmeye, kitap defter almaya da değiyor. Bir kadını şiddetten kurtarmaya da, eşinin bilincinde uygar davranış Oluşturmaya da değiyor. Bir dengbêjin yüz yılların birikiminin buğulu ve duygulu sesinin bir aşk melodisine dönüşmesine de değiyor. Hasan Şeker: Ben de kısa bir iki şeyle bitireyim. Toplum olarak çok fazla siyasi yapılarla ve siyasi iktidarlarla angaje olduk. Aslında batı toplumları bu aşamaları çoktan aştılar. Bunları aştıkları noktada da demokrasi kültürü gelişti. Boyut kazandı. Devlet dışı organizasyonlar geliştikçe de devlet de demokratikleşti. Devletle toplumun biraz da barışması veya dengenin oluşması sivil toplumun güçlenmesi ile oldu. Buna inanıyorum. Ve biz de baştan beri konuşuyoruz. Bu alanda çok yeniyiz. Eğer bizde de demokrasi gelişecekse bizim kültürümüzün de gelişmesi biraz bu devlet dışı kurumların, devlet dışı siyasi oluşumların güçlenmesi ile mümkün olacağına inanıyorum. Bu aynı zamanda bir zorunluluk olarak da orta yerde duruyor. Bunun dışında çok fazla bir seçeneğimiz de yok. Bizler Dicle-Fırat'ta çalışan yaklaşık 10 kişi varız. Her şeyimizle 24 saatimizi buraya veren insanlarız. Ama buradan hiçbir maddi beklentimiz de yok. Tamamen gönüllü olarak yapıyoruz çalışmaları. Biraz da bu alan böyle olmalı. Bu geliştikçe diğer alanlara da yansıyacak. Sosyal yaşam diğer alanlardaki boşlukları dolduracak. Bu anlayış ve mantık üzerine oturursa kısaca geleceğimiz daha aydınlık olacak. Edip Berk: Uzatmadan ben bir şey daha eklemek istiyorum. Bir insanın gidip oy vermesi, veya örgütünün genel kuruluna katılması çok önemli. Ama aynı insan bir doğal afete zaman ayırıp gidip birkaç gün kalıntı da kaldırmalı. Bu gönüllü dayanışmacılıktır. Bu toplum yaşamına gönüllü katkıdır. İşte asıl bu katkı oy vermekten de daha önemlidir. Elbette siyasal duruş olacaktır. Önemlidir de! Ama sivilliği paylaşımda aramak gerek. Toplumla sıkıntıları iyileştirmeci bir katılımla, nasıl dayanışmacı bir katılımla aşabiliriz buna ihtiyaç var. Yani acıyı, sıkıntıyı; gönüllü örgütlülük temelinde paylaşmak mantığından söz ediyorsunuz Edip Kardeşim. Tsunami mağdurlarına gönüllü katkı gibi. Son sözleriniz de çok önemliydi teşekkürler. *Dicle-Fırat Kültür Merkezi Edip Berk Hasan Şeker Tarihi Mehmedoğlu İşhanı. Melikahmet caddesi. Sin Camii Arkası. No. 10/A Balıkçılarbaşı/ Diyarbakır Tel: 0 412 229 09 26 Fax: 0412 229 40 41 Web: www.diclefirat.net 85 Doğa Derneği* Gökmen Yalçın-Koordinatör Gökmen istersen doğa derneği ne zaman kuruldu? Onu konuşarak başlayalım. Ne yapar , hangi ihtiyaçtan doğdu. Doğa derneği 2002'de kuruldu. Temel ihtiyaç “Türkiye'deki önemli alanların korunması” konusunda daha kapsamlı çalışmaları yürütebilmekti. Bunun da arkasında doğanın korunması için yöntem arayışları vardı. Bu yöntemlerin bir tanesi alanları belirlemekti ve alanlar bazında doğayı koruyabilmekti. Türkiye'deki önemli alanlarda ilgili sınırlar çizebilmek. Bir takım araçlarla doğanın korunmasına katkı verebilmekti. Avrupa Birliği sürecinde ihtiyaç olacak mevzuat değişikliklerine, politika değişikliklerine doğru noktaları işaret eden bir dernek olmak ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacı yerine getirmek için kurulduk diyebiliriz. Türkiye'de doğanın korunması için gerçek anlamda ne yapılmalı diye bir soru sorabiliriz. Bu sorunun cevabı olarak da Türkiye'de farklı noktalarda her tarafı dolanan bir ağ sisteminin Türkiye'nin doğasını koruyabileceğini düşünüyorduk. Aynı şeyi düşünen, aynı referansları kullanabilen, kapasitesini devamlı olarak arttıran birbirini besleyebilen, yani alandan geleni merkeze, merkezden geleni yayabilecek nitelikte bir ağ sistemi kurulması gerektiği inancından doğdu. Şunu sorayım o zaman. Bir sivil toplum kuruluşu olarak kendinizi Türkiye'deki sivil hayatın neresine oturtuyorsunuz? Sivil örgütlenme alanında şunu söylemek mümkün. Doğa derneği, belli bir kitleyi doğanın korunması yönünde aydınlatmak ve doğanın korunmasına öncü kılmak şeklinde ifade edilebilir. Böyle bir nevi liderlik pozisyonu biçtik. İşin çevre boyutunu da öne çıkararak tabi. Bir yandan doğa korumayla ilgili bilimsel, sosyal bir takım argümanlar yaratmak yanında; politik olarak da bazı argümanlar yaratmanın başlangıcını yapıyoruz. Sosyal hayatın gelişmesi için bir takım faydalarımız oluyor. Ekonomik hayatın gelişmesine katkı sunuyoruz. Doğa korumayı biz her zaman ciddi bir iş gibi anlatırız. İnsanlar genellikle bu boyutu algılamazlar. Bir kuş, yada bir canlının insanlara göre çok daha fazla önemsendiği gibi bir öngörü ile algılanır. Oysa tam aksine bir tarım arazisini kullanan bir çiftçi için doğa ile birlikte yaşam onun ekonomik, sosyal ve kültürel yaşantısıdır. Doğa derneği böylesi bir katkıyla toplumdaki sosyal yaşantının içerisinde görüyor kendisini. Peki derneğiniz kurulduğu günden bu yana geriye dönüp baktığınızda gerçekten bu anlattığınız misyona uygun hareket etti mi? 86 Evet misyonumuza uygun hareket ettik diyebilirim. Henüz 2-3 yaşında olan bir kurum için oldukça güçlü adımlar attık. Bizim ulusal olarak yerelleşmek için yaptığımız bir çaba var. Bunun da yavaş yavaş çok hızlı bir şekilde meyvelerini topladığımızı söyleyebilirim. Gelecek için çok doğru adımlar atıyoruz. Uluslararası arenada ciddi bir rolümüz var. Biz kendimizi sadece ulusal bir dernek olarak görmüyoruz. Bizim için doğa korumayla ilgili herhangi bir çözüm dünyaya sunulması gereken bir çözümdür. Afrika da çevreyi konuşurken hiçbir zaman sınırlardan söz etmeyiz. Artık bizim için sınırlar bitti. Ulusal gerçeklerimizi ne kadar ileriye götürebilirsek, neleri daha iyi anlarsak, o anladıklarımızı dünya ile paylaşmak için de çok büyük çaba sarf ederiz. Biz Türkiye'de ilk defa bir çalışma örgütledik bu çalışmanın anahtar kelimesi “önemli doğa alanları” oldu. Bu bir konsepttir, bir kavramdır. Bu kavramı bizimde içinde bulunduğumuz bir ekip hazırladı. İlk yazarı bizim şu anda genel müdürümüz olan bir arkadaşımız tarafından yazıldı. Uluslararası arenada biyolojik çeşitlilik toplantıları sırasında dile getirildi. İnsanların kendi ulusal coğrafyalarında sadece o önemli, bu önemli değil; önemli doğa alanı diye çok daha kolay ve kullanılabilir bir platforma çektik. Ve bunun ilk örneğini Türkiye de gerçekleştirdik. Türkiye, kendi önemli doğal alanlarını o kriterlerle belirledi. Bu kriterler bazında yerleştirme yaptık. Doğa alanlarını belirledik. Bizden sonra bu metodolojiyi benimseyen ülkeler oldu. Filipinler filan oldu. Biz aslında hep öğrenme pozisyonunda olmadığımızı çok iyi bilerek başladık bu işe. Öğrenme ve öğretmeyi birbirine denk görüyoruz. Ukalalık gibi değil bu yanlış anlaşılmasın. Dünyaya mal olmamış bir çözüm bulursak hemen bunun yayılması için de çaba sarf ediyoruz. Anladığım kadarıyla Doğa Derneğinin katılımcılığı ve halk desteğini yani kitleselliği değil de; daha entelektüel bir çabası mı var! Yada ikisi de birlikte mi? İkisi de birlikte demek galiba daha doğru. Profesyonel, seviyesi yüksek bir kitle ile bunlara liderlik etme düşüncesi oluşumu. Bizim yaptığımız çalışmalarda temel anlamda yereldeki sese çok iyi kulak veriyoruz. Ben köyde büyümedim ama nasıl onları dinleyeceğimi öğrenmek zorundayım. Orada yaşamış ve oranın gerçeklerine açık bir insan olarak orada olmak zorundayım. Bir eğitim alıyorsunuz ve eğitimi aldıktan sonra sizin için belli ekonomik seviyeler tutturulmuş oluyor. Bu eğitimle birlikte belli bir seviyeye geliyorsunuz. O eğitimi o seviyeyi entelektüel kalıp gibi kullanmak yerine onu yerele yaklaşma birimi gibi değerlendiriyorsunuz. Yerele yaklaşma arzusu bizim yapacağımız çalışmaları hep şekillendiriyor. Şöyle şeyler var Türkiye'de son zamanlarda çok yaygınlaştı. Bir takım kurumlar var. Bu kurumlar profesyonel güzel bir şekilde kaynakları absorbe ediyorlar. Kendi işlerinde kullanıyorlar. Alandaki sorunlara hiçbir yatırım, hiçbir çözüm katmıyorlar. İşlerini bitirip gidiyorlar. Biz asla böyle bir dernek 87 olmadık. Böyle bir dernek olmamaya da çaba gösteriyoruz. Çok öğrenmemiz gereken şey de var. Bu noktaya gelmişken şunu sorayım. Sivil toplum örgütlerinde asıl olan gönüllülük ama giderek projecilikte gelişiyor. Siz doğa derneği olarak bu iki mantığın neresindesiniz? İkisinin kolajı mı var. Yoksa birinden biri mi tercih ediliyor. İkisini de reddetmiyoruz. Biz kaynak oluşturularak yapılan projeler konusunda da sivil toplum örgütlerinin gelişiminde çok büyük roller oynadığını düşünüyoruz. Bunu göz ardı etmek büyük hata olur. Ama esas gönüllülük ve gönüllü çalışmalar farklı bir şey. Türkiye de doğa ve doğanın korunması çok önemli. Ancak bizim gibi ülkelere bu model daha fazla yakıştı. Sebebini sorarsanız her zaman ekonomik seviyeler Türkiye'deki sivil toplum örgütleri için çok belirleyici olmuştur. İşte siz ekmek paranızı kazanmak zorunda olduğunuz için, bu tip toplumsal olaylara katkınız değişiktir. Ekmek kavgası için gününün 24 saatini harcar bir insan. Toplumsal kaygılar için ise daha az zaman harcar. Anne, baba, çocuklar, eş, hastalıklar ülkemizde belirleyici bir unsurdur. Gönüllü olarak yer almamanın önünde engeldir. Biz bunu mümkün olduğu kadar aşağıya indirmeye çalışıyoruz. Yaş olarak hayati sıkıntılar durumuna henüz gelmemiş olan bir genç kitle ile bir gönüllülük anlayışını geliştirmeye çalışıyoruz. Bu genç kitle ile bu tohumu verebilirsek bundan verim alabileceğimizi bekliyoruz. Şu an çok ciddi bir gönüllü tabanımız var. Kuş gözlemcilerinin hiç biri para karşılığı çalışanlar değildir. Kuş gözlemleyen bu süreçte de Türkiye'nin doğasını gönüllü olarak koruyan genç insanlar bilimsel olarak, kendi ceplerinden harcayarak çalışan gençler alanlardan veri toplayıp bize taşıyan insanlar bunlar. 900 dolayında gönüllü insan. Birde ofisimizi ziyaret eden insanlar var. Bunlarında sayısı 15-20 civarında proje oluşturarak, bunlara ara roller veriyoruz. İşte bu rollerin kesilmesi çok tehlikeli. Kaynak kesildiği zaman doğa derneği tamamen gönüllü tekniği ile tutunamaz. Hiçbir kurum da tutunamaz. Büyük hedefler koyduysanız, büyük mücadeleler verecekseniz, Türkiye'de doğa koruma politikasını değiştirmeye soyunduysanız, kaynaksız yapmanız çok güçtür. Bu dünyada da denenmiş bir şeydir. Çok ciddi uzmanlar kullanmak isterseniz, o uzmanların bünyenize almak için kaynak gerekir. Devletle ilişkiniz nasıl? Resmi kurumlar size kolaylık mı sağlıyor, yoksa engeller var mı? Hiçbir engel yok. Biz onların çekildiği noktaları aslında doldurmaya çalışıyoruz. Onların yapamadıklarını, kurumsal kapasiteleri nedeniyle yetersiz kaldıkları alanlara giriyoruz. Kapasite olarak küçülmeye başladılar. Bizde onların eksik bıraktıklarını doldurduk. Bazı sorumlulukları yerine 88 getirmeye çalışıyoruz. Mesela Avrupa birliği sürecinde de çok büyük sorumluluklar var. Değiştirilmesi gereken mevzuatlar var. Muazzam bir iş gücü var. İşte bir kolaylaştırıcı rol üstleneceğiz. Ama bazen hoşlanmayacakları şeyler de yapıyoruz. Hazır Avrupa birliği mevzusuna girmişken, 17 Aralık 2004 AB sürecine de değinelim. Sizce bu AB süreci sivil toplumculuğu etkileyecek mi? Yoksa girmeseydik de zaten bunlar olacak mıydı demek gerek. Zaten sivil hayat kendi mecrasında yürüyor mu denmeli! İkinci söylediğiniz doğru değil. Bence kendi kulvarında yürüyordu. AB'ne gelince de bu neyi değiştirecek? AB bize bir şey getirmeyecek. O anlamda bize bir şey getireceğine inanmıyorum. Sadece o kapının açık olması, o kapının arka tarafını görmeyi sağlayacak. AB oradaki koşulları, oradaki gönüllülük tabanını görmemizi sağlayacak. Orada bir gönüllü on binlerce gönüllüyü yönetebiliyor. Muazzam bir gönüllü potansiyeli var. 500-600 yıllık kurumlar var. İyi, güzel örnekleri yakalayacak insanlar kendilerine olan güvenleri artacak. Ama bir çelişki de var. Acaba devlet bizim önümüzü keser mi? Acaba doğru bir misyonda mı gidiyoruz? Nasıl kaynak oluşturacağız? Bir sürü soru işareti var insanların. Çözümlerle ilgili bir model olacak önümüzde belki. Yürümekte olan kurumlar var. Bunların tarihçesini yakından görme şansımız olacak. Avrupa Birliği sivil toplumun hayatını belki şu açıdan değiştirecek bazı yeni politikalar oluşacak. Dernekler yasası, çevre mevzuatı gibi konular AB standartlarına doğru yönelecek. Bir mecburiyetten dolayı yönelim var. Öte yandan doğayı korumak için 18 kurulun statüsü var. Bu kurulların tekrar derlenmesi lazım. İşte AB ile bunların yeniden gözden geçirilmesi olanağı doğdu. Bu hem kurumlar için böyle hem de sivil toplum örgütleri için. Sivil toplum örgütleri olarak önümüzdeki araçlar bunlar. Mevzuatlar bir araç, insan kapasitesi bir araç, eğitim bir araç, yaklaşım bir araçtır. Bütün bu kriterler Avrupa Birliğinde belirli bir aşamada olduğu için onlara da öykünme şansımız var. Bir taraftan da aslında kendi içsel gücümüzü de göreceğiz. Ben inanıyorum ki, şu anda Avrupa Birliği içerisinde olsaydık, Türkiye bir çok açıdan öne çıkacaktı. Şu anda insanlar bunları görecekler. Genç olduklarından, dinamik olduklarından ciddi farklar görecekler. Bir İngiliz bir ay kadar önce bir gazeteye Türkiye'de kuş gözlemcileri diye bir yazı yazmıştı. İki önemli şey vurguladı. Birisi çok genç nüfusa parmak basıyor. Avrupa'daki kuş gözlemcileri çok yaşlı insanlardan oluşuyor. Türkiye'dekiler 22-23 yaşlarında. Bu dinamizm göz ardı edilemez. 50-60 yaşındaki insanları araziye götüremezsiniz. Bunların hepsi arazide… Gençler bakıyorsunuz ki Cuma günü gitmiş araziye pazartesi sabah ise okullarında dersteler. Bu 89 dinamiklik de var. Bir de muazzam bir dayanma hırsı da var. Kadın bu işte çok ciddi bir yer kaplamaya başladı. Çok ciddi olarak kadınlara, gençlere yönelik gelişmeler var. Hedefine varan, çalışma alanı üretiyor kadınlar. Sosyal alan, ekonomik alanla, politik alanla farklı değil çevre kurumunun çalışmaları. Geçmişle kıyaslandığında Türkiye'de sivil alanı, sivil toplum örgütçülüğünü nasıl görüyorsunuz? İyi yolda mı? Yoksa hala sıkıntılar var mı? Tabi eksiklikler, sıkıntılar var. Ama iyiye doğru gidiyor. İyiye doğru gitmesi kendisine ciddi bir tarih oluşturdu. Bir sivil toplum tarihinden bahsedecek kadar geçmişimiz olduğuna ben inanıyorum artık. Çok kısa zamanda başarılmış işleri de olan ve kendine güvenini sağlayacak kadar bir tarihi olduğunu düşünüyorum. Gelecekte kaynak sıkıntısı çekecek sivil toplum örgütleri şu anda çevre kurumları, insan hakları, kadın dernekleri bunların hepsi ciddi kaynak bulabilirler. Ama çok yakın gelecekte artık bu kaynaklar olmayacak. Böyle bir ortamda ayakta kalmayı başaracaklar ancak devam edecek o zaman sivil toplum kendi geleceğini bulmuş olacak. Daha özerk, daha hırslı, kendi insanından kaynak üretmeye ve kendi insanından bu süreçte evrilmesini yol açabilecek bir sürece girecek. Bugün bizim şirketlerimiz sosyal işler için yeterince kaynak ayırmıyor. Sadece kendilerini besliyorlar. Aslında bu noktada toplumsal olaylar için düşünsel kapasitelerinin artırılması gerek. Biz yurt dışından kaynaklar bulamadığımız dönemlerde yurt içindeki kaynakları ciddi bir şekilde ısındığımız zaman Türkiye de sivil toplum örgütlerine destek olmak değer halini aldığı zaman herkes için ciddi işler yaratılacaktır. Bu yüzden Türkiye'de sivil toplumun geleceğini daha ilerde görüyorum. Bu durum çok hızlı bir şekilde öğrenmeyi artıracak. *Doğa Derneği Gökmen Yalçın-Doğa Koruma Birlikleri Koordinatörü. Kennedy Cadd. Boylu apt. 50 / 19 Kavaklıdere / Ankara Tel : 0 312 448 05 37 Fax : 0 312 448 02 58 e-mail : [email protected] e-mail : [email protected] Web :www.dogadernegi.org 90 Göç Edenler Yardımlaşma ve Dayanışma DerneğiGöç Der (Mersin)* Yahya Munis-Başkan Sevgili Yahya bize Göç-Der'i tanıtır mısın? Ne zaman kuruldu, neler yapar, hangi ihtiyaç bu derneği doğurdu? Örgütümüz 1990'da kurulmuş olup merkezi Mersin'de bulunan, kurulduğu tarihlerde yoğunlaşıp hat safhaya ulaşan iç göçün toplum ve kent hayatında doğurduğu sorunlara çözüm üretmeyi, temelde göç edenlerin kent yaşamına etkin katılımı ve kentlileşmelerinin önündeki gerek siyasi, gerek toplumsal, gerekse de ekonomik engellerin aşılmasına yardımcı olmayı hedefleyen bir STK'dır. Genel hedef ve “Türkiye toplumunun bir an önce sivilleşerek artık neredeyse kangrenleşen sosyo-ekonomik sorunlarının çözümü sürecinde -modern toplumlarda olduğu gibi- sorunların öznesi olan toplumun bizzat etkin rol oynayarak eksiksiz bir demokratik yaşam düzeyinin tutturulması” şeklinde özetleyebileceğimiz misyonumuzu hatırda tutarak şu ana değin dernek olarak şu faaliyetlerimiz oldu: İmkanlarımız son derece kısıtlı olduğu halde 1991 yılının başında körfez krizi sırasında Güneydoğu Anadolu'dan Mersin'e büyük bir göç olduğu zaman dernek olarak Valilikle işbirliği yaparak 200 aileye gıda yardımında bulunduk. Belediye vasıtasıyla da yeni kurulmuş Güneykent'te boş bulunan yüzlerce eve göç eden yoksul aileleri yerleştirdik. Bu faaliyetlerimizden ötürü dönemin Valisi Özdemir Hanoğlu tarafından kurulan il yardım komitesine halkı temsilen derneğimizin başkanı resmen atandı. Çalışma esnasında derneğimiz İçel adına bir TIR ile iki kamyon eşyayı sığınmacı peşmergelere gönderdi. Her yıl dini bayramların arifesinde yüzlerce yoksul aileye yiyecek ve giyecek dağıttık. 1995 yılında başlatmış olduğumuz yardım kampanyası esnasında 450 aileye yardım ettik. Ramazan bayramında 350 aileye gıda 200 aileye de giyecek yardımında bulunduk. Kurban bayramında da dernekte kurban kesimi yaptırarak yüzlerce aileye et dağıttık. 1996 yılının Eylül ayında 300 yoksul öğrenciye Mersin Valisi Gökhan Aydıner'in katkılarıyla (ilkokul öğrencilerine) kalem, defter, çanta, önlük ve kırtasiye malzemesi dağıttık. 1997 yılının Ramazan ve Kurban bayramlarında toplam olarak 1200 aileye gıda ve giyecek dağıttığımız gibi Mersin Valisi Şenol Engin'le işbirliği yaparak tespit ettiğimiz 179 aileye para yardımında bulunduk. Kurduğumuz sağlık polikliniğinde de şu ana kadar % 80'i kadın ve çocuk olmak üzere 7748 kişiyi muayene edip imkanlar dahilinde ilaçlarını da karşıladık. Ambulasımızla ücretsiz olarak yüzlerce hasta ve cenaze nakli hizmetini verdik. 91 1995 yılında, tarımda çalışan 10 binin üzerinde işçiyi temsil eden 159 işçi temsilcisini dernek bünyesinde bir araya getirerek vilayet ve İş ve İşçi Bulma Kurumu'yla işbirliği yaparak Mersin'de ilk defa toplu olarak resmi işçi aracı belgesi almalarına vesile olduk. İş resmileştiği için işçi ücretlerine yüzde yüz zam yapılmasında etkili olduk. 1998 yılı itibariyle 4 yıl kadar mahkeme kararıyla kapalı kalan derneğimiz hakkında açılan tüm davalardan beraat ederek bu kez farklı bir binada faaliyetlerine tekrar başladı. 2004 yılının ortalarından bu yana ”Kadınların İnsan Hakları Konusunda Bilinçlendirilmeleri” konulu AB Türkiye Temsilciliği tarafından desteklenen bir projeyi yürütmekteyiz. Bir STK olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Geriye dönüp baktığınızda ilgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Kendimizi tanımlarken hedef ve misyonumuzun çizdiği çerçevenin dışına taşmıyoruz. Ama zaten nihai hedef ve misyonumuzun, toplumun bilinç düzeyinin yükseltilmesi, bireylerin kişisel ya da bir toplumsal rol üstlenerek yaşamın her alanına katılması olduğu anlaşılacaktır. Bu yeterince kuşatıcı ve -gelişmekte olan ülkelerde STK'ların işlevleri düşünüldüğünde- anlamlı bir tanım olmakla birlikte; resmi olarak öyle tanımlanmasak da “kamuya yararlı dernek” statüsüne konulabileceğimizi düşünüyoruz. Soru'nun ikinci kısmına gelince; doğrusu yukarda açıkladığımız misyonu birçok kuruluş ve yapılanmalarla paylaşmak durumunda kaldığımız için, bir başka deyişle misyonumuza uygun hareket etmek yalnızca bizim elimizde olmadığı için bu soruya net ya da olumlu bir yanıt veremeyeceğiz. Bu konuda imkanlar dahilinde azami çabayı sergileyip, tüm moral kırıcı olumsuzluklara rağmen bu güne değin pes etmediğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak yukarda da zikrettiğimiz gibi, “toplumun sivilleştirilmesi” misyonunu yüklenen bir kuruluş devlet, siyaset dahil, bağımsız yapılanmalar, aydın kesim, halk ve hatta hakim dünya düzeniyle de ilişkili, girift bir meseleyle baş başa demektir. Bu sacayaklarından tümü değilse bile birkaçı ile ortak hareket edip eşgüdümü sağlamak hedefe ulaşmak yolunda kritik öneme sahiptir. Ülkemizde devlet-siyaset kesimi bir yana bağımsız kuruluşlar, aydın kesim ve halk arasında kopukluk, hatta çatışma olduğu gerçeği misyonumuza uygun hareket etmemizi büyük ölçüde kısıtlıyor. Peki bir başka soru: Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? Bu, bizim gibi kuruluşların temel açmazlarındandır kuşkusuz. Zira biz ülkedeki genel toplumsal ataletten de öte devletin ve çeşitli ideolojilerin kurduğu psikolojik baskıyla temel haklarını dahi talep edemeyecek denli korkutulmuş bir kesime hitap ediyoruz. Çok açıktır ki, hedef kitlemizin ezici çoğunluğu, değil toplumun sivilleşmesi hedefine bilinçli olarak katkıda 92 bulunmak, bir toplum bilincine dahi henüz yeterince ulaşabilmiş değildir. Söz konusu birey kendisi ve çevresiyle ilgili, çözümü ertelenemez bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olduğunu bilmektedir kuşkusuz, ama sorunun mahiyeti ve kalıcı çözüm için kendisine düşen roller konusunda net bir bilince sahip değildir. Diyebiliriz ki, hedef kitlemiz ölçeğinde katılım yüksek düzeyde, bilinçli katılım ise yok denecek kadar azdır. Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Yeterli halk desteğiniz var mı? Biz bunun “toplum sorunları” olduğunu varsayarak, asıl işimizin bu olduğunu belirtmekle başlayalım. Yalnız bunun -en azından bu güne değin- maddi imkansızlıklar ve sorunların tahlilinden çok bir an önce harekete geçmeyi zorunlu kılan acileyetinden dolayı çok profesyonel düzeyde ve veri akışı düzenli bir döküm oluşturacak biçimde yürütülemediğini ifade etmek isteriz. Alışılmışın da ötesinde halkla iç içe bir STK olduğumuz için toplumsal sorunlara yabancı olmamız söz konusu değildir. Hedef kitlemiz olan göç edenlerle ilgili bu güne değin oluşturduğumuz bütün projeleri bilimsel bir zemine oturtmaya özen gösterdik. Göçle birlikte yeniden şekillenen ve kuşkusuz farklı bir karaktere bürünen Mersin'in (Adana, Tarsus gibi çevre kentler de aynı şekilde düşünülmelidir) elbette sosyolojik tahlili gerekiyordu; öyle de yaptık. Halk desteğine gelince; bu konuda bir sıkıntımızın olmadığını söyleyebiliriz. Ancak STK'lar doğası gereği belli bir bilinç düzeyine erişmiş bireylerle anlamlı ve etkili olabileceğinden, nitelikli gönüllü eleman eksikliğini her dönemde yaşadığımızı belirtmeliyiz. Öyle anlaşılıyor ki devletle zaman zaman iyi ilişkiler kurmuşsunuz! Yine de sorumu sorayım. Devletin yada resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? Geleneksel otoriter devletlerde toplumun sivilleşmesi kadim devletin varlığı ve sürekliliği önünde birincil tehdit olarak algılanır. Bu anlayışa göre toplum sivilleştikçe 'kadir-i mutlak' devletin alanı daralır ve en sonunda iş devletin de sivilleştirilmesine kadar vardırılır. Dolayısıyla devlet var olmak istiyorsa sivil örgütlere göz açtırmamalı ya da onları devlete bağımlı kılarak işlevsizleştirmelidir. Bir başka deyişle sivil toplum kuruluşunu 'sivillikten' arındırmalıdır. Hem zaten bu gibi kuruluşlar emperyalist devletlerin, dış güçlerin bir oyuncağıdır. Her hareketleriyle onların emellerine hizmet eden 'Truva atları'dır. 93 Şimdi asıl sorunuza gelince; böyle bir iklimin hâkim olduğu bir atmosferde STK olmak ateşle oynamak demektir elbette. Tüm bunların yanı sıra hedef kitleniz devlet tarafından temel insani haklarından dahi yoksun bırakılacak denli dışlanmış, ayrımcılığa uğratılmış bir kitle ise üzerinizdeki gerek direkt gerek psikolojik baskılar bir kat artarak dayanılmaz boyutlara ulaşabiliyor. On beş yıllık çalışma hayatımız boyunca birçok baskıya, yıldırma hareketine göğüs germek zorunda kaldık. Sayısız dava ile boğuştuk. Tümü mesnetsiz iddialardan oluştuğu için hepsinden beraat ettik ve şimdi yolumuza devam etmekteyiz. Devletle diyalog konusunda diyebiliriz ki belli bir önyargıyı kıramadığımız için bunu gerçekleştiremedik. Ancak geçmişte bulunduğumuz kentin bütün valileri ve belediye başkanlarıyla son derece iyi ilişkiler içerisinde bulunduk. Öyle ki birçok faaliyetimizi ortaklaşa gerçekleştirebildik. Yanı sıra siyasilerle kentimizin ve genel olarak göç edenlerin sorunlarının çözümü noktasında diyalog içinde olmaya özen gösterdik. Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? Alanımızla ilgili bildiğimiz kadarıyla 2000'li yılların başına kadar Türkiye'deki tek dernek bizdik. Sonradan kurulan benzer dernek ve vakıflarla çeşitli nedenlerle diyalog ve işbirliğini sağlayamadık. Alanımız dışı kuruluşlarla, partnerlik düzeyinde diyemesek de diyalogu her zaman güçlü tutmaya özen gösterdik. Bunu ilk zamanlar yeterli ölçüde ve etkili biçimde gerçekleştiremediğimizi itiraf etmeliyiz. Bunun çok çeşitli nedenleri olabilir; ancak bunda derneğimizin alışılagelmiş dernek kalıplarına sığmayan çalışma biçimini de gösterebiliriz. Yani belki de fazlasıyla halkla iç içe bir derneğiz. Örneğin 2003 Kasım ayında derneğimizi ziyaret eden AB Türkiye Temsilcisi Büyükelçi Hansjörg Krestchmer'in derneğimizle ilgili basına verdiği demeçte; “Türkiye'de görev yaptığım 14 aylık dönemde ilk kez bu denli organize, canlı ve halkın her kesimini temsil eden kalabalık bir grup tarafından karşılandım, bundan dolayı son derece etkilem. Halkla bu denli iç içe ve üyelerinin hakkını kuruyan derneklerin ülke geneline yayılması Türkiye'nin demokratikleşme ve AB süreci açısından da son derece önemlidir. Bundan dolayı bu anlayış ve modele bütün Türkiye'ye yaymak gerektiğini, Türkiye'nin buna ihtiyaç doyduğunu, hatta sadece Türkiye değil Avrupa Birliğinin de buna ihtiyacı olduğunu düşünüyorum” demesi derneğimizin bu özgün niteliği bakımından geçerli bir referanstır. Kuşkusuz biraz daha kıyıda durmayı yeğleyen kuruluşlara uzak kaldık. Şimdilerde halktan da uzaklaşmadan makul bir noktada her iki uçla da yakın ilişkiler kurmanın yollarını deniyoruz. 94 Hazır Avrupa'dan söz açılmışken şu AB sürecine değinelim. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Kesinlikle. Henüz anlayış kalıplarının değişmesi, önyargıların kırılması ve kazanımların pratiğe aktarılması noktasında alınması gereken çok yol olduğuna inansak da 17 Aralık'la başlayan sürecin, özellikle bizim gibi kimi sıkıntılardan muzdarip STK'lara bir nefes aldırdığını düşünüyoruz. Son elli yıllık tarihsel sürece de bakıldığında görülecektir ki, “sivil toplum” düşüncesi esas olarak Avrupa Birliği yapılanmasının ve zihniyetinin en sağlam temel ayaklarından biridir. Denilebilir ki, AB, varlığını değilse bile devamlılığını her zaman devletten bağımsız bir karaktere sahip olmayı becerebilen, eleştirel ve sorumluluk bilinci gelişkin sivil toplumuna borçludur. Türkiye de bu yapılanmaya katılacaksa elbette işe bu noktadan başlamalıdır. Kanımızca önümüzdeki süreçte STK'lar ülke yaşantısının temel aktörlerinden olacaklardır. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de Sivil Hayat bugün itibariyle ne durumdadır? Türkiye'de sivil toplumculuğun tarihi açısından bugün bir geçiş sürecinde bulunduğumuzu düşünüyoruz. Bu anlamda bugünü geçmişle kıyaslamak noktasında henüz anlamlı bulmuyoruz. Teorik düzeyde STK'lar açısından son dönemde elbette devrim niteliğinde bir dizi değişiklik oldu. Ancak bunların Türkiye'de bir “sivil hayat” tesis edebilmesi için henüz zaman gerekli. Kanımızca devlet kendi hâkimiyet alanından feragat etmediği müddetçe STK'ların yaşayabilmesi ve sivil hayatın yeşermesi mümkün değildir. Türkiye'de bugün hâlâ devlet en güçlü yapıdır ve doğal olarak sivil toplum cılızdır. * Göç Edenler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Yahya Munis-Başkan Cami şerif mahallesi. 5225. sokak. No: 60 Kat 1 /1 33060 Mersin Tel : 00 90 324 230 04 84-239 21 88 Fax : 00 90 324 239 05 58 e-mail :[email protected] e-mail :[email protected] Web : www.gocder.org 95 Helsinki Yurttaşlar Derneği* Ümit Fırat-Yönetim Kurulu Üyesi Sevgili Ümit Fırat. Helsinki Yurttaşlar Derneğini tanıyalım. HYD hangi ihtiyaçtan doğdu? Nasıl örgütlendi, neyi hedefliyor? HYD 1990'da Prag'da doğu bloğunun çöküşüyle birlikte geçmişteki barış hareketleri, özellikle Çekoslovakyalı aydınların o hareketliliklerini, birlikteliklerini bir başka alana yaymak ve yurttaşlık girişimi olarak Helsinki sonuç bildirgesinin devletlere bırakılmayacak kadar ciddi ve yurttaşlar tarafından izlenmesi gereken bir takım gelişmeler sağlanması ve ileriye taşınması gerektiğini düşünmüşler. Türkiye'den de Murat Belge'yi çağırmışlar. Murat Belge de, ben dahil birkaç arkadaşla görüşüp konuştu. Böyle bir çağrı aldığını ve fikirlerimizi sordu ve gitti. Böylece bir uluslararası ilişki o noktadan itibaren sanıyorum 1991'de başladı. Ondan sonra döndü ve uluslararası Helsinki'nin artık oluşmaya başladığını izledik. Avrupa'nın muhtelif yerlerinde örgütlenmeye başladı. İngiltere'de Yugoslavya'da örgütlenme başladı. Tabii Türkiye'de de biz yasal şartları yerine getirip müracaatımızı yaptık. Ama bizim kuruluşumuz 1993'te tescil edildi. Daha önceden başvurmuştuk. Uluslararası bir dernek olduğumuz için bakanlar kurulu izni gerekiyordu. Öyle bir tüzük maddemiz vardı. Helsinki'ye bağlanacaktı çünkü. Murat Karayalçın da kurucularımızdan biriydi devrin dışişleri bakanıydı. İki kurucu üyemiz bakandı. Diğeri de Ercan Karakaş'tı. 2 kurucumuz bakan olmasına rağmen prosedür gereği kuruluşumuz biraz bekledi. İçişleri Bakanlığı izliyor, Dışişlerinden soruyor. Neticede bakanlar kurulundan onaylandı ve geçti. Biz de yasal olarak kurulmuş olduk. Fiili olarak çalışmalarımız 1991'lerden sonra başladı. Ama yasal pozisyonumuz 1993'te başladı. Fakat bizim yasal statülerimiz ilişkilerimiz devam ediyordu. Bu arada biz 1991 mart ayında Profilo da uluslararası bir toplantı düzenledik. Keza bir takım uluslararası toplantılara davetler alıyorduk. Gidip geliyorduk. Biz illa da tüzüğümüz bakanlar kurulundan geçsin diye beklemedik. Biz bir yandan ne istiyorsak onu yapmaya başladık. Şu anda 160 üyemiz var üyelik konusunda da seçici davranıyoruz. 40 kururcu üyemiz vardı. İkisini kaybettik. Emil Galip Sandalcı ile Bülent Tanör vefat ettiler. 15 yıllık bir süreci geride bırakmışsınız. Geriye dönüp baktığınızda bir STK olarak HYD'yi nasıl tanımlıyorsunuz? HYD'nin ilgi alanı çerçevesinde gerçekten o uluslararası misyonuna da uygun davrandığı konusunda rahat mısınız? Bizim açımızdan yapmak isteyip de yapamadığımız şeyler elbetteki var. Ama çok büyük bir sıkıntımız yok. Yapmak istediklerimizi yapıyoruz. Özellikle de 96 AB Türkiye ilişkileri ve gelişmesi ile birlikte bizim bazı projelerimiz hayata geçiyor.Destekler de alıyoruz. Biz yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi, demokratik hakların geliştirilmesi, kalıcı kılınması gibi işler yapıyoruz. Geçen yıl insan hakları mücadelesinde temel taktikler konferansını gerçekleştirdik. Daha henüz kuruluşumuzun yeni gerçekleştiği dönemde 1993 kasımında Ankara da 400 kişinin katılımıyla ''Avrupa nerede biter nerede başlar'' başlıklı bir uluslararası toplantı gerçekleştirdik. Onun dışında pek çok irili ufaklı uluslararası ve Türkiye içinden katılımcıların da yer aldığı toplantılar gerçekleştirdik. Türkiye dışında bazı etkinliklerimiz oldu. Ermenistan'la Azerbaycan'la Balkanlarla, Yunanistan'la çeşitli diyaloglarımız oldu. Gidiş gelişler yaşadık kapılar açtık. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde sivil yaklaşımlar toplantısını yaptık. Bu toplantının bir ayağının da Ermenistan da gerçekleştirilmesi planlanıyor. Türkiye'nin komşu ülkeleriyle, demokrasisi gelişmiş ülkeleriyle olan sivil ilişkilerini geliştirmeye çalışıyoruz. Epeyce adımlar attık. Katılımcılık ve halk desteği bu anlamıyla önemseniyor mu? Yoksa daha entelektüel düzeyde mi oluyor? Toplum hayatında yaptığımız işlerin sonuca gitmesini umuyoruz. Yaşanmasını olmasını istediğimiz şeylerin çabasını geliştiriyoruz. Toplumun daha ileri, daha güvenli yaşamasını sağlamak için girişimde bulunursunuz ama o toplum farkında olmaz sizin yaptığınız işlerin. Ama sonra hayatın içinde bir takım değişiklikler olur. Bir çok konuda bizim HYD'nin izleri vardır. Ama bunu kim nasıl yapmış çok araştırılmaz. Bizim de siyasi beklentimiz olmadığı için bunu yaymayı pek düşünmeyiz. Bu tepeden bakmacı bir anlayış değil de daha entelektüel bir bakış diyelim. Biz mesajı kiminle vermek istiyorsak toplumda yaratacağı sonuçların nasıl olmasını istiyorsak öyle yapmaya çalışıyoruz. Sokaktaki insanla bir diyalog ilişki gerekiyorsa onu yapmaya çalışıyoruz. Doğrudan değil de dolaylı olarak ona etki edecek bir ilişki varsa onu oluşturmaya çalışıyoruz. İlla da bir reklam pazarlama yada benzeri sivil toplum kurumları vardır. Onlar faaliyetlerini mümkün olduğu kadar insanlar bilsin isterler. Bu da bir tarz tabi. Bunu yapanlar kötüdür demiyorum elbette. Bizde gerekli olduğu zaman herkesi yaymak istiyoruz. Nitekim 1990'larda dönemin HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın öldürülmesinden sonra biz İstanbul'da etkin bir kitle hareketi yaptık. 10 binlerce bildiri bastık. Bu topraklarda yaşayan herkesin barış içinde dostça kardeşçe yaşayabilmesi için birkaç öneride bulunduk. Birkaç dilek sıraladık. Sağ olsun bazı kuruluşlar da bize destek oldular. İstanbul içerisindeki bir takım meydanlarda topluma imza ettirdik. 10 binlerce imza oldu. Hem de helikopterle İstanbul'da havadan dağıttık attık. Bu da bizim kitlesel bir çalışmamız oldu. Ama yani bütün eylemler böyle olmayacak. Kimisi de sadece çağrılıların 97 davetlilerin katıldığı başka insanları dahil etmediğimiz çağırmadığımız toplantılar oldu. 3 yıl önce divan otelinde “Türkiye Yunanistan ilişkilerinde sivil yaklaşımlar” sadece çağrılı insanların katıldığı bir toplantı oldu. Böyle bir toplantıyı halka açık yapmaya kalksak büyük provokasyonlar olurdu. Çünkü bu toplumda Ermeni düşmanlığı ne yazık ki popülist amaçla kullanılıyor. Muhatap bulabiliyor. “Siz kim oluyorsunuz da Ermenileri çağırıp burada toplantı yapıyorsunuz” diyebiliyorlar. Anlayacağınız her iki etkinlikte de çeşitli riskler var. Bunları göze alarak yapıyoruz tabi ki. Ama biz yaptıklarımızın doğru olduğunu ve pek çok insan tarafından onaylandığını biliyoruz. Bu ülkede faili meçhuller gayri insanidir. İnsanların birbirine düşman olmasının hiçbir iyi sonucu yoktur. Buna inanıyoruz. Ama inanmayan insanların sayısı da az değildir. Peki Ümit'ciğim Devletin resmi kurumlarının HYD'ye bakış açısı nasıl? Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurma şansınız oluyor mu? Örgütlenme özgürlüğünüze çalışmalarınıza müdahale var mı? Ya da destekler oluyor mu devlet cephesinden? Destek oldu. Mesela geçtiğimiz 29-30 eylülde Ankara'da düzenlediğimiz “insan hakları alanında yeni taktikler” konferansında devletten destek aldık. Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü bize partnerdi. O kanaldan destek aldık. Ama o bizim yapmak istediğimiz şeylerin herhangi bir kısıtlanmasına sansürlenmesine neden olmayan bir ilişkiydi. Çünkü biz projemizi yapmıştık. Bizim projemizde tespit ettiğimiz hedefler ortadaydı. Bu hedefler bu projeye uygun olarak devlet TODAİE kanalıyla biz de bu projede yer almak istiyoruz dediler. Bizim de böyle bir hareketi organize etmeye ihtiyacımız vardı dediler. Ve onlar da dahil oldular. Yani burada bazı cümleler yada bazı başlıklar silinmedi atılmadı. Böyle bir destek aldık. Veya bu devlette diyelim ki herhangi bir dairesinde demokrasi bilinci yeterince gelişmemiş olabilir. İnsanlara yurttaşlara davranışları birtakım ölçü dışı olabilir. Bir belediye bizden demokrasi kültürü konusunda personeline seminer verme talebinde bulunursa bizimde bu konuda deneyimli kadrolarımız gider o kurumda pekala demokrasi dersini, katılımcılık dersini verir. Yardımcı olur. Asla devlette devlet kurumlarıyla ilişkide bulunmamak gibi bir ön şartımız yok. Tersine esas olarak onların hizaya çekilmesini istiyoruz. Bir biçimde toplumla olan ilişkilerini normalleştirmeye yönelik çizgiye gelmelerini istiyoruz. Ama zaman zaman da tersliklerimiz olabiliyor. Bir toplantımız oluyor, görevli gelip diyor ki ben not tutmadım bize teyp çözümünü verir misiniz? Hayır göndermeyiz diyoruz. Devletin orada 4-5 değişik birimi vardı. İzlediniz yazsaydınız, kağıt alsaydınız dedik. Sizin için iyi olmaz dediler. Şişli cumhuriyet savcılığı hakkımızda soruşturma açtı ve kapatmak zorunda kaldı. 98 Takipsizlik verdi. Ermenistan Türkiye ilişkileri illa Dışişleri yada Genelkurmay düzeyinde değil de biz orada yaşayan Ermeni yurttaşlarla Türkiye'deki Ermeni yurttaşlar arasında ilişkiler kurabiliriz. Kurduk ta nitekim. Aleniydi emniyette izledi. Bir otelin toplantı salonunda yaptık. Biz iki toplumun birbirine düşman olmamasını istiyoruz. HYD diğer sivil toplum örgütleriyle partner ilişkilerine nasıl bakıyor? Zaman zaman uyguluyor musunuz? Zaman zaman uyguluyoruz tabi. Başka bir kuruluşla başka bir örgütle ortak bir davranışımız olabiliyor. Bu tip projelerimiz var. Oldu ve gerçekleşti. Ama şunu göz ardı etmemek gerek bir takım temel prensiplerimiz de var. Kuruluşumuzdaki gerçeklerimiz sonradan kazandığımız bilgilerimiz deneyimlerimiz var. Onlara yol olsun istiyoruz. Yoksa herhangi bir yapıyla ilişki gerçekleştirmek kurmak kurmamak gibi bir ön yargımız yok. İşte bu ay sonunda ( Şubat 2005) insan hakları kurumlarıyla bizim (HYD) nin çağrımız üzerine İstanbul'daki genel merkez binamızda bir çay toplantısı yapacağız, çağrıda bulunduk ve gelecekler. İnsan Hakları Vakfı, İHD, Mazlumder gelecek. Amacımız nedir? Benzer işler yapıyoruz. Birlikte bazı şeyler yapabilir miyiz? Yada siz yapıyorsanız biz yapmayalım. Biz yapıyorsak siz bize yardımcı olun. Birbirimizden haberdar olalım yani düşünerek bu çağrıyı yaptık. Biz bu örgütlerle hiçbir zaman rekabet edelim demedik. Demeyiz de! Bir de şunu sormak isterim.17 Aralık 2004 Avrupa Birliği süreci Türkiye de değişmez denilen bir sürü şeyin değişimine ortam hazırladı. Sizce bu AB süreci Türkiye deki sivil alan açısından bir fırsat yaratabilir mi? Fırsat yaratmadan çok, bir alan açılıyor. Çünkü daha önce Türkiye'de yalnız başına yapmak zorunda olduğun yada çok haklı, çok ihtiyaca uygun bir sorunun işleyip gündeme taşımak istediğin zaman kendi imkanlarınla baş başa kalmak durumundaydın. Türkiye bu entegrasyona daha fazla yaklaşarak elimizi kolaylaştırdı. Daha çok iş yapma, daha çok destek olma olanağı doğdu. Çünkü AB'nin 17 Aralık 2004 öncesine göre daha yakın bir parçası olduk. Daha fazla onlardan biri gibi olacağız. Biz bunun henüz çok somut bir meyvesini görmedik. Ama böyle bir potansiyel vardır. Çünkü Türkiye'nin sorunları artık tam anlamıyla olmasa bile tam üyelik sorunu artık gerçekleşmiş olmasa bile, artık onların da sorunu haline geldi. Dolayısıyla bir sorunu Belçika da çözmek, İsveç de çözmek yerine Hakkari yada Edirne de çözmekte onların bir sorunun üstesinden gelmelerinde anlam ifade ediyor. 15 yıl önce belki anlam taşımıyordu. Ama bugün artık Türkiye'nin sorunları AB'nin sorunu olmuş oluyor. Biz ne yapıyoruz? Biz de sorunların üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Bu bakımdan AB mevzuu kolaylaştırıcı bir gelişmedir. Tabii bu tip örgütlerin var 99 olma, yaşama, gelişme şansları da demokrasi ile ilgilidir. Ben inanmıyorum ki; Türkiye AB yolunda attığı her adımda temel haklara, özgürlüklere daha fazla yer vermek durumundadır. Son sorum Ümit'çiğim. Geçmişle kıyas yaptığımızda, HYD açısından tabi bugün sivil toplumculuğu nasıl değerlendiriyorsun? Sizce Türkiye de sivil hayat bugün itibariyle ne durumda! Bir kere sivil toplumculuk da Türkiye'de pek çok kavram gibi çok değişik anlamlara neden olabiliyor. Pek çok konuda meslek örgütleri yasal, yarı resmi kurumlar, sivil toplum kuruluşu gibi ele alınıp değerlendiriliyor. Bizde sivil toplum kurumları sadece muhalif kurumlar değildir. Devletin boş bıraktığı alanlar vardır. Bu alanlardan bir şeyler çıkarmak lazım. Bazı kapılar vardır ki o kapıları devlet açamaz. O kapıları açabilmek önemli. Türkiye'de bir zaman 1980 öncesi bir kavram vardı, demokratik kitle örgütleri! Sivil topluma dönüştü o kavram. Kimi insanlar, kimi çevreler sadece devletin dışında kurulan, barodan, tabip odasından, mühendis odasından, sendikalardan; devlet örgütü ne varsa bunları sivil toplum örgütü olarak kabul edebiliyor. Bence bu doğru değil. Böyle bir karışıklık var. Ama buna tepki olarak çok da kendi kafasına göre bir takım yapıları sınırlayıp sivil toplum örgütleri bunlardır demek de yanlış. Şimdi bir yerde deprem oluyor, bir sel felaketi yaşanıyor, AKUT diye bir örgüt var sivil toplum kuruluşudur. Bu dernek de yardımlaşmak, paylaşmak ihtiyacı duyduğu yerde onunla paylaşacaktır. Çünkü AKUT'un dozeri yoktur. Yol açma olanağı yoktur. Ama gönüllü çalışacaktır. Bilgileri vardır. Deneyleri vardır. Bu bir sivil harekettir. Ama bunun yanı sıra devletin kurduğu savunma timleri de değildir. Aslında alanda aynı işi yapıyorlar. Bu nüansları dikkate almak lazım. Keza Diyarbakır'da Baro demokratik olarak görülebilir. Orayı yöneten insanlar demokrattır. Dolayısıyla sivil kurum gibi görünebilir. Tersine İzmir barosu da görülmeyebilir. Çünkü oradaki insanlar da muhafazakârdırlar. İşte bu nedenle baroları sivil toplum kurumları olarak nitelendirmemek gerekir. Bir meslek örgütü gibi algılamak gerek. Dünyanın her tarafında vardır. Zorunlu kurumlardır. Yani kendi mesleki zorunluluklarından kaynaklanan bir yapılanmadır. Böyle bir karmaşa var. Hangisi sivil toplumdur, hangisi değildir? Çok da kategorize etmek istemiyorum ama böyle bir yanlış anlaşılma bir enflasyon doğdu. 30 örgüt bir araya geliyor ve “aşağıda imzası bulunan sivil toplum kurumları olarak…” diyor. Ama o metnin altında bir partinin yan kuruluşu da var. Meslek örgütleri, sendikalar da var. Oysa bunları STK'lar olarak saymamak gerekir. Yani sivil toplum farklıdır. Ama Türkiye de bir dönem sol egemen söylem bize hakimdi. Sivil toplumculuk o dönemde pasifist, devrimin değil de küçük çapta taleplerin dile getirilip onların gerçekleşmesi ile ilgili yetinen kurumlar olarak algılandı. İşte hiçbir yeteneği olmayan bir takım pısırıkların yer alabileceği yapılar gibi 100 görüldü. Ama bugün günümüzde gelişmeler farklı. Batıda da sivil toplumun önemi gittikçe artıyor. İlişkiler gelişiyor. Daha normal bir hale geldi. Çok da etkili kurumlar oldu. Yani bugün dikkat edersen hiç çaktırmadan 1980'lerde Aydınlar Ocağı Derneği hükümet politikaları üzerinde etkili olabiliyor. Keza Nurettin Sözen' in Taksim Grubu, Milli Gençlik Vakfı siyasi etkinliğe sahip olabiliyorlar. Dolayısıyla sivil kuruluşlar gönüllü kuruluşlardır. Ve toplumda saygın olabilirler. Hükümetler ve devlet politikalarında etkili olabilirler. Gelecekte de ağırlıkları artacaktır. *Helsinki Yurttaşlar Derneği Ümit Fırat İnönü caddesi Ankara Palas. No: 77 / 13 Gümüşsuyu-Beyoğlu / İstanbul Tel : 0 212 292 68 42 e-mail : [email protected] Web : www.hyd.org.tr 101 İnsan Hakları Gündemi Derneği* Orhan Kemal Cengiz Orhan Kardeşim, İnsan Hakları Gündemi Derneği hangi ihtiyaçtan doğdu? Niye kuruldu? Neler yapar? Önce bununla bir başlayalım derim. Şu anda İzmir'de olmakla beraber Türkiye ve Türkiye'nin komşularında faaliyet göstermeyi hedefleyen bir dernek. Bu amaçla Azerbaycan'la bazı temaslarımız oldu. Dernek kurulurken amacımız şuydu. İnsan haklarının ilerletilmesi için teknik ve taktiklerin geliştirilmesi stratejiler oluşturulması. Madem bunları yapacağız, neden Türkiye'nin komşu ülkeleri ve tarihi kültürel bağları olan ülkelerle paylaşmayalım. Dünyada iki büyük insan hakları örgütü var. Bir tanesi insan haklarının durumunu izliyor. Diğeri de kampanya yürütüyor. Ama strateji geliştirme, yapı oluşturma alanında büyük bir boşluk var. İHGD'nin nihai amacı bu. Türkiye'de taktik ve stratejiler geliştirmek ve bunları Türkiye'nin komşularına aktarmak. Üç alanda çalışıyoruz şu anda. İnsan hakları eğitimi, azınlık hakları ve işkence. Bunlar kasıtlı seçilmekten ziyade üye profilinden kaynaklanan bir şey. Neden böyle bir derneğe ihtiyaç duyuldu. Türkiye'de kitlesel insan hakları örgütleri büyük başarılarda bulundu. Ama Türkiye'de daha farklı çalışan örgütlere de ihtiyaç var. Bunlar kitlesel bazda Türkiye'nin içinden geçtiği ağır koşullarda büyük işler başardılar. İHGD, kendini insan hakları derneğine alternatif olarak görmüyor. Onlara eğer mümkünse alt yapısal destek sunmayı amaçlıyor. Daha önce Türkiye'nin gündeminde olmayan şeyleri gündeme getirmek, ulusal insan hakları kurumu, ulusal ceza mahkemesi gibi, çocuk hakları gibi onları bir biçimde Türkiye'nin gündemine taşımayı amaçlıyor. Türkiye'deki sivil toplum yapılanması içinde tanımlamanızı yaparken kendinizi nereye oturtuyorsunuz? Kendinizi, yani derneğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Biz yalnızca Türkiye çerçeveli değil, olaya evrensel bakmaya çalışıyoruz. Yeni bir örgüt olmamıza rağmen Avrupadaki örgütlerle iletişim ve dayanışma içindeyiz. Kendimizi sadece Türkiye sınırları içinde tasavvur etmiyoruz. Türkiyedeki insan hakları kuruluşları bizim için kardeş örgütler, ama yurt dışındakiler de bizim için eşit derecede kardeş kuruluşlar. Türkiyede aslında insan hakları alanında büyük boşluklar var. Aktivistlik anlamında bir boşluk yok. Ama işin somut materyal yaratma, taktik, strateji üretme boyutunda büyük boşluk var. Bizim derneğimiz bu boşluğu kapatma amacında. Bu yetişmiş insan gücünü içine alarak yapılabilecek bir şey. İHGD 102 yeni bir dernek olmakla beraber üyeleri on yıldan fazla bir süredir insan hakları mücadelesi içinde yer almış bir dernek. Türkiye'nin çeşitli illerinden üyelerimiz var. Kendisi yeni olmakla beraber üyeleri insan hakları alanında Türkiye'de söz sahibi olan kimseler. Bu portföyü daha da geliştirmeyi düşünüyor derneğimiz. Devletin size yaklaşımı, bakışı nasıl? Aslında sıkıntılarınız basına da yansıdı. Kuruluş aşamanızda epeyce sıkıntı yaşadınız. Belki sonra aşıldı ama başlangıç zordu herhalde? Biz farklı bir şey yaptık, Başbakan'dan Cumhurbaşkanı'na, Dernekler Masası'na kadar bir çok yerle yazıştık. Aynı zamanda davamızı çok ciddiye aldık. Uluslararası enstrumanları çok kullandık. Açılan dava sudan sebeplerle açılan bir davaydı. Ama davayı kazanarak bir anlamda kendi rüştümüzü de ıspatladık. Türkiye'de insan hakları hareketi bir mağdurlar hareketi oldu bugüne kadar. Bu insan hakları ihlalleriyle uğraşmak hem bir cesaret gerektiriyordu hem de ancak o ihlallerin mağdurları buna sahip çıkabildiler. Bunun hem yararları oldu Türkiye'de, hem de büyük zararları oldu. İnsan Hakları biraz ideolojik bir kavram haline geldi. Biraz ürküntü yaratan bir kavram haline geldi. İHGD biraz bunu kırmayı amaçlıyor. Bizim tanıtım yazımıza bakacak olursak İHGD insan haklarını her türlü ideolojinin üzerinde bir değer olarak görür. O bakımdan üye profilimizde de buna dikkat ediyoruz. İnsan haklarını kendi ideolojik profilinden yola çıkarak tanımlamaya çalışanlara sıcak bakmıyoruz. Bizim için çok önemli noktalar var. İnsan haklarını temel referans olarak alması, insan haklarını başka bir referanstan hareketle tanımlamaya çalışmaması çok önemli. Biz popülistleştirmeden popüler hale getirmeye çalışıyoruz insan haklarını. Ortalama insanın ciddiye alacağı bir duruş, model yaratmaya çalışıyoruz. Türkiye'de insan hakları örgütleri genelde Ankara'yı seçmişler. Siz neden İzmir'i seçtiniz? Uluslararası ilişkileriniz de var! Bu manada İzmir taşra sayılır. Neden İzmir? İzmir insan hakları konusunda iki açıdan çok önemli. İzmir Barosu'nun Türkiye'deki ilk insan hakları merkezini Türkiye'deki ilk işkence ile mücadele merkezini kuran bizim üyelerimizin bir çoğu barodan bu deneyimin içinden gelen insanlar. Uluslararası Af Örgütü konusunda da İzmir çok önemli. Bu iki grup aynı çatı altında buluştular. İzmir'de bulunmak bir yandan avantaj bir yandan dezavantaj. Dezavantaj yanı şu medyadan uzaktasın. Dolayısıyla sesini soluğunu duyurman zorlaşıyor. Avantajı da şu, Türkiye gündemine daha serinkanlı biryerden bakabiliyorsun. Ankara ve İstanbul'da olunca Türkiye gündemi seni sürüklüyor. Türkiye ve dünya gündemine bu yalıtılmışlığın verdiği rahatlıkla bakabiliyoruz. İzmir'de bulunmak yalıtılmışlık 103 gibi geliyor ama Türkiye gündemine dünya gündemi gözüyle bakma ayrıcalığını getiriyor. Tek başınıza mı çalışıyorsunuz? Diğer örgütlerle bir bağınız bir ilişkiniz var mı? Partner arıyoruz, Helsinki Yurttaşlar Derneği ile Avrupa Birliği'ne sunduğumuz bir proje var. Diyarbakır Barosu potansiyel partnerimiz durumunda, beraber yapmayı planladığımız işler var. Yunanistan ve İngiltere'de azınlık hakları üzerinde çalışan iki örgütle bağlantı içindeyiz. Ortak bazı projeler geliştirmeyi amaçlıyoruz. Şu anda daha çok insan hakları eğitimi üzerinde duruyoruz. Avrupa insan hakları sözleşmesinin iç hukukta uygulanması için sonuç alınabilecek bir girişim başlattık. Bugüne kadar herkes ilk fırsatta davasını AİHM'e (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) götürmeye çalıştı. Oysa biz diyoruz ki önemli olan AİHM'nin içtİhatlarının, kararlarının burada uygulanabiliyor olması. Anayasa'nın son değişiklikleri aslında bu araçları sunuyor ama bu konuda zihinsel blokajlar var. Sanki Avrupa'da üretilen hukuk başka bir şey Türkiye'de üretilen hukuk başka bir şeymiş gibi algılanıyor. Bizim avukatlara yönelik çok yoğun bir eğitim çalışmamız var. Ve temel amacımız da bu blokajı kırmak. Yani ulusal uluslararası hukuk ayrımını, aslında böyle bir ayırım yok yalnızca zihinlerde var. AİHM'e gitmeden Türkiye'deki mahkemeleri AİHM kararları ve insan hakları sözleşmesine göre davranmaya zorlamak çalışması var. Peki 17 Aralık 2004 itibarı ile AB süreci başladı. Demokrasi mücadelesi veren örgütler bu süreçte epeyce mücadele ettiler. Bu AB ilişkisi sivil alanı nasıl etkiler? Olumlu mu, olumsuz mu etkiler! Hem pozitif hem de negatif etkileri olacağını düşünüyorum. Pozit olarak mevcut örgütlerin kendilerine çeki düzen vermesine neden olacaktır. Negatif yönüde şu, daha önce Avrupa Birliği'ne aday olan sonra da katılan ülkelerdeki dramı gözlemliyorum. Sadece AB'den fon almak için kurulan örgütler var. İkincisi AB'nin foncu yaklaşımı gönüllülük anlayışını törpülüyor. Bu yönüyle zarar veriyor. Öbür taraftan profesyonel çalışmayı geliştiriyor. Bu bakımdan yararlı. Peki Orhan bu ikisi bir arada bir sivil toplum örgütü tarafından yapılamaz mı? Proje yapma ve fon alma konusunda etik davranılarak gönüllülüğü öne çıkaran baş köşeye oturtan bir anlayış hayata geçirilemez mi? Biz üye profilimize dikkat ediyoruz. İnsan hakları alanında ciddi çalışma yapmayan hiç kimseyi almıyoruz. Bizim üyelerimizin tamamı çok uzun yıllar gönüllü çalışmış, bu işe baş koymuş insanlar. Sırf fon amaçlı kurulmuş 104 kuruluşlar var. İşin sivilleşme dışında şirketleşme gibi bir tehlikesi var. Onları tehlike olarak değil kötü örnek olarak görüyorum. Son sorum biraz genel bir soru olacak. Geçmişle kıyaslayarak bugün Türkiye'de sivil toplumculuk alanını nasıl görüyorsun? Tek başına bir ilerleme olduğunu düşünmüyorum. Bir taraftan AB sürecinin yarattığı bir gerilim var. Pek çok sivil toplum örgütünde yükselen ciddi bir milliyetçi dalga var. Özellikle meslek örgütleri söz konusu olduğunda ciddi bir avrupa karşıtı bir dalga da var. O milliyetçilik dediğimiz şey orada kalmıyor. Aynı zamanda bunun dünyayı algılayışı var. Çok ciddi bir merkeziyetçi anlayış var. Kendi örgütlerinde taban demokrasisine karşılar. Bunlar pek çok meslek örgütünde iktidara gelmiş durumdalar. Bu avrupa birliği ve demokratikleşme sürecinde bazı örgütlerde yansımasını bulurken bazı örgütlerde içe kapanma durumu söz konusu. *İnsan Hakları Gündemi Derneği Orhan Kemal Cengiz-Başkan Talatpaşa Bulvarı Harputlu apt. 33 / 14 35200 Alsancak / İzmir Tel : 90 232 422 35 50 Fax : 90 232 422 35 27 e-mail : [email protected] Web : www.rightsagenda.org 105 İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi.* Av. Selahattin Demirtaş-Başkan Dilerseniz önce İHD ve Diyarbakır İHD'yi tanımakla başlayalım? İHD 1986 yılında Ankara'da 58 aydın tarafından kuruldu. O tarihlerdeki kurucular daha çok cezaevlerinde yakınları bulunan ailelerden oluşmuştu. Kısa sürede cezaevi sorunlarıyla birlikte diğer insan hakları ihlalleri ile de ilgilenmeye başlayınca Diyarbakır'da da bir gurup aydın 1988 yılında İHD Diyarbakır şubesini oluşturdular. O tarihten bu yana OHAL dönemindeki kapatmalarla kesintili de olsa 16 yıldır fiili çalışmalarımızı yürütüyoruz. Bir STK olarak kendinizi tanımlayın dersem neleri paylaşırsınız? Biliyoruz ki ilgi alanınız daha çok hak ihlalleri. Bu ilgi alanınız çerçevesinde gerçek anlamda misyonunuza uygun davranabildiğinizi ifade edebilir misiniz? Aslında dünyada diğer insan hakları örgütleri ile kıyasladığımızda İHD'lerin özellikle bölgemizdeki şubelerinin şöyle bir farkı var. Dünyada STK'lar daha çok spesifik alanlarla ilgilenir. Ama bizim bölgemizin kendi öznel koşullarından kaynaklı olarak hem örgütlenme özgürlüğü önündeki ciddi engeller, hem sivil alanın yeterince gelişmemesinden kaynaklı, hem de bu işe gönüllü insan sayısının azlığından kaynaklı sadece bir insan hakları örgütü kuruldu. İşte bu insan hakları örgütü; birinci kuşak haklardan üçüncü kuşak haklara kadar, hatta halen tartışılan dördüncü kuşak haklara kadar bütün hak kategorilerini ilgi alanına aldı. Dolayısıyla bu yönüyle yani yaşam hakkından çevre hakkına, sağlık hakkından işkence yasağına kadar, yerleşim hakkından seyahat hakkına kadar bir dolu hak kategorisini önüne koyan ve hepsiyle de baş etmeye çalışan dünyadaki ender örgütlerden biri oldu İHD. Bu yönüyle baktığımızda evet bir insan hakları örgütüdür. Fakat gerçekten de doğduğu ortamda, mücadele yürüttüğü ortamda en azından anlayış düzeyinde sivilleşmeyi son birkaç yıldır başarabilmiş bir örgüttür. Bir sivil toplum örgütü olarak ortaya çıkmıştır ama sivil toplum örgütü olabilmenin bütün gerekliliklerini yerine getirebilme konusunda şartlar İHD'ye çok fazla fırsat tanımamıştır. Çünkü sürekli baskılarla karşı karşıya kalmıştır. Bu baskılar İHD'nin içine kapanmasına yol açmış. Giderek siyasal, politik çizgilerle angaje gibi gösterilme durumlarıyla karşılaştırılmış. Özellikle devletin insan hakları derneğine yaklaşımı toplumu da İHD'den izole etmeye zorlamış. Ve en azından toplumun İHD'ye yönelik sempatisini gizlemesine neden olmuştur. Bu nedenle İHD rahat çalışabilen legal bir STK görüntüsüne ancak son 5 yıldır kavuşabilmiştir. 106 İp ucunu verdiniz ama yine de katılımcılık mevzuuna gelmek isterim. Toplumun sivilleşmesi ve hedef kitleniz ölçeğinde İHD'lerde katılımcılık çok önemli olmalı. En ücra yerdeki, en uzaktaki insana bile ulaşabilmek önemli. Bu anlamda katılımcılığı yeterince başarabildiğinize inanıyor musunuz? Aslında bunu sağlayabilmenin ön koşulu demokratik bir toplum geleneğidir. Yani eğer faaliyet yürüttüğünüz toplum demokratik bir kültüre, geleneğe ve işleyişe sahipse siz katılımcılığı başarabilirsiniz. Dolayısıyla toplumdaki demokrasi anlayışıyla doğrudan orantılı bir işleyişimiz söz konusudur. İHD halen feodal değerlerin ciddi ölçülerde yürürlükte olduğu bölgemizde demokratik işleyiş ve örgütlenme tarzını çokça da başaramadı. Bunun bir başka nedeni de bölgedeki çatışma koşullarıydı. Bunlar İHD İstese de katılımcılığın gerçekleşmesini engelledi. Ve küçük bir gurubun yürüttüğü insan hakları mücadelesinden çok da öteye gidemedi. Bir nevi can pazarı gibi mi anlamak gerek yani! Evet. Tam da öyle anlaşılmalı. Bölgenin öznel koşulları yine örgütlenme ve katılımcılığı etkiledi. Avrupa Birliği süreci ile birlikte 1999 sonrası bölgede hem çatışmalar önemli ölçüde azaldı. Hem de AB süreci bölgedeki demokratikleşme sürecini başlattığı gibi toplumda da demokratikleşme sürecini başlattı. İnsanlar artık kendi örgütlenmelerinden daha demokratik bir katılımı talep eder oldular. Bir de bölgedeki sivil örgütler bu katılımcılığa kapı aralamaya başladılar. İşte İHD'de son beş yıldır bölgedeki ve Diyarbakır'daki çalışmalarında katılımcılığı ve özellikle bireyin kendi kimliği ile örgütünde kendini ifade edebilmesinin önünü açmaya çaba gösterdi. Eğer katılımcılığı sağlayamazsak bizler biliyoruz ki, ne toplumda insan hakları ve demokrasi bilincini geliştirebiliriz. Ne de kendi kurumumuzda! Yolun daha başındayız. Katılımcılık konusunda tartışmalar var. Farklı deneyimler de var. Biz demokrasi ve insan haklarını savunan bir örgüt olarak bile, henüz katılımcılık ve demokrasiyi tam anlamıyla uygulayabilmiş ve uygulatabilmiş bir durumda değiliz. Onun mücadelesini yürütüyoruz. Şunu sormalıyım o zaman. Siz 1999 AB süreci öncesi ve sonrası arasında bir ayrım koydunuz. Bunu açabilir miyiz? Geçmişle kıyasladığınızda İHD ölçeğinde sivil toplumculuğu bugün nasıl görüyorsunuz? Özellikle 1990'lı yıllardan itibaren 1999'un sonuna kadar iki farklı dönem yaşandı. 1990 ile 1996 arası bu bölgede insan hakları, demokrasi alanında sivil mücadele veren insanlar hedef alındılar. Örneğin faili meçhul cinayetlerde öldürüldüler. Tutuklanıp cezaevlerine konuldular. İşkenceler gördüler. Çok ağır baskılar söz konusuydu. O dönemde sivil toplum 107 çalışması yürütebilmenin ön koşulu cesaretti. Bilgiden, deneyimden önce, yada sivil toplum anlayışına sahip olma bilincinden önce cesaret gerekiyordu. Dolayısıyla kim cesaretli idiyse onlar bu işi yapmaya soyundular. Ve yapmaya çalıştılar. İkinci dönem ise 1996-99 dönemi oldu. Bu dönemde ise kişilerin fiziki bütünlüğüne yönelik baskılardan çok tüzel kişiliğe yönelik baskılar gelişmeye başladı. Örneğin dernekler kapatıldı. Uzun süre İHD olarak kapalı kaldık. Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin kararı ile yargı denetimine tabi olmaksızın Malatya, Diyarbakır, Tatvan ve Van şubelerimiz uzun süreli olarak kapatıldı. Baskı bu şekilde işlemiş oldu. 1999 sonrasında ise ne fiziki saldırıya maruz kaldık. Ne de tutuklandık, ne de göz altına alındık. Bir, iki istisna hariç tabi. Ayrıca derneklerimiz de kapatılmadı. Ama hakkımızda inanılmaz sayıda davalar ve soruşturmalar açıldı. Yani 99 sürecinden sonra baskıda da bir değişim yaşandı. Dolayısıyla biz İHD'nin bölge boyutuyla sürecini üç başlık altında değerlendirdik. Biri fiziki gözle görülür baskı süreci. İkincisi tüzel kişiliğe yönelik baskı süreci. Ve üçüncüsü de yöneticilerine yönelik dava ve baskılar. İlk dönem arkadaşlarımız çok ağır bedeller ödediler. O bedel ödeyen arkadaşlarımızın yarattığı değerler üzerine sonradan gelen yeni nesil olarak cesaretin tek başına yeterli olmadığını veya gerekli olmadığını asıl olarak bilginin, deneyimin ve yetkinliğin gereğinin farkına vardık. Ve bu konudaki açığımızı gidermeye çalıştık. Çünkü artık cesaret tek başına yetmiyordu. Cesaretle birlikte bilgi ve donanıma da ihtiyaç vardı. Örgütün, örgütlenmenin ne olduğunu, yarını planlamanın ötesinde önümüzdeki yılları planlamanın ve görebilmenin gerekliliğine inanmaya başladık. İşte eksikleri gidermeye çabalayarak geçmişle böyle bir farklılığımız da oluştu. Aklıma hemen şu soru geldi. Bölgemiz açısından İHD ciddi sorunlarla uğraşması gereken bir STK. Siz bu çerçevede İHD'nin kendi yapısı içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Ben şahsen halkla iç içe olan ve halkla diyalogu bu kadar yoğun olan bir başka örgüt tanımıyorum. İHD Diyarbakır şubesi aylık olarak ortalama 150 başvuru alıyor. Her ay derneğin kapısından 150 kişi içeriye girerek sorununu dile getiriyor. Bu durum her şeyden önce bizlere bir perspektif sunuyor. Yılda ortalama 2500-3000 kişiyle birebir yüz yüze sorunlarını dinleyerek bölge ve Diyarbakır'daki problemin ne olduğunu tanıklar ve mağdurlardan öğreniyoruz. Bu bizim için birinci derecede önemli. İkincisi de sürekli basını izleyen bir birimimiz var. İnsan hakları ve demokrasi ile ilgili her türlü haber arşivimize aktarılarak raporlarımıza yansıyor. Basın aracılığıyla da kentteki ve bölgedeki insan hakları durumunu tespit ediyoruz. Üçüncü bir kanalımız ise üye toplantılarımız. Bu üye toplantılarında üyelerimizin beklentileri, talepleri ile kurumun politikasına yön verecek stratejileri onlardan dinlemeye çalışıyoruz. Dördüncü bir şansımız da 108 Diyarbakır Demokrasi Platformunun üyesiyiz. Çok önemli sivil toplum örgütleriyle periyodik toplantılar yaparak sivil toplum örgütlerinin beklentilerini ölçmeye çalışıyoruz. Bütün bunları bir araya getirip her hafta yaptığımız yönetim kurulu toplantılarında haftalık, aylık ve yıllık planlamalar yapıyoruz. Her yönetim kurulu döneminde de iki yıllık hedefi belirleyip çalışma programı yapıyoruz. İnsan hakları alanı çok devingen bir alan olduğu için öngöremediğimiz gelişmeler de gerçekleşebiliyor. Anında strateji üretmek zorunda olduğumuz sorunlarla karşılaşabiliyoruz. Bu nedenle yönetim kurulu sürekli donanımlı olmak zorunda. Aynı zamanda sürekli de izleyen ve geleceği planlayan bir perspektife sahip olmak zorunda. Bütün bu verileri toplayıp tek tek konu başlıklarına ilişkin sorun analizleri yapıp çözüm perspektifini ve yol haritasını önümüze koyup onları gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Günü birlik politikalarla, kör bir şeklide ya da gözleri bağlı bir şekilde mayın tarlasında ilerleyen bir politikanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Devletin resmi kurumlarının İHD'ye bakışı nasıl? Gerçi son zamanlardaki basın açıklamalarınızda devletin yaklaşımının olumlu mecraya girdiğini ifade ediyorsunuz. Sormak istiyorum. Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme alanınızla ilgili yeterince serbest çalışma şansını yakalayabiliyor musunuz? Yoksa engeller halen var mı? Devletle, devletin bize bakış açısı ile tırnak içerisinde iki yüzlü bir yaklaşım var. Bu iki yüzlülükten kastım riyakârlık ya da sahtekârlık değil. İki farklı yaklaşım söz konusu. Birincisi bizimle doğrudan temasta iken yaklaşımları, ikincisi de kamuoyunun önündeki, basının önündeki tavırlarıdır. Bu ikisi taban tabana zıttır. Örneğin bizler Başbakan, Bakan, Vali, Emniyet Müdürü, Kaymakam, Savcı, Hakim gibi devletin idari yargı mekanizmalarındaki yetkilileriyle görüştüğümüzde insan hakları derneğine ne kadar önem verdiklerini, İHD'lerin bu ülke için bir şans olduğunu, yıllardır yürüttüğümüz çabaya saygı duyduklarını ifade ediyorlar. İHD'nin mutlaka büyümesi ve gelişmesi gereken bir örgüt olduğunu söylüyorlar. Çalışmalarımızda her zaman kolaylaştırıcı olmak istediklerini de ekliyorlar. Ben örneğin 5 yıldır İHD'de yöneticilik yapıyorum. Bu 5 yıllık zaman süresince onlarca devlet yetkilisi ile görüştüm. Bu konuştuklarım içinde bir tek farklı konuşanla karşılaşmadım. Yüz yüze yaptığımız konuşmalarda mutlaka bu anlattıklarıma vurgu yapıldı. Örneğin Diyarbakır Emniyet müdür yardımcıları iki defa derneğimizi ziyaret ederek sorunlarımızı birebir dinlediler. Nezaket ziyaretinde bulundular. Defalarca da biz kendilerini ziyaret ettik. Sorunları aktardık. Vali yardımcılarıyla da görüştük. Bu konuda hiçbir problem yok. Ancak İHD ile ilgili ya da yayınladığımız raporlarla, eleştirilerle ilgili cevap verme aşamasına, kamuoyu önünde deklere etmeye gelindiğinde farklı bir dil 109 kullanılıyor. Tam da o noktada İHD'nin politik bir organizasyonla bağı olabileceğini, angaje olabileceğini hatta “teröristlerin” haklarını savunan bir dernek olduğu ifade edilerek raporlarımız boşa çıkarılmaya çalışılıyor. Şimdi doğrusu buradan ben onları da anlamaya çalışıyorum. İHD'ye kamuoyu ve basının önünde açıkça destek vermek, ben demokrasi ve insan haklarını sonuna kadar savunan özgürlükçü bir insanım demektir. Bu da Türkiye'de bir bürokratın koltuğunun sallanması demektir. Dolayısıyla bürokrat özgürlükçü olsa dahi basının önünde resmi ideolojinin, resmi tanımlamanın çokça da dışına çıkamıyor. İşte asıl problemimiz bu! Bunun dışına çıkabilecek cesur politikacılara ve bürokratlara ihtiyacımız var. Örneğin Diyarbakır AKP Milletvekili Cavit Torun gibi. Defalarca basının ve kamuoyunun önünde bizim raporlarımızı desteklediğini ve ilişkiler kurulmasını beyan etmişti. Eleştirilerimizi desteklediğini cesurca söylediğine tanık olduk. Üstelik başbakanın uyarılarına rağmen. Bu tür cesur çıkışlar bizim için gereklidir. Sohbetimiz iyi bir noktaya geldi. Hemen şu soruya gelelim istiyorum. 17 Aralık 2004 itibarı ile AB süreci bir yerlere geldi oturdu. Bu süreç sizce sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilecek mi? AB model olarak dev bir federatif yapıdır. Ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel federasyondur. Bu federatif yapı kendi içinde iktidarını sivil alanla paylaşan bir yapıdır. Sivil örgütlenmeler o kadar önemlidir ki, iktidarın gücünü paylaşır. Avrupa'da sivil alan bu şekilde örgütlenir. Politika üretilirken sivil alanın görüşüne bakılmak zorundalar. Veya sivil alan iktidarın politikalarını etkilemek veya yönlendirmek durumunda. Dolayısıyla yasama, yürütme, yargı gibi devletin üç ana erkinin dışında bunlara eşit uzaklıkta duran devletle halk arasında kıkırdak bir doku konumunu sürekli koruyan bir sivil alan mevcuttur. Bunlar hem halk için hizmet üretiyorlar. Bazen de devlet için hizmet üretiyorlar. Bütün çalışmalarında da siyasal argüman kullanmadan, politikanın içine pek fazla girmeden politikayı etkilemeye çalışıyorlar. Avrupa devletleri de sivil toplum örgütlerini bu yönüyle, bu işleviyle demokrasinin olmazsa olmazı olarak görüyorlar. Temsili demokrasinin işleyebilmesi için ara örgütlenmelere, ara formüllere ihtiyaç duyuluyor. İşte sivil alan bu yüzden biraz daha gelişkin. Eğer temsili demokrasi olacaksa halkın temsilcilerinin arasında da örgütlenmiş bir alan ihtiyaç vardır. Sivil alan işte biraz o ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Buna Avrupa çok önem veriyor. Şimdi 17 Aralık 2004'ten sonra eğer Türkiye bir Avrupa ülkesi olacak ve birliğe dahil olacaksa mutlaka bu alanı Avrupa'daki benzerleri şeklinde örgütlemek, güçlendirmek ve desteklemek zorundadır. Bu açıdan 17 Aralık bölgedeki sivil toplum anlayışının gelişmesi için bir şans, bir fırsattır. 110 Yeterince değerlendirebilecek miyiz, bizim alt yapımız buna müsait mi? Hayır. Biz maalesef henüz sivil düşünemiyoruz. Bırakın sivil örgütlenmeyi, yöneticilerin çok önemli bir kısmı sivil düşünemiyor bile. Halen yine tırnak içinde, militarist düşünce hakimiyeti var. Yani şiddet döneminin kafa yapısı halen söz konusu mu sizce! Evet. O düşünce sistemi hakim. Olayları çözümlerken maalesef o sistematiğe tabi tutarak analiz etmeye çalışılıyor. Dolayısıyla önce kafaların sivilleşmesi lazım ki, sivil toplum örgütleri de bu paralelde gelişsin. Umutluyum tabi. Umutsuz olduğum anlamına gelmesin. Alt yapımız çok yetersiz. Böylesi bir tarihsel geçmişimiz yok. Sivil alan diye bir kültürümüz de yok. Bir de çok yeniyiz. Çok çabaya ihtiyaç var. Diğer Avrupa ülkeleri ile aday ülkelerde beş çaba harcanıyorsa Türkiye'de on çaba harcanmalı. Türkiye'nin güneydoğusunda ise 15 çaba harcanmalı. Gerek kendi alanınızla ilgili gerekse alanınız dışındaki STK'larla işbirlikleri oluşuyor mu? Gerçi sohbetin içinde demokrasi platformundan söz ettin ama, daha başka nasıl yürüyor? Hatta demokrasi platformunun dışında da başka partner ilişkileri oluşuyor mu? Ya da tıkanıklıklar söz konusu mu? Demokrasi platformunun çıkış ya da kuruluş aşamaları incelendiğinde, bir iletişim ağı kuralım, bir çalışma gurubu olsun, bir dayanışma örgütü yaratalım tartışmalarından çok, o dönem tek tek STK'lara yönelik inanılmaz baskılar bir araya gelmeyi zorunlu kılmıştı. Hatta öyle olmuştu ki, sivil toplum örgütlerinin yöneticileri tek başlarına sokakta yürüyemez hale gelmişlerdi. Yani en az 2-3 kişi birlikte yürümek zorundaydılar. Faili meçhul cinayetler çok yoğundu. Ve bu yönelme özellikle sivil toplum örgütlerinin yöneticilerine, temsilcilerine yönelikti. Dolayısıyla o dönemde gerek derneklerin gerek sendikaların, tek tek faaliyet yürütmesi sürüden ayrılanı kurt kapar kabilindendi. Bu nedenle hem kişisel hem de örgütsel olarak bir arada olmak gerekiyordu. Ortak ses çıkarabilmek için de birlikteliğe ihtiyaç vardı. İşte Diyarbakır Demokrasi Platformu fikri bu noktada ortaya çıktı. O dönemde Diyarbakır'da etkili bütün kuruluşlar platform içinde yer aldı. Birlikte demokrasi mücadelesi yürütülmeye çalışıldı. Bugünkü çağdaş anlamda bir iletişim ağına, ortak faaliyet yürütme adına bir araya gelen kurumlardan çok farklı bir, bir araya gelişti. Ortak bir hedef vardı, demokratikleşme. Kendi alanlarında çok farklı ilgi alanları olan örgütler ortak bir potada demokrasi fikri uğruna bir araya gelip demokrasi mücadelesi verdiler. 111 Biraz da demokrasi platformu model haline mi dönüştü! Evet. Dünyada başka örneği yok. Mağduriyet aynı noktadan kaynaklanıyordu. Devletten kaynaklı bir zor ve şiddet vardı. Buna karşılık koşullar duruş olarak da bütün farklı düşünen farklı örgütlenme modeline sahip örgütleri bir araya getirmeyi zorladı. Kurulduğu günden beri kesintisiz olarak devam ede gelen bir örgütlenme yani! Aslında dünyada savaş karşıtları platformu gibi kuruluşlar geçici olarak kurulurlar. Çevre platformları v.s'de öyle. Fakat Diyarbakır Demokrasi Platformu 10 yılı aşkın bir süredir kesintisiz olarak bu birlikteliği sürdürüyor. Her geçen gün kendini biraz daha sorgulayıp günün koşullarına göre biraz daha farklı bir örgütlenme modeli tartışan bir yapıdır. Belki AB ile birlikte giderek de iletişimle genişleyen bir çalışma gurubuna dönüşmeye adaydır. Köklü bir geçmişi var. Demokrasi mücadelesine emeği var. Biz de bu platformun üyesi olmaktan çok şey kazandık. Diyarbakır Demokrasi Platformu temsilcisi, dönem sözcüsü ile de görüşeceğim. Belki bu söyleyeceklerinize ek olarak öğrenmek istediklerim şu olacak! Demokrasi Platformunun dışında İHD olarak ne tip partner ilişkileri kuruyorsunuz? Mesela çeşitli STK'larla ortak etkinlikler de olabilir! Bizim İHD olarak şöyle bir şansımız var. Üye profili olarak İHD çatı örgütüdür. Üyelerimiz arasında hâkim, avukat, mühendis, serbest çalışan, ev hanımları gibi bir çok meslekten insanlar var. Bu insanların çok önemli bir kısmı ayrıca bizim dışımızda da örgütlü insanlar. İHD onlar için ikinci bir örgüt. Dolayısıyla bu insanların hepsini bir araya getiren örgüt İnsan Hakları Derneği'dir. Bu nedenle partner ilişkisi geliştirmekte hiç zorlanmıyoruz desek yeridir. Bu anlamda herkes İHD'yi kendi kurumu olarak görüyor. Bu yüzden şanslıyız. Örneğin Baro ile, Tabip Odası ile TMMOB ile ve diğerleriyle çok rahat ilişki kurabiliyoruz. Özellikle ekonomik alanda faaliyet yürüten kurum ve kuruluşlarla diyalogda partner ilişkisi geliştirmede zorlandığımız oluyor. Onların da kendilerine göre haklı gerekçeleri var. Örneğin iş adamları dernekleri, Ticaret ve Sanayi Odaları, bölgedeki ekonomik alanın önemli ölçüde devlet destekli ve devlet kaynaklı olmasından dolayı bizlerle doğrudan diyalog ve bağ onların kendi ticari faaliyetlerine sekte vuracağını düşünüyorlar. Bizler de bu arkadaşlarımızın bu haklı kaygısını gözetilmesi gereken bir kaygı olarak kabul ediyoruz. Örneğin SİAD'lar filan İHD ile kurumsal ilişki kurmaktan uzak duruyorlar. Ama kişisel ilişkileri her zaman vardır. 112 Biraz da il dışsına çıkarsak, Ankara ve İstanbul hatta uluslararası STK'larla ilişkileriniz nasıl? Bize çok sayıda proje bazlı partner önerisi geliyor. Biz de önerilere çok hassas ve çok dikkatli yaklaşıyoruz. Özellikle Ankara, İzmir ve İstanbul'da kurulu bulunan ve bölgeye yönelik faaliyet yürütmeyi hedefleyen bazı STK'ların Avrupa Birliğinden fon almak amaçlı olduğunu biliyoruz. Yerinde destek bulabilmek için de bizim gibi saygın kurumların desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Aslında bunlar bölgede çok fazla faaliyet yürütme, ya da derde deva olma anlamından çok, bu proje işini kendilerine profesyonel olarak meslek edindikleri için, gelip buralarda bir, iki ufak tefek iş yapıp AB'den fon koparmayı hedefliyorlar. Bunları ayrı tutmak gerek tabii. Ki bunlar gibilere de asla destek sunmuyoruz. Partner olarak da bunları asla kabul etmiyoruz. Tarih Vakfı gibi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı gibi, Mazlum-Der gibi, TOHAV gibi insan hakları ve demokrasi alanında çalışmalar yürüten kurum ve kuruluşlar bölgede faaliyet yürütürken her türlü desteği onlara sunuyoruz. Ve partner olmaktan da mutluluk duyuyoruz. Çünkü biz kendini ispatlamış kurumlarla birlikte çalıştıkça hem kendimizi geliştiriyoruz. Hem de sorun alanına ilişkin çözüme küçük de olsa katkı sunuyoruz. Partner ilişkisi bu açıdan önemli. Tek başımıza insan hakları gibi dev bir sorun alanıyla ilgilenmek kolay değil. Biz hayalciyiz ama mümkün olduğunca da gerçekleri görmeye çalışıyoruz. İnsan hakları savunucuları idealist olmak zorundadırlar. Gerçekleşmesi imkansızı istemek zorundadırlar. Ama partner kurum ve kuruluşlarla da ilişki kurmak zorundadırlar da! İşte bu noktada AB olayı bu işleri biraz daha tetikleyecek gibi gözüküyor. Peki son söz! Böyle bir çalışmada, yani “Türkiye'de Sivil Hayat” da, Türkiye'de sivil hayatın geleceği ile ilgili bölge bakışı anlamında neler söylenebilir? Türkiye'de inanılmaz ölçüde siyasal yozlaşma var. Son seçimlerde de ortaya çıktı ki, insanların neredeyse yarısı kendi düşüncesine uygun bir siyasal anlayışı görmüyor ve bu doğrultuda da sandık başına gitmiyor. Siyasal alanda örgütlenmemiş insanların da demokratik alana müdahale etmesi gerekiyor. Bunun da en önemli aracı sivil alan ve sivil toplum örgütleridir. Siyaset gibi kendini yıpratan alanlara girmek istemeyen insanlar belki de sivil alanda örgütlenip daha temiz bir alanda çalışmayı düşünebilirler. Bu durum Türkiye'de sivil alanın çok hızlı bir şekilde gelişmesini sağlayabilir. Belki önümüzdeki yıllarda siyaset alanı da temiz bir alan haline gelirse ilgi gösterilebilir. Ama bu açıdan sivil alan daha şanslı gibi duruyor. İnsanlar örgütlenme, seslerini duyurma gibi bir istence sahipler. Ama örgütleri yok. En büyük örgütler siyasal partilerdir. Ama maalesef insanlar ne bu partilere girerek üye olabiliyorlar. Ne de çalışabiliyorlar. Ne de çalışmak istiyorlar. Bu 113 nedenlerle dernek, vakıf, sendika, kooperatif ve mahalle örgütlenmelerinde kendilerini daha mutlu hissediyorlar. Hem de yaşamı değiştiren aktif güç haline gelebilirler. Türkiye bu alanın gelişmesi için bir fırsat yaratabilir. Bunu da ben şahsen umut ediyor ve inanıyorum da! * İletişim adresi: İnsan hakları Derneği Diyarbakır Şubesi: Av. Selahattin Demirtaş Lise caddesi. Ali Emiri 1. sokak. Yılmaz 2004 Apt. No: 1/3 Yenişehir-Diyarbakır Tel : 0 412 229 58 66 - 0 412 223 57 37 e-mail : [email protected] e-mail : [email protected] 114 Kadın Adayları Destekleme Eğitme Derneği* İlknur Üstün-Ankara Şube Başkanı İlk sorum KADER'i tanımakla başlayalım. KADER ne zaman kuruldu. Niye kuruldu? Neler yapar? KADER 1997'de kuruldu. Özel amaçlı bir kadın örgütü. Karar alma mekanizmalarındaki kadın temsilini ve kadın katılımını arttırmayı hedefleyen bir dernek. İstanbul'da kuruldu. Kuruluş aşamasında daha çok akademisyen, aktif iş çevrelerinden, siyasetten kadınlar bir araya gelerek kuruldu. Kuruluşa giden yol kadının ikincilliği, ezilmişliği, yada mevcut kurumu dönüştürecek yolun karar mekanizmalarından geçtiği düşüncesiyle hareket edildi. Ve kararların alınma sürecinde, kararların alındığı yerde olmayınca eşitlik sağlayıcı düzenlemelerin olmaması, kadınların hayatının dönüştürülmesinin pek mümkün olmadığı savından örgüt kuruldu. Türkiye'de 17 şubemiz var. 5 yerde de girişim aşamasındayız. Girişimler hızla şubeleşiyorlar. 25'e yakın yerde örgütlüyüz. 4000' yakın üyemiz var. Ama bu rakam yaklaşık bir yıl önceki rakamımızdır. 1998'de kuruluşumuzun hemen ertesinde bir baskın seçim yaşadık. O tarihlerde meclisteki kadın temsil oranı 2.4'tü. 98 seçimlerinden sonra bu oran 4.2 oldu. Bu çok kendiliğinden oldu diyemem. Bu artışta KADER'in de payının olduğunu düşünüyorum. Eğitim faaliyetlerini özellikle toplumsal cinsiyet ve siyaset konusunda kadın eğitimleri anlamında gerçekleştirdik. Siyasette aday kadınlar ve seçmen konumundaki kadınlarla eğitimler yaptık. Öte yandan lobicilik faaliyetleri yürüttük. Özellikle yasal düzenlemelerle ilgili çalıştık.Önümüzde siyasal partiler ve seçim yasaları var. Bununla ilgili kampanyalar yürütüyoruz. Kadın adayları destekleyelim. Kadınlara oy verin, aday olalım, şeklinde çalışmalar! Kamuoyunda bu konuda duyarlılık geliştirmek ve harekete geçirmek için özellikle medyayı kullanma gibi temel bir hareket noktamız var. Bir sivil toplum hareketi, sivil toplum kuruluşu olarak, KADER'i tanımlamanı istersem sivil toplum örgütlenmesinin neresine oturur KADER! Benim durduğum yerden gördüğüm şudur. KADER, bağımsız, devletin dışında duran, hedefleri doğrultusunda politika üretip strateji geliştiren ve bu politikalar doğrultusunda da devlete baskı yapmaya çalışan bir örgüttür. Pek çok sivil toplum örgütü, sivil toplum anlayışı içerisinde devlet dışında olmak, devletten bağımsız amaçları olan ve kadın erkek eşitliğini oluşturmaya çalışan bir örgüttür Kader. Politikalar üreten ve bu ürettiği politikaları kendi içerisinde kamuoyunun çözümüne sunan devlete bu konuda baskı yapan, bunun için diğer örgütlerle 115 iş birliği geliştiren, hem uluslararası düzeyde hem de yerel düzeyde çalışan bir örgüt diye tanımlarım. Kurulduğu günden bu yana KADER misyonuna uygun davranabildi mi? Ben kadınlar içinde hem bir aktivist hem de yönetici olarak bulunduğum çerçevede bunun mücadelesini veren biriyim. Ama KADER temel politikası itibarı ile bütün siyasi partilere eşit uzaklıkta duran ve bu anlamda nerede olursa olsun orada kadın erkek eşitliğini hedefleyen bir konumdadır. Bu durumun bizzat kendisi zaten biraz sıkıntılı. Bu ülke içinde anlaşılabilen ve tümüyle kullanılabilen bir durum değildir. KADER'in üye profili, yönetim kadrolarındaki insanların yapısı çok farklı ideolojilerden kadınların birlikteliğiyle oluşuyor. Hedeflerine yönelik temel politikaları harekete geçirici gücü tümüyle ortaya koyduğunu söyleyemeyeceğim. Bu belli yerlerde mesela Ankara'da uygulanabiliyor. Ama KADER olarak yada tam olarak hedeflerine yönelik çalışabiliyor mu derseniz, bunu yapabildiğimizi henüz söyleyemem. Ama Türkiye için çok önemli bir şey de yapıyoruz. Kadınlık ortak meselesini siyasetin gündemine taşıyan çok farklı yerlerden ideolojilerden kadınları bir araya getiren yaklaşım, KADER'le birlikte ortaya çıktı. Ben KADER'in 1997'de ortaya çıkışından günümüze kadar önemli adımlar atıldığına, önemli gelişmeler olduğuna inanıyorum. Bunun en somut göstergesi kadın hareketiyle siyasi partiler arasındaki kadınlar arasında doğrudan bir ilişki, iletişim ağı, güç birliği, dayanışma pek söz konusu değildi. Bu biraz feminist kadın hareketinin siyasi partilerdeki kadınlara bakışıyla da ilgili bir şeydi. Ama 97'den sonra KADER bunu çok önemli ölçüde kırdı. Bu ilişkiyi geliştirdi. Farklı siyasi partilerdeki kadınların bir araya gelmesini de sağlayıcı düzenini oluşturdu. Bu anlamda çok önemli şeyler yaptı diye düşünüyorum. Kadına kitle olarak ulaşma, bağ kurma anlamında katılımcılık, destek boyutu ne alemde! Gerçi epeyce bir örgütlenme profili oluşmuş gözüküyor. Ama ben daha ileri boyutlarda örgütlenmemiş kesimlere KADER'in ulaşması nasıl olacak, asıl bunu merak ediyorum. Genel olarak kadınların KADER'e bakışı nasıl? Bir KADER'e başvuran kadınlar var. Bir de KADER'in ulaştığı kadınlar var. Öncelikli olarak ulaşmayı başardığımız örgütlü kesim. Bu çok zor olmadı. İşte bu siyasi partilerdeki kadınlar bizlerin birincil plandaki hedef kitlemizdir. Ondan sonra sendikalar, diğer sivil toplum kuruluşlarındaki, hatta kadın örgütlerindeki de bizim hedef kitlemiz ve onlara da ulaşabiliyoruz. Toplum merkezli, örneğin daha yerelde bir şekilde tam örgütlü değilse bile yarı örgütlü diyebileceğimiz bir kesim oluyor bu ulaştıklarımız. Onlara da ulaşmak mümkün oluyor. Bugün artık tabanda çok daha örgütlü olarak çalışabiliyoruz. 116 Ama hiçbir yere bağlı olmayan kadınlara ulaşmak bütün örgütlerde olduğu gibi bizim de problemimiz. Bunun biraz o bağın kurulduğu yerlerde çalışmayı hedefleyen bir yönü yani bir eğilimiz de var. Birincisi medyayı kullanarak o kesime ulaşmayı seçiyoruz. İkincisi birebir çalışmalar yapıyoruz. Bugün iki yıldır sürdürdüğümüz yerel siyaset çalışmaları var. Kader iki yıl öncesine kadar ciddi bir çalışma yapmamıştı.. İki yıldır yaptığımız çalışmalarda Belediyeler, belediye meclisler, muhtarlıklar, buralardan insanların yaşadıkları en küçük birimlere kadar ulaşmayı hedefliyoruz. Bu kanalları zorluyoruz. İki yıldır özellikle bu anlamda kısmen de olsak yol aldık. Devletle, resmi kurumlarla bağınız, diyalogunuz nasıl? Müdahale oluyor mu? Yoksa devlet şunu mu söylüyor. “Bizim bir eksiğimizi, gediğimizi kapatıyorsunuz. İyi ki KADER var!” gibi bir yaklaşımları var mı? Yok. Son söylediğiniz tabi ki söz konusu bile değil. Çünkü biz devletin şubesi gibi çalışan bir örgüt değiliz. Devletin açık bıraktığı, örneğin eğitim açığını kapatmak, eksiğini gidermek filan yok. Devletin terzisi değiliz. Söküğünü diken bir konumda olmayız. Olmak da istemeyiz. Böyle bir duruşun da doğru olduğunu doğrusu ben onaylamıyorum. Şu da var tabii. Sonuç da yanlışlıklara, eşitsizliklere, devletin kadın konusundaki politikasızlığına karşı muhalif bir ses olmaya çabalıyoruz. Bu muhalif ses diğer bütün muhalif sesler gibi tehdit oluşturduğu zaman, sizi tehdit olarak algılamadığı zaman yani o güçte görmediği zaman siz istediğinizi yapabilirsiniz. Devletin de bu konuda hiçbir engellemesi olmaz. Hatta devletin kadın örgütlenmeleri açısından yasal düzenlemelerinde oluşturulan komisyonlarında görüş almak ve Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün Teşkilat yasasında öneri almak gibi konularda olumlu iş bile yaptığı oldu. Son dönemlerde bu türden devlet politikalarına da tanık olduk. Kadınları da işin içine katalım ve görüşlerini alalım biçiminde ilişkiler oldu. Bundan elbette biz de payımıza düşeni aldık. Şimdi siyasi partiler yasası, seçim yasası ve kota var. Böylesi somut örneklerden yola çıkarak belki soruyu daha net yanıtlayabilirim. Kota konusunda dünyada belirlenmiş birkaç rakam var. Kadınlar için yüzde 33 kota uygulanmıyorsa eksik kabul ediliyor. Şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisinde kadınların temsili yüzde 4.36'dır. Yerel meclislerde ise % 1. mutlaka ve mutlaka yasal düzenlemelerle kota getirilmesi gerekiyor. Ama maalesef devletin böyle bir politikası yok. Hükümetin ise hiç yok. Başbakan çok açık ve net bir biçimde kotanın kadınları aşağılayacağını ve kadınların buna hazır olmadığını o nedenle de kota uygulamasının mümkün olmayacağını ifade ediyor. 117 İşte burada karşı karşıya geleceğiz demektir. Çünkü bu ifadeler Türkiye'nin altına imza attığı sözleşmelere aykırı, kendi taahhüdüne aykırı işler yapıyor. AB politikası devlet politikası haline geldi ama buna da aykırı. Bu açıktan kendisiyle çatışan bir tutum. Dolayısıyla biz bu duruma muhalifiz. Bu işte devletle tam da karşı karşıya gelme noktası. Burada hangi noktada karışır ve nasıl şeyler ortaya çıkar bilemeyiz. Örneğin zina meselesinde TCK'nın yasalaşacağı son günlerde Başbakan, zinayı TCK'ya suç olarak sokma gibi bir şeyi gündeme getirdi. Biz zina için değil ama TCK'da kadın taleplerinin hayata geçirilmesi, yer alması için Ankara'da çok büyük bir miting düzenledik. Yürüyüş yaptık. Bu mitinge Türkiye'nin pek çok yerinden bini aşkın kadın geldi. Mesela o eylemimiz şu açıdan önemliydi. Hangi durumda karşı karşıya gelineceğinin göstergesiydi. Bize yönelik olarak, “bir takım ahlaksız pankartlar taşıyan marjinal kadınlar” ifadesini kullandılar. Bütün basın da bunu böylece yazdı. Bir grup dediği marjinal ve o ahlaksız! Pankartlarda; “Artık ölmek istemiyoruz, töre ve namus cinayetlerine son, cinselliğimiz bedenimiz bizimdir, en temel insan hakkımızdır” ifadeleri vardı. İşte 7'den 70'e, bin dolayında kadındık. Biz bazı gazetelerde hedef olarak gösterildik. Resimlerimiz yayınlandı. “Köpekler gibi azdığımız” ifadeleri kullanıldı. Elbette bu türden haksızlıklara karşı sesiz kalmamız düşünülemezdi. Zaten başbakan da bu ifadeleri destekleyen sözler sarf etmişti. Bu tehlikeli bir gidişattı. Tabii ki hangi noktada ve ne zaman karşı karşıya geleceğimizle ilgili tabii ki! Peki KADER olarak kendi ilgi alanınız veya ilgi alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkiniz nasıl? Ortak iş yapma bağı, alışkanlığı var mı? Kadınlar kendi aralarında örgütleriyle birlikte ortak işler yapıyorlar mı? Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben dili kullanıyorum ama içinde bulunduğum örgütsel kanalda olmanın bir nedeni de bu. Güç birlikleri, dayanışmalar olmasa, ortak gündemler belirlenemese, tek tek örgütlerin gücünün bir takım talepleri yada bazı şeyleri hayata geçirmeye yetmeyecek. Güç elbette olmalı. Bu anlamda da birkaç örnek vereyim. Yakın zamanda Ankara'da bazı yollar ulaşıma kapatılmıştı. Yayaların geçişine engel olunmuştu. Ve bu durum Ankaralıyı çok rahatsız ediyordu. Bunun üzerine Kader, yerel siyaset çalışan ve Ankara'da şubesi olan bir örgüt olduğu için, Ankara mimarlar odasından, çevrecilere, Kavaklıderem Derneğinden işte Kader'e varıncaya kadar bir platform oluşturduk. Adı da Ankaram Platformu oldu. Ve Ankaralıyı mağdur eden bu uygulamayla ilgili Belediyeye karşı bir talepte bulunduk. Kaldırılmasını istedik.Ve uygulama kalktı. Oluşturulan baskı ve güç birliği sonucu bu iş gerçekleşti. Yine ulaşım zammı sonucu Ankaralı çok mağdur olmuştu. Tekrar platformu gündeme getirdik. Fakat tabi bunlar 118 yerelde küçük örneklerdir. KADER işte böyle, küçük birliktelikler de yapıyor. KADER özel amaçlı bir örgüt. Kadının siyasetini kendisine hedef almış bir örgütlenmedir. Biz Medeni Kanun değişikliği ile ilgili oluşturulan 250 kadın örgütünün bir araya gelerek kurduğu medeni kanun platformunun da üyesiydik. Bu konudaki bütün çalışmaların hem içinde yer alarak, hem de destekleyerek sürdürdük. Medeni Kanunda önemli kazanımlar elde ettik. Bu anlamda pek çok dayanışma ve güç birlikleri gerçekleştiriyoruz. Burada benim daha da önemsediğim şey şudur. Çok önceden eski yıllardan yani 90'lı yıllarda gerçekleşen bir şey değil bu! 2000'lerde bu işler bu kadar canlandı, güç topladı. İnsan Hakları Örgütleriyle birlikte çalışmayı çok önemsiyoruz. İnsan hakları örgütleriyle, kadın örgütleri arasında dayanışma ve ilişkinin çok önemli ve zaten olması gereken bir şey olduğunu düşünüyorum. Bu ilişki ne yazık ki şimdiye kadar çok sağlam bir şekilde kurulamadı. Yeni yeni bizler bir kadının tecavüzünde insan hakları örgütlerinin harekete geçtiğini, birlikte bir takım açıklamalar yaptığını, ortak çalışmalar içine girdiğini görmeye başladık. Ayrıca bunların da yeterli olmadığını düşünüyorum. Daha da güçlenmesi gerekiyor. Sanırım bu 17 Aralık 2004 AB süreci bu işe biraz ivme katacak gibi. Ne dersiniz? KADER olarak AB ilişkilenmesi STK'larda bir çıkış, bir fırsat yaratabilir mi? STK'cılık daha da gelişir mi? Yoksa tam tersi mi olur? Cevap : Bunun bence çok dikkat edilmesi gereken bir süreç olduğunu düşünüyorum. 17 Aralık süreci bir çok gelişmeye ivme kattı. Katılıyorum. Burada dikkat edilmesi gereken şey Türkiye'de ne olursa olsun bir sivil toplum hareketi var. Çeşitli örgütler ve toplumsal hareketler var. Örneğin Türkiye'de kadın hareketinin ben çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Ayrıca KADER in de bunun çok güçlü bir parçası olduğunu düşünüyorum. 17 Aralık 2004 süreciyle birlikte yasaların hızla çıkması ve bu yasaların bazı taleplerimizi de içermesi tamamen AB süreci ile ilgili açıklanabilir hale geldi. Bunun böyle olmadığını düşünüyorum. Evet belki bizler 17 Aralığa kadar bu yasaları çıkaramayacaktık. Belki önümüzde daha 10-15 yıl gibi bir süre vardı. Ama bütün o taleplerin oluşmasında hareketin etkisi olduğunu, kadın hareketinin kazanımları olduğunu düşünüyorum. AB sonuç da Anayasa değişikliği yaptı. Ama Anayasa değişikliğinin içindeki küçük insanların bizim hayatımıza nasıl baktığını, nasıl dokunduğunu, nasıl etkilediğini bilmiyor. Ve bizler içerde bir ses çıkardığımız, hareket oluşturduğumuz, hem dışarıya karşı bu sesi duyurduğumuz zaman dikkat çekiliyor. O nedenle o maddelerin değişiminde bir takım kazanımlar elde ettiysek o kazanımların buradaki hareketin sonucu olduğunu düşünüyorum. Tabii çok ciddi yasal değişiklikler oldu. Kadın örgütleri 35 madde üzerinde duruyordu. Bu maddelerden 30'u kadınların istediği ve bugün AB üyesi bir çok ülkede bile olmayan biçimde lehimizde değişti. 5 madde dışında tabi. 119 Ama bu yetmiyor. Çünkü bir rehavet dönemi söz konusu olabilir. Uygulamalarda henüz bir şey görmedik. Namus cinayetlerinde hâla haftada iki, üç kadın sokaklarda öldürülüyor. Yasa değişti. Peki neyi bekliyoruz? Nisan ayında yürürlüğe girmesini beklemenin bir anlamı olmasa gerek. Şimdi sivil toplumun çok daha uyanık olması gerekiyor. Tam bu noktada şunu sorayım. AB kavşağında pıtrak gibi proje yapıp da fon bulmaya çalışan örgütler ortaya çıktı. Oysa sivil toplumculuk gönüllülük işi. Bunun dengesini nasıl kuracağız? Bunun açıkçası problemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Sivil toplumculuk işi o projecilik mantığından dolayı bir rant alanı haline dönüştü. Örneğin kendi yaptığımız çalışmalarla ilgili olarak yapmamız gereken işler belli. Bu işleri yapıyoruz. Bu işlerde sivil toplumun maddi gücü bellidir. Bir takım projeler yazıp destekler alarak da yapabiliyoruz. Ama bu destek benim yapacağım işleri sıkıntıya sokmazsa ben bu desteği alır ve kabul ederim. Yani birilerinin işte şunu yaparsan sana bu desteği veririm dediği parayla ben o işi yapmam. İşte bu yaklaşım çok farklı. Benim yapacağım işin içeriği, çerçevesi bellidir. Bunu mümkün olduğunca kendi öz kaynaklarımı gönüllü örgütümü harekete geçirerek yapmaya çalışırım. Ama o işin örneğin ulaşımla ilgili sıkıntılarını, telefon giderlerini, kirasını o aldığımız parayla karşılayabiliriz. Gücümüzün yetmediği konularda desteğe baş vururuz. Bu hepimizin yaptığı bir şey. Bu anlamıyla yanlış bulmuyorum. Ama çeşitli işler de var. İşlere şu paralar veriliyor. Bir de bakıyorsunuz ki ona ilişkin ilişkiler ortaya çıkmış. Belli STK'lar o işleri yapmaya başlıyor. Misyonunu unutan ve oradan gelecek gelirle varlığını sürdüren oluşumlar ortaya çıkıyor. Bunu hem gayrı ahlaki buluyorum. Hem de sivil toplum açısından son derece tehlikeli ve tehdit edici bir şey olarak görüyorum. Son sorumla bitiriyorum. Geçmişle kıyaslama yaparsanız. Türkiye'de sivil hayatı, sivil toplumculuğun bugününü düne göre nasıl buluyorsunuz? Belki sivil toplumculuğun geleceği ile ilgili de bir şeyler ekleyebilirsiniz? Kadın hareketinin içinden biri olarak konuşayım. Yakın zamana kadar sivil toplum deyince önemli ölçüde devletin şubesi biçiminde çalışan, biraz sosyal devlet olgusunu harekete geçiren, devletin yetişemediği yere eğitim, yardım ve gıda hizmeti götüren, devletin şefkatli eli vazifesi gören kadın dernekleri vardı. Bunlar çok genel ağırlıklıydı. İşte devletim için her şeyim feda mantığı! Bütün kadın hareketi için elbette bunu söylemeyeceğim. Hâla bu tür dernekler var. Ama bugün politik kadın örgütleri de var. Hedefleri doğrultusunda politika üreten kadın örgütleri de var. Baskı oluşturan ve güç birliği üreten örgütler var. Ben bunun daha da güçleneceğine inanıyorum. Tabii ki bir sürü çatışmalı durumlar da olacak. Ama geçmişle 120 karşılaştırıldığında bugün politik kadın hareketlerinin olduğunu söylemek mümkün. Politika belirlediklerini söyleyebilirim. Devletin dışında, devletten bağımsız örgütler. Gücünü kadınlardan alan bir hareketten söz ediyorum. Bugün böyle bir gelişme görüyorum. *Kadın Adayları Destekleme Eğitme Derneği (KADER) İlknur Üstün-Ankara Şube Başkanı Çevre Sokak. 29 / 2 Çankaya / Ankara Tel : 0 312 467 88 16 e-mail : [email protected] Web : www.ka-der.org.tr 121 Kadın Haklarını Koruma Derneği* Av. Ayla Eğit-İkinci Başkan Kadın Hakları koruma derneği ne zaman kuruldu, nedir, ne yapar? Kadın Haklarını Koruma Derneği, (KHKD) Türkiye'de 1954 yılında kuruldu. Bizim İzmir şubesi kurulalı 11 yıl oldu. 1994'ün 5 Aralığında kuruldu. Atatürk'ün kadına seçme ve seçilme hakkını verdiği günde kuruldu. Derneğimizin amacı özellikle Atatürk tarafından Türk kadınına verilen hakları kadınlara anlatmak, günümüz dünyasında daha çeşitlenmiş olan kadın hakları konusunda bilinç düzeyini artırmak. Amacı bu, kadın hakları koruma derneğinin. Oldukça aktif çalışıyoruz. Komisyonlarımız var. Eğitim komisyonu, bu tür derneklerin olmazsa olmazları bunlar. Gezi komisyonu, hukuk ve eşitsizliği izleme komisyonu. Ben aynı zamanda derneğin gönüllü avukatıyım. Derneğimiz 2000 yılında kendi binasını aldı, kendi imkanlarıyla. Kendi binamız var. Orayı tefriş ettik. Aynı zamanda bir bölümü kadın danışma merkezi haline getirdik. Orda haftada bir gün hukuksal danışmanlık, haftada bir gün psikolojik danışmanlık, tamamen ücretsiz veriyoruz. Diğer günlerde 24 saat açık, telesekreterli telefonumuz var. Buraya aldığımız başvurulara geri dönüyoruz. Çok büyük bir ihtiyaç olduğunu gördük. İzmir'de buna başlayan ilk derneğiz biz. Danışma merkezi olarak hizmet vermeye başlayan yani. Kadınlar, özellikle bizlere nerden, nasıl ulaşacaklarını bilmiyorlar. “Ben aile içi şiddete uğradım, ne yapacağım? Nereye gideceğim?” diye düşündüklerinde karşılarında bir muhatap bulamıyorlar. Kadınlar önce “haklarım nelerdir, ne yapacağım, nereye başvurabilirim, hangi kurum bana yardımcı olabilir veya ücretsiz avukat sağlayabilir?” diye düşündüklerinde biz onlara destek vermeye çalışıyoruz. İzmir barosunun ücretsiz avukatlık hizmeti var, tabi bu bilgileri kadınlar bilmiyorlar. Toplumsal yaşantının çok içinde olmadıkları için, parasal kaynakları çok kısıtlı olduğu için ve bu tip bilgiler maalesef kadınlara çok verilmediği için, etraflarından bu tip bilgileri alma şansları yok, medyadan bu tip bilgileri alma şansları yok. Çünkü kadınlara verilen bilgiler hep kadınla ilgili. İşte anne olmakla, çocuk bakmakla, mutfakta yemek yapmakla ilgili bilgileri, moda ile ilgili bilgileri bol bol medyadan alma imkanları var. Ama böyle haklarıyla ilgili bilgileri maalesef dışardan alma imkanları yok. Sivil toplum örgütçülüğü adına profesyonelce çalışıyorsunuz. Nasıl başardınız bunu? Tamamen kendi kaynaklarımızla yaptık. Biliyorsunuz 2000 yılında en azından İzmir'de, belki İstanbul, Ankara ve Diyarbakır'da vardı. Fon 122 kaynakları pek bilinmiyordu o zamanlar. Biz tamamen kendi imkanlarımızla üye aidatlarımızla, kermeslerden elde ettiğimiz gelirlerle bunu sağladık. Ayrıca çocuk okutuyoruz. Okuttuğumuz çocuklar için eğitim fonumuz var. Üye arkadaşlarımız oraya ayrıca bağışta bulunuyorlar. Bunları tamamen kendi imkanlarımızla yaptık. Yeriniz olmadığı zaman gerçekten çalışmalarınızda başarıya ulaşamıyorsunuz. Öncelikle bunu gördük. En büyük şansımız bizim şuydu, başkanımız Engin Demir 35 yıldır sivil toplum kuruluşlarında kadın çalışmaları yapan bir başkan, bilgi birikimleriyle daha önce İzmir Kadın Komitesi başkanıydı. Bu bilgilerle olunca, ben onun yanında bu dernek kurulunca geliştim diyebilirim. 10 yıldır benim kadın çalışmalarında epeyce bilgi birikimim oldu. Kadın mücadelesinde kadın haklarını koruma derneğini nereye koyuyorsunuz? Elinizi vicdanınıza köyduğnuuzda çok rahatım, kurumsal anlamda da çok rahatım istediğimiz şeyleri yaptık ama şunları şunları da keşke yapsaydık , böyle bir şey sorsam ne dersiniz? Kendine toplumsal çalışmayı hedef edinmiş insanlar için tatmin olmak çok zor bir konu, ama gerçekten yani ortalama anlamda düşünürsek, çok şeyler yaptığımıza inanıyorum. Bi kere Kadın Haklarını Koruma Derneğinin en büyük misyonu kadının vatandaş olma bilincini ona yerleştirebilmek. Aslında yardım derneği değil fikir derneğiyiz. Yani kadına kadın kimliğinden önce, 'sen insansın' bu bilinci verdik. Ve bu konuyla ilgili gerçekten ciddi anlamda çalışıyoruz. Neler yapıyoruz? Mesela danışma merkezimizde yaptığımız hizmetlerin dışında, halk eğitim merkeziyle yıllardır irtibat halinde çalışıyoruz. Konak bölgesindeyiz ama İzmir büyük bir şehir. İzmir'in her yerine, ben dernekte olduğumdan beri, halk eğitim merkeziyle işbirliği yaparak, özelilkle kadın ağırlıklı kursiyerlere paneller veriyorum. Bilgilendirme panelleri. Orda bir potansiyel var çünkü. Özellikle aile içi şiddetin üzerinde çok duruyorum. Kadını en çok ilgilendiren konuların başında bunlar geliyor, kadını en çok mağdur eden konular. Ve yani insanlar önce bir bilgiye sahip olacaklar ki ondan sonra gelip ya benim böyle bir problemim var diye danışsınlar, mantığından hareketle biz önce bu bilgiyi götürüyoruz ayaklarına. Kadına hukuksal hakları olduğunu söylüyoruz, bu bilgileri götürüyoruz ayaklarına, bu yetmiyor avukat olarak ben gidiyorum oralara. Piskologlarımız var, onlar da kadın aile içi şiddetin eşler ve çocuklar üzerindeki etkilerini, kadın olmak, kadın olmaktan öte insan olmak ne demek. Çünkü kadınlarımız hep kendileri için birşey istemeyi unutmuşlar. Psikologumuzun çok güzel bir sorusu var heryerde sorar, 'kendiniz için yaptığınız bir şey söyleyin' kadın oradan diyor ki, çoçuğumu aldım parka götürdüm. Hayır hayır çocuğunuz için değil sırf kendiniz için. Yani ben kendim olarak 15 dakika bir yürüyüş yapayım. Sırf kendimle ilgili. İnanırmısınız, İzmir gibi büyük ve modern bir kentte kadınların kendisi için birşeyler yapmadığını 123 görüyoruz. Panellerde kadınların sosyal ve siyasal haklarıyla ilgili bilgiler veriyoruz. Bunlar yetmiyor, okullarla işbirliği içindeyiz. Bu konuda şunu gözlemledim ben. İnsanlar bilgiye aç, biz bilgiyi doğru şekilde götürdüğümüzde çok rağbet var. Okul müdürlerinden sürekli bize istek geliyor. Okullarda şiddetten çok şikayetçiler. Şiddetin de aile içinde başladığının bilincinde müdürler. Sürekli velilere yönelik bu konuda bilgilendirme çalışmaları paneller yapıyoruz. Amaç özellikle kadının insanlık bilincini yükseltmek. Yani kadına bir birey olduğunu anlatmak sonra kadın kimliği. Bunu yapmaya çalışıyoruz. Bazen bunları diyorlar nasıl yapıyorsunuz? Okuma yazma kurslarına sponsor olarak katılıyoruz halk eğitimle birlikte, okuttuğumuz öğrenciler var. Bunlar yetmiyor panellere gidiyoruz okullara, bunları medyayla birlikte yapıyoruz. Mesela SKY TV'de her Cuma 10.30 ve 12 arasında 'Kadınlar programı' adı altında üç aydır yapıyoruz. Kadınlara her konuda, yasal hakları konusunda psikolojik danışma konusunda , sosyal ve siyasal hakları, bazen kadınların kafasını böyle sorularla şişirmeyip, bazen modayla ilgili sordukları varsa, kadın kimlikleriyle ilgili, her konuda hizmet götürüyoruz. Medyayı da bu konuda kullanıyoruz. Ayırca insan hakları il kurulunda, bizim işimizi kadın insan hakları olduğu için, derneğimizi temsilen ben bulunuyorum. Orda eğitim komisyonu başkanıyım. Bu çerçevede Kasım ayında, kadına karşı her türlü şiddetin kınanması günüdür dünyada. 10 Aralık insan hakları günümüz, polislere yönelik eğitim semineri verdik. Yani kadın şiddete uğradığı zaman gideceği ilk ayak karakol. İzmir Emniyet Müdürülüğü'nün talebiyle. Derneğimiz bu çalışmalarıyla tanındığı gibi saygı duyulan bir dernek. Kadın haklarıyla ilgili bir çalışma olduğunda vilayetten davet ediliyoruz. İzmir Emniyet Müdürlüğü'nden davet aldık ve yaklaşık 500 tane polise İzmir'de sanat merkezinde, sosyal hizmetler il müdürlüğünden görevli bir arkadaşla, dernek başkanımız ve ben bir eğitim çalışması yaptık çok güzel geçti. Çok güzel bir diyalog oldu. Kamplaşmaları şahsen sevmeyen biriyim. Hiç bir konuda kamplaşmadan yana değilim. Fakat herkes insan, herkes mesleğini yapıyor. Yanlış anlamalar, yanlış tutumlar olabilir. Bunların bireysel olduğunu düşünüyorum, çalışılarak ortadan kaldırılabileceğini düşünüyorum. O gün çok güzeldi, mesela polislerin şikayeti 'bize gelen, şiddete uğrayan kadınlar, kocalarına şiddet uygulamamızı istiyorlar' benim başımdan alın gibi. Şiddet böyle bir şey. Şiddet şiddeti doğuruyor. Ayrıca sığınma evi yokluğundan şikayet ettiler. Yani polise gelen kadın 'o eve tekrar göndermeyin, ben ne yapacağım, kocamı alın nezarethaneye atın veya beni orda tutun' gibi talepleri var. Onlar da sorunlarını bize açtılar. Güzel diyalogla güzel bir çalışma oldu. Peki devletle problemleriniz oluyor mu? Biz bunu yaşamadık. İzmir bu konuda duyarlı yani, devletle ilişkilerimiz sıcak. Şunu gördüm insanların bilgiye saygısı vardı. Kadın alanında, insan hakları il 124 kurulunda da, insanların bu konuda bilgiyi gördükleri zaman orda bir saygı uyanıyor. Ve iyi niyetlilerse işbirliğine gidiyorlar. Biz belki İzmir olarak bu konuda biraz şanslıyız. Gerçekten işbirliği yapılıyor. Nedir mesela, eski valimiz Kutlu Aktaş vardı. Yıllar önce bütün sivil toplum örgütlerini bir çatı altında toplamıştır. Her gelen valimizin eşi oranın onursal başkanıdır. Orada da amaç dernekler arasında kordinasyonu sağlamak. İşte vilayet ve dernekler işbirliğinde neler yapılabilir? Bunu masaya yatırmak. Ben izmir'de sivil toplum örgütlerinin çok sıkıntı çektiğini düşünmüyorum, yani devlet kurumları ile işbirliği içerisinde. Bilgili bir sivil toplum kuruluşuysanız, kapılar açılıyor İzmir'de. Diğer STK'larla ilişkileriniz nasıl? Şöyle İzmir bu konuda biraz şanslı. Güçbirliği bir çatı zaten. Sadece tüm kadın dernekleri değil, acil tıp derneğinden tutun da mülkiyeliler derneğine kadar, her türlü derneği bir çatı altında toplayan bir kurum. Biz İzmirli kadınlar olarak bir karar aldık. İzmir'de kadın dernekleri oldukça fazla yaklaşık 30'a yakın derneği var. Burda İzmir kadın kuruluşları birliğini oluşturduk. Dedik ki tamam güçbirliğinde varız, sivil toplumun ortak hareket ettiği projelerde beraber hareket edelim. Ama biz aynı zamanda kadın derneğiyiz. 5 Aralık, kadına seçme seçilme hakkının verildiği gün. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, bütün bu günleri ortak projelerle kutluyoruz. Ortak etkinlikler yapıyoruz, ortak paneller, yani herhangi bir eğlence programı da olacaksa, bunların hepsini ortak , İzmir Kadın Kuruluşları Birliği olarak yapıyoruz. Bu konuda sıkıntımız yok. İzmir'in sıkıntısı, biz gönüllülüğe alışmışız. Gönüllülk anlayışıyla yapıyoruz. Biz daha hiçbir fondan bir kuruş almış değiliz. İnsanlar bazen inanamıyorlar, bunları gerçekten cebinizden mi yapıyorsunuz. Evet cebimizden yapıyoruz., gönüllülükle yapıyoruz. Çağırdığımız tüm hocalarımız, konularıyla ilgili, bize konferans verecek panel verecek hocalarımız para talep etmiyorlar. Ve severek varoşlara geliyorlar, kadınları bilgilendiriyorlar . Güneydoğu'dan İzmir'e çok insan geliyor. Özellikle yoksulluk sınırını altında insanlar geliyor. O noktada nasıl yapıyorsunuz?? Biz İzmir'de hiçbir semt ayrımı yapmadan, gidiyoruz. Oralarda aile içi şiddet çok fazla, oraya da sürekli bu bilgileri götürüyoruz. Toplantı alanları okullar bizim için çok önemli. Neredeyse her mahallede bir okul var. Halk eğitim merkezindeki çalışma alanında kadınları topluyoruz ve özellikle 4320 sayılı yasa izmir'de artık çok tanındı, geri dönüşümler yaşanmaya başlandı. Mesela güneydoğu'dan göç alan bölgelerden yamanlar bölgesi, kadifekale oralarda toplandık ve ben danışma merkezine yapılan başvurularda mutlaka kadınlara aile içi şiddet var mı?diye soruyorum. Son bir yıldır şöyle cevaplar gelmeye başladı; vardı bitti? Neden? 'çünkü çocuklar büyüdü, kocam artık 125 çocuklar büydüğü için'. Bunlar Doğu kökenli vatandaşlarımız ama artık İzmir'e entegre oldukların görüyorum. Artık çocuklarına değer verdikleri ve çocuklarını şiddet ortamında büyümesini istemediklerin görüyoruz. Bunlar büyük oranlarda değil. Ama az olsa da bunların olmasının güzel olduğunu düşünüyorum, diğer ailelere örnek olması açısından. Çocuklar büyüdü diye şiddetin geri çekildiğini söyleyenler var. Ben haklarımı biliyorum, sizlerden, televizyonlardan öğreniyorum gidip şikayetçi oluyorum ve kocam hapse girmek istemiyor. Ve burda, bizim halkımızda hep şey vardır, “yasalar işe yaramaz. Şikayetçi olsam da birşey olmaz, kimi kime şikayet edeyim,” mantığı diye bir inanış vardır. Ama bunların yıkıldığını görüyoruz. Bizim ülkemizde yasalar işe yarıyor. Gerçekten yeterki onların peşinde koşun haklarınızı bilin. Kararlı olun. Ben geri dönüşümleri aldım. 1998'de çıktı 4230 sayılı yasa. 6 yıldır bunun çalışmaları yapıyoruz. Geri dönüşümleri başladı. Toplumsal olaylar böyle, geri dönüşü geç alınan sabır isteyen işler. Biz de o sabrı gösteriyoruz. Bıkıp usanmadan, her gittiğimiz yerde, davet edildiğimiz okulda, yada Televizyonda, her yerde bu konuşmayı yapıyoruz. Kadınlara hakların anlatıyoruz. Onlar da bilgiye açlar mesela, televizyonda da ben onu gözlemledim. Biliyorsunuz, Semra Hanım furyası almış gidiyor. Herkeste bir inanış var. Kadınlar en çok onu izler diye, ama ben cuma günleri katıldığım programlarda, canlı yayınlarda, telefon bağlantısı oluyor. Danışma hizmetinde bulunuyorum. Çok talep var. Her programdan sonra bize olan talep de artıyor. Bir kez daha öğrenmiş oluyorlar. Bu yaygın çalışmamıza rağmen hala yeni duydum diyenler çıkabiliyor. Kadınlar bilgi içerikli programları izliyorlar. İzmir Türkiye'de demokrasinin mabedi gibi de bilinir. Biz Diyarbakır'dan baktığımızda demokrasi açısından standardın üstünde bir şehir gibi algılanıyor bizim açımızdan. Bunu ona mı yormak lazım. Bu katılımcılık, halk desteği gelişkin, bunu nasıl izah ediyorsunuz? İzmir demokrasin beşiği, her şey İzmir'den çıkmış, ülkemizdeki demokratik çalışmaların özü burada. Ben daha çarpıcı birşey diyeyim size, daha önce medyada yayınlanmıştı. “İzmirli kocalar dayakçı çıktı” diye, bu nerden kaynaklanıyor? Kadınlar haklarını öğrendikçe, başvurular arttı. İzmir'de özellikle şiddetle ilgili, medyada koruma tedbirleri diye adlandırılan, kocaları evden uzaklaştırma cezaları verilen, uyulmadığında hapis cezasına kadar giden 4320 sayılı yasa, şehrimizde çok tanındığı için ve şikayetler de artığından dolayı “İzmirli kocalar dayakçı çıktı.” Çünkü kadınların bu konudaki bilinci artıkça, hakların öğrendikçe şikayetleri, özellikle adliyeye bu konuları intikal ettirmeleri artı. Ve bunun neticesinde ben bunu ona yoruyorum, kocaların dayakçı olmasından çok kadınların bilincinin artmasına yoruyorum. Her kadının “ben toplum için ne yapabilirim” diye düşündüğünü görüyorum. 126 Bunda eğitimli eğitimsiz hiç farketmiyor. Zincirleme bir çalışma var, işbirliği çok fazla İzmir'de. Tabii ben İstanbul'daki çalışmaları bilemiyorum. Gidip orda incelemedim ama İzmir'deki çalışmalar gerçekten kadın adına güzel ve bilinçli. Dernek olarak AB sürecini nasıl algılıyorsunuz? AB STK adına fırsat mı olur yoksa handikap mı olur? Ben olaya kadın gözüyle bakıyorum. Daha önce de bir seminere katılmıştım orda da söylediğim şuydu, benim de kafamda karışıklıklar var. Yani topmlumumuz adına. Bir hukukçu olmama rağmen, bilmem kaç bin sayfalık mevzuatlardan sözediliyor. Tabii bu mevzuatlar daha hiçbirimizin önünde değil. Ne olduğu konusunda herkesin kafasında aydınlık fikirler olduğunu düşünmüyorum? Benim de kafamda çok aydınlık fikirler yok. Fakat bir şeyi gözlemliyorum, yıllardır kadınlar kadın hareketlerinde çalışmalarına rağmen, kadın hakları için talepte bulunmalarına rağmen, hükümetler bizlerin taleplerini duymazlıktan geldiler sürekli. Yasaların değişmesi konusunda yaptığmız çalışmaları duymazlıktan geldiler, ama ne zaman bu Avrupa Birliği sürecine girildi. Uyum yasaları çerçevesinde bir takım talepleri olmaya başladı AB'nin. Tabii bu kadın hakları konusunda da oldu. O zaman birer birer yasalar değişmeye başladı. Ben bu sürecin kadın hakları açısından iyi olacağına inanıyorum. Yani iyi kazanımlar elde edeceğimize, yani bizim yaptığımız çabalar yasalaşmazsa, bunlar yasalarda somutlaşmazsa, daha sonra toplumsal hayata indirgenmezse, akıntıya karşı kürek çekmek olur. Dediğim gibi, dernek başkanım 35 yıldır çalışıyor. 35 yıldır yapılan çalışmalar AB sürecine girildiğinde meyvaları elde edilmeye başlanıyor. Onun bir sözü var, “biz bunların Türk kadınının kara kaşı kara gözü için çıkmasını isterdik ama maalesef AB için bu yasalar çıktı” diye. Bizler bunun farkındayız. Ama ne olursa olsun önemli olan hedefe ulaşmak. Yasalarda birçok değişiklikler oldu ama asıl amaç bunları toplumsal hayata yayabilmek. Türkiye'deki sivil hayat açısından bugünkü durumu nasıl yorumluyorsunuz? Gelecekte sivil hayatın akibeti neler olacak? Genel olarak nasıl görüyorsunuz? Ben İzmir'de 10 yılı değerlendirebilirim. Benim gözlemim şu; AB gelip de güzel şeyler getirdiği gibi, eskiden gönüllülük çok fazlaydı. AB fonlarıyla beraber, sivil hayatta da, ben açıkçası bozulmalar da keşfediyorum. Yani işin içine para girdiği yerde, gönüllülükte biraz bozulmalar oluyor. Biz kendi derneğimiz açısından soru işaretleri yaşıyoruz. Yani derneklerin parası yok, paraya ihtiyaçları var. Sırf kendi imkanlarıyla istedikleri gibi çalışamıyorlar, istediklerini yapamıyorlar. Fonlara paraya ihtiyacı var, AB bu fonları veriyor ama bize ne getirir ne götürür, yani kendimiz için de. İşin içine para girince 127 bozulan STK'lar gözlemledim ben. İzmir'de de var. Ama çok büyük değil İzmir'de. Bazen şunu da düşünüyorum, amipler gibi kendi içinde parçalanarak çoğalıyor, ondan sonra bir araya gelip hep beraber işler yapmaya çalışılırken, o çok seslilik, bazen işleri zorlaştırabiliyor. Her kafadan bir ses çıkması gibi. Ama yine de ben sivil toplum bilincinin artığını düşünüyorum. Yani insanlar STK'larda, özellikle Avrupa'da üçüncü güç olarak yer alıyor. Hükümetlere büyük baskıları var. Yani politikada kısa süre de olsa çalıştım. 10 yıl önce gençken çalıştım. Ama politikada mutlu olamadım. Politika gün geçtikçe daha da kirleniyor. Özellikle kadın açısından çok kirli bir alan. Fakat istiyorum ki, STK'lar baskı unsuru olsun hükümete, mesela kotalar konulsun. O kotalar çıktığında kadınlar siyasette daha fazla yer alabilir. Siyaset paralı olmasın. Paralı olmaktan çıksın. Çünkü kadının parası yok. O alanda eşit şartalarda savaşamıyor. Bütün bunları sivil toplum kuruluşlarının baskı unsuru olarak gerçekleştirebileceğini düşünüyorum açıkçası. İyiye gittiğini düşünüyorum. STK'lar güçlendikçe ve bir baskı unsuru haline geldikçe, belki kendi konuları ile ilgili politikalar oluşturması için hükümetlere de baskı yapacaklardır diye düşünüyorum. Ama yine de fonlardan gelen paralar biraz kafamı karıştırıyor açıkcası. Bazen iyi yönlerde kullanılabiliyor, bazen para gönüllülüğü bozuyor. Olayların yaşandığını görüyorum. Ama onlar azınlıkta yine de. İnşallah fonlarla STK'lar amaçlarına uygun çok iyi şeyler yaparlar. *Kadın Haklarını Koruma Derneği. Av. Ayla Eğit. 2. Başkan Mithatpaşa Caddesi. No: 205 / 1 İzmir Tel : 0 232 441 67 68 e-mail : [email protected] e-mail : [email protected] 128 KA-MER (Kadın Merkezi)* Nebahat Akkoç-Başkan Nebahat, istersen önce KA-MER'i tanımakla başlayalım. KA-MER ne zaman ve hangi ihtiyaçtan doğdu? KA-MER doğu ve güneydoğudaki kültür ve geleneklerin kadın ve çocuklara zarar veren uygulamalarını tespit edip, alternatiflerini geliştirmeyi ve uygulanır olmasını sağlamayı hedefleyen bir sivil toplum örgütüdür. Kadın erkek eşitliğini bozan bu uygulamaların neler olduğunu belirleyip kültürel değişim ve dönüşüm sağlayabilmek için alternatif uygulamalar geliştirmeye çalışıyoruz. Şu anda iki KA-MER var. Biri KA-MER Derneği, diğeri de KA-MER Vakfı. KA-MER Derneği Diyarbakır ve ilçelerindeki kadın ve çocuk çalışmalarını yürütecek. KA-MER Vakfı ise tüm doğu ve güneydoğudaki illerde çalışmalar yürütmek üzere kuruldu. Öncesi de var tabii. Onu da göz ardı etmemek gerek. KA-MER 1997 yılında kurulmuş bir şirketti. O zamanki şartlar, yaptığımız özel çalışmalara gösterilecek tepkiler, Türkiye'deki yasal durum, bu bölgede örgütlü bulunan dernek ve vakıflara ön yargılı bakış! Hepsini alt alta, yan yana koyup değerlendirdikten sonra bunların hiç biriyle muhatap olmamak için şirket kurup iki kuruşumuz olacaksa onun da vergisini verip çalışmayı tercih ettik. İyi de oldu. Çünkü, Türkiye'nin her yerinde belki öyle değildi ama, güneydoğuda, o zamanki Diyarbakır'da bağımsız bir duruş sergileyerek çalışabilmenin tek yolu bu şekilde davranmaktı. İşte bu nedenle şirket olarak örgütlendik. Daha sonra da KA-MER'i model alan bir dolu başka şirketler kuruldu. Başka illerde de kadınlar çalışmaya başlarken bizim sebeplerimize benzer sebeplerle kişisel işletmeler ya da şirketler açtılar. Hatta bazı illerde şirket bile açamadılar. Gruplar, inisiyatifler olarak çalışmak durumunda kaldılar. Türkiye iki, üç yıldır bir değişim sürecine girdi. Sivil toplum örgütlerine olan önyargı değişmeye başladı. Dolayısıyla bizler de yeni bir sürece girmiş olmanın avantajlarını değerlendirerek şirket statüsünü devam ettirip dernek ve vakıf da kurmaya başladık. Yani çok küçük bir grup olarak, çok büyük olanaksızlıklar içinde kurulmuş ama şu anda bütün doğu ve güneydoğu Anadolu'daki illerde, akabinde ilçelerde daha sonra da köylerde çalışmalar yürütebilecek kapasiteye sahip bir sivil toplum örgütü haline geldik. Bir STK olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? KA-MER'i tarif ederken, tanımlarken nasıl açıklıyorsunuz? Mesela misyonunuza uygun, kadın çalışma alanına uygun olarak davranabildiğiniz konusunda rahat mısınız? 129 Bir sivil toplum örgütü olarak bizler var olan sistemin muhalifleriyiz. Kendimizi öyle tanımlamak isterim. Kişisel olarak hiçbir zaman, hiçbir şekilde iktidar tarafında olmak istemiyorum. İktidarda olan kendi tercih ettiğim siyasi parti bile olsa hep muhalefette durup aksayan nedir, onlarla ilgili çözüm yolları neler olabilir diye bir duruşun içinde olmak istiyorum. Biz ayrıca kurum olarak da öyle bir yerde duruyoruz. Ama şunu da belirtmek isterim ki; sivil toplum örgütlerinin hep iktidarla kavga eder konumda olmalarını savunmuyoruz. Bana göre hepimizin amacı sosyal bir devlet için mücadele etmektir. Bunun tersini düşünen örgütlerin pek çoğu bir sürü hayallerini artık bir yana bıraktılar. Artık sistem içinde neleri en iyi olarak yapabileceğimize bakıyoruz. Sonuç da AB süreci de böyle bir süreç. Bir sorun varsa, o sorun ancak o soruna yakın yerde duranlar tarafından daha iyi görünüyor. Onun için mümkün olan en dezavantajlı gruplara yakın durup mevcut yasaları, ya da kültürel geleneksel uygulamaları nasıl yaşadıklarına, nasıl zarar gördüklerine bakıyorum. İnsan hakları evrensel normlarına uygun bir yaşam sağlayabilmeleri için neler yapılabileceğini araştırıp, çözüm yolları aramak ve metotlar geliştirmek bana çok anlamlı geliyor. Muhalif olmayı, ne olursa olsun mevcut sistemle didişerek geçirmek olarak değerlendirmiyoruz. Mevcut sistemle kavga etmek yerine, birlikte yanlışları bulup onları giderebilmenin formüllerini yaratmak olarak tarif ediyoruz. Bunu yaparken sivil toplum örgütlerinin sorunların çözüm yerleri olduğunu düşünmüyoruz. Sorunların tespit edildiği, çözümlerle ilgili metotlar geliştirildiği yerler olarak tarif ediyoruz. Kendi alanınız, hedef kitleniz bazında katılımcılığı yeterince sağlayabiliyor musunuz? Ya da tersten sorayım, hedef kitlenize ulaşmada sıkıntılarla karşılaşabiliyor musunuz? Daha önce de belirttiğim gibi ilk yıllarda çok sıkıntılarla karşılaştık. Sonuç da yaptığımız iş itibariyle sistemi değiştirmeye çalışıyoruz. Erkek egemen sistem. Bu sistemi değiştirmek için kadınları sistemin paydaşları yapmaya çalışıyoruz. Bu anlamda birilerinin evindeki, işindeki, örgütündeki otoritesini sarsıyorsunuz. Yani işimiz zordu. Ayrıca her anlamda zordu. Çünkü daha iki yıldır kadın meselesi Türkiye'de açık bir şekilde herkes tarafından telaffuz edilmeye başlandı. Bizim başlama tarihimiz 1997. Kuruluş öncesi çalışmalarımıza 1995'te başlamıştık. 1997'ye sarktı. Başladığımız dönemlerde herkes karşı çıkıyordu. Ama zaman içinde giderek tepkiler azaldı. Şimdi hedeflediğimiz kitle bize ulaşıyor. 130 Kitle desteği nasıl? Çok iyi. Doğru yerinden yakalarsanız insanlar dinliyor. Kişiler kendilerini ilgilendiren yasayı, sorunu bulup konuştuğunuz zaman ilgileniyor. Kendisiyle ilgili problemlerin doğru tespit edildiğini ve konuşulur olduğunu gören herkes kendini değerli hisseder. Bizde kendi aramızda ve diğer kadınlarla bunu yaşadık. Bize değer verilmeyen bir dünyada, önemli olduğumuzu ispatladık. Peki kendi yapınız içinde sorun analizleri yapıyor musunuz? Bir kere bizim kuruluşumuzdan bu yana vazgeçmediğimiz bir şey var. Dışardan gelip bizim değerlendirme çalışmalarımıza katılan birileriyle çalışıyoruz. Bu hep böyle oldu. Bu çalışmayı ayda bir kere yapmak için çaba harcadık. Burada çalıştığımız alan itibariyle yaşadığımız bir dolu negatif şeyden sıyrılmaya çalışıyoruz. Neyi, nasıl, ne kadar yaptık gibi değerlendirmeler yapıyoruz. Bir de bölgenin şartlarına, burada yaşayan insanlara, insanların fırsat ve olanaklarına baktığımız zaman çok da Türkiye'nin diğer yerlerindeki gibi eşit fırsatlarımız olmadığını görüyoruz. En büyük sorunumuz şurada ortaya çıkıyor. Kadın çalışması yapılırken hele de şiddet çalışıyorsanız, bir elemana ihtiyaç duyduğunuzda iş ilanı veremezsiniz. Birini işe alırken diğer işler için belirlenmiş bir takım standartların ötesinde şeylere ihtiyaç duyuluyor. Türkiye'de resmi eğitim sistemi içerisinde okutulmamış, ya da aile içindeki eğitim, toplumun geliştirmiş olduğu davranışlar içinde hiç yer almamış yeni bir bakış açısı! Biz bunun adına kadın bakış açısına sahip olmak diyoruz. Böyle birine ihtiyacımız oluyor. En büyük sorunumuz, en büyük zaafımız böyle birilerini bulmak. Dolayısıyla kalifiye eleman ihtiyacımızı kolay karşılayamıyoruz. Kadın çalışması yaparken başka bir eğitim, başka bir davranış şekli gerekiyor. Çok doğal olarak bunu ancak sorunu yaşayanlar biliyor. İyi tarif ediyorlar. Mevcut sistemin içinde yetenekleri ne olursa olsun herhangi birinin gelip kadın çalışması yapması işi zorlaştırıyor. İşte en büyük sorunumuz bu bizim. Dolayısıyla bu çalışmanın eğitimi kurum içinde ve uzun bir süreç içinde gelişiyor. İfade etmek gerekirse sivil toplum açısından daha iyi bir noktada bulunduğunuzu dile getirdin. Mesela geçmişle kıyasladığında sivil toplumculuğu nasıl görüyorsun? Hem kendi ilgi alanın içerisinde hem de genel olarak sivil toplum örgütçülüğü ne durumda? Aslında son iki, üç yıl öncesine baktığımız zaman, özellikle Diyarbakır'a bakarak söylersek, farklı olarak pek çok dalda çeşitli hareketlilikler var. 131 İnsanlar daha çok, belli sorunlar etrafında örgütlenmeye çabalıyorlar. Bir hareketlilik, bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Tabii bu geçmişe göre böyle. “Kişisel olarak bunu nasıl yaşıyorsun?” diye sorarsan ben böyle bir vakfın içinde bulunmak istemezdim. Daha küçük, hiçbir yasal statüsü olmadan çalışan, kırda, dağda, bayırda, köyde yaşayanlarla beraber yaşamak, çalışmak beni daha fazla tatmin ederdi. Ama öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, kurumsallaşmak gerekiyor. Hiç istemediğiniz halde profesyonelleşmek gerekiyor. Doğru çalışmışsanız iş büyüyor ve siz isteseniz de istemeseniz de böyle bir sürece geliniyor. Önemli olan bu süreç içinde amatör ruhu kaybetmemek. İşte o ruhu diri tutmaya çalışıyorum. Çok fazla Ankara, İstanbul ve Avrupa'ya gittiğimde arada bir bu bölgede gezmek istiyorum. Bunu becerememişsem mutsuz oluyorum. Bir de tabii KA-MER olarak bölgede ilksiniz. Hiç kimsenin böyle bir deneyimi yaşamadığı ortamda bu işe el attınız. Bu ilk olmanın da yarattığı el yordamıyla iş yapma sıkıntısı da var mıydı? Benim hayatımdaki en anlamlı eğitim, en keyifli öğrenme süreci bu işi yaparken kadınlardan öğrendiklerimdir. Kadın çalışmasının, kadın sorunlarının kitabı yoktur. Hiçbir yerde yazmıyor. Her hangi bir yerde okutulmadı. Sonuç olarak köye gidiyorsun. Şiddet yaşayan, mağdur olmuş kadın sana bir şeyler öğretiyor. Onun öğrettikleri, ondan öğrendiklerin üzerine bir şeyler ekleyip hareket ediyorsun. Bu kültürel yapı içinde kadınların sorunu nasıl çözülür, bunu ancak sorunu yaşayan kadın bilir. Yani sorunun sahibi anlatabilir. Ancak sen işte o zaman bir şeyler yapabilirsin. Kurumsal olarak dışarıya açılmak, büyümek sorunu sahibinden koparacakmışım gibi bir endişeye sürüklüyor beni. Zor şeyler yapmaya alışkınız. Bana artık çok kolay işler keyif vermiyor. Belki de o savaş süreci içinde böyle bir yanımız gelişti. Örgütlenmenin, sivil toplumun içinde yer almanın zorluklarını yaşadık. Çok kolay ve herkes tarafından yapılabilenler ya artık keyif vermemeye başladı veya nasılsa yapan var gibi bir duyguya kapılıyoruz. Devletin ya da resmi kurumların KA-MER'e bakış açıları nasıl? Diyalog kurulabiliyor mu? Örgütlenme özgürlüğünüze halel geliyor mu? Ya da destekler var mı? Çok önemli bir konu. Muhalif yanımızı törpülemedikçe ilişkiden kaçmıyoruz. Burada yapılacak işlere burada çalışan kadınlar karar verir. Farz et ki; biz bir yemek pişiriyoruz. O yemeğin tuzunu, yağını ve suyunu biz ayarlarız. Sorunu biz biliyoruz. Ben bu durumu hep damdan düşen tabiriyle ifade ediyorum. İşte bu nedenle o muhalif yanımıza hiç dokundurtmayız. Bu yanımıza dokundurtmamak için de ne belediyeden, ne de valilikten KA-MER'in kendi 132 işleyişi için hiçbir talepte bulunmadık. Bulunmayacağız da! Ama bir kadın kendine iş yaratacaksa, iş yeri açacaksa, valilik ya da belediyeden o kadına destek olabilecek bir fon, bir bilgi kaynağı varsa bunu kullanırız. O kaynaklar bizlerin ödediği vergilerden oluşmuştur. Ya da dünyadaki fonlar halka ulaşsın diye gönderilmiştir. Dolayısıyla onu gidip almamak gibi bir hakkımız yok. Yani kendi adıma karar verebilirim. Kendim için talep etmem. Kurumum için talep etmem. Ama başkası adına da reddetme hakkım yok. Bu bizim politikamız. Bağımsız duruşumuzu etkilemeden, kadınlar için bütün olanakları harekete geçirmekten yanayız. Bunu da yapıyoruz zaten. Öyle bir duruş sergiledik ki, ben bugüne kadar hiçbir resmi kurum, ya da otoritenin, partinin siz bu işi böyle yapmayın da şöyle yapın dediğini de duymadım. Buradan şu anlam çıkıyor. Siz doğru bir duruş sergileyip doğru bir zemin hazırladıktan sonra, kendinizi olduğunuz gibi ifade ettikten sonra, her türlü ilişki geliştirebilirsiniz. Tersini de onaylamıyorum. Ve kötü buluyorum. Yoksa muhalif yanım törpüleniyor. Sivil yanım törpüleniyor. Bir şekilde birilerinin yan kuruluşu haline geliyorsunuz. Yaşadıklarımız en büyük zorlukta bu oldu zaten. Bağımsız durmak. Bu duruşumuz güven kazanmamızı, büyümemizi bugünlere gelmemizi sağladı. Tersi yanlış olurdu. O zaman sivillik ortadan kalkıyor mu yani! Tabii ki kalkıyor. Bir takım şeyleri hala çok keyifle öğreniyorum. Herkesten her yerde öğreniyorum. Öyle bir sistem içinde yetiştik ki, içimize sindi bu sivil olmama durumu. Günlük hayatımızda, dilimizde, davranışlarımızda bu konu ile ilgili yeni fark edişler yaşıyoruz. Buda sürekli bir sorgulama içinde yaşamamızı sağlıyor. O zaman tam da bu noktada AB sürecine gelelim derim. 17 Aralık 2004'te AB kulvarına girdik. Bu çerçevede ve bu süreçte AB, sivil alanla ilgili bir fırsat yaratabilir mi? Aslında son iki, üç yıllık atmosfer tam da bunu yarattı diyebilirim. Çok yerel düzeyde, çok sorunun içinde başlamış hareketlilikler, küçük küçük örgütlenmeler ne kadar etkili olacak bilmiyorum. Ne kadar hareketlenecek bilmiyorum. Hani marketler çıktıktan sonra bakkallar kapandı ya! Buna benzer bir şeyler olacak gibi bir kaygım da var. Sorunun büyüklüğü karşısında daha büyük örgütlenmelere ihtiyaç duyulacak gibi. Mesela bizim KA-MER Vakfı belki böyle bir ihtiyaçtan doğdu. Böyle olduğu için çok memnun, çok mutlu değilim. KA-MER'i ilk kurduğum zamanki mücadele daha çok doyuruyordu beni. Yeni dönemde var olan ve belli bir deneyim kazanmış STK'ların önü açılacaktır. Kaynakları çoğalacaktır. Ama benim gözüm ve aklım hep 3-5 133 kişinin kendi sorunları çerçevesinde bir araya gelip, örgütlenmelerinde. Mesela ben şu anda köylerde neler yapabileceğimi araştırıyorum. Köylerde okuma, yazma bilmeyen kadın oranı 90'lara tırmanıyor. Köye gitmem gerek diye düşünüyorum. Küçük örgütlenmelerin akıbeti ne olacak onu bilemiyorum. Çok dikkatli olmak lazım. İşte asıl kıymetli çalışmalar o küçük örgütlenmelerin içinden çıkıyor. Kendi çabasıyla oluşmuş gruplar, inisiyatifler çok önemli. Umarım bunlar yok olmaz. Köyde, kasabada, bir mahallede bir sorun etrafında başlamış örgütlenmeler bana çok kıymetli geliyor. O halde bir de şu soruya yanıt isterim. Gerek kendi alanınız, gerekse alanınız dışında partner ilişkileri oluşuyor mu? AB sürecinde STK'lar arasında işbirlikleri çok önemseniyor. Siz bu durumda ne haldesiniz? Benim kişisel olarak kendi kriterlerim var. Bu konuda KA-MER'e onlarca öneri geldi. Ben bir kere şuna bakarım. Kürt olarak bana nasıl bakıyor? Kürt meselesine nasıl bakıyor? Sonra ben partner mi, taşeron mu olacağım? Projesi ihtiyaçtan mı çıktı? Yoksa eline bir proje alıp geldi de ihtiyaç mı yaratmaya çalışıyor ? İşte ben bu kriterlere göre davranırım. Davrandım da! Ve itiraf edeyim ki çok seçici davrandım. Türkiye'deki hiçbir platformda Kürt meselesini ağzına bile almayan, benim Kürtçe konuşmama tahammülü olmayan, beni olduğum gibi bütün farklılıklarımla kabul etmeyen, ya da şiddeti ve ayrımcılığı savunan hiç kimse ile çalışmadım. Kadının insan haklarını savunmayanların, kadın çalışmalarına şu veya bu nedenle karşı çıkanların insan hakları ve demokrasi mücadelesi konusunda samimi olduklarına inanmıyorum. Aynı zamanda kadın olmak kadar Kürt olmak da önemlidir. Sorun iç içedir. Birini diğerinden ayırarak ele almak mümkün değildir. Bir kadın bugün eğer namus cinayetinde öldürülüyorsa vahimdir. Mesela şu anda Kürt olmak eşittir Türkçe bilmemek. Okur yazar olmamak. Şehre hiç gelmemek. Nüfusa kaydedilmemiş olmak. Doğduğu belgelenmemiş olmak. İşte bütün bunlar kadın ve Kürt meselesinin iç içe geçtiği noktalardır. Dolayısıyla iç içe geçmiş bir sorun varsa her boyutunu görmek ve konuşmak gerek. Bunu görüp konuşmuyorlar. Tersini de konuşmuyorlar. Ama davranışlarından çıkarıyorum bunları. Sorunu ben biliyorum. Sorunu yaşayan da benim. İstanbul'da oturup proje yapmış birinin işini yapmak için taşeronluk yapmam. Kadın mücadelesinin bağımsızlığını ve önceliğini anlamayan birileri ile de işbirliği yapmam. Partner olması için aynı ilkeleri paylaşıyor olmamız ve ihtiyacı birlikte tespit etmiş olmamız lazım. Projesini yazıp, kaynaklarını yarattıktan sonra size ihtiyacım var mantığıyla gelenleri dikkate almayız. Zaten bunları dikkate almaya kalktığımızda kendi grubumuzla ilişkilerimiz zedelenir. Çünkü proje doğru yapılmamış olur. Çünkü ihtiyaç tespiti yapılmamış olur. Sonuç da bu süreç bitti. Artık kimse buralardan çıkan bir ihtiyaç olmadan 134 proje yapamaz. Sorunun sahibi biziz. Ne demek? Öncesi hiç yaşanmadan, başka bir yerden gelip “Buradaki sorunu çözeceğim sen de benim il koordinatörüm ol!” demek. Yaşadık bunları. Sen de biliyorsun işte. İmzalarımızı koyduk. Projeler yürüdü. Sonuçlarından haberimiz yok. Bilgilendirilmedik. Bunlar vahim değil mi! KA-MER Vakfı olarak ben ve burada çalışan herkes, biz küçük gurupların geliştirmiş olduğu çalışmalara önem vereceğiz. Her yerde sorunun sahiplerinin yanında olacağız. Bu çok kıymetli ve önemli bizim için. Türkiye'de sivil toplumun geleceği ile ilgili ne söylemek istersin? Güneydoğunun metropol bir şehrinden, Diyarbakır'dan ve kadın örgütlenmesinden bakarak ne söylemek istersin? Biraz önce anlattıklarımdan da anlaşılacağı gibi öyle bir durum oluştu ki; aynı alanda çalışan sivil toplum örgütleri bir takım yerlerden gelmiş insanların kışkırtmaları ile birbirine uzak durmaya başladılar. Beraber çalışamaz oldular. Bir pasta var, paylaşım var. Bunun kavgasını yapıyorlar. İşte biz bu kışkırtıcı kuruluşlara karşı dikkatli olacağız. Yereldeki her şeyi geliştirmeye çalışacağız. Yereli çok önemseyeceğiz. Dikkatli olursak her şey daha iyi olacak. Ayrıca kadın çalışmasına karşı geliştirilen direnç çok farklı kılıklarla karşımıza çıkabiliyor. Bunlara karşı dikkatli olup, kamufle olmuş cinsiyet ayrımcılığını deşifre edeceğiz. İşimiz zor, faturası çok ağır oldu ama her şey daha iyiye gidecek. İletişim Adres Kadın Merkezi-(Ka-mer) Nebahat Akkoç Ali Emiri 3. sokak. Es-Şal Apt. Kat.2 No.3 Yenişehir-Diyarbakır. Tel : 00 90 412 228 10 53 Fax : 00 90 412 224 23 19 e-mail : [email protected] 135 ྃɰ倡倫﷏ 삁⒋嶤풨 镕룱鯕犫 벐ⴼ畊۪歏싸�ﳸ焚앐�䁝Ө圝肎聆魢㬭透 担빔럨ᩋ ༜⨱孩孩睌蔢鐱쿘 㤜圣霌⾠휞時䫕붵筟 ࣬姧�䬼齦짗ꚅ뚯 닜ꭹ䡫⯈ⷋ栅䲅蜤쉟懮 澩� 슗♚㣃 Ⱜ䒷ݪ 쑾➊ﻄ ᱜ跰�个ߤ쀀 ྱ胪륖遞 ⣮謨옌台贪 �툌ే ሊ蒽㙈 掵쿨嬠錆ٹ㻋蓙㯵 �䂣쾈࣏ㅊ箭 ⨔眍㹰 잇丝蝖᾽媓썠ꙻꀾኯ ປ훖ႝ㮰 � 鮽폪�䊙忬社ӥ䜎 铷嫚鏶⇨䬑 귞璥箬鿟 ࿕ꍣ蝕샣뇕 ꡶訊ꝼᦶ﵄頵 턗⺼ 㧢㥓졹 얟鑒�舘淺뾅█䆖樂吚締駼弥Қﵠ 螸ﵠ鈧 ࿕蝕 願⛪蟎ᑩڣ沲僐�볶트 Μ⫷ሶ섦忬놻ẁዌ䲮�Ꮝ⿉ ⽡鉯ꃒ̴ ݱ䀀⏱ ﶙ匡ᩡꝅె翆tꜚꜚ 禴드�涮儈墳 봰붽䪡 ⑵ 咶ᦙ�茁㍤雹혖 듴▉ ࿕焎�鵫홲 햕摈脞ᝑ � 쭋֢翲젂辏쫦宮宐 鵂Ⱜ랡�ᑫ 짉㲞旇 █캇ﰭ淑ȳ 닜ꭹ䣥ꕂ₾寸㿪蜤쑡땓ꔳ洖规 脂睷⌍ᾗ൶뮇仼쏃ṵ㫉䦫 ᯪ꩸鲿풣 鶻增㱵 䗅戶뛠 㬻젂Ƚ쓄㥛諦뮤 㹔ႛ☌社㸄줼ƺ 廀⎣٩찮 磸妊쫻 岎뿿ぢ ࿕ ߕꑤ캝欈郗瑉 惽 ㎳儥쏼 퀬뫴 膁뱉횬↕ ߰䨨題ᢗ䐪 香Ⱜ岾 설⒇ݪ춓 厄딙枘 ݱ 鬸ߕ 糼餙叓灅 䗠 ้莃篎䍑凬ྔ惝�㐴舘淠卣 檕켱蛩槌䳦숂 傐 韉 뉲䆫礖䌃툣셞ﮘ쩧굋闐巪瞲 餳 㭟徾鴅莙㈘ꍐ 魡☦鋵 뀰鎾㺡 ⮎݇磛 飻�場曉 ࿕ 즘㓴쎃 櫪ノ仫ㄆ䶓 ⛐퀊ઉS淄镚蝭 뤢閕宱眻 쨐휹ﹾꘉ沬�댗圳斥횳 닕ꑤǁ崬 曦范㷚昃ꀾ瞗霊圣㶏ऑ鍈⚓ị蟺喝 䋂糟弘飻 廀穮툒 踣掕옩 与� 䌃 扢 ₾ҡ�녏 洊ꜧ觼濢 懖뱡 귃辏ᩓ 푡⛬票ↄ⾒ዙ㮞⮎嗜迏㉤읝㥫ꯜ პ귐鿉襘箚�ꔥ쏼㬁黥⮑ 듮 姎젽秳랡桾 ᪥謜唚燤枖川雹尢蕌깵㚙ﰾ澡툒䏙 鿟 닜ꭹ䡫⯈ⷋ栅 ந懾 ྐ揈珥㋞ꘘ퉄 ᤖ獹鮾젍鬱 菳咧돏秨㌳毹 �䷛徳錮甑㍳ྐྵ 䰚 ྤ壵甒妟㶽Ҳ ⠨ ﻤ妜클䊷�핡ヶ 㪑䤂즂䧉若 퍓딘篽⽠鋃 羰 ླ㱵 琑까 琑堽쨄ґ 澩㟀 ䷂涢 䨖༼ࢱ廪痨 ྤ� ࿈홳 埴鄑까 㴽젂㵹챁歮�嘆 Å譑푆嶿櫍䵸㻪樰Ꮋ샲⎹岍 ྤ젬쩧ꀾ篐浂� 䥉茐䬊薰㏎辐ꍮ ᣞꍩ뾙䋼徊䎦惂 鯾뜍㻔놎掕햱 ྤ괭 仫裏ᕏ锕당Ⳗ ㅫꔳ쁿敿퉉昮 瓴㯘壵 䳩虛攎鯖။븳䐜㳏 鴨欰ꍩ� 洙䒧渙糼 136 • Bireylerin cinsel yönelimi ve cinsel kimliği nedeniyle uğradıkları her türlü ayrımcılığı; eşcinsel bireylere yönelik haksız nefret ve şiddeti ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalar yapmayı; • Toplumu, kendi cinselliği ve cinsel farklılıklar konusunda daha duyarlı ve bilinçli hâle getirmek. Bireylerin, eşcinsellikleri nedeniyle tedaviye zorlanmaları gibi işkence ve kötü muamele kapsamındaki uygulamaları önlemeyi; • Cinsel yönelim ve cinsel kimliklerin, ayrımcılığa karşı korunmacı yasalarca güvence altına alınmasını sağlamayı. • Eşcinsel bireylerin dayanışmasına yönelik çalışmalar yapmayı; • Eşcinsel bireylerin açılma süreçlerine destek olmayı; • Eşcinsel bireylerin kendi cinsel kimlik ve yönelimlerini açıkça ifade edebilecekleri ve sosyalleşebilecekleri yeni alanlar oluşturmayı; • Sosyal bilimler ve diğer disiplinlerin eşcinselliğe yaklaşımlarını sorunsallaştırmak ve bilgiyi kendi hayat deneyimlerimiz üzerinden yeniden üretmeyi; • Herkesin faydalanabileceği bir kültür merkezi oluşturmayı amaçlıyoruz. Bir Sivil Toplum Kuruluşu olarak kendinizi tanımlamanızı istersem Lambda'yı nereye oturtursunuz? İlgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Lambdaistanbul olarak, hiyerarşik olmayan, herkesin eşit derecede söz sahibi olduğu, katılımcı bir yapıyı benimsiyoruz. Özgürlüğün, toplumsal dönüşümle, bütün kesimlerin etkileşimiyle ve karşılıklı olarak kurulabileceğine inanıyoruz. Eşcinsellerin ezilmesinin sadece heteroseksizm ve homofobiyle değil; militarizm, cinsiyetçilik, ataerkil ve kapitalizm gibi sistemlerle bağlantılı olduğunu, bunlarla bir bütün olarak mücadele edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bunun da, bütün ezilen kesimlerle dayanışma içinde gerçekleşebileceğini düşünüyoruz. Bunun için de, İstanbul Toplumsal Ekoloji Platformu'nun bileşenlerinden biri olarak farklı 137 ezilmişliklerin mücadele deneyimlerinden de faydalanıyoruz ve bu kesimlerle, beraber mücadele etmeye çalışıyoruz. Elbette ki, tüm STK'lar gibi bizim de zaman, kaynak ve bilgi yetersizliği, hayatın baskısı gibi sorunlarımız var. Tüm bunlara rağmen, el ele, toplumdaki baskıcı ortamı dönüştürmeye çalışıyoruz. Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? Elbette ki bu konuda, toplumda kemikleşmiş sıkıntılar var. Bunun çok derin bir tarihsel arka planı var kuşkusuz. “Asker” toplumuz; kültürel atmosferi aile kurumu belirlemeye devam ediyor. Yine, 12 Eylül, toplumun dimağında kalıcı izler bıraktı. Tüm bu gelişmeler, toplumun bütün kesimlerini olduğu gibi eşcinsel örgütlülüğünü de olumsuz etkiledi şüphesiz. Örneğin, insanlar “örgüt” kelimesini bile duyduklarında korkuyorlar. Bir yandan heteroseksizmin baskısıyla boğuşurken, bir yandan da, “polis devlet”i karşımızda buluyoruz. Tüm bu saydığımız sorunlar sadece eşcinsellerin sorunları olarak görülmemeli. Tüm toplumsal kesimlerin örgütlenme sorunları var. Örgütlenme sorunumuzu pek çok defa gündemimize taşıdık. Örneğin, yeni katılımcıları nasıl karşılamamız, onlara nasıl davranmamız noktasında çeşitli yöntemler geliştirmeye çalışıyoruz. Bu çaba, durmaksızın sürüyor. Nasıl bir çalışma şekli var. Mesela yapınız içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Sorun analizi, zaten, politikalarımızı geliştirirken kullandığımız temel yöntemlerden biri. Çalışmalarımızda, öncelikle, yapılan sorun analizleri üzerinden çözüm geliştirmeye çalışıyoruz. Aramızda hiyerarşi yaratmadan, olabildiğince çeşitli bakış açılarının katkısıyla, bütünlüklü bir çerçeveye ulaşmaya çalışıyoruz. Bu, etkin ve iş gören politikalar yaratmamızı sağlıyor. Devletin yada resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl? Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve 138 serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? 1993 yılındaki etkinliğimizin engellenmesini bir yana koyarsak, o günlerden bu yana, resmi mercilerden kaynaklanan herhangi bir engelle karşılaşmadık. Ancak bu, elbette ki, …… Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? Kendi alanımızda, Ankara'dan Kaos GL örgütü ile yürüttüğümüz ortak çalışmalar var. Uzun bir geçmişe dayanan bir ortaklığımız söz konusu olsa da, perspektiflerin farklılığından dolayı, yaşadığımız iletişim sorunları da oluyor. Bunun dışında bir işçi sendikası olan Dayanışma Sendikası, Amargi Kadın Akademisi, Dut Ağacı Ekoloji Kooperatifi ve Gökkuşağı Kadın Derneği ile beraber oluşturduğumuz İstanbul Ekoloji Platformu isimli bir çalışmanın da içindeyiz. Bu platform birbirinden farklı çalışma alanları olan bizlerin mücadele deneyimlerini paylaştığı, aynılaşmadan dayanıştığı bir alan. Çatışarak birbirimizi dönüştürmeyi amaçlıyoruz. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Sivil toplumun güçlenmesi, toplumun sivilleşmesi bizim gibi bürokrasinin ve askeriyenin egemenliğinin tarihlerdir hüküm sürdüğü bir toplumda belki de en acil ihtiyaçlardan biri. Elbetteki bu konuda yani sivil toplumun güçlenmesi noktasında Avrupa Birliğinin de belli bir ölçüde etkisi olabilir. Hukuki değişimler, kağıt üstünde de kalsa bir takım formel değişimler bu noktada ön açıcı olabilir elbet. Ancak kalıcı ve etkili bir değişim sağlanacaksa şayet bu toplum istediği için ve toplumun istediği yönde ve içerikte olmalı. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de Sivil Hayat bugün itibariyle ne durumda? 139 Sendikal hareket, kadın hareketi gibi pek çok toplumsal hareketin örgütlenme sorunları var her şeyden önce. Çok örgütlü bir toplum olduğumuzu bugün de söyleyemeyiz maalesef. Daha önceki sorularda da bahsettiğimiz hayli kökleşmiş alışkanlıkların kırılmasıyla mümkün olacak bu. “Toplumun ben kendi hayatım üzerinde nasıl söz sahibi olabilirim?” dediği noktada başlıyor sivilleşme dediğimiz şey. Sorunlarımızın, hayatımızın sorumluluğunu üstlendikçe iktidarlara daha az alan kalacak ve sivil toplum güçlenecek diye umuyoruz. *Lambda Eşcinsel Hareketi Lambdaistanbul İstiklâl Caddesi Büyükparmakkapı sokak. Halas Apt. 20 / 4 Kat.3 Beyoğlu / İstanbul Tel : 0 212 245 70 68 Web : www.lambdaistanbul.org [email protected] 140 Liberal Düşünce Topluluğu (LDT)* Atilla Yayla-Başkan Hocam isterseniz, Liberal düşünce topluluğu hangi ihtiyaçtan doğdu, ne zaman kuruldu? Neleri yapar önce onunla başlayalım Liberal düşünce topluluğu bir fikir kulübüdür. Gayri resmi olarak 1992 sonunda kuruldu. Bir Nisan 1994 de dernek statüsünü aldı. Dünya görüşümüz olarak resmi yapılanmanın çok önemli olmadığını düşünüyorduk. Daha sonra resmi yapılanmanın gerekli olduğu kanaatine vararak, teşkilatlandık. Vakıfta olabilirdi ama vakıf olarak imkanlarımız elvermiyordu. O nedenle dernek olarak kurulduk ve o günden bugüne dernek olarak faaliyetlerimize devam ediyoruz. Adı üstünde liberal bir fikir kulübüdür. Liberal fikirleri Türkiye'de savunmak, yaymak, yaygınlaştırmak, işlemek geliştirmek, liberal fikriyatı Türkiye'ye taşımak. Türkiye toplumuna yapabildiğimiz kadar çalışmalarımızla katkıda bulunmak. Bir entelektüel liberal düşünce oluşturmak, liberal fikriyatın normal bir fikriyat olduğunu geliştirmek. Liberalizmin meşru bir düşünce olduğunu tanıtmak ve yaymak için çalışıyoruz. Tabii sadece bununla ibaret değil bir entelektüel kişisel kuruluş olarak değil aynı zamanda hedefimiz Türkiye'yi liberalleştirmektir. Yani Türkiye'nin siyasi, hukuki, iktisadi yapılanmasında liberal bir çizgiye doğru çekilmesini sağlamak. Yalnız bunları doğrudan doğruya kendimiz yapmak yerine biz sadece bunun yapılması gerektiğini insanlara anlatmaya ve nasıl yapılacağı konusunda insanlara fikir vermeye çalışıyoruz. Yani tatbikatçı değiliz, sadece entelektüelleriz. Hocam Türkiye, siyasal anlamda çok zıtlaşmaların, kutuplaşmaların at başı gittiği bir ülke. Liberal düşünce topluluğu daha esnek daha yumuşak bir perspektifi simgeliyor gibi. Hem siyaset alanında hem de sivil toplum alanında. Sizin bir sivil toplum kuruluşu olarak kendinizi tanımlamanızı istersem STK'cılığın neresindesiniz? Bir de bu 15 yıllık zaman dilimi içinde gerçekten liberal düşünce topluluğu misyonuna uygun hareket edebildi mi? Liberal fikriyatın ne kadar önemli ve kuvvetli olduğunu tarih bize gösteriyor. Liberalizm aslında insanlığın entellektüel düşüncesinin şemsiye kavramıdır. Ne yazık ki Türkiye'de bu fikriyat yeterince yansımamıştır. Türkiye'de şöyle bir tasnif yapmak belki abartılı olmaz. iki ana çizgi söz konusudur. Birincisi bireyi öne çıkarmak, diğeri kollektif bir çizgi. Kolektivist çizgide birey yerine birey dışında bir takım gruplar cemaatler, milliyetler, sınıflar olabilir. Bunlardan birisi öne çıkar. Buna uygun toplumsal, iktisadi siyasal sistem 141 yaratmak esastır. Türkiye'de bu ikincisi var. Eskiden beri vardı, mesela 1961 sonrasını dikkate alırsak. 1960 anayasasının getirdiği kısmi özgürlüklerle ifade özgürlüğünün genişlemesi, ülkede o zamana kadar bastırılmış olan yer altı faaliyetleri, sosyalist faaliyetler birden bire yer yüzüne çıktılar. Eskiden beri sürdürmeye çalıştıkları faaliyetlerini daha geniş imkanlarla yaydılar. Tabiatıyla sosyalizm kollektif bir kavramdır. Genel gerçek insan değildir. Tarih ve sınıflar ilişkisidir. Öbür taraftan devlette muhafazakar bir tavır tabii ki var. Felsefeler değişmemiş olsa bile yaşama biçimi olarak dünyaya yöneliş biçimi olarak muhafazakarlık var ve muhafazakarlık ta bireyi esas alan bir akım değil. Muhafazakarlıkta yine kollektifliğe bakmak lazım. Sosyalizmle birlikte Türkiye'de milliyetçi bir akım doğdu. O zamana kadar var olan milliyetçi akımların bu sefer sosyalizmin büyümesine paralel olarak kendilerine yeni bir konumlama noktası seçtiğini görüyoruz. Bu da bir kollektif akım. Türk milliyetçisi ise Türk milletini, Kürt milliyetçisi ise Kürt milletini esas alan bir akım. Burada bireyler yok. 1980'lerde bilhassa İran İslam devriminden sonra İslamcı akım gelişmesi görüyoruz. O günleri hatırlıyoruz. Nerdeyse İslamcılar gümbür gümbür geliyoruz. Bizde devrim yaptık yapmak üzereyiz. Düzeni yıkacağız şudur budur gibi şeyler söylüyorlardı. İslamcılıkta kollektivist bir akım. Tabii ki ben ve topluluğu kuran arkadaşlar bu ülkenin insanları olarak kollektif sapmaların etkisiyle yetiştik. Hatırlamıyorum da o günleri. 1980 li yılları. Bu kollektif akımlardan birisini seçmemiz gerekiyordu. Ya milliyetçi, ya sosyalist, ya İslamcı olacaktınız. Liberal açıdan bakıldığında bunlar biri birinin yansıması gibi duruyordu. Bireyler açısından problem vardı. Bu tabii ki rahatsızlık verici bir şeydi. Bundan dolayı Türkiye'de liberal bir akıma ihtiyaç vardı. Bu insanların tercih yelpazesini genişletmesi gerekiyordu. Bir dünya görüşü tercihi yapmak isteyenler açısından en azından tercih yapmak istediklerinde karşılarındaki alternatif tek çizgide olmamalıydı. Ayrıntılandırıldığında bir çeşitlilik var gibi görünüyor. Kimse sosyalist, yada İslamcı olmak zorunda değil. Ama bunlardan birini seçmek zorundaydınız. Ama bunlardan birini seçtiğinizde bunların biri birine benzediğini de fark ediyordunuz. Biz bunlardan rahatsızlık duyduk. Yanlıştır dedik. Özel mülkiyet gibi, bireysellik gibi, bireysel hayat gibi, bireysel özgürlük, sınırlı devlet gibi piyasaya ekonomisi gibi gerçek anlamdaki sivillerin ve kurumların sağlanmadığını görmek bizi çok tedirgin etti. Ama tabii bu tedirginlik bizim bu fikriyattan haberdar olmamızdan sonra başladı. Yoksa daha önceden bizlerde kollektivist gruplarda yer alıyorduk. Bir şeyler yapma ihtiyacı duyduk. Yapılabilecek şeylerden en akıllıcası olarak bir entelektüel oluşuma ihtiyaç duyduk. Türkiye için iyi şeyler yapmak istiyorsanız karşınıza iki alternatif çıkar. Biri siyaset yapmaktır. Siyaset yapmak çok tercih edilen bir yoldur. Ankara'da partiler kuruluyor. Ama siyasetin avantajları yanında dezavantajları da var. Siyasette kollektivist bir 142 şey. Siyaset yapmak demek kollektif karar almak demektir. Halbuki biz Türkiye'nin bu sıkıntısının kollektif karar almasından değil bireysel karar alamamaktan kaynaklandığını kanaatindeydik. Bundan dolayı entelektüel olarak bu durumu değiştirmek istedik. Entelektüel olarak ortaya çıktık ve bir dernek kurduk. Bu dernek bir sivil toplum kuruluşudur. Bu derneğin geçmişine baktığımızda sivil toplum örgütlüğünün tarihini görebiliriz. Bu anlamda sivil toplum kavramı varlığını liberal düşüncede bulmaktadır. Özellikle İskoç aydınlanması düşüncesine baktığımız zaman bugün sivil toplum aydınlanmasında ifadesini bulan her şey orada liberal filozoflarca çok etkili bir şekilde dile getirilmiştir. Ama klasik liberal fikriyatın dünyadaki yenilenmesine paralel olarak yerine oturmuştur. Uzun bir dönem insanlık bütün dünyada topluma değil de yada toplumu teşkil eden birey gruplarına değil de toplum adına hareket eden kollektivitelere ve devlete önem vermiştir. Ama solcu, ama sağcı tabii hepsi devleti önemsemiştir. Bu zannedilmesin ki sadece sosyalist ülkelerde böyle olmuştur. Mesela ABD'de devlet müdahalesi artmıştır. Ama bazı ülkelerde daha da felaket olmuştur. Sivil toplum kavramının popüler hale gelmesi Sovyetler birliğinin yıkılmasından sonra olmuştur. Bunun canlanmasında da sosyalist yazarların büyük etkisi olmuştur. Daha önceleri Gramschi gibi yazarlar sivil toplum üzerine yazmıştır. Sosyalizmin çöküşünden sonra sosyalist entelektüeller kendilerine yeni bir yol çizmiştir. İyi de olmuştur. Bu sivil toplum kavramı. Sivil toplumun önemsenmeye başlanması. Liberaller açısından bu yeni bir şey değil. Zaten Liberaller yüzyıllardır bunu aşinadır. Bir de 1990 sonrası canlanmada bir hata yapmıştır sivil toplumla uğraşanlar. Piyasa ekonomisi ihmal edilmiştir. Yani piyasa ekonomisinin olmadığı bir yerde bir liberal için sivil toplumun olması mümkün değildir. En azından uzun vadede sivil toplumu yaşatmak mümkün değildir. Sivil toplum olması için bir yerde bir kaç şeye bakmak lazım. Her şeyden önce bu gönüllü birlikteliktir. Diğeri kendilerinin varlığını nasıl meşru görüyorlarsa başka birliklerin de varlığını meşru görmektir. Yani kanarya sevenler derneği ne kadar meşru ise keklik sevenler derneği de o kadar meşru olmalı. Bir diğer şey çalışma tarzı başlıca geçim kaynağı haline getirmeyen kuruluşlar olması gerekir. Devletle olan ilişkileri devletlerden kaynak alıp almama konusu çok önemlidir. Burada da iki şey gözlenebilir. Bazı sivil toplum kuruluşları devletlerden hiç bir şekilde kaynak almama yoluna gidiyor. Liberal düşünce topluluğu bir ara bu çizgiyi takip etmeye çalıştı. Sonra kısmen bu şeyden vazgeçtik. Devletlerden de fon alan vakıflarla çalışabileceğimiz kanaatine vardık. Ve çalışıyoruz da. Çeşitli Amerikalı, İngiliz vakıflar gibi.. Orda da yalnız şu ilkeyi gözetmek lazım. Birincisi eşitlik ve saygıya dayanan bir şey. Maniple edilmemeye dayanan bir ilişki ve sivil toplum meseleleriyle uğraşmak. İnsanların hak ve özgürlüklerin geliştirmekle uğraşmak. Yoksa bir ülkenin menfaatini teşvik etmekle bir ülkenin uluslararası sistemdeki 143 konumunu güçlendirmekle uğraşmamak. Bunlara dikkat edildiği takdirde bu tip kaynaklar da pekala kullanılabilir. Böyle bakıldığında bir diğer şey özellikle devletin bir otoriter ideolojisi varsa bu ideolojiye eklemlenmemiş olmak önemli. Diyelim ki liberal düşünce topluluğu her hangi bir hayat tarzını savunuyor. Bunun için de diğer hayat tarzlarını dövmeye gasp etmeye gayret ediyorsa buna sivil toplum örgütü demek çok zor. Yani yarı hükümet kuruluşları filan demek belki daha önemli böyleleri için. Bunun örnekleri de var. Hepimiz biliyoruz. Liberal düşence topluluğu hem fikriyatıyla hem çalışma biçimiyle kaynaklarıyla tam anlamıyla bir sivil toplum kuruluşudur. Ama dediğim gibi sivil toplum kuruluşlarında kendi başına bir amaç gibi algılamamaktadır. Sivil toplumda var olmak için var olan bir kuruluş değil. Önümüzdeki 10 yıl içinde hedeflediğimiz şeyler gerçekleştirse böyle bir kuruluşa da gerek olmayabilir. Devletin resmi kurumlarının Liberal Düşünce Topluluğuna bakışı nasıl? Siz örnekleri verdiniz ama devletin çalışma alanınıza müdahalesi var mı? Demin söylediklerime biraz daha açıklık getirmem gerekiyor. Çok şükür Liberal Düşünce Topluluğunun devletle ilişkisi yok. Devletlerin uzantısı olan veya kaynağını devletlerden alan sivil toplum örgütlerine açıklama getirmek lazım. Liberal Düşünce Topluluğu'nun zaten devletlerin ilgisini çeken bir konumu yok. Biz savunma meseleleri, strateji meseleleri ile ilgili değiliz. Bu da devletlerin ilgisinin uzağına düşmemizi beraberinde getiriyor. Bu da iyi oluyor. TC devleti ile olan ilişkilerde de şunu düşünüyorum. Tabii devlet dediğiniz şey yekpare bir bütün değil. Devlet içinde çeşitli kanaatler odaklar var ve Türkiye'deki devlet yapılanması içinde iyi ve kötü yanlar birlikte var. Bir sürü de zayıf yanları var. Biz devlet kuruluşu olmadığımız için yani bütün her şeyi yıkalım yeniden yapalım çizgisinde değiliz. TC devletini alaşağı edelim yerine yeni bir devlet kuralım düşüncesi yerine TC devleti şu ana kadar nerelerde hata yapmıştır? Bunlar nasıl giderilebilir? Nasıl pozitif bir kullanıma açılabilir? Bu gibi konular üzerinde kafa yoruyoruz. Devamlı çatışmak bir sonuç getirmiyor. Yüzde 100 haklı olduğuna inanmakta yanlış. Siz haklı olduğunuza inanırsınız ama belki öbür tarafında haklı olduğu taraflar vardır. Bu açıdan bakıldığında çeşitli devlet kuruluşlarıyla temasa geçtiğimiz zaman ilişkimiz olduğu zaman tabii ortak faaliyet yürütüyoruz. Ama onlara bizim çizgimiz şudur diyoruz. İlle de sizinle çalışmak zorunda değiliz. Siz de bizimle çalışmak zorunda değilsiniz. İlkesel olarak anlaşabilirsek çalışırız diyoruz. Bu tür çalışmalarımız oluyor üniversitelerle mesela. Liberal düşünce topluluğu bir devlet kuruluşu olmama devletin uzantısı gibi görünmeme, devlet tarafından maniple edilmeme konusunda çok hassas. Biz devleti sahiplenmek, devletin içinde yer almak gibi bir 144 konumda değiliz. Devletin fonksiyonlarının dönüştürülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü liberal devlet var olacaksa devlet insanlara yarayışlı biçimde var olsun. Bu açıdan bakıldığında çok büyük sıkıntılarla karşılaştık diyemem. Bunun sebebi de bizim çok önemli ölçüde entellüktüel alanda olmamız. Biz aktivist bir kuruluş değiliz. Sokaklara çıkan, bildiri dağıtan bağıran çağıran bir kuruluş değiliz. Tartışan, konuşan insanların bulunduğu bir kuruluşuz. Bu da bizi rahatlatıyor tabii. Strateji denen sahte bir bilim var. Bu starteji devletçiliğin yan ayaklarından biridir. Mesela stratejik meselelerle fazla ilgilenmeyiz. Bu da bizi daha net anlaşılır ve güvenli hale getiriyor ama bununla da bazı problemler yaşadık. Bazı projelerde zor izinler aldığımız olmuştur eskiden. Çeşitli yerlerde yaptığımız panellerde izin alma konusunda zorluklar olmuştur. Doğrudan doğruya organize olmasa da dolaylı saldırılara uğradığımız olmuştur. Dolaylı olarak yargı tarafından taciz edildiğimiz sıkıştırıldığımız zamanlar var. Bir de Türkiye'de devletçi zihniyetin temsilcisi diye bilinen kimi köşe başları haksız insafsız linç kampanyaları olmuştur. Tabii bunlarda işin tadı tuzu. Bu kuruluş bir aktivist ve devrimci havada olmadığı için daha güven telkin eden bir kuruluş. Diğer sivil toplum örgütleriyle aranız, muhabbetiniz nasıl ortak işler yapıyor musunuz? Liberal Düşünce Topluluğu gibi çalışan pek kuruluş yoktur Türkiye'de. Biz sıkı bir şekilde entellüktüel alanda faaliyet gösteriyoruz. Bir felsefeyi fikri teşkil ediyoruz. Türkiye'de bu tür kuruluşlar yok. Daha somut hedefler üzerine odaklanıyorlar. Daha pratiğe yönelik işler yapıyorlar. Bunda dolayı bizimle partnerlik ilişkisine girmek hayli zor diğer kuruluşlar açısından. Bizim özellikle böyle arzumuz yok. Yani işte üç beş kuruş gelir gelsin bir şeyler yapılsın gibi beklentimiz yok. Daha çok tek başına çalışan bir örgütüz. Başkaları tarafından etkilenmekten çok onları etkileyen onlara yol yöntem gösteren bir kuruluşuz. Biz tabii ki beraber çalışmaya hazırız. Oturur konuşuruz. ama ille de beraber çalışalım, beraber çalışmasak olmaz havasında değiliz. Bizim yaptığımız iş yerine göre sivil toplum örgütlerinden tamamen tecrit edilerek de yapabileceğimiz bir iş değil. Ama tabii zaman zaman çeşitli platformlarda buluştuğumuz ortak işler yaptığımız da oluyor. Bazen sadece ismimizi kullanmalarına izin veriyoruz. Bazen bütün işi yapmamıza rağmen bir şekilde sahnede görülmediğimiz işbirliklerimiz falan olmuştur. Sadece STKlarla değil siyasi partilerle de, üniversitelerle de bu tür ilişkilerimiz olabiliyor. 145 17 aralık 2004 itibariyle AB sürecinin sivil alana ne tür katkısı olacak? Bu süreç sivil toplum örgütçülüğüne bir katkı sunacak mı? Etkileyecektir. Ama çok hassas bir nokta var. Mesela Türkiye'nin lobisine bağlıyorlar bazı kuruluşlar. Adı lazım değil kimi kuruluşlar vardır. Sağda solda ofisi olan bazı kuruluşlar ve şunu söylüyorlar. “Biz kendimizi ve bir şeyleri anlatamadık” diyorlar. Bu kısmen doğru. Avrupa'nın bazı bakımlardan Türkiye'yi iyi tanımadığını söyleyebiliriz. Ama bu Türkiye'de her şey mükemmel değiştirilmesi, reforme edilmesi gereken hiç bir şey yok, bütün mesele kendimizi anlatmak şeklinde olmamalı. Bu kavramsal olarak çok tehlikeli. Dikkat ederseniz Avrupa Birliği sürecinde en aktif kuruluşlar bunlar. Bunlar yarı resmi kurumlar. Odalar, borsalar birliği gibi kuruluşlar. Bunların bir kısmı gönüllü uzantısı olmuş korporatist yapılanmalar. Bunlar geliyorlar diyorlar ki örneğin “baş örtüsü olayı çok küçük bir olaydır. Çok büyütülecek bir olay değildir. Türkiye modern bir ülkedir çağdaş bir ülkedir. Bakın işte şarapta içiyoruz” falan diyorlar. Tabii ki ülkemizi savunmamız lazım. Ama bu ülkeyi uzun vadede savunmak demek bu ülkedeki yanlışlıkları düzeltmektir. Gelecekle ilgili çok ciddi problemler var. İşte Kürt problemi var, İslam problemi var. Yani bunları yok görmek çok tehlikeli. Sevmediğimiz hayat tarzlarını yok farz etmek çok yanlış. aynı zamanda bunlar çok komik ve gayri ahlaki şeyler. Sivil toplum kuruluşlarının böyle bir çizgiye girmemesi lazım. Ama şunu söyleyebiliriz batılılara yani Türkiye bütünüyle sıfırlanacak bir ülke değil. İyi şeyler de vardır, kötü şeyler de vardır. Belki kötü şeyler sizin ülkenizdekinden daha fazladır. Ama sizin de tarihiniz pirupak değildir. Bu bir süreç meselesidir. Bunu yapmaya çalışıyoruz. Böyle görmemiz lazım. Sivil toplum kuruluşlarının ne Türkiye'nin resmi savunucusu olması lazım ne de Türkiye'nin yeminli düşmanı olması lazım. Bu yanlış bir çizgidir. Benim açımdan bakıldığında ben şunu söyleyebilirim. AB sürecini destekliyorum. Türkiye'nin üyeliğini de destekliyorum. Ama bu AB'yi mükemmel bulduğum için değil. Çok büyük problemler var. Türkiye yarın AB'ye üye olsa ertesi gün belki muhalefet etmeye başlarım. Çünkü aşırı bürokratik merkeziyetçi problemlerde AB'de. Ama şu anda Türkiye'de o kadar kötü durumdayız ki bunları göremiyoruz. Her halükarda AB'nin parçası olmak Türkiye'de standartları yükseltecektir. Bir başka alan daha var. O da genel bir problemdir. Sadece sivil toplum kuruluşlarının sorunu değil. Sanki AB ye katılırsak her şey hal olurmuş gibi. AB bir medeniyetler birliği değil medeniyetin bir parçasıdır. Ne tek başına yaratıcısıdır ne de tek başına temsilcisidir. Onların da problemleri var. Kendi içlerinde değiştirilmesi gereken şeyler vardır. O nedenle Avrupalıların çok küçümseyici tavırlar içerisine girmelerinde izin vermemek lazım. Zaman zaman bu da oluyor tabi. Özellikle Türkiye düşmanı olan yeminli mahfiller falan oluyor. Diğerlerine de anlatmak lazım. Bana göre AB süreci birliğe üye olmaktan daha önemlidir. Türkiye'de reformların yapılabilmesi için bu süreç 146 çok önemli. İşte bu süreçte sivil toplum örgütleri çok etkili olabilir. Bir başka önemli nokta da Avrupalıları eleştirebilmektir. Mesela çevreyle ilgili işbirliğiyle ilgili standartları bize empoze etmeye kalkıyorlar. Bu büyük bir haksızlıktır. Çünkü bu standartlar aynı zamanda bir zenginliğin de eseridir. Zenginliği yaratan bu standartlar değildir. Almanya'da uygulanan çevre standartlarının Türkiye'de uygulamanın imkanı yoktur. Çünkü Türkiye'de bütün kaynakları o zaman oraya ayırmak lazımdır. 3-4 milyar dolarlık hasılatı olan bir ülke ile 300-400 milyar dolarlık hasılatı olan bir ülkeyi aynı kefeye sokamazsınız. Türkiye'de ne yazık ki bunun farkına varılamıyor. Sizden on kat geliri fazla olan bir ülkenin yaptığını sizin yapmanız imkansızdır. Bu da ne yazık ki Türkiye'de pek görünmüyor. Siz geçmişle kıyasladığınızda Türkiye'de sivil toplum örgütçülüğünü bugün nasıl değerlendiriyorsunuz, bir de gelecekle ilgili sivil toplum örgütçülüğü anlamında öngörüde bulanabilir misiniz? Dönem dönem bakmamız mümkün. Osmanlının son dönemlerinde hayli canlı, kuvvetlenen bir sivil toplum örgütçülüğünün var olduğunu görüyoruz. Cumhuriyete geçişle birlikte maalesef geriye gidiş var. ilk dönem itibariyle sivil toplum örgütlerini tasfiye ettiler. 1945'e kadar sürdüğünü söyleyebiliriz. Çok partili döneme kadar sivil toplum bastırıldı ve gerçek anlamda sivil toplum kuruluşu olmadı. Demokrasiye geçişle birlikte işler değişmeye başladı. İstenildiği kadar hızlı ve rahat değildi. Sanıyorum bu AB süreci sivil toplum örgütlerine bir ivme kazandırmıştır. Sivil toplumda hayli iyi bir canlanma olduğu kanaatindeyim. Bizim gibi fikri alanda çalışmalar olduğu gibi daha sosyal problemler alanında çalışan kuruluşlarda var. Bunların bir kısmı da çok başarılı. Yaparak ederek öğreniyorlar. Ben iyimserim. Bu tempoyla gittiğimiz takdirde daha çok sivil toplum kuruluşu çıkacak, çalışmayı öğrenecekler. Kendileri programları gelişecek Türkiye'yi daha ileriye götüreceklerdir diye düşünüyorum. * Liberal Düşünce Topluluğu-LDT Atilla Yayla-Başkan Gazi Mustafa Kemal Bulvarı 108/17 Maltepe 06570 Ankara Tel : 90 312 230 87 03 Fax : 90 312 230 80 03 e-mail : [email protected] 147 MAZLUM-DER* Ayhan Bilgen-Genel Başkan Ayhan kardeşim önce Mazlum Der'i tanımakla başlayalım. Ne zaman kuruldu? Neden bu derneğe ihtiyaç duydunuz? Neler yapar? Mazlum-Der 1991 yılında Ankara'da kuruldu. Amacı, aynı zamanda şu anda slogan olan “kim olursan ol zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana” bir insan hakları mücadelesi yürütmek, mazlumlarla dayanışmak. Dolayısıyla da iki boyutu olan bir çalışmayı hep hedefledi. Bir taraftan haksızlığa karşı örgütlü, güçlü bir tepkiyi organize etmek, öbür taraftan da haksızlığa uğrayanlarla bir dayanışma içinde olmak. Bugün 18 yerde şubesi var. 5000 civarında da üyesi var. Mazlum-Der pozitif anlamda haksızlıkların ortadan kaldırılması lobicilik yapma çalışmalarını önemsiyor. Ama zaman zamanda bir baskı grubu olarak kitlesel örgütlenmelerle sokak çalışmalarıyla bir şekilde belki tek tek hak ihlallerini azaltacak bir şekilde katkıda bulunmayı hedefliyor. Bu amaçla eğitim çalışmalarını yoğun biçimde hem kendi içinde, insan hakları savunmalarını eğitmek amaçlı faaliyetler yürütüyor. Aynı zamanda da topluma yönelik olarak da insan hakları savunuculuğunu özendiren, insan hakları bilincini artıran çalışmalar yapıyor. Tabi Mazlum-Der'in yürüttüğü çalışmalarda temel kriteri, çifte standartsız bir insan hakları savunuculuğunun Türkiye'de oturması. Çünkü kişilerin, yada grupların kendi çıkarlarını savunması sadece kendi hakları için mücadele vermesi doğru bir insan hakları perspektifi oturmasına katkı sağlamıyor. Bu şüphesiz olması gereken ama bu yetmiyor. Ama bunun üzerine ayrıca, sizin gibi inanmayan, sizin gibi düşünmeyen, sizinle aynı etnik kökenden olmayan, aynı dünya görüşünü paylaşmayanların uğradıkları haksızlıkları da, kendinize karşı yapılmış bir haksızlık olarak kabul edip aynı yüksek sesle itiraz etmeyi amaçlıyor. Sizin alanınızda, insan hakları alanında çalışan başka STK'lar da var. İHD, TİHV gibi. Bir sivil toplum örgütü olarak kendimizi sivil toplumculuğun neresine yerleştiriyorsunuz? Ayrıca gerçekten 1991 yılından bu güne kadar 14 yıllık zaman dilimini geriye gidip tararsanız “vicdanen evet bizler misyonumuza uygun davrandık” diyebiliyor musunuz? Yani tabii ilkesel anlamada en başta deklere ettiğimiz, “kim olursa olsun zalime karşı ve kim olursa olsun mazlumdan yana” iddiası oldukça büyük bir iddia. Bu iddiayı algılayabilmek ve bunu teoriden pratiğe de indirgeyebilmek oldukça zor bir olay. Ben Mazlum-Der'in başta ortaya koyduğu prensibin doğru olduğu düşüncesindeyim. Ama bu iddiayı ortaya koyarken gerçekten 148 bunun neyi kapsadığını en çok zaman içinde algılayabildik, düşüncelerindeyim. Dolayısıyla da aslında başta sözle ifade edebilmesi kolay olan, ama gerçekte sorunlarla yüzleştiğimizde Türkiye'nin temel insan hakları problemleriyle karşılaştığınızda verdiğimiz ağır bir sınav. Gerçekten o ilkeye bağlı olup olmadığımızı ortaya çıkarıyor. Türkiye'de siyasi kamplaşmaların ön yargısı 1980'li yıllarda da oldukça etkin bir pozisyonu vardı. 12 Eylül darbesinde yukarıdan aşağıya örgütlü toplulukları belki sıfıra indirmeyi ve böylece toplumda faklılıkları ortadan kaldırıp tek tipleştirerek istikrarı, güveni, barışı hedefleyen bir askeri müdahaleden çıktık. Ama elbette ki bir askeri müdahalenin insanların zihinlerindeki, kafalarının arkasındaki ön yargıları yada duvarları ortadan kaldırması beklenemezdi. Böyle bir şey gerekli de değildi. Farklarımız var. Ama bu farklara rağmen, ortak beklentilerimiz için birlikte mücadele etmeliyiz. Bunun belki 1991 yılında derneği kuranlar iyi şeyleri düşünerek, iyi niyetleri içeren bir temenni olarak ifade ettiler. Ama Mazlum-Der bu 14 yıl içersisinde yoğun bir biçimde yaşanan insan hakları sorunu ile yüzleşerek aslında ne anlama geldiğini kendisi de öğrenerek hayata taşımayı başardı. Burada neyi kastediyorum. Örneğin Mazlum-Der kurulduğunda belki de sizin de çok açık olarak sormadığınız, İnsan Hakları Derneği vardı, neden Mazlum-Der'e ihtiyaç duyuldu. İnsan Hakları Derneği kurulduğunda da bence bu günkü insan hakları derneğinin ulaştığı nokta hayal bile edilmiyordu. Daha dar bir grubun belki sadece kendilerine yönelik haksızlıkları ön plana çıkartarak bir arayışı, bir çabası, bir iyi niyetli girişimi gibiydi. Ama bir süre sonra orada da aslında neler hak ihlalidir? Kimlere karşı yapılanlar hak ihlali olarak görülür? Bunlara karşı aynı seviyede bir duyarlılık göstermesi gerekir. İnsan Hakları Derneği kurulduğundan sonraki yıllarına bir takım tecrübelerini, kaygılarını, korkularını da devretti. Ve Mazlum-Der o dönemde yine belki yeterince hakları savunulmayan bir kitlenin haklarını önemseyerek kuruldu. Bir süre sonra İnsan Hakları Derneği'nin yüzleştiği insan hakları sorunlarıyla yüzleşti. Aynı şekilde Mazlum-Der'in yüzleştiği üzerinde örgütlendiği topluluğun yaşadığı sorunlarla da insan hakları derneği yüzleşti. Dolayısıyla Mazlum-Der, İnsan Hakları Derneği'nin birikiminden çok şey öğrendi. Şüphesiz İnsan Hakları Derneğine de bu güne gelmesinde çok ciddi bir katkı sağladı. Yani bu iki örgüt de aynı zamanda kitlesel olma kaygısı, çabası güden örgütler. Onun dışında Af örgütü gibi, TİHV gibi teknik çalışan, daha projeci çalışan, örgütlü tabana dayanmayan yapılardan da şüphesiz özellikle rapor yazma tekniklerinde belki bir takım özel ihlaller karşısında gösterilecek ortak refleksler gibi bilgi ve deneyim paylaşımına gidildi. 149 Toplumun sivilleşmesi ve hedef kitlemiz örneğinde katılımcılık olayını becerebildiniz mi? Katılımcılık hangi boyutta? Orada aslında tarihsel bir ayırıma gitmek gerekiyor. Mazlum-Der kurulduğunda sadece bir yorumun ön planda olduğu, bir görüşün içerisinde egemen olduğu, kapalı bir örgütlenme biçiminde ortaya çıkmadı. Yani farklı ama birbirine yakın eğilimlerin bir araya gelip işte haksızlıklar karşısında birlikte tepki gösteren ortak kaygıları ve inanç birliktelikleri olan insanların bir platformu biçiminde oluştu. Bu platform tabii yani kendi alanının bütününe nüfus edemedi. Orada kendisini anlatamayışının da etkisi var. Ama daha fazla da medyanın kamu otoritelerinin Mazlum-Der'i bir yere hapsetme arzusunun da yattığını düşünüyorum. Yani Mazlum-Der falancı, filancı bir örgüttür. İşte Kürt sorunu ile ilgilenirse ırkçı bir örgüttür. İslami çevrelerin sıkıntıları ile ilgilenirse radikal İslamcı bir örgüttür, gibi tanımlamalar aslında Mazlum-Der'in arzuladığı bir şey değil. Tam tersine Mazlum-Der'i o tabandan koparan, daraltan ve insanların Mazlum-Der içinde aktif rol almasını engelleyen biri oldu. O tanımlamalar beraberinde bir takım tedirginlikleri getiriyor. Adeta Mazlum-Der'i bir hakem örgütü olmaktan çıkarıyor. Bir sivil toplum örgütü olarak görülmesini imkansız kılıyor. MazlumDer'i bir mücadele aracı yapıyor. Kendisi insan haklarını amaç edinmiş bir örgüt değil, sanki başka bir takım siyasi hedeflere ulaşmak için bir araçmış gibi bir güvensizliğe itiyor. Bu da bence Mazlum-Der'in yeterince o tabanla buluşmasının önünde ciddi duvarlar, engeller ortaya çıkartıyor. Halkın desteği konusunda neler söylenebilir? Yıllara göre ve gündemlere göre değişen bir tablo var. Mazlum-Der örneğin 28 Şubat öncesinde daha çok işte Kürt sorunuyla dolayısıyla da bölgedeki yoğun çatışmayla ilgilendi. İlgilenmek durumundaydı da. İnsan hakları örgütleri bu anlamda kendi gündemlerini belirleme şansına sahip değiller. Temel ve yakın insan hakları sorunları ister istemez temel gündemimizi oluşturuyor. Tabi Mazlum-Der'in tabanı bu sorunlarla ilgilenmeye yeterince alışkın değildi. Dolayısıyla bu anlattığım biraz aslında kendi tabanıyla Türkiye'nin farklı çevrelerinin uğradığı haksızlıkları buluşturma rolünü üstlendi. Bir köprü rolünü üstlendi. Yani İslami çevrelerin işte Kürt sorunuyla ilgili doğru bir bakış açısına sahip olmalarına ciddi bir katkı sağlandı düşüncesindeyim. Ama 28 Şubattan sonrasında doğrudan doğruya İslami duyarlılığı yoğun olan çevrelerin kendileri mağdur pozisyonuna itilmeye başlayınca, yargılamada ciddi sıkıntılar yaşanınca, örgütler, vakıflar, dernekler kapanınca, gazetelere yönelik baskılar artmaya başlayınca Mazlum-Der ister istemez bu alanda yoğunlaşmaya başladı. Belki insan hakları mücadelesinin ne kadar gerekli ve önemli bir şey olduğunu Mazlum-Der'in kendi tabanı asıl o zaman algılamaya başladı. Yani 150 kendisi mağdur duruma düştükten sonra, idealistlik duygusuyla değil, pozisyondan hareketle örgütlenmek gerektiği, mücadele etmek gerektiği, insan haklarının önemli bir şey olduğu bilinci gelişmeye başladı. Ama tabi bu her zaman önümüzde ciddi bir engeldir. Daha popüler, toplumun genel kabul gördüğü sorunlar karşısında kitlesel desteği daha kolay bulur. İşte savaşa hayır gösterilerinde, düzenlediğimiz mitinglerde çok daha farklı kesimlerin bir araya getiriyorsunuz, etkinlikler düzenleyebiliyorsunuz. Ama daha özel bir konuda, örneğin cezaevlerinde yaşanan haksızlıklarla ilgili bir eylem yaptığımızda yani aynı kitlesel desteği bulamıyorsunuz. Yani insan hakları örgütünün bir zaafı aynı zamanda şüphesiz. Doğru bir insan hakları bilinci geliştirilemediği için, ama daha çok da Türkiye'deki egemen güçlerin oluşturdukları bilinç kırılmasının bir neticesi. Yani örneğin F tipleriyle ilgili biz çok yoğun çalışmalar yaptık. Bu konuyla ilgili açıklamalar yaptık. Şubelerimiz bu konuda yürütülen eylemleri destekleyen ziyaretler gerçekleştirdiler. Ama buna rağmen hala toplumda sanki F tipi cezaevleri belli bir ideolojik grubun sorun yaşadığı yerlermiş gibi algılanmaya devam ediliyor. Bunun başka örneklerini de vermek mümkün. Irak'taki cezaevlerinde yaşananları yada İsrail cezaevlerinde Filistinlilere yapılanları kınadığınızda daha büyük kitlesel destek bulabiliyorsunuz. Ama kendi ülkenizdeki ceza evlerinde yapılanları, işte Diyarbakır cezaevinde yapılanları kınadığınızda hatta yargılayıcı, itham edici ve sanki başka bir takım amaçlarla insan haklarını kullanan bir örgütmüş gibi bir tanımlayışa bir kategorize edilişe muhatap oluyorsunuz. Ayhan kardeşim hemen şunu düşünmeden kendimi alamadım. Mazlum-Der'in aslında Türkiye'de yaygın olarak tanınması benim hissiyatıma göre daha çok Kuzey Irak'taki esir askerleri gidip oradan getirme olayında Türkiye kamuoyu Mazlum Der'i tanıdı. Şimdi bu sivil toplum örgütçülüğü alanında bazı alanlar var ki gerçekten mayınlıdır, tehlikelidir. İnsan hakları ile ilgilenmek de bu mayınlı ve riskli alanlardan biri. Siz de bu alanda çalışma yapan bir örgütsünüz. Bu risk faktörü nedeniyle devletle muhabbetimiz nasıl? diye bir soru sormak istiyorum. Devletin resmi kurumlarının size bakışı nasıl? İşte şu anda da Türkiye'de devletin çok önemli bir kurumu hükümet ve parlamento var. Ağırlıklı İslami yaklaşımı nedeniyle düşüncelerinize daha yakın. İlişkileriniz daha mı sıcak? Yoksa bu mayınlı alanda, çalışan bir kitle olmanız nedeniyle daha mı zor? Başından başlayalım. Verdiğiniz örnek aslında çok özel bir örnek. Ve çok önemli gerçekten, kamuoyu bizi yaygın medyada, özel televizyonlarda ilk defa o olaylarla birlikte duydu. O olaydan önce de Mazlum-Der'in yaptığı işler vardı. Ondan sonra da çok önemli etkinliklere imza attı. Ama günlerce o olayın haber yapılmış olması zihinlerde Mazlum-Deri hep Iraktaki esir askerleri getiren örgüt pozisyonunda tanımlattı. 151 Aslında orada gözden kaçan bir şey var. Kurtarılan askerler Türkiye Cumhuriyetinin askerleriydi. Burada belki insanı merkeze değil, devleti merkeze alan yaklaşımın oluşturduğu korkudan dolayı bir yanlış algılama var. Hani, örgütü muhatap aldı, dolayısıyla da örgüt muhatap alınır mı da? İşte orada askerleri kurtarmak için girişimlerde bulunuldu. Oysa insan nedir ki? Yeter ki devletin onuru zedelenmesin, mantık budur. Askerleri kurtarmak için böyle bir alttan alan diyalog kuran tutum sergilenmesin. Bu aslında Türkiye'nin kendisiyle yüzleşmesiydi, bence. Ne olursa olsun herkesin yaşama hakkı, asker de olsa, polis de olsa, sivil de olsa, kadın da olsa, çocuk da olsa; herkesin yaşama hakkı her şeyin üzerindedir. Ve asıl kutsanacak bir şey varsa, önemsenecek bir şey varsa odur. Onun dışındaki her şey araçsaldır. Oradan hareketle aslında Devlet Mazlum Der'e nasıl bakıyor? Hükümet şu anda nasıl bakıyor? Bu ayrımı şüphesiz yapmak gerekiyor. Türkiye'de hükümetler değişiyor ama devlet politikaları, sivil topluma bakış dolayısıyla güvenlik anlayışı, insan haklarına bakış çok da değişmiyor. Yani, Mazlum Der ısrarla buna göre kategorize edilmeye çalışılıyor. Yani sadece toplumun bir kesiminin örgütüymüş gibi takdim edilmeye çalışılıyor. Ve kuşatıcı bir insan hakları dili geliştirilmesi, kuşatıcı bir insan hakları mücadelesi geliştirilmesi engellenemiyor. Burada şüphesiz bürokratik devletin kaygıları, korkuları, önyargıları egemen ama en az onun kadar da medyanın hatta bir insan hakları bilinci olduğunu sandığımız işte siyasi dil kullanan medya organlarının bilerek ya da bilmeyerek verdiği zararlar var. Somut bir örnek vereyim: Siyasi yasakların kaldırılması konusunda Murat Bozlak, Tayip Erdoğan, Erbakan'la ilgili genel bir basın açıklaması yapılmıştı, Mazlum Der adına. Herkesin yasaklarının kalkması gerektiğine vurgu yapan bir açıklamaydı. Ama gazetecilerin birkaç tanesi sadece Murat Bozlak'la ilgili kısmı yayınladı. Bir kaçı sadece Erbakan'ınkini yayınladı. Bazıları da Tayip Erdoğan'la Erbakan'ınkini birlikte yayınladı. Yani herkes aslında Mazlum Der'i nasıl görmek istiyorsa, yada insan hakları mücadelesini neye benzetmek istiyorsa, kendi deyimleriyle nasıl bir şey için yakışık buluyorsa, Mazlum Der'e o gömleği giydirmeyi çalışıyor. Tabi bunu Mazlum Der'e bir iyilik yaptığını düşünerek yapıyor. Yani şöyle algılıyor. Benim okuyucu kitlem Mazlum Der'i nasıl görmek ister? Nasıl servis yaparsam Mazlum Der'i rahat kabul ederler. O kendi kafasındaki parçalanmış fotoğrafı Mazlum Der diye okuyucusuna taşıyor. Çok tehlikeli bir şey. Biz tam tersini düşünüyoruz. Bozlak'la ilgili özgürlükçü bir perspektife sahip olunmasını istiyoruz elbette. Ama aynı şekilde Evrensel okuyucusunun, Gündem okuyucusunun da Erdoğan'ın, Erbakan'ın farklı siyasal görüşlere sahip olanların siyasi yasaklar getirilmemesi için çaba gösterilmesi gerektiğini algılamalarını istiyoruz. Yani bize aslında medyanın bu anlamda çok ciddi, belki iyi niyetli ama zararlı bir tavrı var. Bugüne geldiğimizde hep vurguladığımız bir şey var. Bizde siyasal iktidar sivil toplum ilişkisi çarpık oluştuğu için, sahici, muhalif 152 örgütlenmeler, köklü örgütlenmeler çok oturmadığı için insanlar sorunlarının çözümünde kendilerine yakın iktidarlar varsa, kişisel girişimleri ön plana çıkarıyorlar. Örgütlü bir top yekün kazanımı değil, hak mücadelesini değil, mevcut iktidarla yakın ilişkiler kurarak böylece kendi bireysel sorununu çözünce sanki sorunun çözüldüğünü sanıyorlar. Dolayısıyla Mazlum Der aslında siyaseten belki dünya görüşü itibariyle kendine yakın iktidarlar döneminde sanıldığının tam tersine daha zayıf kalmıştır. Hatta şöyle bir psikolojik baskı oluşturulmuştur. Artık Mazlum Der'e ne ihtiyaç var. Bu hükümet döneminde Mazlum Der'in böyle konjonktürel bir derdi yok. Hatta, tam tersine yani zulmü yapan sizin inançlarınıza zıt insanlarsa tepkiyi elbette zaten gösteriyorsunuz. Siyasetten de gösteriliyor. İnsanlar sokağa dökülüyor. Mücadele yürütüyorlar. Ama size yakın birisi haksızlık yapıyorsa siz buna tepki göstermek konusunda çok daha zorlanıyorsunuz. Sizin tabanınız bu sefer size tepki göstermeye başlıyor. İşte pozitif bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Siz bunu provoke ediyorsunuz. Yapılan iyilikleri görmezlikten geliyorsunuz gibi bir dil kullanılıyor. Bu dille hesaplaşmanın çarpık bir yaklaşım olduğunu, muhalif tavrın sivil tavrın iktidarlarla göre değişmeyecek bir şey olduğunu anlatmamız gerekiyor. Bir başka soruyla sivil toplum örgütleri arasındaki partner ilişkisine gelmek istiyorum. En azından ben sizi gayet samimiyetle İnsan Hakları Derneğiyle hatta Uluslararası Af Örgütü ile çok samimi ilişkiler kurduğunuzu, ortak işler yaptığınızı biliyorum. Yine bu çerçevede başka sivil toplum örgütleriyle de ortak işler yapabiliyor musunuz? Yoksa bu konuda Mazlum Der'in açmazları var mı? Aslında tabi biraz önce saydığımız örgütlerle Mazlum Der ortak bir insan hakları dili geliştirmiştir. Bu Türkiye için çok önemsenecek bir şey. Yani bu açıdan insan hakları örgütleri diğer bütün örgütler ve topluluklardan bana göre öndedir. Örneğin sendikalar çıkar amaçlı örgütler olmasına rağmen ki buna pozitif anlam yükleyerek söylüyorum stratejik işbirliği yapıyorlar. Ama bazen de birbirlerini karalayan yaklaşımlar içine girebiliyorlar. Siyasi partiler arasından ha keza, neredeyse programı birbirinin aynısı olan partilerde birlikte seçim ittifakı geliştiremediklerini görüyoruz. Dolayısıyla insan haklarının bir ahlaki mücadele olmasından kaynaklanıyor. Yani bizim paylaşamayacağımız bir şey olamaz. İnsan hakları derneğinin her kazanımı Mazlum Der'in kazanımıdır. Bizim buradaki partnerlik ilişkimiz çok daha sağlıklı, çok daha iyi gidiyor. Örnek denebilecek boyutta gidiyor. Yani şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim şu anda çok iyi bir noktadayız. Bu ilişkinin kurulması iki örgüt açısından da kolay olmadı. Başlangıçta bu kadar iyi ilişki yoktu. İnsan Hakları Derneği'nin açıkladığı her basın açıklamasına biz tereddütsüz imza atabiliyoruz. Bunu açıklama olarak deklere edebiliyoruz. Ve aynı tavrı, biz hazırladığımızda İHD, Vakıf yada Af örgütü de gösteriyor. Bu gelinen güzel noktayı ortaya koyuyor. Bu birlikteliğin sizin ifade ettiğiniz gibi 153 diğer sivil hayata taşınması noktasında bir takım problemler var. Bu problemlerden birisi hala örgütsel komplekslerin aşılamamış olması. Bizim içerisinde bulunduğumuz 3-4 tane platform var. Savaşa karşı yürütülen kampanyalar var. Bu platformlarda şunu gördük. Birlikte çalışmak aynılaşmak sanılıyor. Yani “biz Mazlum Der'le birlikte bir şey yaparsak acaba Mazlum Der'in her şeyinin altına imza mı atmış oluruz?”. Yada “Mazlum Der'in durduğu yerde mi durmuş oluruz? Eğer o tehlikeli bir yerde duruyorsa o tehlikenin hedefi haline mi geliriz? Mazlum Der işte İnsan Hakları Derneği ile birlikte dururken, daha farklı sol siyasal görülerin uğradığı haksızlıkları dillendirirken biz de onları savunan bir pozisyona mı düşeriz?” gibi beyinlerdeki kamplaşmanın bir korkuya bir takım mekanizmaları harekete geçirmesi uğradığımız muamele böyle bir şey. Dolayısıyla Mazlum Der'in aslında partner bulurken yaşadığı zorluk zihinlerdeki, sistemin yaygınlaştırdığı ön yargılar gibi engeller. Mazlum Der'in Türk Dünyasında yaşanan insan hakları savunucularına karşı duyarsız kaldığı iddia ediliyor. Oysa biz Doğu Türkistan Derneği de eylem yaptığında üyelerimizle gidip destek veriyoruz. Ama bunu medya yazmadığı için, yada onların okuduğu gazetelerde Mazlum Der'le ilgili bir takım haberlere sansür mekanizması işlediği için sıkıntı yaşanıyor. “Kürtçe'yle ilgili tepkileriniz oluyor ama Doğu Türkistan'a zulmü görmüyorsunuz” diye eleştirilebiliyorlar. Batı Trakya sorunu ile ilgili de öyle. Biz de kendimizi belki yeterince anlatamıyoruz. Bütün bu nedenlerle partner bulma sorunu yaşıyoruz. Ama bütün bunları zaman içinde aşabileceğiz düşüncesindeyiz. Burada şüphesiz farklılıkları bir araya getirdiğimizde, bir diyalog dilimin gelişmesine ortam oluşturursak bu durum farklı bir mesafe almayı sağlayacak. Yani size bir örnek de vereyim. Örneğin Ankara'da Sıhhiye'de, 1,5 yılı bulunan bir süredir cezaevlerindeki ölüm oruçlarıyla ilgili protesto, oturma eylemi var. TAYAD'lılar oturuyorlar orada. 24 saat oturuyorlar. Ankara'da ki birçok haksızlığa uğrayan çevre gidip onları ziyaret etme cesaretini gösteremiyor. Çünkü onları bir siyasal örgüt olarak görüyorlar. Yahut da bir silahlı örgüt olarak görüyorlar. Yani gidip orada onlarla birlikte onların sorunlarını anlayıp “yahu burada niye oturuyorsunuz, karda, kışta, soğukta, gece, gündüz, ne istiyorsunuz?” deme cesaretini tepkisini bile gösteremiyorlar. Ama yaklaşık birkaç aydır Türkiye'nin farklı şehirlerinden başörtüsü için yürüyen kadınlar da onların karşısında bir eyleme başladılar. İmza topluyorlar. Onların ki kısa bir süre oldu. Onlar da 24 saat oturuyorlar. Şimdi başörtülüleri ziyarete gelenler onları da ziyarete gidiyorlar. Ve ister istemez onların sorunlarıyla da yüzleşiyorlar. Yani aynı şekilde onlar da belki başörtülerin yaşadıkları haksızlıklarla daha yakın yüzleşiyorlar. Yani ben insanların bir araya geldiklerinde birbirlerini anlayabilecekleri düşüncesindeyim. Hala toplumdaki farklılıklara tahammül noktasında arzulanan noktada değiliz. Siyasi sistemden kaynaklanan problemler hala etkin. Ve asıl problem de oradan kaynaklanıyor. 154 Bu aşamada şunu sorayım. Tüm bu sıkıntıları aşmak için sivil toplum örgütçülüğünde bir fırsat yaratabilmek için 17 Aralık 2004 AB süreci bir olanak olabilir mi? Bir şans, bir çıkış olabilir mi? Yoksa tam tersini mi düşünmek gerek! Olabilir. Ama şöyle bir ifade kullanmak da isterim. “Hangi limana gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgarın faydası olmaz.” Eğer Türkiye sivil toplumu gerçekten ulaşmak istediği limanı doğru biliyorsa elbette her rüzgar ona katkı sağlayabilir. Ve bu anlamda konjonktürel katkılara karşı da peşin hükümle olmak, bir takım korkular üzerinde refleksler geliştirmek ve “aslında onların niyetleri sivil toplumu güçlendirmek değil, parçalamak devleti zayıflatmak ve böylece ülkeyi parçalamak, bölmek için bu destekleri veriyorlar” gibi kendi iç sorgulamasını yapmayan bir sivil topluma hiçbir sürecin elbette katkıları olmaz. Hatta tam tersi zarar bile sunabilir. Çünkü yukardan aşağıya, yada dış dinamiklerden kaynaklanan dayatma gibi algılanan talepler olduğu halde, “aman onlar istiyorsa demek ki zararlı bir şeydir;” diyerek önyargıların doğmasına sebep bile olabilir. Yani bu biraz AB'nin Türkiye'den taleplerini nasıl dillendirdiği ile ilgili bir hadise. Dışardan dayatan bir üslupla değil ama gerçekten iç dinamikleri özendiren. Demokratik kuralları ihraç eden bir yöntemle değil, ortak kültürün oluşmasının önündeki engelleri kaldırtan bir yöntem. Çünkü Türkiye'de bir sivil toplum var aslında. İnsan Hakları savunucuları da, sendikalar da, siyasi mücadele yürütenleri de defalarca kurumları kapatıldı, yargılandılar. Gazetecileri, yazarları, sanatçıları cezaevlerinde yıllarını geçirdiler. Bu iç dinamikleri görmezlikten gelmek ve sadece bu değişimi, dönüşümü AB'ye indirgemek şüphesiz büyük bir haksızlık olur. Ama o iç dinamikler açısından da dışardan gelişen sürecin oldukça olumlu bir katkı sağlayabileceği düşüncesindeyim. Fakat şunu asla unutmamalıyız. Birileri gelip bizi örgütleştirmeyecek. Birileri gelip bizi demokratikleştirmeyecek. Biz demokratikleşmek istiyorsak, biz örgütleşmek istiyorsak, her siyasal girişim, her siyasal süreç bizim için bir katkı sağlayabilir. İçerdeki devletin baskıcı politikalar uygulaması, farklı düşman algılaması, psikolojik harp sürdürmesi, beklentileri dışarıya endeksli bir hale getirdi. “Yani biz artık içerde bu statükocu yapıyla mücadele edemeyiz. Bunları tasfiye etmenin ve sivil toplum yolunu açmanın tek yolu bunların anladığı dilden konuşmaktır. Yani onlar ancak güç kullanmaktan anlıyorlar. Bizim haklı taleplerimizi ciddiye almıyorlar. Onların üzerinde bir güç olursa bir güç de ancak uluslararası organizasyondur,” gibi bir yaklaşım gelişiyor. Bu belki haklı bir tespit! Ama bir süre sonra iç dinamikleri küçümsemeyi, bedel ödemeyi, örgütlü olmayı, bunları itip sadece dışa bağlanılırsa, insan hakları örgütleri proje örgütleri haline gelmeye başlarsa, gönüllülük esasından uzaklaşılırsa, profesyonelleşilirse, yani hesap verecekleri bir kitle olduğunu 155 Unuturlarsa, sanki sadece sponsorlarına, partnerlerine hesap vermek gibi bir yanlış algılamaya itilirse bu Türkiye sivil toplumu için büyük felaket olur. Bu noktada son sorumla bitireyim. Geçmişle kıyaslarsak Türkiye'de sivil hayatın bugünkü durumu nasıl? İyi bir noktada mıyız? Gelişme yönünde miyiz? Gelecekte neler olabilir? Yani ben bardağı dolu ve boş tarafları ile birlikte değerlendiriyorum. Şüphesiz geçmişle kıyasladığımızda iyiye gittiğimizi söyleyebilirim. Ama bu kendi kendimizi kandırmaya dönüşmemeli. “Geçmişte işte bu kadar vakıf, dernek var mıydı, bu kadar kolay faaliyet yapılabilir miydi?” Gibi, sadece olumlulukları dillendirirsek mesafe alınamaz. Tam tersi bir kıyası da yapmalıyız. Niye Batı Avrupa demokrasilerini de Çin Devlet Başkanı gelip ziyaret ederken onun karşısına Uygurlar, Doğu Türkistanlılar çıkıp gösteri yapıyorlar? Ve kimse onları gözaltına almıyor. Oysa bizde Bush ziyarete geldi. Ortadoğu kökenli herkes potansiyel suçlu oldu. El Kaideci oldu. Putin geldiğinde Çeçenlerle ilgili bütün yapılanmalara göz dağı verilir. Göz altına alınır, potansiyel, muhtemel bir tehlikeye karşı ön müdahale gerçekleşir. İfade özgürlüğü çok ciddi engellerden biridir. Kıyas meselesini sadece geçmişle yapmak değil, örnekler vererek sorular sormak da gerek. Aldığımız mesafeyi şüphesiz küçümsememeliyiz. Yani bundan 10 yıl önce belki farklı toplum kesimlerinin siyaset kurumuna bakış açısı sağlıksızdı. Adeta devlet gücü kendisine, kullanmayanlara karşı, kendisi gibi düşünmeyenlere karşı kullanarak bir silah gibi gören bir toplumsal örgütlenme bilinci vardı. Türkiye'de örneğin 1960 darbesi olduğunda bunu meşru gören bir sol aydın, onların gazeteleri, yayın organları, dergileri, kuruluşları vardı. Öbür taraftan 1971'de sola yönelik askeri müdahale gerçekleştiğinde, “komünizmin başı ezilmelidir elbette. Çünkü onlar ülkeyi bu hale getirdi.” Diyen bir sağ cephe ve 1980'de iki tarafı birden hırpalayan bir askeri müdahale sonucunda belki bir iç hesaplaşma ve bir muhasebe vardı. Biz neden birbirimizle hesaplaştık? Bu hesaplaşmanın sonucunda kimler kazandı? Ve nasıl hepimiz birden kaybettik? Bu muhasebeyi elbette Türkiye zor bir dönemden sonra kazanabildi. Hala iyi noktada mı? Ben birkaç problemli nokta görüyorum. Bunlardan biri sivil toplum kavramının popüler bir kavram olmasından yükselen bir değer olarak algılanmasından kaynaklanan bir problem. Yani aslında işte üniformasız olanı sivil algılama problemi yaşıyoruz. Askeri olmayan, militer olmayan her şeyi sivil sanıyoruz. Oysa bu kadar basit değil. Bu bir kültürel değer. Bu bir ahlaki olgu. Bu bir felsefi yaklaşım. Bu bilincin gelişmesi aslında top yekun iktidarcı bakışın sorgulanması ile ilgili. “Ciğere yetişemeyen kedinin mundar” tanımlaması gibi olmamalı, sivil toplumun iktidarı tanımlayışı. Yada iktidarın sivil topluma bakışı “bekâra karı boşamak” kategorisinde görülmemeli. Yani bunlar sorumsuz, bol keseden atıyorlar, nasıl olsa taşın altına ellerini koymuyorlar. “Uzaktan gazel okumak” 156 gibi değerlendiriyorlar. Siyaset, sivil toplumu böyle görmemeli. Daha güvenli, katkı sunan bir pozisyonda görmeli. Aynı şekilde siyasal iktidarlara ulaşmada sivil toplumculuk oynamamalı. Bir dernekte olursak, kartvizitimizle sivil toplumcu olduğumuz belgelenirse bir yerde siyasi iktidara ulaşmak için bir fırsat doğduğunda bunu iyi kullanırız. Dolayısıyla sivil toplum örgütü aslında bir atlama tahtasıdır. Yani kendisi bir amaç değildir. Kendisi kazanma aracı değildir. Mücadele aracı değildir. Kendisi önemli ve saygın bir yere sahip değildir. Sadece kişileri bir yerlere taşıyacak bir pozisyondadır gibi yaklaşım maalesef oldukça yaygındır. Zor çalışmaların yürütüldüğü örgütler için bu söz konusu değildir. Ona ulaşmak için o bedeli ödemeye değmez. Mesela insan hakları örgütleri için uygun bir alan değil. Ama Türkiye'de ki yaygın ve kendini sivil diye tanımlayan bir çok örgütlü yapı zaten bunun için yeterince yapısal gelişim kat edemiyor. Bunun için yeterince kurumsallaşamıyor. Bunun için yeterince saygın görünmüyor. Yönetimi şeffaf değil. Yönetimi katılıma değil. Yönetimi, hesapları, muhasebe sistemi yeterince denetlenebilir değil. Çünkü adeta totaliter olan yönetim kendi muhaliflerini de bir süre sonra totaliter hale getiriyor. Yeni baskıcı bir sisteme karşı çıkarken bir süre sonra sizde baskıcı küçük alanlar oluşturuyorsunuz. Yani devlet eliyle baskı kuramıyorsunuz. Ama dernek eliyle baskıcı oluyorsunuz. Dernekte topladığınız kaynaklar, yönettiğiniz kadro üzerinde bu baskıyı oluşturmaya başlıyorsunuz. Bir dernek, bir vakıf, bir cemaat, bir grup, bir ideolojik topluluk, bir parti, bir meslek örgütü, bir sendika olabilir. Bunların hepsi belki kategorik olarak sivil toplum örgütü değildir. Ama örgütlü topluluklardır. Örgütlü toplulukların kendi içlerindeki iktidar hırsını sorgulamaları gerekiyor. Bununla hesaplaşıp sivil toplumun bir iktidara ulaşma aracı değil, iktidarda kim olursa olsun onları denetleme, yönlendirme, şüphesiz onlara olumlu katkı da sunma ama onların yaptığı haksızlıklara karşı da sivil tepkiyi örgütleme aracı olduklarını bilmeleri gerekiyor. Türkiye'deki sivil potansiyelin çok ciddi bir birikim taşıdığını düşünüyorum. Aslında birazcık tarihsel arka plana gittiğimizde örneğin Cumhuriyet'ten önceki dönemde ahi yapılanmaları, tasavvufi gibi gözüken bir takım yapılanmalar aslında resmi din algılayışının karşısında bir takım din algılamalarını, kültürel örgütlenmeleri hatta ekonomik örgütlenmeleri, kendine yeter topluluklar oluşturmayı, özerk kurtarılmış alanlar oluşturmayı başardığının örneklerini biliyoruz. Yani bir imparatorluk içerisinde bile bunları başarabilmiş, özerk alanlar oluşturabilmiş bir toplumun, hala önünde devleti kutsayan algılayış, hala itaat kültürü, dinden, inançtan, gelenekten kaynaklanan problemleri var. Kendi tecrübeleriyle, kendi birikimleriyle barışık yeni bir dil, yeni bir üslupla ben sivil toplumun ciddi şeyler üretebileceği düşüncesindeyim. 157 Yeter ki devlet gölge etmesin. Başka ihsana bence ihtiyaç yok. Onun dışındaki her ihsan aslında sivil toplumu sivil olmaktan çıkartan sivil hedefi saptıran, sivil toplumu sulandıran desteklerdir. *İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) Ayhan Bilgen-Genel Başkan Mithatpaşa caddesi. 21 7 14 Kızılay / Ankara Tel : 90 312 435 77 95 Fax : 90 312 435 77 98 e-mail : [email protected] Web : mazlumder.org.tr 158 Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği* Turgut ALACA-Yön.Krl.Üyesi Erol DORA-İkinci Başkan Sevgili Erol istersen sen başla. Mezo-Der'i tanıt bize. Neden Mezo-Der'i kurma gereği duydunuz? Mezo-Der'i İstanbul'da kurma gereğini neden duydunuz? Erol DORA: Derneği şu amaçlarla kurduk. İstanbul'da Süryani halkı olarak sivil toplum kurumlarına sahip değiliz. Bizim insanlarımız genellikle kilise tarafındaki kurumlar etrafında toplanmışlardır. Biz şunu düşündük. İstanbul metropol bir şehir. Fakat burada sivil insanlar olarak bir araya gelemiyoruz. Avrupa'da epeyce kurumlarımız var. Oraya giden insanlarımız son yıllarda 1960'lardan sonra Avrupa'ya göç etmişlerdir. Federasyondan tutun değişik derneklere varıncaya kadar örgütlenmişlerdir. Türkiye'de niye bu tip kurumlarımız olmasın. Bizim amacımız burada yaşamak ve bu kültürün burada kalıcı olmasını sağlamak. Her ne kadar bu kültürün yansımaları maddi açıdan azalmış olsa da bizim amacımız, biz burada isek bu kültürün de yaşamasıdır. İkincisi, eğer Türkiye Avrupa Birliğine girecekse ve Türkiye laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyse niye biz de burada vatandaşlık haklarımızı kullanmayalım. Böyle bir takım düşüncelerle arkadaşlar arasında defalarca görüştükten sonra böyle bir ihtiyacın olduğunu hissettik. Avrupa'dan da gelip giden arkadaşlarımızın İstanbul'da gidebilecekleri bir yer yoktu. Dolaysıyla İstanbul'da bulunan halkımızın da bir araya gelebilmeleri için kendi sorunlarımızı tartışmak, ortak çözümler bulmak ve bir araya gelebilmek, sosyal ortamı sağlamak amacıyla bir dernek kurma düşüncesi doğdu. Ve netice itibarı ile 2003'ün ikinci ayında bir karar alarak derneğimizi MEZODER'i kurduk. Yeni bir derneğiz. 50 civarında üyemiz var. Türkiye genelinde 15 bin Süryani'nin yaşadığı dikkate alınırsa üye sayımız hiç de az değil. Biz örgütümüzü kurarken Avrupa'dakilerle Türkiye arasında bir köprü olmak istiyoruz. Bizim halkımız biliyorsunuz Güneydoğu kökenlidir. Mezopotamya kökenlidir. Fakat halkımızı % 95'i Avrupa'ya göç etmiş durumdadır. Avusturalya'dan tutun İskandinav ülkelerine kadar yerleşmiş durumdadır. Her ne kadar da bir yıllık dernek olsanız da, kadim bir kültürün izinden yürüyen yapınız var. Çünkü Süryani kadim deniyor size. MEZO-DER olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Amaçladığınız işleri bir nebze de olsa yapabildiniz mi? Erol DORA: Bütün Süryaniler bizim görüşlerimizi kabul etmeyebilir. Fakat Mezo-Der üyeleri olarak bizim stratejimiz ve amacımız şudur; biz kendimizi 159 öncelikli olarak Süryani halkının bireyleri olarak tanımlıyoruz. Ve kendimizi Türkiyeli olarak tanımlıyoruz. Derneğimiz yeni olmakla beraber çeşitli toplantılar gerçekleştiriyoruz. Avrupa'dan gelen değişik kurum temsilcileri bölgeye Turabdin'e gitmeden önce bize uğruyorlar. Bölge hakkında kendilerine bilgi aktarıyoruz. Kendimizi ifade ederken her hangi bir zorlukla karşılaşmadığımızı da ifade edebilirim. İki gece yaptık..İkisi de kültür amaçlıydı. İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı genel sekreterinden kutlama mesajları aldık. AB'nin bir çok üyelerinden, AB Ankara temsilciliğinden zatı alinizden kutlama mesajları almıştık. Tanıdık bir dolu, Kürt, Türk avukat ve değişik mesleklere mensup davetlilerimiz vardı. Geçen hafta da (Şubat 2004) bir gecemiz oldu. Yine çok yoğun geçti. 4 sanatçımız vardı. Süryani sanatçılar maharetlerini sergilediler. Türkçe ve Kürtçe söyleyen bir arkadaşımız daha vardı. Kenan Menekşe. Çok güzel bir gece yaşadık. Şu anda biz kendimizi Türkiye'de yaşayan Türkiyeli olan Süryani halkının bireyleri olarak tanıtıyoruz. Halkın ilgisi ve desteği ile katılımcılık konusunda neler söylenebilir? Erol Dora: Böyle bir dernek kurduğumuz zaman tabi ki Suriye'deki Metropolitliğimizden tutun bütün Avrupa'daki Metropolitliklerimizin çoğundan olumlu tepkiler aldık. Çok sevindiklerini söylediler. Değişik dergilerde, medya kuruluşlarından da televizyonlarda da yeni açılmış olan sivil toplum örgütleri olarak gündeme getirildi. Halkımız çok mutlu oldu. Biliyoruz ki halkımız 1960 70'lerin atmosferi ile Avrupa'ya göç etmiştir. Türkiye de görmüş oldukları bir takım baskılar, Türkiye'nin o zamanki sorunları, ekonomik sorunlardan tutun, o zaman bölgede yaşanan çatışmalardan dolayı halkımız istemeyerek Avrupa'ya göç etmiştir. Hala bir çokları o eski günlerin gerilimli ortamının ruhu içerisindedirler. Hala Türkiye'de değişim ve dönüşümlerin olduğunun farkında değiller. Anlattığımızda da inanmak istemiyorlar. İşte bu gerçeklerle bu derneği kurduk. Toplumumuzun %95'i büyük bir mutlulukla, heyecanla derneğe yaklaştılar. Güzel tepkiler gösterdiler. Bir çokları açılışımıza kutlama mesajı gönderdiler. Bir çoğu da fiilen katıldılar. Bazı istisnalar da var. İstanbul'daki bazı kesimler aynı duyarlılığı göstermediler. Onun da değişik nedenleri var. İşte kendilerine göre bir takım dünyaları var. Beklentileri, vizyonları var. Fakat onlar bizi yolumuzdan çeviremezler. Bizim dernek kurmaktaki insani düşüncelerimiz var. Bizim amaçlarımız onları gerçekleştirmek. Eğer insan yaptıklarına inanıyorsa bana göre hiçbir güç onun yaptıklarından, yapacaklarından geri çeviremez. Ta Halep'teki Metropolit mesaj gönderiyor. Avrupa'da 70'lerdeki ruh halini taşıyan insanlarda şöyle bir imaj doğmuştur. O da şudur “Demek ki Türkiye'de de olumlu değişmeler var.” Daha önce elbette böyle düşünmüyorlardı. Bizlerle 160 ilgili olarak, “Bu insanlar Türkiye'den geliyor. Değişik kaygılarla Türkiye hakkında olumlu konuşuyorlar.” Diyorlardı. Halbuki bizim amacımız o değildi. Biz Türkiye'de olan olumsuzlukları da dile getiriyoruz. Ama var olan gelişmeleri de değerlendirmek durumundayız. Yaklaşımımız da şudur. Türkiye herkesten önce bizim ülkemizdir. Hepimiz Türkiyeliyiz. Kendimizi ayrı tutmuyoruz. Türkiye'nin daha da demokratikleşmesi için, kültürel, sosyal ve AB bağlamında olsun, ilerlemesi için çabalıyoruz. Mesela şöyle diyorlar; “AB Hıristiyan kulübüdür.” Biz buna tepki gösteriyoruz. Düşünün Hıristiyan halk biziz. Hala biz Mezopotamya'da yaşıyoruz ve biz bütün insanlık adına üretici olmak için evet diyoruz. Bizler Hıristiyan olarak Avrupa'da önemli konumlara gelmişiz. Bu kimliğimizle köprü görevi de üstlenebiliriz. Hıristiyan olan halklar hala Anadolu'da yaşıyor diyoruz. Hıristiyanlık yalnız Avrupa'nın tekelinde değil. Bunun iyi bir referans olabileceğine inanıyoruz. Bunu Avrupalılara da söylüyorum. Avrupa da katılmış olduğumuz toplantılarda da dile getirdim. Avrupa da Süryani televizyonu da açıldı. Bu tür konular artık rahatlıkla halka ulaşabiliyor. Sevgili Turgut Alaca bu soruyu sana yöneltmek istiyorum. Erol Dora açıkçası yapılan gecelerde devlet yöneticilerinin desteğinden filan söz etti. Ama biraz açmak mümkün mü? Devletin yada resmi kurumların örgütlenmeniz den sonra size bakışı nasıl oldu? Gerek duyduğunuzda devlet kurumlarıyla diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenmenize olumlu yada olumsuz müdahaleler var mı? Turgut Alaca: Bu sorunuza geçmeden önce dernek kurmaya değineyim. Erol arkadaşım çok iyi anlattı. 7-8 aynı görüşteki arkadaş Süryani tarihi, kültürü ve dilini ayakta tutup, yaymak istiyorduk. 8 yıl kadar önce radyo programı yaptık. İstanbul da bölgesel yayın yapan Çevre Radyosuydu bu. Sonra “Anadolu'nun Solan Rengi, Süryaniler” fotoğraf sergisi oldu. Bir çok yerden sivil toplum örgütlerinden bize teklifler geliyordu. Bireysel olarak bazı şeyleri başaramıyorduk. Ondan sonra düşündük ki örgütlenmek gerekiyor. Ve dernek kurmaya karar verdik. Derneğimizi kurduk. Bir projemiz vardı. Süryani ana dili üzerine çalışmak. Bilirsiniz Süryanice çok eski bir dil; Aramice'den gelen bir lisan. 4-5 bin yıllık bir tarihimiz var. Bu tarihi bilmeyenlere anlatmak, yaygınlaştırmak gerekiyordu. Süryanice bilmeyen Süryanilere de bu lisanı öğretmek niyetimiz var. Bir de yurt dışında kurulan Süryani televizyonunun bir ayağını burada kurmayı da üstlenmiş bulunuyoruz. Bir arkadaşımızı bu TV işi ile görevlendirdik. Ayrıca bize sivil toplum örgütlerinden randevular geliyor. Davetlere katılıyoruz. Kendimizi anlatıyoruz. İşte Bilgi Üniversitesinden konferans düzenlenecekti. Onlara katkılarımız oldu, sonra ertelendi. 161 Şimdi sorunuza geliyorum. Biz Mezoder'i açarken devlet tarafından hiçbir baskı ve engelleme olmadı. Açıkçası bu! Kaymakamlık yerel yönetim, valilik cephesinden de böyle. Daha doğrusu bizim dernek açılışımızı Fatih Belediye Başkanı yaptı. Çok güzel bir katılım oldu. Toplumumuzdan kaynaklanan bazı sıkıntılarımız var. Bunu da normal karşılamak gerek. Çünkü 2000 yıllık dinsel bir kurum var. O dinsel kurumu, kiliseyi sivilleştirmek çok zor. Bütün toplumlarda bu böyledir. Türklerde, Kürtlerde, Alevilerde, Lazlarda, Çerkezlerde de böyledir. Onun için bazı sıkıntılarımız kendi içimizde var. Diğer sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilerimiz bayağı iyidir. Ulaşılabilir Yaşam Derneği ve Midyat'ta kurulan Süryani Derneği ile de ortak çalışıyoruz. Tam da o noktaya geliyordum. Sorum o yönde. Devletle ilgili bir probleminiz yoksa sorayım. Ortak iş yapma ilişkileriniz nasıl? Başka sivil toplum örgütleri ile beraber çalışmalarınız oluyor mu? Buna ihtiyaç duyuyor musunuz? Hazır mevzuya girmişken devam edelim. Turgut Alaca: İhtiyaç duyuyoruz tabii. Bütün etnik grupların bir biri ile beraber iş yapması çok önemli. Hatta etnik grupların dışında bütün STK'lara da yöneliyoruz. Avrupa'dakilerle de görüşüyoruz. Referanslarla bize geliyorlar. 60'lı yıllarda Avrupa'ya göç etmiş Süryaniler halen o tarihteki hayalleriyle kalmışlar. Ama buraya derneğe geldiklerinde değişiyorlar. Artık Türkiye'nin bazı şeyleri değil çok şeyi aştığını, Türkiye'nin o bildiğimiz Türkiye olmadığını, çok şeyin değiştiğini görüyorlar. Ekonomik ve sosyal alanda çok şeyin değiştiğini kendilerine anlatıyoruz. Ve sonra Türkiye ye o gözle çıkıp dolaşıyorlar. Erol Dora: İşte Süryani Derneği, Ulaşılabilir Yaşam Derneği ve Mezoder'in birlikte yaptığı bir proje; GAP Kültürel Miras Projesi kapsamında kabul edildi. Midyat'ta kültür merkezi kurulmasına yönelik bir projedir bu. Süryani kültürünün yaşatılması ve dünyaya tanıtılması amaçlıdır. Bizim yeni kurulmuş bir dernek olmamız nedeniyle tabi ki çalışmalarımız Türkiye'deki diğer STK'ların durumunda değil. İlk dönemlerde Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen bizi ziyaret ettiler. TOHAV'la birlikte azınlıklar toplantısına katıldık. Yeniyiz ve yavaş yavaş bu birliktelikler olacak. Bir yıllık bir derneğiz ama bir kaç yıllık işler yaptık. Turgut Alaca: Ayrıca üye sayımızı artırmak istiyoruz. Sıkıntımız budur. Şu anda 50 civarında üyemiz var. Ama 200'e çıkarmak arzusundayız. Sayımız artarsa daha çok işlerde yapabiliriz. İşte Şubat 2004 sonunda AB'nin Pera Palasta düzenleyeceği toplantıya katılacağız, resmen davet edildik. Ayrıca 17 Aralık 2004 sonrası AB ülkeleri ile Türkiye arasında STK ilişkileri toplantısına katılacağız. 162 Bu vurgu da isabetli oldu. Şu an soracağım soru bununla ilgili. 17 Aralık 2004 itibari ile AB süreci başladı. Sizce bu AB süreci sivil toplum örgütçülüğü açısından bir fırsat yaratabilir mi? Mezoder perspektifinden baktığınızda bu süreç Türkiye'ye ne getirecek. STK'lar açısından iyimi olacak kötümü olacak? Erol Dora : Muhakkak ki iyi olacaktır. Çünkü AB demek zaten değerler bütünlüğü demektir. Avrupa'da sivil kitle kurumları çok etkindirler. Türkiye'nin en büyük eksikliklerinden biri sivil kitle kuruluşlarının yetersiz olmasıdır. Eğer sivil toplum kuruluşları aktif olarak sayılarını artırıp gerçekten nitel anlamda sayılarını çoğaltsalar Türkiye'nin AB'ye girmesi de kolaylaşacaktır. Aynı zamanda Türkiye'deki sivil toplum kuruluşları ile Avrupa'daki sivil toplum kuruluşlarının birbirleri ile diyalog içinde olmaları gerekir. Türkiye'de de eksiklikler var. Türkiye'deki kamuoyu ile birbirinden habersizler. Biz Süryaniler olarak Laz kültürü nedir? Fazla bilmiyoruz. Çerkez kültürü nedir? Bunları yeterince bilmiyoruz. Öncelikle bana göre değişik etnik grupların değişik kültürleri önce birbirlerini tanımaları gerekiyor. İnsanlar ancak birbirini tanıdıktan sonra birbirini algılayabiliyor. Sorunları bilebiliyor. Şimdiye kadar, sistem biraz Türkiye'de yaşayan halkları birbirine yabancılaştırmış. Anadolu bir mozaiktir diyoruz. Ama Anadolu mozaiği birbirinden habersizdir. Mesela bugün Yozgat'a gidin Süryanileri sorun bilmezler. Bu halk Anadolu halkıdır. Bütün bu halklar böyledir. Türkiye'de ki sivil toplum örgütlerinin bu manada birbirlerine yaklaşmaları gerekir. Kimse kimsenin de inisiyatifine girmeden, herkesin hakkını temsil ederek, demokratik düşüncelerle STK'lar bir araya gelmeliler. Buradaki kaynaşmalarda da aynı zamanda Avrupa'daki sivil toplum kuruluşlarına yansıtmaları gerekir. Bana göre bu süreç bunu gerektiriyor. Ve gerçekten bu AB süreci buna bir olanak tanıyor, bir atmosfer tanıyor. Zaten AB'nin istemlerinden biri de budur. Avrupa kurum ve kuruluşları hükümet düzeyinde ve diğer STK'lar Türkiye'ye geldikleri zaman bizlerle ilişkiye geçiyorlar. Çünkü hükümetlerin resmi görüşleri yetmiyor. Halkında bilinçlenmesi gerekiyor. Eğer Türkiye AB'ye girecekse bir mantalite değişikliğine ihtiyaç var. Bu da sivil toplum örgütleri ile olur. Bu açıdan AB'de, Kopenhag kriterleri ile buna olumlu bir atmosfer yaratacak. Bundan ümitliyim. Turgut Alaca: Türkiye, kolay olan işleri zorlaştırıyor. Mesela mecliste toplanır, özgürlükler alanında, demokratikleşme alanında, yasaları bir günde çıkarıp yasalaştırabilirsiniz. Ama Türkiye, zoru olanı kolay, kolayı da zor gibi gösteriyor bizlere. Şimdi mesela Erol arkadaş “Yozgat'taki vatandaş Süryanileri niye bilmiyor?” dedi. Peki bunda devletin hiç mi suçu yok? Süryani kendini tanıtabildi mi? Bir de bu konu var. TOHAV'daki toplantıda Çerkez veya Laz bir arkadaş dedi ki ; 163 AB Kürtler' den çok bahsediyor. Ben de ona şunu dedim; peki Lazlar, Çerkezler, Kürtler kadar demokratik mücadele verdi mi? Verdiysek AB'de bizi elbette tanıyacak. Kürtleri kıskanmamak gerek. Çünkü yıllarca demokratik mücadele verdiler. Bazı demokratik hakların Kürtlere verilmesi normaldir. Süryaniler olarak da bu şekilde davranmak gerek. Demokratik yollarla kendi mücadelemizi dernek aracılığıyla yapmak istiyoruz. Bu noktada son soruma geleyim. Türkiye de bugün sivil hayatın bulunduğu noktaya geliyorum. Geçmişle kıyasladığında, isterseniz bir yıllık Mezoder perspektifinden de bakarak, bugün sivil hayatı nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye'de sivil hayat bugün ne durumdadır? Tatminkar mıdır, değil midir? Turgut Alaca: Sivilleşme sivil örgütlerle başlar. Bizim sıkıntılarımız vardır. Ekonomik sıkıntılarımız vardır. Devletten bekliyoruz. Avrupa'yı görüyoruz. İsveç'te gördüm. İsveç devletinin derneklere verdiği mali destekler çok. Devletten bunları beklemek hakkımız. Tam anlamıyla sivilleşme, sosyal demokrasi işletilerek uygulanmıyor. Erol Dara: Tabi ki sivil hayat bir süreçtir. AB süreci Helsinki'den sonra hızlanmıştır. Daha önce bizim ilk toplantılara davet edilmemiz Helsinki Yurttaşlar Derneği ile oldu. AB sürecinde dil hakları toplantısına ilk defa Süryaniler davet edildi. Daha sonra Urfa'da 4 günlük bir toplantı oldu. Ona da katıldık. HYD' de vardı. O zaman AB temsilcisi Karen Fog du. Yani Süryaniler olarak görücüye çıktık. Belki siz yerel olduğumuz için Süryanileri biliyorsunuz. Ama çoğu bilmiyor. İstanbul'daki aydınlar hala Süryanileri bilmiyor. İşte bu toplantılar vesilesi ile Süryaniler yavaş yavaş tanımaya başladı. Eskiden Süryaniler dini liderliği ile temsil edilirlerdi. Oysa Türkiye laik, demokratik bir ülkedir. Dini lider temsil edemez. Bu açıdan yavaş yavaş sivil alana da katılmaya başladık. İşte bu aşamaya kadar herkes Süryanileri istediği gibi değerlendiriyordu. Kimisi dini bir topluluk, kimisi halk olarak, kimisi de cemaat olarak algılıyordu. Birileri Süryaniler Türk 'tür diyordu. Lozan da azınlıklar hakları vardır. Gayri Müslimlerin haklarını korumaya yönelik uluslararası güvence vardır, Lozan antlaşmasıyla 1923'te imzalanmıştır. De-facto olarak Süryaniler bu azınlık haklarından yararlandırılmamışlardır. Bizim sivilleşemememizin önündeki en büyük engel budur. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin lise düzeyine kadar okulları var ama Süryanilerin yok. İnsanın kendi okulu olduğu zaman otomatik olarak sivil oluyor. Kendi kültürünü öğrenebiliyor. Okuyup, yazabiliyorsunuz. Şimdi bizde bu tür olanaklar yoktu. Bu halk daima içine kapandı. Türkiye'de yaşıyor. Ama sanki birilerinin inisiyatifi ile yaşatılıyor. Kendi özgür düşüncesini, özgür yapısını ortaya çıkaramıyor. 164 İşte bu son yıllarda gerçekten başlamış olan bu AB süreci ile birlikte yavaş yavaş yeni yeni STK'lar oluşmaya başladı. Bu sivil toplum kuruluşları arasında da yakınlaşmalar başladı. Siz bunun içinde olduğunuz için çok iyi biliyorsunuz. Aynı zamanda bu düşüncelerden dolayı da bir dernek kurma ihtiyacı da doğdu. Bizim en büyük amaçlarımızdan biri de; hem Türkiye'de, hem Avrupa'da, biz Süryaniler olarak sivilleşmeyi öne almışız. Eğer bir halk sivilleşemiyorsa hiç bir şey yapamaz. Çalışmalarımızda bunu öne çıkaracağız. Türkiye kamuoyuna ve Dünyaya bu anlamda sivilleşerek katkımızı sunacağız. *Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği-MEZODER Turgut Alaca Erol Dora Hacı Hüseyinağa mah. Büyükkuleli sok. No: 45 Samatya / İstanbul Tel : 90 212 529 48 55 Fax : 90 212 529 48 57 e-mail : [email protected] 165 Muzur Vadisi ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği* Özgür Ulaş KAPLAN-Başkan Ulaş bey bize öncelikle Munzur Vadisi Doğal Yaşamı Koruma Derneğini tanıtır mısınız? Örgütümüzün adı sizin de telaffuz ettiğiniz gibi, Munzur Vadisi ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği. Derneğimizin amacı başta Dersimde Munzur Vadisi Milli Parkına yapılmak istenen baraj projelerinin iptali olmak üzere tüm çevre sorunlarında çözüm yolları aramak ve çalışma yürütmek. Derneğimizi 2001 yılında çevre konularında duyarlı arkadaşlarla birlikte kurduk. Derneğimizin yönetiminde 4 tane avukat bulunmaktadır. Özellikle Munzur Vadisine yapılması düşünülen baraj projelerinin iptalinde hukuki çözümlere ihtiyaç duyulması nedeniyle hukukçuların dernekte görev alması şans olarak kabul edilebilir. Üye sayımız 53'tür. Pratikte katılımcılığı ve gönüllü çalışmayı esas alıyoruz. Bu nedenle de üyelikte çok seçici davranıyoruz. Bir STK olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? İlgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Derneğimiz adından da anlaşılacağı gibi bir çevre derneğidir. Biz de bir sivil toplum örgütü olarak öncelikle kendimizi bir çevre örgütü olarak görüyoruz. Ancak yaşadığımız coğrafyanın her türlü sorununa da elden geldiğince duyarlı olmaya çalışıyoruz. Bu amaçla ilimizde kurulmuş bulunan hemen hemen bütün STK'ların içinde bulunduğu Demokrasi platformu oluşumunda da yer almaktayız. Bu oluşumun gündemine gelen her türlü konudaki çalışmaların içinde de yer alıyoruz. Hatta platformun dönüşümlü olan dönem sözcülüğü görevini de yürüttük. Dêrsim'de çevre sorunları son dönemde kendini iyice hissettirmeye başlayınca böyle bir oluşuma ihtiyaç duyduk. Tabi ki çevre sorunlarımız içinde barajlar sorunu en önemli sorumuz olduğundan bu konu derneğin ana uğraş konusu olmuştur. Şu ana kadar amacımız doğrultusunda onlarca eylem yaptık. Basın açıklamaları, yürüyüşler, broşür dağıtımı, hukuki mücadeleler bunlar arasındadır. Yine Dersim'de her yıl yazın düzenlenen Munzur Festivallerinin tertip komitesinde yer alarak Munzur Barajlar sorununu kamuoyunun gündemine getirmeye çalıştık. Ancak bizim de dostlarımızın da Munzur konusunda yaptıkları yeterli değil meselenin çok daha ciddi şekilde Türkiye ve Dünya kamuoyunun gündemine gelmesi lazım. Bir Bergama Direnişi gibi etki yaratabilmiş değiliz. Bunu başarabilmemiz lazım. 166 Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? Bu konuda tabi ki büyük eksikliklerimiz var. Hedef kitlemiz bütün halk tabakasından oluşuyor. Bu konuda bir ayrım yapmıyoruz. Çünkü çözüm yoları aradığımız sorunlar herkesi ilgilendiren ve yaşamlarını doğrudan etkileyebilecek sorunlar. Ancak çalışmalarımız yine de daha çok derneğin yönetimini de oluşturan kişiler üzerinden yürütülüyor. Tam bir katılımcılık ve halkı örgütlenmeye sevk etme konusunda istediğimiz düzeyde değiliz. Halk uğraş alanımızda bizim gibi düşünse de bizzat faaliyetlerin içinde aktif görev almaları istediğimiz düzeyde değil. Bu konuda daha fazla çalışmamız lazım. Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Ayrıca yaşadığınız coğrafya epeyce politik. Halk desteği ne durumda, halktan yeterince destek var mı? Örgütümüz içinde çeşitli zaman aralıkları ile toplantılarımız oluyor. Tabi ki bu toplantılarda herkes özgürce düşüncesini açıklayabiliyor ve sorun analizleri de yapabiliyoruz. Bu konuda bir sorunumuz yok. Dernek olarak başkaca bir ilde bir merkezimiz, bağlı bulunduğumuz bir oluşum olmadığından ve yine tabi bulunduğumuz bir parti veya bir siyasi görüşün hakimiyeti veya denetimi söz konusu olmadığından bütün işleyişimizi ve politikamızı kendimiz belirliyoruz. Bu durum bizim için büyük bir avantaj. Çünkü bazı siyasi partilerin yan kuruluşu gibi açıktan faaliyet yürüten dernekler de bağımsız düşünce üretebilme imkanı olmuyor. Kişisel olarak derneklerin siyaset yapabilme hakkını savunuyorum Ancak bunu vesayet altında gerçekleştirmemeli bağımsız olabilmeli düşüncesindeyim. Halk desteği konusuna gelince, çalışma konularımızda halkın tamamına yakın bir kısmı bize destek veriyor. Örneğin Dersim halkının çok büyük bir bölümü Munzur Vadisinde baraj yapılmasına karşıdır. Bu konuda bize destek verir ve yaptığımız eylemlere katılırlar. Ancak düşünsel anlamda destek büyük bir boyutta olsa da Munzur'un kurtuluşu için eylemlere katılımın çok daha fazla olması gerekiyor. Aksi halde bunu başaramayız. Tabi bu konuda da halka tam olarak ulaşamamamızın etkileri de var. Örneğin Ovacık ilçesinde bazı kişiler baraj yapımını destekliyorlar. Bu insanlar 15 yıllık savaş döneminde çok büyük acılar çektiler. Köyleri yakıldı, yakınları öldürüldü ve köylerini boşaltarak bir kısmı Ovacık ilçe merkezine yerleşmek zorunda kaldılar. Bu gün çok büyük sıkıntılar içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. İşsizlik en büyük sorunları. Bu nedenle de baraj inşaatları başlarsa iş buluruz umutları var. Bundan ötürü barajı destekliyorlar. Bu insanlara barajın neleri götüreceğini belki de tam olarak anlatamadığımız için bir destek göremeyebiliyoruz. 167 Devletin ya da resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl? Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? Devletin görevlilerinin önemli bir bölümünün bize bakış acısı önyargılı. Bölgedeki bir çok sivil toplum kurumuna bakış açısında olduğu gibi bizi çeşitli illegal örgütlerin destekçisi olarak görüyorlar. Örneğin biz kamu yararı içermediği, doğamızı yok edeceği, ekolojik tahribata neden olacağı ve insansızlaştırmaya hizmet edeceği vb. gerekçelerle barajlara karşı çıkarken; Devlet, örgütlerin geçiş noktalarının sular altında kalacağı ve yasadışı örgütlerle mücadelenin barajlarla kolaylaşmasına karşı olduğumuz gerekçesi ile bu projeleri desteklemediğimizi ve örgütlerin talimatları ile karşı çıktığımızı beyan ediyorlar. Devlet görevlileri bu görüşlerini çeşitli ortamlarda dile getirerek baraj karşıtlarının yasadışı örgütlerin yan kuruluşları olduğunu açıkça söylüyorlar. Bu önyargılı bakış açısı sağlıklı bir diyalog kurmamızı engelliyor. Ama yine de fırsat buldukça kendilerine sorunun önemini anlatmaya ve önyargılarını kırmaya çalışıyoruz. Tabii ki bu kolay değil. Çünkü muhalefeti her zaman şiddetle bastırma anlayışı Devlete yıllarca hakim olmuş bir anlayış. Bir anda kurtulmaları mümkün değil. Ancak şu ana kadar devlet tarafından da ciddi anlamda baskı ve engellemelerle karşı karşıya kalmadık. Tabi ki son dönemdeki Avrupa süreci de bunun önemli etkeni olduğu açık. Avrupa mevzuuna gelmeden önce şunu da öğrenmek isterim. Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? İlimizde bulunan sivil toplum örgütleri ile iyi bir uyumumuz var. Sürekli diyalog halindeyiz. Ancak yapılan işlere, çalışmalara ve eylemlere verilen destek konusunda bazı sorunlar yaşıyoruz. Örneğin herhangi bir STK'nın alanına giren ve yapılan bir eyleme diğer STK'ların kitlesi tam bir katılımda bulunmuyor. Diğer STK'ları daha çok temsili düzeyde katılıyorlar. Bunun dışında bizim faaliyet alanımız olan Munzur Vadisi barajlar konusunda özellikle büyük şehirlerde faaliyet yürüten bir çok oluşum var. Bu oluşumlarla Dersimde bulunan kurumlar olarak çeşitli ortak faaliyetlerimiz oldu. Örneğin İstanbul'daki bazı gençlerle birlikte imza kampanyası yürüttük ve elli bin imza topladık. Ancak yine de pratikte tam bir birlik sağlayamadık. Munzur için mücadelenin ortaklaşması gerekirken özellikle siyasi görüş ayrılıkları vb sebeplerle istenilen birliktelik sağlanamıyor. Bu da tam bir handikap yaratıyor. 168 O halde gelelim biraz önce değindiğiniz ve yarım kalan Avrupa Birliği konusuna. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Belki acı olacak ama şöyle bir gerçek var bugün bir çok alanda olumlu yönde atılan bütün adımların sebebi Avrupa Birliğine giriş sürecidir. Bunun aksini iddia etmek çok inandırıcı gelmez. Örneğin yıllarca hukukçular gözaltı sürelerinin uzun olduğunu ve kısaltılması gerektiğini, DGM'lerin kapatılmasını, yine DGM'lik suçlarda gözaltında Avukat ile sanığın görüştürülmesini ve ifadeye katılma hakkı vb. bir çok alanlarda düzenleme istediler. Barolar bu konularda çeşitli mücadeleleri de oldu. Ancak ne var ki bu haklar Avrupa istedi diye verildi. Bu, diğer haklar konusunda da böyle oldu. Örneğin Kürtçe'nin ve Kürtlerin tanınması sınırlı ve yetersiz de olsa TV yayınlarına geçilmesi, ve yine yetersiz de olsa Kürtçe kurslara izin verilmesi AB ye giriş sürecinin sonuçları olarak kabul etmek gerekir. Ancak şu tespiti de yapmadan geçemeyiz. Bu sorunların Avrupa'nın gündemine gelmesi de yürütülen mücadele sonucunda olmuştur. Bu gün Türkiye AB sürecinin etkisi ile olumlu ve olumsuz bazı gelişmelerle karşı karşıya kalıyor. Özellikle özelleştirme istemleri, memurların sözleşmeli personele dönüştürülmesi ve ekonomik istemler konusunda kapitalistler tabi ki karlarını düşüneceğinden Türkiye halkı emek sömürüsü konusunda sıkıntılar yaşayacaktır. Ancak insan hakları ve sivil hayat konusunda Avrupa standartlarının dayatılması, Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir diye düşünüyorum. Son soruyu sorup bu görüşmeyi bağlamak istiyorum. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca sizce, Türkiye'de Sivil Hayat bugün itibariyle ne durumda? Geçmişte sivil toplumculuğun yaygınlaşması önünde bir çok engel vardı. Özellikle yasal engeller bunların başında geliyordu. Sivil toplum kurumları suç örgütleri olarak değerlendiriliyordu. Emniyet Müdürlüğü bünyesindeki Dernekler masası Terörle Mücadele şubeleri gibi çalışıyordu. Dernek ve sendika yöneticilerine sürekli şekilde davalar açılıyor yöneticileri cezaevlerine atılıyor ve kurumlar kapatılıyorlardı. Bu gün de örneğin EğitimSen' e yine bu süreçte kapatılma davası açıldı. Yasal değişikliklere rağmen uygulamalardaki problemler halen devam ediyor. Ancak buna rağmen hatırı sayılır gelişmeleri de görmezden gelmemek lazım. Örneğin Derneklerin denetimi Emniyet Müdürlüğünden alınarak Valilikler bünyesinde çalışan İl dernekler Müdürlüğüne verildi. Yine derneklerin denetimi, aranması, ve kapatılması eskiye göre yasal açıdan daha da zorlaştırıldı. Ancak yine belirttiğim gibi uygulama sorunları halen devam etmektedir. Bu sadece kafa 169 yapısı ve zihniyetin değişmesine bağlı. Ülkemizdeki sivil hayata gelince bence istenilen düzeyde bir sivil inisiyatif oluşturulmuş değil. Avrupa ile kıyaslandığında çok gerilerde görülüyor. Sivil kurumların toplumsal yaşamda önemli bir rol üstlenmesi halkın katılımcı olması, yönetime sivil toplum kuruluşları ile müdahale etmesi ve sivil itaatsizliği egemen kılması demokrasinin gereğidir. Bu nedenle var olan sivil toplum kurumlarının bu bilinci halka vermeyi ve örgütlenmeyi yaratması en önemli görevleri olarak kabul etmeleri gerekir. *Munzur Vadisi ve Çevresi Doğal Yaşamı Koruma Derneği. Başkan : Ulaş Özgür KAPLAN Moğultay Mahallesi, Arıkanlar İşhanı. Kat: 3, TUNCELİ Telefon : 0 428 212 30 38 e-mail : [email protected] Web : www.munzurvadisi.com 170 Doğu Akdeniz Çevre Platformu* Oktay Demirkan-Sözcü Oktay Bey DAÇE'yi önce tanıyarak başlayalım mı? Doğu Akdeniz Çevrecileri (DAÇE) Doğu Akdeniz Bölgesi'nde; Adana, Hatay, Mersin, Kahramanmaraş, Osmaniye il ve ilçelerinde 1991 yılından beri çevre koruma amaçlı çalışmalar yapan örgüt ve yurttaş duyarlığı grubudur. Bu saydıklarım, Doğu Akdeniz Çevrecileri (DAÇE) adı altında bir iletişim ve dayanışma grubu oluşturmuşlardır. Bu yapıya daha sonra Diyarbakır ve Batman'da çalışmalar yapan çevre koruma amaçlı örgütler de katılmışlardır. Tunceli Dernekleri Federasyonu da bölgemizde yer alan dernekleri aracılığı ile DAÇE yapısına yakın durmakta, toplantılara katılmakta ve bu yapı içinde kendilerini ifade etmektedirler. Küresel, ulusal, bölgesel ve yerel çevre sorunlarıyla ilgili olarak düzenli dayanışma ve bilgi alışverişi içinde olan DAÇE, Türkiye'nin diğer bölgelerindeki çevre ve doğa koruma örgütlerine, yurttaş dayanışmalarına da örnek olan başarılı ve gönüllü bir örgütlenme modelidir. DAÇE; derneklerden gelen gündem önerileri ile iki ayda bir düzenli olarak toplanır ve başta Gülnar-Büyükeceli beldesinde yapılması planlanan Akkuyu Nükleer Santralı ve bölgeye yapılması düşünülen çok sayıdaki termik santraller olmak üzere yöresel kaynaklı, ancak büyük çevre sorunlarına yol açabilecek küresel çevre sorunları hakkında bağlayıcı olmayan eylem ve çalışma programları yapar, yapısındaki örgütler aracılığı ile bunları uygulamaya koyar. DAÇE, Türkiye'deki tüm çevre korumacı platform, örgüt ve yurttaş girişimleri ile de iletişim halindedir. Bir STK olarak kendinizi tanımlamanızı istersem DAÇE'yi nereye oturtursunuz? İlgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz ? Öncelikle şunu belirtmeyim ki platform yapısı Türkiye'de yeni bir örgütlenme modeli. En son Dernekler Yasası'na kadar da böyle bir model yasalarımızda yoktu. Her ne kadar 'demokratikleşme süreci' diye adlandırılan süreç içinde Hükümetler bu yapılanmalara doğrudan karşı çıkmadıysa da zaman zaman bazı sıkıntılar yaşandı. Örneğin bir etkinlik düzenleyecekseniz yapınızda bulunan tüm örgütlerin Yönetim Kurulu kararları, sorumlu temsilcinin nüfus cüzdanı, savcılık belgesi, ikametgahı falan vb. belgeler isteniyordu... Bizler de etkinliklerimizi haber vermeden yapıyorduk. Ancak bu etkinliklerimizde de neden haber vermediğimiz pek sorgulanmadı! Bu platform modeli diğer bölgelerdeki çevre koruma amaçlı çalışma guruplarına da model oluşturdu ve giderek diğer bölgelerde de benzer yapılanmalar oluştu. Örneğin batı 171 Akdeniz'de Batı Akdeniz Çevre Platformu (BAÇEP), Marmara Bölgesinde Marmara Çevre Platformu (MARÇEP) DAÇE' yi model alan örgütlenmelerdir. Doğu ve Batı Karadeniz'de de DOKÇEP ve BAKÇEP oluşumları gerçekleşiyor. İlgi alanımız bilindiği gibi 'çevre sorunları'. Çevre sorunları deyince genelde çevre kirliliği anlaşılıyor, ancak salt bu değil ! Nükleer enerji, biyolojik çeşitliliğin yok edilmesi, doğal değerlerimizin ve kültür varlıklarımızın korunması, genetiği değiştirilmiş besin maddeleri vb. pek çok sorun ilgi alanımızda. Laiklik karşıtı girişimleri de sosyal bir çevre kirliliği olarak algılıyoruz. Amacımız sorunlarla ilgili halkımızı bilgilendirmek, bilinçlendirmek, kamuoyu oluşturmak, yöneticileri uyarmak ve gerektiğinde dikkat çekici eylemlerle sorunu kamuoyunun gündemine taşımak. Elbette hukuk mücadelesi de yöntemlerimizden bir tanesi. Zaman zaman devletle birlikte, halkla birlikte, diğer demokratik kitle örgütleriyle de birlikte olabiliyoruz. Siyasi partiler, siyasiler, sendikalar, meslek örgütleri, bazı vakıflar, sanatçılar, gazeteler, dergiler, radyolar vb. çok sayıda unsurun aynı amaç için bir araya geldiği yapılar da oldu. Bu konuda en zengin deneyimimizi 'Nükleer Karşıtı Platform' oluşumunda yaşadık. Bu çerçevede misyonumuza uygun davranabildiğimizi düşünüyorum. Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz ? Ne yazık ki hayır! Bunun çeşitli nedenleri var. En önde halkımızın ekonomik sıkıntılar içinde olması. Küreselleşme adıyla toplumumuza dayatılan emperyalist model insanlarımızı bir gecede yoksullaştırdı. Gerçekte ulusal olmayan, ulusal medya da art niyetli propagandalarla halkın kafasını oldukça karıştırdı. Çevre sorunları artık halkımızın öncelikleri arasında değil. Doğal olarak ertesi gün sofrasında ne yiyeceğini düşünen, çocuklarının okul masraflarını nasıl denkleştireceğini düşünen, ürettiğini nasıl, kime ve ne fiyata satabileceğini düşünen, çalıştığı işindeki güvenceleri tek tek yok edilen insanların önceliği çevre sorunları olamıyor. Bire bir zarar görmüyorlarsa tepkilerini göstermekten kaçınabiliyorlar. İşsizlikleri nedeniyle, çevreyi kirletse de kirli teknolojiye ekmek kapısı olarak bakıyorlar. Ölseler de, hastalansalar da ne yazık ki bu bir gerçek ve bu nedenle onları hiç kınamıyoruz. Ancak çabalarımızı gönülden desteklediklerini hissettirebiliyorlar. Bir de devletten korkuları var. Yıllarca ezilmenin, haksız uygulamalara hedef olmanın, sindirilmişliğin, 12 Eylül ortamının, hukuka uygun olmayan yasal uygulamaların etkileri kolay kolay gitmiyor. Anne ve babalar hâlâ çocuklarına, siyasetten, derneklerden uzak durmalarını, üstlerine vazife olmayan işlere karışmamaları öğütlüyor. Bunun sonucunda meydan çıkarcılara, işbirlikçilere kalıyor. Bizler toplantılarımızda halka siyasi partilere üye 172 olmalarını öneriyoruz. Üstlerine vazife olmayan işlere karışmalarını öneriyoruz. Bütün bunlar katılımcılığın önündeki engeller. Sivilleşmeye gelince; bizler 'sivil toplum kuruluşları' yerine, 'demokratik kitle örgütleri' veya 'gönüllü kuruluşlar' söylemini daha doğru buluyoruz. Aslında STK (NGO) tanımlaması bize dışardan ithal edilen bir söylem. Bilindiği gibi hükümet dışı örgütler anlamına geliyor. Ancak halkımız 'sivil' söylemini 'resmî' karşıtı olarak algılıyor bir kavram kargaşası yaşıyor. Resmî deyince resmi giysili diğer deyişle asker, polis vb. akla geliyor. Hükümet dışı kavramını halkımıza anlatmakta güçlük çekiyoruz. Bir de ticari örgütler, şirketler, kooperatifler falan var. Bunlar da kâr ve çıkar amaçlı kuruluşlar. Sendikalar ve meslek kuruluşları da biraz öyle. Mensuplarının çıkarlarına hizmet ederler ve buralara katılım aslında zorunludur. Elbette bu örgütler, mensuplarının çıkarlarını halkın çıkarlarıyla birlikte savunuyorlarsa sivil toplumculuk adına katkıda bulunuyorlar demektir. Çevre koruma amaçlı kuruluşlar için daha çok 'Gönüllü Kuruluşlar' söylemi daha doğru gibi. Bu kapsama Dernekler, Platformlar, Vakıflar ve İnisiyatif Gurupları girebilir. Gerçekten de bu yapılara katılım gönüllülük temelindedir. Aslında bütün bu yapılar birlikte sivil toplumu oluşturuyorlar. Kanımca DAÇE de toplumun sivilleşmesi adına kendi kulvarında katkıda bulunuyor. Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz ? Yeterli halk desteğiniz var mı? Şekilsel olarak sorun analizi yapıyoruz denemez. Hani yine son yıllarda ithal edilen SWOT analizi gibi uygulamaları sistematik olarak yapmıyoruz. Ancak demokratik tartışma ortamı her zaman var. Değişik görüşler gündeme gelebiliyor, sorunları tartışıyoruz ve ortak çözümler, programlar üretebiliyoruz. Tartışmaya yeterince zaman ayırdığımız halde bazen zamanın yetmediği de bir gerçek. DAÇE; 68. Bölge toplantısını gerçekleştirmiş bir platform. Bu kadar uzun ömürlü olmasını herkesin kendini ifade edebildiği bir ortam oluşturabildiğimize bağlıyorum. Bir de uzun bir geçmişe dayanmanın oluşturduğu karşılıklı güven ortamı var. Bu da süreç içinde bir birimizi anlamakta kolaylık sağlayabiliyor. Yanlış anlamaları en aza indiriyor. Halk desteğine gelince; bir önceki yanıtımda dile getirdiğim sorunlar halk desteğini olumsuz yönde etkiliyor. Ancak söz konusu sorundan halkımız bire bir zarar görüyorsa, diğer bir deyişle sorun halkı doğrudan etkiliyorsa o zaman halkın desteği oluyor. Geçmişte yaşanan bazı olumsuzluklar, örneğin Çernobil kazası sonrası resmi ağızlardan söylenenlerin doğru olmadığının öğrenilmesi, halkımızın resmi kuruluşlara güvenini olumsuz etkiledi. Bu nedenle halkımız gönüllü kuruluşlara daha çok güveniyor. Bire bir etkilendiği durumlarda da gönüllü kuruluşları kendilerine daha yakın, daha güvenilir buluyorlar ve 173 destekliyorlar. Bu destek bazen parasal, bazen örgütsel, bazen da bireysel katılım olarak gerçekleşiyor. Peki Devlet sivil toplum ilişkisi anlamında; Devletin ya da resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl ? Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz ? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı ? Öncelikle örgüt yöneticilerinin kişiliği, resmi kişilerle olan bireysel ilişkileriniz etkin rol oynuyor. Türk toplumunda herkesin belirli düzeylerde dokunulmazlıklarının var olduğuna inanıyorum. Bazı sanatçıların, bazı siyasetçilerin, bazı bilim adamlarının kendiliğinden oluşmuş, yasalarla sağlanmış olmayan dokunulmazlıkları vardır. Hatta bu dokunulmazlık türü bazı yasa dışı kuruluşların mensupları için de geçerli olabilmektedir. Örneklersek polis bir gösteri sırasında (son zamanlarda azaldıysa da) sıradan bir katılımcıyı coplayabilmekte, yerlerde sürükleyebilmekte, göz altına alabilmektedir. Ancak bu katılımcı Tarkan, İbrahim Tatlıses, Zülfü Livaneli gibi topluma mal olmuş popülaritesi olan kişilerse onlara davranışı farklı oluyor. Çakıcı da olumsuza örnek oluşturuyor. Bu görüşten hareketle toplumumuzda sıradan bir kişiyle, örgüt yöneticilerinin veya meslek sahibi kişilerin belirli ölçüde dokunulmazlıkları vardır. Resmi kurumların örgütünüze bakışında bununla bir paralellik var. Eğer siz toplumda saygı duyulan bir mesleğin sahibi iseniz, örneğin sanatçı iseniz, doktorsanız, eczacı, mühendis iseniz devlet size daha hoşgörülü olabiliyor. Eğer sizi tanıyorlar, size güveniyorlarsa (bu güven yaptıklarınızın ve yapacaklarınızın toplumun çoğunluğunun yararına şeyler olacağı noktasında ise) bakış açıları da farklı oluyor. Bu noktada Devletin ya da resmi kurumların DAÇE katılımcılarına bakışı daha çok olumlu. Ama enerji politikası gibi doğrudan devlet politikaları ile çatıştığımızda aynı şeyleri söylemek olası değil. Ancak tam da bu noktada özellikle yerel yöneticilerin (sizi haklı buluyorlarsa) sessiz bir onayı olduğunu da zaman zaman hissedebiliyoruz. Devletle gerektiğinde diyalog kurabiliyoruz. Özellikle bürokrat kesimle aramız çok kez oldukça iyi. Ancak yukarıdan müdahaleler olduğunda tavırlarında göreceli değişiklikler izlenebiliyor. Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda yapılan yasal değişikliklerle belirli iyileşmeler sağlandıysa da ekonomik olarak özgür olmayan bir toplumda STK ların da ekonomik sorunları var. Ne yazık ki bu noktada da halkın desteği son derece sınırlı. Ayrıca örgüt yöneticilerinin sorumlulukları da yeni yasa ile son derece ağırlaştırıldı ve altından kalkılamaz parasal yaptırımlar getirildi. Bu husus insanları örgüt yöneticisi olmaktan alıkoyuyor. Diğer bir deyişle dolaylı olarak örgütlenmenin önüne 174 Bazı engeller konuldu. Bu olgu resmi yöneticilere çifte standartlı davranma alanı açılıyor. Bence bunların hepsi sivil örgütlenmenin önünde birer engel oluşturuyor. Bir de partnerlik ilişkileri var! Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz ? Tıkanıklıklar var mı ? Varsa nedenleri nelerdir ? Çevre çok geniş bir kavram. Hemen hemen yaşamın her alanıyla ilgili. Bu yüzden alanımız dışındaki sivil toplum kuruluşlarıyla doğal olarak iş birliği ortamları oluşuyor. Örneğin enerji sorunlarında Elektrik Mühendisleri Odası'yla, sağlık sorunlarıyla ilgili olarak Sağlık Meslek Odalarıyla (Tabip, Eczacı, Diş Hekimleri Odaları), Anayasamızın 56. maddesinde sözü edilen temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı noktasında, İnsan Hakları Dernekleriyle işbirliği yapıyoruz. Veya nükleer enerji gibi toplumun çok geniş kitlelerini olumsuz olarak etkileyebilecek sorunlarda daha geniş katılımlı işbirlikleri oluşabiliyor. En önemli tıkanıklıklar ekonomik olarak güçsüzlüğümüzden kaynaklanıyor. Örneğin bir toplantı düzenlemenin belirli maliyeti vardır. Salon kiralayacaksınız, ses düzeni vs. sağlayacaksınız. Ayrıca katılım için bireylerin ulaşım, konaklama giderleri falan da var. Bütün bunlar kısmen engel oluşturuyor. İnsanlar gönüllü de olsalar uzun süreli olarak harcamalarını kendi bütçelerinden yapamıyorlar. Buna güçleri de olmuyor zaten. Çok zaman destek arayışında oluyoruz. İlkelerimizi, bağımsız yapımızı etkilemeyecek desteklere her zaman açık oluyoruz. Bu tür desteklenen toplantılara katılım doğal olarak daha çok oluyor. Bir de şu var; Katılımcıların çoğu iş güç sahibi insanlar. Yani kendi ekmek paralarını kazanmak gibi bir kaygıları da var. Bu nedenle hafta sonu ve çalışma zamanları dışında toplanmak zorundayız. Bu da doğal olarak çalışma zamanımız etkiliyor. Aynı kentteyseniz gecelerinizi de ayırabilirsiniz ama o zaman da dinlenme zamanınızdan zaman ayırmak zorundasınız. Bütün bu engellere karşın insanlar yine de katılımcılıklarını sürdürüyorlar. Bu husus gerçekten övgüye değer. Oktay Bey bir de bu AB mevzuunu konuşsak derim! 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilecek mi ? Avrupa Birliği bir süredir çeşitli örgütler aracılığı ile Türkiye'deki sivil topluma bazı proje destekleri sağlamaktadır. Ancak doğal olarak proje konularını kendileri seçmekte ve değerlendirmeyi de kendileri yapmaktadırlar. O zaman Türkiye'deki sivil toplum yerine AB tarafından desteklenmeye uygun görülen 175 örgütler desteklenmektedir. Ülkemizde Avrupa Birliği'nden yana örgütler olduğu gibi karşı örgütler de bulunmaktadır. Destek tek taraflı olunca demokrasiye, demokrasinin gelişmesine, sivil toplumun güçlenmesine değil de AB yanlısı örgütlerin güçlenmesine yaramaktadır. Yasalardaki iyileşmeler elbette STK lar tarafından benimsenmekte demokratik ortamın oluşmasına katkı sağlamaktadır. Ancak içleri boşaltılmış örgütlerin demokrasiye katkısı olmamaktadır. Diğer bir deyişle demokrasinin vazgeçilemez unsurlarından olan siyasi partiler ve sendikaların bugünkü durumları ortadadır ve bu kuruluşlar işlevsizleşmişlerdir. AB her nedense (!) tarım politikalarımıza karıştığı kadar, demokratikleşmenin önündeki gerçek engellere, siyasi partiler yasasına, seçim yasasına, sendikalar yasasına karışmamakta bu yasalarda demokrasinin önünü açacak iyileştirmeler önermemektedir. Adeta yapay bir şekilde sivil toplumun sırtı sıvazlanmakta, sivil toplum devletin önüne geçirilmeye çalışılmakta, devleti küçültmek önerilmektedir. Oysa toplumlarda Devletin, siyasi partilerin, sivil toplumun yeri ve işlevleri farklıdır. Bu kuruluşlar hükümetlerin oluşturmakla görevli olduğu demokratik ortamda serbestçe düşüncelerini öne sürebilmelidirler. Bütün bu nedenlerle AB katılım süreci örgütlenme özgürlüğü adına sınırlı fırsatlar yaratabilir. Ancak bu tam anlamıyla demokrasinin gelişmesi için yeterli olmaz. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz ? Nasıl değerlendiriyorsunuz ? Sizce Türkiye'de Sivil Hayat bugün itibariyle ne durumda. 1950 li yıllarda Okul veya Mahalle koruma güzelleştirme derneği, Kızılay, Yeşilay, Yardım Sevenler Derneği gibi bazı toplumsal sorunların çözümüne katkı amacıyla oluşturulan dernekler, Sıtma Savaş, Verem Savaş, Trahom Savaş Dernekleri gibi sağlık amaçlı derneklere, 1960 lı yıllarda sendikalar, öğrenci dernekleri, siyasi partilerin gençlik ve kadın kolları gibi yapılar eklendiler. 70 li yıllarda ise daha çok siyasi partilerin paravan kuruluşları gibi örgütlenme modellerini, Köylü Derneği, Ülkü Ocakları, TÖBDER vb sivil toplum yapıları gelişti. Günümüzde, gerek amaç gerekse ilgi alanı açısından çok çeşitli sivil toplum yapıları bulunuyor. İnsan Hakları, Kadın Hakları gibi bir hakkın kullanımın önündeki engelleri kaldırmaya yönelik dernekler olduğu gibi, Sokak Çocuklarını Koruma, Sokak Hayvanlarını Koruma Derneği gibi yardım amaçlı dernekler, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme derneği gibi Kemalizm'i ve ilkelerini savunan dernekler, çevre koruma amaçlı sivil toplum yapıları öne çıktılar. Bunların yanında TUSİAD, MUSİAD, Genç İş adamları Derneği gibi özünde ticari örgütlenmeler, Mason Dernekleri, Rotary ve Lions Dernekleri gibi daha çok kendi üyelerine dönük çalışan yapılar da bulunmakta. 176 Gelinen noktada Türkiye'de sivil hayat belirli bir şekilde gelişmekteyse de bu gelişmenin doğrultusunun istenen yönde ve özlenen düzeyde olmadığı açıktır. Sivil Toplum Kuruluşlarının gelişmesinde halkımızın bu kuruluşları sahiplenmesi çok önemlidir. Bu sahiplenmenin yeterli düzeyde olduğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Bunun çok sayıda nedeni var. En önde ekonomik yetersizlik geliyor. Bundan ayrı 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' veya 'üstüne vazife olmayan işlere karışma' özdeyişlerinde ifadesini bulan koşullanmalar, medyanın olumsuz etkileri de sivil toplumun gelişmesini engelleyen nedenler arasında… *DAÇE Ortak Sekreteryası A. Oktay Demirkan - Ortak Sekreter Ziya Gökalp C. 14 - 31200 İskenderun Hatay/Türkiye Telefon : 0326.6141031 - 0536.4600341 Faks : 0326.6145005 e-mail : [email protected] 177 Pir Sultan Abdal Kültür Dayanışma Derneği* Av: Kazım Genç-Genel Başkan Siz Pir Sultan Abdal dayanışma derneği başkanısınız. Kazım bey derneği tanımakla başlayalım. Bu dernek neden kuruldu, ne yapar? Pir Sultan'ın geçmiş tarihine baktığımızda 1988 yılında Banaz kültür ve yardımlaşma derneği olarak kuruldu. Banaz da Sivas Yıldızeli ilçesinin bir köyüdür. Banaz halk arasında Pir Sultan olarak bilinen inancıyla direnciyle bilinciyle muhalefetin ve halkların haklarını savunucunun bir önderi olan Pir Sultan'in köyüdür. Dernek bu köyde kuruldu. 1990'lı yıllarda Ankara'ya taşındı genel merkez. Pir Sultan gibi bir düşünürün önderin adıyla kurulan bir derneğin köy derneği olarak kalması doğru değildi. Ve tüm Türkiye'de örgütlenmeye başladı. Pir Sultan adıyla dernek kurulmasının en temel nedenlerinden birisi ülkenin yasaklı inancı ve kültürü olan Aleviliğin kamuoyuna tanıtılması ve korunması Alevilerin inançlarını özgür bir şekilde sürdürebilmeleri kültürlerini özgür bir şekilde yasayabilmek ve korumaktan ötürü kuruldu. Anadolu'da Alevilik yasak bir inanç ve kültür olarak yer aldığından Alevilerin örgütlenmeleri ancak yöre adlarıyla kurulan derneklerde veya uluların adlarıyla, (Alevilerin 7 ulusu vardır Hacı Bektas, Pir Sultan Abdal, Nesimi gibi..) kurulan derneklerle Alevilik yaşatılmaya çalışılmıştır. İşte pir sultan abdal kültür derneği de bu nedenle bu adı almıştır ve kurulmuştur. Pir Sultan Abdal Derneği Ankara'da kurulduktan sonra her yıl Pir Sultan Abdal'ın köyü olan Banaz'da Pir Sultan etkinlikleri yapmak üzere organizeler yapılmıştır. Bunlardan dördüncüsü 1993'te Sivas merkezinde Kültür Bakanlığı'nın ve Sivas Valiliğinin desteğiyle yapılmış ve kamuoyunda geniş yankı uyandıran ve bizi yüreğimizden derin olarak yaralayan Sivas katliamını yaşamıştır. Sivas katliamında Sıvas'a Pir Sultan etkinlikleri için giden, orda semahını dönmek isteyen bağlamasını çalmak isteyen şiir okumak isteyen şairler söyleşide bulunmak isteyen yazarların Pir Sultan kültürü, inancı ve direncini ve Türkiye'de demokrasiyi bir kültürel etkinlikte faaliyette bulunmak için gittiklerinde gericilerin şeriatçıların saldırısına uğrayarak 33 canımızın yakılarak katledilmesi olarak gördüğümüz Sivas katliamını yasamışlardır. Ondan sonra gerek Alevi örgütlülüğü ve gerekse Pir Sultan'da büyük bir gelişme yaşanmıştır. Pir Sultan Abdal Derneği bu gün Türkiye'de 41 şubesi 18 bin üyesiyle sadece inanç ve kültürüne ilişkin çalışma yapan bir dernekten öte bu ülkenin demokrasi eksikliğini de kendisine sorun ederek demokrasinin tüm kurum ve kurullarıyla yerleşmesi ve gelişmesi uygulanması, Türkiye'deki emek gücüyle ilgili yani emekçilerin hak gasplarının karşısında durmak temel hak ve özgürlüklerinin yanında durmak gibi düşünceleri de kendisine sorun etmektedir. 178 Pir Sultan Küldür Derneği'nin sadece bir inanç derneği olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Dernek elbetteki inanç özgürlüğünün yanında Irak, Filistin halkının yasadığı sıkıntıları da kendisine sorun olarak görmekte. Ülkemizde Kürt yurttaşlarımızın sorunlarını da, Alevi yurttaşlarımızın sorunu gibi kendi sorunu gibi görmekte bu nedenle demokrasinin vazgeçilmez bir değer olduğunu ve demokrasinin her zaman ve herkese gerekli olduğu düşüncesinden hareket ederek demokrasi mücadelesi vermektedir. Çok zengin bir profil çizdiniz. Yani örgütlendiğiniz tarihten bu güne kadar geriye dönüp baktığınızda pir sultan abdal derneğinin vicdanen rahatlığı içinde kendini yokladığında görevini yaptığı konusunda rahat mısınız? Bu çizdiğimiz çerçeveye baktığımızda, bunların 3 yılın 10 yılın çözülecek sorunları olmadığı gibi bunları sadece bir sivil toplum örgütü veya bir demokratik kitle örgütünün çözeceği sorunlar olmadığı da çok açıktır. Bugün hükümetler Türkiye'de 5-10 yıl iktidarlarda kalıyor ve onlar bu sunduğumuz sorunlarını çözmekten yani, iktidardakiler ülkeyi yönetme hükmetme noktasında olanlar dahi bu sorunları çözemiyorlar aşamıyorlar ki, bu dile getirdiğimiz sorunlar bugünkü sorunlar da değil. Hele Alevilik inanç ve kültürü olarak yasak olan bu inancımız taa Osmanlıdan beri bu ülkede yani yüzyılları aşan bir süreden beri yasak. Yüzyılların yasak koyduğu yüzyılların insanların konuşmasına dahi engel olduğu bir inanç ve kültürle ilgili bir şeyler söyleyip bunları 5-10 yıl içinde aşmak asla mümkün değil. Ve keza yok sayılan Aleviliğin demokrasiye aykırı bir uygulamanın karşısında gösterdiği direncin 3-5 yılda sonuca yayması da mümkün değil. Ama geriye dönüp baktığımızda Sivas katliamıyla ilgili Pir Sultan Abdal derneğinin örgütlü gücü ve bu örgütlü gücün önderliğinde Türkiye'deki demokratik kitle örgütünün bu davaya sahip çıkmasıyla Türkiye'de benzer katliamlarla ilgili olarak sanıkların ceza aldığı tek davadır. Bakın örnek olarak vermek istediğim Diyarbakır cezaevi katliamı mahkumları yoktur. Ulucanlar cezaevi katliamları katledenler mahkum değildirler. Gazi olayları 17 yurttaşımız katledilmiştir. Failleri mahkum olmamıştır. Kahramanmaraş olayları.. 115 kişiyi bulan bir katliam yaşanmıştır failleri yargılanmışlardır çok cüzi cezalar almışlardır sonrada bu ülkede milletvekili parlamenter olup ülkeyi yönetme noktasına gelmişlerdir. Ama Sivas katliamı sadece bu Pir Sultan Abdal Derneği'nin başarısı değildir. Örgütlü güçlerin yan yana gelerek el ele verdiklerinde demokrasiyi katliama karsı bir duruş sergilediklerinde mahkumiyet yapılabileceğini yani suç isleyenlerin cezalandırılabileceğinin bir göstergesi olarak bugün 33 kişiyi idamla cezalandırmışlardır. Ve cezaevindedirler. Elbetteki bugün iktidarda olan AKP'nin siyasi düşüncesinin bir Sivas katliamını yaratanların düşüncesiyle bir paralellik arz etmesi nedeniyle dönem dönem yasalarda 179 değişiklik yaparak bunları da kapsayacak çeşitli ceza indirimlerine gitmeye çalışmaktadırlar ama netice olarak o dava sonucu itibariyle verilen kararı itibariyle katliamı yaratanların cezalandırılması anlamında örnek bir davadır. Ve elbetteki bunda en büyük basari Pir Sultan Abdal Derneği ve örgütlü gücündür ve bu örgütlü gücün yanında duran diğer demokratik kitle örgütlerinin gücüdür, Türkiye Barolar Birliği'nin desteğidir ve o dönemdeki yöneticilerimizin bir uğraşısının sonucudur. Pir Sultan Abdal Derneğinin kitlesellik boyutunu birkaç cümle ile açıklarsanız halk desteği, kitlesellik nasıl yürüyor dernek ile birlikte? Yani onu ne ölçüde başarabiliyorsunuz? Pir Sultan Abdal Derneği 18 bin üyesi olan bir dernek. Bizim Diyarbakır'da şubemiz var. Varto'da şubemiz var. Karadeniz'de Samsun'da, Havza'da, Tokat ve ilçelerinde, Adana, Tarsus, Antalya, Alanya, Ege'de 8-10 şubemiz var. İstanbul'da 9-10 şubemiz var. Ankara'da şubelerimiz var. Tabii bunları bir araya getirdiğimizde Alevilerle ilgili herhangi bir olay olduğunda Alevi örgütleri ve Pir Sultan bu olaya müdahalesini bir örgütlü güç olarak ortaya koymaktadırlar. 9.10.2004 tarihinde “Alevilerin inanç merkezi Cem Evidir” anlamında Alevi örgütlerinin bir araya gelerek başlattığı bir kampanyada 4045 günlük kış şartlarında devletin emniyet güçleriyle engellemelerine rağmen bizi bir çok köylere şehirlere kış nedeniyle ulaşamamamız nedeniyle ki örnek olarak Ankara'yı vermek gerekirse, biz Valilikten 5 gün sokakta imza standı kurmak için yetki aldık ama eksi 10 un altında bir soğukla karşı karşıya kaldığımız için bir tek gün sokağa çıkamamamıza rağmen 600 bin gibi imzaya ulaşabildik. Bunlar da örgütlü güçlerin örgütün tabanının itibar ettiği konularda mücadele ettiğinde halk desteğinin geldiğinin göstergesidir. Siyasal argümanları da olan bir kesim Türkiye'de Aleviler. Olması da doğal elbette. Bu manada baktığınızda derneğinizin devlet ve devletin resmi kurumlarıyla muhabbeti nasıl? Yani iste size engellemeler zorlamalar söz konusu oluyor mu? Yoksa bir boşluğu dolduruyorsunuz iyi ki böyle bir Pir Sultan Abdal Derneği diye bir dernek var, mı diyorlar sizin için? Bu çok tatlı bir soru. Devlet yıllardan beri geliştirdiği baskıcı tavrıyla ve vatandaş devlet için vardır. Devlet vatandaş için yoktur felsefesinden hareket etmesi nedeniyle bırakın Pir Sultanı, sivil toplum örgütlerinden hiç birisi için “iyi ki varsınız” dememektedir. Pir Sultan için hiçbir şekilde demez. Elbette Pir Sultan örgütü içinde ülkenin demokrasi, emekten yana söylediğim çok açık olması nedeniyle üyelerimizin siyasal kimlikleri vardır. Pir Sultan Abdal Derneği'nde bir çok insan siyasi kimliğini bir kenara koyarak kendi içlerinde tutarak Pir Sultan'ın direnç yönünü muhalif yönünü öne çıkartarak demokrasi mücadelesinde yerlerini almaktadırlar. 180 Bu nedenle de ülkede devletin bu muhalif yönünü öne almaları nedeniyle devlet tarafından da sempatiyle bakılmaları söz konusu değildir. Çünkü Pir Sultan Kültür Derneği faaliyetlerini eylemli olarak yapmakla sokağa çıkabilmekte. Sokakta mitingini yapabilmekte, basın açıklamasını yapabilmektedir. Yani sokaktaki rahatsızlığı duyurmaya çalışmaktadır. Oysaki devletin bu konulara bakışı, “bizle görüşün, devletin demokrasisi eksikse onu da biz getiririz. Size ne oluyor” mantığından hareket eden bir yapısı olması nedeniyle devletin böyle bir yaklaşım göstermesi söz konusu değil. Gerçi ipucunu Sivas olaylarının yargılama süreciyle verdiniz ama diğer sivil toplum örgütleriyle diyalogunuz nasıl? Zaman zaman ortak çalışmalar, işler yapıyor musunuz? Kesinlikle. Pir Sultan Kültür Derneği Türkiye'deki demokratik alanda mücadele veren sendikalarla, siyasi partilerle, demokratik kitle örgütleriyle, halk evleri, Türk Tabipler Birliğiyle, KESK'le, TMOBB'la (bunlar Türkiye'nin önde gelen sivil toplum örgütleridir) beraber hareket etmektedir. Çünkü biz hepimiz biliyoruz ki Türkiye'nin sorunu demokrasi sorunudur. Demokrasi sorunu çözüldüğünde Türkün'de, Kürt'ün de, Laz'ın da, Çerkez'in de, Alevi'nin de, Sunni'nin de doktorun da avukatın da herkesin sorununa aranan bir gönüllü beraberlik içinde, yurttaş noktasında çözebileceğimizi düşünüyoruz. 17 Aralık 2004 itibariyle bir Avrupa Birliği süreci başladı. Bu Avrupa Birliği sürecine girmişken Türkiye'de sivil alanın sansı ne olacak yani bir etki oluşacak mı? Pir Sultan Abdal Kültür Derneği kendi siyasal duruşuyla baktığımız Avrupa Birliğine giriş konusunda, koşarak Avrupa Birliğine girelim noktasında bir dernek değildir. Genel olarak böyle bir siyasi yapısı yoktur. Ama Dernek gelişen konjonktürü gözlemlediğinde ülkemizin siyasi iktidarının veya halk çoğunluğunun yüzde 70-80'lere varan büyük bir oranının Avrupa Birliğine girmek noktasında ısrarlı olduğunu görmekte ve buna göre bir değerlendirme yapmaktadır. O değerlendirmesi de şudur: Bizim karsı duruşumuza rağmen Avrupa Birliğine girilecektir. Avrupa Birliğine giriş sürecinde o zaman biz Alevilerin sorunlarını ve demokratik sıkıntılarımızın aşılması konusunda neler yapılması gerekmektedir? Ve neler yaparsak demokrasiyi daha erken kurgulayabilir ve sorunlarımızı aşabiliriz? noktasında çözümler üretmeye çalışmaktadır. Elbetteki Avrupa Birliğine giriş yıllardan beri bir hükümet politikası devlet politikası olarak yürümektedir. Hangi iktidar değişirse değişsin Avrupa Birliği konusunda uğraş vermektedir. Ama ne yazık ki bu son süreçte Avrupa Birliğine girmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz noktasında siyasi 181 iktidar anlamında gelinmesidir. Doğru olmadığını düşünüyoruz. 12 eylül sonrası Türkiye'deki demokratik hakları, inanç özgürlüğü yani aklınıza ne gelirse gelsin yaşamın her alanına müdahale etmiş askeri cuntanın o darbe sonrasının Türkiye'de kendi insanlarının ihtiyacı olduğu için düzeltmeler yapılmamış olması sırf dışardan empoze edilmiş olması nedeniyle bunu uygulayıcılara kabul ettirebilmekte bir çok uygulama kağıt üzerinde kalmaktadır. Oysaki, bu ülkenin bu insanların ihtiyacı olduğundan hareket edilerek ve toplumla paylaşılarak bu demokrasiye yürüyüş demokrasi kurallarına aykırı olan yasal düzenlemelerin, uygulamaların kaldırılması konusunda sindirilerek yapılmış olsaydı bu daha rahat aşılırdı, daha kolay olurdu. Tabii gelişen dünyanın gösterdiği sonuç su ki. Devletler artık birbirleriyle birlikte hareket etmek ve bazı konularda ortak çözümler bulup geliştirmek noktasındalar. Ama ne yazık ki AB giriş sürecinde bizler, bu devletlerin eşit statüde olduğu, eşit politikayla müdahale ürettikleri noktasından değiliz. Son sorumu soruyorum. Bugün içinde bulunduğumuz nokta itibariyle Türkiye'de sivil hayatı nasıl görüyorsunuz? Geçmişle kıyaslayarak geleceği birkaç paragrafla tasarlayarak Türkiye'deki sivil hayatın hali sizce nedir? Geçmişe dönüp baktığımız 80 öncesi Türkiye'de 27 Mayıs anayasasıyla yani 61 anayasasıyla özgürlüklerin rahatça kullanılabildiği ve rahat örgütlenilebilen bir ortam vardı. 71'de yapılan değişiklik ve 82 anayasasıyla bu özgürlükler olduğu gibi tırpanlandı ve sivil toplum sendikalar dahil örgütlenmelerin taa 90 yılların sonlarına kadar kağıt üstünde ve göstermelik, hiçbir şey yapmayan yaptığında polisin hemen üstünde bittiği kendi bürosunda dahi bir toplantı yaptığında polisin gelip kameraya aldığı noktasında bir uygulamaydı ve sivil toplum örgütü gelişmesi önünde yıllarca çok büyük engel oldu. Ama bu baskıcı dönemden sonra AB'ye giriş sürecinde yapılan göreceli değişiklik bunları biraz yumuşattı. Öyle sanıyorum ki toplumda sivil toplum örgütlerinin faaliyetlere olan açlığı giderme noktasında önemli faaliyetlere yer vereceğini düşünüyoruz ama bunun uzun zamanda rayına oturacağını düşünüyoruz. Simdi son dönemlerde artık genel kurullarımıza emniyet gelmiyor, hükümet komiseri gelmiyor, bunlar çok güzel ve çok iyi gelişmeler. Sivil toplum örgütleri gönüllülük temelinde çalışan örgütlenmelerdir. Ama simdi bir de projeci sivil toplum örgütleri çıktı. Siz proje yapıyor musunuz? Yoksa siz bütün işlerinizde gönüllülüğü mü temel olarak alıyorsunuz yoksa ikisini de mi dikkate alıyorsunuz? Çağdaş demokratik sistemlerde sivil toplum örgütleri demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri olarak görülür ve bunlar belediye ile devlet 182 tarafından karşılıksız olarak desteklenir. Niye? Çünkü bilinir ki sivil toplum örgütlerinin özgür ve bağımsız olmadıkları, çalışmalarını özgürce yürütemedikleri zaman demokraside bir eksiklik vardır. Bu böyle bilinir ve o nedenle sahip çıkılır. Ama Türkiye'de ne yazık ki ne belediyeler nede siyasi iktidar demokratik kitle örgütleri olarak adlandırdığımız bu sivil toplum örgütlerine asla destek vermemektedir. Bu nedenle sivil toplum örgütlerinde biz yıllardan beri kendi öz gücümüze dayanırız. Kendi öz gücümüzde üyelerimizde aldığımız aidatları ve bize gönül dostluğu olan dostların yaptığı bağışlarla kendi çalışmalarımızı yürütürüz. Ama bazı öyle büyük çalışmalar vardır ki tüm örgütü eğitimden geçirmek istersiniz. İletişim nedir? Şubeler arasında iletişim nasıl olacaktır/ diğer örgütlerle iletişim nasıl olacaktır. Gelişen teknik anlamda bilgisayar nedir? Bilgisayar konusunda Yazma, çizme, Internet ve benzeri şeyler olaylar.. böyle geniş projeler olduğunda elbetteki yüksek rakamlara ihtiyaç duyulmaktadır. Böyle bir eğitimi projesinde anlamında AB ile ortak bir çalışmamız vardır. * Pir Sultan Abdal Kültür Dayanışma Derneği Av. Kâzım Genç Ziya Gökalp Caddesi. No:16 / 15 Kızılay / Ankara Tel : 0312 430 84 10 Fax : 0 312 435 12 61 e-mail : [email protected] e-mail : [email protected] 183 Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği* İlhan Tomanbay-Başkan İlhan hocam, önce Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma Derneğinizi tanımakla başlayalım mı? Tabii ki…Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği 1995 yılının Aralık ayında bir grup akademisyenin öncülüğünde kurulmuş bir dernektir. Hazırlıkları çok daha önceden başladı. Bilirsiniz, akademisyenler titiz kişiliklerdir. Aylarca dernek mi vakıf mı kurmak daha iyi olur tartışması yaşandı. Vakıf kurmanın ekonomik boyutu bunu olanaksız kılıyordu, derneğe karar verildi. Onun üzerine, aylarca, adı ne olsun sorusu masaya yatırıldı. İstenen, bu derneğin, seçtiği alanda, Türkiye'de bir boşluğu doldurması ve o güne değin alanında kurulacak ilk dernek olmasıydı. Bu alan, zaman zaman gazetelerde gözümüze çarpan ama çoğunlukla gözatıp geçtiğimiz bir grup mağdur insanı kapsayacaktı. Kimdi bu mağdurlar? Bunlar, sığınmacı, mülteci, ilticacı, göçmen, muhacir vb, gibi değişik kavramlarla anılan insanlardı. Tercih buydu. Derneğin adı, Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği olarak belirlendi. Tercih neden buydu? Birçok insan birçok sorun alanında STÖ kuruyor. Lösemili çocuklar, sokak çocukları, yoksullar, kadın hakları, yaşlı sorunları vb. gibi. Hepsi birbirinden önemli ve gerekli olan bu alanlarda açılan STÖ'ler toplumda haliyle daha fazla ilgi ve anlayış görüyorlar. Destek daha kolay sağlanıyor; yardımlar kolay toplanıyor. Bunu anlıyorum. Toplumun duyarlık konuları içinde de öncelikler olacak tabii. Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneğini kurmaya karar verenler de kendilerine çalışma alanı olarak toplumlarda ve bizim toplumumuzda varolan, ancak, pek fazla gözönünde olmayan sığınmacıların haklarını, korunmalarını ve sorunlarının çözümünü, almaya karar vermişler. Onların duyarlık alanının önceliği de neden bu olmasın? Çünkü, toplumda özel gereksinim grupları dediğimiz gruplar çok çeşitli. Yani, öncelikle devletin, yerel yönetimlerin, bunların yanısıra örgütlü her türlü gücün, ekonomik merkezlerin, STÖ'nin, yardıma hazır ve açık kurum ve kuruluşların, hatta bireylerin desteğine, ilgisine, yardımına gereksinim durumunda olan bireyler, gruplar, aileler, özel gereksinim grupları içine girerler. Yukarıda saydıklarımızın yanısıra, uyuşturucu kullananlar, uyuşturucu kullanma riski altında olanlar, alkolikler, özürlüler, MS, AIDS, kanser gibi sosyal hastalıkların mağdurları, cezaevlerinde yatan hükümlü ve tutuklular, hastanelerde uzun süreli yatan hastalar, bu insanların dışarıda sorun içinde kalan aileleri… hepsi bir başka özel gereksinim grubu olarak adlandırılırlar. Hatta, ülkemizin yaşadığı depremlerde mağdur olanlar, sadece konutsuz kalanlar ve başını sokacak konuta ve maddi yardıma gereksinim duyanlar değil, depremden ötürü ailesi dağılanlar, psikolojik ve sosyal sağlıkları bozulanlar, işlerini ve geleceklerini yitirenler… özel 184 gereksinim gruplarıdırlar. Bu tür insanlar kısmen ya da açık açık ortalıktadırlar. İnsanların merhamet, iyilik duyularının kanalları da bu tür insanlar için çoğunlukla açıktır. Oysa, sığınmacılar (mülteciler) ve göçmenler de (muhacirler) özel gereksinim grubudur; onlar da yaşam mağdurlarıdır ve pek ortalarda görünmezler, tanınmazlar, hatta bilinmezler. Bilindikleri zaman da hatta çoğu zaman toplumda tepki çekerler. Bu durum onların sığınmacı olmakla ilgili sorunlarını katmerleştirir, ağırlaştırır. Madem ki her insan sadece insan olduğu için insan haklarına değerdir; madem ki her insanın insan haklarına özen gösterilmesi bir erdemdir, sığınmacılar ve göçmenler de insan haklarının hiçbir biçimde dışında bırakılamazlar; sorunları görmezden gelinemez. Bu derneğe gönül veren bizler de bu insanlara özel önem verme yolunu seçmiş insanlarız. Akademik ilgi alanlarıyla ilgili olabilir bu; çevrelerinde, acısını duyumsadıkları aç susuz yabancılarla tanışmış olmalarıyla ilgili olabilir bu. Ne için olursa olsun, bir seçim yapmışlar; bir avuç insan da özel gereksinim içinde bulunan bu insanlara yardımı erdem edinmişlerdir. SGDD kurulduğu ilk gündenberi koruma hedefi olarak seçtiği sığınmacılara yardım için küçüklü büyüklü çeşitli projeler geliştirmiş ve uygulama alanına aktarmıştır. Van'da sığınmacılar için sosyopsikolojik destek merkezi kurmuş, yüzlerce sığınmacının sorunlarının çözümü için çaba harcamıştır; “Umuda Doğru” adında bir dergiyi yayın yaşamına kazandırmıştır. Dergi halen yayınlanmaktadır. Zaman zaman, özellikle karakış günlerinde üstünde tek kat giysiyle ülkemize giriş yapan, sığınan kadın, erkek, çocuk, yaşlı insanlara giysi dağıtımını gerçekleştirmektedir. Daha önemlisi, Türkiye'de sığınma ve göç konularında kamuoyu oluşturma, politika üretme çabaları içine girmiştir. SGDD üyeleri, temsilcileri konuyla ilgili sempozyumlara, seminerlere, panel ve diğer toplantılara katılırlar, görüş üretirler, bildirirler; makaleler yazarlar. Amaç, toplumsal duyarlığın bu özel gereksinim grubu için de arttırılmasıdır. Konuyu, duyarlık göstererek ilgi alanına alan insanların sayısının artırılmasıdır. SGDD başındanberi konuyla dolaylı ilgili diğer STÖ'ni bir araya getirme, ortak projeler geliştirme gibi çabaların da içindedir. Aynı zamanda konuyla ilgili kamu kurum ve kuruluşlarıyla da ortak çalışmalara önem verir. Resmi kurumlarla görüşlerini paylaşır, kamu makamlarına sivil toplum bakışıyla yaklaşımlarını aktararak etkilemeye çalışır; tabii ki kamu makamlarından da farklı yaklaşımlar kazanır, anlamaya çalışır, değerlendirir. Herhalde kamu makamları ile sivil toplumun paylaşacağı görüşler ve uygulamalar toplumda en verimli sonuç alınan görüş ve uygulamalar olacaktır. Başka neler yaptı SGDD? Örneğin, bilgisayar ortamında Türkiye ve Dünya sığınmacı kuruluşları arasında ağ bağlantısı geliştirdi. Uluslararası ilişkilerini geliştirdi. İletişim kurdu, ortak çalışmalar yaptı. Örneğin, İsveç Mülteciler Konseyi ile Istanbul'da ortak seminer düzenledi. Ve benzerleri… Türkiye'de son yıllarda sığınma ve göç konuları güncelleştikçe derneğimizin 185 de sorumluluğu ve çalışma potansiyeli artmaktadır. Yeni yeni projelere katılmaktayız, eski ve bir dönem duraksayan birçok çalışmamızı yeniden canlandırma girişimleri içindeyiz. Dergimiz yayınlanmaktadır; WEB sitemiz güncelleştirilmiştir. Hocam bir STK olarak kendinizi, SGDD'yi nasıl tanımlıyorsunuz? Kurulduğunuz tarihten bu yana ilgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Biz bir sivil toplum örgütüyüz (STÖ), sivil toplum kuruluşu (STK) değiliz. Örgüt, enaz ikiden fazla insanın belirli bir amaç doğrultusunda biraraya gelerek maddi, manevi kaynaklarını bu amaca yönelik olarak işlerli kullanılabilecek biçimde düzenlemeleridir. Biz buyuz. Kuruluş ise bir örgütün (konumuz çerçevesinde bir sivil toplum örgütünün), örgüt olmak için gereksindiği kaynaklardan daha fazla kaynak yaratarak, sağlayarak o örgüte bağlı, özellikle bir bina ve içinde yaratılan amaca uygun hizmet verme düzenlemesidir; maddesel ve insan ortamının hazırlanmış olduğu yapıdır. Örneğin bir sivil toplum örgütü olan SGDD'nin şu sıralar bir kuruluşu yoktur. (Van'daki kuruluşumuz 2002'de projenin sona erdirilmesiyle kapatılmıştır.) Daha anlaşılır bir örnek: Lösemili Çocuklar Vakfı bir sivil toplum örgütüdür; bu vakfa bağlı Lösemili Çocuklar Hastanesi bir sivil toplum kuruluşudur. Dolayısıyla bir sivil toplum örgütü olarak kendimizi nasıl tanımlarız? SGDD, Türkiye'de sığınma ve göç konularına kendisini odaklamış, ama şu ana değin itiraf etmek gerekir ki bugüne değin daha çok sığınma konularına odaklanmış, konuyu topluma yayma, ilgi kazandırma, politika ve sorunlara çözüm önerileri yaratma, sunma ve uygulama, yardım ve destek sağlama amaçları olan bir sivil toplum örgütüdür. İlgi alanımız çerçevesinde yüklendiğimiz görevlere uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz derseniz, elbette düşünüyoruz deriz. Görevlere, misyonumuza tabii ki uygun davranıyoruz SGDD olarak. Uygun davranamazsak varlığımızı oluşturamayız, işlevimizi yerine getiremeyiz ve resmi ve sivil çevrelerde ciddiye alınmayız. Yok, bu soruyu, ilgi alanımız çerçevesinde yüklendiğimiz görevlere uygun yeterince hizmet üretebiliyor muyuz diye anlamam gerekiyorsa, hızla ve kesinlikle hayır, derim; maalesef hayır. Ankara'da kurulu tek bir derneğin tüm Türkiye'deki sığınmacı sorunlarını kapsayacak boyutta hizmet üretebilmesi zaten olanaklı değildir. Bunun için ne parasal, ne insan kaynağı yeterli olabilir. Ama, size bunun, ilerde SGDD için beni heyecanlandıran mükemmel bir hedef olduğunu söyleme hazzını da şurada bana yaşatın lütfen. Hocam elbette o hazzı yaşamanız bizlerin de arzusu olmalı. Peki şu soruya gelmek istiyorum. Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? 186 Bu bir yönüyle deminki sözlerimle bağlantılı bir soru. Üye sayısı sınırlı. Devletten yaşamı boyunca hiçbir maddi destek görmemiş, alanında tek olan bir dernek, destek görmediği içindir ki, insan kaynaklarını istediğince geliştirememiş, toplumun sivilleşmesi konusunda katılımcılığı ne ölçüde gerçekleştirebilir ki? Hele ki, sorunuzdaki, “hedef kitleniz ölçeğinde” belirlemesi işi daha da içinden çıkılmaz duruma getiriyor. Tabii ki sorunuz mükemmel ve geniş ufukları zorlayan ve olması gereken vizyonu çizme olanağı veren bir soru. Ancak bu güzel soruya yanıtım o denli içaçıcı olamayacaktır: Bugün için, tüm Türkiye'ye yaygın olan hedef kitlemiz ölçeğinde hiçbir yerden sağladığımız düzenli bir desteğimiz yok sivil toplum örgütü olarak. Ayrıca, katılımcılığı gerçekleştirmek, yaşam içinde yoğun hizmet ve buna koşut düşünce üretimi sağlamak, bunu disiplin altına almak ve tekrar hizmete yöneltebilirsek, ancak bunun sonucunda sağlanabilir. SGDD'nin hizmetleri, düşünce üretimine verdiği katkılar dışında- somut fiili hizmet boyutunda, Türkiye ölçeğinde sembolik kalır. O denli bir hizmet gereksinimi var ki Türkiye ölçeğinde… Sorunuzun kestirme yanıtı: Hayır. Hocam yanıtlar o denli samimi ve içten ki, hem karamsarlığı hem umudu içinde birlikte barındırıyor. Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Ve yeterli halk desteğiniz var mı? diye bir soru sormak geçiyor içimden ama sanki SGDD için daha akademik, hatta daha uzman destekli bir çalışma tarzı diye belki de sormalıyım! Bu heriki sorunun yanıtı farklı ve kısa olabilir ve gene de anlaşılır olacaktır sanırım. Örgütümüz içinde sorun analizi neden yapmayalım? Bunu yapamazsak kendimizi üretemeyiz ki! Hele ki son aylarda dernek bünyemizde oluşturduğumuz konuyla ilgili bir grup uzman arkadaşımızın katılımlarıyla bir danışmanlar grubu oluşturduk. Düzenli olarak toplanıp yeni gelişmeler üzerinde sadece analiz değil, sentezler de yapıyoruz kuşkusuz. Yeterli halk desteği olabilir mi, halkın görmediği, tanımadığı bir sorun alanında? Bu olanaklı değildir ve dünyanın hiçbir ülkesinde olanaklı değildir. Yeterli halk desteğinden çok, anlamlı, düşünce ve hizmet üretimini sağlayabilecek yeterli sayıda bir grubun desteği bize yetecektir. Buna da herhalde halk desteği diyemeyiz. Uzman desteği, akademik destek ya da gönüllü desteği diyebiliriz belki. Peki İlhan Hocam, sığınmacılar ve göçmenler olayı artık doğrudan devlet politikaları ile ilgili. Bu bağlamda, Devletin ya da resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl? Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? Devletin ya da resmi kurumların örgütümüze bakışı dönemden döneme değişkenlik gösteriyor. İzlendiğinizi biliyorsunuz. Düşünceleriniz ve 187 çalışmalarınız, devletin ya da resmi kurumların istediği doğrultuda değilse, farklı düşünüyorsanız, beklentilere uygun davranmıyorsanız örgüte bakışın olumlu olmadığını düşünebilmek için özel bir çabaya gerek yoktur. O noktada, enazından eskiden, denetleme kıskaçlarının sıklaştırıldığını duyumsuyorsunuz. Ele aldığınız konuda görüşleriniz devletin ya da resmi kurumların görüşleriyle örtüşüyorsa devletin ya da resmi kurumların örgütünüze bakışının daha iyi olacağını kabul edersiniz. Gene izlendiğinizi duyumsuyorsunuz ancak, örgüt olarak pek fazla somut ilgiyle karşılaşmamaya başlıyorsunuz. Bu konuda söylenmesi gereken genel doğru şudur. Devletle STÖ'leri arasında karşılıklı güvensizlik ve iletişim kopukluğu çok uzun yılların sorunudur. Sorunun nedeni bana sorduğunuz sorular arasında yeralmıyor; bu nedenle o yönüne girmiyorum işin. Türkiye sivilleştikçe bu güvensizlik ortadan kalkacaktır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarının temel özellikleri herkesçe bilinmektedir. Sivil asker bürokrasinin, başka deyişle seçkinci asker sivil aydınların hem düşünce, hem hizmet olarak yapılandırdığı Cumhuriyet yönetiminde resmi kuruluşların sivil topluma bakışı herkesçe malumdur. Toplumun sivilleşmesi uzun zaman istiyor. Toplumu ve sivil yapıları koruyucu ve denetleyici otorite gözüyle algılayan bu yapının sivil toplumu benimsememesi ve güvenmemesi de tarihsel bir evredir ve bu evrenin kaçınılmaz olduğu kabul edilmelidir. Önemli olan, (a) sanayileşme, (b) kentleşme, (c) ekonomik ve siyasal olarak dışa açılma, (d) ulusal ve uluslararası iletişimin yoğunlaşması, (e) yönetim erkini buna uygun örgütlenmesi, (f) dış kaynakların bu yöndeki müdahalelerine (AB, ABD) açık olup olmama ve benzeri başka değişkenler yoluyla toplumbilimsel olarak toplumda sivilleşme yaygınlaşacaktır. Türkiye bu aşamaya gelmiş durumdadır. Toplumsal tarihsel olarak kanımca bu sürecin başlangıcındadır. Bu süreç içinde Türkiye'de devlet ve resmi kurumların STÖ'ne bakışları da değişecektir, değişmektedir. Kuşkusuz bu tek taraflı bir olgu da değildir. STÖ'nin devlet ve resmi kurumlara bakışı da yukarıda belirttiğim toplumbilimsel değişkenlere koşut olarak hiç de olumlu değildi. Kim haklıydı kim haksızdı bu görüşmenin konusu herhalde bu değildir. Son dönemde, bu değişkenlerin etkisiyle karşılıklı değişim başlamıştır. STÖ'ler de artık ille muhalefet değil, işbirliği yollarını arama noktasında bulunmaktadır. Bu güzel bir gelişmedir. Kuşkusuz, istenen, beklenen de budur, bu olmak gerektir. Bakışlar, amaçlar, anlayışlar ve beklentiler kamu ve sivil kesimde ortaklaştıkça geliştirilecek politikalar ve verilecek hizmetler de daha yaygın ve etkin olacaktır. Bu genel açıklamadan sonra sorunuza deneğimiz ölçeğinde somut yanıt vermem gerekiyorsa, Devletin ya da resmi kurumların örgütümüze bakışı derneğimizin içinde bulunduğu son dönemlerde, eskiye yönelik tek taraflı kuşkular, küçük mevzi tıkanıklıklar hala görülmesine karşın çok olumlu ve işe açık, işlevsel durumdadır. Gereksinim durumunda diyalog kurabilmenin ötesinde işbirliğine girebiliyoruz. Bu, salt devletin bakışının değişmesi, güven 188 duyması ile ilgili de değildir. İçinde bulunduğumuz koşullar bir ortak paydada buluşmayı ve karşılıklı desteği kaçınılmaz kılmaktadır. Bu saptamanın temelinde de, yukarıda kısaca değindiğim tarihsel toplumsal koşullar yatmakta; yani toplumbilimsel süreç işlemektedir. Bu süreç içinde her iki tarafın da iyiniyetli olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu çizdiğim anlatımı doğru kabul edebilecek tarafsızlığı içimizde taşıyorsak, SGDD olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda da şu sıralarda hiçbir engelle karşılaşmadığımızı söylemeliyim. Engeller varsa, mevzi engellerdir; daha fazla diyalog kurulamamakla, ortak tartışma platformunda yeterince yeralamamakla ilgili engellerdir ve bu engeller zamanla aşılmaktadır. Serbest çalışma konusu bugünün genel sorunu değildir. Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? Bu sorunuzu iki boyutuyla yanıtlamaya çalışayım. Önce olumsuz yanıttan başlayayım. Alanımız dışındaki sivil toplum örgütleriyle işbirlikleri kurma gereksinimi bugüne değin öne çıkmadı. Bunun bir nedeni, gereksinimin ortaya çıkmaması ise, diğeri de kendi alanımızla ilgili STÖ ile iletişim geliştiremiyoruz ki, diğer STÖ'ne zaman bulalım. Ancak, kendi alanımızla ilgili sivil toplum örgütleriyle ilişki kurup ortak düşünce ve hizmet üretmeyi, seçtiğimiz alanda başarılı olmanın gereği sayıyoruz. Gene de bu iletişimi istediğimiz gibi kurup geliştiremiyoruz; itiraf etmeliyim. Birçok kez değişik ortamlarda bir araya gelince buluşalım diyoruz, birbirimize gidelim, diyoruz; ancak bugüne değin hiçbir STÖ ile bunu gerçekleştiremedik. Tekrar biryerde karşılaşınca, buluşamadık, neden diye soruyoruz birbirimize, hep zamansızlık sorunu öne çıkıyor. Birçok arkadaşımız iyiniyetli ve görüşmek istiyor; zaman ayırma konusunda tıkanıp kalıyoruz. Bilirsiniz STÖ'de etkin çalışanlar, iş üretenler birkaç kişi zaten. Bunların da hem ekmek kapılarında çalışmaları, hem aynı kişilerin birkaç STÖ'ne parçalanmış olmaları ve hem de yerlerine bir başkasının yollanması lüksüne sahip olunamaması gibi nedenlerle zaman sorunu ciddi bir engelleme öğesi oluyor. Doğal ki bir de büyük kentlerde, işten çıkıp evi yerine uzun yolculukla kentin başka yerlerindeki toplantı yerlerine gidilmesi vs. büyük özveri gerektiriyor artık. Bu da engelleyici. Bu durum bir sorundur ve bizlere çok sıkıntı veriyor. Ev, işyeri ve gönüllü çalışmak için gitmesi gereken STÖ'nün adreslerinin birbirine uzak olması insanı çaresizleştiriyor. Uzun süre dayanamıyorsunuz. Bu sorun nasıl aşılabilecek bilemiyorum gerçekten. Bir de gönüllülük ruhunun ortadan kalkmış olması, herkesin bir gelir sağlamak için STÖ'ne gelip gitmeye başlaması gerçek gönüllüleri de bir gün geliyor bezdiriyor. Bir süre sonra umduğu parayı alamayacağını anlayan gönüllünün gönüllülük gösterisi de 189 bıçakla kesilir gibi bitiyor ve ortadan kaybolunabiliyor. Para beklentisi ve ödemesi gönüllülüğü herkeste derhal bitiriyor. Bunda, AB'nden alınan projelerin etkisi de var, toplumsallaşmanın bu tarihsel sürecinde yaşanan bireyselleşme/kentleşme olgusunun dayanışma ve gönüllülüğü iğdiş etmesinin etkisi de… Bu olumsuz yanıttan sonra olumlu bir yanıt da vermek istiyorum. SGDD olarak daha 2000'li yılların başında gerçekleştirdiğimiz, bir süre sürdürülebilen ve anlaşılabilir nedenlerle sonaeren “Mülteci Platformu” girişimimiz vardı. Beş STÖ zaman zaman bir araya gelerek düşünce paylaşımı ve beyin fırtınası yapıyorduk. Bu düşüncemizi yeniden uygulamaya koymak istedik ve düşüncemizi konu ile ilgili 15-20 STÖ'nün bulunduğu birkaç ortamda açıkladık. Kimse karşı çıkmıyor, herkes bu düzenli görüşmelerin yararına ve önemine inanıyor, ancak, yukarıda sayılan ve sayılmayan nedenlerle olacak, hala bir araya gelmeyi gerçekleştiremedik. Bunda, bir araya gelip havanda su dövüyoruz umutsuzluğunun ya da kanıksamışlığının da etkisi var mı bilmiyorum. Ancak, şunu biliyorum ki, birçok arkadaşımız bunu istiyor ve ancak gerçekleştiremiyor. Bir sıkıntı var. Nasıl aşarız? Birbirimize sorarak çözümler üretmemiz gerek. Şunu yapabiliyoruz: Bir iki STÖ ortak bir konuda randevulaşıp görüşebiliyoruz. Bu da daha çok alınmak istenen bir proje üzerinde oluyor ve tekil kalıyor. Mülteci Platformunu mutlaka geliştirmenin yolunu bulmak zorundayız. Şu söyleyeceğimin sadece bir niyet olduğunu biliyorum ama, söylemeliyim: Az sayıda da olsak biraraya gelerek ortak aklı yaratmalı ve geliştirmeliyiz. Projeler bazında, ortaklık (partnerlik) oluşturabiliyoruz. Ne kadar sürüyor bu? İlkeler ve ülküler ortaklığında sürmüyor da, projelerin varlığı süresince sürüyor. Bunu söylemeliyim. Hocam hazır projelerden söz etmişken şu AB mevzuuna gelelim. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Yaratabilir mi diyorsunuz, bence yarattı bile. 17 Aralık 2004 itibariyle yarattı. Müzakere tarihinin belirlenmesi, örneğin bizim derneğin ilgi alanı için konuşacak olursak, AB kazanımlarına (müktesebatına) uyumlu sığınma yasasının çıkarılmasını öncelediği için hem dernek olarak biz, hem ilgili diğer kuruluşlar bu konuda çalışmalarımızı hızlandırdık. Biliyorsunuz, Türkiye'nin bugün dayandığı sığınmacı mevzuatı TBMM tarafından onaylanmış olan 1951 yıllı Cenevre Sözleşmesidir ile 1994 yılında çıkarılan bir yönetmeliktir. Sığınmacı konusunu ve sürecini belirleyen bir yasa yok Türkiye'de. Bu yasanın çıkarılması gerekiyor. AB'ne giren tüm ülkeler, Yunanistan, Bulgaristan da içinde, bu yasayı çıkartılar. Türkiye, üzerinde çalışıyor. Bu 190 Konuda zaman zaman seminerler, kamu sivil paydaşlığında toplantılar yapılıyor. Ancak, bizi üzen, bu tür toplantıların daha çok BMMYK'nın (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) gibi başka örgütlerin girişimleriyle gerçekleşebilmesi. Gönül ister ki, konuyla ilgili kamu ve sivil paydaşlar birbirini davet etmeyi başararak bir araya gelebilseler ve kendi iradeleriyle bu çalışmaları ortak yürütebilseler. herşeye karşın ve istenildiği kadar hızlı yürümese de gelişmeler var. Sivil toplumla kamu makamları arasında karşılıklı anlayışa dayalı bir işbirliğinin ortaya çıktığını gördükçe insan seviniyor. BMMYK gibi uluslararası kurumların “kapasite geliştirme” söylemiyle, ilgili STÖ'leri bir araya getirme çabaları kuşkusuz çok olumlu ve gerekli, ancak, bu kapasite geliştirmeyi biz, STÖ'leri kendi potansiyelimizle yapabilecek durumda olsak çok daha iyi olacak. Bu noktada değiliz henüz maalesef. O zaman da diyorsunuz ki, demek ki, Türkiye'de sivil toplum örgütlerinde kapasite geliştirme sıkıntısı var ki, harekete geçiren güç biz olamıyoruz. Bu toplantıları bir uluslararası kurum önayak olup yapıyorsa, demek bu noktadayız, buna gerek var ve doğru yapıyor. Ne diyeceksiniz, bu girişimleri de, sorunuzdaki gibi, bir fırsat olarak görmekten başka? Ancak, inanıyorum ki Türkiye'deki STÖ'leri bu aşamaları birgün aşarak kendi ayakları üzerinde duracak konuma gelip, deneyim kazanıp çok isler başaracaklar. İlhan hocam son sorumu izninizle sormak istiyorum. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de sivil hayat bugün itibariyle ne durumda? Kim ne derse desin, geçmişle kıyaslandığında, hem sivil toplum örgütlenmelerinin, hem sivil toplumculuğun daha bir ileri bir noktada olduğunu görüyorum. Neden? Bir: Sivil girişimler daha sivil bir bilinçle algılanabiliyor. Bu sivil bilinç şundan önemli. Eskiden sivil bilinç dendi mi, otomatikman muhalefet olma gibi algılanıyordu. Eskiden demokratik kitle örgütleri olarak adlandırılan bu örgütlenmeleri özellikle resmi otorite muhalefet olarak görüyordu ve gelişmeler de o yönde oluyordu. İki: Kamu gücü, sivil örgütlenmeleri, eski yıllara göre, daha bir kabul etme noktasındadır. Liberal ekonomide yeralan “girişimciliği” (müteşebbis) çok uzun süredir anlayan ve destekleyen devlet otoritesi artık yavaş da olsa ekonomik değil sosyal boyutlu “sivil girişimciliği” (sevmediğim bir terim de olsa, insiyatif denilen…) benimser noktadadır. Üç: Eskiden Devlet, devleti salt bürokratların koruduğunu, halkın iyiliği için salt kendilerinin sorumlu olduğunu düşünürler, kamu görevlileri dışında herkesi Devlet için potansiyel tehlike olarak algılarlardı. Bu bakış karşısında kalan sivil girişimler (eskiden demokratik kitle örgütleri denirdi) de 191 otomatikman karşı tavır alır ve bodoslamasına bir muhalefeti sivilliğin özelliği olarak görürlerdi. Dört: Örgütlenme temelinde sivil girişimler, yurtdışı bağlantıları geliştirmeye başladılar. Efendim, AB bunu bilerek yapıyor, yok, ABD'nin farklı amaçları var, konu bu değil, ama gerçek bu. Yurtdışından gelen bir düşünce kaynağı ve parasal kaynak var ve bu kaynaklara açılmak istiyor STÖ'leri. Bu da sivil anlayışı geliştiriyor, sivilleşmeyi hızlandırıyor. Karşı olanlar da benimsemeye başlıyorlar bunu ve hala karşı olanlar nicelik bağlamında küçülerek, kıyısal (marjinal) kalıyorlar. Beş: 2004 yılının Kasım ayında çıkarılan yeni Dernekler Yasası, dernekleri, istendiği kadar olmasa da, resmi otoritenin karşısında oldukça rahatlatmıştır. Birçok gerilim yaratan ayrıntı ortadan kalkmıştır. Bu rahatlama resmi otoritenin de rahatlamasına yol açacaktır. Bu gelişme de, zaman içinde, hem devletin sivil örgütlenmelere bakışını yumuşatacak hem de sivil toplum girişimlerine ivme kazandıracak, özdenetimlerini arttıracaktır. Altı: Bilgi ve Belge Edinme Yasası, yavaş da olsa devlet aygıtının sivil anlayışa bürünmesine kapı açıyor, açacak. Sivil toplum devletten bilgi istiyor ve alıyor, alacak. Eskiden en güncel bilgi bir kişinin anlayışıyla devlet sırrı diye söylenerek verilmeyebiliyordu. Şimdi kamu yönetimi de anlayış olarak sivilleşme sürecindedir. Birkaç kuşak sonraki kamu görevlilerinde yurttaşın istediği bilgi neden verilmesin ki anlayışı yalın bir doğru durumuna gelecektir. Yedi: Kuşkusuz, beğenelim beğenmeyelim, bu -olumlu- açılımlar AB'nin getirdiği ölçütler ve dayatmalar sayesinde olmuştur, olmaktadır. Keşke toplum bu açılımı kendi dönüşüm süreci içinde kendi yaratabilseydi. O tarihsel-toplumsal evrede değil toplumumuz demek ki. III. Selim'den bugüne değin tüm reform hareketleri Avrupa kaynaklı olmuştur; bugün de öyle. Bu ekonomik yapıdan çağdaş bir toplumun yaratılması, kendi iç dinamikleriyle olamıyorsa, dışardan alım yoluyla ilerlemeler etkili olacaktır. Burada sıkıntı, yurtdışı kaynaklı üstyapısal değişim dayatmaları toplumun altyapısı, yani ekonomik yapısı da buna uygun değilse ya da hızla uygunlaştırılmazsa aynı III Selim'de ve Osmanlı'daki diğer ıslahat hareketlerinde olduğu gibi, ters tepmelerin yaşanabilme olasılığıdır. Kuramsal olarak böyle bu. Ancak, kişisel kanım odur ki, zorlu dönemeçlerden geçeceğiz, zorlanacağız, ve toplum bu sivilleşme girişimlerini artık itmeyecek, kendisini bu yeniliklere bu kez hazırlayacaktır. Ekonomi bunu sağlayacak yapıda gibi geliyor bana. Bugün yapılamayan şudur: STÖ'ler siyaset alanında da görüş üretip çözüm önerileri sunabilmeliler. Ancak, 12 Eylül darbesinden sonra depolitize edilen gençlik ve sivil toplum örgütlerine siyasi düşünce açıklama yasağı sivil toplumdaki siyasal düşünce açıklama, çözüm üretme potansiyelini de yaygınlaştırarak iğdiş etti. Şimdi bunu istemleyen de yok artık, belirli ve dar çevrelerin dışında. Oysa STÖ'leri Türkiye'nin sorunlarına, tamam, diyelim ki seçtikleri ilgi alanının içinde, sürekli görüş üretip partilere görüş kaynağı, hükümetlere baskı öğesi olabilirler. Oysa bu dönemde yaygın olarak istenen, bol paralı bir proje elde ederek, 192 derneği ya da vakfı ayakta tutmak ya da zengin bir iş potansiyelinin içine sokmak. Bu modelde de gönüllülük aksamaya, giderek yitmeye başlıyor, birkaç ücretli elemanla STÖ çalışmaları sürdürülüyor. Kaçış yok; herhalde buna alışacağız. Son söz olarak şunu belirtmek istiyorum: Sivil yaşam kendisini dayatmaya, resmi otorite bu yeni gelen modeli benimsemeye başlamıştır. Resmi otorite ile sivil örgütlenmeler arasındaki güvensizlikler, buzlar eriyecektir. Bu zaman ister. Karşılıklı anlayış ve diyalog ister. Halksız devlet olmadığını herkes benimseyecektir. Halk kamu örgütlenmeleriyle birlikte toplumun kalkınmasına katkı verecek ve mutlu olacaktır. Sivil yaşam gelişecektir. Bunda STÖ'leri önemli rol oynayacaklardır. Kendileri gelişerek toplumu geliştireceklerdir. Toplum örgütlenerek sivilleşecektir. Kamunun sivil yaşama bakışı da sivilleştikçe kamu otoritesi içsel gerginliğini bırakacaktır. Bu da toplumsal yaşamın topyekun hem daha üretken, hem daha gerilimsiz olması sonucunu doğuracaktır. Türkiye kazanacaktır. *Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD) Association for Solidarity with Asylum-Seekers and Migrants (ASAM) Prof.Dr. İlhan Tomanbay-Başkan Atatürk Bulvarı 105/903, Sanlı Han, Yenişehir TR-06650 Ankara Tel : 0312.425 55 96 e-mail : [email protected] URL 193 : www.sgdd.org.tr Sivrice Hazar Gölü ve Çevresini Koruma, Yaşatma Derneği (HAGÖK-DER)* Veysi Arslan-Başkan Fethi Aydın-Eski Başkan (Gezin Belediye Başkanı) Diyorum ki önce Hazar Gölü Koruma ve Yaşatma Derneğini tanıyarak başlayalım. Ne zaman ve hangi amaçla kuruldu. Derneğiniz neler yapar Veysi bey? Veysi Arslan: Derneğimizin kısa adı HAGÖK-DER'dir. Derneğin kuruluşu ihtiyaca binaen oluşmuştur. Korunacak olan bir değer vardır. Ve bu değerle ilgili olarak da kurulmuş bir sivil toplum örgütüdür. Kurulduğu 2000 yılından bu yana çeşitli çalışmalar yürütmüş bir derneğiz. Şunu rahatlıkla ifade etmek mümkün ki; derneğin çalışmaları sayesinde bugün artık Hazar Gölü basit bir su birikintisi olarak görülmüyor. Artık Hazar Gölü bir insanlık değeridir. Bu konuda ortak bir fikir oluşmuştur. Dolayısıyla gerek bölge insanı, gerekse çevre ile ilgilenenler, ayrıca merkezi yönetimler bu konuda daha duyarlı bir hale gelmişlerdir. Ama yine de arzulanan noktada olduğumuzu söyleyemeyiz. Bilindiği üzere Hazar Gölü Tektonik (çöküntü) bir göldür. Geçmişte çevresinden yararlanılan bir göl, bir su birikintisi gibi algılanmıştır. Ancak sonradan durum değişmiştir. Bugün çevresinde 1000'in üzerinde yazlık konutlar, balıkçı barınakları var. Biri ilçe olmak üzere iki belediyeliğimiz, ve onlarca köyümüz var. Gezin ve Sivrice belediyeleri de göl kıyısındadır. Şimdi asıl sorun şu: Hazar Gölü bu doğal hali ile duruyorken bir süre sonra elektrik üretmek amacıyla önce devlet, daha sonra da özelleştirme idaresi 1996-98 arasında Bilgin Elektrik Şirketi ile sözleşme imzaladı. 1998'de özelleştirme İdaresi ile sözleşme imzalanınca elektrik üretimi başladı. Ve elektrik üretiminin başlamasıyla birlikte de Hazar Gölü'nde su kaybı da başladı. Çünkü su çekilerek elektrik üretiliyor. Tabii ki su çekilerek elektrik üretilirken de doğal varlık yok oluyor. Önemli bir doğal ve kültürel miras olan o büyük güzellik, doğa harikası yok edilmeye terk ediliyor. Dolayısıyla aslında gölün değeri bu tahribatla birlikte ortaya çıkıyor. Bölge insanı yazın, ya yaz boyunca ya da günübirlik olarak göl ve çevresini kullanıyor. İşte bu denli yoğun ve yaygın kullanılan bir alanı insanların elinden almak istiyorlar. İşte tam da bu aşamada insanların göle bakışında farklı bir perspektif ortaya çıkıyor. Fethi Aydın: Biliyorsunuz ben yakın zamana kadar derneğin başkanıydım. Gezin Belediye Başkanı olduktan sonra görevi Veysi Bey'e bıraktım. Ama Belediye Başkanı olmam derneğin aktif üyesi olmamı engellemiyor. Dernek hangi ihtiyaçtan doğdu? Göl 1980'lerden sonra ciddi bir turizm değeri olarak ortaya çıkmıştı. 1980'lerden önce de gölden enerli üretiliyordu. Ama 194 turizm değeri olarak da önemseniyordu. Ama 80'lerden sonra asıl turizm değeri anlamında ciddi ölçülerde boyut kazandı. Dolayısıyla turizm yönü gölü çok daha fazla öne çıkardı. Özellikle 1990'lı yılların ikinci yarısına geldiğimizde artık gölün kıyısında binlerce yazlık oluşmaya başlamıştı. Ve derneğin kurulma süreci de işte bu yoğunlaşmadan sonraya denk gelir. Turizm ve kullanım değerleri elden gitmeye başlayınca sıkıntılar boy göstermeye başladı. Tatil yapmak, dinlenmek için de insanlar giderek yoğunlaşan bir taleple gölü ve çevresini kullanmayı sürdürdüler. Ama bir taraftan da elektrik enerjisi üretilirken gölde su kaybı da başladı. Kıyılar bozuldu. Bataklıklar sazlıklara oluşmaya başladı. Su kalitesi giderek bozuldu. Göldeki mavi bayrak kaybedildi. Kirlenme başladı. Ama asıl en büyük tehlike de su kaybı ile başladı. Ve insanlarda göl elden gidiyor, mantığı oluşmaya başladı. Kirlenme ve su kaybı 2002'ye geldiğimizde kimi kıyılarda yatay olarak 400-500 metreye varan su çekilmelerine neden oldu. İşte tam da bu aşamada gölü korumanın bir yolunun bulunması gerektiği ortaya çıktı. Bizden önce arkadaşlarımız bu süreci başlattı. Sonra bizler de müdahil olduk. 2002'de biz yönetime geldik. İşte şimdi de gördüğünüz gibi arkadaşlarımız sürdürüyor. Tabii ki derneğin çalışmaları da çok önemli sonuçlar doğurdu. Hazar Gölü Koruma Derneğini bir sivil toplum kuruluşu olarak nasıl tanımlıyorsunuz? Bu kuruluş süresince dernek gerçekten misyonuna uygun davranabildi mi? İsterseniz bu soruma katılımcılık ve halk desteği boyutunu da ekleyebilirsiniz? Veysi Arslan: Sivil toplum örgütleri gerçek anlamda sivilleşme eğilimi gösterdiklerinde sivil toplum örgütü olurlar. Biz Hazar Gölü Koruma Derneğinin faaliyetlerini 2002-2003'te yoğunlaştırdık. Özellikle 2003'te Elazığ'daki sivil toplum örgütlerinden 70 tanesiyle, sonra da Diyarbakır'dan aynı desteği alarak çok aktif bir şekilde kamuoyunun karşısına çıktık. Bana göre 3-4 yaşlarındaki çocukların sürekli olarak “Hazar Gölü Ölmesin” , “Hazar Gölü Mavi Kalsın” sloganlarını dillerine dolamaları bir STK olarak bizim kendi misyonumuza uygun olarak gösterdiğimiz başarının, gayretin ifadesidir. Ama gerçekten hedefe ulaşılabilmiş midir? Diye de sorulabilir. Elbette ki hayır. Buralarda hala toplumda çevre bilinci yeterince gelişmemiştir. İnsanlar hala çevreyi hoyratça kullanmaktadır. İnsanımız maalesef bu eğitimi alamamıştır. Bir yerde de bu türden çevreci faaliyetlere insanımız yeterince duyarlı değildir. Öte yandan resmi yöneticiler, gerek Vilayet bazında, gerekse ilçe yönetimindeki insanların sivil toplum örgütlerine bakışları halen tartışmalıdır. STK'ların çalışmalarında başka şeyler aranıyor. Dolayısıyla bu STK'ların tam anlamıyla sivilleşmelerini istemiyorlar. Böyle bir engel de var. 195 İhtiyaç halinde devlet kurumlarıyla diyalog geliştirebiliyor musunuz? Diyalog kurulamıyorsa engeller nelerdir? Katılımcılık ve halk desteği mevzuu da dahil edilebilir. Fethi Aydın: Aslında sivil toplumculuk anlamında dernek bir zoru başardı. Elazığ'daki bütün sivil toplum örgütleri, sendikalar, ve dernekler bir araya geldiler. Bu önemli bir gelişmeydi. Örgütlenme ihtiyaçtan doğdu. Ve ilk kez bir araya geliniyordu. Açıkçası Elazığ bu kabil işlere pek alışkın da değildi. Sağ olsunlar bir çok sivil toplum örgütü temsilcisi arkadaşımızın duyarlığını yaşadık. Çok sevindiriciydi. Çok kısa sürede Hazar Gölü sorununda bir araya gelindi. Birlikte bir çok etkinlikler yapıldı. Basın açıklamaları, protestolar, çevre günü, yürüyüşler yapıldı. Bu birlikteliklerin ciddi bir ses getirisi oldu. Belki o ana kadar çevreye karşı çok bilinçli şekilde duyarlı davranmayanlar, sorunun ciddiyeti karşısında ilgi duymaya başladılar. Elazığ kamuoyunda ciddi bir duyarlılık oluştu. Herkes “Aman gölde neler oluyor?” demeye başladı. Sanırım bu yönüyle katılımcılık anlamında çok zor bir işi de başarmış olduk. İşin resmi boyutunda aynı duyarlılık oldu mu? diye sorulabilir. Maalesef olmadı. Demokrasi kültürümüz o konuda çok yeterli değil. Devletin ya da ilgili resmi organların sivil toplum örgütleri ile bu anlamda sorunun çözümünde bazı şeyleri paylaşması, birlikte davranması, hatta STK'lardan yararlanması çok alışıla gelmiş bir durum değil. Dolayısıyla onlardan arzu ettiğimiz ilgiyi pek de göremedik. Çok kapalı durmasalar da; başlangıçta bakalım, edelim dense de, yakınlık gördüğümüzü de söyleyemem. Ama daha sonra İl Çevre Birliği ile, Çevre Bakanlığının ilgisi biraz daha arttı. Çevre, Kültür, Turizm, Bayındırlık, DSİ ile birlikte Valilik dahil toplantılar yapıldı. Görüşler tartışıldı. STK'ları temsilen de katılımlar oldu. Biz de dernek olarak katılım sağladık. Ne yapabilirizi tartışıp konuştuk. Ama çok somut sonuçlar henüz alınabilmiş değil. Bir çaba da var tabii. Veysi Arslan: Şimdi bu işin tabi bir de üniversite boyutu var. Tabii yine de bu sivil toplum örgütlerinin gayreti ile oldu. Fakat Fethi Hocamın da dediği gibi henüz istenilen sonucu alamadık. Herkes bir sorun olduğunu biliyor. Hatta sorunun çözümünü de biliyor. Pek çok panel, pek çok bildiri, pek çok etkinlik de var. Yapılıyor, yazılıyor. Ankara'da Elazığ Kültür ve Tanıtma Vakfı'nın katkıları da var. Parlamenterler meclise soru önergesi de verdi. Tabii bizim derneğin çabası sonucu oldu bu. Fakat maalesef henüz sonuca gidemedik. Yani öyle anlaşılıyor ki; rant odakları çok daha örgütlü. Ve çok daha güçlü gibi mi? Cevap : Veysi Arslan: İşin gerçeği şu: Hazar Gölünden şu anda çok güzel çok tatlı paralar kazanılıyor. Bu tatlı parayı kazanan şirket bazı yerlere de bir miktar kullandırıyor her halde. Gerçeği bu! Benim şahsi kanaatim de bu! 196 Dolayısıyla burada kazanılan bu güzel para her halde bazı yerleri de susturuyor. İşin gerçeği bu. Yoksa geri dönüp işin hukuki boyutuna bakıyoruz. Uluslararası sözleşmelere aykırı, Türkiye'deki Çevre Hukukuna aykırı, Kıyı Koruma Kanununa aykırı. Yani akla gelecek her şeye aykırı. Zaten akla da aykırı. Ama şirketle yapılmış bir sözleşme de var. Kimseler de bu sözleşmeyi iptale yanaşmıyor. Yani savcı harekete geçmiyor. Parlamentoda iki defa konuyla ilgili çaba içine girilmiş sonuç alınamamış. Dava açıyoruz, sonuç alamıyoruz. O zaman nedir bu? Demek ki bir şeyler var! Fethi Aydın: Özellikle Çevre Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu bu konuda o kadar açık ve net ki! Tabii ki doğal varlıkların korunması anlamında. Ya da 1994 yılında alınan bir kararla uluslararası anlamda korunması gereken bir sulak alan Hazar Gölü. Çevre Bakanlığınca bu böyle. Bütün bu bağlayıcılıklara rağmen gerçekten de kanunların işlemesi anlamında somut bir şey yok. Ya da ilgili bakanların resmi kurumların bu sözünü ettiğimiz yasaları, hukuku işletme anlamında hala ciddi bir çabaları yok. Bu nedenle biz işi bir de adli boyuta taşıdık. Sivil toplum örgütleri ile beraber, yatırımı olanlarla, yazlıkçılarla, bireylerle beraber adli organlara taşıdık. Bilirkişiler yoluyla gölde oluşan hasarı, tahribatı tespit ettik. Ardından da Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunduk. Sözünü ettiğimiz yasal mevzuatın devreye girmesi ya da bunun uygulayıcılarının bir şekilde harekete geçmesini sağlamak için hızlandık. Henüz başlangıç aşamasındayız. Umarım sonuç alacağız. Ayrıca yeni bir çabamız daha var. Aynı zamanda idari yargıya da taşınıyoruz. Kimi görüşmelerimiz var. Biz derneğin dışında göl kıyısındaki bir belediye olarak da tarafız. Çıkarlarımızı korumak istiyoruz. Dernek ve STK'ların birlikteliği ile tabii. Çok yönlü olarak bütün kanalları kullanıyor ve yargıda da çözüm aramaya çalışıyoruz. O zaman şu soruya gelelim derim. Gerçi konuşmalarınızın içinde Elazığ ve Diyarbakır'da konu ile ilgili ciddi bir sivil toplum mutabakatının da oluştuğundan söz ettiniz. Ama bu yaptığınız çalışmalar esnasında kalıcı partner ilişkileri gelişti mi? STK'lar arasında tabii! HAGÖK-DER ile birlikte diğer STK'lar arasında kalıcı ortaklıklar var mı? Veysi Arslan: Şimdi sayın başkan Fethi Hocamın da belirttiği gibi bizim Elazığ insanı bu tip çalışmaya ve bu tip tepkiye pek alışık değildi. Fakat 2003'te çok güzel bir örgütlenme oluştu. Bu gerçek manada 70 dolayında sivil toplum örgütü, sendikalar, meslek odaları, siyasal partiler de katıldı bu STK'lar birlikteliğine. Ben bu şehirde Elazığ'da 50 yaşıma geldim. Görmediğim ve tanık olmadığım bir şeyle tanıştım. İşte bu tanıştığım mucizeyi HAGÖK-DER başardı. Ve halen de bu beraberlik devam ediyor. Bu sene de yine 2005 yılı programımız ne olacak diye hep beraber toplandık. Çalışma sistemimiz 197 şöyle; Hem Elazığ kamuoyunu ilgilendiren özeldeki sorunlar, hem de geneldeki sorunlar için kararlar alıyoruz. Genel sorunlara bir örnek verirsek, Tsunami depremi ile ilgili hemen bir dönem başkanı seçtik. Mesela bu sene dönem sorumlusu Elazığ Barosu oldu. Şimdi şu soruyla devam edelim derim. Çevre ve Kültür değerleri ile ilgili alan, Avrupa Birliği çalışmaları içerisinde çok ayrıcalıklı bir yer işgal ediyor. Buradan yola çıkarak sizce 17 Aralık 2004 Avrupa Birliği süreci sivil alanla ilgili yeni açılımlar yaratabilir mi? Veysi Arslan: Bu konuda şunu söylemek isterim ki, AB'ye geçiş süreci ile Türkiye'de pek çok yeni konu, yeni alan insanların önüne sunuldu. Yani bugüne kadar sanki biz insan değildik. Daha yeni farkına varıldı! Ya da bugüne kadar bahsedilen değerler sanki bilinmiyordu da yeni keşfedildi gibi. Aslında bir anlamıyla bu hayırlı bir gelişme. Gerçi biraz zorlamayla oluyor ama olsun. İnsan olduğumuzun hatırlanması, insanların ortak paydasında olan değerlerin anlaşılması çok iyi bir gelişme. Ben Avrupa Birliği süreci ile bu işin daha da iyi bir yola gireceğine gerçekten inanıyorum. Belki bizim toplumumuzun içsel dinamizmiyle değil de, birazcık baskı ile olacak. Ama olsun diyorum. Neticede çevre duyarlığı yerini bulacak. Bu bir gerçek. Türkiye hukukunun cevap vermediği/veremediği yerde konuyu uluslararası hukuka götürme hakkımız var. Biz bu konuda öncelikle Türkiye hukukunu kullanacağız. Sonra da gerekirse dışarıya gideceğiz. Fethi Hocam heyecanınızı görüyorum. Ve mutlaka Veysi Beye eklemeleriniz olacak ama, isterseniz şu sorumla birlikte yanıtlayın veya ekleyin. Siz geçmişten beri sivil alanla ilgilisiniz. İşte şimdi de sivil hayatın bir başka boyutu olan Belediyeciliği hem de başkan olarak yapıyorsunuz. Geçmişte bir dönem daha Gezin ilk belediyelik olduğunda da başkanı sizdiniz ben bilirim, dostluğunuza sığınarak. Geçmişle kıyasladığınızda sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Sizce Türkiye'de sivil hayatın hali pür melali ne durumda? Fethi Aydın: Daha iyi durumda olduğumuzu söylemek mümkün. Gerçekten bugün itibariyle Elazığ'da böyle bir birlikteliği başarmış olmak bile hepimizi müthiş heyecanlandırıyor. Umutlandırıyor da! Bu tabii AB sürecinden sonra bir çok konuda, özellikle de çevre konusunda çok iyi gelişmelere gebe. Şuna inanmak istiyorum. Yasal mevzuatın daha hassas uygulanacağı yönünde ciddi beklentiler var. Resmi kurumlarla ilgili bu manada ciddi eksiklikler vardı. Kıyı Kanununu işte herkes biliyor. Ama aynı zamanda Kıyı Kanununa aykırılıkları da herkes görüyor. Ama Kıyı Kanunu işletilemiyor. Çevre Yasası ile de aynı durum söz konusu. Uygulayıcılarda problem var. Umuyor ve diliyorum ki, AB sürecinden sonra bunlar çok daha ciddi şekilde ortaya çıkacak. Ya da uygulanmazlık edilemeyecek. Çünkü 198 sonuç olarak bu anlamda ciddi bir bilinç de oluştu. İnsanlar da bilinçli ve duyarlı. Zaten somut verilere de ulaşıyoruz. Gelişmeler de var. Özellikle gölde kirlilik önleniyor. Çevre temiz tutuluyor. Geçen yıl valiliğin önderliğinde belediyeler de katılarak Hazar Gölü Mahalli İdareler Birliği kuruldu. Bu birlik yoluyla geçtiğimiz yıl günü birlik katı atık toplandı. Çok ciddi bir gelişmeydi ve ilk kez yapıldı. Bu da elbette derneğin yarattığı duyarlık sayesinde oldu. Bunlar ciddi adımlardı. Şimdi bu yıl bununla ilgili adımlar biraz daha genişleyecek. Aynı şekilde yapılaşma ilgili çok daha duyarlı davranılıyor. Keyfiyet artık yok. Ciddiyet var. Belki de en zayıf olduğumuz ya da gelişmelerde en geri kaldığımız nokta suyun çekilmesi, azalması konusuydu. Ama en can alıcı sorun da bu sanırım. Belki de derneğin de varlık nedeni bu mevzu! Değil mi Fethi Hocam? Fethi Aydın: Evet. En can alıcı olanı da o. Geçen yıllarda olduğu gibi şirket de talan edercesine gölden su çekemiyor. Şirket de acaba bu insanların tepkisi niye demeye başladı. Şimdi şirket kendini savunmaya başladı. Kendini savunma anlamında kendine gerekçeler arayışına girdi. Çünkü oradaki tahribatı herkes görüyor artık. O da, yok ben tahrip etmiyorum diyemiyor. Dolayısıyla bu baş sorun biraz zamanımızı alacak ama aşacağız. Suyu belli bir kodun altına düşürmemeyi şirket kısa vadede dikkate almak zorunda kalacak. Suyun 1241'ler kodunda tutulması demek hiçbir sorunun yaşanmayacağı anlamına geliyor.Herkes rahatlayacak. Sözleşmede asgari işletme kodu olarak 1234,5 olarak belirlenmiş ama, 1237'lere gelindiğinde görülmüş ki ciddi çevresel tahribatlar yaşanıyor. O nedenle biz sözleşmedeki 1234'ler kodunu düşünmek dahi istemiyoruz. Ve yeniden 1241'lere dönmek istiyoruz. Son soruma gelmek istiyorum. Türkiye'de sivil hayatın bugün geldiği noktayı Veysi Hoca sizden dinleyelim mi? Tabii Fethi Başkanın ekleyecekleri varsa onları da elbette! Veysi Arslan: İtiraf edeyim ki geçmişteki kadar dertli değiliz. Bazı somut başarılarımız ortada. Bunun en güzeli de şu ki lokal olarak 2000 yılına göre daha iyi durumdayız. 2000'de insan sağlığı açısından girilemez denen göle artık girilebiliyor. Çok karamsar bir noktada değiliz. Sivil toplum örgütleri birlikteliğiyle aştık. Elazığ Sağlık Müdürlüğü sudan aldıkları örneklerle kesinlikle göle girilemez diyorlardı. 2004 yılında yeniden uluslararası standartları yakaladık. Bu çok sevindirici bir olay. Yani Hazar Gölünde bir zamanlar dalgalanan mavi bayrak yine alınacak gibi mi? 199 Veysi Arslan: Şu anda başvurumuzu yapmış bulunuyoruz. Mavi bayrak'ı alma aşamasındayız. O bir semboldür. Ama alınacak. Mesela bir ilçenin kanalizasyonu aleni olarak göle akıyordu. Şimdi artık öyle bir olaya yok. Çevre sitelerinin tümünün artık arıtması var. Kesinlikle artık göle zararlı bir akıntı yok. Niye böyle oldu? Çünkü artık insanlar bilinçli. İnsanlar duyarlı ve tavır alıyor. Tepki gösteriyor. İnsanların duyarlı olması ister istemez yöneticileri de kamçılıyor. Hazar Gölü'nde bir diğer önemli problem erozyonla gelen mil. Bu da sorun. Ve bunun için de bölgenin tümüyle ağaçlandırılması lazım. Bunun için de dernek olarak çalışmalarımız sürüyor. Genel bir çevre politikasına ihtiyaç var. Su eksilmesini de çözersek bundan sonra bir problemimiz kalmayacak. HAGÖK-DER modelinden yola çıkarak bakarsak 2003 Temmuzundaki eylemimizden sonra benim Elazığ dışında yaşayan 4-5 yaşlarında yeğenlerim var. İzmir ve İstanbul'da yaşıyorlar. Telefonla onlarla görüştüğümde diyorlar ki, “Hazar Gölü Ölmesin”. Bu sözleri çocuklara söylettiren işte bu sivil toplum hareketidir. Sivil hayat çıkışıdır. Artık yedisinden yetmişine kadar insanımız “Bu Allah'ın Suyudur” diyemiyor. Burada bir değer olduğunu ve sahip çıkılması gerektiğini biliyor. İster istemez gölden başka alanlarda yararlanan kişiler de kendilerini artık daha dikkatli davranmak zorunda hissediyorlar. Ayrıca, Sivil toplum örgütleri arzulanan seviyelerde olmayabilir. Avrupa Birliğinin bize öğreteceği çok şeyler var. Kabul ediyorum. Ama biz bu alanda epeyce bir yol kat ettik sanıyorum. Ve buna inanıyorum da! Fethi Aydın: Sivil alan giderek gelişecek. Buna yürekten inanıyorum. Dileğimiz de bu ayrıca. Karamsar değiliz. Gelecek için daha umutluyum. Göl çevresinde ağaçlandırma da başladı. Kirlenme de bitti. Göl tabi bölge için çok önemli. Doğu ve Güneydoğudan; Elazığ, Diyarbakır, Malatya, Bingöl, Batman, Mardin, Urfa ve ilçeleri gölden yararlanıyor. Bu nedenle göle sahip çıkmak bu geniş coğrafya için de hayati öneme haiz. Ayrıca biz bir sivil toplum örgütü olarak bu illerden gelen insanların taleplerine de yanıt vermek zorundayız. 2-3 ay kalan da var. Turizm bilinci de gelişiyor. Ve bu yönüyle çok geniş kesimlere ve alanlara hitap eden bir göl çevresi olmamız nedeniyle bir de bir sivil toplum kuruluşu olarak kendimizi, altyapımızı güçlendirmek zorundayız diye düşünüyorum. Yeni dönem itibariyle. *Sivrice Hazar Gölü ve Çevresini Koruma ve Yaşatma Derneği Veysi Arslan Başkan Vali Fahri Bey caddesi. Yirmiikiler İşhanı. Kat. 4 Elazığ Telefon : 0 532 685 09 87 Web : www.hazargolu.com 200 Sokak Çocukları Derneği-Adana* Prof.Dr. Fazilet Aksu-Başkan Fazilet hanım Sokak Çocukları Derneğini tanıyalım mı? Neler yapar. Hangi ihtiyaçtan doğdu? Yanıtıma “Uçan Balon” dergimizde yayınladığımız, derneğimizin tarihçesini anlatan “Bir Dernek Masalı” adlı bölümden bir alıntı ile başlamak isterim. “Tüm ülkede olduğu gibi Adana'da da çocuklar giderek çoğalıyordu. Sade ve duyarlı vatandaş, bir ülkede genç nüfusun artmasının yorumunu sosyologlara ve ekonomistlere bırakıp sokaklarda yaşayan çocuk ve gençlerin artmasını üzülerek izliyordu. Çünkü bu çocuklar ve gençler insan onuruna yakışmayacak bir biçimde yaşıyorlardı. Yarı aç, yarı çıplak, koskocaman sorunlarını sırtlarına almış, kimileri de belki bu sorunlardan kısa bir süre olsun uzaklaşabilirim umuduyla uhudan, baliden, tinerden medet umarak sadece yaşamaları gerektiği için sokaklarda oradan oraya savruluyorlardı. Bir aileleri var mıydı? Varsa neden onların yanında değillerdi? Peki bu çocukların sonu ne olacaktı? İşte bu ve benzer düşüncelerle çocukların hallerini kendine dert edinen bir avuç insan Adana'da bir dernek kurdular: Sokak Çocukları Derneği”. Derneğimiz, sokaklarda yaşayan çocuk ve gençlerin eğitimine yardımcı olmak, evden kaçmış, dilendirilen, kötü koşullarda çalıştırılan, madde bağımlısı olan çocuk ve gençleri bu alışkanlıklarından kurtarmak, tedavi ve eğitimlerini yapmak için çeşitli kurum, kuruluş ve ailelerle işbirliği yapmak, teşhis ve tedavilerinin yapılabilmesi için özellikle madde bağımlıları ile ilgili bir merkezin kurulmasına öncülük etmek, sokağa terk edilen ve sokaklarda yaşayan ve ailesi olan çocukların ve gençlerin barınma ihtiyaçlarını karşılayarak, eğitim ve tedavilerini yaparak, aileleriyle ilişki kurarak bu çocukları ailelerine teslim etmek gibi amaçlarla 1996 yılında kuruldu. Sokak Çocukları Derneği, tüzüğünde yazılı bu amaçları gerçekleştirmek için çalışmalar yaparken dernek gelişti, değişen ihtiyaçlar doğrultusunda kendini ve misyonunu yeniledi. Halen, özellikle AB sürecinde sivil toplumdaki gelişmeleri izleyerek olması gerektiği gibi bir sivil toplum örgütü olmaya çalışmaktadır. Derneğin; eğitim, sağlık, spor, proje, gençlik ve sosyal aktiviteler ve dergi komisyonları vardır. Ayrıca hukuk ve iletişim-tanıtım komisyonları kurulma aşamasındadır. Faaliyetlerimizi şöyle sıralayabilirim: Eğitim çalışmaları, aile görüşmeleri, sağlık destekleri, yardım, projeler, sosyal çalışmalar, meslek edindirme, işe yerleştirme, seminer katılımları ve yayınlar. 201 Hocam diyorum ki bu çalışma alanlarınızı biraz açarak anlatsanız! Evet. İzin verirseniz bu çalışma alanlarımızı biraz ayrıntılandırmak istiyorum. Okula devam edemeyen çocuklar derneğimizce tespit edilerek okula gitmeye teşvik edilmekte, ailelerinin de onayıyla okula kayıtları yapılmaktadır. Derslerinde başarısız olan veya sınavlara hazırlanan çocuklarımıza dernekte gönüllü öğretmenler tarafından ders verilmektedir. Bir üst eğitim kurumuna devam etmek isteyen çocuklarımız anlaşmalı dersanelere gönderilerek sınavlara hazırlanmalarına destek verilmektedir. Sokakta çalıştıkları için okula gidemeyen çocuklarımıza eğitim yardımı yapılmaktadır. Önceki yıllarda dernek olanaklarının kısıtlı olması nedeniyle yılda ortalama 10 çocuğa burs verilebilirken daha fazla çocuğun bu yardımı alabilmesi için 2004-2005 eğitim yılında 115 çocuğumuz Adana Valiliğine yönlendirilerek Sosyal dayanışma ve Yardımlaşma Vakfından burs alması sağlanmıştır. Ayrıca Ankara'da Yüksek Okulda okuyan bir çocuğumuza burs verilmektedir. Gönüllü bir Psikolojik danışman rehber öğretmenimiz haftanın belli günlerinde derneğimizde çocuklarımızla rehberlik çalışmaları yapmaktadır. Eğitimine devam eden çocuklarımız zaman zaman izci liderleri gözetiminde İzci Kamplarına, diğer illerdeki toplantılara götürülmektedir. Örneğin iki yıl önce Bursa Yerel Gündem 21 tarafından düzenlenen Çocuk Platformuna bir üyemiz eşliğinde 5 çocuğumuz katılımını sağladık. Geçtiğimiz yaz 17 çocuğumuzu çeşitli illerdeki gençlik kamplarına gönderdik. Çukurova Üniversitesi tarafından 2004 yılı içinde 4 kez gerçekleştirilen Çocuk Üniversitesi Programının dördüncüsüne sokakta çalışan ve ilköğretime devam eden çocuklarımız katıldı. Bu program dahilinde bir ay boyunca haftada bir gün Üniversitede hazırlanan eğitimlere katıldılar. Çocuklarımızın yaşam koşullarını görmek, aileleri ile sorunlarını çözmeye yardımcı olmak, ailenin destek ve iznini almak, çocuklarını okula göndermeye ve sokakta çalıştırmamaya ikna etmek gibi amaçlarla dernek eğitim komisyonu üyelerimiz tarafından aile ziyaretleri yapılmaktadır. Çocuklarımızın sağlık kontrolleri ve tedavileri Sağlık Komisyonumuz tarafından Adana Sağlık Müdürlüğü, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi ve gönüllü doktorlar desteği ile yapılmaktadır. Derneğimizde çocuklarımıza haftada 6 gün öğlen yemekleri verilmektedir. Çocuklarımıza yıl boyunca derneğimize bağışlanan kullanılmış veya yeni giysiler verilmekte ayrıca her yıl Ramazan ve Kurban Bayramlarında yeni giysi ve ayakkabı dağıtılmaktadır. Eğitim yılı başlangıcında da çocuklarımızın okul formaları ve diğer okul ihtiyaçları temin edilmektedir. Çocuklarımıza veya ailelerine zaman zaman ihtiyaçları için gerekli maddi destek sağlanmaktadır. 202 Askerlik dönemi gelen çocuklarımızın ihtiyaçları karşılanarak askere gönderilmekte, bu görevi sırasında destek olunmaya devam edilmektedir. Bu yıl askerlik görevini yapmakta olan bir çocuğumuza maddi destek yapılmaktadır. Bu arada çeşitli projeler de yaptık. Çocuklarımıza verilen desteğin daha sistemli olmasını ve sürekliliğini sağlamak, çocukların sorununa kalıcı çözümler üretmek için derneğimiz çeşitli projeler üretmekte, başka kurumlarla ortak projeler hazırlamakta veya başka kişi/kurumların projelerine danışmanlık/destek vermektedir. Henüz hibe destekli projeler bu kadar yoğun olarak gündemde değilken yıllar önce Eğitim Köyü Projesi yaptık. Derneğimiz tarafından 5 yıl önce hazırlanan, sokakta yatan çocuklara geçici barınak, meslek edindirme ve sosyal uyum çalışmalarını içeren bu projemiz arazi, bina gibi önemli alt yapı desteğini o günlerde bulamadığı için uygulanamamıştır. Ancak bu projeyi hayata geçirebilmek için yaptığımız çalışmalar derneğin proje hazırlama deneyimini artırmış, ayrıca diğer resmi ve sivil kurumların konuya duyarlığını artırarak bir model proje olmuştur. Sokaktan Geleceğe Projesini yaptık. Dernek tarafından Adana Valiliği'nin ortaklığıyla ve Çukurova Üniversitesinin katılımıyla hazırlanarak AB yeni fırsatlar programına sunulan bu projemiz destek almaya hak kazanmıştır. Bu proje ile 172 sokakta yaşayan/çalışan çocuk ve gencimize 6 alanda meslek ve sosyal uyum eğitimi verilecektir. Adana Yaşam Projesini Çukurova Üniversitesi ile birlikte hazırladık. Bu proje daha sonra “Sokaktan Geleceğe” projesi ile birleştirildi. Sokaktan Spora Futbol Turnuvası Projesi yapıldı. Adana Valiliği, Büyükşehir Belediyesi, Çukurova Üniversitesi ve derneğimiz işbirliğiyle hazırlanan bu projemiz sonuçlanmış, çocuklarımız katılım sertifikalarını almışlardır. Bu projeye katılan çocuklarımız aşağıda bahsedilen British Council projesiyle futbol oynamaya devam edecekler. Ayrıca British Council tarafından hazırlanan Sokak Ligi projesinin Adana'da uygulanması için derneğimiz temsilcilik yapmaktadır. Bunlardan başka genç guruplar tarafından Sokak Çocukları için hazırlanan AB Gençlik Programı projelerine danışmanlık yapıyor ve hedef kitleye ulaşımlarında destek veriyoruz. Bu projelerden ikisi “Gökten Üç Elma Biri Sokak Çocuklarına” ve “Yüzünü Bize Dön projeleri”dir. Çocuklar için eğlence ve tatiller düzenliyoruz. Gençlik kamplarına götürüyoruz. Sanat çalışmalarımız var. Uçan balon korosu, uçan balon tiyatrosu, resim çalışmalarımız bunlardan bir kaçı. Derneğimiz kurulduğundan bu yana zaman zaman trikotaj, su tesisatçılığı gibi konularda meslek eğitim kursları açarak devam eden çocuklara sertifika kazandırmıştır. Su tesisatçılığı kursundan sertifika alan çocuklarımız işe yerleştirilmiştir. Ayrıca hayırsever işadamı gönüllülerimiz gençlerimizin işe yerleştirilmesinde ve bir meslek kazanmasına yardımcı olmaktadırlar. 203 Fazilet hanım gerçekten çok zengin bir tablo ortaya çıktı. Peki bir STK olarak kendinizi tanımlamanızı istersem derneğinizi nereye oturtursunuz? İlgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Dernek yapısı altında örgütlenen bir STK olarak ve tüzüğümüzdeki amaçlarımız doğrultusunda; sorunu ortaya koymak, bu soruna toplumun ve yetkililerin dikkatini çekmek, örnek çözümler üretmek, uygulamaya koymak, sorumlu diğer tarafları göreve davet temek, mümkün olduğunca derneğin ve dernek üyelerinin çeşitli kurumlar içinde temsil edilmesini sağlamak dernek üyelerinin STÖ ler, Dünyada ve Türkiye'deki gelişmeler, sokak çocukları sorunu gibi konularda bilgilerinin artırılması gibi misyonlarımızı yerine getirebildiğimizi düşünüyorum. Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? Bunu yapabildiğimize inanıyorum. Davet edildiğimiz toplantılarda, haberdar olduğumuz seminer ve sempozyumlarda veya biz toplantılar düzenleyerek, basın aracılığıyla, gazete köşe yazılarımla, yayınladığımız dergimizle, üye toplantılarıyla, mail guruplarıyla mümkün olduğu kadar sivil toplum ve sokak çocukları konusunda katılımcılığı gerçekleştiriyoruz ve teşvik etmeye çalışıyoruz. Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Yeterli halk desteğiniz var mı? Sorun analizini sokak çocuklarının sorunları konusunda yeterince yapıyoruz. Dernek çalışmaları konusunda ise sorun analizini programlı yaptığımızı söyleyemem. Ancak özellikle yönetim kurulu içinde karşılaştığımız sorunların nedenini ve çözümünü konuşuyoruz. Halk desteğimizin manevi olarak yeterince fazla olduğunu, katılım açısından ise giderek daha fazla olduğunu ve olacağını düşünüyorum. Devletin ya da resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl? Aslında bazı işlerinizi Adana'da devlet kurumlarıyla birlikte yapmışsınz. Ama yine de sorayım Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? Bundan 5 yıl öncesi ile karşılaştırırsam şu anda resmi kurumların derneğimize bakışının olumlu yönde değiştiğini söyleyebilirim. Bunda çalışmalarımızın olumlu sonuçlarının, örgütümüzün ciddiyetinin ve 204 güvenilirliğinin önemli katkısı olduğunu düşünüyorum. Bunun bir örneği Adana Valiliği, Çukurova Üniversitesi ile ortak projeler hazırlamamız ve yürütmemizdir. Ayrıca İl İnsan Hakları Kurulu, İl Gençlik Komisyonu, Sosyal Hizmetler İl Kurulu üyesi olmam da resmi kurumlarla diyalog kurabilmemizi, sokak çocukları ve çocuk ve gençlerle ilgili sorunları konuşabilmemize, eleştiri ve uyarı yapabilmemize olanak vermektedir. Şu anda örgütlenme ve serbest çalışma konusunda engelimiz olmadığını söyleyebilirim. Tabi ki çalışmalarımızı dernekler yasası çerçevesinde sürdürüyoruz. Yasanın bürokrasi yönü çalışmalarımızın hızını biraz azaltmakta ve bir iş için ayırdığımız süreyi uzatmaktadır. Bunu bir engel değil ama hız kesici olarak değerlendirebiliriz. Sorunuzun başlığına bakarak yanlış anlama ve değerlendirmeleri önlemek amacıyla şu açıklamayı da yapmak isterim: Bir STÖ olarak, bu kurumların yapılanması gereği “sivil” kalmaya azami önem veriyoruz. STÖ'lerin devletten bağımsız olmaları gerekliliğini yerine getiriyoruz. Biz bir STÖ olarak devletle ilişkilerimizde devletin Anayasamızdaki “sosyal devlet” olma özelliğini ve sorumluluğunu hatırlatıyoruz. Eleştiri, uyarı ve önerilerimizle “sosyal devlet” yükümlülüğünü yerine getirmesi için destek veriyor, birlikte ürettiğimiz projelerimizi yine birlikte uyguluyoruz. Bu anlamda aslında asli görevini yerine getiren yetkililerimize teşekkür ediyoruz. Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? Bu konu her zaman benim yapmak istediğim işlerin başında gelmiştir. Derneğimiz içinde diğer STK'larla iletişim komisyonu oluşturmak istememe rağmen geçmişte dernek üye sayısının yetersiz, işlerimizin çok olması nedeniyle bunu bugüne kadar gerçekleştiremedik. Ancak son dönemlerdeki bir atılımla diğer STÖ yönetici ve üyelerinin bizim derneğimize üye olmasını gerçekleştirdik. Bugünkü duruma göre sıcak ilişkiler başlamıştır, ancak ortak proje üretimi yada herhangi bir çalışmamızı birlikte gerçekleştirmeyi henüz başlatamadık. Tıkanıklıklar olabiliyor. Bunun en önemli nedenlerinin hala “en iyisini ben yaparım” zihniyetinin, başkasının başarılarını küçük görme kötü alışkanlığının, sadece eksik ve yanlışların görülüp başarıların görmezden gelinmesinin, başkasını alkışlama alışkanlığını edinemeyişimizin, kısaca “ben” deyip “biz” diyememenin olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, Adana Kent Konseyi yürütme kurulunda olmam nedeniyle alanımız dışındaki sivil toplum örgütleriyle iletişim kurabilme ve çalışmalardan haberdar olma olasılığımız artmıştır. Önümüzdeki süreçte bu birlikteliğin daha kuvvetli ve işbirliği kapsamında kurulabileceğini umuyorum. 205 Bildiğiniz üzere AB kulvarına girdik. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Yaratabilir. Son dönemlerde dernekler yasasında yapılan değişiklikler, yönetmelikler, bu değişikliklerin halen sürüyor olması ilk bakışta olumlu görünüyor. Ancak, geçmişten gelen alışkanlıklar, STÖ'lerin denetleyen kurumların isimlerinin ve bağlı olduğu kurumların değişmiş olmasına rağmen nerdeyse aynı kişilerin bu kurumlarda çalışıyor olması yapılan değişikliklerin uygulamaya yansımasını yavaşlatıyor gibi. Sonuçta değişim olumlu yönde olacak ama biraz zaman alacak. Öte yandan Avrupa Birliği'nin çok geniş bir yelpazeye yayılan hibe ve proje destek programlarının sözünü ettiğiniz fırsatı yaratacağını düşünüyorum. Eğer açılan proje konu başlıklarına ve çeşitliliğine dikkat ederseniz toplumu her alanda geliştirmeyi ve eğitmeyi amaçlayan bu programların STK'ları desteklemek için çok önemli bir fırsat olduğunu görebilirsiniz. Yeter ki STK'lar bu fırsatı değerlendirebilsin. Son sorum Fazilet Hanım, geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de Sivil Hayat bugün itibariyle ne durumda? Bu sorunuza üyeler ve toplum ile yöneticiler açısından derneğimizin gelişmesini örnekleyerek yanıt vermek istiyorum, ayrıca genel olarak da düşüncelerimi ifade etmek isterim Üyeler açısından STÖ' ler: Geçmişte STÖ'ler, bazı hayır kurumları dışında toplum tarafından boş zamanı olan insanların ilgilendiği, zaman geçirmek, çevre edinmek, sorunlarından uzaklaşmak, oyalanacak bir şeyler bulmak, hatta çıkar elde etmek amacıyla üye olunan kurumlar olarak görülüyordu. Bu, üye olanlar tarafından da dışardan bakanlar açısından da böyleydi. Hatta yakın zamana kadar ve şimdi de bazı insanların bakışı hala aynı. Yine derneklerin hangi konuyla ilgileniyorsa o konuda çalışmalar yapması gerekliliği düşünülüyordu. Örneğin sokak çocukları derneğinin sadece çocuklara yardım eden, ihtiyaçlarını gideren bir kurum olması gerektiği düşünülüyordu. Bana göre STÖ'lerin misyonu hiçbir zaman bu olmamalıydı, en azından sadece bu kadar olmamalıydı. Dernek başkanı olduğum 2000 yılından bu yana bu anlayışı yıkmak için mücadele ettim. Birincisi STÖ'lerde çalışma yapmak için diğer işlerinden arta kalan zamanı beklemek, önceliği diğer işlere vermek bana göre yanlış. Eğer etkili çalışma yapacaksanız bunu asli görev olarak görmek, boş zaman beklemek yerine zaman yaratmak gerekir. Yani maksimum gönüllülük yanında işi profesyonel işinizi yaptığınız gibi yapacaksınız. Örneğin, sokak çocukları sorununun nerden çıktığı, nasıl geliştiği, neden çözülemediği bir bilimsel araştırma titizliği ile incelenmedikçe çözüm üretimi mümkün olamayacaktır. Bunun için de ciddi bir zaman 206 ayırmak gerekiyor. Giderek bu anlayış değişmekle birlikte günümüzde STÖ'lerin çoğunda işi yönetim kademesinde olanlar ve birkaç ilgili kişi yapıyor. Büyük bir üye kalabalığı işlere aktif olarak katılmıyor. Buna yönetici olanların tutumu da neden oluyor. Bence STÖ'nün üye sayısını fazla göstermek ya da yönetimde kalma garantisi için üye yapmak alışkanlığından vazgeçmeli. Sadece örgüt için çalışacak, fikir ve iş üretecek kişileri üye olmaya teşvik etmeli. Toplum ve yönetimler açısından: STÖ'ler gündeme yaptıkları olumlu işlerle gelmeye başladıkça toplum ve yönetimler gözünde önem kazanmaya başladı. Örneğin bizim derneğimize gelerek sorunların çözümü için başvuranlar, proje üretimi için yardım ve görüş isteyen resmi ve sivil taraflar, resmi kurumların çeşitli kurullarında temsil edilmemiz, görüş ve eleştiri istenmesi derneğin bir güç olarak görülmeye başlamasının delilidir. Bu diğer birçok STÖ için de geçerlidir. Türkiye'de adını geniş kitlelere duyurmuş, nerdeyse kendi ilgi alanlarında marka olmuş STÖ'ler yanında sesi daha az duyulan ancak önemli çalışmalar yapan STÖ sayısının giderek arttığını görmek mutluluk verici. Sonuç olarak Türkiye'de sivil toplumculuğun olumlu yönde gelişmekte olduğunu söyleyebilirim. Bu gelişmenin giderek hızlanacağını da düşünüyorum. *Adana Sokak Çocukları Derneği Prof.Dr. Fazilet Aksu Kurtuluş Mah. 4. Sokak No. 18 Adana Tel fax : 0 322 459 48 92 Web : ucanbalon.com e-mail : [email protected] 207 Sosyal ve Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği* Zafer Kıraç-Genel Koordinatör. Zafer kardeşim istersen önce, SKYGD'yi tanımakla başlayalım. Bu dernek hangi ihtiyaçtan doğdu? Ne zaman kuruldu? Neler yapar? Bir genel tanımlama ve izahata girişirsen kıymete geçer! Öncelikle böyle bir çalışma yaptığınız için sizi kutluyorum. Çünkü biz sivil toplum kuruluşları için bu çalışmaların önemli olacağını düşünüyorum. İleriki sorularda belki de geniş cevaplar vereceğiz. Biz sivil toplum örgütleri olarak birbirimizden uzağız. Kim ne yapıyor. Bu konuda da fazla bilgiye sahip olamıyoruz. O yüzden böylesi çalışmalar çok yararlı olacak. Önce bunu belirtmek isterim. Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği 17 Ağustos 1999 depremi ile birlikte doğdu. Depremle birlikte hepimiz biliyoruz ki bir çok sivil toplum örgütü hem gelişti, hem de yenileri kuruldu. Bununla birlikte var olan sivil toplum örgütleri de güçlendi. Belki o güne kadar var olmayan sivil toplum kuruluşları da ihtiyaçlar doğrultusunda, neyi ihtiyaç olarak tespit ettilerse kendilerince yeni sivil toplum örgütleri oluşturdular. SKYGD'de bunlardan biri oldu. Beşinci yılımıza giriyoruz. Önümüzdeki günlerde genel kurulumuz var. Beşinci yılımıza girerken geriye dönüp baktığımızda şundan çok eminiz. Gerçekten derneğimiz bir ihtiyaç üzerine kuruldu. Çünkü kısaca özetlemek gerekirse; deprem bölgesinde gerek kamu örgütleri gerekse sivil toplum kuruluşları hep beraber temel ihtiyaçlara yöneldik. Barınma, yemek gibi, ısınma, giysi gibi temel ihtiyaçlara yöneldik. Bir şey fark ettik. İşin psikolojik boyutu da vardı. Depremin sadece binaları yıkmadığı, insanların beyinlerinde, ruhlarında ve varolan, belki de çok az olan sosyal kültürel yaşamlarında da ciddi neden olduğu görülüyordu. Dolayısıyla bunların en az konutlar kadar, barınma kadar, karnını doyurmak kadar hızla düzelmesi gerekiyordu. Yeniden onarılması gerekiyordu. SKYGD deprem bölgesinde var olurken, bir kurumlaşmaya giderken bu ihtiyacı göz önünde bulundurdu. Yani insanların her hangi bir nedenle-ki bu bizim tüzük maddemizdir-savaş, terör, afet gibi eğer o bölgede, o şehirde, o köyde sosyal ve kültürel hayatta bir bozulma yaşanmışsa, yapılamaz hale gelmişse tekrar yapabilir / yapılabilir kılmak. SKYGD'nin bütün özeti budur. Peki SKYGD'yi tanımlamanı istersem, nasıl tanımlarsın? Ayrıca bu 5 yıllık zaman dilimi içerisinde SKYGD'nin ilgi alanı çerçevesinde gerçekten, elini vicdanına koyarak “Biz misyonumuza uygun davrandık. Şunları yaptık Ama şunlar da eksik kaldı,” dediğiniz de oldu mu? Sorusuna ne dersin? 208 Her zaman toplantılarda tartıştığımız bir konu. Kişisel olarak da her birimizin sorguladığı bir durum. Çok iyi bir soru olduğunu öncelikle söyleyeyim. Türkiye'de sivil toplum kuruluşları aslında biraz da uzmanlık alanı gibi olmalı. Fakat sorunlar öyle farklı ve büyük ki, bir alana girdiğimizde bambaşka kapılar açılıyor önümüzde. Uzmanlık alanı olmadığı halde STK'lar oraya da girmek zorunda kalıyorlar. Yani şunu söylemek istiyorum. SKYGD deprem bölgesinde sosyal ve kültürel yaşamı canlandırmak ve tekrar yapılabilir kılmak için, kültür çadırları, eğitim çadırları hedeflerken; bir anda bir bakıyorsunuz ki, çocukların okulları ile ilgilenmek zorunda kalıyor. Okula gitmeyen çocuklarla da ilgilenip okula döndürmeye çalışıyor. Ya da alanımız çocuk değil aslında. Geniş bir alan. Çocuk derneği olarak kurulmadık. Ama bir bakıyorsunuz orada, sorunu yaşayanların içinde, her zaman bu tür büyük olaylarda zaten çocuklar ve kadınlar çok önemli oluyor. Bu iki grup maalesef bu problemleri, yaşanan sorunu daha derin ve çok boyutlu yaşıyorlar. Doğal olarak siz de oraya doğru kanalize olmaya başlıyorsunuz. Ama 5 yılı sorguladığımızda, derneğimiz belli ölçülerde çocuklarla ilgili bir dernek olmaya başladı, yoğunlaştık. Bundan rahatsız değiliz. Ama kuruluş amacımız ne ise oradan sapmamak isterdik doğrusu. Bunu niye söylüyorum. Eğer uzmanlık alanımız değilse, biz ya da diğer STK'lar fark etmez. Biz de Başka STK'lar da yaşadık. Uzmanlık alanımız değilse ya küçük adımlarla ilerleniyor. Bu da zaman kaybına neden oluyor. Alanımız değil, alanı öğrenmeye çalışıyoruz. Ya da hata yapıyorsunuz. O riskiniz var. Uzmanlık dışı çalışıyorsunuz. Tabii ki keşke sivil toplum kuruluşları kuruldukları amaca uygun uzmanlaşabilseler. Ve sadece o yönde çalışabilseler. Onun dışında zaten STK'ların çok büyük görevleri var. Toplumun önünde gitmesi gereken, ona yön vermesi gereken, kitleyi arkasına alması gereken ve devlete baskı unsuru olması gereken bir misyonu var. Yani kendi alanı içinde işini rahat ve iyi yapabilmeli ki, buralara da zaman kalsın. Yoksa böyle bir tehlike de var. Sorunlarla boğuşuyorsunuz. O zaman sivil toplum örgütünün asıl misyonu olan belki de, devlete karşı problemlerinin çözümünde yapılacakları atlayabiliyorsunuz. İşler çoğalmış oluyor. Siz o alanı çok fazla bilmiyorsunuz. Kendinizi yetiştirmekle meşgulsünüz. Ve belki de çok fazla enerji sarfiyatına da neden olabiliyorsunuz. Peki Zafer dost. Bu çalışmaları yürütürken katılımcılık, halk desteği boyutları ne durumda ne oluyor? Nasıl yürüyor? Bu faktörleri ne kadar önemsiyorsunuz? Sizin açınızdan örgütlenme modeliniz ve çalışma şekliniz açısından katılımcılık ve halk desteği önemseniyor mu? Yoksa daha entelektüel düzeyde mi çalışıyorsunuz? Şimdi SKYGD olarak ikisi de değil tabii. Elbette sivil toplum örgütlerinin halk desteği alması çok önemli. Aslında varlık nedeni bu bir anlamda. Çünkü 209 halkın sorununu çözmek üzere yola çıkıyorsunuz. Yani işin öznesi onlar. Onlara siz “sizin sorununuzla ilgili bir proje yürütmek istiyorum” derken zaten projeyi onlarla birlikte hazırlamalısınız. Bunlar doğru adımlardır. Ama maalesef bunu henüz bizim de gerçekleştirebildiğimizi zannetmiyorum. Samimi bir şekilde konuşursak bu böyle. Yani 50 üyeli bir dernek olarak kalıyorsunuz. Proje yürütülen bölgelerde ilişki biraz daha güç topluyor. Diyarbakır'da, Afyon'da, İzmit'te olabiliyor. O zaman destek biraz daha fazlalaşıyor. Ama kurum anlamında baktığımızda projedeki halkı yanımıza almak şeklinde çok içli, dışlı olamıyoruz. Çünkü bu şuradan da kaynaklanıyor. Derneklerdeki insanlar, en azından bizim derneğimizdeki insanların aşağı yukarı tamamının başka işleri de var. Bizler sivil hayattaki zorlukları kolaylaştırmak için bir araya gelmiş insanlarız. Dolayısıyla başka yaşamları da var. Ve işleri de var. Belki olumsuz gibi görünüyor ama sadece projeler yönelmek ve projelerde halk desteğini yakalamak daha gerçekçi olabiliyor. Ama önemli tabi. O zaman bir de şunu sorayım. Devletin ya da resmi kurumların SKYGD'ye yaklaşımı nasıl? Yani devlet kurumlarıyla ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme alanınız, serbest çalışma özgürlüğünüze müdahaleler söz konusu oluyor mu? Bu müdahale illa ki olumsuz değil, destek şeklinde de olabilir! Açıkçası biz SKYGD olarak zaten projeler yürütürken, genelde projelerimiz birikmiş sorunlara yönelik oluyor. Yani o iktidarı sorumlu tutamıyorsunuz. Bütün iktidarların sorumlu olduğu bir çalışma oluyor. Şimdi risk altındaki çocuklarla ilgileniyoruz. Sadece bu iktidarı ya da devletin kamu görevlilerini suçlayamıyoruz. Geçmiş bütün iktidarların kabahati oluyor. Bu sorun bir şekilde birikmiş. Risk altındaki çocuklar sorunu, sokakta yaşayan çocuklar sorunu birikmiş. Dolayısıyla devletle de bu anlamda karşı karşıya gelmek gerekmiyor. Bütün iktidarları suçlamak gerekiyor. Ama onlara bu meselenin çözülmesi gerektiğini ifade ediyoruz. Bütün iktidarlar da çözmeleri gerektiğini söylüyorlar. Ama bütün iktidarlar çözmeleri gerektiğini söyledikleri halde çözemiyorlar. Oysa STK'lardan da destek var. O zaman devletin bu desteği görmesi ve kendisinin de bu ortaklığa izin vermesi lazım. Açıkçası zaten genel anlamda da bütün bu sorunların, doğa, çevre, çocuk gibi her türlü sorunun biz STK'lar açısından çok da çözülebileceğine inanmıyoruz. Yani sorunu çözecek olan devlet. STK'lar devletin yapamadığını yapması gerekiyor. İyi proje üretmek gerekiyor. Kendindeki o sivil enerjiyi kanalize etmek gerek. Çok ortaklıklar kurmak, halkın desteğini yanına almak, devleti bu proje konusunda çalışır hale getirmek gerekiyor. Bunun dışında doğa sorununu nasıl çözebiliriz? Çevre katliamını yada töre meselesini nasıl çözebiliriz? Diyelim ki beş tane sivil toplum örgütü halkı eğitip töre sorununu çözeceğiz dedi. Ama yaslarda 210 töre suç değilse nasıl çözeceksiniz? Adımlar atılıyor mesela. Onlar önemli. Ama adımların atılmasına sivil toplum örgütleri neden oluyor. Rolümüz bu aslında. Ama sorumluluk devlette. Problemi çözecek olan devlet. Bu anlamıyla SKYGD devletle karşı karşıya gelmeye çalışmıyor. Aynı masada oturmaya, birlikte proje üretmeye daha baştan, yada ürettiğimiz projeleri birlikte yürütmeye çalışmak. O anlamda Diyarbakır'da, Afyon'da, İstanbul'da ve İzmit'te çalışmalar yürütüyoruz. Aşağı, yukarı bu 4 yerde devlet yani kamu kurumları, yerel yönetimler ve o bölgedeki sivil toplum örgütleri ile biz diye bakıyoruz. Yani dörtlü bir işleyiş var. Bu 4 ayağı bir araya getirmeyi çok önemsiyoruz. Sorunların böyle çözüleceğine inanıyoruz. Bu anlamda devlet güçlük çıkarıyor mu? Tabii ki kuşkucu tarafı hep var. O paranoyak tarafı hep var. Yada 17 Ağustos'ta yaşadığımız ilginçlik vardı. Orada işe yarıyorsunuz. Kendisi tekrar dağınıklığı toparladığında sana git diyebiliyor. Git, ben yaparım diyor. Ama orada da yine bu devlet suçlaması yerine oradaki idarecinin, kamu görevlisinin rolüne bakmak istiyorum. O idareciyle ya çalışabiliyorsunuz? Yada çalışamıyorsunuz? Çoğu kez Ankara'nın haberi bile olmuyor. O kamu görevlisi ile kurduğunuz ilişki çok önemli. Onun olaya ve size bakışı çok önemli oluyor. Bu noktada tam da partner ilişkisi gündeme geliyor. Sen aslında partnerliğe biraz devlet ilişkisi ile değindin. İstersen ben bunu farklı bir boyuta taşıyayım. Sivil toplum örgütleri nezdinde partner ilişkileri ne durumda? Yada tıkanıklıklar var mı? SKYGD başka STK'larla birlikte ortak işler yapabiliyor mu? Burada galiba 17 Ağustos'a atıfta bulunmak gerek. 17 Ağustos'ta 114 sivil toplum örgütü aynı bildiriye imza atmıştık. Yani sivil toplum kuruluşlarının bölgede yapacağı çalışmalarda güçlük çıkarmaması yönündeydi. Bu o kadar muazzam ve güzel bir şeydi ki, tabi bir daha yakalanamadı. Yakalanması gerekiyor mu? Bence çok önemli sorunlarda, evet gerekiyor. Bunun ötesinde sivil toplum kuruluşlarının belirli alanlarda, diyelim çocuk alanında ara sıra bir araya gelmeleri, birbirlerinin ne yaptığını dinlemeye ve eksik olanlar üzerinde o anda bir proje yürütmeye başlaması çok faydalıdır. Bazen benzer projeler yapıyoruz. Benzer şehirlere gidiyorsunuz. Benzer insanlara ulaşıyorsunuz. Yani hem karşınızdaki insanların kafasını karıştırıyorsunuz. Hem enerjiyi bölüyorsunuz. Hem zar zor bulduğunuz bütçeyi bölüyorsunuz. İşin ekonomik boyutu var. Bunu bölüyorsunuz. Hem de iki tane iş yapıldığı için biri daha sonra devre dışı kalabiliyor. Çünkü orda gerekli olan bir tane. Dolayısıyla sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket etmesi zorunlu demeyeceğim. Ama hem kendi projelerinin başarısı, hem de eğer maksadımız bu ülkede birikmiş sorunları çözmek ve hayatı kolaylaştırmak içim varsa onda başarılı olmak için bir araya gelmekte yarar var. Bu ne kadar mümkün oluyor, diye sorunu algılıyorum. İşte 17 Ağustos 1999 sonrası çok ciddi birliktelikler oldu. Çok başarılı 211 birliktelikler de oldu. Kötü birliktelikler de oldu. Başarısızlıkla sonuçlanan birliktelikler de oldu. Şimdilerde gerek Diyarbakır'da gerekse Afyon'da ve İstanbul'da zaten en az birkaç sivil örgütünü daha yanımıza alıyoruz. Öyle bir prensibimiz de var. Çok ortaklığa inanıyoruz odaları çok önemsiyoruz. Çocuk meselesi deyince Baro'yu ortak etmemiz gerekiyor. Belediyeyi ortak etmemiz gerekiyor. Kamu kurumlarını ortak etmemiz gerekiyor. Bizimle birlikte benzer amaçlı çalışan örgütleri ortak etmemiz gerekiyor. Milli Eğitimle çalışmamız gerekiyor. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu ile doğal olarak çalışma zorunluluğumuz var. O kurumun da gelişmesine katkıda bulunmamız gerekiyor. Sorumlu onlar. Bakın bir sürü şeyler belki geriye düşecek. Bu konuda belki büyük laflar etmek istemiyorum. Korkuyorum. O çocuk köyüyle ilgili biraz daha fazla kafa yormamız gerekiyor. Erkek çocuklarda kız çocukları ayırmak doğru bir yöntem mi? Konuşmak lazım. Sanki abartılan bir yönü mü var? Evet. Doğru gibi gelmiyor bana. Bilinçli yapılıyor, yapılmıyor. Onlara girmek istemiyorum. Ama sonuç olarak, Urla Çocuk Köyündeki olay da gösteriyor ki, çok hızlı kararlar alıyoruz. Bu konudaki sivil toplum örgütlerine sormadan, danışmadan uzman kuruluşlarla konuyu değerlendirmeden bunu devlet de yapıyor. Ama sivil toplum örgütleri de yapıyor. Yani Diyarbakır'a bir çalışma yapmaya gidiyorsam biz bunu belki de ilan etmeliyiz. Şöyle bir proje için Diyarbakır'a gidiyoruz. Bu konuda katkıda bulunabilecek alan yada bu projenin yazımına katkıda bulunacak olan değiştirmek istediğiniz yer varsa gelin birlikte değiştirelim. Gelin birlikte gidelim, ne yapabiliriz, diye. Yada orada bu türden çalışma yapacak kurumları hemen projeden haberdar edelim. Baştan işin içine katalım. Alınganlıklar olabiliyor. Kaprisler olabiliyor. Haklı nedenlerle bu başlamış zaten, ben bunun neresinden tutayım diyebiliyorlar. O yüzden en başında birlikte projeyi oluşturmak, konuşmak, dönüştürmek ve iş esnasında da birlikte çalışmak yararlı. Biraz çözüme doğru geldik gibi. Yine de ben 17 Aralık 2004 Avrupa Birliği sürecine gelelim diyorum. Önce biraz SKYGD'nin perspektifinden bakarak 17 Aralık 2004 AB süreci sivil toplum örgütçülüğüne bir fırsat yaratabilir mi? Yada bir çıkış yaratabilir mi? Yada çok zayıf bir ihtimal olmakla birlikte hayır biz kendi yağımızla kavrulurduk, bu AB'de nereden çıktı, mı demeli? Bayağı geniş bir soru. Önemli de! Şimdi biraz her şeyi AB istiyor gibi oluyoruz ya! Aslında bir sürü işin zaten yapılması gerekiyordu. AB istiyor diye baktığımda sivil toplum örgütlerinin varlığı da bence önemli. Tabi kendini yenileyerek, şu haliyle demiyorum. Şu haliyle STK'lar önemli ve Türkiye için önemli bir şans. Öylesi iktidarlar sürecinden, darbelerden geliyoruz ki, örgütlenmenin suç 212 olduğu, bir şey yapmanın suç olduğu bir yönetim anlayışından geliyoruz. O anlamda şu anda, örgütlenme konusundaki kısıtlı da olsa bazı kısıtlamalar yaşanıyor bile olsa ama bence çok iyi bir noktaya geldik. Bunun bile bir şans olduğunu düşünüyorum. AB'nde müzakerelerin başlıyor olmasının getireceği avantaj ne olabilir? Bu sivil toplum örgütlerine ne gibi bir hareketlenme yaratabilir? Çok büyük bir hareketlenme olabilir. Dünya ile buluşmamız anlamında sorunlarımızı çözmemizde etkili olabilir. Sorunlarımızı çözerken dünyada hangi sorunlar yaşandı, nasıl çözüldü? Onu da incelemek gerek. Bu anlamda bilgiye ulaşmada bir kazanım sağlayacak. Daha kolay ortaklıklar kurulacak. 5 yıldır ortaklıklar kuruyoruz. SKYGD 'de, AB'den kaynaklar alıyor. Dünya Bankasından alıyor. Çeşitli Avrupa ülkelerinden alıyor. Ama bu biraz daha bir yardım, hibe gibi bir olay. Şimdi biraz daha birlikte hareket etmeye yöneltebilir diye düşünüyorum. Daha özgür bir alan olacak. Sadece para gönderen bir kurum olmaktan çıkacaktır. Birlikte projeleri burada yürütecek yada onların ülkesine gidip biz de bir şeyler yapabileceğiz. Bu çok önemli. Bir de ekonomik anlamda kaynak açısından bir rahatlama oluşacak gibi görünüyor. Çünkü anladığım kadarıyla belli bir yıla kadar AB, Türkiye Cumhuriyeti Devletine direkt olarak bir ekonomik katkıda bulunmayacak. Ama çok ciddi rakamlar STK'lar üzerinden bu ülkeye akacak. Bu bilgiyi biliyorum. 2013 tarihine kadar devlete para yok. Ama STK'lar üzerinden akmaya başladı bile. Öyle görünüyor ki bu bir avantaj. Bunu iyi değerlendirmek gerek. Çok ortaklı, akılcı, hata yapmadan sürdürülebilir ve sorunun kaynağını mutlaka işin içine katan, kim için yapılıyorsa onu işin içine katan bir anlayışla bu oluşacak kaynakları değerlendirebilirsek sanırım daha kolaylaşır. STK'lar sorun oluşmaması için uğraşmalı. STK'lar yeni sorunlar yaratmamalı bu ülkede. Biz birikmiş sorunları çözmek için uğraşmalıyız. Çevre ile ilgili, çocuklarla ilgili, eğitimle, sağlıkla ilgili sorunlarımız var. Bunları çözmeye soyunmalıyız. Hangi alanla ilgili çalışıyorsak, o alanla ilgili yeni sorun alanları oluşmamalı. Sürekli bir sorun çıksın onları çözelim diye olmaz sivil toplumculukta. İşte halk desteği belki de bu durumda çok önemli. Uyanık olmak gerekli. Birkaç cümleyle son soruma yanıt verebilirsen sevinirim Zafer. Geçmişle kıyasladığında bugün sivil toplumculuğu, STK'cılığı nasıl görüyor. Nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye'de sivil hayat bugün ne durumda? Belki bir cümleyle geleceği de tasarlayabilirsin? Dünle bugünü kıyasladığında tabii ki bugün biraz daha iyi bir noktadayız. Çünkü başlarda söyledim bu kadar örgütlenme karşıtı bir iktidar anlayışı ile yıllardır yaşadığımız bir coğrafyada üç tane askeri darbeyle bir araya gelmenin güç olduğu ortada. “Aman ha!” diyerek yetiştirildik. Eskiye oranla daha iyiyiz. Biraz daha hayatın bütün alanlarına dair örgütlenme ağırlıktaydı. Doğa, diğer canlılar, çocuk gibi konularda, sivil toplum kuruluşları gelişkin 213 değildi. Kadın da öyle, devletin hantallığı da vardı. Sorun alanlarının tespit edilip o alanlara yönelik STK'ların çoğalmasını önemli buluyorum. Bir de bu STK'ların hepsi değilse bile çoğunun kendisini sürdürülebilir kılmasını başarmasını beklemek. Mesela STK olursunuz ama ömrünüz 6-7 ay gibi bir süre sonra biter. Örnek kira sorunu filan gibi. Bir şeyler olur koparırsınız. O çalışma biter. Şimdi biraz daha STK'lar desteklerle canlanacak. Yurt dışı desteklerini unutmamak gerek. Sponsorluklarda da ciddi gelişmeler olacak. Destek anlamında da tabii. Bu anlamda daha iyi bir yerde olduğumuzu düşünüyorum. Daha uzun süreli sivil toplum kuruluşları var. Alanlarımızda uzmanlaşabiliyoruz. Bunlar öğrendiğimiz ve uygulayabildiğimiz şeyler. Çok ortaklığa ulaşıyoruz. Eskiden problemdi. Bir araya gelmeyi önemsiyoruz. Yine artılardan biri; devletle olan ilişkilerde hem sorgulayıcı hem de birlikte iş yapma konusunda esnek yapımızı koruyabiliyoruz. STK kimliğimizden ödün vermeden çalışabiliyoruz. Burada bir tek eksi var. Daha iyi olmalıyız. STK'lar çok iyi fırsatlar yakalamış durumdalar. Çok daha iyi olunabilir. Bunu biraz erteliyoruz. Sorunu burada görüyorum. Bu kendi iç meselelerimize fazla yönelmekten oluyor. Yada bir arada, birlikte iş yapma refleksimizin çok fazla gelişmemesinden belki de bu yönlü işi biraz erteliyoruz. Daha hızlı, daha çabuk hareket etmeliyiz. Bir an önce mevcut kaynakları en iyi şekilde kullanılabilmesi için bu eksiğimiz kapatmalıyız. İleriye doğru baktığımda eğer bütün bu söylediğim şeylerden yola çıkarsak ben önümüzde daha iyi bir sivil hayat görüyorum. Tek endişem devletin, problemlerin çözümünü tamamen sivil toplum örgütlerine bırakmasıdır. STK'ların bunu kabul etmesinden korkuyorum. Biz temel sağlık meselesini çözemeyiz. Yada eğitim sorununu, yada sokakta çalışan çocuklar sorununu çözemeyiz. Sorunlara alternatif iyi çözümler üretip devletin kamu kurumlarının bunu uygulaması baskı oluşturmak. Böyle bir sivil hayatı daha çok önemsiyorum. Enerjimizi fikir düzeyinde, uzmanlık düzeyinde tutup ama vergi veriyoruz. Bu paranın bize geri hizmet olarak dönmesi için mutlaka devletin sahip çıkmasını, o projeyi korumasını ve işini yapmasını sağlamayı bekliyoruz. *Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği Zafer Kıraç- Genel Koordinatör Bereketzade mahallesi. Kule Çıkmazı. No: 9 / 2 Kuledibi-Galata / İstanbul Tel : 0 212 252 70 54 Fax : 0 212 243 30 68 e-mail : [email protected] Web : www.skygd.org 214 Sürdürülebilir Kırsal ve Kentsel Kalkınma Derneği* Dr. Ahmet Saltık-Başkan Ahmet hocam önce Sürkal'i tanımakla başlayalım. Surkal nasıl bir sivil toplum kurulusudur, hangi ihtiyaçtan doğdu ve neleri yapar? Sürkal 2000 yılında kuruldu, 4 yıllık bir geçmişi var ancak Surkal'in kurucularının yasam tarihçesine bakıldığında bu alanda aşağı yukarı 20 yıldır belirli bir bilgi ve deneyim birikimi olan bir grupla karsı karşıyayız. Şöyle bir ihtiyaçtan kuruldu: Türkiye'de bilindiği gibi daha çok merkezi planlama anlayışıyla davranılıyor. Kalkınma deyince de büyük ölçüde fiziki yatırımlara önem veriliyor. Fakat yerel düzeyde insanlardaki sorun çözme kapasitesini geliştirmeye yönelik çalışmalar sınırlı. Böyle düşünüyoruz biz. SÜrkal geçmişe baktığında yani böyle bir kalkınma anlayışlısıyla bakıldığında, değerlendirildiğinde beklenenin elde edilemediğini ve başarışız olduğu sonucuna varıyor. Ne bileyim işte Erzurum kırsal kalkınma projesi, Çorum-Çankırı kırsal kalkınma projesi, Ordu, Giresun kalkınma projeleri, yani bir çok kalkınma projesi var. Bunlar dünya Bankası destekli, daha çok bürokratik kuruluşlar tarafından planlanıyor, uygulanıyor. Esas hedef kitlesinin kalkınmanın planlanması ve uygulanması süreçlerinde yeterince rol almadığını görüyoruz. Surkal'in esas doldurmayı düşündüğü boşluk bu küçük ölçekli projelere seslerini duyurmalarında güçlük çeken insanların katılması ve onların önceliklerinin daha kolay ve doğru bir şekilde yansıtılması. Bizim temel yaşamımız bu. Merkezi planlamadan bir anlamda yerelliğe doğru bir geliş. Surkal kendinin daha çok kırsal kalkınma süreçlerinde başarılı olduğunu var sayıyor. Kalkınma biliyorsunuz çok karmaşık ve çok boyutlu bir olay. Kalkınma bir süreç her şeyden önce. Belirli bir hedefi yakaladığınızda yeni hedefler ortaya çıkıyor. Yani bu sonuç açık uçlu bir süreç. Biz kendimizi kırsal alanda yetkin bir kuruluş olduğumuzu zannediyoruz. Fakat Türkiye'de kırsal alanda yasayan nüfus toplam nüfusun yüzde 35'i. Ama bazı bölgelere bakıldığında, örneğin biz Kuzey Doğu Anadolu'da çalışıyoruz. Bu yörelerde örneğin bir Kars'ta, Ardahan'da, Erzurum'da nüfusun yüzde 55'inin, Ardahan özeline inildiğinde nüfusun yüzde 75'inin kırsalda yasadığını görüyoruz. Bu nedenle merkezi Devlet Planlama Teşkilatı'nın ortalama istatistikiyle sorunu çözmek mümkün değil. Biraz genelliği ön plana çıkarmak gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında da kırsal alandaki insanların karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünün ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü bu çözülmediği takdirde ciddi bir göç olayı başlıyor. Ki bu Türkiye'de artık durma noktasına gelmiş hatta geriye göçler bile söz konusu. Çünkü kentlerde artık yeni iş gücünü kaldıramıyor. Dolayısıyla kırsal alana kalkınma çalışmalarının böyle bir rasyonelliği olduğunu zannediyoruz ve biz bu alanda kendimizi daha yetkin görüyoruz. 215 Fakat sunu söylemek istiyorum tabii yine de kentte yasayan nüfus artıyor. Hatta Türkiye'deki resmi politikalar 2023 yılında kırda yasayan nüfusun yüzde 20'nin altına çekilmesi hedefleniyor. Dolayısıyla bir anlamda kendimizi sadece kırsalla değil kırsal kalkınma sorunlarıyla da ilgili olarak da değil kentsel kalkınmanın sorunlarıyla da ilgilenme gereği duymaya başladığımızı söyleyebilirim. Bu nedenle Sürdürülebilir Kalkınma Derneği'nin tam uzun ismine bakıldığında sadece kırsal değil sürdürülebilir kırsal ve kentsel kalkınma derneği olarak adlandırdığımızı söyleyebilirim. Bu da her ne kadar kendimizi kırsal alan kalkınması konusunda biraz yetkin görüyorsak ta kentsel boyutunu da kalkınmanın alan itibariyle ve kent itibarıyla ihmal edilmemesi bilincinde olduğumuzu söyleyebilirim. Hocam ben sizi çok uzun yıllardır tanıyorum. Aslında siz tabii Türkiye Kalkınma Vakfı ve diğer kurumlarda uzun yıllar çalıştınız. Hatta sizin diğer arkadaşlarınız ve birlikte çalıştığınız sevgili ağabeyim Zekai Bakar da bu ekibin içinde. Yani Surkal'ın her ne kadar birkaç yıllık mazisi olsa da, aslında alt yapısı çok eski. Alan itibariyle sürekli halkla içiçe olan ve biraz da sivil mantıkla çalışan kurumsal bir yapınız var. Bu mantıkla baktığınızda sivil toplumculuğun tam olarak neresine oturtuyorsunuz Sürkalderi? Bu çok önemli bir soru. Bu yanıtlamayı da güçleştiriyor biraz. Biz her şeyden önce hizmet sunan bir kuruluşuz. Biz yani böyle cumartesi pazar günü üyeleri bir araya gelen bir dernek değiliz. Biz yarı profesyonel bir derneğiz. Tam profesyonel de değiliz. Yani bir şirket gibi çalışmıyoruz. Özellikle Avrupa fonlarından sonra Türkiye kırsal alanında ve kentsel alanında şirket tipi kuruluşların da bazı projeler üstlendiğini de görüyoruz. Ama biz kendimizi böyle görmüyoruz. Çünkü kalkınmanın her şeyden önce bir akıl ama bunun yanında bir duygu ve gönül işi olduğunu da biliyoruz. Geçmiş deneyimlerimiz de bunu gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de çok istisnai bir yerimiz var. İstisna diyelim. Türkiye'de yaklaşık 100-105 bin dolayında işte sivil toplum kuruluşu diye nitelenebilecek olan meslek mensuplarının oluşturduğu meslek odaları dernekleri dahil kuruluş var. Ama bunların çizgisinde kırsal alanda proje uygulayan proje temelinde çalışan kuruluşların sayısı iki elin 10 parmağını geçmiyor. Biz belki de bu açıdan bakıldığında kendimizi bir kalkınma kuruluşu olarak görüyoruz. Bir de profesyonel bir kuruluş olarak görüyoruz. Ama profesyonelliği bir şirket mantığıyla değil bir gönül bağıyla da çalışan insanlar olarak görüyoruz. Bu açıdan yarı profesyoneliz. Üçüncüsü yapacağımız işlerin ve belirlediğimiz hedeflerin ancak halkın katılımıyla, yani proje hedef gruplarının katılımıyla bu da yetmiyor kamu kuruluşlarının da desteğiyle görüyoruz. Çünkü kamu kuruluşları belli bir ölçüde bazı anayasal zorunluluklar içinde. Özellikle eğitim, sağlık gibi çok temel hizmetlerin bütün 216 yurttaşlara ulaştırılmasında yani temel sorumluluğu olan kamu kuruluşları var. Dolayısıyla onların da sürece katılması ve bu arada sadece onlar da değil yerel yönetimlerin projelerinin planlanması, uygulanması, değerlendirilmesi ve hatta sonuçlarından adil bir şekilde pay alınması süreçlerinde mutlaka rol alması gerektiğine inanıyoruz. Yani işbirlikçiyiz bu açıdan bakıldığında. Devletle muhabbettiniz nasıl? Yani devletin resmi kurumlarıyla bir sivil toplum örgütü olarak Surkal nasıl ilişki kuruyor? Yani mesafeli misiniz? Yada devlet sizin çalışma alanlarınıza zaman zaman müdahale ediyor mu? Yada çok iyi işbirlikleri geliştirebiliyor musunuz? Şimdi Türkiye'deki kamu yönetimi sözümün başında da belirttiğim merkezi planlama anlayışında merkezi bir yapı taşıyor. Bu daha Osmanlıdan Selçuklulardan bize devredilen bir gelenek. Türkiye'nin bu etik yapısında belirli kurumlar çok ağırlıklı. Örneğin askeri kurumlar son derece ağırlıklı. Bu tabii ister istemez çağımızın değişen sorunları karsısında da etkisini sürdürüyor. Yani küçük ölçekli projelerle hareket etme yada küçük sesini duyurmayan eğitim düzeyi düşük insanlarla ayni masanın etrafında bulunup bölgenin ülkenin ve alt bölgelerin sorunlarını tartışma bu bürokratik anlayışta biraz yadırganabiliyor. Fakat bizim görüşümüz kendi aramızda da çok tartışıyoruz. Dünya değişiyor. Yani bu dünyada değişen iki şey var. Biri iç dinamiklerle değişme süreci başladı. Türkiye'de bunlar biraz acılı oldu gerçi çok pahalıya da mal oldu. Bu demokratikleşme ve geniş sesiz çoğunluğun sesini duyurması biraz zor oldu. Ama, bunun paralelinde bir de yurt dışında ülke sınırlarını aşan dünyada bir değişim rüzgarı esiyor. Bu iç ve dış dinamiklerin etkisiyle devlet ve kurumları da Türkiye'de değişmeye başladı diye düşünüyorum. Bir projemizden belki somut örnek verilebilir. Biz Kuzeydoğu Anadolu'da çalışıyoruz. Kapsamı da üç ili ve 20 köy yerleşiminin ve 6 ilçenin yer aldığı alan. Burada yapmak istediğimiz tamamen kamu kuruluşlarının siz isterseniz devlet kurulusu deyin ama her zaman devlet ve kamu kuruluşları örtüşmeyebiliyor yani ayrılan yanları var biliyorsunuz. Bu resmi kamu kuruluşlarının resmi temsilcileriyle yerel halkı bir masanın etrafında toplayıp bu konuda bölgenin alt bölgenin il ve ilçe düzeyindeki sorunların ortak tartışılabileceğini göstermeye çalışıyoruz. Başlangıçta örneği çok biraz yadırgandı ama su anda olumlu neticeler alıyoruz. Devletin yada devlet organlarının bölgesel kalkınmaya, yöresel kalkınmaya bakışlarında da bazı değişiklikler oldu dilebiliriz. Bu açıdan bizim 5 yıl önce karşılaştığımız sorunları bu bir sene sonra aynı şekilde yaşıyoruz demek mümkün değil. Ben bu soruya o şekilde belki yanıt verilebilir diye düşünüyorum Diğer sivil toplum örgütleriyle ilişkileriniz var mı? Zaman zaman ortaklık ilişkileri geliştirebiliyor musunuz? Beraber çalışma disiplini 217 oluşturabiliyor musunuz? Yoksa sadece sürkal olarak yalnız çalışmayı mi tercih ediyorsunuz? Tercihimiz daha çok işbirliğinden yana. Bu işbirliklerini kuramadığımız sürece bizimde tek basımıza başarılı olmamız mümkün değil. Fakat bu konuda başarılı olduğumuzu mesafeler kat ettiğimizi söylemek zor. Bunun çeşitli nedenleri var. Bir kez dünyada olduğu gibi Türkiye'de de sivil toplum kuruluşları daha çok küçük grupların girişimiyle ve bu gruplar içindeki belirli kişilerin bireysel çabalarıyla işleri diğerlerine göre daha fazla yüklenmesiyle yürüyor. Yani henüz Türkiye'de sivil toplum kuruluşları kişilerden, kişilerin g ü c ü d ı ş ı n a t a ş a m a d ı . Ya n i d a h a k u r u m s a l l a ş a m a d ı . B u kurumsallaşamamanın bazı kişilikleri ve bireyleri ön plana çıkarması ve ister istemez de bireysel temelde olunca da işbirliklerinde de bazen engellerle karsılaşması mümkün oluyor. Yani bu konuda çok başarılı olduğumuzu söylemek mümkün değil. Fakat biz Sürkal olarak açığız. Birde yani bizim bir ayrı bir yerimiz var diye düşünüyorum. Bu bizden kaynaklanan bir şey değil. Türkiye'deki kalkınma alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının sayıca çok az ve nitelikçe de yeterince gelişmemiş olmasından kaynaklanıyor. Bugün bizim üç projemiz var Sivas'ta, Kars'ta ve Erzurum'da merkez aldığımız projeler. Toplam 20 profesyonel insan çalışıyor. Bu boyutta çalışan kalkınma kuruluşu az. Ondan kaynaklanıyor. İkincisi de nitelik meselesi. İste sosyal sorumluluğu olan şirketlerde yani kâr amacı gütmeyen şirket nasıl oluyor bilmiyorum ama şirketler de bu sürece dahil olmaya başladılar. Onun için bizim bu konuda biraz adaptasyon sorunumuz var gibime geliyor. Fakat bunun yine de böyle yürümeyeceğini biliyoruz. Bazı işbirliklerine gitmemiz oldu örneğin fakat başaramadık. Ama bu sorunu zaman içinde aşacağız diye düşünüyorum. 17 Aralık 2004 AB Süreci Türkiye'nin gündemine oturdu. Avrupa ile oturur Avrupa ile kalkar hale geldik. Bu Avrupa birliği muhabbeti sivil toplum örgütçülüğünün sizce önünü açan faktör müdür? Bu konuda Sürkal'de ezici bir çoğunlukla AB normlarını ve değerlerini belirli bir evrensel geçerliliği olduğu ve böyle bir temele dayandığı ve bu nedenle de Türkiye'deki sivil toplum hareketini hızlandıran bir faktör olarak algılanması gerektiği konusunda hem fikiriz. Ben de bunu paylaşıyorum. Fakat bir şeyi de bizden uygulayıcı olduğu için alandan gelen veya alana fazla önem veren bir grup olduğumuz için sadece evrensel bazı doğruların tekrarlanmasıyla da sorunların çözülemeyeceğini kesinlikle buna uygun örgütlenme ve eğitim çalışmalarına önem verilmesi gerektiğini ancak bununla AB değerlerinin yaşama geçirebileceğimize inanıyoruz. Size şunu belirtebilirim bugün Avrupalılar nasıl görüyor? Avrupalılar diyor ki “Türkiye'de doğru dürüst oturup bir proje geliştirme yeteneğine sahip kuruluş yok”. Onun için sivil toplumu geliştirme projesinin arkasında yatan gerekçesi de buydu. Yani sivil toplumu 218 güçlendirmek gerekiyor. Sivil toplumu güçlendirmek ne demek? Sivil toplumla kalkınma alanında çalışanlar kentsel yada kırsal fark etmez bir kere katılımcı planlamayı çok iyi öğrenmeleri gerekiyor. Katılımcı araştırmaları çok iyi bilmeleri gerekiyor. Bununla ilgili uygun yöntem ve tarzları dünya deneyimlerini de dikkate alarak özümsemeleri içselleştirmeleri gerekiyor. Bunun bir adım daha ileri götürülmesi gerekiyor. Alanda uygulamak gerekiyor. Bu açıdan Güneydoğu'yu biliyoruz Doğu Anadolu'yu da biliyoruz. Karadeniz'i de. Bunlar az gelişmiş bölgelerimizdir. Burada ne yerel yönetimler ne sivil toplum kuruluşları böyle proje ve program bazında yeterli değiller. Biz sorunun sadece kaynak sorunu olduğuna inanmıyoruz. Yani Türkiye'de kalkınma için tahsis edilen kaynaklar yetersizdir ama belki biraz tuhaf karşılanabilir sorun esas, insanlardaki sorun çözme kapasitesini geliştirmek. Sorun çözme kapasitesi de iki yolla oluyor. Bir eğitim yoluyla, iki örgütlü eğitim yoluyla oluyor. Bu ikisi de çok vakit alan zaman isteyen çok kısa sürede elde edilemeyen hedefler olarak görülüyor. Bu da bizim ne bazı politikacılarımız ne de yaşadığını iki üç seneyle sınırlayan belli bürokratlarımız için elverişli çekici alan değil. Uzun soluklu orta vadeli erimli isleri olan bu iki alan her zaman yeterince dikkatte alınmıyor. Yani sorun gerçekten insan kaynaklarını geliştirmektir. Çünkü son tahlilde belirleyici olan insandır. Bugün Türkiye'de yoksulluk katlanarak gidiyor daha dün iki arkadaşımızı Sakarya caddesinde bıçağı çekiyorlar ve telefonunu alıyor cüzdanını alıyorlar. Bu giderek artacak. Bence burada insan kaynakları önemli diye düşünüyorum. Eğitim ve örgütlenme çok önemli. Avrupa fonlarının da kullanılmasına baktığımız zaman ciddi şekilde sorgulanması gereken ve bu fonların da çok etkin kullanılabildiğini söylemek çok zor. Bu konuda pek iddialı olmak istemiyorum ama görünen köy kılavuz istemez derler. Yani ciddi sorunlarımız var. Biz kırsal, bölgesel kalkınma konusunda bölgedeki insanların çok aktif olmasının gerektiğine inanıyoruz. Onların aktif olması için de eğitilmesi gerekiyor. Ben birlikte bir şeyler yapmak birlikte öğrenmek ve örgütlü davranmak gerekiyor. Bunu asamadığımız sürece Avrupa ülkelerinden gelen uzmanların bizdeki bazı resmi kuruluşlarla işbirliği yapmak suretiyle belirli fonları çok etkin kullanamayacaklarını bu fonlardan neticede yine Avrupa ülkelerinin yararlanacağına inanıyoruz. Son soruyla mevzuu bağlayalım. Geçmişle kıyasladığımızda Türkiye'de sivil hayatın, sivil toplumculuğun bugünkü durumu sizce nedir, geleceğe de birkaç paragrafla gönderme yaparsak gelecekte öngörü olarak sivil hayat Türkiye'de hangi noktaya gelebilir ne dersiniz? Sivil toplumu sadece sivil toplum kuruluşlarıyla dernekler, vakıflarla, kooperatiflerle meslek kuruluşlarıyla değil siyasi partilerle, yerel yönetimlerle daha geniş tanımlamak gerekiyor. Şimdi bunların düzeyleri çok farklı. Ancak aralarında da ciddi bir ilişki var. Yani taban örgütleri güçlenmediği takdirde 219 yerel yönetimlerde güçlenemiyor. Çünkü tabanda bir toplumsal etki yaratmak gerekiyor tavana doğru. Yani aşağıdan yukarı gitmesi gerekiyor. Ancak her zaman böyle de değil. Bazen de yukardan bizim tarihimizde de olmuştur. Belirli dönemlerde. Yukardan da aşağıya doğru etkiler, olumlu etkiler olabilir. Simdi temel sorun kurumsal ve örgütsel gelişmelerin önünde çok ciddi engeller var. Yani iş yapma sorun çözme kapasitelerinin artırılması gerekiyor. Bunun mutlaka karşılanması gerekiyor. Belki de bu konuda AB'nin bu sürece bir ivme kazandırması söz konusu olabilir. Bu da nasıl olabilir özellikle kalkınma konusu, kalkınmaya en fazla ihtiyaç duyulması yörelerde yoğunlaşması gerekiyor. Aktivitelerinin orda yoğunlaşması gerekiyor. Yani yerinde Ağrı'da, Kars'ta... Diyarbakır bu konuda biraz daha ayrıcalıklı bir konumsal avantaj içerisinde çünkü çok fazla ilgi görüyor. Ama belki Diyarbakır hariç GAP'ın diğer illerinde daha uzak illerinde çalışmalar yapılması gerekiyor. Yerinde bu eğitim ve örgütlenme çalışmasının yapılması gerekiyor. Yerel kapasitenin geliştirilmesi gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında alınması gereken çok mesafe var. Üniversitelerin akademik kuruluşların da bu işe ilgi göstermesi gerekiyor. Siyasi partilerin özellikle ödevleri var. Ne yazık ki örgütsüz bir toplumdayız. Bugün mahalle düzeyinden parlamentoya kadar çeşitli alanlarda örgütlenmek gerekiyor. Hiç kimse mahalle düzeyindeki örgütlenmeyi köy yada köy gruplarındaki örgütlenmelerine gereken önemi vermiyor diye düşünüyorum. Yani sivil toplum kuruluşlarının almaları gereken epey mesafe var. Bu sivil toplum kuruluşlarını da kendi içinde sınıflamak gerekiyor. Herkesin kırsal alanda kentsel alanda çalışması şart değil. Duyarlılık geliştirme alanında çalışılabilir. Ne bileyim bugün Türkiye'de en fazla çevre konusu gündemde. Yani yüzlerce binlerce çevre inisiyatifleri girişimleri var. Ama kalkınma konusunda o sayının onda biri kadar kuruluş yok. Bunu da düşünmek gerekiyor. Çünkü çevre sınıflar üstü hedefler olarak görülüyor. Öyle göründüğü için de talep daha fazla gözüküyor. Ama sivil toplumları da kendi içinde sınıflamak gerekiyor. Bunların bazıları daha çok ulusal ve uluslararası politikaları etkileyen kuruluşlar olabilir. Bazıları çevre duyarlığını yaratabilir. Bazıları doğrudan doğruya belirli bir hizmet ve program bazında çalışan ve bunun için de çok değişik kurumlarla işbirliği yapan sınıflar olarak belirtilebilir. Devletin yada yasa ile kurulmuş olan vakıflar onlar artık yavaş yavaş tasfiye oluyor. Yani sivil inisiyatifler gönüllülük esasına dayandırılıyor. Yani tabandan geliyor. Yani dışardan yasalarla kurulan örgütlerin tam olarak sivil toplum örgütü vasfı taşıyıp taşımadığı da tartışılabilir. Ki bize göre tartışmaya bile fazla gerek yok. Ama umutsuz olmamak gerekiyor. Biz 20 yılı askın bir süredir bu işin içindeyiz. Belki kalkınma alanında çalıştığımız için çok ağır isleyen bir süreç içindeyiz. Hem profesyonel hem gönüllü, amatörüz. Bunun beraberinde getirdiği bazı kendini tanıtma duyurma yetersizlikleri olabilir. Ama buna rağmen ben bir iyileşme görüyorum, bir ileri adım görüyorum. Bizim 5-6 yılda ulaştığımız sonuçları projelerde bir 1,5 yılda ulaştığımızı 220 söyleyebilirim. Zaman sonuç almada yardımcı olabilir. Kesinlikle işbirliği çok önemli. Yerinde kalkınma çok önemli. Faaliyetleri yerinde yapma çok önemli. Kamu kuruluşlarının desteğini almak çok önemli. Ama kamu kuruluşlarının da bizden öğrenecekleri var. Hedef grup olarak yoksulluk son derece altı çizilmesi gereken bir konu. Yoksulluk kesinlikle çok boyutlu bir olay. Hem ekonomik boyutu hem de politik ve sosyal boyutu var. Yoksulluğu gidermeyen bir kalkınma süreci bizce gerçek bir kalkınma süreci değildir. *Sürdürülebilir Kırsal ve Kentsel Kalkınma Derneği-SÜRKAL Dr. Ahmet Saltık Çetin Emeç Bulvarı.5. cadde No: 5/ 3 Yukarı Öveçler 06460 Ankara. Tel : 0 312 472 68 60 Fax : 0 312 472 68 61 e-mail : [email protected] e-mail : saltı[email protected] 221 Şiddetsizlik Antrenman Grubu* Ferda Ülker-Sözcü Ferda ilk soruma şöyle başlayayım: Daha önce İzmir Savaş Karşıtları Derneği ismiyle bir örgütlenmeniz vardı, kapandı. Şimdi o yapının ilgi ve faaliyet alanı içerisinde olan ve daha farklı bir isimle biraz da bireysel kimliğinizi öne çıkararak “Şiddetsizlik Antrenman Grubu Hareketi” ismiyle bir yapınız var. Şiddetsizlik Antrenman Grubunu tanımakla başlayalım. Hangi ihtiyaçtan doğdu? Hatta belki öncesine giderek, savaş karşıtlarını da anlatarak bugüne gelebilir misin? Bir tanımlama yapabilmek için önce Savaş Karşıtları Derneği'nden söz etmemiz gerekiyor. Çalışmalara orda başladık onun bünyesinde kendimizi buluyorduk. Politikanın şiddet dışı araçlarla yapılabileceğini iddia ediyorduk. kendi iç işleyişimizde bu yöntemleri uyguladık. Şiddet içermeyen yöntemlerle çalışma çabamız vardı. Dernek çeşitli nedenlerle 2000 yılında bizim tarafımızdan kapatıldıktan sonra biz birkaç kişi kalmıştık. Bu alanda bir şeyler yapmak istedik. Antreman grubunu oluşturduk. Çeşitli kurumlara gidiyoruz. Tanıtımını yapıyoruz. Onlara bu yöntemlerin nasıl uygulanabileceğine dair interaktif yöntemleri tanıtıyoruz. Ve beklentimiz şu ki o kurumların bundan sonraki süreçte bu yöntemleri kullanmaları. Örnek olarak ne verilebilir? Karar alma süreçlerinde consensus yöntemleri nasıl uygulanabilir? Bu konuda antreman veriyoruz. Bunlar çeşitli egzersizlerin oyunların olduğu bir bütün. Konu merkezli çalışmalar yapıyoruz. Temel kavramlar dediğimiz şeyler var. İletişim, önyargılar, genellikle bu ve benzeri konularda biz antreman konuları veriyoruz ayrıca kurumlara diyoruz ki sizin için sorun olan bir şey var mı? Çözemediğiniz çözümünde zorlandığınız çatışkı çözümü yapıyoruz. Son iki üç yıldır yoğun olarak çalışmalar yaptık. Çıkışı tamamen bizim savaş karşıtları derneği içinde faaliyet gösteren insanlardan oluşuyor. Çok geniş bir grup değil, biz beş kişiyiz şu anda. Tüm isteğimiz Türkiye'de çeşitli illerde antrönörlük yapacak insanlar yetiştirmek. Çalışmamızın ana hedefi bu. Kurumları tanıtıyoruz temel kavramlarla ilgili çalışma yapıyoruz. Birtakım insanlar “çalışmaları anlamlı buluyorum antrönörlük yapmak istiyorum” derlerse onlara ayrıca antrönörlük eğitimi vereceğiz. Diyarbakır'da yaptık, Antalya'da yaptık, Adana'da yaptık, İstanbul, Ankara'da yaptık İzmir'de devam ediyoruz. Ve bütün bu illerden de antrönörlük yapacak insanlar çıktı. Peki bütün bu işleri yine bu saydığınız şehirlerde partner Sivil Toplum Kuruluşları aracılığıyla mı yapıyorsunuz? Öyle herhangi bir kuruma bağlı değil öncelikle kişisel ilişkilerle, İstanbul'da 222 yaptık, Mardin'de yaptık bir grupla ilk çalışmamız onlarla olmuştu. Bu arkadaşlar bize başka kurumları öneriyorlar bu tip çalışma yapan insanlar var. Biz artık kurumlara gidip şunu bunu yapıyoruz diye anlatmıyoruz. Mail ya da telefonla bize ulaşıyorlar “böyle bir çalışma yapıyormuşsunuz, bizim de böyle bir ihtiyacımız var yapabilir misiniz?” diye. Biz bu ihtiyaçları gücümüz yettiğince karşılamaya çalışıyoruz. Şu anda şehir dışında bir çalışmamız yok. Şehir içinde İzmir merkezli biraz çalışalım dedik. Sadece şehir için şu an kaynak arıyoruz. Gönüllüler için antreman programı yapmamız gerekiyor. Onun için kaynak arıyoruz şu anda. Bir kaç yere başvurduk reddedildi. Şimdi tekrar devam ediyoruz. Bu bahar aylarını düşünüyoruz. Parayı bulduğumuzda yapacağız. Onun dışında bir kaynağımız yok. Kaynağı nereden buluyorsunuz? Projeli mi çalışıyorsunuz? Kendi olanaklarımızı kullanıyoruz. Sıkıştığımız da gittiğimiz kurumlardan destek alıyoruz. Yol ve kalacak yer anlamında, gönüllülük üzerinden giden bir çalışma. Kendimize sorduğumuzda “Niye bu işi yapıyoruz?” diye sonuçta biz bu yöntemlerin anlamlı ve önemli olduğunu düşünüyoruz. Özgürlük ve eşitlik talebi varsa insanların böyle bir gelecek perspektifi varsa onu bugünden inşa etmek gerekir. Kendi iç işleyişinde kendi iç işlerinde bunu var etmen gerekir ki hedefin de gerçekçi olsun. Biz bunu önemsiyoruz, bazı kurumlarda otorite ve hiyerarşi ile karşılaşıyoruz. Geleçek hedefleriyle çok da bağdaşmayan kavramlar ama bir şekilde var olan kavramlar. Önemli olan bunu ortaya çıkarmak mümkün olduğunca bunun farkına varmak, ve mücadeleye devam etmek. Burada biraz taraflı bir soru sormak istiyorum. Sonuç da şiddetin 20 yıl boyunca bir olgu olarak yaşandığı bir coğrafyada Diyarbakır'da yaşayan bir aydın olarak merak ediyorum. Şiddet önce aile içinde başlayıp sonra da giderek bir yaşam biçimi halini alarak yaygınlaşıyor. Bu kadar şiddetle iç içe yaşanan bir ülkede şiddet karşıtı olmanın, şiddetsizlik antrenman grubu hareketini toplumda anlatmak zor bir iş değil mi? Tepkiler ne alemde? Şiddet kültüründe yaşıyoruz. Neresinde yaşarsak yaşayalım Türkiye'de ailede, sokakta her yerde o şiddeti yaşayan insanlarız. Bu yüzden bizim kavramlarımız çok ütopik kalıyor insanlar için, şiddet var. Tamamen şiddete hayır demediğimiz sürece böyle bir dünyayı da kurgulayamayız. Şu anda attığımız adımlar çok küçük olabilir ama bunlar geleceğe dair bir umuttur. Bizim çalışmalarımıza en büyük ilgiyi kadın grupları gösterdi. Kendi yaşadıkları koşulları en çok sorgulayan kadınlar oluyor genelde. Karma gruplarda erkeklerden çok reaksiyon almıyoruz. Çalışmalarımız bir süre sonra karma grup olsa dahi kadınlarla devam ediyor. Kavramlara sahip çıkan bunları sorgulayan kadınlar oluyor genelde. Çok büyük yollar alamıyoruz tabi 223 ki. Bir sürü engelle karşılaşıyoruz. Bütün bunlara rağmen haklı olduğunu bilmek doğru olduğunu bilmek o yada bu şekilde devam ediyorsunuz çalışmaya. Kişisel olarak buna inanıyorum isteyen herkese de bunu anlatabilirim. Kullandığı kadar kullanabilir en azından bir soru işareti yaratabilir insanda. Soru işareti yaratmanın kendisi bile anlamlı geliyor bana. Sivil toplum hareketinin, örgütlülüğünün neresindesiniz? Bir tanımlama istersem kendinizi nasıl tanımlarsın? Sonuç da sizinki de bir sivil toplum hareketi, bir sivil toplum girişimi! Biz şu an bir sivil toplum örgütü değiliz. Biraz dışındayız neden biz onlara diyoruz ki bizim bildiğimiz uygulayabildiğimiz yöntemler var. Aslında destek veriyoruz biz. Eğer talepleri olursa bunu böyle de yapabilirsiniz diye bir model gösteriyoruz. Destekçi demek daha doğru olur. Kişisel olarak sivil toplum örgütlerinde faaliyet gösteriyoruz ama bu çalışma onların dışında. Zaman zaman görüşlerine katılmadığımız, şiddete evet diyen gruplarla da çalışıyoruz. Ama her seferinde bunu sorguluyoruz. Çünkü biz kendimizi şiddet karşıtı olarak tanımlıyoruz. Sonuçta diyoruz ki ben kişisel olarak düşünüyorum ki bu insanlar şiddeti o ya da bu şekilde hayatında yaşatıyor ama bizim şu anda tüm bu yöntemleri o ya da bu diye ayırmadan tanıtmamız gerekiyor. O noktada biri için soru işaretleri geliyor. Karşıdaki insanın kafasında küçük de olsa bir soru işareti yaratabilirsem bu ileriye dönük bir adımdır. Çok büyük hedeflere yaklaşamıyoruz şu anda tabiki. Ufak tefek dönüşümlerin kendisi bile anlamlı geliyor bana. Peki kurumlarla ilişki var mı? İlla ki kamu kurumu olması gerekmiyor. Bu STK'lar da olabilir. Biz aslında yaptığımız çalışmalara oyun gibi yaklaşılıyor. Biz bunları oyunlarla yapıyoruz ama varmak istediğimiz temel noktalar oluyor. Şimdi bakış açısı da çok önemli insanlar bir şeyleri farklı yaşamak istiyorsa, ama sadece bir bakayım diye gelen insanlar şöyle bir tanımlama yapıyorlar. “Bunların hepsini oynadık” oyunun altında neler verilmek istendiğini farketmeyebiliyorlar. En rahat çalıştığımız ciddiye aldığımız kurumlar kadın kurumları. Ben bunu kadınların bu konudaki hassasiyetlerine bağlıyorum. Şiddet kadınlar için daha gerçek bir şey olduğundan hayatlarında bununla ilgili sorunları da var. Var olanın dışında bir şey yapmaya çalışıyor kadın örgütleri. Daha eşit ilişkiler daha birarada durabilmeler dolayısıyla bu kavramlarla çok daha kolay ilişkiye girebiliyorlar. Karma gruplarda da aynı şey var ama erkek katılımı daha az olur. Katılan erkeklerde devam etmezler. Ve eşcinseller, onlar bu kavramlarla sorunu olan gruplar. Onlar bu yöntemleri tanımaya uygulamaya istekliler. Ve onlarla devam ediyor çalışmalarımız. Şu anda 20 kişilik antrönör olmak isteyen grup var. Biz ilk fırsatta antrönörlük eğitimine başlayacağız. 224 Bu antrenörlük eğitimini nasıl aldın? Bunun bir okulu filan var mı? Almanya'da arkadaşlarımız vardı, oraya gidip çalışmalara katıldık. Daha sonra oradan gelen antrönörlerle çalışma yaptık. İki kere yaptık. İlkinde biz katılımcıydık. Bir antreman nasıl yapılır diye. Yaparken öğreniyoruz. Genel anlamda biz kolaylaştırıcılık yapıyoruz. Aynı zamanda bu yöntemleri öğretmiş oluyoruz ama biz de çok fazla şey öğreniyoruz. Biz uygulama içinde öğrendik. Şöyle bir sıkıntımız var, bizim sayımız çok az. Kaynağımız yok ama öyle inanıyoruz ki bu işe. Her ilde bir iki antrönörümüz olursa deneyim alışverişi yapabiliriz bir süre sonra. Daha çok yaparak uygulayarak öğrenilen bir süreç. Bunu ben böyle yaşadım. Bu yaptığınız çalışmaların sonuçlarını izliyor musunuz? Ne getirip, ne götürüyor? Programa katılanlar ne kadar etkileniyorlar? İstanbul'daki grup bu yöntemlerle belli kavramlar üzerine tartışma toplantıları düzenliyorlar. Onlarla bu çalışmalar üzerine görüşmüştük yazılı hale getirdiklerinde bize gönderecekler. O benim çok hoşuma giden bir örnektir. Mesela biz orada birşey gösterdik onlar kendileri yeni bir yöntem öyküleme diye bir yöntem çıkardılar. Biz bile her yaptığımızda farklı birşey ekleyebiliyoruz çıkarabiliyoruz. O yüzden daha fazla katılım olursa farklı yöntemlerde ortaya çıkar. Yıllardır aynı grupla çalıştığımız için bence bir kısırlıkta yaşıyoruz. Antrönörlerde çalışmaya katılırsa bambaşka yöntemler ortaya çıkacak. Benim hayalimde hep o vardı yılda bir kere biraraya geleceğiz, deneyimlerimizi aktaracağız, bunları paylaşacak ve böylece geliştirebileceğiz. Bizim dışımızdaki insanların bu çalışmaları bu kavramları devam ettirmesi bana çok önemli geliyor. Adım adım bunlarda oluyor aslında. 17 Aralık 2004'le birlikte Türkiye'de AB süreci başladı. Bir çok insan bu sürece hayırlı bir iş gibi bakıyor. Sizin gibi çalışan yapılanmalar açısından AB süreci bir fırsat olabilir mi? AB hem şiddete hem de şiddetin sonuçlarına karşı çok hassas ve uzak! Bu anlamda sivil alan sizce rahatlar mı? Daha rahat olur mutlaka. Demokratikleşme anlamına gelmiyor gibi bir sürü görüş var. Ben kişisel olarak şu an nerede duracağımı bilmiyorum. Herşeyi anlamaya çalışıyorum. Kendi adıma bu bir süreç bir süre sonra netlik sağlayabilim diyorum. Mesela biz o toplumlarda şiddet yok diyemiyoruz. Asıl tehlikeli olan şiddetin oralarda olduğunu düşünüyoruz. Daha açık olan şiddeti görmek kolaydır, mücadele etmek de kolaydır. Önemli olan görünmeyen şeddeti görebilmek ona karşı mücadele etmektir. Bu anlamda avrupa ülkelerinde böyle birşey var şiddet görünen bir şey değilki. Türkiyede bu bir şans şiddet çok açık. O yüzden mücadele etmekte çok açık ya edersin ya da 225 etmezsin. Arası yoktur bunun. Avrupada işin daha zor olduğunu düşünüyorum. O zaman son sorum geliyor. Türkiye'de sivil alanın önünün açılması, sivil hayatın hali pür melali, geleceği ile ilgili genel olarak neler söylenebilir? Geçmişle kıyaslarsak sivil hayat bugün ne durumda! Ben vicdan-ret hareketinden tanımlamaya çalışayım. O günlerde baskı daha yoğundu o günün koşulları da belki göz önünde bulundurulabilir. Bugünlerde bir çok vicdan-ı redçilerin açıklamaları yayınlanabiliyor, onlara karşı bir uygulama yok. Görmezden geliniyor. Biraz geçiş süreci. Avrupa Birliği süreci anlaşılmaya çalışılıyor. Devlet kurumları bunu görmüyor anlamında değil bu. Taşlar yerine bir otursun sivil toplum örgütleri üzerindeki baskı ne olacak ne oranda olacak bunlar birazcık daha süreç içinde belirlenecektir gibi geliyor. Şu anda bir rahatlık var ama bu rahatlık neyi ifade ediyor şu anda bence bu biraz belirsiz. *Şiddetsizlik Antrenman Grubu-İzmir Ferda Ülker 1443.sokak, 48. Kıbrıs Şehitleri caddesi 35220 Alsancak / İzmir Tel : 0 536 879 82 17 e-mail :[email protected] 226 Türkiye İnsan Hakları Vakfı* Yavuz Önen-Genel Başkan Yavuz ağabey Türkiye İnsan Hakları Vakfını tanıyarak başlayalım. Ne zaman kuruldu? Hangi ihtiyaçtan doğdu? Neler yapar TİHV. TİHV 12 Eylül askeri darbesinden 6 yıl sonra İnsan Hakları Derneği ortamında kuruldu. Bir toplumsal ihtiyacın sonucu oldu. Çünkü işkence, faili meçhuller, kayıplar daraltıcı sorunlardı. Özellikle önce halkın bağrından, ateşin düştüğü yerin yandığı ortamdan, dernek doğdu. Ondan sonra dernekle dayatan bir ihtiyaç olarak da, işkence görmüş, şiddete uğramış insanların fiziksel ve ruhsal tedavileri ile ilgili işlerle uğraşan vakıf kuruldu. Özetle bir sosyal, toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanan bir nedenle vakfımız kuruldu. Türkiye genelinde 5 yerde örgütlüyüz. Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Diyarbakır. Bu saydığım kuruluş sırasıdır. Diyarbakır en zor kuruldu ve en geç oldu. Çünkü çalışma ortamı açısından çok ciddi sıkıntılar vardı. İnsanları doğrudan cepheye ve riske atacak bir olaydı bu. Çünkü mağdurların sesi olacaksınız, mağdurlara hizmet götüreceksiniz. Hekimlerle yapılacak bir işti bu. Ama sonunda başardık. Kuruluşumuzdan 7 yıl sonra Diyarbakır'da da temsilciliği açtık. Bugüne kadar tedavi hizmeti sunduğumuz başvuru sayısı 10 bini aştı. Aslında bu 10 binin üzerinde aile demektir. Projemiz kişiye yönelik hizmet vermeyi de aşmıştır. Sosyal bir destek projesi uyguluyoruz. Çocukları da kapsıyor. Mağdurun ailesini de kapsıyor. Ruhsal destek projesi vardır. Çalışmamız bunlarla gelişti. Ayrıca bilimsel alanda da kurumsallaştık. Bilimsel çalışmalar yaptık. İşkencenin geriletilmesi için. Bazı projeler geliştirdik. Yöntemler geliştirdik. Laboratuvar çalışmaları yaptık. Sintigrafi yöntemi ile işkence ve darp izlerini tespit edecek veriler geliştirdik. 12 yıl geçmişi olan izleri bile tespit edebiliyoruz. Bunlar önemli çalışmalar oldu. Askıya almanın vücutta bıraktığı izleri tespit ettik. Ve bütün bunlara dayalı olarak da, alternatif raporlar geliştirdik. Hekim örgütleriyle, barolarla birlikte çalışıyoruz. Vakıf somut bazı ürünler üzerinde de günlük yaşamda işe yarayacak ürünler üzerinde de çalıştı. Bizim alternatif raporlar mahkemelerde kullanıldı. Türkiye'de mesela Manisa davası böyle bir raporun üzerinden karara varabildi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bizim bu çalışmalarımızı referans olarak aldı. Ağabey bir sivil toplum kuruluşu olarak TİHV'nı tanımlamanızı istersem sivil toplum örgütçülüğünün neresine oturtursunuz? Aslında bunu daha ziyade bir uzman kuruluş olarak almalı. Her ne kadar ilişki ortamı sosyal ortam olsa bile kendisinin üyesi olmayan, üye sağlamak üzere 227 dayalı bir teşkilatlandırma şeması olmayan bir örgüt. O nedenle daha ziyade uzman kuruluşlarla ilişkisi gelişkin bir kurum olarak duruyor orta yerde. Yani katılımcılığı, halk desteğini daha ikinci planda bırakan daha entelektüel düzeyde duran bir örgüt mü? Tabi her ne kadar uzmanlık alanları üzerinden bir ilişki ağı geliştirilmiş olsa bile demin söylediğim işin ikinci ayağıyla çok yakın ilişkilerde olduğu kesin. Örneğin İnsan Hakları Vakfı'nın ceza evlerindeki açlık grevlerinde bedensel zarar görmüş olanlara yönelik proje geliştirirken birden bire toplumun desteği ile de buluştu. Yani bizim dışımızda aydınlar, yazarlar, gazeteciler, pek çok alanda görev yapan sivil toplum örgütleri, sanatçılar bir araya geldi. Ve vakfın bu projesini sürdürebilmesi için siyasi ve maddi destek sağlamak etkinlikleri yaptı. Birden bire toplumla da buluşma olanağı bulduk. Ama bizatihi bizim sivil ortamla olan ilişkimiz tedavi hizmetleri üzerindedir. Çok ciddi ve sorunlu bir alanla, insan hakları alanıyla aslında bundan çok daha sorunlu hakları ihlal edilen insanların rehabilitasyonu ile ilgilisiniz. Devletin size bu manada bakış açısı nasıl? Bir muhabbetiniz, bir bağınız bir ilişkiniz oluyor mu? Bir kere insan hakları vakfının kuruluş aşamasından itibaren işkence alanıyla ilgili bir proje olduğu için sıkıntılar var. Önce kuruluş senedimizde “işkence rehabilitasyonu yapar” ifadesinin çıkarılması istendi mahkeme tarafından. Çünkü “Türkiye'de işkence yasaktır. Olmayan bir şeyin tedavisi de ne demektir?” diye sorular sordular. Bizde bir yıl direndik. Mahkemelerde tartışmaları sürdü. Ama sonra gördük ki bu iş çok uzayacak. Bu ifadeyi çıkarmayı kabul ettik. Ama esas olarak işkence tedavisi gündemimizin başında tutmaya devam ettik. O tarihten itibaren ister bizimle gönüllü olarak çalışan hekimler ister bir takım gönüllülerimiz olsun ister vakıf yönetimi olsun sürekli idari baskı altında tutulduk. Memurların tayini yapılmıştır başka yerlere. Vakıfla ilişkileri kesilmiştir. Cezalar verilmiştir. Yönetimde görevden alınma istemine varıncaya kadar baskılanmaya çalışılmıştır. Türkiye insan haklarının kapatılması gündeme gelmiştir. Sağlık bakanlığından izin almamız gerektiği yolunda baskılandık. Pek çok duruşmalarımız oldu. Ben şahsen ikinci proje olan insan hakları dokümantasyonun ve yıllık raporlara yazdığım değerlendirme raporlarından dolayı DGM başta olmak üzere pek çok mahkemelerin karşısına çıkmak zorunda kaldım. Düşünce özgürlüğünü savunma, yine yargı barajı ve baskısıyla karşı karşıya geldik. Özetle vakıf insan hakları derneği kadar yöneticileri öldürülmüş bir düzeyde baskıdan söz edilemez. Belki şiddet baskısı sürekli olmadı. Ama idari ve yargı baskısını sürekli üzerimizde hissettik. Bu medya aracılığı ile geliştirilen anti propagandayı açıklamak lazım. Bizim “bölücü örgütlerde ilişki içinde olduğumuz, terörist örgütlerle iş birliği içinde 228 olduğumuzu,” ifade ettiler, stratejik anlamda, sosyolojik anlamda bunun altını çizmek gerekiyor. Ama yine de gelişmeler var. Kendi alanınızda, insan hakları örgütlenmeleri ile bağınızın çok iyi olduğunu biliyorum. Onun dışındaki sivil toplum örgütleri ile bağınız var mı? Ortak işler yapıyor musunuz? Tabii ki. İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere bizim demokrasi geliştirme projesi dediğimiz projede ortaklığımız var. Yıllık bizim insan hakları hareketi konferanslarımız vardır. Buraya çok değişik örgütleri ve değişik iklimden insanları davet ediyoruz. Her yıl bir buluşma ortamı düzenliyoruz. Fakat esas olarak çok önemli saydığımız alanlardan örneğin Tarih Vakfı ile birlikte yaptığımız ders kitapları var. “Hikayemi dinler misin?” başlıklı bir insan hakları sergisi çerçevesinde Türkiye'yi dolaştı. Türk Tabipler Birliği ile kamu protokolü alanında her işkencenin tıbbi ve hukuksal soruşturması alanında ortak çalışmalarımız var. Ağımız bir hayli gelişkin. Şimdilik hatırlayabildiğim onlar. Bir başka sorum da şu; Aralık 2004 itibariyle AB sürecine girdik. Bu AB kulvarında sizce AB'nin Türkiye'de sivil toplum örgütçülüğüne katkısı olacak mı? Sivil toplumculuğu AB tetikler mi? Yoksa zaten normal seyrinde gidiyor dememiz mi gerekiyor? Bu güzel bir soru. Şunu kabul etmek gerekir. 1999'dan sonra yani Türkiye'nin AB adaylığı kabul edildikten sonra Helsinki zirvesinde çok ciddi dinamik unsurlar seslerini daha yükseltmişlerdir. Kendilerini ifade etme anlamında aktif olmuşlardır. Yani toplumu pozitif yönde aktif hale getiren bir süreç olmuştur AB. Bunun tabi olumlu yönü vardır. Ama bir olumsuz yanı şu. Olumsuz yanımızı açığa çıkaran bir gerçeklik bu. Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin sivil topluma kulak asmadığı anlamındadır aynı zamanda bu. Çünkü ben kişisel olarak pek çok STK'larda da çalışmış birisiyim. Temel hak ve özgürlükler ile demokratikleşme anlamında pek çok talebi dile getirmiş biri olarak buna tanığım ben. Yani Türkiye Cumhuriyeti devleti ve hükümetleri sivil toplumun taleplerine kulak asmamıştır 1999'a kadar. Ondan sonraki süreçte de kulak asar gibi yapmaktadır. Yalnız şöyle bir değişim olmuştur. Sivil toplum ile hükümet kamu kuruluşları ile bürokrasi devlet bürokrasisi bazı ortamlarda buluşma sürecine girmiştir. Bu da pozitif bir etkilenmedir diyebilirim. Son sorumu izninizle sorayım ağabey. Geçmişle kıyasladığımızda Türkiye'de sivil hayatı nasıl görüyorsunuz? Bir kere şunu söyleyeyim. Sivil toplumla ilgili toplantılarda da dile getirdim. Hala daha resmileştirme devlet söylemiyle aynılaştırma çalışmaları devam 229 ediyor. Yani Türkiye'de insan hakları ve demokrasi mücadelesi gerekiyorsa bu devlet tarafından yapılır. İhtiyaç varsa bunu devlet yapar anlayışı hala değişmiş değil. Türkiye'de gerçek anlamda sivilleşme ve demokratikleşme adımları çok güdük olması nedeniyle sivil toplumun gürül gürül gelişme süreci yaşadığını söylemek son derece zor. Yani sivil toplumun baskılandığı ve jeolojik anlamda sivil toplum kavramı deforme edildiği bir süreçle karşı karşıyayız. Bunu bilmemiz görmemiz lazım. Yeni sivil toplumculuk ideolojisi aslında gerçek anlamda yerelleşmeyi, sivilleşmeyi ve özgürleşmeyi engelleyen bir konsept olarak bize dayatılıyor. Ne yazık ki bu Avrupa Birliği ortamında da zaman zaman destek görmüyor değil. Orda dile getirdiğimiz sıkıntılardan bir tanesidir bu. Evet bir dinamik süreç başladı. Ama sıkıntıları ve sorunları devam ediyor. Son söyleyeceğim bütün bu sıkıntılara rağmen işin olumlu yanları üzerinden gelişebilecek bir hareket olarak sivil toplumun gelişeceğini Türkiye'de aydınlık olarak görüyorum. *Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yavuz Önen-Genel Başkan Menekşe 2. sokak. 16 / 11 06440 Kızılay / Ankara Tel : 0 312 417 71 80 Fax : 0 312 425 45 52 e-mail : [email protected] Web : www.tihv.org 230 Toplum Gönüllüleri Vakfı* İbrahim Betil-Başkan İbrahim Bey önce Toplum Gönüllüleri Vakfını tanıyarak görüşmemize başlayalım diyorum. Vakıf hangi ihtiyaçtan doğdu, ne yapar, nasıl bir örgütlenme anlayışı var? Toplum Gönüllüleri Vakfı Türkiye'de gençlerin öncülüğünde toplumsal duyarlılık projeleri gerçekleştirebilmek amacıyla 2003 yılında kuruldu. İki yıllık bir kuruluşuz. Son 20 yıldır korkulan, ürkülen, her türlü sıkıntıların yaratıldığı, her türlü sorunun öncüsü olarak görülen bir kesim gençlik! Ne yazık ki doğru olmasa da böyle gözlemleniyor. Özellikle de Ankara'daki devlet önde gelenleri, siyasiler. Her ne kadar Türkiye'nin büyük potansiyeli olarak gençliği görmek isteğindeyseler de, genelde gençlerden korkulur Türkiye'de. Bir önyargıyı, bu yanlış yargıyı kırabilmek amacıyla tamamen gençlerin öncülüğünde oluşabilecek bir sivil toplum kuruluşunu ortaya çıkarttık. Üniversitelerde örgütleniyoruz. Şu anda iki yıllık süre içinde Türkiye'de mevcut 80 üniversiteden 40'ında Toplum Gönüllüleri kulüp olarak resmen kuruldu. Ayrıca 25 üniversitede de grup olarak varız. Onlar da kulüpleşme sürecindeler. Ulusal ve yerel bazda olmak üzere pek çok toplumsal duyarlık çalışması yapıyorlar. Köylerde okul onarmaktan, okullara fen ve bilgisayar dersliği kurmaktan tutun, huzurevlerine gidip yaşlılarla sözlü tarih çalışması yapmak, çocuk esirgeme kurumuna gidip çocuklara ağabeylik, ablalık yapmak ilgi alanları içinde. Yine sokak çocuklarıyla projeler geliştirmek, çevreye yönelik çevre projeleri geliştirmek, kendi yörelerinde kendileri karar veriyorlar. Toplumsal duyarlılık çalışmasının ne olması gerektiğini ve biz de sadece onların önünde oluşabilecek engelleri kırmak adına onlara destek veriyoruz. Bir gençlik teşkilatı toplumsal duyarlılık adına gençlerin öncülüğünde çalışan bir sivil toplum kuruluşu olarak gelişiyoruz. İbrahim Ağabey, Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın iki yıllık geçmişine kısaca giriş yaptınız. Ama ben biliyorum sizin çok köklü bir sivil toplumculuk yaşamınız ve geçmişiniz var. Çünkü Toplum Gönüllüleri'nden önce Eğitim Gönüllülerinde sivil toplum örgütçülüğü, ondan önce de Yeni Demokrasi Hareketinde siyaset yaptığınızı yine ben biliyorum. Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın çalışmalarına baktığımızda bir STK olarak tanımlamanızı istersem nereye oturtursunuz? Bu örgütlenme misyonuna uygun davranabiliyor mu? Bugünden iki yılı taradığımızda “biz hedeflediğimiz yerdeyiz” rahatlığında mısınız? İki yıllık vakıf, iki yıllık süre içerisinde yaklaşık 4000 aktif genci topluma 231 kazandırdı. Türkiye'de bütün üniversitelerde, en batıda Trakya Üniversitesi'nde, en doğuda Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde, Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nde, Şanlıurfa Harran üniversitelerinde, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi'nde, İç Anadolu'da Konya Selçuk, Bandırma'da Balıkesir ve Ege Üniversitesi yani özetle bütün Türkiye'de 4000 aktif gönüllü oluştu. 4000 aktif gönüllü 2 milyon üniversite genci arasında büyük bir rakam değil. Ama iki yıl içinde ancak bu kadar oluştu. Biz bu platformu oluştururken gençlik arasında koyduğumuz temel değerler, temel ilkeleri çok net çizdiğimiz için bence gençliğin önemli bir örgütü haline gelme yolunda beklentilerimizi büyük ölçüde karşıladık. “Neydi bu ilkeler?” diye sorulabilir. Biz Toplum Gönüllüleri'ni kurarken temel değer olarak, iki, üç unsuru belirttik. Bunu da hedeflerimize açıkça yazdık. Resmi senedimize, vizyonumuza ve misyonumuza da yazdık. Farklılıklara saygı, temel unsurdur. Bizde inanç ve düşünce farklılığından dolayı insanlar özellikle bu farklılıklarıyla bir arada olurlar. Ve bir birlerinin bu farklılıklarına tahammül etmek durumundadırlar. Bu farklılıkları gidermek, yok etmek değil tam tersine bu farklılıklarla birlikte, bir arada olmanın ve bu farklı köken, inanç ve düşünceden kişilerin bir araya gelip ortak proje yapabilmesi, toplumsal duyarlılık projesini yapabilmesidir. Aslında bu alanda Türkiye'nin bugüne kadar çözemediği sorunları, konuları biz kendi bünyemizde çözmek arzusundayız. Bizim bünyemizde türbanlı kızlar da var. Pantolonlu, kısa etekli kızlar da var. Bizde Kürtler de, Çerkezler de, Lazlar da, MHP'liler de, Liberaller de, DEHAP'lılar da var. Hepsi bir aradalar. Bu anlatılan ve oluşturulan Türkiye mozaiğidir. Bu mozaik bir arada toplumsal duyarlılık çalışmaları ile yürüyor. 250 genç 30 üniversiteden bir araya gelip bir köye giderek bir okulun onarımını yapması ve bunu birkaç kere tekrarlaması bence önemli bir göstergedir. Ekip çalışması bir başka önemli konumuz. Girişimcilik de öyle. Biz Türkiye'de gençlerin özellikle üniversiteyi bitirdikten sonra kendine devlette bir iş bulmasını çok önemsiyoruz. Temel hedef gençleri toplumsal duyarlılığa çekebilmektir. Proje bazlı çekebilmektir. Proje bazlı pek çok çalışmada o birbirlerine olan farklılıklara güven ve birbirlerinin farklılıklarını anlayabilme yöntemi ortaya çıkıyor. Masa etrafında tartışarak fikir çatışmasına girerek, farklılıklar anlaşılmıyor. Herkes kendi pozisyonunu almaya başlıyor. Ama birebir ortak bir proje üzerinde çalışılmaya başlandığı zaman, farklılıkların ne kadar önemli olduğunu, yeteneklerin ne kadar, bakış açılarının ne kadar önemli olduğunu birebir görerek daha kolay anlıyorlar. Biz bu çerçeveden yola çıkarak geliştik. Ve bunu kısa zamanda ulusal platforma yaydık. Amacımız bunu uluslararası boyuta da taşıyabilmek.Nitekim geçtiğimiz süre içinde Fransa'dan, Estonya'dan, Yunanistan'dan, İtalya'dan, Makedonya'dan gençlerle bizim gençlerimiz iletişim kurup ve bu anlayışı birlikte ortak projeler yönlendirme konusunda çalışmaya başladılar. Zaman içinde olabilecek bir iş, süreye ihtiyaç var. 232 Çünkü üniversiteli gençler mezun oluyorlar. Yerlerine yenileri geliyorlar. Bunu süreç içerisinde daha da güçlendireceğimizi düşünüyorum. Zaman dilimi içinde kendi hedef kitleniz ölçeğinde çok ciddi katılımcılık ve destekle işler yapmışsınız! Bu sivil toplumculuk anlamında çok kıvanç verici bir gelişme. Kendi adıma bu kadar kısa zamanda bu denli iş çıkarılması heyecan verici demek isterim! Nasıl oldu bu iş, bunun sırrı ne? Bunun sırrı şu: Ben Türkiye'de mevcut 80 üniversitenin en az 50'sine gitmişimdir. Birebir gençlerle konuşarak ve kendi ekibimle birlikte gitmişimdir. Ekibim de çok genç. Tek ben yaşlıyım içlerinde. Ama ben de ruhumu genç tutmaya çalışıyorum. Bizim vakıfta çalışan arkadaşlarımız 25-30 yaş arası. Üniversiteden mezun olduktan sonra kendi kişisel tercihleri olarak sivil toplumculuğu seçmiş arkadaşlar. En az bir yabancı dil biliyorlar. Bazıları iki yabancı dil biliyor. Bunlar özel sektöre gitseler daha büyük paralar kazanırlar. Kendilerine daha önemli pozisyonlar da bulurlar. Ama tercih olarak sivil toplumu seçmişler. İşte biz bu tür insanlarla çalışmaya başladık. Bu insanlar tatil, hafta sonu, hafta içi demeden adım adım sahada dolaştılar. Gençlerle konuştular. Bu iş birebir temas kurmak, insanlara dokunmakla ilişkilidir. İkincisi söylemimizle eylemimizin bir olması gerekiyor. Söylemde bir şey söyleyip eylemde farklı davrandığınız zaman çok çabuk algılıyorlar. Gençler kadar beden dilini iyi okuyan, gençler kadar iyi anlayan başka bir canlı yok. Dolayısıyla gençlere sahtekârlık yapamazsınız. Onları aldatamazsınız. Eğer söyleminizle bakışınız, eyleminiz beden diliniz örtüşmüyorsa çok hızlı arkalarını dönüyorlar. Bu hataları yapmamaya çalıştık. Biz gizli gündem koymadık. Bu çok önemli. Amaçlarımızla çok açık ve çok şeffaf ve çok net olmaya çalıştık. Çok özen gösterdik. Çünkü bugüne kadar Türkiye'de gençlik üstüne pek çok kesim gizli gündemle proje oluşturdu. Biz de işte bu nedenle altını çizdik. Dedik ki, projemizde siyaset yok. Siyasetçiler giremez. Buradan da siyasete yönelik her hangi bir yapılanma olmayacaktır. Bu bir toplumsal duyarlılık, sosyal hizmet projesidir. Bunun amacı da temelde, her ne kadar da yurttaşımıza, vatandaşımıza sosyal hizmet götürmek ise de aslında bu gençlerin eğitimi projesidir. Bu ciddi anlamda üniversite gençlerinin eğitim projesidir. Kişisel gelişim projesidir, diye de ortaya koyduk. Kişisel gelişim projesidir, çünkü yaparak toplumsal hizmet sunuyoruz. Proje nasıl yapılır? Projeye yerel kaynak nasıl oluşturulur? Yerelden destek almanın zorlukları nasıl yaşanır, nasıl terslenir, nasıl aşılır? Bütün bunları gençler yaşayarak proje yapımında birebir öğrendikçe kişisel gelişmelerine bir katkıda bulunulduğunu öğrendiler. Ayrıca biz gençlere staj imkanları sunmaya başladık. Şirketlerle görüşerek yaptık bütün bunları. Yaz aylarında onların kişisel gelişimlerine katkıda bulunarak burs imkânları sağlamaya başladık. İşte biz bu projelerimizi tabii ki 233 parayla yaptık Kaynak olmadan olmaz. Biz bunları da büyük şirketlere gidip, sponsor kuruluşlara çok açık olarak anlattık. Pek çok şirket açısından gençler önemli bir tüketici gurubudur. Onlar da bu duyarlılığı yakalayıp, destek verdiler. Sivil toplum örgütünün sağlıklı gelişebilmesi için bana göre iki temel kaynak lazım. Bunlardan biri paradır. Diğeri de gönüllü insan kaynağıdır. Biz bu ikisini eş anlı olarak geliştirmeye, canlı tutmaya çalıştık. Ve bugüne kadar demokratik olmaya çalıştık. Bu çok önemli. Bakın bizim oluşturduğumuz gençlik konseyleri var. Bunlar yılda iki kere toplanırlar. Her üniversitede gençler o konseye kendilerini temsilen gidecek kişileri kendi yöntemleriyle kendileri seçerler. Konseye gelirler, konseyde yaptıkları düzenlemeyle vakfın yönetim kuruluna genç adaylar seçilir. Mütevelli heyetimiz de oradan gelen genç adayları vakfın yönetimine seçerler. Bu seçilenler vakfın yönetiminde yetişkinlerle birlikte çalışırlar. Bu bizim resmi senedimizde de vardır. Yani kendimizi daha başında bağladık. Sadece her şeyi bildiğini zanneden sözde yetişkinler değil, bu yetişkinlerin, birikimini deneyimini gençlerin enerjisiyle yönetim kurulunda birlikte karar altına alınsın ve temel kararlarda her iki yaş gurubunun da imzası olsun düşüncesi ile denetim kurulu, etik kurulu, yönetim kurulu bunların hepsinde ve diğer kurullarda hep gençlerin olmasını güvence altına aldık. Daha işin başında olduğumuzu düşünüyoruz. Türkiye gibi ülkelerde yönetimin daha çok merkezin etkisinde olduğu ülkelerde gençlik alanı biraz mayınlı alan olarak genel kabul görür. Her ne kadar da Türkiye çocuklar için bayram yapan ilk ülke olarak bilinse de gençlere yönelik her zaman bir önyargı vardır. Gençlere çok da güvenilmez. Zaten siz de o anlamda söz ettiniz . Siz bu mayınlı alanda çok güvenerek anlattığınız çerçevede çalışıyorsunuz. Peki devletin size bakışı nasıl? Devletle muhabbetiniz, ilişkileriniz nasıl? Sizin örgütlenmenize zaman zaman müdahale ediyorlar mı? Yada olumsuz anlamıyla değil de, destek mi oluyorlar? Şimdi biz sivil toplum kuruluşu olarak benim de sivil toplumcu olarak hayata bakışım devletle belirli mesafede durmaktır. Çok fazla iç içe davranmamaktır. Ama gereken noktalarda da ciddi işbirliklerine eşit yetkilerde olmak kaydıyla girebilmektir. Özellikle Türkiye gibi merkezi yönetimin çok etkili olduğu, devletin çok etkili olduğu her kademede yerel yönetimlerin daha güçlenemediği bir toplumda devleti yok sayarak, devleti dışlayarak çalışma yapmak başarıyı oldukça erteleyebilir. Bizim amacımız, gençlerin sorumluluk üstlenmesi, bizim güvendiğimiz gençlerin toplumsal duyarlılık projelerinin içine girmesidir. Bunun önünde engel oluşmaması için hatta bunun önünün hızla açılması için biz her türlü işbirliğine hazırız. Ve bu ilişkilere de giriyoruz. İki örnek vereyim. Birincisi şu: Kültür Bakanlığıyla bir protokol imzaladık. 234 Bakanlık bize dedi ki; “Türkiye'de kütüphaneler ve müzeler halk tarafından yeteri kadar kullanılamıyor. Yerelde benimsenmiş alanlar değil. Bunların daha yoğun kullanılması ve halkın benimsemesi için, çocukların müzelere girebilmesi için, Türkiye'nin geçmiş kültürünü, tarihini daha iyi algılayabilmeleri için veya kütüphaneler halkın gidebilmesi için sizin vakfınızın yapabileceği bir destek olabilir mi?” Gençlerle konuştuk. “Arkadaşlar böyle bir proje var. İçinizde düşünce bazında yaklaşım ne olur?” Gençler, “bu işe varız”, dediler. “Eğer kütüphanelerin daha fazla kullanılması için getireceğimiz öneriler benimsenirse, biz bunları proje olarak üstleniriz” dediler. Oturup bir protokol imzaladık. Şimdi Aydın ve Sakarya'da pilot bölgeler olarak çalışmalar yapılıyor. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı dedi ki, “biz ilköğretime ve orta öğrenime sosyal hizmet dersleri getireceğiz.” Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanını arayıp görüştüm. Siz bunu bakanlık olarak yapamazsınız, gücünüz yetmez dedim. 60-70 kişilik sınıflarda bir öğretmen o çocukları alıp sosyal hizmet yapacak, olacak iş değil dedim. Bir kere bir öğretmen 70 çocukla sokağa çıktığı zaman o çocukların düzenini, güvenini sağlayamaz. Ayrıca ne yapacağını da bilmez. Bu bizim işimiz diye de ekledim. Arzu ederseniz üniversite gençlerimiz bu çocuklara ağabeylik, ablalık eder. Onları bir okul onarımına götürür. Yada bir huzur evine götürür. Bir çocuk esirgeme kurumuna götürür. Onlar da ağabeylerini ve ablalarını birer model olarak görebilirler. Birlikte böyle bir proje yapılabilir. Öğretmenlere de bu işlerin nasıl yapılacağını biz öğretiriz. Yani biz derken üniversite gençliğimiz öğretir. Yani sizin, devletin çekindiği, mesafeli durduğu üniversite gençlerinin ilkokullara, liselere girmesine izin verirseniz, biz bu projeyi yaparız, dedik. Kabul ettiler. Şimdi protokolü imzalama aşamasındayız. 100 ayrı noktada çalışacağız. Tepede çatışan YÖK'le Milli Eğitim var ya! Onlar tepede çatışmaya devam ederler. Bizim gençlerimiz okullara girerler. Okullarda kardeşlerini alıp öğretmenlerle işbirliği yaparak sosyal hizmetlerin toplumsal duyarlılığın nasıl yapıldığı noktasında ortak projelerini yaparlar. Şimdi İbrahim Ağabey devletle bir diyalog oluştuğu belli! Diğer sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkiler nasıl? Partner ilişkileri ve zaman zaman ortak projeler var mı? Tabi var. Belli noktalarda gençlerimiz yerel gündem 21 ile, belirli projelerde AÇEV'le, TEMA'yla bize uyan kurumlarla işbirliği yapıyoruz. Bizim ilkelerimiz çok basit. Amaçlarda gizli gündemimiz olmayacak.Siyaset yok, farklılıklara saygı var. Biz ideolojik değiliz, bu çok önemli. Yani biz ne Kemalizm ideolojisi içindeyiz. Ne de milliyetçilik ideolojisi içindeyiz. Ne laiklik ne de aşırı muhafazakarlık ideolojisi içindeyiz. Bizim ideolojimiz yok, bizim ideolojimiz her türlü ideolojiye, her türlü düşünceye açık bir kuruluşuz biz. 235 Bizim amacımız belli. Biz toplumsal duyarlılık çalışmaları yaparız. Bu gençlerin öncülüğünde yapılır. Biz karar vermeyiz. Bu kapsamda belediye başkanlarıyla, tercihen yerel yönetimlerle işbirliği yaparız. Ama ne yazık ki bazı seçimliler meseleye ideolojik yaklaştıkları için (siyasal anlamda) onlarla işbirliği yapmıyoruz. Dönüyoruz. Bazı yerlerde Valiler bizimle çalışmak istiyorlar. Alabileceğimiz destek varsa onlardan da destek alıyoruz. Ama genelde biz yerel iş adamları, SİAD'larla, genç iş adamlarıyla işbirliği yapıyoruz. Üniversitelerde belirli öğretim elemanları var. Toplumsal duyarlılık konusunda çok bilinçli kişilikler var. İşte bu kişileri arayıp buluyoruz. Yerel kaynak olduğu zaman yerel katılımcılık da oluyor. İstanbul'dan para bulup da hadi şu işi yap, bunu yap deyip göndermek yerine, onları yerelde kendi kaynaklarını üretmeye yönlendiriyoruz. 17 Aralık 2004 itibariyle Türkiye'de AB süreci başladı. Sizce bu AB süreci Türkiye'de sivil alanı, sivil toplum örgütçülüğünü etkileyecek mi? Bu bir şans yada fırsat olabilir mi? Evet bir şans yada bir fırsat olabilir. Ben bunun çok ciddi bir fırsat olacağını düşünüyorum. Çünkü Türkiye, sivil toplum açısından çok yoksul ve çok geri bir noktadadır. Türkiye'de 77 bin dernek, 5 bin de vakıf vardır. Toplam 82 bin sivil toplum kuruluşu diyebileceğimiz gönüllü yapı var. Fransa'ya baktığımız zaman 800 bin, İsveç'te 200 bin gibi rakamlar var. Dolayısıyla Türkiye'de çok daha fazla sayıda gönüllü sivil toplum kuruluşunun açılması lazım. Bunların da önemli olan mümkün olduğu ölçüde bir çatı altında toplanmaksızın yaşamını sürdürmesidir. Çünkü hantal yapıların, kontrolcü yapıların sivil toplumun üstüne çökmemesi lazım! Onun için bütün sivil toplum örgütlerinin koordinasyon merkezi altında bir araya gelsin ifadesinin doğru olmadığına inanıyorum. Sivil toplumun çok daha küçük, çok daha farklı, çok daha çeşitli yapılar halinde zenginleşebilmesi için sayıca artması lazım. Avrupa Birliği sürecinde bunun bir fırsat olarak önümüze çıkacağı düşüncesindeyim. Türkiye'yi Avrupa'ya yakınlaştırabilecek olan, devletten daha çok sivil ilişkilerdir. Gönüllü işbirlikleridir. Avrupa'nın Türkiye'yi tanıması ancak bu kanaldan olabilir. Bu çerçevede bizim Toplum Gönüllüleri Vakfı olarak Avrupa'yla Avrupalı gençlik kuruluşlarıyla ortak proje çalışmalarımız var. Avrupa komisyonundan fon alan demokrasi ve haklarımız eğitim programlarını geliştiriyoruz.Bunların daha da çoğalmasıyla Türkiye'nin sivilleşmesinin önünde sivil toplum çalışmalarının çok ciddi katkılarının olacağına inanıyorum. 236 Aslında son söylediklerinizle büyük ölçüde beni son soruma da değindiniz. Ama yine de sormak istiyorum. Geçmişle kıyasladığınızda Türkiye'de Sivil Hayatı nasıl görüyorsunuz? Türkiye'de Sivil Toplumculuğun geleceği nasıl? Türkiye'de geçtiğimiz 20 yıl içinde sivil toplum adına çok karanlık kara delik dönemi yaşandı. Şimdilerde yeni yeni bir kıpırdanma var. Ama bu evrim sürecinin daha epeyi bir zaman alacağına inanıyorum. Geceden sabaha olmuyor bu işler. Yeni bir heyecan başladı. Umutluyum. Yeni bir bilinç başladı. Ama bunun kökünün gençlere doğru gitmesi lazım. Çünkü 35-40 yaşından sonra insanlar sivil toplum bilincini yakalamakta zorlanıyorlar. Bu iş ancak 16-18 yaşlarında olur. O yaşlarda başlanırsa sivil toplumculuk anlamlı olur. Ben umutluyum. Ama çok kısa zamanda da atılımlar beklememek lazım. Avrupa ile işbirliklerinin yolun açık tutulduğu sürece bunun daha da gelişeceğine inanıyorum. *Toplum Gönüllüleri Vakfı-TOG İbrahim Betil-Başkan Burhaniye mah. Atilla sokak. No: 16 Altunizade / İstanbul Tel : 0 216 321 89 98 Fax : 0 216 422 64 19 e-mail : [email protected] Web :Tog.org.tr 237 Türk Demokrasi Vakfı* Murat Şengül-Genel Sekreter Türk Demokrasi Vakfı ne zaman kuruldu, hangi ihtiyaçtan doğdu? Türk Demokrasi Vakfı neler yapar Murat bey? 20 şubat 1987 de kuruldu. Yarın 18 yaşına basacak yani reşit olacak. 1980 ve sonraki yıllarda Türk toplumunda apolitik bir yaşam başladı yani insanlar siyasetten kaçtı, siyasetin zararlarından dolayı toplumsal olaylara karışmaktan uzak durmaya gayret ettiler. Gençler yetişkinler entelektüel çevre siyasetle ilgili her şeye uzak duruyor. Çağdaş, gelişmiş demokrasilerde siyasi iktidarı her alanda her dakika sorgulayan, denetleyen mekanizmalar mevcuttur ve günümüzün demokrasileri ancak böyle daha insanları mutlu edebilecek bir yapıya kavuşturulabilir. Böyle bir ihtiyaç analizinden doğdu Türk Demokrasi Vakfı. Her şeyden önce siyasi iktidarın içinde görev alan bazı parlamenterlerin de katılımıyla ve inisiyatif üstlenmesiyle ilk kurucuları 25 kişi bugün 75 kişi. Daha çok insan hakları, demokrasi, hukuk devlet, katılımcı çağdaş demokrasilerin Türkiye'de hayata geçirilmesi, demokrasinin bir yasam biçimi olarak yurdumuz insanına bir model olarak getirilmesi, serbest piyasa ekonomisinin buna bağlı olarak Avrupa'da, Almanya'da özellikle denenmiş olan sosyal piyasa ekonomisinin de Kobi'ler marifetiyle geliştirilmesi, kadın ve gençlerin sosyal ve siyasi ekonomik hayata daha çok katılımını teşvik etmek gibi… bir çok boş alanda faaliyet göstermek üzere oluşmuş bir tink-tank kurulusu olarak gösterebiliriz. Hemen ilk günlerden itibaren yurt dışından bir vakıfla da işbirliği yaptık. Hem kuruluş ülküsü amaçları açısından hem de yurt dışında bir kuruluşla işbirliği yaparak proje üretmesi açısından Türkiye'nin ilklerinden biri ve hala da Türkiye'nin insan hakları ve demokrasi konusunda en çok proje üretmiş en çok çalışma yapmış kuruluşlarından biri. Fakat kamuoyunda çok fazla tanınmıyor. Sebebi de böyle bir çabasının olmayışı. Çünkü is yapmak istiyor. Yani çok fazla bilinenlik gibi kaygısı yok. Bu süreç içinde ne yaptı? Mesela siyasi partilerin gençlik kollarına siyasi eğitimi verdi. Akademik çevrelere ve öğrencilere siyaset eğitimi verdik ki siyaset korkulan bir şeydi artık gelecek iktidar yada meclisi oluşturacak kadrolar bugünün gençleriydi. Bu gençler ne kadar kaçarsa kaçsın günün birinde bu kadrolarda görev alacaklar, inisiyatif kullanacaklardı. Ve hiçbir şey bilmeden politika hakkında ülkenin menfaatleri gelecekleri. Söz konusu olacaktı. Türkiye'de Kürt meselesi bu isimle zikredilmezken bile Doğu Ergil'in Kürt Raporu Türk Demokrasi Vakıfın salonlarında ilk defa kamuoyuna duyuruldu. 238 Güneydoğu ve Kürt sorunu isimli kitap ilk defa bizim yayınlarımız arasında yer aldı bu açıdan da her zaman bizim önümüze konulan beylik yapay kalıpları her zaman kıran bir vakıf olduk. Bu süre içerisinde her sene ortalama 150 civarında seminer konferans yapıldı. Bugün 70'i aşkın çok önemli üniversitelerde referans kitap olarak okutulmakta olan yayınlarımız oldu. Bunların bir kısmi yurt dışından çeviri bir kısmi tamamen özgün Türkiye'de üretilmiş akademik kitaplar. Bunların sonuncusu medeniyetler çatışması isimli kitap Türk Demokrasi Vakfı yayınları arasından çıktı. Bugün üçüncü baskısı piyasalarda. Size en son 3-4 projelerden bahsetmek istiyorum. Mesela 1999-2001 arasında uyguladığımız bir proje demokrasi ve insan haklarını kitleselleştirme projesi. Bu bağlamda 67 vilayette 20 üniversitenin desteğiyle 2 bin demokrasi gönüllüsü yetiştirdik. Bu iki bin gönüllünün bin tanesi köy öğretmenleri bini de köy ihtiyar heyetinde görevli bir tercihen genç kişi. Bunların bölgelerinde, okulda, ailede, tarlada, kooperatiflerde demokratik gelenekler nasıl işletilir diye bir eğitime tabii tutuldular ve kendi bölgelerinde de verdiğimiz eğitimi uygulamalarını istedik. Sonra da sonuçlarını bize bildirmelerini istedik. Onunla ilgili hem eğitim materyali olarak kullanılan 6 tane kitap çıktı hem de sonuç raporu olarak 750 sayfalık bir uygulama kitabı çıktı. Bundan sonraki kuşaklar buna benzer çalışmaları örnek alıp yürütebilirler. Yine Avrupa Birliği fonlarıyla yapılan 280 meslek odası mensubunun Avrupa Birliği müktesebatı yönünde eğitilmeleri için. 8 meslek grubunu aldık, bunların içinde Diyarbakır'dan da bir katılımcı oldu. Mimarlar, eczacılar, mühendisler, barolar su anda belki hepsini sayamadım. 7 bölgeden 35 er kişi hem Ankara'da hem de kendi bölgelerinde ikinci grup olarak aşamada eğitildiler üçüncü aşamada da buradan aldıkları eğitimi kendi bölgelerinde kendi meslek odalarına kendi meslek arkadaşlarına arz ettiler. Böylece sürdürülebilir bir program uygulandı. Geçen sene haziran ayında uyguladığımız bir proje var. 81 vilayet 77 üniversite 100 çocuk Ankara'ya getirildi. Bir ay boyunca üç haftası kamu kuruluşlarında ve mecliste staj, dördüncü hafta da mecliste genç bir meclis olarak çalışmak üzere program geliştirdik. Meclisin de meclis başkanının da katkısıyla dördüncü hafta bu çocuklar edindikleri bilgi ve deneyimle bir meclis gibi çalışarak komisyonlar kurdular. Kendilerini ilgilendiren yani 18-17-21 yas gruplarının ilgilendiği konularında yasa teklifleri hazırladılar, komisyonlardan geçirdiler genel kurullardan geçirdiler ve sonunda yasalaşan 5 olayı meclis başkanına sunduk ve önümüzdeki dönem bunlar ayrıca gerçek yasalaşma sürecine meclis başkanı tarafından bizzat sokulacak Murat bey, merakımı bağışlayın. Sanki daha entelektüel teorik bir çalışma disiplini varmış gibi Türk Demokrasi Vakfı'nın Mesela bizim bir çok sivil toplum kuruluşundan anladığımız katılımcılık, halk desteği, hedef kitleyle haşır neşir olmaktan çok sizde daha entelektüel ve teoriye yönelik çalışma zemini var. Ama sonuca gidebilen insan yetiştirme 239 mantığı da var. Bu perspektiften bakarsak devletle daha sıkı işbirliğini önemseyen bir mantığı mı var Türk demokrasi vakfının? Doğrudur. Sorunları teşhis eder, bununla ilgili uzman desteği alır, bir taraftan da siyasi iradenin onayını alır, birlikte ve sorunları kavga etmeden çözmeye uğraşır. Zaman zaman halk desteği aramak, kamuoyunda sivil toplum örgütlerinin görüşlerini almak konusunda toplantılar da yapar TDV. Bunlardan son çalışmamız 2004 yılı Şubatından başlayıp Ağustos ayında biten bir projedir. Örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması projesi İstanbul'da başladı. Sivil toplum örgütleri, hükümet temsilcileri, Danimarka'nın desteğiyle olduğu için Danimarka Elçiliği katıldı. Sonra Ankara'da genişletildi toplantı, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı Dernekler Daire Başkanlığı, İnsan Hakları İzleme ve Değerlendirme Kurulu Başkanı, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Vakfı, Mazlumder gibi bu konuyla ilgili bütün dernek ve vakıfların da katılımıyla sürdü. Daha sonra üçüncü toplantı Şırnak'ta yapılacaktı ancak hava muhalefeti nedeniyle Diyarbakır'da yapıldı. Biraz seçim çalışmaları nedeniyle şova dönüştü ama. 700 kişilik bir salonda belediye seçimlerinin propaganda dönemine denk gelmişti. Yine de güzel bir finalle kapatıldı, oradan edindiğimiz sonuçlar hükümete iletildi. Hükümet zaten böyle projeler bekliyordu. Bu projeler doğrultusunda da 2004 yılı içinde epeyce geniş bir düzenleme yapıldı dernekler yasasında. Halen de istediğimiz sonucu alabilmiş değiliz. Elbette bu konuda eksiklerimizi giderebilmek için çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Diğer sivil toplum örgütleri ile muhabbetiniz nasıl? Yani ortak isler yapıyor musunuz? Yoksa o anlamda kendinize has bir duruşunuz mu var? Daha çok genç ve kadın kuruluşlarıyla onları geliştirme ve daha aktif duruma getirmeye dönük çalışmalarımız var. Bir çok sivil toplum örgütünün katıldığı en son hatırladığım Türkiye sorunlarına çözüm konferansı isimli bir grubun içinde yer almıştık. Önce 25 kuruluşla başladı finalinde ise 100 e kadar çıktı. Burada da üç konferans gerçekleştirildi. 1,5 yıldır bu tür çalışmalarımız var. Kadın ve genç dernekleriyle çalışıyoruz. Biliyorsunuz 17 Aralık 2004 itibariyle Türkiye Avrupa Birliği kavşağına geldi hatta belli dönemeçleri de geçti gibi. Bu perspektiften bakarsak Türkiye'de sivil hayat açısından sivil toplum örgütçülüğü açısından Avrupa birliği süreci bir fırsat olabilir mi? Elbette biz Avrupa Birliği uyum sürecini yada aday ülke statüsünün daha ilerilere gitmesi için de çalışmalar yürüttük. Demokrasi Vakfı'nın çalışmaları 240 sadece yurt içiyle ilgili değil. Bir taraftan Avrupa Birliği çalışmalarına hem yurt içinde hem de yurt dışında bir takım faaliyetlerle destek veriyoruz. Hem de Türk Demokrasi Vakfı'nın Birleşmiş Milletler'de bir danışman STK olması içinde çalışmalar yapıyoruz. Şu ana kadar Türkiye menşeli olmasa bile Türkiye araştırmaları merkezi biliyorsunuz böyle bir statü elde etti. Faruk Şen'in başında olduğu Almanya Hessen'deki bir kuruluş. Öte yandan Avrupa Birliği tabii ki ülkemizdeki demokratikleşme arzuları içinde çok önemli bir fırsat. Geçen yıl boyunca da üniversitelerde her yılın bir Anadolu üniversitesinde Ergun Özbudun, Levent Göker, Eser Karakas ve Sevgi Gönül isimli akademisyenlerin katıldığı seri konferanslar düzenledik. Bu sene de devam edecek. Avrupa Birliği uyum süreci içindeki bu müktesebat ve meslek odaları konulu çalışmamız da biraz bununla ilgili. Türkiye'nin bu fırsatı iyi değerlendirmesi lazım. Şimdiki iktidar da gelmiş geçmiş hükümetler içinde en cesur ve en hızlı karar verebilen, her türlü uygulamayı hiçbir çekince taşımadan yapabilen, bu konuda herhangi bir kompleksi olmayan bir hükümettir. Türkiye'de istikrar her dakika kurulamayan bir şey. Şu anda 2,5 senelik bir istikrar dönemindeyiz. Bunun ne kadar sürebileceği hiçbir zaman belli olmaz. Siz ve ben aynı kuşaklıyız. O günlerden bu yana neler değiştiğini az çok biliyoruz. Bu bağlamda AB, yolunda bundan sonra da her kim iktidara gelirse gelsin bu cesareti ve güven ortamını devam ettirmesi gerekiyor. Bir çok kişinin söylediği gibi ben AB'ye tam üyelik sürecinin 2013, 2015'lere kadar sarkmayacağı düşüncesi içindeyim. Elbette ev ödevlerimizi zamanında yaparsak. Sivil hayatta yaşanan değişiklikler bunun bir göstergesi mi sizce? Sivil toplum çok gelişiyor Türkiye'de. 1980 sonrasında gerçekten çok hızlı geliştik. Bizim kurulduğumuz dönemlerde sayısı çok az olmakla birlikte, 1990'lardan sonra biliyorsunuz çok arttı Türkiye'deki STK sayısı. Bu gün 80 binin üzerinde dernek var, 5 binin üzerinde vakıf var. Bu arada Diyarbakır'da Türk Demokrasi Vakfı'nın bir şubesini açmak istiyoruz. Yaklaşık bir yıldır böyle bir görüşümüz var. Tabii bu bir fon meselesidir. Oradaki tarihi bir bina olursa güzel olacak. Diyarbakır'da Türk Demokrasi Vakfı'nın faydalı olacağına inanıyorum. Biraz önce sizin de vurguladığınız hükümet ve vatandaş arasında bir pozisyonumuz var bizim. İki pozisyonumuz var bizim daha doğrusu. Yurt içinde hükümetle vatandaş arasında bir tampon, yurt dışında da ülkemizin dışarıdaki menfaatlerini koruyan bir öncü kuruluş yada sivil dışişleri çalışmaları gibi düşünebiliriz. Destekleyici bir unsur içinde. Bu bağlamda Diyarbakır'daki şube için gerekli fonu bulur bulmaz inşallah bu yaz açmak niyetindeyiz. 241 Türkiye'de sivil hayatin geleceği konusunda birkaç cümle eklemenizi istersem ne demek istersiniz? Biraz önce hükümetten bahsettim. Hükümet aslında Türkiye'de tam da sivil toplumun patladığı bir döneme denk geldi. Tabii AB uyum süreci için de istenilen Helsinki kriterleri gibi baskıların da belki etkisiyle hükümet bugüne kadar dokunulamamış bir çok konuyu birkaç ay içinde çözdü. Tabii ki bir çok sivil toplum örgütünün desteğiyle. Bir anda Türkiye'de bugüne kadar pekde görülmemiş seçilmişlerle sivil topulum arasındaki eşitlenme sağlandı. Benim kanaatim bu. Seçilmişler de eskiden halktan çıktıkları halde kendilerini belirli bir noktaya götürüp o iletişimi koparıyorlardı. Belki tam olarak ifade edemeyebilirim. Bugün bir milletvekili, bundan 3 sene önceki forsunu asla kullanmıyor. Böyle bir şeyi asla yaşayamıyor. Çünkü vatandaşta artık iktidar erkini paylaşabileceğini onun için sivil toplum örgütlerini kullanabileceğini gördü. Benim kanaatim bu. Bir de yasal düzenlemeler buna müsait hale getirildikten sonra üstelik kamu görevlileri gerek valilikler, kaymakamlıklar ve gerekse emniyet olsun bu konuda epeyce ısrarlı bir şekilde uyarıldıklarından dolayı sivil topulumun önündeki engeller bence büyük oranda kalktı. Hepsi oldu mu? Olmadı. Ama sivil toplumun Türkiye'deki geleceğini ben çok parlak görüyorum. Burada tek bir eksiğimiz var yetişmiş insan yok. Sivil toplumun nasıl isletilmesi gerektiği nasıl kullanılabileceği ve tabii bunların da kendi kendilerinin denetleyecek mekanizmalara sahip olması gerekiyor. Bu konularda henüz yeterli bilgi üretilmiş değil. Bunlarda da bugüne kadar çalışmış olan sivil toplum örgütlerini büyük sorumluluk ve görevler düşüyor. İste bu bağlamda Sivil Toplum Geliştirme Merkezi ile Türk Demokrasi Vakfı'nı birbirinden ayrı olarak çok önemsiyoruz. *Türk Demokrasi Vakfı Murat Şengül-Genel sekreter. Ahmet Rasim Sokak, No: 27 06550 Çankaya / Ankara Tel : 90 312 438 67 44-438 83 46 Fax : 90 312 440 91 06 e-mail : [email protected] e-mail : [email protected] Web : demokrasivakfi.org.tr 242 Türkiye Gençlik Konseyi Girişimi* Hakan Gümüş-Proje Koordinatörü Hakancığım istersen Türkiye Gençlik Konseyi Girişimi nedir? Ne yapar? Hangi ihtiyaçtan doğdu? Önce bununla konuşmaya başlayalım Şimdi herkesin ağzında sakız olmuş laf vardır, “Türkiye de gençliğin potansiyeli çok yüksek”. Bizim için çok önemli. Bu gençliğin bir arada olacağı, kendisi için projeler üreteceği, gençliğin sorunlarına çare bulacağı bir girişim ihtiyacı vardı. Ve buradan yola çıkıldı. Üç tane temel amacımız var. Birincisi Türkiye'de gençlik politikaları üretilmesi; ikinci, Türkiye'deki gençlik yapılarının, örgütlenmelerinin kendi aralarındaki iletişimi işbirliği; üçüncüsü de, uluslararası alanda Türkiye'deki genç insanların temsil edilmesi. Bunların yanında Türkiye Gençlik Konseyi, yani gençlik konseyi tanımı nedir? Bu ülkedeki bütün gençlik örgütlenmelerinin çatı kuruluşu olması, bunun içinde toplum kuruluşları var. İçinde siyasi partiler var. Siyasi partilerin gençlik kolları ve üniversite gençlik konseyleri var. Bu yapılanmaların içinde gençlik konseyi kurulması için uğraşılıyor. Bu girişim bundan iki yıl önce başladı. Tamamıyla bir sivil hareket olarak ortaya çıktı ve bu sivil hareket şu anda da büyüyerek devam ediyor. Peki bir STK olarak Türkiye gençlik konseyi örgütlenmesini tanımlamanı istersem Türkiye'deki gençlik örgütlenmesinin neresinde duruyor? Yani gençlik Türkiye'de örgütlenme anlamında hak ettiği yerde midir? Tabii ki değil. Gençler örgütlenmeden korkuyorlar, çekiniyorlar. Örgütlenmeden çekindikleri için bu söz çok temel şeyleri çağrıştırıyor. Bunların değişmesi açısından da Türkiye Gençlik Konseyi çok önemli. Çünkü bizler yetiştirildiğimiz tarz genelinde anne babalarımızın çektiği kötü tecrübeler ışığında yetiştirildik. Üniversiteye giderken bizlere bu tip işlere bulaşmamamız söylendi. Ama şimdi gençlik yapıcı işbirlikleri oluşturabileceklerini, kendileri için iyi şeyler yapabileceklerini keşfediyorlar. Sivil toplum anlamında gençlerin durduğu yer bence çok önemli. Tamamıyla bir taban hareketidir. Kimsenin yukardan şunu, bunu yapın edin demediği bir birliktelik. Bu birliktelik giderek büyüyor. Türkiye'de bir çok gence şu anda ulaşılmış durumda. Ben tabii ki asıl kurulduktan sonra neler yapılabileceğini hayal etmek istiyorum Varacağı nokta ne? Son durağı nedir? Bizim bütün çalışmalarımız iki senedir alt yapı oluşturmak anlamında. 243 Gençlik konseyi kurulacak ve kurulduktan sonra gençliğin işsizliği, gençliğin eğitimi ve gençliğin sivil topluma katılımı başlığı altında üç alanda çalışmalar yapılacak. Şunu hayal edelim küçük bir kentteki kahvehanelerde vakit harcayan gençlerin yararlı bir işe doğru yönelmeleri yönünde çalışmalar yapılacak. Bunun için pilot bölgeler seçilecek, öncelikli kentler seçilecek bu gençler oralara gelecekler. Sonra kentler arası değişim bile çok önemli. Bugün halen büyük kent görmemiş bir çok genç var. Yada işte oralarda büyük kentlerde diğer yerlerde yaşayanlarla ilgili bir sürü ön yargısı olan genç var. Bunların bir araya gelmesi ile ve kentleriyle ortam yaratılması çok önemli. Hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılık olayı nasıl? Yeterince başarılı olunabiliyor mu? Birde bunun devamı niteliğinde bir soru soracağım gençlik alanı mayınlı bir alan. Aileler aman siyasete bulaşmayın diyor. Okulunu bitir diyor. Bunun dengelenmesini nasıl yapıyorsunuz? Ailelerden destek mi var? Köstek mi var? Bu dediğiniz çok önemli. Ama halk desteğini de yavaş yavaş zorluyoruz. Çünkü bu işlerle uğraşanlar anne ve babalarının bütün telkinlerine rağmen sivil toplum örgütçülüğünde gönüllü insanlar. Gönülden bu işin içindeler. Bunlar iyi işler yaptıkça, iyi işler yapıldığını ispatladıkça anne ve babaların düşünceleri de değişecek. Halk desteği o zaman da giderek büyüyecek. Çünkü burada yapılmaya çalışılan olumlu bir şey. Gençlerin toplumla çalışmaları bence şöyle? Buraya geldikleri zaman bir sosyal ortamda kendilerini ifade etmek zorunda hissediyorlar. Oturmayı, konuşmayı, kalkmayı merhabalaşmayı, eğlenmeyi, birlikte yemek yemeyi deniyorlar. Çevrelerine bakışları değişiyor. Yürürken evlerinin hemen kenarındaki başıboş olan köpekler onları rahatsız etmiyor. Etraflarına ve çevrelerine ilgi duymaya başlıyorlar ve bir şeyler yapmaya başlıyorlar. Bence bu fikir çok kritik. Kapsayıcılık anlamında Türkiye gençlik konseyi amaçlar ve ilkeler belirledi. Bu amaçlar ve ilkeleri kabul eden bütün gençlik örgütlenmelerinin bu girişim içinde yeri var. Çünkü biz hep şunu söylüyoruz. Bir yerde çizgi çekip biz normaliz, siz daha az normalsiniz deme şansımız yok. Böyle bir şey haddimiz değil. Gençlik paydasında buluşacak bütün yapılar bu işin içinde yer alacak Devletin, resmi kurumlar anlamında sizin gençlik örgütlenmenize bakış açısı nasıl? Sizin alanınıza müdahale ediyor mu? Aman bunlar tehlikeli işler yapıyor gibi düşünceler mi var? Yoksa gençler bizim işimizi kolaylaştırıyor, ülkenin geleceği bunlar ülkenin yönetimini önümüzdeki dönemde onlara bırakacağız onlara yardımcı olalım gibi mi düşünüyorlar? Bu soruyu sormanız bence çok anlamlı. Bu konunun da çok iyi açılması gerekiyor. Tabii devlet kurumlarının içinde de gençleri tehlike olarak gören 244 kesimler var. Ama şu anda biliyorsunuz Türkiye'de halen gençlikle ilgili kurum Gençlik Spor Genel Müdürlüğü. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü maalesef spor alanına daha fazla yönelmiş durumda. Yani gençlik adına çok az şey yapıyor. Biz bu çok az yapılan işlerin artması için çaba sarf ediyoruz. Gençlik ve spor artık iki farklı kurum haline gelecek. Biri sporla, diğeri gençlikle ilgilenecek. Şu anda Gençlik ve Spor Genel Müdürü sayın Mehmet Atalay bizimle kontak halinde. Diyor ki, kurmaya çalıştığınız yapı bizim oluşturmaya çalıştığımız yapıyla birlikte çalışır. Yada siz asıl yapıyla çalışırsınız bizde destek oluruz diyorlar. Buradaki model aslında bundan önceki STK ve devlet ilişkisinden farklı. Ben de tam o noktaya gelmek istiyordum. Sivil toplum örgütçülüğü denince biraz devlete mesafeli durmak anlaşılıyor. Siz gençlik alt yapısından geldiniz. Bu ilişki nasıl olacak? Şimdi zaten dediğiniz gibi bu girişimde başından beri devletin hiç rolü yok. Zaten olmaması da gerekiyor. Devletle mesafeli bir sistem kurmaya çalışıyoruz. Bahsettiğimiz rolü şöyle ifade edeyim, genelde devlet STK'lardan da danışmanlık alır. Diyelim ki çevreyle ilgili bir iş yapıyordur. Çevre STK'ları ona fikirlerini beyan ediyorlardır. Şimdi kurmaya çalıştığımız yapı daha farklı. Bunda şu var. STK'lar gençlikle ilgili iş yapacaklar, devlet destek vermek isterse destek verecek. Çünkü bu ilişki, devletle bu yapının arasında çok iyi korunmalı. Zaten bunu koruyamadığınız anda devlet kurumundan farklı olmayacaksınız demektir. O zaman da sivil toplum örgütlerinin bu işin içinde kalmasının anlamı kalmaz. Yani biz hem devletin, hem de STK'ların seveceği bir iş yapmak istiyoruz. Devlet kurumunun, yani Gençlik Spor Kurumu'nun üzerindeki yükü alacak bir işi de yapıyoruz. Temel ilişkilerimiz gayet iyi, bundan sonra da gayet iyi olacak. Bir başka soru o zaman bu mantıkla ilgili. Türkiye Gençlik Konseyi Girişimi kendi örgütlenme ve ilgi alanının dışında başka sivil toplum örgütleriyle de farklı ilişkiler geliştirir mi? Yada bu tip ilişkileri sağladı mı? Tabii ki, zaten şu anda yaptığımız şey çevre STK'ları, kadın STK'ları, sanatla uğraşan STK'lardan çok geniş ve farklı yelpazemiz var. Bu çok geniş bir alanı kapsıyor. Aynı zamanda gençlik konseyi kurulduktan sonra bir danışma kurulu oluşturulacak. Danışma kurulunda alanında etkin STK'lar partner olarak yer alacak. Yada devlet kurumlarından konuyla ilgili görüşler alınacak ve böylece danışma kurulu belirlenecek. Çünkü zaten işin tam göbeğinde kalbinde yatan gerçek STK'ların işbirliği. Bu yüzden bunu gücümüzün yettiği kadar geniş bir tabanda yapmaya çalışacağız 245 17 Aralık 2004'le birlikte AB süreci başladı. Avrupa Birliği süreci Türkiye için iyi mi olacak? Sivil toplum örgütlenme alanının genişlemesine ortam hazırlayacak mı? Yoksa tersi mi olacak? Ben kişisel fikrimi belirteyim. Son 5 yılda STK'ların kapasitesinin artması AB süreciyle son derece ilgilidir. Ve iyi ki böyle. Çünkü STK'ların artması tamamıyla insanların demokratik yaşama girmelerini sağlıyor. Bu da çok kıymetli. Öbür taraftan Türkiye Gençlik Konseyi kurulduktan sonra Avrupa Gençlik Kurumu'na bütün Avrupa'daki gençlik örgütlerinin çatı yapısına üye olmayı hedefliyor. Bu da şu demek yani uluslararası alanda bizim de sesimizi duyurmamız gerekiyor ve bunun için işler yapacağız demek. Türkiye'nin AB sürecini önemsiyoruz. Çünkü bu memleket uluslararasılaşmak zorunda. Yoksa kafanızı kuma gömerseniz kendi kendinizle mutlu olursunuz. Gerçekten de iyi şeyler olması isteniyorsa gidip bunu anlatmak lazım. Oradan destek de almak lazım, işbirliği de yapmak lazım. Bence böyle bir ortama doğru gidiyoruz. Son sorumu soruyorum. Gençlik olarak geçmişle kıyaslarsak, gerçi yaşın henüz çok genç ama yine de sorayım bugünlerde sivil toplumun hali ve geleceği ne durumdadır? Geçmiş, bugün ve gelecek ve tabii sivil toplum? Şimdi geçmişle ilgili bildiğim bir şey söyleyeyim yaşadığım değil belki ama, 1980 öncesi durumu annelerimizden babalarımızdan duyuyoruz. Sizler tabii bunun detaylarını çok daha iyi biliyorsunuz. 80 ler bir dönüm noktası, sivil toplum açısından da böyle. Daha sonra çekingenlik tedirginlik geçiyor, yavaş yavaş durum düzeliyor diyelim. Ama, AB süreci bunda bir şok etkisi yaratıyor. Türkiye'deki sivil toplum mantığına pozitif anlamda şok etkisi yapıyor. Çünkü devlet bu kez sivil toplumu önemsemek zorunda hissediyor kendini. Sivil toplum kuruluşları cesaretle davranıyor artık. Sahneye çıkmaya başlıyorlar. Artık kararlara etki etmeye başlıyorlar. Şu anki durumu ben yine gençlik tarafından meseleyi ele alayım. Van'a gittik ve toplantı yaptık. Bizim yaşlarda bir arkadaşımız şundan şikayet etti. Tamam gençlikle ilgili toplantı yapıyorsunuz ama salondaki yaş ortalaması çok yüksek. Peki, dedim bundan Van'daki gençliğin örgütlü olmadığı sonucu mu çıkıyor. Evet, dediler ve daha sonra akşam yemeğinde orada bir gençlik derneğini kurmayı tartışıyorlardı. Yani hani şu anda ciddi bir farkındalık yaratma söz konusu. Yavaş yavaş gelişen bir bilinç söz konusu. Mesela sizinle bu görüşmeden önce kentsel bilinç derneğinin kuruluşu ile ilgili toplandık. Onun tartışmasını yaptık arkadaşlarla. Şu anda bu tip girişimleri yapan bir çok insan var. Belki 5 sene sonrasını öngörmek gerek. 5 sene sonra Türkiye'de AB sonrası çok önemli şeyler olabilir. Sonuçta dünyada yaşıyoruz. ama STK'lar gerçekten karar mekanizmalarına daha fazla etki edecekler, STK'larda bulunan insanlar karar mekanizmalarına 246 girecekler. Bence bu çok önemli. Bu becerilirse Türkiye çok daha güzel bir yere oturacak *Türkiye Gençlik Konseyi Girişimi Hakan Gümüş-Proje Koordinatörü Meşrutiyet Caddesi 14 / 7 06640 / Kızılay Ankara Tel : 0 312 417 49 97-98 Fax : 0 312 417 31 55 e-mail : [email protected] Web : www.genclikkonseyi.org 247 Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı* Dilerseniz öncelikle Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfını tanımakla başlayalım? Eğitim Gönüllüleri Vakfı 23 Ocak 1995 tarihinde kuruldu. Vakfımızın varoluş nedeni, devlet tarafından verilen temel eğitime katkıda bulunmak. Eğitim Gönüllüleri Vakfı bu amaçla, çocuklarımızın; "Cumhuriyetin temel ilke ve değerlerine bağlı, “Akılcı”, “Sağduyulu”, “Özgüven sahibi”, “Düşünen”, “Sorgulayan”, “Kendi iç yaratıcılığını harekete geçirebilen”, “barışçı”, “Farklı düşünce ve inançlara saygılı”, “İnsan ilişkilerinde; cinsiyet, ırk, din, dil farkı gözetmeyen" bireyler olarak yetişmelerine katkıda bulunacak okul dışı eğitim ve öğretim programları oluşturacak ve uygulamak amacıyla kuruldu. Bugün Türkiye'de eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşlarından biri olan Eğitim Gönüllüleri, 7-16 yaş arası çocuklarımızın temel eğitimlerini tamamlayıcı, ders saatleri haricinde çok yönlü bir eğitim desteği almalarını ve çağdaş eğitim olanaklarından faydalanmalarını amaçlıyor. Türkiye genelinde 11 Eğitim Parkı, 58 Öğrenim Birimi ve 17 Ateşböceği (gezici öğrenim birimi) ile 86 noktada çocuklarımıza eğitim desteği veriyor. Kuruluşundan bu yana yaklaşık 600 bine yakın çocuğumuza verdiği eğitim desteğini 10 binden fazla gönüllünün katlımı ve desteği ile gerçekleştiriyor. Eğitimde özgün modeli ile uluslararası kuruluşların da dikkatini çeken Eğitim Gönüllüleri, 2004 yılı içinde Uluslararası Gençlik Vakfı ile çalışmaya başladı. Bir STK olarak kendinizi tanımlamanızı istersem, TEGEV'i nereye oturtursunuz? Örgütlendiğiniz tarihten bu yana ilgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? Elbette. Bunu misyonumuzdan hiç sapmadık diye de yanıtlamak mümkün. Biz 10 yıldır aynı misyon doğrultusunda, ilköğretim çağındaki çocuklarımızın okul dışı zamanlarında eğitim desteği alabilecekleri etkinlik merkezleri (Eğitim Parkı, Öğrenim Birimi ve Gezici Öğrenim Birimi) kuruyor ve bu merkezlerde gönüllülerimizin ve bağışçılarımızın katılımı ve desteği ile eğitim desteği veriyoruz. Ülkemizin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşuyuz. Toplumun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? Biz ülkemizde sosyal sorumluluğunu yerine getirmek isteyen kişi ve kurumlara bir olanak sunuyoruz. Yalnızca zamanını ve emeğini vermek isteyenler gönüllü olarak çalışmalara katılıyorlar. Kendi yöresine, beldesine 248 hizmet yapmak isteyen yerel yönetimler ve özel idareler ülke çapında 32 ilde bize destek oluyorlar. Ülkemizin önde gelen kurumları projelerimizi destekleyerek ya da ortak proje geliştirerek kurumsal sosyal sorumluluklarını yerine getirebiliyorlar. Güven yaratabilme açısından “ Şeffaflık” ve “hesap verebilir olma” bizim için çok değerli. Bunu yerine getirebiliyoruz ki on binlerce insanımız cep telefonlarından SMS yoluyla bize bağışta bulunuyorlar. Üniversite ve akademik çevreler eğitim programlarımızı oluşturmamıza destek veriyor. Medya çalışmalarımıza geniş yer vererek faaliyetlerimizi kamuoyu ile paylaşmamıza olanak sağlıyor ve en önemlisi aileler güvenerek bizlere en değerli varlıklarını çocuklarını emanet ediyorlar. Bizce bunların tümü katılımcılığın en güzel örnekleridir. Örgütünüz içinde sorun analizi yapıyor musunuz? Ayrıca halk desteğiniz ne durumda? Gerek proje bazlı çalışmalarımızda, gerekse faaliyetin bütününe özgü olarak kendi bünyemizde ve kendi yöntemlerimizle sorun analizi yapıyoruz. Halk desteği konusunda da daha önceki soruda da değindiğimiz gibi arzuladığımız düzeyde olduğumuzu ifade edebiliriz. Devletin ya da resmi kurumların vakfınıza bakışı nasıl? Çalışma alanınız daha çok devletle ilişkilenmeyi de dikkate alan bir konumda. Bu anlamda Devletle ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı? Eğitim Gönüllüleri eğitim alanında faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşu olarak resmi eğitim ve öğrenim kurumlarına bir alternatif olmadı. Olması da söz konusu değil zaten. Kendi alanımızda Milli Eğitim Bakanlığı ile iyi ilişkilerimiz var. Bakanlığın gerçekleştirdiği toplantılarda Vakıf olarak çağrılıyor ve kendimizi ifade ediyoruz. Birçok il ve ilçede il-ilçe Milli Eğitim Müdürlüklerinin desteğini alıyor ve bu kurumlara bağlı ilk öğretim okulları ile iyi ilişkiler içinde faaliyetimizi sürdürüyoruz. Vakfımızın etkinlik merkezlerinin bulunduğu yerlerde çocuklarımız için hem okulları var hem de okul dışı saatlerinde eğitim desteği alabilecekleri Eğitim Gönüllüleri var. Yasalara ve yasaların zorunlu kıldığı kurallarla saygılıyız. Örgütlenme özgürlüğü konusunda sorun yaşamıyor ve ihtiyaç duymamız halinde diyalog kurabiliyoruz. Gerek kendi alanınızla ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum kuruluşlarıyla işbirlikleri (partnerlik) oluşturabiliyor musunuz? Tıkanıklıklar var mı? Varsa nedenleri nelerdir? 249 Sivil toplum kuruluşları rekabetin olmadığı bir alanda çalışıyorlar ve bu nedenle çok şanslılar. Proje bazı olarak diğer sivil toplum kuruluşları ile de işbirliği yaparak çalışıyoruz. 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; sizce Avrupa Birliği Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? Avrupa Birliği; ulus-devlet kavramını aşarak, uluslar üstü bir oluşumu gerçekleştirmek için özellikle sivil toplumları örgütlemek ve bu toplumlar arasındaki yatay ilişkileri güçlendirmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle AB müzakere süreci ülkemizdeki STK lar için çok önemli açılımlar ve kazanımlar vaat etmektedir. Ancak Avrupa Komisyonu'nun STK programları ve fonlarına erişmek için ülkemizde ki STK ların bilgilendirilmesi onlara profesyonel destek verilmesi için yoğun çaba harcanması gerekmektedir. Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de sivil hayat bugün itibariyle ne durumda? Türkiye'de STK'ların Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarına uzanan ve neredeyse 700 yılı kapsayan bir geçmişi vardır. Ancak bu STK'lar genellikle İslam kaynaklı yardım geleneği ile oluşturulan vakıflardır. Günümüzde STK'lar başkalarına saygı gösteren onları cesaretlendirip harekete geçiren eyleme yönelik araçları yaratabilen kendinden emin, korkusuz ve korku duymak için nedeni olmayan kadınlar ve erkekler, yeni vatandaşların kurdukları örgütler olarak tanımlanmakta (Ralph Dahrendorf). Ülkemizde bu tanımlara uygun ve topluma mal olan STK 'ların hem sayısı çok az ve hem de etkinlikleri çok sınırlıdır. Öte yandan gerek kurumlarımızda ve gerekse vatandaşlarımızda (özellikle de üniversite gençliğinde) oluşmaya başlayan toplumsal duyarlılık ve sosyal sorumluluk bilinci ile 2005 yılı ve ötesinde ülkemizde STK'ların giderek güçleneceğine ve sosyal, siyasal ve ekonomik yaşantımızda önemli aktörler olacağına inanıyoruz. *Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Baba Nakkaş Sokak. No: 8 81200 Nakkaştepe / İstanbul Telefon: 0 216 492 32 32 Fax : 0 216 492 32 33-40 e-mail : [email protected] Web : tegv.org 250 Türkiye Protestan Kiliseler Birliği* İhsan Özbek İhsan Bey, dilerseniz önce Türkiye Protestan Kiliseler Birliği'ni tanımakla başlayalım. Ne zaman kuruldunuz? Hangi ihtiyaç kurulmayı gerekli kıldı? Ve bugüne kadar neler yaptınız? 1980'lerin sonun doğru Türkiye'de Türk Protestan kiliselerinin hukuki, sosyal, kültürel ihtiyaçlarının karşılanması ve aralarındaki ilişkilerin güçlendirilmesi amacıyla kuruldu. İlk önce resmi olmayan ve kilise önderlerinin toplantıları şeklinde idi. 1990 yılından itibaren düzenli daha organize ilişkiler ve sorunlarla ilgilenmeye devam eden bir kuruluş olduk. Peki İhsan Bey size bir sivil hareket olarak aynı zamanda da dini kimliği olan bir hareket olarak kendinizi tanımlamanızı istersem; Türkiye'de sivil örgütlenmenin neresinde durduğunuzu, nasıl ifade edersiniz? Aslında her hangi bir yerine oturtamıyorum. Çünkü bizim özel koşullarımız var. Uzun bir süre kendimizi kilise olarak ifade etmeye çalıştık. Ama tüzel kişilik kazanamadık. Türkiyeli Protestanlar ne dernek kurabiliyorlardı. Ne vakıf kurabiliyorlardı. Çok ciddi sorunları vardı. Türkiye Protestan Kiliseler Birliği de hukuki bir kimliğe sahip olamadı. Uzun bir süre onun sıkıntılarını yaşadık. Genellikle adından da anlaşılacağı gibi dini, sosyal ve kültürel sorunlarımızla ilgileniyoruz. En büyük ağırlığı hukuki alandaki sorunlarımız yaşıyor. Türkiye'deki insan hakları ve inanç özgürlüğü alanındaki sıkıntılar bizim gündemimizin birinci maddesini oluşturuyor. Ve bu sıkıntıların arttığı, baskıların çoğaldığı dönemlerde temel tartışma maddemiz bu oluyor. İnanç özgürlüğünü savunan, düşünce özgürlüğünü savunan, sosyal kültürel alanlarda Protestanların haklarını savunan bir sivil toplum kuruluşuyuz. Protestan Kiliseler Birliği olarak tabi ki bir tüzel kişiliğimiz yok. Çünkü Türkiye'de bu konuda hukuki düzenlemeler henüz yapılmadı. Varlığımızı Ankara Valiliğine bildirdik. Onlar da bizimle ne yapacaklarını düşünüyorlar. Türkiye'de Protestan Kiliseler Birliği olarak 26 kilisemiz var. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Diyarbakır gibi birliğimiz üyesi olan kiliselerimiz var. Onun dışında Türkiye'nin birçok ilinde birliğimizin üyesi olmayan daha küçük Protestan cemaatleri de var. Onları da temsil ediyoruz. Ama onlar henüz kendilerini kilise olarak ifade edebilecek durumda değiller. Bu yüzden onları birliğimiz üyesi olarak telaffuz etmek istemiyoruz. Türkiye'de Protestanların sayısı 4000-5000 civarındadır. Ama bunun dışında Ermeni Protestanlar var. Onlar küçük bir grup. Yabancı kökenli Protestanlar var. Onlar da dahil değil. Bu sayı sadece bizim üyelerimizi kapsıyor. 251 Türkiye Protestan Kiliseler Birliği olarak misyonunuza uygun davranabiliyor musunuz? Yoksa bu ifade ettiğiniz misyon dışında bir takım faaliyetleriniz de var mı? Kamuoyuna çeşitli rahatsızlıkların yaşandığını basından okuyoruz? Aslında bizim inancımıza göre, inancımızı paylaşıyoruz. İslami söylemle ifade edeyim. İnancımızı tebliğ etmek bizim için farzdır. Biz inancımızı paylaşırız. Ama bu özellikle bazı kesimler tarafından Türkiye'de siyasi bir aktivite gibi lanse edilmeye çalışılıyor. Bir misyonerlik faaliyeti gibi, başka siyasi gruplarla, yabancı ülkelerle iş birliği içindeki bir oluşum gibi ifade edilmeye çalışılıyor. Bu doğru değildir. Kimi zaman Türkiye'nin siyasi gündemini değiştirmek için, kimi zaman bizim üzerimizden başkalarına saldırmak için, siyasi partilere yada başka ülkelere saldırmak için misyonerlik faaliyetleri gündeme getirilmek isteniyor. Her Ramazanda, yada bizim Noel Bayramlarında bu ısıtılarak piyasaya sürülür. Gündeme getirilerek tartışılır. İşte tam da o anda bizim kiliselerimiz misyonerlik faaliyetleri ile bağlantılı olarak ciddi saldırılara uğrarlar. Sokaklarda Hıristiyan olduğu bilinen insanlara ciddi tacizler başlar. Ciddi sıkıntılar yaşarız. Kamuoyundan da bu sıkıntılar gelir. Çünkü tam olarak biz kendimizi ifade edebilecek durumda değiliz. Karşımızdaki güçlerin medya organları var. Paraları, organizasyonları, siyasi partileri var. Gazeteleri, televizyonları ve her türlü olanakları var. Bize yönelik çok ağır ithamlarda bulunuyorlar. Kamuoyunu yönlendiriyorlar. Tabi kamuoyunu da etkiliyorlar. Ve Türkiye'de Hıristiyanlar insanları satın alıyorlar da diyorlar. İnsanların zorla dinini değiştiriyorlar, diyorlar. Gençlerin kafalarını çeldiğimizi lanse ediyorlar. Aslında bunlar bizim inancımıza göre ciddi bir saldırı. Bizi küçümseyen hakir gören bir saldırı. Biz insanları satın alacak kişiler değiliz. Bizi bu kadar küçük görmek ve göstermek insan haklarına saldırıdır. Türkiye, resmi söylemle hep yüzde 99.9'u Müslüman bir ülke olarak ifade edilir. Bu anlamıyla baktığımızda siz çok farklı bir alanı ifade ediyorsunuz, yada yansıtıyorsunuz. Siz o yüzde 99'un dışındaki bir alansınız? O yönüyle adeta “öteki” olarak devletle muhabbetiniz nasıl? Devletin resmi kurumları size müsamahakâr davranıyor mu? Yoksa acımasız mı? “Bu işlere girmeyin” diye bir yaklaşım mı var? 1989'a kadar çok ciddi saldırılarla karşılaşıyorduk. İşkence görenlerin listesinde bizim adlarımız da var. Ama 90'dan sonra aynı şiddetle karşılaşmıyoruz. Somut kaba şiddetle karşılaşmıyoruz. Şimdi şiddet bizim kimliğimizi tanımama, bizi yok sayma, bize yaşam alanı tanımama şekline dönüştü. Ne yazık ki kamuoyunda bize yönelik çok ağır ve negatif görüş var. İşte bu negatif görüş devletin bize karşı tutumuyla birleştiğinde, son derece acı 252 verici, yıpratıcı, yaşam alanımızı sınırlayıcı bir durum oluyor. Devlet bizlere çok kaba bir şekilde saldırmıyor. Temel olarak bizi yok sayıyor. Kiliselerin kurulmasına, kiliselerin var olmasına olanak tanımıyor. Onları ortadan kaldırmak için her şeyi yapıyor. Ama gereken her şey artık kiliseleri basmak, kapısını kırmak şeklinde değil. Günümüzde insan hakları kavramı Türkiye'de yavaş yavaş yerleşiyor. Hıristiyanlara böyle davranılmaması gerektiğini artık sokaktaki çocuk bile biliyor. Biz o kadar kaba değiliz. Eğer Hıristiyanlığı seçerseniz başınıza gelebilecekleri söyleyeyim. Devlette çalışıyorsanız, işinizi kaybedersiniz. Güvenlik soruşturması alacaksanız, olumsuz çıkar. Radyo kuracaksanız kesin izin verilmez. Kaba bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalırsınız. Türkiye'de bir söylem var. Denir ki; biz her türlü dine hoş görüyle bakarız. Bu doğru değildir. Maalesef insanlar bunu telaffuz ederek alışmışlar. Bunun doğru olduğunu sanıyorlar. Türkiye'de her dine hoş görüyle davranılmaz. Hele Hıristiyanlara hiç hoş görüyle davranılmaz. Bunun dışında başkaları da var. Bahailer, Aleviler için de bu böyle! Türkiye'nin yüzde 99'u Müslüman değildir. Türkiye'de Müslümanlar büyük bir çoğunluk oluşturuyor doğrudur. Ama Müslüman'ı tarif etmek gerek. Türkiye'de hanesinde Müslüman yazıp da Ateist olanlar var. İşte Hıristiyanlar var. O yüzdelerle konuştuğunuz zaman çok olumlu sonuçlara varamıyorsunuz. Kabaca kategorize etmeye çok alıştık. Yüzde 99.9'u Müslüman demek de çok kabaca. Bu baskıları bir yandan da haklı kılan bir söylem oluyor. Diyelim ki biri Hıristiyan olmaya karar verdi? Nasıl olur, nelerle karşılaşır, kolay mı bu işler! Bunu şöyle anlatayım. Devletin bize yaklaşımında bir başka şey var. Siz eğer bir genç arkadaş olarak Hıristiyanlığı seçtiyseniz, devletin polisi sizin evinize gidip, ailenize “bakın çocuğunuz Hıristiyan oluyor haberiniz olsun” der. Bu insan haklarına aykırı bir tutum değil mi? Bu devletin polisini ilgilendiren bir şey değil. Ama namus korumak gibi, iman korumak da bizim devletimizin yetkililerinin görevi olarak algılanıyor. Jandarma köylerdeki Hıristiyanların evlerini basar, mallarını sokaklara dağıtır, evlerini arar. Başka hallerde çok rahat özdeşlik kurabileceğiniz durumlar, Hıristiyanlar için de yaşanıyor. Bu yüzden açılmış davalar var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemelerine gitmiş davalar var. Şimdiye kadar Hıristiyanlar genellikle tevekkülle karşılayıp, sineye çekiyorlardı. Ama tevekkülle karşıladığınız zaman sorunların çözülmediğini gördük. Bunlar sorundur. Türkiye'de insan hakları ihlalleri var. Türkiye'de inanç özgürlüğü ihlalleri var. Ve demek ki ihtiyaç hissediyoruz. İşte Türkiye Protestan Kiliseler Birliği bunların mücadelesini veriyor. Elbette zorluklar var. Televizyonlara çıkıyorum. İnsanlarla görüşüyorum. Tabi bizim birliği temsilen oluyor bu işler. Ertesi gün sokağa çıkıyorum 253 yürüdüğümde insanlar parmaklarıyla beni işaret edip “İşte o gavur, İşte o papaz” diyorlar. Çocuklarımla bir yere gittiğimde “İşte gavurun çocukları. Bunlar bizim dinimizden dönmüş olanlardır” tanımıyla, nitelemeleriyle karşılaşıyorum. Ülkemizin hoşgörülü olacağını düşünüyorum. Şartların değişeceğini düşünüyorum. Bu bir süreç işi. Her alanda Türkiye'de demokratikleşme, inanç özgürlüğü, düşünce özgürlüğüne ihtiyacımız var. Bu adımların daha iyiye doğru gittiğini görüyoruz. Ve umudum bizim birliğimizin de buna katkıda bulunmasıdır. Peki İhsan Bey Türkiye Protestan Kiliseler Birliği olarak anlatımlarınızla siz sivil, dini ve sıkıntılı bir örgütlenme süreci yaşıyorsunuz! En azından anlatımlarınızdan ve basından bunu izlemek mümkün. Diğer sivil toplum kuruluşlarıyla bağınız nasıl? Onlar sizin bu sıkıntılı dünyanıza bir pencere açmak, bir bağ kurmak, beraber işler yapmak; yada en azından bir terapi şeklinde sizi ve dünyanızı rahatlatmaya çaba gösteriyorlar mı? Bu ilişkinin mümkünatı var mı? Yıllarca biz suskun kaldık. Şimdi bunun hata olduğunu ifade ediyorum. Dolayısıyla diğer sivil toplum kuruluşları da aynı önyargı ile bakıyorlar. Toplumdan beslenen önyargı ile bakıyorlar. Yabancı ülkelerle ilişkisi olan bu Protestanlar, misyonerler, gruplar, Amerikan, yada Avrupa'nın uşağı tarzında bir bakışı ilk başlarda sivil toplum kuruluşlarında da gördük. Ama bizleri tanıdıkça, bizim sorunlarımızı gördükçe, bizim çalışma yöntemlerimizi fark ettikçe; aslında Türkiye'deki her hangi bir sivil toplum kuruluşundan farklı olmadığımızı görüyorlar. Biz bu toplumun çocuklarıyız. Biz bu toplumda yaşıyoruz. Bu ülke bizim ülkemiz. Ne Amerika'dan, ne Avrupa'dan yönetiliyoruz. Açıkça Türkiye'de yeşerdik ve Türkiye'de büyüyoruz. Türkiye'nin sıkıntılarını, güzelliklerini beraber yaşıyoruz. İşte sivil toplum kuruluşlarında bu ilişkisizlik vardı. Ama yavaş, yavaş bizi tanıdıkça değişiyorlar. Ne yazık ki toplumdaki tüm ön yargılar hallolmadan sivil toplum kuruluşlarıyla daha yakın ilişkiler içerisinde olabileceğimiz mümkün değil. İşte belki sizin yaptığınız bu röportajın sivil dünyada bir adım olacağını düşünüyorum. Çok çarpıcı bir olay aslında! Şunu sorayım. 17 Aralık 2004 tarihi Türkiye AB ilişkileri açısından dönüm noktası oldu. Türkiye'de bazı kesimler bu AB kulvarının bir Hıristiyan lobisi olduğu düşüncesindeler. Çoğunluk ise AB sürecinin Türkiye'de sivil hayatı canlandıracağını ifade ediyor. Siz bir Hıristiyan örgütlenmesi olarak hem sivil alan için hem de sizin dini ve sivil örgütlenmeniz için bu AB sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sivil alan için bir çıkış olabilir mi? 254 Rahatlama sağladı. Bunu görüyoruz. AB süreci Türkiye'deki insan hakları, düşünce özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne sınırlama getiren çağ dışı yasaların ortadan kalkmasını ve demokratik liberal yasaların ortaya çıkmasını sağladı. Hıristiyanların sorunlarının çözümü, AB ile bağlantılı olmayacak, bunu biliyorum. Çünkü her dini kuruluşun her ülkede problemler yaşayabildiğini görüyoruz. Bence Türkiye'de AB bir dinamik oluşturdu. Türkiye'deki insanlar artık geleceğe daha demokrat bir gözle bakıyorlar. Birbirlerinin haklarını daha düşünür oldular. Sivil toplum kuruluşları da öyle! AB bu konuda harekete geçici bir işlev gördü. Ama Türkiye'deki Hıristiyanların sorunun çözümü, Türkiye'deki bütün dini grupların sorunlarının çözümü ile birlikte olacak. Müslümanların, Bahailerin, Ortodoksların, Protestanların, hepimizin dini sorunları var. Bu problemlerin çözümü birlikte gelişecektir. Yalnızca Protestanlara yönelik bir çözüm olmayacak. Protestanların sorununun çözümü bir ölçüde daha kolay olacak. Çünkü biz daha küçük bir grubuz. Türkiye'deki siyasi olaylarla ilgili olarak da bir ilişkimiz yok. Ama biz de Müslümanları beklemek durumunda kalacağız. Çünkü insan hakları hepimiz için geçerlidir. Son sorum. Geçmişle kıyaslarsak, bugün geldiğimiz aşamada Türkiye'de sivil hayatı nasıl görüyorsunuz? Bir de gelecekle ilgili sivil hayat ön görüsü var mı? Eskiye göre daha iyi görüyorum. Eskiden daha karanlık bir ülkede yaşıyorduk. Hâla aynı karanlığı taşıyan insanlar var. Siyasi olarak düşüncelerinde, pratiklerinde başka insanlara karşı tavırlarında aynı karanlığı yaşayan, yaşatmak isteyenler olduğunu görüyorum. Ama artık geldiği nokta sorunları söyleyiş biçimimiz, sorunları söylemekteki inadımız karanlığın kazanamayacağını gösteriyor. Türkiye'de aydınlık günler var. Hepimiz için var. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, Kürdü, Türk'ü, Laz'ı, Çerkez'i hepimiz için aynı şekilde bir umudun olduğunu görüyorum. Eskisine göre iyi yerdeyiz. Her şey bitmedi. Hala çok sıkıntı var. Zulüm var. Protestanlar açısından zulüm var diyebilirim. Ama umut da var. Değişiyoruz. İyiye doğru gidiyoruz. *Türkiye Protestan Kiliseler Birliği İhsan Özbek Hatay Sokak. No: 20 / 14 Kızılay / Ankara Tel : 90 312 418 61 70-418 62 87 Fax : 90 312 418 62 87 e-mail : [email protected] 255 Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı-TÜSEV* Filiz Bikmen-Genel Koordinatör Filiz Hanım önce TÜSEV'i tanımakla başlayalım. TÜSEV hangi ihtiyaçtan doğdu, niye TÜSEV gibi bir kuruluşu kurmaya ihtiyaç duyuldu? Neler yapar TUSEV? 1993 tarihinde, 23 Vakıf tarafından kuruldu. Bunların arasında Eczacıbaşı var, Koç Vakfı, Sabacı Vakfı… Bu vakıflar biraraya geldiler, bir iki de gerçek kişi vardı aralarında. Sivil toplumun oluşturduğu üçüncü sektör dediğimiz sektörü güçlendirmek, ortak sorunları çözmek olarak tanımladılar amacı. Aslında misyon ilk kurulurken, sektörün ortak sorunlarını çözelim felsefesiydi. 10 yıl, aslında 9 yıl çok küçük çapta çalışmalar yapıldı. Daha çok dernekler yasası, vakıfler yasası ve vergilendirme üzerinde çalışıldı. Yani yasa çalışmaları. Çok küçük bir ekip bir iki kişi vardı. Bir genel sekreter, bir asistan ve yaklaşık 23 kurucudan sonra bugüne kadar 118 mütevelli oldu. Bu mütevelliler her yıl belli miktarda bağışta bulunuyorlar. Bir katılımda bulunuyorlar. TÜSEV'in bütçesinin yarısı bu bağışlardan oluşuyor. Diğer kısmı ise yabancı kuruluşlardan aldığımız bir takım proje fonlarından oluşmaktadır. Yaptığımız çalışmalar tabi ilk 9 yıl daha küçük çapta yapılıyordu. Son iki buçuk üç yıl da, Üstün Ergüder beyin gelmesiyle birlikte biraz daha genişledi. Hem ekip genişledi, hem amaç genişledi. Hem çalışmalarımız genişledi. Yasal çalışmalarının yanında, araştırma projeleri yapıyoruz. Hem hayırseverlikle ilgili, vakıflarla ilgili ve sivil toplumla ilgili. Araştırma programlarını yapmamızın nedeni bir takım boşlukları doldurmak sivil toplumla ilgili, kalitatif araştırmaların var olmasını sağlamak. Bu doğrultuda bizim gibi ve diğer kuruluşların çalışmalarında kullanması için katkı sunmak. Onun dışında uluslararası ilişkilere önem veriyoruz. Avrupa Vakıflar Merkezi diye bir merkez var. Bu bir dernek aslında, vakıfların oluşturduğu bir dernek. Brüksel'de kurulu. 15 yıldır var. Bütün Avrupa'nın büyük vakıfları ve Avrupa'da çalışan büyük Amerikan vakıflarının üye olduğu bir merkez. Oraya da yaklaşık 8 yıl önce TÜSEV üye oldu.Ve Şu anda yönetim kurulunda. Ve uluslararası komitesi var onun. Onlar daha çok hibe veren vakıflar. Yine de bağış vermeyen ama çalışma yapan vakıflar da var aralarında. Amerika ve Avrupa'da büyük vakıfların çoğu hibe verenlerdir. Yani varolan kaynaklarını proje şeklinde, fonlar şeklinde dağıtıyorlar. Diğer vakıflar ise bu fonu kullanarak kendi faaliyetlerini yürütüyorlar. Hibe veren vakıflar daha sağlıklı nasıl hibe verebilirler? Bu stratejiyi nasıl daha iyi uygulayabilirler? Sağladıkları projeler, çalıştıkları kurumlarla birlikte nasıl daha iyi gelişebilir? Biraz da onların örgütü aslında. Ama son yıllarda da tabiki Türkiye'ye gösterilen ilgi daha fazla olmaya başladı. Biz de bir şekilde Türkiye ve onların arasında bir köprü kurmaya çalışıyoruz. Buraya toplantı için çağıracağız, 256 umuyorum yakında, gelip biraz Türkiye'yi tanıma olanağı bulacaklar. Bu tür şeylere çok önem veriyoruz. Çünkü o kuruluşlar hem yardım sağlama açısından, hem stratejik işbirliği açısından çok önemli kuruluşlar. Siz geriye dönüp bu güne kadar TÜSEV'in çalışmalarını gözlemlediğinizde gerçekten kuruluş amacınızdaki misyonunuza uygun davrandığınız konusunda rahat mısınız? Ben TÜSEV'de üç yıldır bulunduğum için ancak üç yıl için konuşabileceğim. Ama geçmiş süreciyle ilgili bir şey söyleyeyim. Önceden o ekiple ve ayırdıkları kaynakla bence misyonlarını gerçekleştirdiler. Ama küçük çaptaydı. Ama bu hedef belki de bu kadar büyük olmamaktı. Yani bu onların belki o zamanki stratejisine uygundu. Yani hiç bir zaman 5-10 kişi olalım, 1 milyon dolar gibi bir bütçemiz olsun diye bir hedef yoktu. Sadece daha küçük bir çapta ve orda sanırım bir sürü toplantılar yapıldı. Ondan sonra yasal çalışmalarda bir takım ilerlemeler oldu. Ama tabi son üç yılda özellikle yasal çalışmalardan bahsediyorum. Çünkü aslında TÜSEV'in en büyük katkısı bu oldu sektöre. Hedefi de buydu. Yasal durumlarda çok böyle birden bire fon olduğu için zamanlama da çok iyi oldu. O yüzden daha çok etkili olabildik. Yani o yasal çalışmalar sadece senin etkinliğine bağlı olan bir şey değil. Karşı taraf devlet de buna çok daha açıktı. İhtiyacı vardı ve bu yüzden daha başarılı olabildik diye düşünüyorum. Geçmişe nazaran daha farklı, ama nasıl daha farklı şeyler yaptık. Belki bizim başarımıza katkıda bulunan daha çok uluslararası uzmanlarla ortak çalışmalar yaptık. Biraz daha TÜSEV'in dışına çıkarak farklı paylaşımlarla biraz görüş alıp daha böyle açık ve şeffaf bir süreç yürütmeye çalıştık. Daha fazla basın ve yayın yaptık. Sürekli rapor, sürekli e-mail işte kitapçıklar vs bunlar eskiden elbette mümkün değildi. Daha entelektüel bir çalışma performansı sergiliyor TÜSEV değil mi? Yani böyle halkla doğrudan ilişki kurmak, katılımcılığı esas almak o tip bir çalışma biraz ikinci planda mı kalıyor, ben öyle mi anlıyorum? Tabi. Çünkü sonuçta bu bir tink-tank kuruluşu. Tink-tank dediğimiz kuruluşlar var. Yani TÜSEV'in bu faaliyeti yasal çalışmalar doğrultusunda ve araştırmalar biraz bu şekilde. Araştırmacılarla, profesörlerle, uzmanlarla çalışma yapıp daha çok bir kampanya, halkı, sivil toplumu harekete geçirmektense daha teknik ve bilimsel açıdan yapılan yasal çalışmalarla mukayeseli çalışma yapmak, yani teknik düzeyde destek verip, çünkü bu teknik kapasite yok devlette. Yasaları yazan, yönetmelikleri hazırlayan çok az kişinin gerçekten bilgisi var. Bilgisi varsa sahada bilgisi var. Ama bunun esası, uluslararası standartları, ilkeleri vs konusunda onların da çok ihtiyacı var bu danışmanlara. Biz o danışmanları hemen fonlarla bir şekilde daha hızlı toparlayabiliyoruz. Ve onlara da destek olmaya çalışıyoruz. O yüzden biz 257 hem savunuculuk yapıyoruz, hem de biraz da danışmanlık gibi bir şey oluyor bu. Devletin ve devletin diğer resmi kurumların TÜSEV'e bakış açısı nasıl? Mesela işte sizin örgütlenmenize, özgürlük alanınıza herhangi bir müdahale oluyor mu, ihtiyaç duyduğunuzda devlet kurumlarıyla diyalog kurabiliyor musunuz, beraber iş yapabiliyor musunuz? Tabi ki. Şimdi bunu söylemekten kaçınamam. Benim izlediğim kadarıyla en azından devlet birimleriyle muhatap olabilmek için politik bir güç gerekiyor. Üstün Beyin kendi şahsı işte kendi tecrübesi ve kendi geçmişi var. Kuranların Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Doğan olması sanırım devlette kapıların açık tutulmasının ya ilk etapta açılmasının nedeni bunlardı belki de! Ama açık tutulmasının nedeni ise bana sorarsanız son iki üç yılda çok değişmesiyle ilgili. Orda gerçekten işe değer yani sorunu sadece şikayet etmek değil de, sorunun çözümü üzerinde katkıda bulunabiliyor muyuz ona bakıyor. O yüzden sadece şimdi kim olduğumuz değil, gerçekten neler yaptığımıza bakılıyor diye düşünüyorum. Ama yine de o kapılar açık, açık tutulması için uğraşıyoruz. Gerektiğinde işte ortak toplantılar, sürekli mektuplar, raporlar yani kendimizi nasıl anlatayım, işe yarar hale getiriyoruz. Bir de biraz sanki devletin gerçekten de sivil toplum alanında ihtiyaç duyduğu bir STK gibi duruyor TÜSEV. O nedenle de işbirliğine daha açık gibi. Ben öyle anladım. Evet. Özellikle örgütlenme özgürlüğü şu anda yeni vakıf tasarısı var. Yani gerçekten bu alanda çok az çalışan STK olduğu için o teknik kapasiteyi getirebiliyoruz. O zaman şunu sormak İstiyorum. Gerçi 23 Sivil toplum kuruluşunun bir çatı örgütü gibi kurulduğunu ifade ettiniz ama, yine de bunun dışında ben TÜSEV'in diğer sivil toplum kuruluşlarıyla partner ilişkileri, zaman zaman ortak ilişkiler yapıp, yapmadığını öğrenmek istiyorum... Çatı demekten kaçınıyoruz. Çatı demiyoruz. Çünkü bu çatı örgütü olmak çok farklı, yani şemsiye örgütü olmak çok farklı anlama geliyor. Ortak örgüt yani, aslında bize bağış sağlayan mütevelliler, bu sektörün daha iyi olmasını isteyen mütevelliler. Onun dışında bir temsiliyet taşımıyoruz. Yani gidip devletin karşısında bir şey sunduğumuz zaman biz sektör tarafından sunuyoruz demiyoruz. Bu sadece bir uzman görüşü sonuçta. Onu belirtmek istiyorum çünkü o çok hasas bir nokta oldu TÜSEV için. Ama tabiki diğer kuruluşlarla çok ortak çalışmalar yapıyoruz. Hatta şöyle bir zorluk var. Biz şimdi her yıl bir katılım payı istiyoruz mütevellimizden. Biz onlara aslında özel bir şey yapmıyoruz. Bütün sektöre 258 hizmet veriyoruz. Mütevelli olsa da olmasa da ortaklık kuruyoruz. Ortak proje yapıyoruz. Yani biz gerçekten sektörle ilgili hangi kuruluş olursa olsun çalışıyoruz. Ve gene son 2-3 yılda biraz daha bir açılım oldu. Alanlarımız işte biraz daha genişledi, işbirliğimiz biraz daha fazla olmaya başladı. Sanırım TÜSEV'de öyle bir noktaya geldik ki, içiçe kalmanın çok fazla olmayacağını farkettiler. Bu özellikle Üstün beyin gelişiyle birlikte biraz daha dışa yönelik olması gerektiğini, biraz daha katılımcı model içerisinde çalışılması gerektiğinin başarılı olabilmesi için o yüzden biz onu yürütmeye çalışıyoruz. Sizce bu AB kulvarı, sivil toplumun genişlemesi için rahatlaması için bir fırsat yaratabilecek mi TÜSEV penceresinden bakarsak? Mutlaka. Zaten bu fırsat yaratılmıştır diye düşünüyorum son yasal düzenlemelerde. Ancak bu alanı nasıl kullanacağımız konusunda pek emin değilim.Yani orda biraz daha tartışmamız gerekiyor. Çünkü alan devlet tarafından bir takım siyasi iradelerle açıldı. Avrupa Birliği konusunda yasal açıdan gerçekten bastırıcı ve sıkı olan bir ortam bu durumda biraz açılmış oldu. Ama dediğim gibi hem dernekler hem vakıflar ikisi çok farklı örgüt yapıları. Ve ikisi de çok farklı roller oynuyor baktığınızda. Vakıflar biraz daha fon sağlayan bir fon gücü getiren kuruluşlar olması gerekir. Dernekler belki aidatlarla vs gibi biraz daha sivil girişimler oluyor ama yurt dışında da olduğu gibi TÜSEV olarak baktığımızda vakıfların durumu farklı. Özellikle vakıflar üzerinde çok yoğun çalışmalar yapıyoruz. Sivil toplumun içinde olan vakıf sektörüne vakıfların daha aktif ve etkin bir rol oynaması gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle büyük vakıfların, Koç, Sabancı, Doğan vs yani holdinglerin vakıf sermayesi olanların, bunun bir kısmını ayırıp diğer sivil girişimlere destek olması gerektiğini düşünüyoruz. Buna hayırseverlerin yeni modeli diyelim Türkiye için. Çünkü yeni bir şey bu. Böyle bir şey daha önceden yoktu. Hastane yapar, okul yapar, yol yapar... Eyvallah bunlar da çok değerli şeyler de acaba Türkiye'nin gündemini değiştirir mi? Yani Avrupa Birliği'ne girerken daha çok sosyal adaletle ilgili projeler ve girişimler var. Ve bunlar destek gerektiriyor. Bunlar şu anda çoğunlukla yabancılar tarafından destek görüyor. Böyle olmaması gerekiyor. Peki burada akla bir soru geliyor ister istemez. Kuruluşların vakıflarının sivil alana girmesi bir tehlikeyi de beraberinde getirmez mi? Yani işte Avrupa'dan çeşitli fonların bu büyük vakıflara akmasını, kaymasını sağlayarak diğer daha küçük sivil toplum kuruluşlarının çok daha güçsüz kalmasını beraberinde getirmez mi? Tabi tabi...Ben zaten çok farklı bir şeyden bahsetmek istiyordum. Onların amacı Avrupa Birliği fonlarına girmek değil, kendi fonlarını kullanmak istiyorlar. Mesela şu anda hastane yapacaksınız. Yapın ama 500 bin doları da bir ayırın, Türkiye'deki dernekler, vakıflar bunu başvurup alsın. Yani sürekli 259 yabancı kuruluşlara başvurmak zorunda kalmayalım. Varlıklı vakıflarımız var. Çünkü işte onların da biraz paradigma değişikliğine ihtiyaçları var. Yani o vakıfları biraz diyalog içerisine çekmemiz gerekiyor. Sanırım belki, 15-20 yıl önce olan şeylerden biraz holdinglere karşı bir şüphe var. İşte, kapitalist mantık ve devlete müdahale filan.. Ama bence onu biraz farklı düşünmemiz gerekiyor. Yanımıza çekip, onların gücünü, kaynaklarını ve bizim sivil ve yerel gücümüzü birleştirirsek inanılmaz bir sinerji çıkacak ortaya. Şunu düşünün mesela Koç Vakfının sahibi Arçelik değil mi? Bir sürü bayisi var ülkede. Her mahallede, her ilde, ilçede vs. Yani bunları sivil girişimcinin destekleyici olması için çok da yaygın imkanları var. O yüzden bu bence önemli bir şey olacaktır Avrupa Birliği'ne giriş sürecinde. Bizim kendi kaynaklarımız ve kendi sivil toplumumuzu şekillendirmemiz gerekecek. Sadece Avrupa Birliği'nin gücü değil, kendi gücümüzle neler yapabiliriz? Onu da keşfetmemiz gerekiyor. Son sorumla bitiriyorum. Geçmişle kıyasladığınızda, siz uzun sürede yurtdışında kalmış birisiniz.Türkiye'yi belki bu anlamda dışarıdan gözlemiş birisiniz. Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu aşama açısından geçmişle kıyasladığınızda Türkiye'de sivil toplumculuğu nasıl görüyorsunuz? TÜSEV penceresinden isterseniz yanıtlayın. Ben kendimce aslında bir vatandaş olarak buna cevap vermek isterim izin verirseniz. Sivil toplum hareketi yada, kuruluşlar açısından değil sivil toplum zaten vatandaşlık demek, yani birinci sorumlu olan biziz. Sonra kuruluşlarımıza sorumluluklarımız var. O yüzden bu açıdan şunu fark ediyorum. İnsanlar sorumluluk alma ve kendilerini ifade etmek için çok daha fazla uğraşıyorlar. Ve sanırım ifade özgürlüğündeki henüz belki çok daha kısıtlamalar olmasına rağmen daha bir açılım var. İnsanlar isyan ediyor, sesini yükseltiyor, uğraşıyor. Yani ben bunun farkına varıyorum. Ve bu oluyorsa bir çok şey oluyor demek. Hem devlet buna biraz daha izin veriyor demek, hem insanlar biraz kendi vatandaşlarına, kendi iradelerine güveniyor demek. Hem daha iyi bir hayat yaşamak istediklerini ve bunu ifade etmekten korkmadıklarının belirtisi. Bir çok şeyin belirtisi bence. *Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı TÜSEV Filiz Biken-Genel Koordinatör Bankalar caddesi. Minerva Han. No: 2 Kat. 5 Karaköy / İstanbul Tel : 90 212 243 83 07-09 Fax : 90 212 243 83 05 e-mail : [email protected] Web : www.tusev.org.tr 260 Uçan Süpürge* Halime Güner Halime, istersen önce Uçan Süpürge'yi tanımakla başlayalım? Ne zaman kuruldu, ne yapar? Uçan Süpürge 1996'da kuruldu. Kuruluş gerekçesi şuydu. 1990'lı yıllardan sonra kadın örgütleri arasında iletişim yoktu. İletişim olmadığı için zaman kaybı ve tekrarlar yaşanıyordu. Doğal olarak kadın örgütleri bir güç olduklarını ortaya koyamıyorlardı. Bizler belki bir parça bu iletişim konusunda bir katkımız olabilir mi? Bir merkez kurabilir miyiz? diye yola çıktık. Bunu önümüze koyarken de bir çok kadın örgütlerinden örnekler alıp, farkında olarak yola çıktık. Çok insana danıştık. İki, üç yıl bunun araştırması sürdü. Ve 1996 yılında kurmuş olduk. İlk yaptığımız şey bölge toplantıları oldu. Aynı ilde kadın örgütleri birbirlerini tanımıyordu. Aynı bölgede tanımıyorlardı. Onları önce biz tanıdık. Sonra onları bir bölgede topladık. Ondan sonra yerel radyolarda yaptığımız işi anlatmaya başladık. O da yetmedi. Ulusal kanallarda işledik. Tüm Türkiye'de aynı anda yayın yapan radyo programları yaptık. Bugün bizim artık 13-14 yayınımız var. Uçan haber dergisi iki ayda bir çıkıyor. Sadece kadın örgütlerinin çıkardığı bir dergi değil. Radyoda konuştuklarımızı yayına da dönüştürüyoruz. Uçan Süpürge'nin mecliste yaptığı bir çalışma var. Uluslararası sözleşme ve anlaşmaları takip eden bir kuruluş olduk. Kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi kısa adı CEDAW olan sözleşme gereği ülke gölge raporunu hazırladık. 453 kadını Ankara'ya davet ettik. Bu gölge rapor geçtiğimiz Ocak ayında sunuldu. Birleşmiş Milletlerde konuşulan bu rapor çok önemli olarak görüldü. Çünkü CEDAW'ın bağlayıcı bir yönü var. Türkiye'de insan hakları anlamında bizi bağlayan maddeler var ama sivil toplum örgütlerinin de haberi yok. Bu kadar önemli ve uluslararası bir sözleşmenin Türkiye'de bir yaptırımının olması lazım. Yine Türk Ceza Kanunu, bundan önceki Medeni Kanun hakkında çok büyük kampanyalar yaptık. Türkiye'de şu dönemde kadın örgütleri ve kadın hareketi içinde çok önemli ve yasal anlamda çok ciddi yol kat edildi. Uygulamalarla ilgili sıkıntılarımız var. Şimdi tekrar meclise geri dönersek. Biz meclistekilere bu uluslararası sözleşmeleri biliyor musunuz? diye sorduk. Kimsenin bundan haberdar olmadığını gördük. Birleşmiş Milletlerin altı tane resmi dilinin dışında ilk defa Türkçe'ye çevrilen kitaplar oldu. Bütün bunları aldık. Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın imzası ile 550 milletvekiline dağıttık. Türk Ceza Kanunu görüşüldüğü, tartışıldığı sırada milletvekilleri bu kitaptan yararlandılar. Önemli bir adım oldu diye düşünüyoruz. Mecliste üç Ak Partili, üç de CHP'den CEDAW şampiyonları adını koyduğumuz altı milletvekili seçtik. Kriterlerimiz 261 vardı. Seçtiğimiz bu milletvekillerinin diğer milletvekillerine uluslararası sözleşmeleri anlatmalarını istedik. Her şeye ulaşmak elbette çok mümkün değil. Bizim en çok yapmak istediğimiz şey sivil toplumların yerel, kendi alanında yaptığı çalışmalar meclisteki milletvekilleri de böyle bir şey yapsın istedik. Onlara da iki üç ayda bir toplantı yapıp biraz deneyim aktarımında bulunuyoruz. Benim yine kendi adıma söylediklerim de var. Beni en çok canlandıran iki proje var. Biri “yerel kadın muhabirlerin hazırlanması,” diğeri de “köprüler kuruyoruz projesi”, 55 ili kapsayan bir proje. 46 ili bitirmiş bulunuyoruz. Yaptığımız şey şu: Yerel yönetimlerin çağırdığı örgütsüz kadınlarla iki film seyrediyoruz. Biri olumlu, diğer olumsuz. Filmlerden sonra kadınlara soruyoruz; bu film sizi nerelere götürdü? Kadınlar bunun üzerine konuşmaya başlıyorlar. Ortaya inanılmaz önemli şeyler çıkıyor. Bunların tümünü 2 kamera ile çekiyoruz. İşte Türkiye'nin belgeseli böylece ortaya çıkacak. Bu beni kendi adıma çok heyecanlandırıyor. Çünkü çok yeni şeyler öğreniyorum. Bir de Türkiye'de kadının medyada seks açısından sembol olması televizyon kanallarında çok yaygınlaştı, bir dönem. Bu durumun kadınların öz güvenini, kadınların sosyalleşmesini engellediğini gördük. Sokağa çıkamamak, kadınların dar bir alana sıkıştırılmış olması bizleri çok düşündürdü. Dedik ki; yerel haberlerin ulusal habere taşınması da önemli. O zaman kendi yerel muhabir ağımızı kuralım diye düşündük. İlk 12 ilde başladık. Şimdi 25-26 ilde yerel kadın muhabirimiz oldu. Giderek gönüllü muhabirlerimiz artıyor. Yerel muhabirlerimizden istediğimiz şey, her ilde, her bölgede kadına dair yapılan ayrımcılıkları içeren yazıları haftada bir yazmak. Çünkü biz Internet haberciliği yapıyoruz. Bu www.ucansupurge.org sitemiz Türkçe, İngilizce ve Fransızca'dır. Bir çok ulusal ve uluslararası kurum kuruluşlar bizim sitemizi ziyaret ettikten sonra çok önemli belgelere ulaştıklarını söylüyorlar. İşte Diyarbakır'daki muhabirimiz Naşide Buluttekin ilk N..Ç..olayını yazdığında B.B.C bizi aradı. Aradan 2 gün geçti, Hürriyet Gazetesi manşet yaptı. Kadın konusu evrenseldir diyoruz ama baskı görmek kendimize başka taraftan da güç alarak ifade etmenin yollarını getiriyor. Bir de uluslararası film festivalimiz var. Uçan süpürge film festivali. Bir STK olarak uçan süpürge'yi tanımlamanı istersem Türkiye deki sivil hayat açısından nereye oturtursun? Türkiye'de sivil hareketin güçlenmesine inanan biri olarak, kadın sivil örgütlerinde güç verdiğine inandığım için, bir iletişim merkezi olarak uçan süpürgeyi oraya oturtuyorum. Ama istediğimiz noktada değiliz. Daha 9 yıllık bir mazimiz var. Fakat tam da kadın kuruluşları arasında iletişimi güçlendiren bir merkez olarak görüyorum. 262 Devamı olarak soruyorum. Neredeyse bütün Türkiye' ye dönük bir yüzünüz var. Bu açıdan bakarsak katılımcılık ve halk desteği ne durumda? Ayrıca zaman içinde misyonunuza uygun davranabildik diyebilir misin? Diyebiliyorum ve sadece uçan süpürge olarak aktarmıyorum. 30 yıldır bu alanın içinde değişik çalışmalar yaptım. Anlattığım bu iki projede inanılmaz heyecanlandım. Duygularımı katarak söylüyorum. Gerçekten rahatım. Ama sadece köprüler ve yerel muhabirler projelerinde değil 81 ilde çalışıyoruz. Diğerlerinde veri tabanlı çalışmalar yaptık. Özellikle kadınlar için söylüyorum. Örgütlü ve örgütsüz, onlar için trafik memurluğu yapıyoruz. Bu onlar için de, bizler için de yararlı. Ama diğer projelerimizde bire bir kadınlarla buluşup, onlara da o ildeki kadın örgütlerine de örgütlenmelerini tarif ediyoruz. Biz örgütlenme yapmıyoruz. Bu kadar yoğun yaygın çalışan bir STK'nın devletle muhabbeti nasıl? Anladığım kadarıyla en üst düzeyde devletin ilgisine mahzar olmuşsunuz. İyi şeyler yapıyorsunuz, devam edin kadınlar mı diyorlar size,devlet cephesinden? Yoksa çatıştığınız oluyor mu? Çatıştığımız oluyor elbette. Uçan Süpürge, devletle olan ilişkilerine Bakan Işılay Saygın'la başladı. On kere polis baskınına uğradı. Çünkü bekâret kontrolü ile ilgili sözleri ''bekaret kontrolünde birkaç kadın ölürse ölsün demişti.'' Biz de eylemler yapmıştık. İşte o dönemde çok ciddi sıkıntılar yaşadık. Türkiye'de kadından sorunlu bütün devlet bakanlıkları maalesef Türkiye'nin kadın politikası olmadığı için, hangi dernek onlara yakınsa kadın hareketini hep onunla tanımlıyorlar. Uçan Süpürge bu açıdan onlar için marjinal oldu. Başbakan dahil olmak üzere herkes bize belli bir noktada hep direnç gösterdiler. Mecliste Bülent Arınç imzalı olarak hazırladığımız kitabı dağıtırken bir kokteyl hazırlayalım dedik. O da iptal oldu! Ne zaman ki Birleşmiş Milletler Temsilcisi Büyükelçi Meclis Başkanına gitti, kitap o zaman dağıtıldı. Uçan Süpürge bu anlamda gücünü ve güçsüzlüğünü tartarak gittiği için nasıl lobicilik yapılabilir? Bu konuda Meclis Başkanı itiraz mı ediyor? Bunlar marjinal kadınlar, bunlar Türkiye'de kadınları bir birey olarak görüp ailenin içerisinden çıkarıyorlar, eyvah bizim politikamıza ters işler yapıyorlar bunlara engel olalım dediği zaman uçan süpürge, Avrupa Parlamentosu kadın milletvekillerini davet etti. Uçan Süpürge bu anlamda stratejik bakan bir kadın kuruluşu. Bütün üniversitelerin kadın çalışmalarında ders kitabı olarak radyo programlarının kadın kitabı okutuluyor. Çok yönlü olarak yapmaya çalışıyoruz. Geniş bir danışma kurulu kadromuz var. Hem akademisyenler, hem de alan içinde kadınlar da var. Çekirdek ve düzenli olarak çalışan 10 kişilik bir kadromuz var. İzleme ve değerlendirmeye çok önem veren bir yapı var. 263 Her pazartesi günü, geçen hafta neler oldu, neyi yapamadık? Bu hafta neler olacak? Ve 3 aylık önümüzde planlanacak şeyler neler? Onu konuşuruz. Bunlarla ilgili çok yönlü bilgileri toplamaya çalışırız. Uçan Süpürge'nin yine de çok ciddi eksiklikleri var. Devlet konusunda, devletin bütün kurumlarının üstüne giden bir kuruluş oldu, Uçan Süpürge. Biz şu anda 55 ilde geziyoruz. Hepsi birbirinden farklı siyasi partilerden bütün yerel yönetimlerle çalışıyoruz. Kendi parti politikaları açısından baktıklarında biz onlara, “Siz Türkiye'nin değişimini mi isteyen bir belediye başkanısınız, yoksa daraltan mı?” diye soruyoruz. Kadın örgütlerinde genel olarak bir imaj problemi var. Mesela köprüler kuruyoruz projesinde kadınlara yönelik olarak soruyoruz: “Valiye gittiniz mi? Genel olarak kadınlar hakkında ne düşünüyor, sordunuz mu?”. Dediğimizde, o an salonda olan Vali de şaşırıyor. Sivil toplumdan, duyarlı yurttaşın gerçekten yönetime hesap sormak ve onlarla ilgili onlardan taleplerini dile getirecek bir ortam yaratması beklentimiz var. Onun için uğraşıyoruz. Biraz korkuttuk diyoruz. Gerçekten korkuttuk. Başbakan'ın kadınlarla ilgili basında çıkan her açıklamasına alternatif cevabımız oluyor. Medyada çok az yer alan bir kuruluşuz. Az destekle inanılmaz çok iş yapan bir kuruluş olduk. 9 yıllık hayatımızın sadece 9. yılında Avrupa Birliği'nden destek aldık. Herkes bizim bu işleri çok uzun vadede yaptığımızı zanneder. Bu kurum ilk olarak Kanada Elçiliği'nin desteği ile kuruldu. Daha sonra yurt dışı kadın gruplarından destek aldık. En önemli örneğimiz festivaldi. En büyük bütçemiz festivalle oldu. Uluslararası desteğimiz olan etkinlik ve yerel kaynak desteğimiz çok oldu. 8 yıldır Kültür Bakanlığı, TRT, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Mezunları Vakfı, karşımızdaki restoran, yanımızdaki otel, tüm Ankara'dakilerin katılabildiği bir etkinlik haline geldi. Asıl çarpıcı olan bence bu! Avrupa Birliği'nin desteği ile radyo programını yaptık. Destek bitti. TRT Genel Müdürlüğü'ne gidip dedik ki, “Hani diyorsunuz ya! Her şey Avrupa Birliği için olmasın. O zaman gelin Avrupa Birliği'nden destek almadan bu radyo programını yapalım”. Müdür bu sözlerden etkilenerek evet dedi. Stratejik ve politik duruşumuzun olması gerektiğine inanıyorum. Biraz böyle işte. Diğer STK'larla partnerlik ve ilişki kurma durumunuz nasıl? Bir kere Türkiye'nin buna çok acil ihtiyacı var. Bu bölgede çok kadın örgütü iş yapmalı. Bir kadın çok iş yapmamalı. Bu bizim sloganımız. Çok kadın örgütü derken, örneğin 453 kadının katıldığı alternatif CEDAW raporunun toplantısına çok kadın örgütü katıldı. Biz CEDAW grubu olarak her hafta toplanıyoruz. Köprüler kuruyoruz projesinin 4 partneri var. Yerel muhabirler projemizin de bir o kadar. Patikalardan Yollara çalışmamızın inanılmaz çok partneri var. Bütün kadın örgütleri ile çalışıyoruz. Belki bu anlamda pembe bir tablo çizdim. Ama bu, şu açıdan önemli. Belki kadın örgütleri arasında rekabet, 264 birlikte çalışma ortaklıkları henüz gelişmedi, zayıflıklarımız henüz daha var. Neden Uçan Süpürge bu kadar kısa sürede gelişti diye sorabilirsiniz? Şayet biz sadece kadını siyasete hazırlamak deseydik, hani KADER örneği. Ya da kadın sağlığı deseydik, kısa alanda dar paslaşmalarımız olabilirdi. Ama uçan süpürgenin yaptığı iş bütün örgütlerin bilgi birikimini kaydırmak şeklinde olduğu için kıymetli. Yoksa tek başına bir alanda kalmış olsaydık bizim de bu kadar her gittiğimiz yerde kabul gören bir durumumuz olmazdı. Çantamızda çok şey var. Peki bu noktadan AB sürecine gelmiş oluyoruz. Aralık 2004 AB süreci sivil hayatı nasıl etkileyecek? Kesinlikle AB sürecinin sivil toplum alanını geliştireceğine inanıyorum. Geliştirmeli de. Ama belki şöyle bir şey var. Türkiye'de bütün farklı alanlarda yasalar çıksa da uygulamalar daha katı olabiliyor. Kadın-erkek eşitliği konusundaki yasaların uygulaması çok uzun sürecek. Tamamen kadın örgütlerinin çalışma stratejileri güç birlikleri ile oluşacak sorunuzun yanıtı. Ne kadar çok kadın örgütleri daha birlikte, ulusal eylem planları yaparak, büyük kampanyalar yaparak, yasalardan güç ve destek aldığımızı yüksek sesle dile getirerek, hem devlete baskı yaparak, hem de kadınları çıkan yasalardan haberdar ederek, kendilerini güçlendirerek tüm bu güçlü ağlar içerisinde daha çok çalışırlarsa 3 Ekim 2005'e kadarki sürecek olan müzakerelerin başlama sürecine o kadar sağlıklı adımlar atılabilir. Bence sadece kadın derneklerinin tek başına yapacağı iş değil. Bütün herkesin gözü kadın-erkek eşitliği sağlandı mı? sözü üzerinde olmalı. Bu kritik bir nokta. Erkeklerin direnç gösterdiği en önemli şey bu. Gelenek ve göreneklerin arkasında durdukları şey, aslında yapmak istemedikleri şey, bu konuda taviz vermek istemedikleri tavırları. Bu işin özü. Yerel yönetimler 50 bin nüfusun üzerinde olan yerlerde “Kadın Sığınma Evleri” açmak zorundalar. Şimdi gittiğimiz her yerde bunu dile getiriyoruz. Bütün kadınlar şahit. Kaç kadın bunu denetleyecek, el kaldırıyorlar. Bakın belediye başkanı söz veriyor, diyoruz. Bir de fotoğraf çektirin, diye de ekliyoruz. Tabii ki bunu daha yoğun bir çalışmayla tüm ülkenin sivil toplum örgütleriyle birlikte yapmak lazım. Son sorum. Uçan Süpürge'nin perspektifinden geçmişle kıyaslamanı istersem bugün Türkiye'de sivil hayat, sivil toplum örgütçülüğü ne durumda? Oldukça gelişkin demem gerekiyor. Çok çeşitlendi. Ama çok kritik bir noktaya da geldik. Sivil toplumun karşı tarafta saygınlık uyandırabilmesi için gerçekten kendini sorgulaması, geçmişle gelecekle ilgili sorulara kendi içinde yanıt bulması gerekiyor. Burada bir tehlike var. Para nerdeyse orada 265 bir proje yapmak gibi herkesin söylediği şeyin dışında bir şeydir söylemek istediğim. Biraz bizim ne kadar? niçin kurulduk? amacımız ne? bunun için araçlarımız neler olmalı? Gibi soruları kendimize sormamız lazım. Biz bunları başka kadın kuruluşları ile paylaşmalıyız. “Peki bunlardan nasıl güç almalıyızı?” sorup, yanıtları sadece kendi ilimizde değil, bölgemizde, Türkiye'nin genelinde ve uluslararası muhataplarla aramanız gerekiyor. İşte böyle bir çalışma içinde olmalıyız. * Uçan Süpürge Halime Güner-Genel Koordinatör Büyükelçi Sokak. 20/4 06700 Kavaklıdere / Ankara Telefon : 00 90 312 427 00 20 Fax : 00 90 312 466 55 61 Web : www.uacansupurge.org e-mail : [email protected] 266 Uluslararası Af Örgütü* Levent Korkut-Türkiye Şubesi Başkanı Önce Uluslararası Af Örgütünü (UAÖ) tanımakla başlayalam. Ne yapar, ne eder, ilgi alanı nedir? Uluslararası Af Örgütü, uluslararası bir insan hakları örgütüdür. Şu anda 100'ün üzerinde ülkede faliyet gösteriyor. Dünyada üye tabanlı en büyük sivil toplum örgütüdür. Başka örgütler de var ama biz üye tabanlıyız. 3 bin dolayında bir üye sayımız var. Türkiye'de 2002 yılında kuruldu, üçüncü yıla girdik. Türkiye'de şu anda İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Batman, Mersin, Adana, Nazilli ve Bursa'da gruplarımız ve insiyatiflerimiz var. Gençlik grubu kuruldu. Bizim dünyada yaptıklarımız var, bir de Türkiye'de yaptıklarımız var. UAÖ ciddi insan hakları ihlalleri hakkında çalışan, bunları takip eden, günışığına çıkaran, acil durumlarda ilgili devlet kurumlarına acil eylem uyarılarında bulunan, hem aktivist, hem araştırmacı, hem uluslararası hukukun oluşmasına yardımcı olan, insan hakları alanındaki uluslararası sözleşmelerin yapımında sivil toplumu harekete geçiren, bu sözleşmelerin taslaklarını belirleyen bir ögrüt. AB gibi uluslararası kuruluşların içinde de çalışan, insan hakları konularında politakalar üreten, uyarılarda bulunan bir örgüt. Türkiye'de biz UAÖ'nün uluslararası stratejisine uygun olarak faaliyetlerde bulunuyoruz. Bizde bir kural var. Şubeler kendi ülkelerinde bireysel vaka çalışması yapamazlar. Biz de vaka çalışması yapmıyoruz. Ama yasaların yapımı, insan haklarıyla ilgili kurumların oluşması, insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeler imzalanması için Türk devletine yönelik çalışmalarımız oluyor. İnsan hakları eğitimi önemli bir alan, biz bu alanda da Türkiye'de faaliyet gösteriyoruz. Şu anda kadına yönelik şiddet konusunda bir eğitim faaliyetimiz olacak. 100 öğretmen ve 100 imamı kapsayan bir eğitime başlayacağız. Bunlar daha çok fon alınılarak yapılan işler mi? UAÖ devlet ve Avrupa Birliği projelerinden faylanamaz. Kendi iç kaynakları ve sivil toplumun elde ettiği kaynaklarla bunu yapabiliyoruz. Dolayısıyla çok projeci bir örgüt değil. Kendi kaynaklarıyla hareket eden bir ögrüt ama proje de yapıyoruz. Dar kapsamlı da olsa Daha entelektüel bir yapınız mı var? Yoksa katılımcılık halk desteği de var mı? Bizim için önemli olan üye tabanlı olmamızdır. Halka ve sivil topluma dayalı bir ögrüt haline gelmesi gerekir uzun vadede. Entelektüeldir diye sınırlı üyeye 267 sahip bir örgüt değil. Bir STK olarak kendinizi Türkiye'deki sivil toplum dünyası içerisinde kategorize ederseniz, nereye oturtursunuz? Üye tabanlı bir insan hakları örgütü olarak tanımlamak gerek. Devletin resmi kurumlarının UAÖ Türkiye şubesine bakış açısı nasıl? Bildiğimiz kadarıyla Türkiye'de şubesi bulunan uluslararası tek kuruluşuz. Biz bakanlar kurulu kararıyla kurulmuş bir örgütüz. Tabi kurulurken, 2-3 sene geçti, bunun faaliyetlerini gösterdiğinizde devlette nispeten bir değişim olduğunu ve daha olumlu bir tablo olduğunu gördük. Belki 90'lı yılların başında bu kadar olmazdı. Son zamanlarda yavaş yavaş kamu kesimyle birlikte çalıştığımız noktalar var. Mesela ifade alma teknikleriyle ilgili olarak emniyet genel müdürlüğü ile yapılan bir AB projesine biz de katılıyoruz. Gelişen bir ilişki var ama hala çok sıcak tam anlamıyla bir işbirliği ortamı oluşmuş değil. Yavaş yavaş olumluya giden bir ilişki söz konusu. Biz kendimiz açısından kamuyla çalışmak istiyoruz ama tabi karşılıklı anlayış ve saygıya dayanan bir ortam olması kaydıyla. UAÖ'nün zaman zaman Türkiye ile ilgili yaptığı açıklamalar raporlar sizin şubenizi sıkıntıya sokuyor mu, Türkiye'nin aleyhine ifadeler olduğu zaman problemler yaşanıyor mu? Son dönemlerde pek sıkıntı olmuyor. Bir olay oldu. Türkiye'deki kamu otoriteleri ve gazetelerden kaynaklanan eleştiriler vardı. Yanlış bir bilgi üzerinden, Amerika şubesinden kaynaklanan bir bilgiydi. Onda da biz bir haksız konumdaydık düzelttik. Son zamanlarda olmuyor pek. Ama şöyle diyebilirim, bundan 15 yıl kadar önce Uluslararası Af Örgütünün Türkiye Masası yetkililerinin, bırakın araştırma yapmayı, Türkiye'ye girişleri bile yasaklanmıştı. Jonatten Sugden vardı, o zaman Uluslararası Af Örgütü için çalışıyordu, vize almakta güçlük çekiyordu ve bir ara vize verilmedi, Türkiye'ye sokulmadı. Onu kıyaslarsak şu anda daha iyi bir ortamdayız. UAÖ devletin uygulamalarını da eleştiren bir örgüt. Hangi devlet olursa olsun kendisini eleştirdiği zaman biraz reaksiyon gösterir, Almanya'da gösterir, Fransa'da gösterir, Türkiye'de gösteriyordu tabi. Ama bunun ötesine geçen ciddi bir uygulama, bir derneğin faaliyetlerine bir tutum içine girme son dönemlerde yok. Ama biz kurulduğumuzdan bu yana devletle bu tarz bir sürtüşmemiz olmadı. Diğer STK'larla ilişkileriniz yapıyor musunuz? 268 nasıl? Zaman zaman ortak çalışmalar UAÖ'nde bir temel ilke var ki bu zamanlarda özellikle üzerinde durulan bir şey. Koalisyonlar kurmak, ortaklıklar kurmak, diğer STK'larla biz bunu çeşitli düzeylerde yapmaya çalışıyoruz. Bir kere insan hakları politikları oluşturma ve Türkiye'deki genel meselelerle ilgili konularda diğer insan hakları örgütleriyle çok yakın temas içindeyiz. Türkiye Devleti insan haklarıyla uğraşan ulusal düzeyde 4 kuruluşla yakın hareket edebileceğine karar verdi. Bu 4 kuruluş arasında ciddi ilişki var. AB sürecinde bu 4 kuruluş genelde görüşmelerde yer aldı. Biz AB sürecinde uyumlu bir şekilde, aramızdaki ufak tefek farklılıklar oluyor, ilişkilerimiz bu 4 kuruluş açısından iyi. 17 Aralık itibariyle Türkiye AB kulvarına girdi. Bu kulvarda ne olacak, sivil toplum için bir fırsat yaratabilir mi bu süreç? Türkiye'de sivil toplumun gelişmişlik düzeyinin çok iyi olduğunu söyleyemeyiz. Bunu geliştirmeye yönelik bazı şeyler yapılması gerekir. AB süreci buna katkıda bulunacaktır. AB'nin kendi fonları var. Bu fonların doğru şekilde doğru yerlerde kullanılması şartıyla, sivil toplum AB sürecinden olumlu etkilenebilir. Hatta olumlu etkilenmenin ötesinde, doğal şartlar altında gösterecek değişimi daha kısa zamanda gerçekleştirebilir. Ama doğru yönetim ve doğru denetim olması gerek bu fonlarda. Çünkü Türkiye büyük bir ülke diğer yeni üyelerinden farklı, dolayısıyla sorunlar da büyük. Kültürel farklılıklar da var. Bu nedenle Türkiye'de AB'nin bu fonlarını kullanmak daha dikkat ve özen ister Bir de sivil toplum örgütlerinin AB sürecinde oynayacakları rol meselesi var. Çünkü AB görüşmeleri başladıktan sonra bir de sivil toplum ayağı olacak. Devletle yapılan müzakeler sivil topluma yansıyacak. Sivil toplumun görüşü de istenecek. Sivil toplum örgütlerinin bir takım alt yapısal eksiklikleri var. STK'ların, bu görüşmelerde etkili olabilmesi, hem de kendi yapısının sağlamlaştırılması açasından, sivil toplumun yapması gereken bazı görevler var. Bu şöyle özetlenebilir, bir kere sivil toplum kendi kapasitesini geliştirici faaliyetler yapmak zorunda, düzenli çalışma sistemlerini kabul edip bunları öğrenip bunlar üzerinde çalışmalarını sürdürmek, biraz daha yetkin ve etkin konuma gelmek durumunda. Mesele, bizim insan haklarında aktivizm genelde vurgulanır ama politikaların oluşturulması, strateji oluşturma gibi konularda eksiklikler söz konusu. Bunları geliştirmek gerekir. STK'ların lobi faaliyetleri çok önemli. Lobide Türkiye çok zayıf Türkiye'deki STK'ların bunları geliştirmesi lazım. Kendi üyelerine eğitim konusunda faaliyetler göstermesi lazım. Ulusal ağların oluşturulması için faaliyet göstermesi lazım. Ki daha sonra bu AB'deki sivil toplum ağlarıyla kolay entegre olabilsin. Bunlar STK'ların önünde görev olarak duruyor. Ama bu görevi sivil toplum tek başına yapabilecek, gerek parasal, gerek profesyonel bilgi anlamında insan kaynağına sahip değil. işte burada AB belki bir etkileşim gerektiriyor. Bahsedilen fonların bu amaçla Türkiye'de kullanılması sağlanırsa, bu zayıflıklar giderilir ve Türkiye'deki 269 STK'lar daha etkin ve yetkin konuma, daha kapasitlerini geliştirmiş bir konuma gelirler. Zannediyorum önümüzdeki 10-15 yılın hedefi budur. 10 yıl sonra Türkiye'deki sivil toplum örgütlerinin, bu eksikliklerini gidermiş, ülkedeki kamu alanındaki sorumluluk taşıyan politika üreten, sivil toplumu bilgilendiren, kamuyla ilişkiye geçen uluslararası ağlara dahil bir konuma gelmesi gerekiyor. Hedef bu olmalı. Geçmişle kıyaslandığında, Türkiye'de sivil toplum örgütçülğünü hatta sivil alanın bugünü ve geleceğini nasıl görüyorsun? Türkiye'de bu sivil toplum meselesi, aslında oldukça tartışmalı bir alan. Geçmişte, özellikle 61 anayasası sonrası dönemi ele alırsak, 61 anayasası sonrası sivil toplumda 3 hareketten bahsedebiliriz. Biri gençlik hareketi, 6768'le başlayan gençlik hareketi. Diğeri sendika hareketi ki, damgasını vuran hareketlerden biridir 80'lere kadar. Bir de mesleki örgütlenmeler var, mühendisler mimarlar barolar, odalar… Sendika hareketi aslında ikili bir görünüme sahipti. Bir böyle devlete yakın sendikacılık diyebileceğimiz bir alan var. Buna karşın bir müddet sonra daha sivil bir sendika çıktı. Gençlik hareketi kalıcı olmadı, biliyorsunuz. Çeşitli şeylerden dolayı 80'den sonra gençlik örgütlenmesi büyük darbe yedi. Bu da gençlerin hataları ve devletin o dönemdeki tutumu. Mesleki örgütlenme ise fazla kamusal ağırlıklı kaldı. Siyasileşme problemdir bence. Mesleki alanın iyi tanınlanamaması ve bundan doğan problemler, bu örgütlerin kamu kimliği taşıması problem olarak kaldı. 90'larda yeni bir çizginin geliştiğini görüyoruz. Bizim gibi derneklerin çoğu 90'lardan sonra kurulmuştur. Mesela TÜSEV gibi faaliyetler gösteren, TESEV gibi araştırma yapan, yani siyasi yelpazenin çeşitli renklerine sahip olan, mesela daha liberal bir kimliğe sahip olan örgütlenmeler, UAÖ gibi uluslararası bir örgütün Türkiye şubesi, bunların hepsi 90'lardan sonra kuruldu. Kadın hareketleri derneklerinin bir çoğu 90'lardan sonra kuruldu. Çocuklara yönelik dernekler kuruldu. Gençlik yeniden eski gençlik hareketinden biraz farklı modeliyle gençlik konseyleri falan oluşturuyorlar. olayısıyla 90'larla başlayan ve giderek hızlanan bir yeni örgütlenme dönemi içindeyiz. Bu bahsettiğimiz eksikliklerle tabi bunlar gelişiyor. Ama bu daha farklı bir tarz, devletle pek bağı olmayan kendine kitle örgütü adını da vermeyen, bir kısmı üye tabanlı olmayan, teknik konularda bilgi üreten, bir kısma üye tabanlı olanlar da, özellikle kadın gibi, çocuk gibi, daha dar alanlarda faaliyet gösteren, yerel siyaset yapma değil de, o alanın sorunlarına odaklanan örgütler kuruyorsun. Bence bu sağlıklı bir gelişme. Sivil toplumun netlik kazanması açısından önemli. Diğerleriyle birlikte bunların birlikte olması gerekir. Eski gelenekten gelen sendikalarla bu örgütlerin kaynaşması gerekir. Böyle bir sorun var şu anda. Mesela sendikalar var. Onlarla bu örgütlerin arasında 270 fazla bir ilişki yok. Ama Türkiye'de sendikalar hala güçlü. Tabi memur sendikaları kuruldu 90'dan sonra. Bu farklı ekollerden gelen, farklı amaçlar güden STK'lar arasındaki bağlar çok güçlü değil. Bunları güçlendirmek gerekir. Bazen şöyle şeyler oluyor, mesela sendikalar bu tür STK'larla fazla işbirliği içinde olmuyor. Hatta eleştiriyorlar. Yeni kurulan STK'lar da eskileri eskimiş model olarak görüyor. Bence çözüm bütün bunların bir araya gelerek Türkiye'nin geleceğinde ne yapılması gerektiğini birlikte tartışmalarıdır. Bir sürü STK kurulmaya başlandı son zamanlarda. Bunların kurulmasında etkili olan faktör AB fonlarıdır. Ya da yurtdışından bir takım fonlar alabilmek için dernek kuruluyor. Bunun amacı, daha çok sivil topluma gitmekten ziyade, üç beş kişiye iş bulmak, ya da onların maddi açıdan gelişimlerini sağlamak. Bu sivil toplumun genel amacıyla bağdaşmayan birşey. Ama dernekleri diğerlerinden nasıl ayıracağız. Akreditasyon problemi var. Bunları STK'lara akretide eden bir kuruluş olsanız, bir tekel yaratmış olursunuz. O da iyi bir şey değil. Tekele gider. Hangisi gerçekten STK'dır hangisi değil? Bunun doğal olarak ortaya çıkması lazım. Acilen alan alan çalışan örgtülerin biraraya gelip ilişki kurup, belirleyici olabileceği bir yöntem belirlemesi lazım. Böyle bir eksiklik var Türkiye'de. STK'lar birbirinden habersiz çalışıyorlar. Halbuki aynı alanda çalışan örgütüler biraraya gelseler, kötü çalışan STK'ları dışta bırakabilirler. Bu yöntemle sağlanabilir. Herkes haberdar olabilir. Kötü kullanımları önleyebilirsiniz. Geleceğe yönelik olarak buna başlamak lazım. Demin demiş olduğum teknik eksikliklerin giderilmesi gerekir, geleceğe yönelik birşey. STK'ların dünya ile entegre hale gelmesi lazım. Türkiye'deki sivil toplum bunları Gerçekleştirmelidir. *Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) Levent Korkut-Türkiye Şb. Başkanı. Muradiye Bayırı Sokak. No: 50 / 1 Teşvikiye / İstanbul Tel : 0 212 258 43 67 Fax : 0 212 258 44 59 Web : amnesty-turkiye.org 271 Ulaşılabilir Yaşam Derneği* Belgin Cengiz-Başkan Ulaşılabilir Yaşam Derneği'ni tanımakla başlayalım. Ulaşılabilir Yaşam Derneği (UYD) hangi ihtiyaçtan doğdu? Niye böyle bir derneği kurma gereği duydunuz? Ne kadar zamandır Ulaşılabilir yaşam derneği var? Dernek beş yıl kadar önce deprem bölgesinde Düzce ve civarında çalışma yapan bir grup gönüllü tarafından kuruldu. Beş ana başlıkta çalışma yürütüyor. Risk altındaki gruplar var. Bunların başında engelliler geliyor. Ama bunun yanında sokakta çalışan, çocuklar, kadınlar ve mülteciler gibi konularda çalışma yürüten ekipleri de danışman kadrolarıyla destekleyici çalışmalarda bulunuyor. İkinci ana grubu da azınlıklar, Süryaniler ve Çingenelerle çalışma yürütüyor. Süryanilerle Mardin Midyat'ta ortak bir proje başlattık, Avrupa Birliği destekli. Çingene arkadaşlarla da uluslararası bir Roman sempozyumu düzenlemeyi planlıyoruz Türkiye'de. Ardından uluslararası Roman müzik festivali ve üçüncü olarak da bir kültür merkezi Edirne yada İstanbul'da açmayı planlıyoruz çingene arkadaşlarla. Diğer başlık kalkınma grupları, gelir seviyesi düşük insan gruplarıyla çalışılıyor kırsal ve kentsel alanda. Kırsal alanda Düzce'de deprem sonrası bir çalışma yürüttük. Organize ekolojik tarım çalışması. Kütahya'da madenciliği bırakmayı düşünen maden işçileriyle beraber yeniden gelir elde edici faaliyetlerle buluşmaları amacıyla geliştirdikleri bir projede bir yıl danışmanlık yaptık. Tunceli'nin Ovacık ilçesinde zorunlu göç mağduru ailelerle organik tarım teknikleriyle ürün yetiştirme, hayvancılık, hayvancılığın gelişimi aynı hedef grupla toplum merkezi açarak buradaki gençlerin eğitim süreçlerinin desteklenmesi, üniversiteye hazırlanan gençler olsun, ilköğretimdeki gençler olsun. Dördüncü olarak da Tunceli'de o bölgede yine Ovacık'ta soyu tükenmekte olan sarmısağın, doğal ve benzer biçimde aynı ortamda üretiminin sağlanacağı çevreci bir proje geliştirildi. Şimdi o uygulanıyor. Dört ayrı çalışma yürütülüyor kalkınma alanında. Kentsel alanda ise İstanbul'da kent tarımı programı başladı. 25 gelir seviyesi düşük göç mağduru kadınla çalışma yapıyoruz. Gürpınar Belediyesiyle ortak yürütülüyor. Avrupa Birliği'nden finansman desteği alacağız. Kent tarımı bir alternatiftir. Hem gıda güvenliğinin bu gelir seviyesi düşük ailelerde sağlanması, hem istihdam alanı olarak kullanılabilr kent tarım modeli. Diğer alanımız; afet ve benzeri durumlarda acil olan müdahale proğramı. Buna ilişkin olarak Düzce'de başladık önce. Depremzedelere yönelik olarak bir yıl boyunca psikososyal destek sağlandı. 450-460 civarında depremzede ile çalışıldı. Ardından Afyon'da sosyal ve kültürel yaşamı geliştirme derneği ile 6 ay çocukları yetiştirmek için psikososyal destek proğramı yürütüldü. 272 Ardından Bingöl'de SKYGD ve Diyarbakır merkezli ÇAÇA derneğiyle ortak psikososyal destek proğramı içinde 4 ay boyunca çocuklar ve yetişkinler için çalışma yürütüldü. Bu çalışmaları genelde ACT Netherland adlı Hollandalı bir yardım kuruluşu destekledi. Daha sonra İran'da İran depremi sonrası bir müdahale programı yürütüldü. Şimdi Srilanka'ya ekibimiz gitti 15 günlük ön çalışma yürütüldü. Daha uzun bir programa hazırlık yapılıyor Srilanka'da, tsunami felaketi ile ilgili. Kaç yıllık örgüt diye sorsam? Beş yıl önce kuruldu. Yaklaşık 200 civarında üyesi var. İstanbul, Düzce, Tunceli olmak üzere. Üç yerde kurumsallaşmış. Merkezi Düzce, İstanbul ve Tunceli şube. Merkezimizi İstanbul'a almayı düşünüyoruz. Derneğiniz, sivil toplum örgütçülüğünün neresinde? Faaliyet gösterdiğiniz beş yıl içerisinde gösterdiğiniz faaliyetlerden dolayı vicdanınız, gönlünüz rahat mı? UYD, sivil alanda biraz alternatif bir kurum. Neden alternatif? Birincisi, tek bir grup örgütü değil, tek bir hedef gruba bağlı çalışmıyor. Tek bir programın da organizasyonu değil. UYD, bir metodoloji örgütü. Çalışmalarında sivil alanda buluştuğu hedef grupların katılımcı olması belirleyici oluyor. İkinci olarak bu insanların o çalışmayı uzun sürede sürdürebilecekleri yerel organizasyonları, örgütlenmeleri kurup devam ettirmeleri ikinci hedefi. Genellikle bizim örgüt bulunduğu ortamdaki ihtiyacı örgütleyen bir çalışmayı tercih ediyor. Katılımcı insanlarla çalışıyor, toplum temelli ve katılımcı yöntemlerle çalışıyor. İkinci olarak, herhangi bir programa projeye hazırlanırken, genelde kriterleri var. Bunların en başlıcası hedef grubun niteliği. Geçekten gelir seviyesinin düşük olması, risk altındaki gruplar içinde yeralması gibi öncelikleri var çalışmasında. Üçüncü alternatif yanı da, mesela dışardan gelen tekliflerin bir çoğunu ret edebiliyor, tabii ki kendi kriterleriyle uyuşmadığı zaman. Misyon olarak kendi misyonunu yerine getirdi mi, kuşkusuz takıldığımız noktalar oluyor. Özellikle bazı alanlar, Türkiye'de genel politika ile ekonomi politikayla çok üstüste geldiği için örneğin engeliler ve üretim atölyeleri diye projelerimiz oluyor. Onların istihdamını güçlendirmek için. Fakat sonuç itibarıyla engelli bir bireyle, engeli olmayan bir bireyin herhangi bir üretimdeki hızı bir mekanın onlar için tasarlanması, o ürünün çıktıktan sonra satışa sunulması ve pazarlamasının yapılması gibi faktörler, Türkiye'nın genel ekonomik yapılanmasıyla uyuşmuyor. Ve dolayısıyla mesela üretim atölyelerinde genelde çok beklediğimiz sonuçları alamayabiliyoruz. O atölyelere gelen engelliler çok ihtiyaç duydukları istihdam problemini çözemiyorlar yeterince. Ama bunun dışında niyet olarak 273 yürüttüğü çalışmalarda, üyelerin misyonuna uygun davranmaya çalıştığını düşünüyorum. UYD'nin işleyişi nasıl? Mesela örgüt içinde sorun analizi toplantıları yapıyor musunuz? Hemen hemen her ay, hedef grup, üyelerin yürüttüğü faaliyet alanlarındaki gruplardan geri bildirimler alıyoruz. Ayrıca çalışan ekipler de görüşlerini belirtiyor. Proje çalışmalarında yürütülen takiplerde çok etkili oluyor. Tabi şu da çok önemli o alanda kendi örgütlenmelerini, organizasyonlarını kooperatifler ve benzeri biçimde kurup devam ettikleri için o zaten başarının da göstergesi oluyor. Ne kadar iyi bir ürün çıktı, ne kadar başarılı bir organizasyon çıktığı orda, yani projenin kendi çıktılarıyla biraz kendimizi ölçebiliyoruz. Bir de koordinasyon kurulu diye bir mekanizmamız var bizim. Aylık toplantıları oluyor ve bütün koordinatörler katılıyorlar. Genel olarak UYD'nin diyelim ki 2006-2007 yılı politikası, yeni gündemi ne olmalıdır? Hangi alanlarda çalışma yürütümelidir? gibi tartışmaların yürütüldüğü ve ona uygun takvimlendirme yapılarak hareket edildiği çalışmalar oluyor. Projenin başarısı bizim için biraz projenin etki alanıyla ve hedef grupla ne kadar buluşup buluşmadığıyla doğru orantılı. Yoksa ne kadar iyi uluslararası raporlar yazıyoruz, bütçeyi ne kadar sıkı tutuyoruz bunlar zaten yapılan şeyler. Bunları tek başına projenin başarı göstergesi olmuyor bize göre. Çalışmalarınıza katılım ve halk desteği var mı bunu nasıl gözlemliyorsunuz? Tabi var. Projeye göre bu değişiyor kuşkusuz. Özellikle kalkınma çalışmaları, halkla doğrudan buluşan çalışmalar. Koyunculuk, ekolojik tarım ürünleri vs. buralarda onların geri bildirimi çok önemli. Çünkü onların topraklarında ekim yapılıyor. Onların katılımı çok önemli çünkü kendi işleri üzerinde o işin geliştirilmesine yönelik destekte bulunuluyor. Dolayısıyla başından sonuna proje yapılandırılırken de dahil olmak üzere bütün bu insanların katılımı oluyor. Ordaki kamu kurumunda çalışan personelin, yerel yönetim temsilcilerinin de katılımı sağlanarak hazırlanıyor zaten. Onun dışındaki özellikle acil gelen proğramlarında acil travmaya yönelik müdahale yürütüldüğü için bu söylediğinizi ölçme şansımız çok olmuyor orda bir travma var. Onun giderilmesine yönelik uzman desteği sağlıyoruz. Dolasıyla sonucu belki 6 ay sonra o insanlarda travmanın etkisi ne kadar düştü, daha bağımsız ve dışardan bir gözle takip edebiliyoruz. Onların kendilerini ifade etmelerinin dışında. 274 Devlet ve yada resmi kurumların bakışı nasıl, ihtiyaç halinde devletle diyalog kurabiliyor musunuz? Mesela örgütlenme özürlüğünüze, müdahaleler oluyor mu, ya da bir katkı alıyor musunuz? Son iki yıldır çok daha düzeldi. Bildiğiniz gibi bu Avrupa Bbirliği uyum süreciyle birlikte. Deprem sonrası bir nebze iyleşti. Sonra son iki yıldır biraz daha düzeldi kamunun sivil topluma yaklaşımı. Çünkü sivil toplum biraz da finans kaynağı sonuç itibarıyla. Dönem dönem sıkıntılar yaşadığımız oldu tabii. Engellendiğimiz çalışma oldu mu? Çok engellenme gibi söyleyebilir miyim bilmiyorum ama İçişleri Bakanlığı denetimine girdik dernek olarak. İncelendik vs. UYD nin alışageldik bir sivil toplum anlayışı olduğu için insanlar da kamu da özellikle hani ne kadar muhalefet örgütü ne kadar proje örgütü aslında biraz bunun ölçüldüğünü gözledik biz. Sonuç itibarıyla biz ne proje örgütüyüz ne tek başına muhalefet örgütüyüz. Yani alternatif modelleri uygun kanallar ve olanaklarla yaşama geçirmeyi deneyen insanlarız. Ama olan modelleri uygulamıyoruz. Bu açık yani. Partner ilişkilerini nasıl ayarlıyorsunuz? Mesela diğer sivil toplum örgütleriyle ortak iş yapma yönünüz var mı? Hangi kriterleri dikkate alıyorsunuz, tıkanlıklar varsa onları da açıklayabilir misiniz? İki türlü. Birincisi finans örgütleri yani fon kaynağı sağlayan kurumlarda o fon nereden geliyor? Bu bizim için kritik. Yani örneğin diyelim ki Irak savaşını destekleyen herhangi bir Amerika orijinli bir şirketin finanse ettiği falanca bir uluslararası sivil toplum kuruluşunun sponsor olduğu kurumlardan finans almıyoruz. Doğrudan reddediyoruz. O kuruluşlara başvuru yapmıyoruz, görüşmüyoruz da. Ama bunun dışında daha bağımsız, daha alanına özgün çalışan, daha hedef grup ya da sektöre özgü çalışan kurumlar Handıcap International gibi, ACT Netherland gibi, Avrupa Birliği gibi kurumlarla çalışıyoruz. Oralarda bir sıkıntımız yok. Türkiye'de iş yaparken beraber çalıştığımız sivil toplum kuruluşlarına gelince temel kriterler gene benzer. Yani o kuruluşların politik öngörüleri o çalışmayla kurdukları ilişkiler, politik öngörüden kastım hani sağ-sol anlamında klasik bir politik öngörü değil. Mesela çevre sorununa yaklaşım, hedef grup öncelikleri, demokratikleşme sürecindeki tutumları, problem analizleri, yönetim kurumları gibi başlıklar öncelikli. Kar amaçlı yaklaşan bir kurumla çalışmıyoruz. Ama daha kolektif üretim, gelir seviyesi düşük insanların katılıp gelişeceği bir üretim ekseninde yaklaşan kurumlarla çalışıyoruz. Çok fazla iş birliğinde bulunduğumuz kurum var. Açığız buna. Üniversiteler, belediyeler, diğer sivil toplum kuruluşları, yani işbirlikteliği içinde çalışmanın doğru olduğunu düşündüğümüz kurumlarla çalışıyoruz. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumuyla da ortak olduğumuz proje var. İstanbul Valiliği'yle de ortak 275 olduğumuz proje var. Bakırköy Kaymakamlığı'yla da Gürpınar Belediyesi'yle de ortak olduğumuz İstanbul'da projeler var. Değişiyor bunlar. Türkiye'de sivil toplum örgütçülüğünün gelişmesi anlamında bu 17 Aralık süreci nedir, olumlu mu ya da olumsuz mu? UYD bu konuda bir tartışma başlattı. Çalışan arkadaşları ve danışmanlarıyla. Yani ilişkide olduğu tüm insanlarla. Sonuçta bu tartışma UYD'nin resmi görüşü olarak sonuçlanmış bir tartışma değil. Ama UYD kimliğiyle konuşacak olursam benim adıma şöyle bir şey bir olanak yaratıyor denilebilir. Sivil toplumun önü açıldı. Finans bulunuyor, eğitimler verilerek, insanların kapasiteleri geliştiriliyor böyle bir olanağı var. Kişisel fikrimi soracak olursanız demokrasi de dahil olmak üzere hiç bir şeyin yukardan aşağı inşaa edilebileceğini düşünemiyorum ben. Dolaysıyla bu ancak burdaki dinamiklerin süreci nasıl işlettiğiyle bağlantılı olur gibi geliyor bana. Geçmişle kıyasladığımızda, sivil toplumculuğu Türkiye'de bugün itibariyle nasıl görüyorsunuz? Belki UYD'nin perspektifinden bu soruya cevap verebilirsiniz. Nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Türkiye'de sivil hayat geçmişle kıyaslandığında size göre bugün ne durumda? Yani mevcut uluslararası gelişmelere bakıldığında halihazırda yine bir 50 yıl geriden takip ettiğimiz açık. Sivilleşme sürecinde bu böyle. Ama 10 yıl öncesine bakıldığında da çok ciddi gelişmeler olduğu açık bu süreçte. Burda bence önemli olan şu. Deminde söylediğim gibi demokratikleşme ya da sivilleşme yukardan aşağı ne kadar olur kuşkuluyuz. Çünkü bu toplumda mevcut organizasyonların yüzde 80'i artık şöyle bir yolu tercih ettiler. Finansman için proje hazırlama süreci başlattılar, bunu bir sektör olarak görme, istihdam alanı olarak görme ve sivil toplumdaki alternatif olma yanını biraz zedelemeye başladı gibi geliyor bana. Bence bu şu an Türkiye'deki sivil toplum gelişiminin önündeki en büyük engel. Bu engeli gidermek için ne yapılabilir. Belki bizi biraz daha alternatif model oluşturmaya yatkın sivil toplum kuruluşlarının bir değerlendirme ve bir platform kurarak sürece müdahale etmesi gerekir diye düşünüyorum. En temel, kritik tehlike noktalarından biri bu. Alanın, sivil toplumun vatandaşlıkyurttaşlık haklarını savunan yada bu çerçevede kendi alternatif duruşunu oluşturan yapılar olması gerekirken, üçüncü sektör gibi bir istihdam sektörüne doğru dönüşmesini ben tehlikeli buluyorum açıkçası. Dolaysıyla bizim önümüzdeki en temel engellerden biri bu. Çünkü Türkiye'deki STK'lar kendi dinamiğiyle gelişen sivil toplum organizasyonları olamadı. Kısmen katkı payımız olsa da kendi dinamiklerimizle olsa da AB süreci, gelen fonlar, finansmanlar ekiplerin ve çalışan insanların çok fazla dengesini bozdu. Ben artık pek çok arkadaşımdan duyuyorum AB fon açıyormuş, işte şu alanda bizde dernek kurup ona başvurmayı düşünüyoruz 276 gibi. Ben başvurmak için dernek açmanın sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Bir ifade aracı olmaktan çıkarıyor sivil toplumu. O yüzden diyorum. Hani biraz daha bu alanda oturmuş, ustalaşmış ve alternatif sunan insanların bir platform, bir zemin oluşturarak, bunun dışında kalan kurumlara karşı kendi duruşlarını geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum ben. İkinci nokta bir de tabiki sivilleşme tek başına dernekleşme, kooperatifleşme, vakıflaşma demek değildir yani. Sivilleşme belli talepler etrafında organize olabilecek platformlar, komiteler vs neyse işte bunların yan yana koordinasyonların sağlanmasıdır. Biraz bunun da geri plana çekildiğini düşünüyorum. *Ulaşılabilir Yaşam Derneği Belgin Cengiz-Başkan Bereketzade mahallesi Kule Çıkmazı sokak. No: 9 / 3 Kuledibi-Beyoğlu / İstanbul Tel : 0 212 243 99 80 Fax : 0 212 243 98 25 e-mail : [email protected] Web : www.uyd.org.tr 277 Sonsöz Güneydoğu'da Sivil Hayat kitabımı 2001 yılında hazırladım ve aynı yıl Metis Yayınları arasında çıktı. Kitap yayınlandıktan sonra sivil toplum çevrelerinde epeyce ilgi gördü. Hatta bir çok kesim kitabı, kendi alanında tek saha çalışması olarak telaffuz edip, referans kitabı olarak da lanse edildi. Halen de kitaba ilgi aynı şekilde aksamadan sürüyor. Güneydoğu'da Sivil Hayat yayınlandıktan bir süre sonra özellikle Avrupa'dan gelenler tarafından sürekli “Bu kitabın neden İngilizce'si yok!” diye sorular sordular. Bu soruların epeyce yaygınlaşması üzerine çevirisini yaptırıp İngilizce basımını gerçekleştirmek çabaları da gündeme geldi. Ama itiraf edeyim ki bu işler bir çoğumuzun sandığı gibi kolay olmuyor. Ve bir türlü de kitabın İngilizce'si mümkün olmuyordu/ olmadı. Bunları birçok yerde konuşur ve çareler ararken Sivil Toplum Geliştirme Programı'nın yöneticisi sevgili dostum Sunay Demircan'dan farklı bir öneri geldi. “Neden daha da geniş düşünerek Türkiye'de Sivil Hayat ismiyle bir yeni çalışma” yapmıyordum! Doğrusu yayınlanmasının üzerinden beş yıl geçmiş bir kitabın İngilizce çevirisi yerine, bu öneri bana daha çarpıcı geldi. Ve baş başa vererek, çalışmaya başladık. Öncelikle görüşülecek sivil toplum örgütlerinin çalışma alanları ve isimleri ile başlayıp sonra da devamını getirdik. İşte sonuç da elinizde tuttuğunuz çalışma ortaya çıktı: Türkiye'de Sivil Hayat. Kırkın üzerinde sivil toplum kuruluşu ve büyük çoğunluğuyla yüz yüze derinlemesine görüşülerek bu çalışma gerçekleşti. Görüşmelerin büyük çoğunluğu, neredeyse tamamına yakını yüz yüze oldu. Çeşitli nedenlerle yazışma yapılarak gerçekleşen görüşmelerden ikisi (Türkiye Eğitim Gönüllülere Vakfı ile Lambdaistanbul) herhangi bir isim belirtmeden kurumsal olarak sorulara yanıt vermeyi uygun buldular. Ana başlık olarak 8 soru hazırlanmıştı. 1) Örgütünüzü tanıtır mısınız? 2) Bir sivil toplum kuruluşu olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? İlgi alanınız çerçevesinde misyonunuza uygun davranabildiğinizi düşünüyor musunuz? 3) Toplumlun sivilleşmesi konusunda ve hedef kitleniz ölçeğinde katılımcılığı yeterince gerçekleştirebiliyor musunuz? 4) Örgütünüz içinde sorun analizi yapar mısınız? Ayrıca yeterli halk desteğiniz var mı? 5) Devletin yada resmi kurumların örgütünüze bakışı nasıl? Devletle 278 ihtiyaç halinde diyalog kurabiliyor musunuz? Örgütlenme özgürlüğü ve serbest çalışabilme konusunda engelleriniz var mı, müdahaleler oluyor mu? 6) Gerek kendi alanınız ile ilgili, gerekse alanınız dışı diğer sivil toplum örgütleriyle işbirlikleri (partnerlik) oluşabiliyor mu? Yoksa tıkanıklıklar mı var! Varsa nedenleri! 7) 17 Aralık 2004 itibariyle oluşan Avrupa Birliği süreci çerçevesinde; Avrupa Birliği, Türkiye'deki sivil alan ve örgütlenme özgürlüğü ile ilgili olarak bir fırsat yaratabilir mi? 8) Geçmişle kıyasladığınızda bugün sivil toplumculuğu, sivil toplum örgütçülüğünü nasıl görüyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Türkiye'de sivil hayat bugün ne durumda. Sivil hayatın geleceği konusunda ön görüleriniz var mı? Doğal olarak önceden hazırlanan sorular bunlar olmakla birlikte kuru ve metne dayalı bir yöntem izlemeyi uygun bulmadım. Daha çok her sivil toplum örgütünün çalışma biçimine ve ilgi alanına uygun olarak, ana sorular yukarıdakiler olmakla birlikte, ama her sivil toplum kuruluşuna göre yeniden şekillendirilen sorularla sivil toplum kuruluş temsilcilerinin karşısına çıktım. İyi de oldu. En azından kuru bir metin tadından sıyrılınmış oldu kanımca. Elbette bu çalışmayı inceleyen kimileri bunu yetersiz olarak görebilir. Kendi mantığı içinde haklı olarak düşünebilecekleri ve “Keşke şu örgüt de olsaydı!” diyecekleri de olacaktır mutlaka. Ama şuna inanılmalı ki sayı ne kadara artırılsaydı, verilecek yanıtlar ve ortaya çıkacak sonuç üç aşağı beş yukarı yine de benzer olacaktı. Şunu sonuç olarak net bir şekilde ifade edebilirim ki Türkiye'de Sivil Hayat'ın nabzı bu kitapla tatmin edici bir boyutta yansıyacaktır/yansımıştır. Bir ihtiyacı karşılayacağına inanarak saygılar sunuyorum. Şeyhmus Diken e-mail: [email protected] 279 280 STGP SİVİL TOPLUM GELİŞTİRME PROGRAMI