kurtuluş - Ozgurluk

Transcription

kurtuluş - Ozgurluk
20 Aralık 1997
HALK İÇİN
KURTULUŞ
.İÇİNDEKİLER.
MARAŞ'IN HESABI SORULACAK........... 3-6
YENİ BİR KAMYON KAZASI DAHA
..7
DOKUNULMAZLIKLAR...
,8
GAZİ DAVASI. .............. . ..................... 9-12
MEHMET AKDEMİR. ........... ...... ...... 13-14
MECLİSLER-AYDINLAR. ...... . ......... .........15
HALK MECLİSLERİNE SALDIRI
RÖPORTAJLAR. ................................ ..... .16
MEMUR EYLEMLERİ. ........................ 17-18
YENİ VERGİ POLİTİKALARI ZAMLAR,
KİRİZE ÇARE OLAMIYOR. ...................... 19
AHU
...................... 20-21
KÜRDİSTAN'DA TEK YOL DEVRİM. ........ 22
YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN. ........................ 23
KARADENİZ-KÖYDEN
KÖYLÜDEN..
..24-27
HALK SINIFI.
28-29
HALK GERÇEĞİ.
..30-31
GENÇLİK-DLMK,
32-33
Merhaba
Bu sayımızda öncelikli
işlediğimiz konu Bin
Operasyondan Biri Olan Maraş
Katliamı. Bilindiği gibi 24 Aralık
1978'de Maraş'ta kontrgerilla
devleti tarafından yüzlerce
insanımız kadın, erkek, genç,
yaşlı çocuk demeden hunharca
katledildi. Faşizm çıplak yüzünü
gösterdi. Kitlesel katliamlardan
biridir Maraş katliamı. Ve bugün
halkımızın belleğinde o günkü
canlılığını korumaya devam
ediyor. Tabii ki devrimcilerin
belleğinde de hiç silinmedi
silinmeyecek.
Maraş katliamı faşizmin
gerçekleştirdiği ne ilk katliamdı
ne de son oldu. Maraş
katliamının sorumlusu
Susurluk'taki Devlettir. Katleden
devletten hesap sormak için
katliamın yıldönümünde
binlerle alanlarda olmalı, hesap
sormalıyız. Faşizmin yeni
Maraşlar yaratmasına izin
vermemeliyiz. Faşist Teröre Karşı
Savunma ve Mücadele
Komiteleri'ni her alana yayarak
saldırıları boşa çıkarabiliriz,
Bugün özellikle öğrenci gençliğe
yönelen faşist saldırıların
yanında Halk Meclislerine
yönelik de provokasyon amaçlı
saldırılar tırmandırılmaya
çalışılıyor. Bu girişimleri boşa
çıkarmak, tüm katliamların
Maraşların hesabını sormak için
saldırıların karşısına direnişle
çıkmalı, hiçbir saldın girişimini
cevapsız bırakmamalı,
örgütlülüklerimizi
güçlendirmeliyiz.
Sayfalarımızda işlediğimiz
konulardan bir diğeri ise 15
Aralık'ta Trabzon'da görülen
Gazi katliamı davası. Susurluk
devleti Halk Meclislerine olan
tahammülsüzlüğünü
sürdürüyor. Her koşul altında
Gazi davasına sahip çıkan,
katillerin aklanmasına izin
vermeyen hesap soran Halk
Meclisleri üyelerine mahkeme
bitiminde halk düşmanı
işkenceci polisler azgınca
saldırdı. Bu saldırıya direnerek
karşılık veren Halk Meclisi
üyelerinden üçü ağır olmak
üzere on kişi yaralanırken,
sayılan yirmiyi aşkın insan
gözaltına alındı. Gözaltına
alınanlar daha sonra serbest
bırakılırken, Nurtepe-Güzeltepe
Halk Meclisi Girişimcisi Hakan
Özek serbest bırakılmadı. Bu
saldırılarına rağmen
amaçlarına ulaşamayan halk
düşmanları Çatlıların
beslemeleri sivil faşistleri
devreye soktu. Gerçek yüzlerini
açığa çıkaran iğrenç sloganlar
atarak halkı tahrik etmeye
çalışan sivil faşistler Halk
Meclisi üyelerini taşıyan
otobüsleri taş-sopa yağmuruna
tutarak camlan kırdı. Ancak bu
provokasyon girişimi de boşa
çıkarıldı. Baştan beri
söylediğimiz gibi Gazi davası
halkın davasıdır. Hiçbir saldırı
Halk Meclislerinin davalarını
sahiplenmelerini engellemedi
engelleyemeyecek. Faşist devlet
bir yandan Halk Meclislerinin
sağlamış olduğu meşruluğu
zedelemeye çalışıyor, Halk
Meclislerine olan
tahammülsüzlüğünü ve kinini
de gösteriyor, bir yandan da
davanın sahiplenilmesini
engelleyerek katilleri aklama
hesaplan yapıyor. Ancak bu
saldırılar aksine Halk
Meclislerinin kontrgerilla
devletine ohm öfkesini artırıyor.
Bundan üç ay önce
Trabzon'da görülen Gazi
davasının ilk duruşmasına
katılım için oluşturulan Gazi
Davası Komitesi'nin Sözcüsü
aynı zamanda Halk Meclisi
Üyesi Mehmet Akdemir keyfi bir
şekilde gözaltına alınarak
tutuklanmıştı. Halk Meclisi
Üyesi Mehmet Akdemir 12
Aralık'ta l No'lu DGM'de görülen
duruşmada tahliye olarak üç ay
sonra tekrar aramıza döndü.
Mehmet Akdemir Halk Meclisi
Üyesi olduğu için tutuklanmıştı.
Halk Meclisleri'nin
meşruluğunu zedelemeye
yönelik bu keyfi saldırı da boşa
çıktı. "Halk Meclisleri
Meşruluğunu DGM'de de
Kanıtladı" ve Akdemir serbest
bırakıldı. Akdemir üç ay sonra
aramıza dönmenin
mutluluğunu sayfalarımızda
bizlerle paylaştı.
Bir yandan eli kanlı çete
üyelerini yeni katliamlar
yapmak üzere sokağa salan
kontrgerilla devleti diğer
yandan da Halk Meclisi
üyelerine yönelik gözaltı,
tutuklama vb. saldırıları
sürdürüyor. Davasını
sahiplenen, şehitlerini
sahiplenen, adalet isteyen
halkın üzerine faşist
beslemelerini salıyorlar. Halk
Meclisleri tüm bu saldırıları
mücadelesiyle boşa çıkarıyor,
boşa çıkaracak. Hiçbir güç
halkın adaletinin
uygulanmasını engelleyemez.
Katilleri Halk yargılayacak,
Halkın Adaleti Hesap Soracak.*
ÖZGÜR TUTSAK............................................34
İNSAN HAKLARI-CEZAEVLERİ
HÜCRE TİPİ UYGULAMASI
35
36-37
İŞÇİ HABER-YORUM.
38
BU TARİH BİZİM.
39
YURTDIŞI..
..40-41
ORTADOĞU-BALKANLARKAFKASYA
KÜLTÜR SANAT-ÖYKÜ..
GÖRÜNEN KÖY..
42-43
,44-45
..46
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
3
MARAŞ
20 Aralık 1997
Maraş'ın Hesabı
Sorulacak
KURTULUŞ
BUGÜN GENÇLİĞE, HALKA SALDIRANLAR,
DÜN MARAŞ'TA HALKI KATLEDENLERDİR
MARAŞ KATLİAMININ HESABINI SORMAK SUSURLUKTAKİ
DEVLETE KARŞI MÜCADELE ETMEKTİR
MARAŞ KATLİAMININ HESABINI SORMAK
EAŞİST SALDIRILARA CEVAP VERMEKTİR
H
alfan mücadelesini,
öğrenci gençliğin
mücadelesini baskı,
yasak, işkence ve katliamlarıyla
engelleyemeyen kontrgerilla devleti
eski yöntemlerini tekrar devreye
sokuyor. Faşistler demir çubuk,
bıçak ve satırlarıyla, baltayla, silahla
saldırıyorlar. Adeta '70'li yılların
ortalarından itibaren öğrenci
gençliğe karşı başlatılan saldırıların
bir tekrarı yaşanıyor. O satırlar, o
baltalar, Maraş'ta kullandıkları
satırlar ve baltalardır.
Saldırıların amacı halkı, öğrenci
gençliği teslim almak, faşizme boyun
eğdirmektir. Saldırıların 1978'de
Maraş'ta olduğu gibi bir katliama
dönüşmesini engellemek, katliamlar
yaşanmadan örgütlenmekten ve
saldırılara karşı güçlü cevaplar
KAN RENGİNDE BİR GÜL
Aralık ayının kan dolu, ateş dolu bugününde İsmail'in
de payına düşen onlarcası gibi kalleş bir ölüm oldu. Maraş
kan renginde bir ölüm oldu. Maraş kan renginde bir gülün
solgunluğuyla devrildi. Ve o günden bugüne damla damla
verdi al rengini kara toprağa.
ışın soğuk günleri
çökmüştü Maraş'ın
üzerine. Her taraf ayaza
kesmişti. Maraş'ın meşhur poyrazı
yine tüm hırçınlığıyla savururken,
Ahır Dağı'nın çıplak doruklarını kar
kaplamıştı. Maraş sırtını Ahır dağının
çam ormanlarına yaslamış, aşağılara,
pamuk tarlalarına doğru yayılmıştı.
Ahır dağı her zamanki gibi yorgun
gözlerle seyrediyordu eteklerinden
ovaya doğru akan kenti.
Yörükselim, Mağralı ve Serintepe
mahalleleri, Ahır dağının eteklerini
K
kardeşçe paylaşırcasına yanyana
dizilmişlerdi. Bu mahallelerde daha
çok Aleviler oturuyordu. Aleviler
Yörükselim'e yerleşeli yıllar olmuştu.
Serintepe'ye ise son birkaç yıldır
yerleşmeye başlamışlardı. Mağralı ve
Serintepe'de Aleviler ve Sünniler iç
içe yaşıyorlardı. Tıpkı Maraş'ın öteki
ucundaki Namık Kemal ve Karamaraş
Mahalleleri'nde olduğu gibi.
Halkın çoğu Afşin'den,
Elbistan'dan, Göksun'dan göçüp
gelmişti buralara. Erzincan'dan da
gelenler vardı. Hepsinin ortak yanı
zulüm ve yoksulluktan başka
paylarına düşen birşeyin olmayışıydı.
O yüzden hep zulmün karşısında dik
olmayı, yaşadıkları onca acıya
rağmen yıkılmamayı öğrendiler.
Zaten zalimlerin korkusunu büyüten
de buydu.
Adeta yakında Maraş'ı kavuracak
cehennem ateşine inat, Aralık ayının
en soğuk günleri yaşanıyordu. Ve
günlerdir kentin üzerinde zulmün
karanlık, kanlı elleri dolanıyordu.
Ölüm çapran ifa çizgi olup kalleşçe
damgalıyordu kapıları. Gün ölüme,
gün ateşe, gün sessizce yankılanan
bir çığlığa dönüyordu...
Endüstri Meslek Lisesi'nin çıkışı
her zamanki gibi kalabalıktı. Mustafa
Hoca da okuldan çıkıp eve gitmeye
hazırlanırken, Hacı Hoca'yla
karşılaştı. Birlikte yürümeye
başladılar. Lise Yörükselim
Mahallesi'nin alt tarafında, Mağralı
Çarşısı'ndaydı, Mustafa Hoca
Yörükselim'de oturmazdı. Ama
sürekli mahalleye gelip giderdi. O
yüzden herkes onu tanır, severdi.
Hele çocuklar... Onların dünyasında
verebilmekten geçiyor.
SUSURLUK DEVLETİ'NİN
"BİNLERCE
OPERASYON"UNDAN BİRİ
Kontrgerilla devletinin bin
operasyonundan biri Aralık 1978'de
Maraş'ta yaşama geçmek üzeredir.
Katliama uzanacak kontrgerilla planı
adım adım uygulanacaktır.
Soy ismini değiştirerek bugün
BBP milletvekili olarak TBMM
koltuğunda oturan Ökkeş Şendiller
1978 Aralık'ında henüz Ökkeş
Kenger'dir. Maraş ÜGD'de çaycılık
yapan Ökkeş Kenger katliam
planının başrol oyuncularından
biridir. ÜGD Maraş şubesi Başkanı
Mehmet Leblebici ile ikinci başkan
Mustafa Kanlıdere Sünnilere,
Alevilere karşı kışkırtacak planı
bu temiz yüzlü, şen kahkahalı, uzun
boylu insanın yeri çok farklıydı.
Gördüklerinde hemen oyunlarım
bırakır, etrafını sararlardı. Mustafa
Hoca da onlarla her karşılaştığında
mutlaka şakalaşır, konuşurdu. Her
zamanki gibi aynı soruyu sormadan
da duramazdı: "Büyüyünce ne
olacaksın?" Çocukların tüm
afacanlıklarıyla atlayıp "Devrimci
olacağım" deyişi onu çok mutlu
ederdi.
Mustafa Hoca'yla, Hacı Hoca
Meslek Lisesi'nin arkasındaki sokağa
dönüp yürümeye devam ettiler.
Nereden bilebilirlerdi ki attıkları her
adımın ölümün koynuna doğru
gittiğini. Aralarında sohbete
başlamışlardı. Son günlerde yaşanan
gelişmeleri değerlendiriyorlardı. 19
Aralık günü faşistler Çiçek
Sineması'nı bombalamış; bu
provokasyonun hemen arkasından
da sokağa dökülmüşlerdi. Ertesi gün
de mahalledeki Atan Kıraathanesi
yine faşistler tarafından
bombalanmıştı. Mustafa Hoca her
zamanki ikna edici tavrıyla
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
MARAŞ
Maraş katliamı sivilfaşist çetelerin,
kontrgerillanın
doğrudan organize edip,
planlı bir vahşete
dönüştürdüğü bir dönüm
noktası oldu. Oligarşi
Maraş katliamı ile yeni
bir sayfa daha açıyor;
devrimci-demokrat halk
potansiyelini sindirme,
pasifize etme
yöntemlerini yaşama
geçiriyordu. Susurluk
devleti Alevi-Sünni gibi
mezhep, Türk-Kürt gibi
milliyet temelinde
provokasyon ve çatışma
ortamları yaratarak
kendi tarafına geniş bir
Kitle tabanı çekme
hayalindeydi. Ancak,
katliamın ardından
İstanbul başta olmak
üzere binlerce insanla
yükselen protesto amaçlı
forumlar, işgaller, iş
bırakmalar, boykotlar,
yürüyüş ve gösterilerle
Susurluk devletinin
oyunu bozuldu.
konuşmasını sürdürüyordu.
Yürümeye devam ederlerken bir
anda sokakta arka arka patlayan silah
sesleri yankılandı. "Allahsız
komünistlere ölüm" seslen yükseldi.
Mustafa Hoca ile Hacı Hoca peş peşe
yüzükoyun yığıldılar yere. Bitmeyen
bir sohbetin, bitmeyen bir dostluğun
en sıcak anında düştüler art arda.
Ölüm onları kanlı kalleş bir pusuda
bulmuştu. Takvimler 21 Aralık'ı
gösteriyordu...
Mustafa Hoca ile Hacı Hoca'nın
vurulduğu haberi Yörükselim'e tez
ulaştı. Mahalle alabildiğine
hareketlendi, bir koşuşturmacadır
başladı. Herkesin yüzünde derin bir
acı ve öfke okunmaya başlamıştı.
Kadınlar biraraya toplanmış
ağlıyorlardı. Bir daha yolunu
gözleyemeyecek olan çocuklar,
korkulu, ağlayan gözlerle düşündüler
"Mustafa abi'lerinin gülümseyen
yüzünü.
İşten yorgun argın eve dönen
İsmail iki hocanın da vurulduğunu
eşinden duydu. Uzun boylu, geniş
omuzlu, bıyıkları ağzına dolmuş bu
20 Aralık 1997
katledilir.
22 Aralık'ta iki öğretmenin cenaze
törenine katılan kitleye faşistler
saldırır. Faşistlerin taşlı, sopalı
örgütlü bu saldırısı karşısında kitle
dağılır. Bu saldırılarda faşistler üç
kişiyi daha katleder. Faşistlere
karşı örgütlü bir direniş olmaması
faşist kesimlerin pervasızlığını
doruğa tırmandırır.
22 Aralık akşamı sivil faşistler
Sünni halkın oturduğu
mahallelerde propagandaya
başlar. Solcu Alevilerin silahlandığı
ve Sünnilere saldıracağı yalanı ile
halka silah dağıtırlar. 23-24 Aralık
günleri vahşetin önü alınmayacak
boyutlara ulaşmıştır
ÖRGÜTLÜ OLMADAN,
MÜCADELE ETMEDEN
KATLİAMLAR
ENGELLENEMEZ
Ökkeş Kengere aktarırlar Sovyet
aleyhtarı "Güneş Ne Zaman
Doğacak" isimli bir fimin
gösterildiği bir sinema salonuna
dinamit atılacak, bunu solcuların
yaptığı görüntüsü verilecek, böylece
aldatılan Sünni halkı Alevilere,
solculara saldırtmak için ilk adım
atılmış olacaktı.
Çiçek Sineması'na atar. Patlama
sonrası sinemadan dışarıya çıkan
150-200 kişilik bir grup sinema
önünde toplanarak "Milliyetçi
Türkiye, Müslüman Türkiye,
Komünistler Moskova'ya" sloganları
ile CHP'ye saldırırlar.
19 Aralık 1978 günü Ökkeş
Kenger daha sonraki Ekspertiz
raporlarından da anlaşılacağı üzere
yaralamaya dahi yol açacak türden
olmayan dinamiti filmin oynadığı
Saldırı ve kışkırtmalar ertesi
günlerde de sürer. 20 Aralık'ta
Alevilerin işlettiği Akın Kıraathanesi
bombalanır. 21 Aralık'ta Endüstri
Meslek Lisesi öğretmenlerinden
TÖBDER-'li Hacı Çolak ve Mustafa
Yüzbaşıoğlu sokakta kurşunlanarak
adamın kocaman elleri öfkeden
titremeye başlamıştı. Yıllardır
pençesine düştüğü yoksulluktu,
ölümdü, kandı. Ve her gün, zulüm
kanlı yüzüyle birilerini daha
koparıyordu aralarından.
İsmail hamallık yapıyordu. Üç
tane çocuğu vardı. Her gün sabahtan
akşama değin çalışır, yine de
geçimini zar zor sağlardı. Çocukluğu,
gençliği hep yoksullukla geçmişti.
Tıpkı yoksul yaşayıp, yoksul ölen
babası gibi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde
mahallenin tüm erkekleri bir evde
toplanmaya başladılar. Herkesin
yüzündeki acı, öfke birbirine
karışmıştı. Daha düne kadar içinde
Mustafa Hoca'nın da bulunduğu
birçok toplantıları olmuştu. Şimdi ise
Mustafa Hoca yoktu ve bu kez de
onun için toplanmışlardı.
Faşistler "Güneş Ne Zaman
Doğacak" isimli faşist filmin
gösterildiği Çiçek Sineması'nı
bombaladıktan sonra "Aleviler,
komünistler sinemayı bombaladı"
diyerek, gerici-faşist kesimi
kışkırtmışlardı. Daha önce de buna
benzer provokasyonlar olmuş,
"Komünistler camiyi bombaladılar"
diyerek Sünni kesim galeyana
getirilmeye çalışılmıştı... Toplantıda
bunlar konuşulurken aynı zamanda
neler yapılacağı da
kararlaştırılıyordu. Köşede sessiz ve
düşünceli bir şekilde oturan İsmail
konuşmaları dikkatlice dinliyordu.
Toplantı bittiğinde ertesi gün
cenaze için neler yapılacağı da
kararlaştırılmıştı. Toplantıyı
yönetenlerden biri cenaze için gerekli
açıklamayı yaptı.
- Tüm mahalle toplu olarak
cenazeye katılacağız. Sadece çocuklar
cenazeye götürülmeyecek, onun
dışında herkes katılacak. Dükkanlar
da açılmayacak.
Ertesi gün bütün mahallelerden
binlerce insan Mustafa Hoca'nın
cenazesi için Ulucami'ye aktı.
Cenazenin kalkacağını duyan
faşistler de aynı şekilde
toplanmışlardı. Camilerden vaazlar
yükselmişti, "Bir Alevi vuran cennete
gider" diye.
Kontrgerilla Maraş katliamından
sonra aynı provokasyon ve
katliamı Çorum'da da denemiş
ama başarılı olamamıştır. Çorum
halkı çok daha örgütlüdür.
Provokasyon ve saldırılar
başladığında devrimcilerle birlikte
barikatlarını kurar. Kendilerini
koruyacak, güvenecekleri başka
kimse yoktur. Barikatların
arkasında günlerce direnirler ve
faşist katillerin barikatları
aşmalarına izin vermezler. Bu kez
kontrgerillanın katliam girişimi
başarıya ulaşamaz.
Ancak ilk kez kitlesel bir katliamı
yaşayacak olan Maraş'ın yoksul halkı
faşistlerin saldırılarına ve katliama
karşı hazırlıksız yakalanır. 19
Aralık'ta faşistlerin Çiçek sinemasına
bomba atarak başlattıkları
provokasyon ve saldırılar 23 ve 24
Aralık'ta faşistlerin mahallelere
girmesiyle vahşete dönüşür. Halk
Cenaze için toplanan halka
polislerin, askerlerin gözetiminde
binlerce eli kanlı faşist saldırmaya
başladı. Bir anda taş, sopa, kurşun
yağmaya başladı halkın üzerine.
Trabzon Caddesi'nin üzerindeki
işaretleri dükkanlar da yağmalanıyor,
yakılıp yıkılıyordu. Kurşunlar yağmur
gibi halkın üzerine yağıyordu. Cadde
tam bir savaş alanına dönmüştü.
Akşam olduğunda üç kişi daha
kadedilmiş, birçok insan da
yaralanmıştı.
ismail bu cehennem ateşinden
akşam eve geldiğinde korkulu
gözlerle bekleyen çocuklar hemen
babalarına sarıldılar. Evde sessiz,
kaygılı bir bekleyiş hakimdi.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Arka arkaya yakılan yeni dükkanların
haberi geliyordu. Bu gerginlik
içerisinde ertesi güne gelindiğinde
artık Maraş dört bir yandan yanmaya
başlamıştı. Serintepe sırtlarından
dumanlar yükseliyordu.
Serintepe'nin etrafını satırlı, silahlı,
şalvarlı, sakallı insanlar sarmıştı ve
önceden işaret koydukları evlerde
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
6
MARAŞ
gibi milliyet temelinde provokasyon
ve çatışma ortamları yaratarak kendi
tarafına geniş bir kitle tabanı çekme
hayalindeydi. Ancak, katliamın
ardından istanbul başta olmak üzere
binlerce insanla yükselen protesto
amaçlı forumlar, işgaller, iş
bırakmalar, boykotlar, yürüyüş ve
gösterilerle Susurluk devletinin
oyunu bozuldu.
Maraş katliamının ardından
iktidarda bulunan demokrat maskeli
CHP hükümeti 13 ilde sıkıyönetim
ilan etti. Bu sıkıyönetim devrimci
hareketlere ve halka karşı ilan
edilmişti. Meclis, sıkıyönetimi kabul
ettiğinde "Bana ülkücüler adam
öldürüyor dedirtemezsiniz"
demeçleri veren Demirel ve faşist
Türkeş kucaklaşıyor, halka karşı
açılan bu savaşı kutluyorlardı.
Sıkıyönetimle birlikte sivil-faşistlerin
yerini resmi faşistler almış oluyordu.
Maraş katliamı ve ardından ilan
edilen sıkıyönetim halkı sindirmeye,
devrimcileri teslim almaya yetmedi.
Hesapları bozulmuş, halkın
mücadelesini başaramamışlardı.
SALDIRAN, SALDIRTAN
DEVLETTİR
78 Maraş katliamını planlayan,
uygulayan kontrgerilladır. Bu hiç bir
şüphe duyulmayacak kadar açıktır.
Kontrgerilla, MHP, CIA birlikte
tezgahlamışlardır. Katliam için aylar
öncesinden hazırlıklar başlatılmış
katliamda kullanılacak patlayıcılar
kontrgerillacı Yüzbaşı Mehmet Ali
Çeviker tarafından bölgeye sevk
edilmiştir. Daha öncesinden de
bilindiği gibi 16 Mart katliamında
kullanılan patlayıcılar da Çatlı
tarafından Çeviker'den alınarak
İstanbul'a getirilmişti. Daha sonra
gözaltına alınarak tutuklanan
Çeviker'in evinden 16 Mart ve Maraş
katliamlarında kullanılan
patlayıcılarla birlikte başka askeri
mühimmatlar da çıkmıştır.
Katliamda CIA ve kontrgerillanın
rolünü ortaya koyan başka bir
gelişme ise 1979'da 25 Ocak tarihli
Hürriyet gazetesinde yer alır. CIA
ajanlarının katliamdan önce zaman
zaman Maraş, Çorum gibi bölgelere
giderek buralarda araştırma yaptığı
zaten bilinmektedir. Gazetede yer
alan habere ise aynı olayın başka bir
boyutu yansımaktadır. Haber şöyle:
"Bu konuda edinilen bilgiye göre,
Kahramanmaraş olaylarının
başlangıcında faaliyetlerini
Ortadoğu'da yoğunlaştırmış olan bir
yabancı uçak şirketinin Ankara ile
Maraş arasında yapılan bir telefon
görüşmesinde 'plan kararlaştırıldığı
gibi uygulanıyor' denildiği ifade
edildi. Maraş ve Ankara arasında
yapılan bu telefon görüşmesinden
aynı gün toplantı halinde bulunan
Bakanlar Kurulu'nun da haberdar
edildiği bildiriliyor.
Kahramanmaraş'tan aranarak mesaj
iletilen uçak şirketinin Ortadoğu'da
çeşitli tarihlerde meydana gelen
hükümet karışıklıklarına ve
darbelere adının karıştığı belirtiliyor.
Halen son derece gizli şekilde
derinleştirilerek sürdürülen
Kahramanmaraş olaylarıyla ilgili
soruşturmanın önemli bazı sonuç ve
delillere ulaşacağı ifade edildi."
Ancak olayın bu boyutları elbette
araştırılmayarak üzeri örtülmüştür.
Katliamda kontrgerillanın ve CIA'nın
rolü gizlenmeye çalışılmıştır.
Faşist saldırılar günlerce
sürerken, katliamlar gerçekleşirken
devletin polisi, ordusu ortada yoktur.
Aksine MHP'li polisler faşistlerle
birlikte bizzat katliama
katılmışlardır. Katliam
tamamlanmış, faşistler işlerini
bitirmişler ancak ondan sonra
askerler olaya müdahale etmişlerdir.
Yani o gün yaşananlar da
bugünkünden çok farklı değildir.
Bugün de faşistler saldırıyor,
yaralıyor, polis müdahale etmiyor,
seyrediyor. Sonra polis saldırıyor
devrimci-demokrat öğrencileri
gözaltına alıyor. Yani devletle
faşistlerin işbirliği aynen sürüyor.
Sürmemesi için de zaten bir neden
yok. Maraş katliamını yaptıran
devlet bugün de aynı devlet, katliamı
gerçekleştiren faşistler de bugün
aynı faşistler.
Bugün yeni Maraş, 16 Mart vb.
katliamların bir daha
gerçekleşmeyeceğini, bunların
geçmişte kaldığını düşünenler ve
faşist saldırılar karşısında
seyredenler büyük yanılgı
içindedirler. Çok uzağa gitmeyelim
daha çok yakında bir Sivas
katliamını yaşadık. Kontrgerillanın
hazırladığı provokasyon
Maraş'takinden çok farklı değildi.
Saldıranlar, oteli yakıp 37 kişiyi
katledenler Maraş'ta katledenlerden
farklı değildi. Bugün faşistleri
saldırtanlar da farklı değildir,
kontrgerilladır, devlettir. Ve hiç
kimsenin şüphesi olmasın ki bugün
demir çubuklarla, bıçakla, satırla
saldıran faşistler yarın Maraş'ta
olduğu gibi yine polisle,
kontrgerillayla işbirliği içinde
bombalarla, uzun namlulu silahlarla
saldırmaktan çekinmeyecektir.
İşte Maraş gibi yeni katliamların
önünü kesmenin tek yolu örgütlü
olmaktan, faşistlerin örgütlenmesine
izin vermemekten, faşist odaklan
dağıtmaktan, mücadele etmekten
geçiyor. Susurluk'taki devlete karşı
mücadeleyi yükseltmekten geçiyor.
Maraş katliamının hesabını
sormanın başka yolu da yoktur.
Gerisi altı boş, kağıt üzerinde yazıl ı
kalan sloganlardan ibarettir. *
20 Aralık 1997
Bugün yeni Maraş, 16
Mart vb. katliamların bir
daha
gerçekleşmeyeceğini,
bunların geçmişte
kaldığını düşünenler ve
faşist saldırılar
karşısında seyredenler
büyük yanılgı
içindedirler. Çok uzağa
gitmeyelim daha çok
yakında bir Sivas
katliamını yaşadık.
Kontrgerillanın
hazırladığı provokasyon
Maraş'takinden çok
farklı değildi.
Saldıranlar, oteli yakıp
37 kişiyi katledenler
Maraş'ta katledenlerden
farklı değildi. Bugün
faşistleri saldırtanlar da
farklı değildir,
kontrgerilladır, devlettir.
Ve hiç kimsenin şüphesi
olmasın ki bugün demir
çubuklarla, bıçakla,
satırla saldıran faşistler
yarın Maraş'ta olduğu
gibi yine polisle,
kontrgerillayla işbirliği
içinde bombalarla, uzun
namlulu silahlarla
saldırmaktan
çekinmeyecektir.
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
7
FAŞİZM
maktır. Düzeni her şeyiyle mahkum etmektir. Meselesinin aslı esası
da budur zaten.
Faşizme karşı ortak bir öfkeyi,
ortak
mücadeleyi,
birliktelik ruhunu ifade eden bu sloganı
yeniden güncelleştirmeliyiz.
Tabii sorun sadece bir sloganın güncelleştirilmesi ya da sadece eylemlerde
atılması değildir. Sorun bu sloganın muhtevası temelinde bir tavrı geliştirmektir.
Faşist teröre karşı mücadele bugün
güncel anlamda öncelik ve önem kazanmıştır.
Faşist teröre karşı halk güçlerinin birlikteliğini sağlamak da aynı ölçüde güncel
ve önemlidir.
Sivil faşist çeteler aracılığıyla uygulanan faşist terör bugün ağırlıklı olarak
okullarda karşımıza çıkıyor. Ama faşist terör resmi ya da sivil ya da ortak, tüm alanlarda şu ya da bu boyutta karşımızdadır.
Saldırının okullardan sonra en açık gerçekleştirildiği ikinci alan mahallelerdir.
Hemen her gece semtlerde polis terörü estirilmekte, beş-on ev basılmaktadır. Bozkurt amblemli on-onbeş kişilik güruhlar
kahvelere girip tehditler savurmakta, hemen arkalarından polis buraları basmaktadır.
Mücadelenin tüm biçimlerine başvurarak her boyutta bu terörün karşısına dikilmemiz gerektiği açıktır.
Okullarda faşist çeteler saldırırken,
mahallelerde böyle bir terör estirilirken,
kimsenin birlik prosedürleri üzerine tartışmalarla saldırılara karşı direnişi, cevap
vermeyi, engellemeye, oyalamaya, zayıflatmaya hakkı yoktur. Sorun açıktır; faşizme karşı omuz omuza mücadele edilip,
edilmeyeceği sorunudur.
Faşist teröre karşı mücadeleyi yükseltmeli, kitlelere maletmeliyiz.
"Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganını güncelleştirmek, bugün karşı karşıya
olduğumuz görevin yerine getirilmesine
de hizmet edecektir.
Karşımızdaki düşmanın adını açıkça
koymalıyız.
Düşmanın adını açıkça koymak için,
bu sloganı daha çok, daha sık kullanmalıyız.
Kitlelere, saldıranın üç-beş serseri faşist olmadığını, estirilen terörün bir kaç
polis şefinin kafasından çıkmadığını, saldıranın devlet olduğunu, bu devletin faşist olduğunu daha net gösterebilmek, anlatabilmek için düşmanı da, mücadelemizi de daha net tanımlamalıyız.
Bu sloganı daha güçlü haykırmalıyız.
Daha güçlü haykırmanın yolu bellidir.
Daha güçlü haykırmak, faşizme karşı
omuz omuza olmakla mümkündür.
Faşist terörün karşısına çıkmayanlar,
bunun için tüm devrimcilerle birlikte davranmayanlar, halkı faşist terörün karşısında birleştirmeye çalışmayanlar, bırakın
devrimci olmayı, demokrat oldukları iddiasında bile bulunamazlar.
Faşizme karşı omuz omuza olmak,
devrimci olmanın da, demokrat olmanın
da ölçüsüdür. *
FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA
Yüzbinlerin tek bir ağızdan, büyük bir
coşkuyla haykırdığı ender sloganlardan
biriydi o.
Bir türlü "birlik" olamayan, iddialı, yaldızlı programlarda hemfikir olup sonra
birkaç sloganda anlaşamayıp o birlikleri
dağıtan, tüm uyan, eleştiri ve önerilere
rağmen sol içi çatışmaları sürdüren solun,
tartışmasız ortak olarak haykırabildiği birkaç slogandan biriydi.
Faşizme karşı omuz omuza olmanın
coşkusuyla alanlarda, yürüyüşlerde bir
top gibi patlardı.
Döneme göre çeşidi sloganlar öne çıkıyor, kimileri de geri planda kalıyor ya da
kullanılmaz oluyor. Sloganlardaki değişim
bir yerde mücadeledeki, kitle hareketindeki, hedeflerdeki değişimlerin de göstergesidir. Bu değişimler bir olumluluğa, bir
gelişmeye denk düşebileceği gibi tersi de
olabilir kuşkusuz. Yeni bazı sloganlar, devrimci mücadelenin hedeflerini daha net
ifade eder, iktidar perspektifini daha iyi
yansıtırken, kimi sloganlar ise bir geriye
gidişin ifadesi olur, düzen içileşmeye denk
düşer.
Sloganlar konusunda yaratıcı, üretici
olmak gerekir, ama stratejik sloganların,
halkın ve mücadelenin yarattığı gelenekleri ifade eden sloganların da asla ihmal
edilmemesi gerekir.
"Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganı
şimdilerde çok fazla duyulmuyor. Oysa
başta da belirttiğimiz gibi gerçekte solun
köklü, tarihi sloganlarından biridir. Özellikle 80 öncesi süreçte denilebilir ki, bu
sloganın atılmadığı hemen tek bir eylem
yoktur. Özellikle kendiliğinden, ortak
programlanmamış, dolayısıyla ortak sloganların önceden tespit edilmediği eylemlerin adeta tutkalı olan, herkesin kabul
ettiği bir slogandır.
Sol, o dönem mesela bir "Kahrolsun
Faşizm" sloganını bile ortak atamazdı.
Halkın Kurtuluşu başta olmak üzere sosyal emperyalizmciler karşılığında hemen
"faşist diktatörlük" sloganını önerir,
KSD'liler ülkede "Faşizm" olmadığını söyleyip yerine daha belirsiz sloganlar önerir,
neticede de pek anlaşma sağlanamazdı.
Ama "Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganı tüm bu tartışmaların dışındaydı.
Sloganın şimdilerde pek kullanılmaz
olmasının pek çok nedeni vardır. Bunlardan biri, solun önemli bir kısmının, faşizme, devlete karşı mücadele perspektifini
kaybetmiş, böyle bir mücadeleden vazgeçip düzeniçileşmesidir. Bir başka neden,
kitle eylemlerinde daha "yumuşak" sloganların tercih edilir olmasıdır. Bunun kökeninde yatan ise soldaki meşruluk anlayışının çarpıklaşmasıdır. Mücadele biçimleri, eylem biçimleri, ve sloganlar bu çarpık kavrayış nedeniyle yumuşatılmıştır.
Mesela bakın ÖDP'lilerin diline; faşizm
kelimesini duyamazsınız. Çünkü faşizm
demek, "kahrolsun faşizm" sloganını atmak, düzenle açık bir karşıtlık içinde ol-
HALK İÇİN
KURTULUŞ
BİR KAMYON KAZASI
DAHA VE
ORTAYA DÖKÜLEN
YENİ PİSLİKLER
Bir yıl kadar önce bir
Mercedes kamyona çarptı ve
ortaya bir sürü pislik saçıldı.
Mercedeste silahlar, sahte
kimlikler, kokain, polis,
milletvekili, devletin güya
yıllardır aradığı faşist bir katil...
pislik adına ne ararsınız vardı.
Ucu kontrgerillaya, MGK'ya
devlete kadar uzandı.
Geçenlerde Susurluk'takine
çokça benzeyen bir kaza daha
oldu.
Opel Vectra 2000 GLS marka
lüks bir otomobil yine bir
kamyona çarptı.
8 Aralık'ta kamyonun altına
giren otomobilde ölen bu kez
tek kişiydi. Akman Akyürek.
Otomobilden çıkanlar ise bir
önceki kazada çıkanlarla aynı
olmasa da en az onlar kadar
sahibinin Susurluk'ta ortaya
çıkan pisliğin dışında
olmadığını göstermeye yetiyor.
Otomobilden 500 milyar liralık
çek, ödeme makbuzları,
yüzmilyarca liralık dolarlar,
marklar, kullandığı iki cep
telefonu dışında yedek bir cep
telefonu kartı, normal
ankesörlü telefon kartı, ses kayıt
cihazı, kasetler, ruhsatsız bir
tabanca... Bunların sahibinin
sıradan biri, normal bir
vatandaş olmadığı kesin.
Ama bu kadarla sınırlı değil.
Akman Akyürek görünürde bir
hakim, yani bir devlet memuru
ama atandığı görev yerine iki
yıldır uğramamış bile. Altındaki
arabanın fiyatı 4 buçuk milyar,
üzerindeki pardösü 200 milyon
lira.
Başbakan Mesut Yılmaz'a
danışmanlık yapıyor. Susurluk
Meclis Araştırma
Komisyonu'nda da yer almıştı.
Ancak bazı komisyon üyelerinin
MiT'le bağlantısı olduğu
yönünde görüş bildirmeleri ve
rahatsızlıklarını dile getirmeleri
üzerine komisyon üyeliğinden
istifa etti. Ancak Akyürek'in
komisyonlarla ilgisi sadece
Susurluk'la ilgili değil. Daha
önce de TBMM'de kurulan
birçok araştırma komisyonun
da yeralmış.
Mesela bunlardan biri
TBMM "Hayali ihracatı
Araştırma Komisyonu". Ancak
ilginçtir Akyürek görev yaptığı
komisyonların hiçbirinde
sonuna kadar kalmamış.
"Hayali İhracatı Araştırma
Komisyonu" başkanı Mahmut
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
Öztürk iki yıl boyunca çalışan
komisyonda Akman Akyürek
için "Bir ay çalışıp istifa etti.
Bazı devlet görevlileri o zaman
beni Akyürek'in incelenen
firmalarla ilişkisi olduğu
yönünde uyarmıştı. Benim 50
uzmanım vardı. Sadece Akyürek
kendisine baskı olduğunu iddia
ederek ayrıldı. Durum başlı
başına kuşku vericiydi" diyor.
Sıradan bir hakimin sahip
oldukları ve üzerinden
çıkanlara bu ifade ve Akyürek'in
komisyonların araştırma
sonuna gelip de raporunu
hazırlamaya başlayacağı sırada
neden hep istifa ettiğine epeyce
bir açıklık getiriyor. Hele ki tüm
bunlar TBMM Susurluk
Araştırma Komisyonu
üyelerinin araştırma sırasında
Susurluk'la ilişkisini
saptadıkları kimi kişi ya da
firmalardan adlarını açıklama
tehdidiyle ya da adı geçenlerin
adlarının raporda yeralmasını
engelleme karşılığında menfaat
temin ettikleri haberleriyle
birleştirildiğinde komisyonların
nasıl işlediğini de ortaya seriyor.
Akyürek MİT ajanı mıdır,
kontrgerilla çeteleriyle ilişkisi
var mıdır orası ayrı bir konu.
Ancak şurası bir gerçek ki
çeteler öyle tek kontrgerilla
çeteleriyle falan sınırlı değil,
yolsuzlukları, suçlan
araştırmakla görevli
komisyonlar bile başka bir çete
örneğini sergiliyor.
Komisyonlardan bugüne kadar
neden hiçbir somut sonuç
çıkmadığı böylece çok daha iyi
anlaşılıyor. Kontrgerilla çeteleri
veya komisyon çeteleri, mafya
çeteleri, ihale çeteleri vs. vs.
sonuçta hepsinin birbirleriyle
bir bağlantısı var. Devletin
çeteleri olmayan hiçbir kurumu
yok. Her kurumu, parlamentosu
da dahil olmak üzeri tam bir
çürümüşlüğü yaşıyor, her
tarafından pis kokular
yükseliyor. Tutulacak tek bir
dalı, pisliğe bulaşmamış tek bir
yeri kalmamış.
Her kamyon-lüks otomobil
kazasından sonra devletin yeni
pislikleri ortaya çıkıyor. Daha
geride binlerce kamyon ve lüks
otomobil olduğuna ve kazalarda
son bulmayacak gibi
gözüktüğüne göre bakalım
bundan sonraki kazalardan
sonra daha ne pislikler ortaya
dökülecek?*
HALK İÇİN
KURTULUŞ
8
20 Aralık 1997
"AĞAR-BUCAK YARGILANACAK" DA NE OLACAK?!
ONLARIN DOKUNULMAZLIKLARINI DEĞİL,
DÜZENLERİNİ ORTADAN KALDIRACAĞIZ
Çetelerle ilgili şimdiye kadar
görülen bütün mahkemelerde
gerçek suçlular, Susurluk'taki
devlet yargılanmamıştır. Davalar
seçilen birkaç figüranla
geçiştirilmeye çalışılmış, hiçbir
zaman gerçek suçlulara yani
karar mercilerine
yönelinmemiştir.
Ağar da dokunulmazlıkların
tartışıldığı gün Meclis
kürsüsünde yaptığı konuşmada
bir dönemin yargılanmak
istendiğini ve o dönemden de
kendisinin kurban olarak
seçildiğini söylüyor. Evet Ağar da
bu pisliğin bir parçasıdır.
Devletin kendisine verdiği
görevleri layıkıyla yerine
getirmiştir. Ancak asıl suçlu
Susurluk devletidir. Onun karar
organı olan MGK'dır.
Mehmet Ağar... Bir kontrgerilla
şefi, halka ve devrimcilere karşı
yapılan "Binlerce Operasyon"un
sorumlularından, işkenceci, halk
düşmanı bir katil...
Sedat Bucak... Korucubaşı,
Kürdistan'daki yüzlerce cinayetin,
katliamın sorumlularından, mafyacı,
halk düşmanı...
Adları Susurluk pisliğiyle
özdeşleşen bu iki halk düşmanı
"milletvekili"nin dokunulmazlıkları
"nihayet" kaldırıldı. Oligarşi evirdi,
çevirdi, hesaplar yaptı, dalavereler
çevirdi, sonunda Bucak ve Ağar'ın
dokunulmazlıklarının kaldırılmasının
uygun olacağına karar verdi.
Oligarşi dokunulmazlıkları
kaldırmadan önce bu iki halk
düşmanını kurtarmak, temize
çıkarmak için birçok aklama
operasyonu gerçekleştirdi, ancak
bunlar da başarılı olamayınca yeni bir
aklama operasyonu olarak İstanbul
DGM'nin hazırladığı ve sadece birkaç
suçlamayı kapsayan fezleke
doğrultusunda dokunulmazlıklarını
kaldırdı.
Kontrgerilla şeflerine,
korucubaşlarına ihtiyacı süren ve
daha da artacak olan oligarşi, kendi iç
çelişkileri daha farklı bir sonucu
gerektirmediği sürece, kamuoyu
gözünde mahkum olmuş, rezil olmuş
bu iki halk düşmanını mahkemelerde
aklayarak kamuoyu önünde temize
çıkarmaya çalışacaktır. Bundan daha
normal birşey de olamaz zaten.
DGM'ler katil özel timcileri, mafya
şeflerini de önce tutuklamış daha
sonra ise birer birer serbest
bırakmıştı. Ki onlar Ağar ve Bucak"a
göre çetenin daha alt düzey
elemanlarıdır. Onlar serbest kaldığına
göre Ağar ve Bucak'ın yargılanması
için hiçbir neden yoktur.
Aslında mahkeme sonucu baştan
bellidir. Çünkü DGM'ler de
Susurluk'taki devletin mahkemeleri
değil midir? DGM'ler 1000
operasyonun sorumlularını
yargılayabilir mi? Halk düşmanı
katilleri yargılayabilir mi?
Katliamların, kayıpların, işkencelerin
hesabını sorabilir mi? Bu zulüm ve
sömürü düzenini yargılayabilir mi? O
bu zulüm düzeninin "hukukunu"
temsil etmiyor mu zaten?
Çetelerle ilgili şimdiye kadar
görülen bütün mahkemelerde gerçek
suçlular, Susurluk'taki devlet
yargılanmamıştır. Davalar seçilen
birkaç figüranla geçiştirilmeye
çalışılmış, hiçbir zaman gerçek
suçlulara yani karar mercilerine
yönelinmemiştir.
Ağar da dokunulmazlıkların
tartışıldığı gün Meclis kürsüsünde
yaptığı konuşmada bir dönemin
yargılanmak istendiğini ve o
dönemden de kendisinin kurban
olarak seçildiğini söylüyor. Evet Ağar
da bu pisliğin bir parçasıdır. Devletin
kendisine verdiği görevleri layıkıyla
yerine getirmiştir. Ancak asıl suçlu
Susurluk devletidir. Onun karar
organı olan MGK'dır. Kararın
yürütücüleri olan hükümetler, silahlı
kuvvetlerin komuta kademesidir. Asıl
yargılanması ve mahkum olması
gereken onlardır.
Peki DGM'ler bu haldeyken,
suçluları birer birer serbest bırakıyor,
aklıyorken "Dokunulmazlıklar
kaldırılsın, Ağar-Bucak yargılansın"
diye tutturan reformistleri, yurttaş
girişimlerini anlamak mümkün mü?
Durum gayet açık ve gözler
önündedir. Sokaktaki insan bile Ağar
ve Bucak'ın yargılanmasıyla işlerin
hallolmayacağını görebiliyor. Ağar ve
Bucak'ın yargılanmayacağını, olsa
olsa aklanacağını kestirebiliyor. Ancak
reformistler öylesine bir siyasi körlük
içindeler ki, sokaktaki insanın bile
gördüğünü göremez hale gelmişlerdir.
Onlara kalsa, haftalarca meydanları
dolduran halk boş bir hedefe
yöneltilmiş, dokunulmazlıklar
kaldırılsın safsatasıyla oyalanmış
olacaktı.
Pekala şimdi o çok istedikleri, her
gün uğrunda zırıltılarını alıp sokağa
çıktıkları, aylarca ondan başka birşey
düşünmedikleri dokunulmazlıklar
kaldırıldı. Ağar ve Bucak'a DGM
tarafından yargılanma yolu gözüktü.
"Zafer" onların mı oldu yani? Şimdi
ne yapacaklar? Neyle oyalayacaklar
halkı? Reformizminki öyle bir
"politika" ki, bir atımlık barutu yok.
Hükmü oligarşinin ilk manevrasına
kadar. Peki şimdi ne olacak? Şimdi de
DGM'den adalet mi bekleyecekler,
onlara ceza vermesini mi
isteyecekler? Onun için mi
yürüyüşler düzenleyecekler?
Ne yaparlarsa yapsınlar kitleler
onların değil, gerçek suçluları,
Susurluk'taki devleti yargılayan, hesap
soran, doğru hedefe yönelen halkın
öz örgütlülüklerinin, Cephe'nin
önderliğinde birleşecek, savaşacak,
hesap soracaklardır.
Katiller, kontrgerilla şefleri
DGM'lerde aklanacaklarına
sevinmesinler. Bu halk, bu hesabı
onlardan er ya da geç soracak!...*
DOKUNULMAZLIKLARIN
KALDIRILMASININ SEYRİ
* 14 Ağustos 1997'de Mehmet Ağar ve Sedat Bucak'ın
dokunulmazlıklarının kaldırılması için toplanan TBMM Anayasa ve Adalet
Karma Komisyonunda iktidar milletvekillerinin bilinçli bir şekilde toplantıya
katılmamasıyla dokunulmazlıkların kaldırılmaması yönünde bir karar çıktı.
Gelen tepkiler üzerine ANASOL-D hükümeti bu komisyonun Ekim ayında
tekrar toplanacağını açıkladı.
* Ekim ayının üzerinden iki ay geçtikten sonra 4 Aralık'da TBMM Anayasa
ve Adalet Karma Komisyonu tekrar toplandı.
Ağar komisyona gönderdiği savunmasında suçlamaları reddederek
"şimdilik şu kadarını belirteyim ki, fezlekede iddia edilen suçların hiçbirini
işlemiş değilim. Suç sayılacak bir fiilim de mevcut değildir" dedi. Bucak ise
savunmasında "devletin yanında yer alıp, gerekli birimlerin talimatıyla
görevlendirdikleri şahıslarla birlikte devlet düşmanlarına karşı mücadele
etmek suçsa, bu suçu kabul ediyorum" dedi.
Daha sonra yapılan oylamada komisyon oy çokluğuyla Ağar ve Bucak'ın
dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karar verdi.
* Komisyon, aldığı bu kararı rapor halinde TBMM başkanlığına verdi.
Meclis Genel Kurulu'nda 11 Aralık'ta yapılan oylamada Ağar ve Bucak'ın
dokunulmazlıkları kaldırıldı. Ancak Ağar ve Bucak sadece DGM'nin
hazırladığı fezlekeler doğrultusunda yargılanacaklar. Yani "cürüm işlemek için
silahlı teşekkül kurmak, Çatlı'nın gizlenmesine yardım etmek, yetkisi olmadığı
halde Çatlı'ya silah taşıma belgesi vererek görevi suiistimal ve Susurluk
kazasında ortaya çıkan ruhsatsız silahları bulundurmak"tan.
Yani Ağar'ın Bucak'ın yargılanması, ne "Bin Operasyon"un yargılanması,
ne de kontrgerilla politikalarının sorgulanması anlamına gelmiyor,
gelmeyecek.*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
9
HALK MECLİSLERİ
20 Aralık 1997
Meclislerin
Sahiplenmesini
15 Aralık '97 Pazartesi günü Gazi
Davasının dördüncü duruşması yapıldı. İlk duruşmalardan bu yana,
Halk Meclisleri, Gazi Davasını sadece
Gazi halkının değil tüm ezilen emekçi halkın davası bilinciyle sahiplendi.
Özellikle duruşmalara çok az bir
zaman kala kontrgerilla devletinin
davayı sahiplenmeyi engellemek
için uygulayageldiği politika bu dava
öncesinde gerçekleşti. Özellikle Halk
Meclisi çalışmalarının olduğu emekçi semtlerde yoğunlaştırdığı baskı,
Susurluk Devletinin Halkın örgütlü
gücünden ne kadar korktuğunun bir
ifadesiydi. Ne pahasına olursa olsun,
ne gözaltılar, ne baskılar, ne de infazlar bizim davamızı sahiplenmemizi engelleyemecekti. Saldırılarıyla
amacına ulaşamayan eli kanlı katiller Gazi, Okmeydanı, Gültepe, K. Armutlu gibi semtlerde sokak aralarında terör estirip, kendilerince şüpheli
gördükleri herkesi gözaltına alıyordu. Amaç belliydi. Halk olarak estirilen teröre yabancı değildik. Hele de
Gazi Davasına çok az bir zaman kala
bunu yapmaları, düşmana inat Halk
Meclislerinin tüm kitleselliğiyle davaya katılım sağlandı.
Halk Meclisi öncülüğünde
Gazi Şehit Aileleri ve Gazi
Cemevi'nin İçinde
Yer Aldığı Bir Komiteyle
Çalışmalara
Başlandı
Yoğun baskılar içerisinde '95'te
Gazi ve Ümraniye'de katledilen 22
devrimci-demokrat evlatlarının, hesabını sormak, davanın istanbul'a
alınması ve adalet için Trabzon'a gidildi. Haftalar öncesinde başlatılan
çalışmalar Halk Meclisi öncülüğün-
Komüncülerimiz kendi
bulundukları mahallelerde
bakkalları, manavları, evleri
dolaşarak, davaya
katılmayanlarda bir şekilde
davaya sahiplenmelerini
sağlamış ve topladıkları
erzakları Kavacık Köprüsü'nde
birleştirerek belirlenmiş olan
Komün arabasına düzenli olarak
yerleştirilmiştir. Tüm küçük
şeyleri dahi hesaba koyarak titiz
çalışmalarda bulunan Halk
Meclisleri yolculuk boyunca ve
davayı sahiplenmesiyle dostu,
düşmanı şaşırtan bir çalışmayı
sergilemiştir.
Saat 14.00'te Kavacık
Köprüsü'nde Trabzon'a gidecek
olan otobüsler birleşmiş Halk
Meclisleri pankartları arabaların
önüne asılarak hareket
edilmiştir. Yol boyunca,
otobüslerde söylenen marşlar,
geçilen güzergahlarda halka
yapılan zafer işaretleri ve mola
yerlerinde davul zurna eşliğinde
çekilen halaylarla coşkumuz
artmış ve coşkumuz istanbul'a
dönünceye kadar sürmüştür.
Haklı olan bizdik, meşru olan
bizdik.
de Gazi Şehit Aileleri ve Gazi Cemevinin içinde yeraldığı bir komite.
Tüm DKÖ'lere gidilmiş. Diğer
semtlerdeki Halk Meclislerine çağrıda bulunulmuş ve tam kamuoyuna
duyurdu aynı zamanda katılımı
sağlanmaya çalışılmıştır.
Gazi'de Halk Meclisi tarafından
evler tek tek dolaşılmış arabalar tu-
"Halk Meclisleri Meşrudur"
Saat 11.30'da Gazi Cemevi önünde toplanmaya başlayan, kitle saat
13.00'te Trabzon'a gitmek üzere otobüsler hareket etti, hareket etmeden
önce Gazi Halk Meclisi sözcüsü Halil
Telek'in basına yaptığı açıklamayla
Gazi davasının sadece Gazi Halkının
değil Türkiye halklarının davası ol-
tulmuş ve Komitenin aldığı kararlar
tüm kamuoyuna bildirilmiştir.
Diğer semtlerde ise Okmeydanı
Halk Meclisi, Nurtepe, Güzeltepe,
Çağlayan, Bağcılar, Esenler, Gülsuyu, l Mayıs Halk Meclisi Girişimcileri ve diğer mahallelerde davayı sahiplenmiş 22 evladımızı katleden,
onurumuzu, namusumuzu, değerlerimizi ayaklar altına almaya çalışanlardan hesap sorma bilinciyle hareket etmiş ve bunu tüm Trabzon davası boyunca sürdürmüştür.
düğü, Halk Meclisleri olarak davanın
sahiplenmesinin bir onur meselesi
olduğunu ve hiçbir saldırının Halk
Meclislerini yıldıramayacağını söyleyerek, Halk Meclislerinin meşruluğunu, kararlılığını dile getirmişti. Aynı
saatlerde Anadolu ve Avrupa yakasındaki tüm Halk Meclisleri üyeleri
ise geleneksel olarak her hafta Pazar
günü
Bakırköy özgürlük Meydanı'nda yaptığımız eylem yine gerçekleştirilmiş ve Özgürlük Meydanı'nda
kazandığımız mevzi boş bırakılma-
KURTULUŞ
mıştı. Katilleri yargılayacağımız, adaleti ancak halkın sağlayacağını, özlemini duyduğumuz iktidar için tüm
meşruluğumuzla mücadelemizi sürdüreceğimizi ve Gazi Katillerinin halka hesap vereceğini tüm coşkumuzla
yine haykırmıştık Özgürlük Meydanı'nda.
Komiteler Oluşturulmuştu
Yolculuğumuz boyunca herhangi
bir sorunun çıkmasını engellemek
için Halk Meclisi'nin disiplinine uygun ilkeli çalışmaları ve herhangi bir
sorunun çıkmasına mahal verilmemesi için çeşitli komiteler oluşturulmuştu. Komüncülerimiz her otobüsten sorumlu arkadaşların oluşturduğu komite ve aynı zamanda otobüsler arası iletişimi sağlamak üzere otobüsten sorumlu arkadaşların elinde
bulunduğu telefonlarla iletişim sağlanmış, hiçbir şey kendiliğindenciliğe bırakılmamıştı.
Komüncülerimiz kendi bulundukları mahallelerde bakkalları, manavları, evleri dolaşarak, davaya katılmayanlarda bir şekilde davaya sahiplenmelerini sağlamış ve topladıkları erzakları Kavacık Köprüsü'nde
birleştirerek belirlenmiş olan Komün
arabasına düzenli olarak yerleştirilmiştir. Tüm küçük şeyleri dahi hesaba koyarak titiz çalışmalarda bulunan Halk Meclisleri yolculuk boyunca ve davayı sahiplenmesiyle dostu,
düşmanı şaşırtan bir çalışmayı sergilemiştir.
Saat 14.00'te Kavacık Köprüsü'nde Trabzon'a gidecek olan otobüsler birleşmiş Halk Meclisleri pankartları arabaların önüne asılarak
hareket edilmiştir. Yol boyunca, otobüslerde söylenen marşlar, geçilen
güzergahlarda halka yapılan zafer
işaretleri ve mola yerlerinde davul
zurna eşliğinde çekilen halaylarla
coşkumuz artmış ve coşkumuz İstanbul'a dönünceye kadar sürmüştür.
Haklı olan bizdik, meşru olan bizdik.
Havanın yağmurlu ve soğuk olmasına rağmen nasıl bir dakika karartma eylemlerinde Halk Meclislerinin pankartı arkasında yağmur çamur demeden, terliğiyle, sokaklara
sığmadıysa inadına, inadına, gecekondularının başına yıkanlardan
zam zulüm cenderesi altında ezenlerden, kaybeden katledenlerden, bir
lokma ekmeğine dahi göz koyanlardan hesap sorduysa aynı kararlılığı,
Trabzon'a Gazi'de şehit düşen evlatlarını sahiplenmekte de göstermişti,
işte bu güçtür. Bizi güçlü kılan halkın
örgütlü gücü olan Halk Meclisleri idi.
Trabzon'a Girişte
Otobüslerimizin Önü
Kesilmişti
Diğer duruşmaların aksine Trabzon girişine kadar herhangi bir sorun çıkmamıştı, en ufak bir engelleme dahi olmamıştı. Ama bunun pek
hayra alamet olmadığını biliyorduk.
Çünkü düşmanı tanıyorduk. Dediğimiz de çıkmıştı zaten.
Trabzon'a girişte, otobüslerimizin
önü kesilmiş yolun sol tarafındaki
boş araziye çekilmiş özel timinden
JİTEM'ine kadar tüm ordusuyla yığıl-
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
HALK
İÇİN
10
20 Aralık 1997
HALK MECLİSLERİ
misti. Trabzon Emniyeti davaya katılanların kimlik dokümanını almak istemeleri üzerine, komitenin ve avukatlarının bunun yasadışı bir uygulama olduğu, bizi şüpheli duruma düşürmenin bir şekliyle bizi aşağılanmanın yapıldığını ve buna izin vermeyeceğimizi söyleyerek sert tartışmalara girildi. Yaşlı insanları tartaklayarak ve zorla otobüslere girmek istemeleri ancak buna karşı hiçbir şekilde geri taviz verilmemesi onların
geri adım atmasına neden olmuştu.
Kimlik dökümü yapmanın altında
farklı sebepler yatıyordu. Tam bir
provokasyondu, Halk Meclisi meşruluğunu muğlaklaştırmak ve aranızda
teröristler olabilir imajını vermekti,
buna izin veremezdik. Bu keyfi uygulamasından vazgeçmek zorunda kalan eli kanlı kontracılar otobüslerin
önünde asılı olan Halk Meclisi pankartlarına el koyarak kendilerini ancak o şekilde tatmin etmişlerdi, zavallıydılar, korkaktılar, acizdiler. Ve
bir o kadar da saldırgan. Adliyenin
önüne varıncaya kadar konvoylarla
getirilmiş ve Trabzon'da olağanüstü
önlemler almışlardı. Kime karşı, niye? Kendilerince bizim güvenliğimiz
içindi. Biz biliyoruz ki, sivil faşistleri
bilinçli olarak bize saldırtan, bu uygulamalarıyla bizleri Trabzon halkına karşı sanki suçluymuşuz imajını
vermekti. Çok basitçe açıklamalar.
"Sizi tanıyoruz" demişti. Nuri amca
"70 yaşımdan sonra Keleşi alıp dağa
çıkartacaksınız beni, siz laftan anlamıyorsunuz. Davalarımızı sürgün
eden sahiplenmek için geldiğimizde
de tüm engellemeleri yapanlarsınız,
insanların başka çaresi kalmadı. Vallahi dağa çıkaracaklar beni bu yaştan
sonra" diyerek öfkesini ve kinini bu
şekilde ifade etmişti.
Adliyenin Önünde de
Provokatif Saldırıları
Devam Etti
Adliyenin önüne geldiğimizde
otobüsleri durdurmuş ve Adliye binasına gitmek için kapılan açtığımızda kapının önüne dolaşarak tek tek
inmemizi ve kimliklerimizi istediler.
Aranarak adliye binasına girdiğimizde bina önüne gelirken tek tek aranması davaya katılmamızı engellemekti. Hiçbir duruşmada böylesi bir
keyfiyetliği göstermemiş, itiş ve kakışmalarla Trabzon girişinde alamadığı kimlik dökümlerini bina önünde
davaya bırakmakla tehdit etmiş ve
dökümleri almaya çalışmıştır. Bina
önünde atılan sloganlarla da çeteler,
halk meclislerinden yaklaşık 25 kişinin katılımına izin vermiş, diğer taraftan mahkum edilmiş kitleyi ise so-
ğuk havaya rağmen binanın içine almamıştır. Bu bir işkenceydi. Tuvaletlere gidiş gelişlerde gerginlik yaşanmış, halay çekmek isteyen arkadaşlarımız tehdit edilmiş ve saldıracaklarını söylemişlerdi. Dokuz saat süren
duruşma süresince dışardaki kitleye
saldın zeminleri yaratılmaya çalışılmış, tahriklerde bulunulmuş, gözaltılar yaşanmıştı. Sahiplenme karşısında gözaltıları serbest bırakmaya
çalışan çeteler, diğer taraftan da sivil
faşistleri bize karşı saldırtmaya, açık
açıkta örgütlenmesini yapanlarda yine onlardı.
Gazi Halk Meclisi, Gazi
Şehit Aileleri ve
Gazi Cemevi
imzalı pankartlarımızı
Açmamıza Tahammül
Edemediler
Duruşma sonunda akşam saat
19.30'da avukatın mahkemenin geli-
Tarih 12 Aralık 1997
Yer İstanbul DGM: Gazi Halk Meclisi Üyesi Mehmet
Akdemir Yargılanıyor(!), DGM Hakimi Sezgin Engin'in
babası Mahmut Engin'i tanık yerine alıyor, Mahmut Engin'den önce davranıyor ve soruyor: Siz Şehit Ailesi'siniz değil mi? ve tutanaklara öylece geçiriyor. Arkasından Gazi Halk
Meclisi Sözcüsü Halil Telek'i salona alıyor. Daha ağzım açmadan "siz de mi Halk Meclisi
üyesisiniz" diyor ve tutanaklara kendisi cevaplayıp geçiriyor.
Tarih 14 Aralık 1997 Yer Gazi Mahallesi iki gün sonra; Trabzon yolculuğu için hazırlık
yapılıyor değişik sol çevreler de orada, birileri koşturup avazı çıktığı kadar bağırıyor "yetişin otobüslere Halk Meclisi pankartı asıyorlar"
Tarih 17 Kasım 1997 Yer Trabzon Adliyesi (Geçmişi Hatırlayalım) Polislerin avukatı İlhami Yelekçi savunma yapıyor, "Efendim işi iyice azıttılar, şimdi de meclis kurmuşlar". Birilerinin avazı çıktığı kadar niçin bağırdığı anlaşılıyor.*
OKU İBRET AL
YORUMU SİZE AİT
sunini kitleye açıklamasını yaparken
aynı zamanda Gazi Komitesinin almış olduğu ve taleplerinin yer aldığı
pankart açılmış ve "Bin Operasyondan Biri Gazi Katliamı, Katillerini İstiyoruz" yazılı önlükler, meclis üyeleri tarafından giyilmiş ve "Gazi Halkı
Değil Katiller Yargılansın", 'Adalet İstiyoruz", "Gazi Davası İstanbul'a
alınsın taleplerinin yeraldığı Gazi
Halk Meclisi, Gazi Şehit Aileleri ve
Gazi Cemevi imzalı pankartın açılmasıyla, kana susamış katiller joplarıyla, tekme tokat tüm pervasızlığıyla, yaşlı genç demeden onlarca polisiyle saldırmaya başladı. Pankartı elimizden almaya çalışanlara "Gazi'nin
Katili Susurluk Devleti", "Halkız Haklıyız Kazanacağız", "İnsanlık Onuru
İşkenceyi Yenecek" sloganlarıyla
pankartımız düşmana verilmedi.
Tüm gücüyle kafa göz demeden rastgele vuranlar püskürtülmüş ve dövülmüştü. Biraz geri çekilen polis
tekrar saldırarak arkadaşlarımızı gözaltına almış, üçü ağır 12 kişi yaralanmıştı. Kolkola girerek otobüslerde
gözaltına alınan arkadaşlarımız şerbeti bırakılmayıncaya kadar Trabzon'u terketmeyeceğimizi söyleyerek
yaralı aıkadaşlarımızı kendi imkanlarımızla tedavi edip, gözaltına alınanları tespit edip Susurluk devletini
teşhir ederek arkadaşlarımızın derhal bırakılmasını söyledik. Tekrar
kimlik kontrolü için gelmeye çalışanlar otobüslerden atılarak kimlik
kontrolüne izin verilmemiştir. Ankara DGM tarafından aranıyor gerekçesiyle gözaltına alınan ve halen
Trabzon Emniyet Müdürlüğü'nde tutulan Nurtepe-Güzeltepe Halk Meclisi üyesi Hakan Özek adlı arkadaşımız, mücadele eden bir devrimci, aynı zamanda Halk Meclisi üyesiydi.
Gözaltıların yıldırmayacağını çok iyi
bilmekteydi.
Gözaltına alınan Hakan özek ve
Ulaş Ateş dışındaki 20 arkadaşımız
serbest bırakılırken "Baskılar Bizleri
Yıldıramaz" sloganları, kontracıların
gözlerine sokarcasına yaptıkları zafer
İLHAMI AZ KALDI
OĞLUN ADEM HER ŞEYİ
ANLATACAKTI
Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi
kararını açıklıyor: "... Sanık polislerin tutukluluk hallerinin devamına..." Kontrgerillanın tetikçisi Adem
Albayrak hemen yakınındaki avukati İlhami'ye birşeyler söylüyor. İlhami birden panikliyor; "Oğlum bunlan burada konuşmayalım". Adem
üsteliyor "Nerede konuşacağız, yeter
ya". "Oğlum sakin ol gelirim cezaevine sırası mı şimdi". "Yeter be oyalama beni." O sırada hakim duruşma
gününü açıklıyor: 23 Ocak! İlhami
bağırıyor, "Hakim bey daha erkene
alın, daha erkene alın lütfen zavallıcıklar mağdur oluyor".
Zavallıcıklar mağdur olmuyor İlhami az kaldı-oğlun Adem Ötecekti.*
işaretleriyle otobüslerin yanına gelmiş ve alkışlarla karşılanmışlardı. Bu
arada 50 kişilik bir faşist güruh "Bu
vatan bizimdir bizim olacak", "ya allah, bismillah, allahü ekber" aynı zamanda küfürlü sloganlarıyla tahrikte
bulunuyor ve gözdağı vermeye çalışıyorlardı. Otobüslerin hareket etmesiyle bir önceki davada olduğu gibi
faşistlerin taşlı saldırısına uğramış ve
otobüslerin birçok camı kırılmıştı.
Trabzon çıkışında tutanaklar tutulmuş ve hastalar hastane götürülerek
tedavi edilmiş ve raporlar alınmıştı.
Yolu yok davayı kazanacağız, ne
sivil faşistlerin saldırıları, ne de devlet terörü bizi yıldıramayacaktır. Kinimiz, öfkemiz inancımız bilenmişti.
Halk Meclislerine olan güven artmıştı.
Halk Meclisi olarak kendine devrimciyim, demokratım, insanım
diyen herkesi siyasi çıkarlarını bir
kenara bırakarak, faşizme, devlet
terörüne karşı Halk Meclislerinde
birleşmeye çağırıyoruz. Ayak diretmenin bir anlamı yok. Bize kulak
verin ve halka güvenin diyoruz.*
Oportünizm Gerçeği
Değişmek Bilmiyor
Oportünizmin Gazi mahkemesine gösterdiği ilgisizlik ve parsa kapma
mantığı biliniyor. Bu mahkeme öncesi de çok büyük hazırlıklar içinde olduğunu
belirten oportünizm, her zaman olduğu gibi sadece temsilci düzeyindeki katılımıyla ancak bir otobüs insan getirebilmiştir. Oportünizmin duruşma önceleri
ortaya koyduğu hava, sadece organizasyonda yeralabilme arzusuyla bol keseden
atmasıdır. Yoksa biz de biliyoruz ki, ne oportünizmin değişme, ne de pankarttaki imza kaygısından öte bir kitle çalışması yapma ve emek verme derdi yoktur.
Onu sadece birşey ilgilendiriyor: Cemevi'nde yapılan bir toplantıda söyledikleri
gibi "Komite ne olacak?"... Yani zat-ı muhterem komitede yeralıp almadığını soruyor. Ne Gazi'de şehit düşen insanların ailelerini sahiplenmek gibi bir derdi var,
ne de Gazi davasını emek ve sabır üzerinde yürüyen bir çalışma ile düşmana
karşı bir mevziye dönüştürebilme amacı var... Verdiği sözlerin hepsi palavra.
Aslında sorun olanak ve maddi güç sorunu değildir. Ne Halk Meclisi üyelerinin hazır otobüsleri vardır, ne de otobüs kiralamak için bankada hazır paraları. Sorun sahiplenmedir. Eğer reklamcı değilsen çalışır ter dökersin. Eğer hazırcı değilsen kapı kapı dolaşır para bulur, daha fazla insanla davayı izlemeye gidersin. Yani bütün olanaklar yaratılır. Yeter ki sen samimi ol; hepsi olur oportünizm!...*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
11
HALK MECLİSLERİ
20 Aralık 1997
"Bu Saldırı Halk Meclislerine Olan
Tahammülsüzlüğü Gösteriyor"
Halk Meclisleri Konuşuyor:
"Faşist saldırılar, gözaltılar, baskılarla bizleri yıldıracaklarım,
geri adım attıracaklarım sandılar ama yanıldılar. Çünkü biz
Susurluk devletini mahkum etmek için Trabzon'a yürüdük düşmana olan kinimiz bir kez daha bilendi."
Gazi Katliam Davasını izlemek ve hesap sormak
için Trabzon'a giden ve polis saldırısı sonucu yaralanan Halk Meclisi üyeleriyle görüştük.
Gazi Davasına sahip çıktınız, Trabzon'a gittiniz
ve saldırıya uğradınız. Sizce bu saldırının sebepleri
nelerdir, bu saldırılara karşı neler yapılabilir?
Çeşminaz Ağdoğan (Okmeydanı Halk Meclisi
Üyesi ve Şehit Ali Rıza Ağdoğan'ın Annesi):
"Biz şehitlerimize sahip çıkacağız, bu davanın peşini bırakmayacağız. Ne yaparlarsa yapsınlar bizi davamızdan vazgeçiremeyecekler. Şunu görmek lazım,
bu saldın Halk Meclislerine olan tahammülsüzlüğü
gösteriyor. Öyle ki duruşma salonunda bile işkenceciler bize parmak sallayarak tehdit ediyorlardı. Bu
saldırıların altında devlet var. Resmen devlet yapıyor
bu saldırıları. Biz Trabzon'a silah götürmedik. Saldırıların amacı Halk Meclislerini yıldırmak, davaya sahip
çkmasını engellemek. İstiyorlar ki Adem Albayrak
içerden çıksın ve yeni cinayetler işlesin. Bizler Halk
Meclislerinde gücümüzü birleştirerek her türlü saldırının karşısında durabiliriz. Tek çare Halk Meclislerinde birleşmek. Duruşmanın sonunda bir açıklama
yapmak ve pankartımızı açmak istedik. Bu anda polisler bize büyük bir kinle saldırarak pankartımızı almak istediler.
Ama
pankartımızı düşmana teslim etmedik. Üzerimize coplar inip kalkıyordu.
Ancak direnişimizle
onlara taviz vermedik, yaşlılar
da direnerek taviz
vermedi.
Saldırıda
bende yaralandım.
Hiç önemli
değil. Halkım için yaralanmak benim için bir onurdur.
Halk Meclisleri olarak herkese duyurularda bulunacağız. Bize saldırdılar diye yılmayacağız, korkmayacağız. Yine Halk Meclisleri olarak her davamızı daha kitlesel olarak sahipleneceğiz. Şimdi altı otobüs
gittik bir sonraki davaya 15 otobüsle gideceğiz. Bu
dava göstermelik olarak açıldı ve yine bir sonuç çıkmadı. Ama bizim sahiplenmemiz onları sıkıştırıyor.
Ben onların adalatine güvenmiyorum. Asıl olan halkın adaletine güveniyorum. Duruşmaya getirilenler
göstermelik katiller. Asıl katiller, Adem Albayrak, Tansu Çiller, Mehmet Ağar, Nahit Menteşe, Necdet Menzir, Hayri Kozakçıoğlu'dur. Bunlar yargılanmalıdır.
Devlet bunları yargılamayacağına göre, bizler halkın
adaleti için Halk Meclisleri olarak davaların peşini bırakmayacağız, hesap soracağız.
Veysel Akyol (Okmeydanı Halk Meclisi Üyesi):
"Biz bütün engellemelere, polis ve polis destekli
faşist saldırılara rağmen duruşmayı izledik. Duruşma
bitiminde taleplerimizi içeren Halk Meclisleri pankartımızı açmak istedik. Ancak bazı siyasi çevreler
bunu engellemek isteyerek gerçek yüzlerini gösterdiler. Herşeye rağmen pankartımızı açtık, polis saldırdı.
Yaralanan arkadaşlarımız oldu. Sayıları 20'yi aşkın insanımız gözaltına alındı. Polis saldırısı ve faşist tahriklerle bizi etkisizleştirebileceklerini ve psikolojk
olarak geri adım attırabileceklerini sandılar. Biz halk
olarak katilleri yargılama, hesap sorma mücadelemizden asla ödün vermeyeceğiz. Devlet bilinçli olarak Gazi Davasını Trabzon'a taşıdı. Amaç davayı halktan kaçırarak sahiplenmeyi engellemekti. Şu bir gerçek ki katilleri onlar yargılamayacak, halkın adaleti
yargılayacak. Bizler Halk Meclisleri olarak tüm saldırıları mücadelemizle püskürteceğiz. Psikolojik saldırıları da göğüsleyeceğiz. Ne yaparlarsa yapsınlar, davayı nereye alırlarsa alsınlar, bir dahaki duruşmaya
daha kitlesel ve daha kararlı olarak gideceğiz. Biz
Halk Meclisleri olarak meşru bir örgütlülüğüz. Gücümüz bütün Türkiye'ye yayıldı. Daha
da güçleneceğiz ve
katilleri halkın iktidarında yargılayacağız.
Sevim Göleli
(Okmeydanı Halk
Meclisi Üyesi):
Akşam geç saatlerde duruşma bitti.
Biz pankartımızı açtık. Tabii işkenceci
polisler
saldırıya
geçtiler. Pankartımızı almak istediler. Ancak biz pankartımızı düşmana vermedik. Polisler saldırdı, analarımızın, gençlerimizin kafalarını kırdılar. Halk düşmanı Adem Albayrak'ın serbest bırakılmaması ve
Halk Meclislerine olan kinleri ve tahammülsüzlükleriyle saldırdılar. Biz halkın adaletini ve haklılığımızı
gösterdik. Bunun karşısında tek yapabildikleri saldırmak oldu. Biz saldırılara karşı direndik ve kazandık.
Onları Halk Meclisleri karşısında bir kez daha mahkum ettik. Çünkü Halk Meclisleri Türkiye genelinde
kendi meşruluğunu kanıtladı. Saldırıda birçok arkadaşımla birlikte ben de yaralandım. Bundan dolayı
hiçbir yılgınlığa kapılmadık. Bu bizim için bir onurdur. Saldırılara karşı hiçbir şekilde geri adım atmayacağız. Çünkü halkın adaletine güveniyoruz. Davalarımıza daha kitlesel ve daha kararlı olarak katılacağız.
Polis ve faşistlerin saldırılarını boşa çıkartacağız.
HALK İÇİN
KURTULUŞ
Gazi Mahallesi'nde yapılan katliamdan sonra 8'i tutuklu 20 polisin yargılandığı davaya 15 Aralık'ta devam
edildi. Baştan beri katliamın gerisindekileri ortaya çıkarmak için müdahil avukatlar olarak mahkemeye sunduğumuz talepler görmezden geliniyor. Dava 20 polisle sınırlandırılmaya çalışılıyor. Artık geldiğimiz noktada katliamların, faili meçhul cinayetlerin, infazların arkasında kimler olduğunu hepimiz biliyoruz. Gazi Davasında da taleplerimizi herkesin bildiği bu gerçeklik üzerine kuruyoruz.
Diyoruz ki bir anda tüm ülkede duyulan Gazi Olayları sırasında başta dönemin başbakanı olmak üzere sorumlular olayları nasıl değerlendirdiler? Polise ve jandarmaya
nasıl emir verdiler? Özellikle polis kurşunlarıyla ölümlerin olduğu 13 Mart günü ölüm haberleri üzerine nasıl bir
tutum takındılar? Katliamın sorumlularının bulunmasını
istediler mi? Bunun için ne yaptılar? vs. Bunun için "kurşun atan da, yiyen de şereflidir" diyen Tansu Çiller'in dinlenmesini istedik, çünkü dönemin başbakanı O'ydu. Veya
Susurluk'la birlikte ortaya çıkan bir takım gerçeklikler
karşısında örneğin Hanefi Avcı gazetelere manşet olan
beyanlarında "kahvehanelerin taranmasında Yeşil de yeraldı" diyor. Bu nedenle onun da dinlenmesini istedik. İki
talep için de mahkeme "ileride düşünülmesi" kararı aldı.
Yine Ayhan Çarkın'ın HBB televizyonunda "Beni gözaltına aldılar ve Gazi olaylarına katıldığımı söyleyip sorguladılar" şeklindeki sözleri üzerine "Emniyet Müdürlüğünün
elinde Ayhan Çarkın'a bu sorunun sorulmasını gerektiren
ne gibi veri ve bilgiler var, sorulsun" şeklindeki talebimiz
de anlamamazlığa getirilerek "Gazi Olayları ile ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünden bilgi sorulmasına"
şeklinde muğlaklaştırıldı. Yine dönemin valisi Hayri Kozakçıoğlu ve Emniyet Müdürü Necdet Menzir hakkında
Gaziosmanpaşa savcılığının dava açılması için Adalet Bakanlığına gönderdiği fezlekelerin 2,5 yıldır bu bakanlıkta
bekletildiğini, bunların akibetinin sorulup biran önce bu
kişilerin davaya dahil edilmeleri yönündeki talebimiz
savcı tarafından da uygun görüldüğü halde mahkeme bu
konuda bir karar almaktan kaçındı. Talebimiz mahkemelerin her zamanki olağan uygulamalarına dayanmaktaydı. Böylelikle hemen hemen hepsinin uygun bir fırsatta
beraat edeceğine kesin gözüyle baktığımız 20 polise razı
olmamız isteniyor. Görüntüyü kurtarıyorlar kısacası.
Bir de işin diğer yönü var. iki duruşmadır hem polisin,
hem de sivil faşistlerin saldırılarına uğruyoruz. Davayı takip etmemizi istemiyorlar. Bunun için gözaltı, işkence,
tutuklama, taşlı ve en sonunda molotoflu saldırı dahi yapıyorlar. Tüm otobüslerin camları kırılıyor, insanlar yaralanıyor, şans eseri şimdilik daha ağır sonuçlar olmuyor.
Yani ortada yirmi polis var ama sistemin göstermelik de
olsa bunları yargılayabilecek ne gücü var, ne de isteği var.
İşte tam bu noktada halkın her zamankinden daha fazla
davayı sahiplenmesi gerekiyor.
Gazi Turnusol Olmaya Devam Ediyor
Aynur Bayer (Esenler Halk Meclisi Girişimcisi)
Gazi katliamını yapan işkencecileri devletin yargılamayacağını, ancak onları halkın yargılayacağını
kanıtlamak için Trabzon'a gittik. Şimdiye kadar devlet eliyle yapılan katliamları yine devlet kendi eliyle
geri kapatmıştır. Bunlara dur demek ve hesap sormak
için gittik. Yol güzergahında ve Trabzon'da polis adeta
savaşa gider gibi hazırlanmıştı. Amaçları bizi yıldırmak ve üzerimizde psikolojik baskı yaratmaktı. Faşistleri bize karşı kışkırtarak tahrik etmeye çalışıyorlardı. Saldırmak için fırsat kolluyorlardı. Duruşmanın
bitiminde yapılacak basın açıklamasıyla beraber
pankartımızı açtık. Pankartımızı açmamız ile birlikte
polis saldırıya geçti. Halk Meclisleri olarak direndik.
Bizden korkuyorlardı. Onlarca arkadaşımız yaralandı. Onlarca insanımız gözaltına alındı. Bu saldırılarla
bizi yıldırabileceklerini sanıyorlar. Ama biz daha da
güçleniyoruz. Sonuçta biz kazandık, halk kazandı.
Bundan böyle davalarımıza daha bir inançla
katılarak binleri bulacağız. Katilleri Halk Meclisleri
olarak biz yargılayacağız.*
Üç duruşmadır yaptığımız Trabzon yolculuğu halkın
gerçek dost ve müttefikleriyle diğerlerini rahatlıkla ayrıştırıyor. Kimler her türlü zorluğa göğüs gererek davayı takip ediyor? Fırsat buldukça Gazi Halkının yanında olduğunu söyleyenler, sözde katliamı lanetleyenler ortada
yoklar. Olmaları da beklenemez zaten. Hepsini tanıyoruz,
kuru gürültü yapmak dışında hiçbir işe yaramaz onlar,
samimiyetten yoksundurlar. Hiçbir şey yapmayanların
yanında birşeyler yapıyorum adına ortaya çıkanlarında
onlardan pek bir farkı yok. Davanın şu anki gidişatını
yeterli görenlerin yanında, "aman davamıza zarar gelmesin" şeklinde tam 2,5 sene oradan oraya sürülen yargılamayı insanların kafasına bir umut olarak yerleştirmeye çalışanların geri anlayış ve taleplerinin yanında,
davaya sahip çıkan halk örgütlülüklerini kendileri için
tehlike olarak görenlerin, bunun için bir renkten diğer
renge girenlerin halini ibretle izliyoruz.
Bu görüntü içerisinde görevimiz halkın hesap sorma
bilincini geliştirmektir.
Halkın Hukuk Bürosu Avukatlarından
Metin Narin
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
12
HALK MECLİSLERİ
Halk Meclisleri
Katliamın
Hesabını Soruyor,
Devlet Gazi
Katliamını Savunuyor
ve reformizmin ciddi
bir çalışması
ve ilgisi olmamıştır.
1. Halk Meclisleri organizasyonda
yeralan kurumları her
süreçte biraraya gelmeye zorlamış
ve ortak kararlar alarak
davanın sahiplenilmesi
konusunda
ciddi bir gücü açığa çıkartmıştır.
Öyle ki, ilk
Trabzon'da görülen Gazi Davası, halk ile devlet arasında yaşanan bir irade savaşıdır. Devlet, kurduğu göstermelik mahkemede kendisini aklama telaşı içerisindedir.
Gerek davanın seyri ve asıl faillerin
orada bulunmayışı, gerekse de bu
dava üzerinde hakimiyet kurmaya
çalışan devletin saldırgan tavırları,
Gazi davasının çarpıcı yanlarıdır.
Gazi davası sonuçlandığında bile,
suçluların cezalandırılmayacağı ortadadır. İlkin hukuksal olarak bu talebin yerini bulabilmesi mümkün
değildir; ikincisi ise devlet gerçekleştirdiği bir katliamdan sonra kendi çetelerine ceza vermesi olanaklı
değildir.
Birçok siyasal kesim davaya
sahip çıkmadı. Hatta bunlar içerisinde neredeyse davanın sonuçlanması halinde suçluların hakettikleri
cezalara çarptırılacakları yanlış beklentisinde olan dahi vardır. Devletin
cezalandırmayacağını görenler de
vardır. Ancak devletin bu dava üzerinde kurduğu baskı karşısında geri
çekilmişlerdir ve örgütlü bir biçimde karşı koyabilme güçleri yoktur.
Adeta çaresizlik içerisindedirler.
Halk Meclisleri, Gazi Davası'nın başlaması ile birlikte gerek
davanın sindirilme çabaları karşısında geliştirdiği kararlı tavırla, gerekse de kitleselliği ile davanın öncüsü durumundadır. Oportünizm
hiçbir siyasal kesim ortada yokken,
b u g ü n
CHP'sinden
Avrupa Alevi
Birlikleri Federasyonu ve hatta yeni
kurulan Barış Partisi dahi bu davayı
Trabzon'da izlemeye gelmektedir.
Davayı bu noktaya taşıyan ve kamuoyuna maleden ise Halk Meclisleridir.
2. Halk Meclisleri otobüslerin İstanbul'dan Trabzon'a gidiş gelişleri sırasındaki disiplini ve yarattığı kollektivizm ile örnek olmuştur.
3. Halktan insanların katılımını örgütleyerek, geniş halk kesimlerinin iradesini bu davaya taşımıştır. Ayrıca, davanın sahiplenilmesi konusunda tüm kayıp, katliam
ve tutsaklıktan dolayı mağdur olmuş insanlarımızın birbirlerini sahiplenme bilincini geliştirmiştir.
4. Düşmanın baskılarına karşın, önceden alınan tüm kararlan
hayata geçirebilecek bir kararlılık
sergilemiştir. Örneğin son duruşma
öncesi komitenin ortak talepleri
kapsayan pankartı açma kararını
tek başına hayata geçirmiş ve bedelini göğüslemiştir. Halk Meclisleri'nden üçü ağır olmak üzere, toplam onüç kişi bu saldırıda yaralanmıştır.
5. Halk Meclisleri icazet içerisinde değildir. Devletin vereceği
cezalar, yaşanan katliamın ağırlığını
telafi edemeyecektir. Bu nedenle
"cezalandıran Halkın Adaleti
Olacaktır" sloganımızı yineliyoruz.*
20 Aralık 1997
Kontrgerilla Trabzon'da
Yeni Bir Katliam Peşinde
Gazi Davası'nın Trabzon'a sevkedilmesiyle birlikte, bu davaya gösterilen
kamuoyu desteğinin büyük bir sahiplenme ile sürdürüleceğini bilen devlet
hazırlıklara girişti. Daha ilk duruşmada
topladığı faşistlere kurt işaretleri yaptırarak, otobüslerle gelen ailelere gözdağı vermek için bir baskı oluşturmaya
çalışıyordu. İkinci duruşmada da benzeri uygulamaları devreye soktu. Yalnız
bunun bir farkı vardı; duruşmalara katılım Halk Meclisleri'nin sahiplenmesiyle çok kitlesel geçiyordu. Devlet ise
bu kitleselliğe yanıt verebilecek denli
örgütlenememişti. Bundan dolayı bu
kez de yaptıkları etkisiz kaldı. Üçüncü
duruşmada hazırlıksız değillerdi artık.
Trabzon'un girişinden itibaren başlayan asker-polis aramaları ve akabinde
Trabzon girişinde katılımcıları mahkemeye sokmama girişimi, bu sahiplenmeden ne kadar korktuklarını gösteriyordu. Bu uygulama karşısında, mahkemeye gelenler kararlı eylemlerle polise yanıt vermişler ve mahkemeyi izleyebilmişlerdi. Mahkeme çıkışından
sonra Trabzon'u terkederken, otobüsler faşistler tarafından taşa tutuldu. Elbette ki bu kendiliğinden gelişen birşey değildi. Tamamen polis tarafından
planlı olarak organize edilmişti. Basın
önünde pek de fazla tavır alma cesaretini bulamayan polis gelenleri Trabzon'un karanlık sokak aralarında faşistlerin yardımıyla yıldırmayı istiyordu.
Faşistler sokak aralarına tek tek polisler
tarafından yerleştirilmiş, otobüslerin
mahkeme çıkışında hangi güzergah
üzerinden gideceği tarif edilmiş ve kitleye saldırmak üzere taş istif edilip beklenmişti. Otobüslerin hareketi ile birlikte de, saldırı başlatılmıştı. Taşlan ilk
atanlar, faşistler değil sivil polislerdi.
Otobüslere gelen taşlar sonucu büyük
kaza tehlikeleri atlatıldı. Hemen hemen bütün otobüslerde ön ve yan camlar kırıldı.
Polis Provokasyon Ortamı
Yaratmak için Elinden
Geleni Yaptı
Bu duruşmada da aynı plan tekrar
uygulamaya konuldu. Polisin saldırgan
tutumu daha Trabzon girişinde başladı.
Önce kimlik yoklaması yapılmak istendi. Ardından mahkeme dışında bekleyen insanlar taciz edildi. Halk Meclisleri'nden iki kişi, polis mi yoksa faşist mi
olduğu belli olmayan kişiler tarafından
dövüldü. En son ise, mahkeme bitiminde taleplerin yazılı olduğu pankart
açıldığı sırada Halk Meclisi üyelerine
saldırıldı. Gözaltına alınanlar bırakılacağı sırada, faşistlere yürüyüş yaptırıldı. Akıllan sıra, bekleyen kitleyi korkutarak psikolojik üstünlüğü ele geçireceklerdi. Onların yürüyüşünü ve sloganlarını, gözaltından bırakılan insanlarımızın coşkulu bir şekilde Trabzon
Adliyesi'nden sloganlar atarak otobüslere gelişi izledi. Bu güzel bir cevap ol-
muştu. Bunun hazımsızlığını yaşayan
polis tekrar planlar yaparak, faşistleri
sokak aralarında konuşlandırmaya
başladı. Otobüslerin hareketinden önce polis uyarıldı ve aynı dönüş güzergahından gidilmeyeceği söylendi. Bunun
üzerine polis, ters yönde bir istikamet
üzerinden yol verdi. Otobüsler hareket
eder etmez faşistlerin saldırıları tekrar
başladı. Bu zaten tahmin ediliyordu.
Çünkü her değişen güzergah, faşistlere
anında bildirilecek şekilde örgütleniyordu. Üstelik ters istikamet olmasına
karşın, yol tekrar faşistlerin önceden
saldırdığı sahil caddesine çıkıyordu. Yani polis, insanları faşistlerin saldırı alanı dışına çıkarmıyordu. Nitekim de öyle oldu ve yine atılan taşlar sonucu
camlar kırıldı. Yalnız bu kez saldırının
yeni bir farklılığı vardı. Sadece polisler
tarafından yapılabilecek olan bir molotof, otobüslere atılmış ancak alev almadan sönmüştü. Bu molotofun özelliği
ise, şişenin içine strafor köpüğü eritilerek doldurulmuş bir molotof olması
idi. Parlayıcılığı ve atıldığı yerde yangın
çıkartması ile bilinir.
Bütün bunlar da gösteriyor ki; Gazi'nin katillerinin yargılanmasını hazmedemeyen kontrgerilla, tıpkı Sivas ve
Gazi'de gerçekleştirdiği katliamlar gibi,
bu kez de Trabzon'da faşistleri kullanarak yeni bir katliam yaratma peşindedir. Böyle bir saldırı sonucu insanlarımıza bir zarar geldiği noktada, baş sorumlu Trabzon valisi ve emniyet müdürü olacağı gibi, aynı zamanda tüm
polisler ile faşist örgütlenmeler de bu
sorumluluğu paylaşacaklar ve suçlu
olacaklardır.
Hatırlandığı gibi, 1992 yılında verilen Grup Yorum konserinde de böyle
bir tezgah yapılmak istenmiş, konser
çıkışı insanlara taşlarla saldırılmış ve
konsere gelenler kapalı spor salonunda
saatlerce mahsur kalmışlardı. Ancak,
saldın insanların uyanıklığı sayesinde
atlatılmış, basının da olaya yetişmesi
ile birlikte foyalarının açığa çıkacağını
farkeden kontrgerilla, faşistleri geri
çekmişti.
Gazi mahkemesi dönüşü otobüslere
atılan molotof, bize belleğimizde yer
etmiş olan bir olayı daha hatırlatıyor.
Bundan birkaç sene önce İstanbul-Vezneciler'de, park halindeki çiftkatlı otobüse de aynı molotoftan atılmış ve bu
otobüste bulunan onlarca Yunanlı turist yanarak can vermişti. Olayda kullanılan malzemeler farklı zaman kesitlerinde gerçekleşse de, tüm bunların nasıl bir merkezden yönlendirildiğini ortaya çıkartıyor. Tabii burada Trabzon'daki kontrgerilla örgütlülüğünün
kurumsallaşmış yapısını da gözardı etmemek gerekiyor. Trabzon kontrgerillası, gelişen her türlü halk muhalefetinde faşistlerle saldırarak, hem bu uygulamalardaki devlet gerçeğini gizlemeye
çalışıyor, hem de halka karşı düşmanlığını devam ettiriyor.
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
13
MECLİSLER
20 Aralık 1997
KURTULUŞ
Gazi Halk Meclisi Üyesi Mehmet Akdemir:
"HALK MECLİSLERİ
MEŞRULUĞUNU
DGM'DE DE KABUL
ETTİRDİ
Kontrgerilla devletinin Halk Meclisleri'nin güçlenmesine yönelik korkusu ve yaygınlaşmasına tahammülsüzlüğü
sonucunda 12 Eylül günü keyfi olarak gözaltına alınıp yine DGM tarafından hukuk dışı olarak tutuklanan ancak
halkın sahiplenmesi ve Halk Meclisleri'nin meşruluğu nedeniyle devletin serbest bırakmak zorunda kaldığı Gazi Halk
Meclisi üyesi ve Gazi Davası Komitesi sözcüsü Mehmet Akdemir ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
Kurtuluş:
Öncelikle
geçmiş olsun
ve aramıza
hoşgeldiniz
diyoruz. Susurluk'taki
devletin pisliklerinin ortaya saçılmasıyla birlikte girdiği savunma psikolojisinden çıkıp halka karşı saldırıya hazırlandığı günlerde gözaltına alınıp, tutuklandınız. Nasıl oldu Gazi Halk Meclisi
üyesi ve Gazi Davası Komitesi sözcüsü
olarak tutuklanmanızın nedenleri ne
idi, kısaca bize o süreci anlatabilir misiniz?
Mehmet Akdemir: Sağolun, hoşbulduk... Sizlerle, halkımızla, Halk Meclisleriyle üç ay sonra yeniden buluşmak
çok güzel bir duygu, tarif etmek gerçekten zor.
Sizin de ifade ettiğiniz, Susurluk
devleti 3 Kasım '96 sonrasında girdiği
savunma psikolojisinden, MGK'nın daha fazla öne çıkarak, çürüyen, her gün
çöken devlet mekanizmasını tamir etmek ve halkın öfkesini, tepkilerini bastırabilmek amacıyla saldırıya hazırlandığı, morali bozulan çetelerine moral
kazandırmaya çalıştığı bir süreçte gözaltına alınıp tutuklandım.
Özellikle Halk Meclisleri'nin yaygınlaşıp, örgütlü bir halk gücü haline dönüştüğü, Susurluk'taki devlete, çetelere
karşı öfkesini binlerle ifade ettiği bir dönemde halka karşı saldırıya geçecekleri
mesajını, tam da Gazi Katliamı davası
sürecinde beni gözaltına alıp tutuklayarak aynı gün kontrgerilla çetelerini, katilleri tahliye ederek verdiler.
Siz de biliyorsunuz, gözaltına alındığım günlerde Trabzon'da yapılacak
olan Gazi Katliamı Davasına kitlesel katılımın sağlanmasına kararlılıkları var-
dı. Uzun süren toplantılar sonunda,
özellikle HÖP'ün ve Gazi Halk Meclisinin yoğun çabaları ile birlik sağlandı ve
Gazi Davası Komitesi oluştu. Bu komitenin sözcülüğüne de yine komite tarafından ben seçildim.
Hazırlıklar toplantılarla birlikte
oluşturduğumuz program çerçevesinde
hızlandırıldı. Heyetler oluşturup, çeşitli, DKÖ'lerle, sendikalarla, siyasi partilerle, duyarlı tüm çevrelerle görüşmeler
Mehmet Akdemir
mislerdi.
Gazi davası komitesi sözcüsü olarak
benim okuduğum basın açıklamasında
başlıca şu talepler yeralıyordu.
ı. Tarafsız olamayacağını açıklayan
hakimin görevden alınması
2. Davanın Trabzon'dan alınarak İstanbul il sınırları içinde bir mahkemede
görülmesi
3. Susurluk Çetesi Davası'nda yargılanan özel timciler, ibrahim Şahin, Er-
özellikle Halk Meclisleri'nin
yaygınlaşıp, örgütlü bir halk gücü
haline dönüştüğü, Susurluk'taki
devlete, çetelere karşı öfkesini binlerle ifade ettiği bir dönemde halka
karşı saldırıya geçecekleri mesajını,
tam da Gazi Katliamı davası sürecinde beni gözaltına alıp tutuklayarak aynı gün kontrgerilla çetelerini, katilleri tahliye ederek
verdiler.
yapıp desteklerini istiyor, davayı sahiplenenleri çoğaltmaya çalışıyorduk. Yoğun bir ilgi ve destek de bulduk.
Yine programımız gereği 11 Eylül
'97 günü İstanbul Adliyesi önünde Gazi-Ümraniye Hukuk Komisyonu'nda
yeralan avukatlarımızla birlikte çeşitli
taleplerimizin de içinde yeraldığı, Trabzon'da görülecek davaya katılım çağrısı
yaptığımız bir basın açıklaması yaptık.
Avukatlarımız basın açıklaması öncesinde Başsavcılığa, "ben bu davada tarafsız olmayacağım, ben bu davada
devletimizin güzide emniyet güçlerinin
tarafını tutacağım" diyerek tarafsızlığını
yitiren davanın hakimi Hüseyin tmamoğlu'nun görevden alınması ya da istifa ettirilmesini içeren bir dilekçe ver-
can Ersoy, Ayhan Çarkın ve Oğuz Yorulmaz gibi bu davada adı geçen birçok
çete mensubu suçlunun da Gazi Katliamı Davası'nda sanık olarak yargılanması...
Kurtuluş: Basın açıklamasını biz de
izledik. Orada bir sorun çıkmamıştı.
Akdemir: Evet, basın açıklamasında
bir sorun çıkmadı. Ancak, ne olduysa
bundan sonra oldu. "Fincancı katırlarını ürkütmüş" olmalıyız ki, basın açıklamasından bir-iki saat sonra Beşiktaş
Belediyesi yetkilileriyle yaptığımız görüşme sonrasında günlerce hesap sorduğumuz çeteler tarafından Grup Yorum elemanı Kemal Sahir Gürel ile birlikte Belediyenin kapısı önünde hiçbir
gerekçe gösterilmeksizin, tamamen
keyfi bir biçimde yerlerde sürüklenerek
gözaltına alındık.
Kurtuluş: Emniyet Müdürlüğün'de
bu konuya ilişkin birşey söylediler mi?
Yani Gazi Katliamı Davasının halk tarafından sahiplenilmesi onlarda nasıl bir
etki yaratmış?
Akdemir: Çok etkilenmişler öfke duyuyorlardı. Pisliklerini orada da ortaya
serdiler. Özellikle Halk Meclislerine ilişkin kızgınlıklarını belirttiler. Bana "Senin Gazi Davasıyla ne ilgin var? Sana ne
Trabzon'daki mahkemeden? Ortalığı ne
karıştırıyorsunuz?" diyorlardı.
Korkmuşlardı. Başta Gazi Halk Meclisi olmak üzere tüm Meclis ve Girişimlerinin öncülüğünde Gazi Katliamı Davasının sahiplenilmesi ve gerçek suçluların, provokatörlerin, katillerin ifşa
edilmesinden duydukları korkuyu ifade
ediyorlardı.
Zaten bugüne kadar gerek Trabzon'da, gerekse gidiş-geliş güzergahında davayı sahiplenen insanlarımıza yönelik engelleyici tavırları, sivil faşistlerin provokasyon çabaları, resmi-sivil
polislerin coplu, tekmeli yaralanmalara
kadar varan saldırganlıkları, terörü hep
bu korkunun ve acizliğin itirafıdır aslında...
Kurtuluş: Sonra ne oldu, nasıl tutuklandınız?
Akdemir: Oraya gelmeden birşeye
değinmeden geçemeyeceğim. Ben terörle mücadele şubesinde iken Halk
Meclisleri üyeleri Vatan Caddesi'ndeki
çete karargahına gelerek işkence ve hapislik pahasına sahiplenmeleri, fedakarlıkları, cesaretli tavırları beni çok etkiledi. Bunu Ümraniye Hapishanesi'nde iken öğrendim. Çok duygulandım ve halkımızın fedakarlığı ve irade
gücü beni daha fazla güçlendirdi. Sanırım biraz da bu sahiplenme ve cesaretli
tavrın yarattığı korkuyla olsa gerek, beni apar-topar DGM Savcılığına çıkardı-
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
14
MECLİSLER
lar. Yine aynı hızla tutuklama kararı çıkardılar. Üstelik gözaltına alma amaçlarının dışında oluşturdukları iddialarla
ve tam bir komplo girişimiyle tutuklandım. Amaçlan Halk Meclisleri'nin meşruluğuna gölge düşürmek ve yeni saldırılara zemin hazırlamaktı.
Kurtuluş: Tutuklanmanızın ardından otuzun üzerinde avukat tarafında
ortak imzalı bir itiraz dilekçesi verildiğini biliyoruz. Bu konuda neler söylemek isterseniz?
Akdemir: Öncelikle duyarlılıkları ve
Halk Meclisleri'nin meşruluğunu sahiplenmeleri açısından sizin aracılığınızla onlara da teşekkür ediyorum. Bu
tavrı Halk Meclisleri'nin gücünün ve
meşruluğunun da göstergesi olarak değerlendirmek gerekir.
Bununla birlikte bu sözünü ettiğimiz itiraz dilekçesine, önce imza atıp
sonra "Ben dilekçede Halk Meclislerinin savunulduğunu bilmiyordum. O
yüzden imzamı çekiyorum" diyen avukat arkadaşlara da bir sözüm var. Ki bu
arkadaşlar aynı zamanda Trabzon'a giderken "Biz Halk Meclisleri'nin tuttuğu
otobüse binmeyiz" diyerek Barış Partisi'nin otobüsünü tercih eden arkadaşlardır. Sizin siyasal ahlakınızda bir devrimcinin zindandan kurtarılması için
çetelerin halka karşı açtığı savaşta devrimcilerin, halkın yanında olmamız
için, herkesin sizin gibi düşünmesi mi
gerekiyor. Bir devrimcinin tutukluluğuna itiraz edilen dilekçeden o değerli imzanızı başka nerelerde kullanırsınız?
Kurtuluş: Davanız nasıl geçti, duruşmada neler yaşandı, nasıl tahliye oldunuz?
Akdemir: Aslında davaya gelene kadar yaşanan ve davayı etkileyen bir süreçten sözetmek gerekir. Tutuklandıktan hemen sonra Halk Meclisleri, önce
Gazi Davası hazırlıklarını tamamlayan
ve Trabzon'da güçlü bir şekilde hesap
sormaya kilitlendiler. Bununla birlikte
lemleri 50'li 100'lü rakamlarla sınırlı kalırken, Halk Meclisleri binlerle biraraya
getiriliyor, halkın birliğinin nerede, nasıl ve hangi koşullarda sağlanabileceğini gösteriyordu.
Bu sürecin sonunda yapılan Ankara
Yürüyüşü ise sürece damgasını vuran,
kimden, nerede nasıl hesap sorulacağını gösteren bir eylem oldu. Bu süreç bütünüyle ele alındığında "cahil", "politika
üretemez", "karar alamaz" diyenlere ve
halka güvenmeyenlere, halkın iradesine saygı duymayanlara da, biraraya geldiğinde halkın iradesinin, dayanışmasının ne kadar güçlü olduğunu, ne denli
isabetli politikalar üretebildiğim göstermiş oldular. Bu süreç aynı zamanda
Halk Meclisleri'nin kendisine duyduğu
güveni geliştirdi, güçlendirdi.
12 Aralık'taki duruşma gününe gelene kadar böylesi bir süreçten geçen
Halk Meclisleri davaya hazırlıklı geldiler. Ben DGM'ye girerken alkışlar, zılgıtlar arasında pankartları-dövizleriyle,
sloganlarıyla birlikte olduğumuzu hissettirdiler.
Duruşmaya girmeden önce, sloganları ve alkışlan duyan bir astsubay, "slogan atanlar senin yakınların mı?" diye
sordu. "Evet onlar Meclis üyeleri" dedim. Şaşırdı ve tekrar sordu. "Ne Meclisi?" dedi. "Halk Meclisi" dedim. "Daha
önce hiç duymadım" dedi. "Bekle daha
çok duyacaksın" dedim. Beynini Ümraniye Hapishanesi'nin dış duvarlarının
kalınlığıyla eş değer gören bu asker de
öğrenecekti HALK MECLİSLERİNİ...
Duruşma başından sonuna kadar
Gazi Katliamının sorumlularından, çetelerden ve bir bütün olarak Susurluk'taki devletten hesap sorulan, Halk
Meclisleri'nin halk için ne kadar gerekli
olduğu, nasıl oluştuğu, bugüne kadar
neleri başardığı konusunda açıklamalar
yapılan bir Halk Kürsüsüne dönüştü.
Duruşma salonunda çeşitli semtlerden
kadınlı-erkekli, genç-yaşlı üyeleri, HÖP
meşruiyetine gölge düşürülmesine karşı da çeşitli eylemler örgütleyerek serbest bırakılmam için çaba gösterdiler.
Trabzon'a güçlü bir şekilde gidiş başarıldı. Bu çetelerin ilk yenilgisi oldu.
Trabzon'da hesap sormamızı engelleyemediler.
Hemen ardından "Bir Dakika Karartma" eylemleri geldi. Bu süreçte de
vatanımızın her karış toprağında yaşanan adaletsizlikler için, çetelerin bizi
yönetmemesi ve halka hesap vermesi
için sokaklar, meydanlar binlerle, onbinlerle dolduruldu.
"Susurluk'taki Devlet Halka Hesap
Verecek", "Adalet istiyoruz", "Çeteler Bizi Yönetemez" sloganlarıyla meydanlara kurulan Halk Kürsüleriyle halkın
adalet özlemleri haykırıldı. Meşalelerle
Susurluk'taki devletin yarattığı karanlık
aydınlatıldı. Sokaklar meydanlar Halk
Meclisleri'nin öncülüğünde meşrulaştırıldı.
Bu süreçte yine 16-17 Nisan ve irfan
Ağdaş'ın katliam davaları kitlesel olarak
sahiplenildi. Yapılan onca engellemeye
devlet terörüne rağmen, halkın kendi
evlatlarının sahiplenmesi engellenemedi. Meclislerin ve Meclis Girişimlerinin meşruiyeti tam da bu süreçte halk
nezdinde yerli yerine oturdu. Bir takım
yayın organı çevrelerinin ve reformist
partilerin düzenlemeye çalıştığı ışık ey-
yapmaya gelen avukatlarla doldu. Birçok izleyici dışarıda kaldı.
Duruşma yapılan kimlik tespitinden
sonra, benim hazırladığım 11 sayfalık
savunma metnini okumamla başladı.
Savunmada esas olarak Gazi Katliamı'nın neden ve kimler tarafından organize edildiğini, Gazi Halkının bu provakasyon ve katliam saldırısı karşısındaki göğsünü kurşunlara siper eden
ayaklanmadaki kararlılığım, öfkesini ve
katliam sonrası adalet özlemlerini ve
hesap sormadaki kararlılığını anlattık.
Duruşma boyunca DGM Hakimlerine ve Savcıya, Gazi Katliamının sorumlularının ortaya çıkarılmasının, işledikleri suçların cezalarını çekmelerini
istemin, Gazi davasını sahiplenmenin,
davayı sahiplenenlere yapılan saldırı ve
provokasyonları engelleme çabalarının
çetelerin adaleti değil, halkın vicdanını
da tecelli edecek adalet talebini haykırmanın suç olup olmadığını sorduk.
Eğer varsa böyle bir suçun izahını istedik. Ve yine bunları istemek suç ise, bu
suçu defalarca işleyeceğimizi belirttik.
Çünkü, onuru, namusuyla yaşayan, dürüst her insanın, insanlık göreviydi bu...
Avukatlığımı üstlenen Ergin Cinmen, kendi savunmasında "Gazi davasını savunmak suç değildir. Bu katliamı
gerçekleştirenleri açığa çıkartmak, bu
suçu işleyenlerin mahkeme önüne çı-
karılması için çaba göstermek suç değildir. Bu davayı hepimiz sahiplenmeliyiz. Biz, siz (hakimleri kastederek) insanım diyen herkes sahiplenmeli. Bu bir
insanlık görevidir. Mehmet Akdemir bu
dünyada tek başına da kalsa bu davayı
sahiplenecektir. Bu suç değildir. Hepimiz böyle düşünmeliyiz" diyordu.
Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Metin Narin'de davaya ilişkin tanıklarımız olduğunu ve bu tanıkların dinlenilmesi gerektiğini belirtti. Mahkeme
heyeti kabul ettikten sonra, şehit ailelerinden şehit Sezgin Engin'in babası
Mahmut Engin ilk tanık olarak salona
girdi.
Heyet oldukça şaşırmış görünüyordu. Çünkü halkın inisiyatifinde gelişiyor, çetelerin oluşturmaya çalıştığı "yasadışı örgüt" komplosu parçalanıyordu.
Heyet şaşkındı, çünkü tanığa ne soracağını dahi bilemiyordu. Avukatlardan isteyerek "Ne sormamızı istiyorsunuz"
dediler.
Avukatlar, polisin yalanlarının oluşturduğu iddianamenin tersine "benim
üzerimde çıkan yazı ve belgelerin, savcının iddia ettiği gibi "örgütsel dokümanlar" mı yoksa, Gazi Davası Komitesi'nin Trabzon'a gidiş için yapılan toplantıların tutanakları mı olduğunun belirlenmesi için, Şehit Aileleri olarak toplantıya katılıp, katılmadığının" sorulması istendi.
ilginçtir, hakim de soruyu böyle sordu. Şehit babası Mahmut Engin'e "siz
Şehit Ailesi misiniz?, Mehmet Akdemir'i
tanıyor musunuz?" diye sordu.
Mahmut Engin'de "Evet Sezgin Engin'in babasıyım ve şehit ailesiyim.
Mehmet Akdemir'i Gazi Halk Meclisi
üyesi olarak tanıyorum. Biz Şehit Aileleri olarak Cemevi'nde yapılan toplantılara katıldık" dedi.
Hakim "toplantının yasadışı bir örgüt toplantısı mı olduğunu, başka kimlerin toplantıya katıldığını sordu.
Mahmut Engin, "Herkes vardı, sendikalar, dernekler, Gazi halkı, Okmeydanı halkı..." diyordu ki, hakim daha
fazla dinlemedi. "Tamam oturabilirsiniz" dedi. Ve hakim tutanaklara yazdırırken "Şehit Ailesi Mahmut Engin..."
diyerek artık onun nezdinde de meşrulaşan şehitlerimizi ve Şehit Ailelerimizi
de tutanağa geçirdi.
Davaya bu kez Gazi Halk Meclisi
sözcüsü Halil Telek tanıklık için çağırıldı.
Hakim yine ne soracağını bilmiyordu. Avukatlarımız "Toplantılarda tutanak tutulup, tutulmadığını ve bu tutanakların kimde toplandığının" sorulması istendi.
Hakimin soruyu tekrarlaması ardından Gazi Halk Meclisi Sözcüsü Halil Telek; Mehmet Akdemir Halk Meclisimizin üyesi ve aynı zamanda Gazi Davası
Komitesi'nin sözcüsüdür. Bizde bu taplantıya duyarlı tüm çevreler gibi katıldık. Toplantı tutanaklarını sözcümüz
olduğu için Mehmet Akdemir'e veriyorduk" dedi.
Tanıkların dinlenmesinin bitmesiyle birlikte, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Behiç Aşçı, savunmasında
"Bu davanın açılış nedenlerinin iddianamede yazıldığı gibi olmadığını, polisin böylesi iddialara (yasadışı örgüt yöneticiliği vb.) başvurduğu, bunun yüzlerce örneği olduğunu ancak sıradan
20 Aralık 1997
bir insanın dahi buradaki hukuk dişiliği
görebileceğini, ancak savcının tüm gerçekler ortada iken bu hukuk dişiliği sürdürmesinin anlaşılamadığını belirtti.
Ve davanın esas olarak Halk Meclisleri'ne çetelerin saldırısının bir parçası
olduğunu, oysa meclislerin meşruluğunun herkesin gözünde artık netleştiğini, halkın Halk Meclisleri'yle sorunlarına çözüm aradığını ve çeşitli başarılar
kazandığını" uzun uzun anlattı.
Dava tam anlamıyla halkın inisiyatifinde gelişiyor ve sonuçlanmaya doğru
gidiyordu. Ara verildi. Herkes merakla
bekliyordu, ben de... Bakalım çetelerin
komplosu mu tutacaktı, yoksa halkın
gücü bu komployu yerle bir edip Gazi
Davasını sahiplenmenin bir bütün olarak Halk Meclisleri'nin meşruiyetini
halk nezdinde olduğu gibi DGM'lere de
kabul ettirebilcek miydi?
Haklılığımızı meşruluğumuzu salonda bulunan herkesin gözünden okuyabilmek mümkündü. Salonda bekleyen polisler bile, savunmalar sırasında
suçluluk psikolojisiyle ya gözlerini kaçırıyor ya da başını öne eğiyordu.
Verilen ara sonrasında salona tekrar
alındık ve karar açıklandı. TAHLİYE...
Susurluk'taki devletin çetelerin
oluşturmaya çalıştığı komplo parçalanmış, Halk Meclîsleri meşruiyetini
DGM'lere de kabul ettirmişti. Nasıl kabul ettirmesin ki, şu anda ülke toprakları üzerinde, kendisi tartışan, kendisi karar alan ve uygulayan halkın iradesini
yansıtan tek halk örgütlülüğünü temsil
ediyorduk. Bu gurur, yıllarca gecekondu semtlerinde, mahallelerde ezilen,
boyun eğdirilmeye çalışılan, yok sayılan
ancak tüm baskılara rağmen direnen
şehitler veren, ama asla teslim olmayanların haklı gururuydu. Biz kazanmıştık, halk kazanmıştı.
Kurtuluş: Sonra nasıl oldu, tahliyenizden sonra da hemen bırakılmadınız,
neler yaşandı, neden?
Akdemir: Evet, çeşitli sorunlar yaşandı. Bu şu demektir. Susurluk devam
ediyor... Tamamen keyfi gerekçelerle iki
gün boyunca Asayiş Müdürlüğü nezaretinde tutuldum. Gerekçe de, aylar önce ertelenen basın davalarının ertelenme kararları, bilgi işlem merkezlerindeki kayıtlardan düşülmemiş (!) DGM'de
konu ile ilgilenen memurlar bu yazıları
defalarca yazdıklarını ancak polis bilgisayarından bunların nedense (!) düşülmediğini ifade ediyordu. Ve iki gün boyunca tanık olduğum gibi onlarca insanımızın her gün sadece bu nedenden
dolayı zulme uğratılması Susurluk'un
hala devam ettiğini gösteriyor.
Kurtuluş: Son olarak bize söyleyeceğiniz birşey var mı? Artık özgürsünüz,
ne düşünüyorsunuz?
Akdemir: Herşeyden önce halklarımız bağımsız demokratik bir ülkeye kavuşmadan kendimi özgür hissetmeyeceğim. Diğer yanıyla üç ay sonra da olsa halkımızın adalet, eşitlik ve özgürlük
mücadelesiyle buluşmak coşku veriyor.
Bir kez daha MERHABA...
Kurtuluş: Teşekkür ediyoruz.
Akdemir: Ben teşekkür ediyorum...*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
20 Aralık 1997
Mahalleler, işçiler, memurlar,
köylüler ve gençlik devrimci
örgütlenmenin temel alanları olarak
sayılabilirler. Bunlar birbirlerinden
daha net sınırlarla ayrılabilen,
ekonomik, sosyal özellikleri
açısından kendilerine özgü
nitelikleriyle ayrı bir faaliyet ve
örgütlenme alanı olarak
tanımlanabilen alanlardır. Bu
anlamda da hayatın çeşitli
alanlarında meclis örgütlenmelerinin
somutlanışını ortaya koymaya
açmaya çalıştığımız bu yazı dizisinde
buraya kadar bunları ele aldık. Ancak
meclisler bu alanlarla sınırlı
tutulamaz.
Meclisler halkın çok daha farklı
kesimleri için de muhtevası
korunularak, kendi özgünlükleri
içinde biçimlenerek, bugünkü
örgütsüzlüğün veya var olan gerici,
statükocu örgütlülüklerin alternatifi
olabilirler. Bu farklı kesimler
kimlerdir? Örneğin en başta
aydınlan, sanatçıları ayrıştırabiliriz.
Devamında mimar mühendisleri,
avukatları, doktorları, eczacıları,
esnafları sayabiliriz. Aklımıza gelen
gelmeyen tüm serbest meslek
sahipleri için de meclisler
önerilebilir.
***
AYDINLAR, SANATÇILAR, örgütlü
olmak gerektiğinin belki de en fazla
bilincinde olan, bunun tarihsel
gerekliliğini yüzyıllara uzanan
örneklerle bilen bir kesim olmalarına
rağmen, ilginçtir ki, bugün
ülkemizdeki en örgütsüz kesimlerden
biridirler. Bırakın sanatın, sosyal,
kültürel hayatın çok çeşitli
alanlarında faaliyet yürüten, üreten
tüm aydınları bir araya toplayacak bir
örgütlülüğü, daha sınırlı alanlar ve
dallar için geçerli olabilecek
örgütlülükleri bile yok denecek kadar
azdır.
Bu nedenle de aydınlar, sanatçılar
bugün çok önemli sorunlarla karşı
karşıyadırlar. Birincisi; hepsinin
toplum yaşamı üzerindeki, ülkedeki
gelişmeler üzerindeki etkinlikleri,
yönlendiricilikleri yalnızca bireysel
üretimleriyle sınırlıdır. Hemen bu
noktada bunun aydının, sanatçının
bir özelliği olduğunu söyleyenler
olacaktır. Oysa bu bir aydının,
sanatçının ancak zayıf yönü olabilir.
İkincisi; bu bireysel üretim halktan
AYDINLAR
kopukluğun, halka yabancılaşmanın,
toplumsal mücadelenin dışında
olmanın izlerini çok belirgin bir
biçimde taşıdığı için zaten daha
baştan işlevsizleşmiş, etkisizleşmiş
olmaktadır. Üçüncüsü; aydınlar bu
örgütsüzlükleri yani bireysellikleri
nedeniyle doğrudan kendi sanatsal
üretimleri, doğrudan kendi faaliyet
alanları üzerindeki baskılara karşı da
ciddi bir güç oluşturamamakta, geniş
aydın, sanatçı kitlesi bu noktada
kendi üretimine otosansür
uygulamak, düzenle bütünleşmek
tercihiyle karşı karşıya bırakılmış
olmaktadır.
Meclisler herşeyden önce bu
örgütsüzlük durumunu değiştirecek
araçlardır. Öte yandan meclisler,
demokrasiden çokça söz eden,
kendilerini ifade etmeye çok özel bir
önem atfeden aydınların bu
taleplerini karşılayabilecek nitelikte
örgütlenmelerdir. Meclisler sonuç
olarak aydınların ve sanatçıların
toplumsal yaşama daha iradi, örgütlü
müdahalelerini olanaklı kılacak, aynı
zamanda onların üretimlerine de
kolektif bir nitelik kazandıracaktır.
Meclisler üzerine çeşitli aydınlarla
yapılan ve Kurtuluş'ta da yayınlanan
röportajlarda hemen tüm aydınlar,
sanatçılar bu tür meclislerin
gerekliliği doğrultusunda görüş
belirtmişlerdir. Ama buna rağmen bu
süreç içinde bu yönde somut bir
gelişme henüz ortada
görünmemektedir. Bu bile tek başına
ülkemizdeki aydınların, sanatçıların
inisiyatifsizleşmelerinin ya da
kendilerine güvensizliklerinin ya da
örgütlülükten kaçışlarının bir
göstergesidir. Böyle bir adımı
kimden, nereden bekliyorlar?
Halkın cahil bırakılmış, bilinçsiz,
yoksul çeşitli kesimlerinin öncü
ihtiyacı duymaları, kendi dışlarında
atılacak bir adımı beklemeleri bir
yerde anlaşılırdır. Peki ya aydınlar,
sanatçılar? Böyle bir inisiyatifi
göstermedikleri noktada onların
aydın olma, halka yol gösterme
misyonu nerede kalır?
Kurtuluş'ta yayınlanan bu
röportajlarda belirtilen görüşlerden
biri de aydınların, sanatçıların Halk
Meclislerine katılmaları gerektiğidir.
Kimi aydın ve sanatçılar buna ayrıca
aydın sanatçı meclislerine gerek
olmadığını da ekliyorlardı. Örneğin
bunlardan tiyatro sanatçısı
Yiğit Tuncay şöyle diyordu;
"Meclislerin
tekleştirilmesine gitmenin
yararlı olacağına
inanıyorum... Aydınlar ve
sanatçılar kendi
kovuklarından çıkarak ve
misyoner görüntülerini
silmek için Halk
Meclislerine teşrif
etmelidirler. Halk, aydınını
kendi öz aydını olarak ve
samimi görmek ister.
Aykırılığını bile samimi bir
ortam içinde söyleyen insan kabul
görecektir..."
Kuşkusuz bu da üzerinde
durulmaya değer bir görüştür. Ancak
buradaki temel yaklaşım doğru
olmakla birlikte sorunu şöyle
biçimlendirmek daha yerinde
olacaktır. Herşeyden önce, aydın
sanatçı meclislerini oluşturmak, bu
meclisler içinde yer almak diğer
çeşitli örgütlülükler içerisinde yer
almaya da engel değildir. Aydınlar,
sanatçılar bir yandan aydın, sanatçı
meclislerinde kendi örgütlülüklerini
oluşturur, gerek mücadele açısından,
gerek üretim açısından bireyselliğin
dışına çıkamayan aydın sanatçı
kesimi bu örgütlülüğe kazandırmaya
çalışır, ve bu örgütlülükle kendi
özgün taleplerinin, sorunlarının
çözümü için mücadele ederken, aynı
anda mahallelerdeki Halk
Meclislerinde de yer alabilir.
Almalıdır da.
Meclislerin asıl işlevi net olarak
kavrandığında, zaten bunların karşı
karşıya getirilmesinin de gereksiz
olduğu ortaya çıkar. Meclisler halkın
hemen tüm kesimleri için şu ya da bu
ölçüde söz konusu olan
örgütsüzlüğün aşılmasını hedefleyen,
mücadeleyi hayatın her alanında
kitleselleştirmeyi hedefleyen, hayatin
her alanında o alandaki kitlelerin
karar ve iradesini ortaya çıkarmayı
hedefleyen örgütlülüklerdir. Halkın
çeşitli kesimlerim ayrı örgütlülükler
içinde birbirinden koparmayı değil,
halkın örgütsüz büyük çoğunluğunu
bulundukları alanlarda, mekanlarda
örgütleyerek birleştirmeyi
hedefleyen örgütlülüklerdir. Ayrı ayn
alanlarda örgütlenecek meclisler
halkın birleştirilmesinin araçları,
zeminleri olacaklardır.
***
MİMARLAR, çok çeşitli dallardaki
MÜHENDİSLER bugün belli
ölçülerde örgütlü sayılabilecek bir
kesimdirler. Mimar, mühendis
odaları, onbinlerce üyesiyle, kendi
alanlarında çalışan çok büyük bir
çoğunluğun odalara üye olması
itibariyle biçimsel açıdan "güçlü"
örgütlenmelerdir. Ancak bunun
pratikteki yansıması aynı güçte
değildir. Dolayısıyla mimarların,
mühendislerin toplumsal yaşamdaki,
demokrasi mücadelesindeki
etkinlikleri sahip oldukları bu gücün,
aydın olarak taşıdıkları niteliklerin,
sosyal yaşam içindeki yerlerinin çok
çok gerisindedir.
Bu kesimin önündeki ilk ve en
temel soru niye böyle olduğudur? Bu
sorunun cevabı araştırıldığında
karşımıza çıkacak ilk olgulardan biri
Oda örgütlülüklerinin, bürokratik
niteliğidir. Bu adeta kabullenilmiş bir
statü durumundadır. Dolasıyla
Oda'lar da kendi üyelerini harekete
geçiremeyen, arada bir yapılan
seçimlere bile üyelerini binbir
zahmetle, binbir teşvikle ancak
getirebilen bir durumdadırlar.
Dolasıyla bu büyük kitle sınırlı
kesimleri hariç ülke sorunlarına,
toplumsal gelişmelere, halkın
durumuna karşı hatta kendileri
üzerindeki baskı ve kısıtlamalara
duyarsızlaşmış, ilgisizleşmiştir.
Oda'lar hemen tamamı itibarıyla
tepeden yönetilen örgütlülükler
durumundadır. Zaten toplumsal
muhalefete katılım açısından ancak
kırk yılda bir karar alma
durumundadırlar. Ve bu kararlarında
da kitle katılımı hemen hemen yok
denecek düzeydedir. Diyelim ki,
Gazi'de bir katliam oldu, halk
ayaklandı. Ne Oda'lar böyle bir
gelişme karşısında bir sorumluluk
duyup bir şey yapmışlar, ne de
onbinlerce üyeye bu gelişme
karşısında "ne yapmalıyız, ne
yapabiliriz?" sorusunu
yöneltmişlerdir.
Mimar ve mühendisler -ki
doktorlar, avukatlar da aynı
kategoride sayılabilirler— mevcut
durumlarına bunların ışığında
baktıklarında gerçekte mevcut
örgütlülüklerinin bir yerde onları
hantallaştıran, atıl hale getiren, bu
kesimde var olan dinamizmi öldüren
bir rol oynadığını göreceklerdir.
"Örgütlü" gibi görünen bir
"örgütsüzlük" sözkonusudur.
Meclisler işte bütün bu nedenlerden
dolayı bu alanda da bir ihtiyaçtır. Var
olan örgütlenme ve mücadele
sorunlarının çözümü için gerekli bir
araçtır. Varolan dinamizmi açığa
çıkarıp, duyarlılığı harekete geçirecek,
bu geniş kitlenin iradesini ortaya
çıkaracak bir örgütlülüktür.
***
Toplumda aydınlar, sanatçılar ya
da mimarlar, mühendislerle çeşitli .
açılardan benzerlikler gösteren başka
toplumsal kesimler de vardır.
Örneğin DOKTORLAR, ECZACILAR
aynı konumdadırlar. Arada birçok
seyrek olarak yaptıkları "beyaz
yürüyüş"ler dışında toplumsal
mücadelede hemen hiçbir izlerini,
katkılarını göremeyiz. Sağlık
işkolundaki sendikal örgütlülüklere
ve mücadeleye de mesafelidirler...
örneğin AVUKATLAR, toplumsal
sorunlarla, halkın karşı karşıya
kaldığı tüm baskı ve zulümle çok
içice olmalarına rağmen bütün bu
sorunlar karşısında duyarlılık
gösteren, halkın mücadelesinin bir
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
16
MECLİSLER
parçası olabilme tavrım gösteren
avukatların sayısı toplam sayılan
içerisinde küçük bir azınlıktır.
Yukarıda Oda'lar için verdiğimiz
örnekte olduğu gibi baro
seçimlerinden seçimlerine seferberlik
ilan edip, seçimlere belli bir katılımı
sağlayabilirlerse bu onların
demokrasi mücadelesindeki adeta
tek basanları olmaktadır. Ki, bazen
bunu da başaramamaktadırlar.
***
Çok çeşitli mesleklerden aydınlar
birey olmayı, örgütsüz olmayı adeta
statüleştirmişlerdir. Konuşmalarında,
yazılarında çok sık halkın çeşitli
olaylara gereken tepkiyi
göstermediğini söyler, biraz daha uç
noktaya savrulanlar "bu halk adam
olmaz" deyip işin içinden çıkarlar.
Oysa bunları söylemeden önce
dönüp kendilerine bakmalıdırlar.
Türkiye'nin mesela son 20 yılında
oynadıkları role bakmalı, aydın olma
misyonunu ne kadar
üstlenebildiklerini sorgulamalıdırlar.
Bunu yaptıklarında göreceklerdir ki,
halkın gerisinde kalmışlardır. Halk,
maruz kaldığı tüm baskı ve zulme
rağmen, içinde yaşadığı yoksulluk
koşullarına rağmen çok çeşitli
biçimlerde güçlü ya da zayıf
mücadelesini, dar ya da geniş
örgütlenmesini belli ölçülerde
sürdürmüştür.
Elbette süreç bu kesimler
açısından tümüyle olumsuz da
değildir. Bu süreçte aydınların,
sanatçıların, avukatların halkın
mücadelesiyle bütünleşmesi
doğrultusunda, Grup Yorum gibi,
Halkın Hukuk Bürosu avukatları gibi
klasik aydın tipinin dışına çıkan,
mevcut statükoları yıkan ve bu
alanda yeni gelenekler yaratan
gelişmelere de tanık olunmuştur. Bu
geleneklerin kitleselleştirilmesine
ihtiyaç vardır. Bu geleneğin binlerce,
onbinlerce çeşitli mesleklerden
aydının iradesini ve üretimini ortaya
koyduğu örgütlülüklerle geliştirilmesi
ihtiyacı vardır.
Halkın aydınlarından beklentisi
çoktur. Elbette aydınların
misyonlarını yerine getirmedikleri bu
onyıllar boyunca halkta aydınlara
karşı belli kuşkular, güvensizlikler de
oluşmuştur. Bu kuşkulan,
güvensizlikleri aşmanın yolu da yine
örgütlenmek, halkın örgütlülükleriyle
ve mücadelesiyle bütünleşmekten
geçer. Halkın beklentilerine cevap
verecek bir aydın tipi, aydınların
bugünkü örgütsüzlükleri içerisinde.
yaratılamaz. Bu son derece açıktır.
Örgütsüzlüğün aşılmadığı noktada
hergün biraz daha etkisizleşme, ve
düzene her gün biraz daha fazla
teslim olma kaçınılmazdır. Aslında
aydınlar için bugün meclislerde, yani
mücadeleyi geliştirecek zeminlerde
örgütlenmek, düzenin hizmetindeki
sıradan sanatçılar, mimarlar,
avukatlar olmakla halkın aydını
olmak arasında bir tercih yapmak
demektir.*
20 Aralık 1997
Faşistleri Mahallemizden Kovmak ve Kokuşmuş
Düzeni Yıkmak İçin Halk Meclislerinde Birleşmeliyiz
Okmeydanı'nda polis tarafından keyfi bir şekilde saldırıya uğrayan ve gözaltına alınan Halk
Meclisi üyesi Barış Kaya ile görüştük
Saldırışı ve gözaltınızı anlatabilir
misiniz?
- Ziya ve Çiğdem isminde iki arkadaşımla beraber Anadolu Kahvesi'ne
doğru yürüyorduk. Birden iki sivil polis otosu
önümüzde durdu. Hiçbir şey söylemeden bizi
yaka paça gözaltına almaya çalıştılar. Biz bu
yasadışı
uygulamaya
karşı gelerek slogan atmaya çalıştık. Yaklaşık
10-15 dakika mücadele
ettik. Etraftan gören insanlar da bize sahip çıkarak polise karşı geldiler. Polis halkın öfkesinden korktuğu için hemen silahına sarıldı ve bize silahının kabzasıyla vurarak gözaltına aldı.
Bu saldırıların nedenini biraz
açabilir misiniz?
- Kuşkusuz saldırıların esas amacı
Susurlukla açığa çıkan devletin katliamcı mafyacı yüzünü örtmektir. Bir
diğer nedeni ise halkın öz gücü olan
Halk Meclislerini sindirmek. Çünkü
Halk Meclisleri Susurluk Devletinin
önündeki en büyük halk muhalefetidir. Halk Meclislerinin yaygınlaşıp büyümesinden korkuyorlar. Bunun için
de alçakça saldırarak Halk Meclislerinin meşruluğunu kırmaya çalışıyorlar.
Fakat hiçbir zaman başaramayacaklar.
Bizler bu saldırılara karşı örgütlü
olmamız gerekir. Ancak halkın örgütlülüğü bu saldırıları geri püskürtür.
Tüm halkımızı halkın en meşru gücü
olan Halk Meclislerinde birleşmeye
çağırıyorum.
meydanı, Nurtepe, Çağlayan, Gültepe,
Gazi mahallelerindeki polis baskısı
devletin ne kadar acizleştiğini göstermektedir. Sağa sola pervasızca saldıran, terör estiren devlet estirdiği terör
yetmezmiş gibi insanları suçsuz yere
tutuklamaktadır. Halkı sindirme ve
çevrede polise güven imajlarım devrimci, demokratlar üzerinde baskı kurarak göstermeye çalışan
Susurluk çeteleri insanları eroin batağına, fuhuş
batağına, birahane ve
pavyon batağına iterek
kendi benliklerinden,
kendi
kişiliklerinden
arındırmaya çalışmaktadır. Fakat bizler Halk
Meclisleriyle
hareket
ederek devletin halkı yıldırma politikalarını boşa
çıkartacağız. Bizler halkız
haklıyız kazanacağız.
11 Aralık'ta Halk Meclisi imzalı
afişleri yapıştırırken Nurtepe'de saldırıya uğrayan Nurtepe-Güzeltepe
Halk Meclisi Girişimi Gençlik Komisyonu üyeleri Özkan Güneysu, Tamer
Güneş, Adem Kavasoğlu ile yaptığımız röportaj Um yayınlıyoruz.
Son günlerde mahallelerde yoğunlaşan saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özkan Güneysu: Devlet her zamankinden daha fazla korkuyor. Çünkü karşısında büyük bir halk muhalefeti var. Susurluk kampanyası içerisinde onbinlerle Susurluk devletini protesto eden, Susurluk'taki devletten hesap soran Halk Meclisleri'dir. Bunun
için Halk Meclisleri'nden korkuyor. Ve
sıkça başvurduğu yöntem şiddettir.
Son günlerde de buna başvurarak halk
muhalefetini bastırmak istiyor. Bunun
içinde saldırıyor, halkın örgütlenmesiGültepe halkından Ersin Cayan ni, haklı taleplerini haykırmasını isteile son dönemlerde çetelerin Halk miyor.
Peki bu saldırılara karşı ne yapılMeclislerine yönelik saldırılan hakması gerekir?
kında görüştük.
Önceden de dediğim gibi bu devleSon dönemlerde Halk Meclislerine tin politikası. Bizim buna karşı Halk
yönelik saldırılan nasıl değerlendiri- Meclisleri'ni güçlendirmemiz gerekir.
Tüm halkı meclislere katmamız gereyorsunuz?
kir. Çünkü bugün bize saldırdılar, yaSaldırıların en sonunrın sivil faşistler ve devcusu Gazi katliamı dulet herkese saldıracak,
ruşmasına giden Halk
bu çok açık. Faşistleri
Meclisleri üyelerine yamahallemizden kovmak
pıldı. Eli kanlı çetelerin
için, bu kokuşmuş düzehesabını sormak için
ni yıkmak için Halk MecTrabzon'a yediden yetlisleri'nde
birleşmeliyiz.
mişe giden Halk Meclisi
Çünkü buna karşı geleüyelerine saldıran devlet
cek tek güç halkın gücüacizliğini göstermiştir.
dür.
Göstermelik tutuklanan
Olay nasıl oldu anlatır
beş kişi var. Devlet suçlumısın?
ları yargılamak için değil
Tamer Güneş: Gazi Halk
kendini aklamak için
bunları tutuklanııştır. Bunlardan esas Meclisi üyesi Mehmet Akdemir'in
hesabı soracak olan halkın adaletidir. mahkemeye çağrı niteliğinde olan
Şu son günlerde de özellikle Halk Mec- afişleri yapıştırırken oldu. Sivil polisler
lislerinin bulunduğu bölgelerde Ok- çağrı niteliğindeki afişleri yapıştırırken
yanımıza geldi, izniniz var mı diye sordu. Biz de bu afişlerin izin gerektirmediğini söyledik. Sonra polis üç arkadaşımızı gözaltına almaya kalktı. Biz de
arkadaşlarımızı ellerinden çekerek
vermedik. Polis silahını çekerek üzerimize geldi. Biz de elimizdeki fırça ve
taşla karşılık verdik.
Sizce son dönemde yoğunlaşan
saldırıların nedeni nedir?
Devlet Susurluk gibi "yargılandığı"
bir süreçten geçti. Devleti "Susurluk
Devlettir" sloganıyla yargılayan sürece
damgasını vuran da Halk Meclisleri olmuştur. Fakat şu anda devlet saldırıya
geçmiştir. Gerek sivil faşistler, gerek
resmi faşistler okullarda, mahallelerde
her yerde gelişen halk muhalefetini
kırmaya, halkın öz gücü olan Halk
Meclisleri'ni sindirmeye çalışmaktadır. Ama şu ana kadar yapamadılar
bundan sonra da başaramazlar.
Peki bu saldırılar karşısında ne
yapmayı düşünüyorsunuz?
Bu saldırılara karşı var gücümüzle
örgütlenmemiz gerekir. Gelip bizi elini
kolunu sallayarak gözaltına alamaması lazım. Bunun içinde halkın öz gücü
olan Halk Meclisleri'ni güçlendirmemiz, Halk Meclisleri'nde örgütlenmemiz gerekir. Eğer Halk Meclislerini yayarsak, halkı biraraya getirirsek işte o
zaman istedikleri gibi mahallemize giremezler. Halk Meclisleri Gücümüzdür şiarını daha gür haykırmamız gerekir.
Siz son günlerdeki saldırılar üzerine ne düşünüyorsunuz?
Adem Kavasoğlu: 11 Aralıkta Halk
Meclisleri imzalı afişi yapıştırırken bize saldırdılar. Çünkü Gazi Halk Meclisi
üyesi Mehmet Akdemir'i halkın sahiplenmesini istemiyorlardı. Tabii tek nedeni bu değildi. Devletin şu anda Susurluk pisliğini örtmek, karartmak gibi
bir derdi var. Bunun için de saldırıyor.
Bugün sadece Nurtepe'ye saldırmıyor.
Emekçi insanların yaşadığı her yere
saldırıyor. Daha birkaç gün önce Okmeydanı'nda Halk Meclisi üyelerine
sokak ortasına saldırdılar; üç arkadaşımız tutuklandı. Yine l Mayıs'ta iki arkadaşımız tutuklandı. Bu saldırıların
hepsi büyüyen Halk Meclisleri'nin
meşruluğunu kırmak, insanları sindirmek içindir. Biz de bu saldırılara karşı
Halk Meclisleri'ni yaygınlaştırmalıyız.
Halk Meclisleri halkın öz örgütlülükleridir. Devlet bunu bildiği için saldırıyor. Bunun en yakın örneği, Gazi Davası'nı sahiplenmeye giden halka saldırdı. Çünkü halkın öfkesinden korkuyor. Bizim bunlara söyleyecek tek sözümüz var. Halkın öfkesinden korkmaya devam edin. Çünkü dosta da,
düşmana da halkın tek örgütlülüğü
olan Halk Meclisleri'nin gücünü gösterdik ve daha görecekleri çok şey
var.*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
17
KAMU EMEKÇİLERİ
30 Aralık 1997
Ceyhan'da İş Bırakan
Memurlar Gözaltına Alındı
Kamu Emekçileri Sendikaları Platformu'nun (KESK)
11 Aralık'ta ülke genelinde yaptığı bir günlük iş bırakma
eylemi paralelinde Adana'nın Ceyhan ilçesinde de yaklaşık 70 Kamu Emekçisi iş bıraktı. Sabah 09.00'da sendikalarında toplanan öğretmenler, topluca hastaneye yürüdüler. Yol boyunca "İşçi Memur El Ele Genel Greve" ve
"Memuruz Haklıyız Kazanacağız" sloganlarını atan eğitim emekçileri, hastane bahçesinde Eğitim-Sen başkanı
ile bazı üyelerinin gözaltına alınmasına tepki gösterdiler
ve Merkez Karakoluna yürüdüler. Gözaltına alınanlar
savcılıkta serbest bırakıldılar.
Ceyhan Belediyesi'nde çalışan memurlar da aynı
gün saat 08.00'de eyleme başladılar. Tüm-Bel-Sen başkanının okuduğu "eli kanlı katilleri, mafyacıları serbest
bırakan devleti teşhir ettiklerini" belirttiği basın açıklamasının ardından yine "İşçi Memur El Ele Genel Greve"
ve "Memuruz Haklıyız Kazanacağız" sloganlarını atan
memurlar, eylemi sona erdirdiler.
Adana'da İş Bırakma Eylemi Yapıldı
Kamu Emekçileri Sendikaları Platformu'nun (KESK)
11 Aralık'ta ülke genelinde yaptığı bir günlük iş bırakma
eylemi, Adana'da da KESK'e bağlı çeşitli sendikalarca yapıldı. Adana'daki eyleme SES, Maliye-Sen, Emek-Sen,
Birleşik Taşımacılar Sendikası, Haber-Sen ve Enerji Yapı
Yol-Sen katıldı.
İş bırakma eylemi Adana'nın çeşitli işyerlerinde devam ederken, KESK'e bağlı tüm sendikalar, saat 11.45'te
İnönü Parkı'nda 750 kişinin katıldığı bir basın açıklaması yaptılar. Eylem "Sadaka Değil Toplu Sözleşme" ve
"Memuruz Haklıyız Kazanacağız" sloganlarıyla sona erdi.
Kamu Emekçileri Kastamonu'da İş Bıraktı
Kamu engellerinin 15 Kasım'dan bu yana zamlara
karşı sürdürdüğü eylemlere 11 Aralık Perşembe günü
Kastamonu Eğitim Sen ve diğer kamu emekçileri de bugünlük iş bırakmayla dahil oldu. Nasrullap Meydanı'nda TÖDEF'lilerin de katılımıyla bir basın açıklaması
düzenlendi. Açıklamada zamlara ve yapılan sömürüye
karşı eylemliliklerin gün geçtikçe artacağı belirtildi. Eyleme 100 dolayında kişi katıldı. "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Susma Sustukça Yeni Zamlar Gelecek" sloganlarının atıldığı eylem, halk tarafından da ilgiyle karşılandı ve desteklendi.
Kamu Emekçileri Malatya'da Hayatı Felç etti
KESK'in Türkiye genelinde iş bırakma, iş yavaşlatma, grev karan aldığı 11 Aralık Perşembe günü yaklaşık
200 sağlık emekçisi iş bırakarak ve iş yavaşlatarak Malatya Devlet Hastanesinde tüm işlemleri durdurdu. Saat
11.00'de Devlet Hastanesi önünde yapılan basın açıklaması gerek kamu emekçileri açısından, gerekse halk tarafından sempati ile karşılandı. Kitle sık sık "Çetelere
Değil Sağlığa Bütçe", "Sadaka Değil Toplu Sözleşme",
"Yaşasın örgütlü Mücadaledemiz" şeklinde sloganlar
attı. Davul-zurna eşliğinde halaylar çekerek coşkulu bir
şekilde eylem bitirildi.
Polis Saldırılarına Eğitim Emekçileri
Direnerek Karşı Koydu
KESK'e bağlı Eğitim-Sen ve diğer şubelerinin katılımı ile saat 12.30'da Malatya PTTsi önünde yapılacak
olan basın açıklamasına yaklaşık 400 kişi katılırken daha
kitle tam olarak toplanmadan polis saldırdı. Saldın sırasında kamu emekçileri dağıtmayarak oturmaya başladı.
Polis insanlık dışı tutumuyla bir taraftan insanları yaka
paça, jop, tekme, yumruk kullanarak gözaltına alırken,
yine bayan öğretmenlere hakaret ve cinsel tacize varan
davranışlarda bulundu. Yere düşenler kıyasıya dövüldü.
İki öğretmen yaralandı, bir sağlık emekçisinin bacağı tarıldı, basın emekçileri de karga tulumba gözaltına alındı.
Polis saldırısma rağmen kitle kararlı bir şekilde direnerek dağılmadı. 26 kişi gözaltına alındı. Polisin saldırısına kitle sık sık "Baskılar Bizleri Yıldıramaz", "Susma
Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Sadaka Değil Toplu Sözleşme" sloganları atarak karşılık verdi.
Kitle Eğit-Sen binası önüne kadar yol boyunca saldın ve gözaltılara rağmen yürüdü. Bina önünde basın
açıklaması yapıldı. Gözaltına alınanlar bırakılıncaya kadar eğitim emekçileri eylemlerini sürdürdü. Gözaltına
alınanların serbest bırakılmasıyla eylem bitirildi.*
Kamu emekçileri, iş bırakma
eylemiyle bir kez daha, reformist
sendika yöneticilerinden daha ileride olduklarını, KESK yönetimince belirlenen eylemlerin daha ilerisindeki eylemlere de hazır olduklarını herkese; özellikle de reformist sendika yöneticilerine
göstermişlerdir.
Dün iş bırakma ve bu muhtevadaki eylemlere kamu emekçilerinin hazır olmadığını söyleyen
KESK'li reformist sendikacılar, bugün beklenenin üzerindeki bu katılımı görünce, pek de hak etmedikleri, "başarı"nın sahipleri olmadıkları bu iş bırakma eylemini
"500 bin üyemiz var ama l milyon
kamu emekçisi eyleme katıldı"
diyerek sahiplenmektedirler.
Kamu emekçilerinin '90'dan
bu yana süregelen mücadelesinde,
en son iş bırakma eyleminde görüldüğü gibi sendika yöneticilerinin ilerisinde bir kamu emekçisi
kitlesi ve mücadele geleneği oluşmuştur. Bu kitle ve gelenek, reformist sendikacıların mücadele anlayışlarındaki geriliklere ve tüm
engellemelere rağmen, engelleri
aşarak yüzbinlerin sahip çıktığı
eylemlilikleri yaratmış ve kamu
emekçileri bu eylem çizgileriyle
inişli çıkışlı bir rota izleyerek bugüne kadar gelmişlerdir.
Son iş bırakma eylemi bir gerçeği öne çıkartıyor; bu, kamu
emekçilerinin, bağlı bulundukları
sendikaların yönetimlerinden daha ilerde, daha devrimci bir düşünce tarzına ve eylem çizgisine
sahip oldukları gerçeğidir. Sıradan, tekrardan öteye geçmeyen bir
eylem takvimi, tüm gerilemelere
rağmen varlığını sürdüren bu dinamizmle belli ölçülerde de olsa
bir etki gücüne kavuşuyor.
İşte bu gerçek görüldüğünde
ve yeterince kavrandığında ne
yapmalıyız, nasıl yapmalıyız diye
düşünmeye başladığımızda Devrimci Memur Hareketinin misyonu çok daha net bir şekilde görülmekte ve o ölçüde de kavranılması, atılacak adımların somutlanması kolaylaşmaktadır.
KESK'in reformist, uzlaşmacı,
cazetçi yönetiminin kamu emekçileri mücadelesine verdiği zararan görmek, bunları eleştirmek,
adeta etkili olmayan bir muhalefet
yapısı içinde kalmak, her türlü geişmeye bu çerçeve içinde bak-
mak, bugüne kadar eleştiri ve teşhirin ötesinde pek bir anlam ifade
etmemiştir. Bu somut durum görülmelidir. KESK'in reformist politikalarına karşı ideolojik mücadeleye dün olduğu gibi bugün de devam edeceğiz, eleştirmeyi sürdüreceğiz; uzlaşmacılığı, icazetçiliği
her seferinde mahkum edeceğiz,
ama bunun yetmediğini, yetmeyeceğini de kavramalıyız, KESK reformizmine karşı ideolojik mücadele, görevlerimizin ancak "bir
parçası" olabilir. Görevimizin asıl
önemli yanı ise, KESK'in tüm geriliklerine rağmen, hak ve özgürlüklerini, mücadelenin başından ortaya koydukları taleplerini sahiplenen kamu emekçilerinin bu sahiplenmesini ve dinamiğini esas
alıp onlara gidebilmektir.
KESK'in reformist yönetimi,
herşeye rağmen bugün kamu
emekçileri adına hareket etmekte,
onlar adına eylem programlan çıkartmakta ve hayata geçirmektedir. Devrimci Memur Hareketi olarak biz ilkesel olarak karşı çıkmadığımız bu eylem programlarına,
tek tek eylemlere katılmışızdır. Bu
tavrımızın amacı ve hedefi, KESK
tarafından alınan kararların geriliğine rağmen bu eylem programlarını devrimcileştirmek ve militanlaştırmak olmuştur. Bunda ne kadar başarılı olunduğu ise doğru
devrimci inisiyatif ve müdahaleyle
ve esas olarak da güç olmayla direkt ilgilidir. Güç olmanın da tek
bir yolu vardır; kamu emekçilerine gitmek, onları örgütlemek ve
doğru politikalar öncülüğünde
yönlendirmektir.
İşte başarmak zorunda olduğumuz budur. Bugün kamu emekçileri KESK çatısı altında ne kadar
örgütlü bir görünüm verseler de
bunun mevcut haliyle kof bir örgütsel şekilleniş olduğu, mevcut
yönetimiyle kamu emekçilerinin
beklentilerine cevap vermekten
çok uzak olduğunu biliyoruz.
Onun içindir ki iş bırakma eylemine 500 bin üyenin dışında bir o kadar daha kamu emekçisi hiçbir
sendikaya üye olmadıkları halde
katılmıştır. Bunun anlamı şudur;
on binlerce, yüzbinlerce kamu
emekçisi mücadeleye de, örgütlenmeye de açıktır ve KESK bunu
başarabilmekten uzaktır.
Memur hareketinin önündeki
bu görev ve sorumluluğu üstlene-
HALK İÇİN
KURTULUŞ
bilmek, tabii ki çalışma tarzı, mücadele
anlayışı ve örgütlenme
perspektifinin
kavranışında bugün
varolan çarpıklıkları
eksiklikleri aşmakla
mümkün olacaktır.
Devrimci Memur Hareketi için nasıl bir örgütlenme, nasıl bir
mücadele ve nasıl bir
çalışma tarzı konularında teorik olarak bilinmeyen veya yeniden keşfedilecek bir
şey yoktur. Genel hatlarıyla tüm bu soruların cevaplan
vardır. Bu cevaplar hayatın içinde,
memurların mücadelesinin içinde
sınanıp kanıtlanmış cevaplardır.
Eksik olan bu doğrulan, kitlelere
götürmektir. Çıkan engelleri pratik
içinde aşmakta ısrar, irade ve kararlılık göstermek durumundayız.
Bunu yapabilmek, bu politikalarımızı hayata geçirebilmek için kadrolara dünden daha fazla ihtiyaç
vardır. Genel olarak biliriz ki üretilen politikaları hayata geçirecek
yeteri kadar kadrolara sahip değilsek, üretilen politikalar ne kadar
doğru olursa olsun, kitlelere götürülemez ve uygulanamaz. Kadrolaşmak, kadrolaştırmak dediğimiz
şey de yine pratiğin, mücadelenin
içinde hayat bulacaktır. Bu anlamda özetlersek; Bugün KESK'in yanlış eylem çizgisine, kamu emekçileri hareketine egemen kılmaya
çalıştığı reformist, düzen sınırları
içindeki mücadele anlayışına, ancak güç olarak karşı çıkabiliriz demiştik. Bunun için de kadrolaşmak ve kitlelerin içine girmek, kitleleri örgütlemek temel ve vazgeçilmez görevimizdir.
Kadrolaşmanın en temel gereklerinden biri kolektivizmi işletebilmektir. Alana ilişkin plan ve
programları en yaygın katılımla
üretmiyor, kolektif bir işlerlik içinde hayata geçirmiyorsak, birbirimizin eksiklerini bu kolektiflik
içinde ortaya koyup gidermiyorsak, orada kadrolaşmanın önüne
biz geçiyoruz demektir. Kendimizi
eğitmemizin dışında birbirimizden öğrenebilmenin, eleştiri ve
özeleştirinin, üretkenlik ve yaratıcılığın zemini kolektif yapılardır.
Böyle bir işleyişi kurmakla da yetinemeyiz; bu işlerliği denetlemediğimizde, yol göstericilik yapamadığımızda, hatalara düşüldüğünde
ikna edici olamadığımızda ve de
düşülen güçlüklerde birbirimize
yardımcı olunmadığında sadece
kolektif görünen yapılar kurmuş
olmamız, biçimsel olmaktan öte
bir anlam taşımayacaktır.
Kısacası; bundan sonra ne olacak sorusuna verilecek cevabın niteliği, örgütlenmeyi bekleyen onbinlerce kamu emekçisine ulaşabilmemizle, onları doğru politikalar ışığında örgütleyebilmek ve
yönlendirebilmemizle, bunun gereği olan kadrolaşmayı sağlayabilmemizle belirlenecektir. *
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
18
KAMU EMEKÇİLERİ
Karşı
Meclislerimizi Oluşturalım
NASOL-D hükümetinin tek
taraflı ve kamu emekçileriiçinde bulunduğu kötü
yaşam koşullarını dikkate almadan
belirlediği yüzde 30'luk maaş artışına
karşı grevli toplu sözleşmeli sendikal
hak talebiyle Kasım ayından itibaren
sürdürülen eylem takviminin finali
olan 11 Aralık iş bırakma eyleminde
bir milyon Kamu Emekçisinin iş bırakması ve yüzbinin üzerinde bir katılımın sağlanması, Kamu Emekçilerinin sorunlarına ve taleplerine sahip
çıktığını bizlere göstermiştir.
Basbakanlik. 11 Aralık iş bırakma
eylemini kırabilmek için genelge hazırlamış, eyleme katılanlar hakkında
soruşturma açılacağını belirterek eyleme katılımı düşürmeye çalışmış;
bununla birlikte gerici, faşist, devlet
güdümlü sendikalar da eylemi kırmaya çalışmalarına rağmen bunu başaramamışlardır.
11 Aralık iş bırakma eylemini genel olarak değerlendirdiğimizde
uzun süredir edilgen olan Kamu
Emekçilerinin aslında bu tür eylemlere hazır olduğunu ve doğru bir önderlikle taleplerine sahip çıkacağını
kanıtlamıştır.
Burada asıl sorun, kitlelere güvenmeyen ve cesaretle yaklaşmayan sendikal anlayışlardan kaynaklanmaktadır. Uzun dönemli bir eylem programı oluşturmayan KESK, en son yapılan bölge toplantılarında tabanın diretmesi sonucunda zorlamalı bir biçimde eylem takvimi çıkarmış, onun
da sağlıklı bir şekilde hayata geçeceğinden son güne kadar endişe etmiştir. KESK'te ve diğer sendika merkezlerinde uzun süredir kitlelere güvenmeme ve politik öngörü eksikliği yaşanmaktadır. Bu da uzun süredir Kamu Emekçilerini edilgen bir hale getirmiştir. Artık şunu çok iyi görebilmeliyiz; Kamu emekçilerine güvenmek ve onlara doğru politikalarla gitmemiz gerekiyor.
Tüm baskı ve dayatmalara karşı iş
bırakan, alanlara çıkan Kamu Emekçilerini önümüzdeki süreçte de baskılar ve cezalar beklemektedir.
KESK'e ve diğer sendikalara düşen
görev hayata geçirilen eylemlerden
sonra beklemek değil, yeni mevziler
Anin
kazanmak ve mücadeleyi bir adım
daha ileriye götürmek için yeni politikalar oluşturmak için çalışmalara
bugünden başlamak olmalıdır. Çünkü iktidar boş durmayacaktır. Birçok
işkolunda soruşturmalar bugünden
başlamıştır, cezalar gündemdedir. İktidar bunlarla Kamu Emekçilerine
geri adım attırmayı ve sindirmeyi
amaçlayacaktır. Bizlerin savunma
durumunda değil, yeni kazanımlar
elde edebilmek için yeni programları
hayata geçirme çabası içinde olmamız gerekmektedir.
Oluşturulacak mücadele programında KESK'in sendika genel merkezlerinin geçmişte içinde bulundukları bürokratik, kendine ve kitlelerine
güvenmeyen, kitlelere doğru politikalarla gitmeyen bir sendikal anlayışla hareket etmeleri sonuç alıcı eylem
programlarının hayata geçirilmesini
engelleyecektir.
Yaşadığımız ülkenin koşullarını
tahlil edemeyen, uzun vadeli programlar değil günübirlik siyasi faydacı
programlar peşinde koşan, düzene
entegre olmuş reformist sendikacılar
mücadelemizin önündeki en büyük
engeldir. 11 Aralık sonrası yine bir belirsizliğin oluşması, bu anlayışın karakteristik özelliğidir. Emekçilerin
önüne somut hedefler koymalı, kendi
sorunlarına sahip çıkma kültürü verilmeli, araçları yaratılmalıdır. Devrimci Memurlar 11 Aralık sonrasını
örmek için harekete geçmeli, KESK'in
politikasızlığının peşine düşmek yerine kendi programlarını oluşturabilmelidir.
Kitlelere güvenmek zorundayız.
Kitlelerin mücadele içerisinde kendilerini de hissedecekleri, alınacak her
kararda söz sahibi olacakları Memur
Meclisleri'ni bugünden oluşturmak
zorundayız. Bugün Kamu Emekçilerinin sendika taleplerine daha sağlıklı çözümlerin üretileceği ve biriken
sorunlarını sahiplenip tartışacakları
ve hep birlikte eylem programlarını
oluşturacağı işyeri Meclislerini oluşturmak bizlere düşmektedir. Meclislerimizi oluşturduğumuzda Kamu
Emekçileri bir mevzi daha kazanmış
olacaktır.*
20 Aralık 1997
rimci
çizgiden
uzaklaşmak, alternatif olmaktan çıkmak reformizmle
aradaki çizginin silikleşmesi demektir. Reformizmin
hastalıklarının bulaşması, bürokratizmin bataklığına
doğru yuvarlanma,
kitleden uzaklaşma
demektir. Devrimci
çizgiden uzaklaşıldığı ölçüde kendine ve
kitleye güvensizlik gelişecek, kararsızlık, karamsarlık psikolojisi hakim olacak, çarpık bir meşruluk arayışı güçlenecektir. Bugün reformizmin, KESK'in
içinde bulunduğu durum budur. Bu nedenle kitlelerin sendikalara güveni sarsılıyor, uzaklaşıyor. Bu koşullarda alternatif olunamazsa, teoride ne söylenirse
söylensin pratikte alternatif gösterilemezse memurlar neden ve kime gelsin?
Evet, bugün alternatif olmak, kitlelerin güvenini kazanmak, mücadelesine öncülük edebilmek Cephe çizgisinde yürümekten, Devrimci Memur Haraketi'ni güçlendirmekten geçiyor.
Bunun için bize güç verecek onurlu
bir geçmişe, küçümsenemeyecek bir
deneyime sahibiz. Hatırlayalım. Devrimci memurlar örgütlenmeye adım attıklarında bir avuçtular. Ama bu bir
avuç memur bugün memurların karşılaştıklarından çok daha ağır koşullarda,
çok daha ağır bedeller ödeyerek memurların mücadelesinin öncüsü oldular. Kimse sendika kurmayı düşünmezken, reformizm, oportünizm "Daha erken, henüz koşulları yok" derken BemDer'i kurdular, ardından Kam-Sen,
Bern-Sen ve Sagak-Sen'le sendikal örgütlenmenin, mücadelenin önünü açtılar. İlk iş bırakmaların, grevlerin öncüsü, örgütleyicisi oldular. Kararlılıklarıyla, militanlıklarıyla, doğru politikalarıyla, devrimci irade ve inisiyatifleriyle onbinlerin, yüzbinlerin sokaklara akmasında, meydanları doldurmasında en
büyük pay sahibiydiler. Peki onlar çok
üstün meziyetlere sahip, olağanüstü insanlar mıydı? Elbette değil, ama diğerlerinden önemli bir farklılıkları vardı:
Devrimci Hareket'in perspektifiyle devrimci çizgide yürüyorlardı. Meşruluklarına inanıyorlardı, kendilerine güveniyorlardı. Bu inanç ve güven temelinde,
cesur, kararlı ve bedel ödemeye hazırdılar.
İşte bu güveni, cesareti, kararlılığı,
coşkuyu memurların mücadelesine
tekrar taşımalıyız. Bunu gerçekleştirmek için önümüzdeki en büyük engel
kendimizden başkası değildir. Kendimizi ve önümüzdeki tüm engelleri aşmanın tek yolu ise Cephe'nin çizgisine
daha çok sarılmaktır, devrimci çizgimizde ısrardır.
Memurların ilk iş bırakma günü
olan 20 Aralık'taki Kurultay, Devrimci
Memur Hareketi'nin alternatif olduğunu bir kez daha kitlelere gösteren bugün olmalıdır. Onurlu bir mücadele
geçmişine, güçlü bir mirasa sahibiz. Bu
mirası büyütmeli, geleceğe taşımalıyız.*
KURULTAY'DAN
NE BEKLİYORUZ?
20 Aralık'taki Kurultay'da devrimci
memurlar herşeyin başına öncelikle bu
soruyu koymalıdırlar. "Ne bekliyoruz"a
verilecek cevap "Biz bu kurultayı neden
yapıyoruz", "Ne vereceğiz"in altının ne
kadar doldurulabileceğiyle bağlantılıdır.
Kurultayın çok çeşitli amaçlarından
söz edilebilir. Elbetteki katılanlar memurların yaşadığı sorunlardan iktidarın
tutumuna, KESK'in icazetçi politikalarından örgütlenmede yaşanan tıkanıklara kadar bir çok konuyu tartışacak,
çözüm yolları arayacaktır. Ancak tüm
bunların yanında, devrimci memurlar
açısından asıl olarak ortaya konması
gereken memurların mücadelesinde
tek alternatif gücün Devrimci Memur
Hareketi olduğudur. Katılanlar, izleyenler Devrimci Memur Hareketi'nin
Kurultay'a damgasını üretkenliğiyle, dinamizmiyle, ciddiyeti ve iddiasıyla vurduğunu görebilmeli, hissedebilmeli, ve
kuradan kitlelere bu üretkenlik, dinamizm, ciddiyet ve iddia taşınabilmelidir.
Peki, bu mesaj nasıl iletilecek, katılanlar bunun sıradan, alışılagelmiş bir
kurultay olmadığını nasıl hissedecek?
Elbette bu sadece Kurultay'ın görsel yanını güçlendirerek, buna ajitatif yanlar
ekleyerek elde edilemez. Bunun tek yolu Kurultayı genel değerlendirmelerin
yapıldığı bir toplantı haline getirmeden, neyi, nasıl yapacağımızı somut
olarak konuşup tartışıp programladığımız, kendimizi mazeretlere sığınmadan
cesaretle değerlendirdiğimiz bir zemine dönüştürmeliyiz. Bu açıdan Kurultayı daha çok bir değerlendirme ve yeni
sürecin başlatılması muhtevasında ele
alabilmeliyiz. Kendimize, politikalarımıza güvenmeliyiz ve eksiklerimizi cesaretle ortaya koyabilmeliyiz. Bu kendimize ve kitlelere güvendiğimizi gösterir.
Kitlelerin güvenini kazanmak, inandırıcı olmak da bir yanıyla buradan geçer.
Bugün devrimci memurların karşı
karşıya bulunduğu sorunların temelinde yatan reformizmin yaşadığı gibi "politikasızlık" değildir. Aksine sorunların
kaynağı devrimci çizgiden, Cephe çizgisinden uzaklaşma, devrimci politikanın
uygulanmasında gösterilen zaaflardır.
Bugün üzerinde hassasiyetle durmamız, enine boyuna değerlendirmemiz
gereken esas olarak budur. Bu değerlendirme yapılmadan ileriye dönük
sağlıklı adımların atılması da olanaksızdır.
Devrimci çizgiden, Cephe çizgisinden uzaklaşıldığı ölçüde alternatif olmaktan çıkılacağı kaçınılmazdır. Dev-
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
EKONOMi
KURTULUŞ
YENİ VERGİ POLİTİKALARI
ZAMLAR KRİZE
OLAMIYOR
Ekonomik kriz bütün ihtişamıyla devam ederken, hükümet birbiri ardına
sansasyonel açıklamalarla gündemi doldurarak sorunlara çözüm üretiyor havası
estirmeye çalışıyor. Yılbaşından itibaren
"altı ay zam yapılmayacak" açıklamasının
balon olduğu uygulanamazlığı herkesçe
biliniyordu. Zaten üzerinden üç gün ile
geçmeden "bazı ürünlere zam yapılmak
zorunda kalınabilir" denmeye başlandı.
Aynı günler içinde gazete manşetleri "şok
paket" haberleriyle doldu, bir gün sonra
da öyle birşey olmadığı söylenerek geçiştirildi. Kriz hükümeti öyle bir noktaya
düşürdü ki, her karar bililerinin çıkarlarına dokunuyor ve hemen yalanlanıyor.
Böyle bir keşmekeşlik içinde kendi kişisel
durumlarını düşünen bakanlar, bürokratlar inisiyatif geliştimeye çalışıyor. Kısacası ekonomik kriz, ekonominin yöntemi
ve politikalarında da kriz yaratıyor.
Oysa bu hükümet milli mütebakat
hükümetiydi. MGK'nın aktif desteğiyle
yaratılan kampanya sonucu, çok geniş
kesimlerin taleplerini ifade eden hükümet olarak sunuldu. Ancak yaşananlar
gösterdi ki, koalisyonda yeralan partilerin, bakanların, hatta bürokratların bile
birbirlerinden pek haberi yok. Yine çarpıcı bir örnektir, Ecevit, Uzak Asya'dan başlayıp tüm borsaları etkileyen kriz sonrasında özelleştirmenin askıya alındığını
söyledikten sonra yaşanan tepkiler ve
çalkantı üzerine "sözlerim yanlış anlaşıldı
açıklaması yapmak zorunda kaldı. Oysa
hiç de yanlış anlaşılmamıştı. Tam anlamıyla böyle ifade etmişti. Bu kez bir haftadır kamuoyunun gündemine yeni bir
ekonomik uygulama sokuldu. "İlk kez
toplumun bu kadar geniş kesimleri tarafından desteklenen" diye sunulan şeyin
adıda şanslıydı. Vergi Reformu. Hala hiçbir yasal düzenlenmesi yapılmamış, proje aşamasında olan vergi reformuyla ilgili
düzenlemeler, çok çeşitli çevrelerin nabzım ölçmek üzere tartışılmaya sunuldu.
Reform paketinde neler yoktu ki; bundan
böyle hiçbir kazanç vergi dışı kalmayacaktı. Hiç kimse vergi açırmayacaktı. Vergi adaleti sağlayacaktı. "Kayıt dışı ekonomi" diye ifade edilen ve büyük bir bölümünü karaparadan, uyuşturucudan, hayali ihracattan, kumar vb. elde edilen gelirlerin oluşturduğu büyük kaynaklar denetim alınacaktı. Vergiler daha adil düzenlenerek tabana yayılacaktı. Vergi yükü
arttırılmadan devletin vergi gelirleri arttırılacak, hemen iki katma çıkarılacaktı.
Kapalı kulislerde TÜSİAD patronlarının yönlendiriciliğinde yapılan düzenlemeler için en büyük destek yine TÜSİAD'dan geliyordu. TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan düzenlemelere karşı çıkacak olanları kibarca uyarıyordu. "Vergi
ve sosyal güvenlik alanındaki düzenlemeleri meclis çatısı alanda, reform olmaktan çıkaracak hazırlıkların yapıldığını duyuyoruz. Türkiye'nin gizli bir ekonomik ve siyasi popülizme dayanacak gücü
kalmamıştır". "Bilmeliler ki, bu kez devralacakları gerçekten büyük bir enkaz olacaktır. Belki de bir daha ayağa kalkmamak üzere bu enkazın altında kalacaklar-
dır" uyarısını yapıyordu.
TÜSİAD'ın bu denli önem verdiği politikalar neydi? Vergi reformu gibi sunulan projede neler vardı?
Özellikle dikkati çeken şey tüm gelirlerin vergilendirilmesi kararının '98 yılından itibaren geçerli olacağı ve geriye dönüş olmadan uygulanacağıydı. "Kaynağı
ne olursa olsun deniliyordu". Bu düzenleme çok açık biçimde bugüne kadar yapılan tüm kaçakçılık işlerinin, hayali ihracatın, yolsuzlukların bir kalemde silinmesi veya yasal statü içinde meşrulaştırılması anlamına geliyordu. '98 başına
kadar kayda geçirilmiş olan, yani bankalara yatırılan, senetlerle vb. belgelenen
gelirler hiçbir şekilde sorgulanmayacak,
bundan sonrakiler için böyle bir uygulama yapılacaktı. Örneğin Çillerlerin mal
varlığı hiçbir soruşturmaya uğramaksızın
dışı bırakılıyordu. Bununla da yabancı
sermaye özendirilmeye çalışılıyordu.
İşte birkaç yönüyle ele aldığımız tablo, TÜSİAD ve diğer patron örgütlerinin
"vergi reformu" konusunda neden bu kadar "hassas" olduklarını açıklamaya yetiyor.
VERGi REFORMU HALKIN
YÜKÜNÜ HAFİFLETMİYOR
AĞIRLAŞTIRIYOR
Onca şaşalı söylemlerle süslenip püslenen ve Maliye Bakanlığı'nın tek çözüm
diye şişine şişine sunduğu vergi reformu
paketinin bir de emekçi halka yönelik
uygulamalarına bakalım.
Pakette ücretlilerin vergi yükünün %5
oranında hafifletileceği, %25'den %20'ye
düşürüleceği söyleniyordu. Ancak işçi ve
memurların tepkisini önlemek için önerilen ekstra vergi indirimine karşı Mesut
belgelenecek ve vergiye dahil edilecekti.
Ama bunun içinde pazarlık yapılmıştı.
Bugüne kadar üst gelir dilimlerinden alınan vergiler %55'ten %45'e, 1999'da ise
%40'a indirilecekti. Yani tam %15'e düşürülecekti. "Bütün gelirler vergilendirilecek" söyleminin altında işte büyük oranların kaynağı ne olursa olsun denilen gelirleri çok ucuz bir ücretle (vergiyle) yasallaştırılacaktı. Bugüne kadar ödüyor oldukları kısmı da çok daha azalacaktı.
Lüks tüketim mallarında KDV'ler düşürülecek, lüks otomobilde ise tümüyle
kaldırılacaktı. Hepsi aynı zamanda Türkiye'yi parsellemiş birer gayrimenkul zengini olan patronlar artık konut, arazi ve
arsalardan alınacak vergilerin yarı yarıya
azaltılmasıyla daha çok zenginleştirilecekti. Daha da yetmiyormuş gibi kurumlar vergisi olarak şirketleri için ödedikleri
vergilerde yan yarıya düşürülüyordu.
Bu kadar da olmaz demeyin dahası da
var. örneğin hiçbir yerde kaydı olmayan,
depolara doldurulmuş olan tüm stok
mallar iyice düşürülmüş bir KDV ödenerek yasallaşmış olacak, tümüyle affedilecekti.
İşte katrilyonlara varan ve esas olarak
büyük patronları kontrolünde olan kayıt
dışı ekonomi, bu şekilde "kontrol" altına
alınıp denetlenmiş olacaktı. Yabancı sermaye ile ilgili düzenleme vardı. Döviz
kuru değiştikçe artıyor olan vergi miktarı,
artık artmayacaktı. Çünkü kur farkı vergi
Yılmaz ısrarla "olmaz" diyordu. Özcesi işçi ve memurların vergi yükünde hemen
hiçbir değişiklik olmayacak, yine devletin
vergi gelirlerinin ağırlıklı kısmını ücretliler ödeyecekti. Öte yandan diğer düzenlemelerin hiçbirinden yararlanmasının
koşulu yoktu. Ne patronlar daha önce
vergi dışı tutulan gelirlerinin vergilendirilmesini ne de ücretlerinin düşük tutulmasına gerekçe malzemesi yapacaktı.
Düzenin emekçilere yönelik zulüm mantığı hangi söylemlerle süslenmeye çalışılırsa çalışılsın bu "vergi reformu" paketinde de gizlenemiyordu. Maliye Bakanı
"katılımcı denetim için herkesin vergi
mükellefi olması şarttır. Bu nedenle asgari ücrette de vergiyi savunuyoruz" diyordu. Bir yandan da asgari ücretteki verginin azaltılmış olmasını "asgari ücretlere
ayda l milyon 330 bin TL daha eklenmiş
olacak diyerek milyonlarca emekçiyle
alay ederek büyük bir iş yapmış gibi övünüyordu.
Köylülük öteden beri TÜSİAD'ın "popülist olmayın" talimatına uyan hükümetçe daha fazla ezilirken, bu vergi reformu paketinden nasibine düşeni alacaktı.
Hemde artık dolambaçlı yollardan değil
direkt ödeyecekti vergisini. Ürününü satarken alan da, satan da, %5'ini devlete
verecekti. Bu uygulama henüz yasallaşmamışken "sekiz yıllık eğitime katkı" adı
altında zorla uygulanmıştı. Şimdi yasal
kılıfı da hazır olacaktı.
Esnaf için de durum pek farklı değildi.
Kazansa da, kazanmasa da daha önce
ödüyor olduğu "hayat standardı" adlı
verginin kaldırılması bir ödülmüş gibi sunulurken artik gelirinin her kuruşunu denetleyerek vergilendirilecek, malları,
dükkanı, evi, varsa arabası ile ailesinin
tüm fertlerine kadar vergi mükellefi haline getirilecekti.
Kısacası "vergi reformu" emekçilerin
yükünü zerre kadar hafifletmiyordu.
Bu paketle gündeme gelen bir başka
uygulama ise faşizmin tüm halkı tam bir
denetim alanda tutma mantığının ürünü
olan "herkese vergi numarası" uygulamasıydı. Bütün şirketlerin, işadamlarının
ve esnafın zaten vergi numarası vardı. Ve
eğer amaç vergi kaçırmayı önlemekse
vergi kaçıranlar zaten onlarca vergi numarasıyla vergi dairesine kayıtlı durumda
onlarca şirkete sahipler. Ve bunun böyle
olduğunu herkes biliyor. Oysa şimdi yoksulluk sınırının alanda yaşayan milyonlarca insan, inşaat işçisinden işbortacıya,
sokaktaki simitçiye kadar herkese birer
vergi numarası verilecek, bütün bürokratik işlerde bu numara istenecekti. Faşizmin emniyet güçlerinin yapamadığı, bütün halkı "fişleme"yi vergi reformu adı alanda yaşama geçirmeye çalışmasıydı bu.
Bilgisayar ağıyla merkezileştirilecek olan
bu bilgiler gerektiğinde Maliye Bakanlığı'nın bir elamanı tarafından izlenecekti.
Elbetteki izleyecek olan yalnızca Maliye
Bakanlığı memurları değildi. Bu konudaki tepkilerin önünü alabilmek için Maliye
Bakanı bir gazetecinin "Vergi kimlik numarasının nüfus ve emniyet kayıtlarıyla
bağlantısı var mı?" sorusuna verdiği yanıt
ilginçtir. Şöyle diyor, "Vergi kimlik numarası davul çalarak uygulanacak bir olay
değil. Özel yaşamlara girilmeyecek. Taputrafik gibi hizmetlerde uygulanacak, "İstenmeyerek yapılıyormuş davalarında
söylenenler, asıl niyeti de ele vermektedir. Kim, nasıl garanti edebilir özel yaşamlara girilmeyeceğini? Ya da kim ehgelleyebilir? Hayır, böyle bir sorunuda
yok Maliye'nin. Aksine faşizmin genel
mantığı, olabildiğince geniş halk kesimlerini tam denetleyebilmek, kontrol alanda tutabilecek bir sistem yaratmaktır.
Milyonlarca emekçinin her geçen gün
daha fazla açlığa itildiği, buna karşın üst
düzey devlet memurlarının aylık maaşlarının bir sürü ödemeyle 1,8 milyarı bulduğu bir adaletsiz sistemin vergi politikası da emek ve emekçi düşmanı olmaya
devam edecektir. Ancak hiçbir "reform"
uygulaması düzenin ekonomik krizini aşmaya yetmeyecektir. Emekçi halkın mücadelesi yükseldikçe kaçakçılardan, sömürücülerden, mafyadan, para babalarından ve onların düzeninden hesap sorulacaktır. Ozanın dediği gibi,
"Vergi dersin, sorgu dersin, can dersin
Dayanırmı buna yürek bell'olmaz"
Emekçi halklar kendi gücünü gördükçe,
"Varıp eylem köprüsünü geçerler
Kimler ölür kimler kalır bell'olmaz"*
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
20
"TERÖR"
20 Aralık 1997
Merkezi
Hatırlanacağı gibi
geçtiğimiz ay ABD
tarafından "1996 Global
Terörizm Raporu" adıyla
bir rapor açıklanmıştı.
Raporda anti-emperyalist
nitelik taşıyan örgütler
"terörist" olarak gösteriliyor
ve bu örgütler hakkında
"bilgi'ler veriliyordu.
Daha önce basında
sınırlı bir şekilde yeralan bu
raporun tamamına
yakınının tercüme edilmiş
hali geçtiğimiz günlerde
elimize geçti.
Emperyalizmin kimleri,
neden "terörist" ilan
ettiğinin, ABD
emperyalizminin çeşitli
ülkelerdeki kontrgerilla
örgütlenmelerini nasıl
yönlendirdiğinin daha açık
görülüp anlaşılabilmesi
açısından raporun belli
bölümlerini daha geniş
olarak aktarıyoruz.
* ABD Dışişleri Bakanlığı
tarafından açıklanan rapora
bakıldığında şu çok açık olarak bir
kez daha görülüyor: ABD
emperyalizmi, bağımsızlık savaşı
veren, emperyalizme köleliği
reddeden tüm halkları düşmanı
olarak görüyor ve ister devrimci, ister
ulusalcı olsun, ister dini temelde
örgütlensin, silahlı mücadele veren,
anti-emperyalist nitelik taşıyan,
çıkarları için tehlikeli gördüğü tüm
örgütleri "terörist" ilan ediyor.
Gerçeklerin çarpıtıldığı bu tür
raporlar yayınlayarak halkların
kurtuluş mücadelesine, antiemperyalist örgütlere karşı psikolojik
cepheden de savaşı sürdürürken aynı
faaliyetleri, emperyalizm karşıtı
gelişmeleri dikkatle izlediğini
gösteriyor. Elbette izlenen ve
değerlendirmeye tabii tutulanların
başında gelen yerlerden biri de
Türkiye. Raporun Türkiye
bölümünde sadece DHKP-C ve
PKK'ya yer verilmiş. Raporun Türkiye
bölümü şöyle:
* Raporda asıl teröristlerin, her
türlü pis içlerini gördürdükleri
"TÜRKİYE: PKK tarafından
halkları katleden Kayboden, işkence,
1996'da pek çok terörist eylem
örgütlendi. PKKvbir
ateşkes ilan etmesine
rağmen bu dönemde
gene aralarında intihar
eylemlerinin de olduğu
terörist saldırılarda
bulundu. PKK lideri
Öcalan da korku
yaymak amacıyla
Türkiye'nin batı
illerinde bombalı
saldırılar yapacaklarını
ilan etti. Ateşkesin
bitmesinden sonra
Güneydoğu'da askeri ve
sivil hedeflere yönelik
saldırılar da arttı.
Adana ve Sivas'taki
intihar eylemleri
bunların en
önemlilerindendi.
Ekim'de dört ilkokul
Kurtuluş Hareketlerine "Terörist Örgütler" Diyen ABD Dünya Halkları Üze- öğretmeni öldürüldü,
rinde Estirdiği Terörle Gerçek Teröristin Kendisi Olduğunu Defalarca Gösterdi. Bingöl'de aralarında bir
Amerikan vatandaşının
da olduğu üç turist
zulüm yapan kontra
öldürülmesinden sorumlu DHKPkaçırıldı. Batı Avrupa'daki PKK şiddet
örgütlenmelerinin hiçbirinin adı yok.
C'ye (eski Devrimci Sol) tolerans
eylemleri ise 1996'da, özellikle de
göstermeye devam ediyor." [Bu
1995 sonlarında Alman güvenlik
* Raporda ABD'nin antibölümde Yunan Anti-Terör
Servisi Şefi Klaus Griinewald'in
emperyalist örgütlere destek
Öcalan'ı ziyaretinden sonra düştü.
Yasalarının hafif olduğundan
verdiğini iddia ettiği bazı ülkelerin
bahsediliyor, bir Pan Am uçağının
Mart'ta Bonn'daki bir gösteride çok
ismi ve bu ülkelere ilişkin
bombalanmasından sorumlu tutulan
sayıda Alman polisi yaralandı.
değerlendirmeler yer alırken
Filistinli Muhammed Raşid'in
Bunun üzerine Öcalan Alman
işbirlikçisi, halklara kan kusturan,
serbest bırakılması örnek veriliyor.]
kamuoyundan özür diledi.
terör estiren faşist iktidarların,
ABD Yunanistan gibi ülkeleri
Marksist-Leninist Devrimci Halk
diktatörlüklerin hiçbirinden söz
teşhir edip baskı altına alarak, onları
Kurtuluş Partisi-Cephesi (Devrimci
edilmiyor.
Sol'un devamı) Ocak'ta-profesyonel
bu örgütlere karşı düşmanca tavır
örneğin Yunanistan devrimci
almaya zorluyor. Raporun "Devlet
bir suikastla yüksek güvenlikli
örgütlere "tolerans gösteren"
destekli terörizm" bölümünde İran,
binasında Türk işadamı Özdemir
ülkelerden biri olarak tanıtılıyor ve
Sabancı'yı öldürdü. Devamında
Irak, Libya, Kuzey Kore, Sudan ve
hakkında şu ifadeler var:
Suriye'nin adlan geçiyor.
korunmayan Türk hedeflere düşük
"YUNANİSTAN: Yunan hükümeti
düzeyli birçok suikast düzenledi.
Rapor ABD'nin devrimci
zamanda bu örgütleri emperyalist
devletlere ve işbirlikçilerine hedef
olarak gösteriyor. Bu örgütlere
istediğiniz gibi saldırabilir, katledip,
imha edebilirsiniz diyor ve bu
saldırılara dünya kamuoyunda
meşruluk kazandırmaya çalışıyor.
Amerikan çıkarlarına saldırılardan
ve dört Amerikan subayının
öldürülmesinden sorumlu 17 Kasım'a
yönelik bir sonuç alamamaya devam
ediyor. 15 Şubat'ta Amerikan
büyükelçiliğine bir anti-tank roketi
ateşlendi. 28 Mayıs'ta IBM binası
bombalandı. Bu arada Yunan
hükümeti Atina'da bulunan PKK'nın
siyasi kanadına ve Türkiye'de iki ABD
hükümeti temsilcisinin
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
20 Kasım 1997
21
"TERÖR"
Grup İstanbul'da polislere yönelik çok
sayıda 'drive-by shootings' [arabayla
geçerken ateş açma] da düzenledi.
'Drive-by shootings' DHKP-C'nin
karakteristiği değil. O eylemlerini
başarılı Sabancı suikastinde olduğu
gibi daha büyük kapasite gerektiren
tarzda iyice düşünüp taşınarak
planlıyor. Ve bu tekrar gerçek bir
tehdit olabilir."
Raporda çeşitli ülkeler hakkında
yapılan değerlendirmelerin dışında
ayrıca örgütler de tek tek de ele
alınıp bu örgütler hakkında bilgilere
yer veriliyor. Elbette raporda yer alan
bu bilgiler ve değerlendirmeler belli
açılardan örgütleri karalama,
"terörist" gösterme amaçlarına
uygun olarak bilerek çarpıtılmış ya
da uydurulmuştur. Öte yandan
rapor, bir kez daha gösteriyor ki,
emperyalizm ne kadar teknik
olanaklara sahip olursa olsun, ne
kadar yakından izlemeye çalışırsa
çalışsın örgütler hakkında tüm
bilgilere vakıf olamıyor.
* Raporda bazı örgütlenmelere
ilişkin de şu bilgiler yer alıyor:
DEVRİMCİ HALK
KURTULUŞ PARTİSİCEPHESİ (DHKP-C)
Tanım: Esas olarak '78'de
Devrimci Sol veya Dev-Sol olarak
kuruldu ve Türkiye Halk Kurtuluş
Partisi-Cephesi'nin bir bölüntüsü idi.
... Hala bir Marksist ideolojiyi
benimsiyor. Düşmanca boyutlarda
anti-ABD ve anti-Nato....
Aktivite: '80'li yılların sonlarında
gündemde olan geri çekilmiş veya
emekli Türk güvenlik ve askeri resmi
görevlilerine karşı saldırılara
yoğunlaştı. 1990'da yabancı ilgililere
karşı yeni bir kampanya başlattı.
Körfez savaşını protesto ederken iki
ABD'li askeri müteahhite suikast
eylemi ve bir US Air Force (ABD hava
kuvvetleri) subayını yaraladılar.
'92'de istanbul'daki ABD
Başkonsolosluğu'na roketatar ile
saldırı. '96'nın başlarında tanınmış
Türk işadamına suikast. Bu DHKP-C
olarak ilk göze çarpan büyük
eylemleri oldu.
Güç: Bilinmiyor.
Operasyon Alanı: Saldırılarım
Türkiye'de gerçekleştiriyor, özellikle
İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana'da.
Avrupa'da para toplama
operasyonları düzenliyor.
Dış Yardım: Belki radikal
Filistinlilerden eğitim desteği.
PKK
Tanım: 1974'te M-L, ihtilalci, ilk
başta ağırlıklı Türkiyeli Kürtler'den
oluşan bir grup olarak tanındı. Son
yıllarda kırsal ağırlıklı ihtilalci
faaliyetlerin ötesine geçip şehir
terörizmini de başlattı. Güneydoğu
Türkiye'nin, daha çok Kürt
nüfusunun hakim olduğu
güneydoğusunda, bağımsız bir Kürt
devleti kurmak istiyor.
Aktivite: İlk başta Türk
hükümetinin güvenlik güçlerini
hedef alıyor, fakat ayrıca Batı
Avrupa'daki Türk hedefleri üzerine de
yoğunlaşıyor. 1993 ve gene 1995'te
onlarca Türk diplomat ve ticari
tesisatlara saldırılar gerçekleştirdi.
Türkiye'nin turizm endüstrisini
zedelemeyi hedef alarak turist
bölgeleri ve otelleri bombalamıştır ve
turist rehineler almıştır.
Gücü: Yaklaşık olarak 10-15 bin
gerilla, Avrupa ve Türkiye'de binlerce
sempatizan.
Operasyon Alanı: Türkiye,
Avrupa, Ortadoğu ve Asya'da faaliyet
gösteriyor.
Dış yardım: Suriye, Irak ve Iran
tarafından barındırılıyor ve din ismi
altında gizleyerek yardım alıyor.
HAMAS
(İslami Direniş Hareketi)
Tanım: '87 sonrası kurulan
Hamas Müslüman Birliğin Filistin
kolundan üremiştir. Hamas'ın
içinden çeşitli unsurlar, politik ve
şiddet temelinde, terör dahil israil
üzerine bir İslami Filistin
Cumhuriyeti kurmayı temel alıyorlar.
Gevşek bir yapıya sahip, bazı
unsurları açıktan sosyal servis ve
camilerde çalışmakta.
Böylece örgütlenmesini
yürütüyor, para topluyor, faaliyet
yürütüyor ve propaganda yapıy
Militan unsurlar gizli çalışmakta.
Bunlar korunuyorlar ve şiddete
başvurup isteklerine ulaşmak
istiyorlar. Gücü Gazze Şeridi'nde ve
Batı Şeriada yoğunlaşmış. Aynı
zamanda barışçıl politik faaliyet
yürütmekte.
Aktivite: Hamas eylemleri
özellikle İzz El-Din Al-Kassem
güçleri, İsrail'li sivilleri ve askerleri,
Filistin işbirlikçilerini ve Fetih
rakiplerini hedef almakta.
Gücü: Onbinlerce destekleyici ye
sempatizan, ancak örgütün
çekirdeğindeki üyeler bilinmemekte.
Mevki: israil, Ürdün
Dış Yardım: Filistinli Mülteciler,
Iran, Suudi Arabistan ve diğer ılımlı
Arap ülkeleri.
JAPON KIZIL ORDUSU
(JRA)
. Tanım: Uluslararası terörist grup,
Japon Komünist Lig-Kızıl Ordu
fraksiyonundan koptuktan sonra
1970'de kurulmuştur.
önderi bugün Fusako Shigenobu,
kendisi tahminen Suriye'nin
Lübnan'daki Bekaa Vadisinde
bulunuyor.
Hedefleri Japon hükümetini ve
Monarşiyi yıkmak, dünya devrimini
gerçekleştirmek. Belki AntiEmperyalist Enternasyonal Tugayı
(AİİB) kontrol ediyor ya da en
azından bağlantısı var. '87'de önder
Osamu Maruka'nın tutuklanması
sonrası JRA'nın Asya Şehirlerinde
hücreleri olduğu anlaşıldı, Manila ve
Singapur'da olduğu gibi.
Kuruluşundan beri Filistin terör
örgütleri ile sıkı ilişkisi var.
Aktivite: '70'lerden beri JRA
dünya çapında bir dizi saldırılar
düzenlemiştir. '72'deki İsrail, Lod
Havalimanı'ndaki katliam, iki Japon
uçak kaçırması ve Kuala Lumpur'daki
ABD konsolosluğuna işgal girişimi
JRA'ya ait. Ayrıca bombalama
eylemleri ve suikast saldırıları.
Gücü: Çekirdeği aşağı yukarı 15
kişilik üyelerden oluşuyor.
Belirlenemeyen sempatizan sayısı.
Mevki: Lübnan'daki Suriye
kontrolü altındaki bölgeler.
Dış Yardım: Bilinmiyor.
LTTE (Tamu Eelam'ın
Kurtuluş Kaplanları)
Tanım: 1976'da kuruldu. LTTE
Tamil grubunun Sri Lanka'daki en
büyük gücü. Para toplama, silah
temin etmek ve bağımsız bir Tamil
devleti kurmak için açıktan ve illegal
yöntemler kullanıyor. Sri Lanka
hükümetiyle 1983'de silahlı
çatışmaya girdi ve terör taktikleri
kullanan bir gerilla stratejisine
güveniyor.
Aktivite: Dayanıklı ihtilalci savaş
alanı stratejisi ile sadece kırsal
alanda bulunan kilit müesseseleri
değil, ayrıca Sri Lanka'nın baş
politika ve askeri önderlerini de
hedef alıyor. 1991'de başbakan Rajif
Gandhi ve 1993'te cumhurbaşkanı
Rana Singhe Premadasa'ya saldırı.
Batılı turistleri hedef almaktan
çekildi. Çünkü dış ülkeler Tamil
mültecilere yönelir diye korkuyor
çünkü bunlar örgüte para topluyor.
Güç: Sri Lanka'da tahminen 10
bin silahlı savaşçısı var. Üç-altı bini
eğitim görmüş bir savaşçı kadrodan
oluşmakta. Deniz aşırı mali ve silah
yardımı alıyor.
Operasyon Alanı: Sri Lanka'nın
çoğu kuzey ve doğu sahil, kıyı
bölgeleri, ayrıca ülkenin iç
kesimlerinde de operasyon
düzenledi. Merkezi Jaffra
yarımadasında. LTTE önderi
Velupillai Prabhakaran, grubun
bölgesine giren yabancıları
gözetlemek için bir haberleşme ağı
kurmuş. LTTE devlet tesislerine
saldırı düzenleyip devlet güçleri olay
yerine gelmeden önce geri çekilmeyi
yeğliyor.
MANUEL RODRİGUES
YURTSEVER CEPHESİ
(FPMR)
Tanım: 1983'te kuruldu. Şili'lilerin
ispanyol'lara karşı yürüttükleri
bağımsızlık savaşı kahramanının
adını almıştır. Grup 1980 sonrası iki
kanada bölündü. Bir kanat 1991'de
siyasi parti oldu. Muhalif kanat
Şili'nin kalan tek aktif terörist grubu.
Aktivite: Sivil ve uluslararası
hedeflere saldırıyor. ABD'li
işadamları ve Mormon kiliseleri
dahil, 1993'de Mc Donalds'a yönelik
iki bombalama, bir tane Kentucky
Fried Chicken bombalama girişimi.
Devletin başarılı kontr-terörist
operasyonları, gözle görülür bir
şekilde örgütün altını kazımıştır. Yine
de FPMR 1996'da helikopter firarı
gerçekleştirdi.
Güç: Bugün 50-100 üyesi olduğu
sanılıyor.
Operasyon Alanı: Şili
Dış Yardım: Yok
MRTA (Tupac Amaru
Devrimci Hareketi)
KURTULUŞ
Tanım: Geleneksel M-L devrimci
hareketi '83'de kuruldu. Peru'yu
emperyalizmden kurtarmak,
Marksist Yönetim kurmak istiyor.
Kontr-terörist başarılardan sonra
darbe yedi iç çatışmalar ve sol
desteğin azalmasından dolayı zayıf
düştü.
Aktivite: Bombalamalar, rehin
alma eylemleri, pusu ve saldırılar.
Büyük sayıda anti-ABD saldırıların
sorumlusu. Üyelerinin çoğu hapiste.
Aralık '96'da 23 MRTA üyesi Japon
Büyükelçiliğine saldırıp içerde
bulunan yüzlerce diplomatı rehin
almayı başardılar.
Güç: Bilinmiyor. Son yıllarda
gücünün çoğunu kaybetti.
Operasyon Alanı: Peru
Dış Yardım: Yok
AYDINLIK YOL
(SENDERO LUMİNOSO, SL)
Tanım: '60'ların sonlarında, o
zamanki üniversite profesörü
Abimael Guzman tarafından
kuruldu. Hedefi Peru'lu kurumları
yoketmek ve bunların yerine bir
devrimci hükümet kurmak. Ayrıca
Peru'yu yabancı etkenlerden
kopartmak istiyor. Guzman'ın '92'de
tutuklanması büyük bir darbeydi,
çünkü bununla birlikte başka SL
önderleri de '95'te yakalandı ve
cumhurbaşkanı Fujimori'nin pişman
teröristler için amnesti
programından dolayı çok sayıda
terkedişler oldu.
Aktivite: Terörizmin çok vahşi
biçimlerine başvuruyor, mesela
gelişigüzel bombalamalar. SL
şiddetinin hedefi hemen hemen
Peru'nun tüm kurumlan olmuştur.
ABD elçiliği dahil Peru'da bulunan
çeşitli diplomat kurumlar
bombalandı. Bombalama
kampanyaları ve seçilmiş suikastler
düzenliyor. Kuruluşundan beri ABD
ticari hedeflerine saldırıyor.
Güç: 1500-2000 silahlı militan,
büyük sayıda destekleyici, çoğu
kırsal bölgelerde.
Operasyon Alanı: Kırsal alan, bazı
terörist saldırılar başkentte.
KOLOMBİYA SİLAHLI
DEVRİMCİ GÜÇLERİ
(FARC)
Tanım: Kolombiya'nın en büyük,
en iyi eğitim almış ve en iyi
donanmış örgütü. '66'da, Kolombiya
KP'sinin askeri kanadı olarak
kuruldu.
Hedef: Hükümeti alaşağı etmek.
Militan çizgide örgütlenmiş bir şehir
cephesi var. Başından beri anti-ABD.
Aktivite: Kolombiyalı politikacılar
ve askeri hedeflere karşı silahlı
saldırılar. Çok sayıdaki üyesi yasadışı
faaliyet yürütüyor, para için banka
soygunları ve özellikle yabancı
vatandaşları rehin almaya
başvuruyor...
Güç: Tahminen 7000 silahlı
savaşçı ve bilenmeyen sayıda
destekçi.
Operasyon Alanı: Ağırlıklı kırsal
alanda.*
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KÜRDİSTAN
KURTULUŞ
nin işbirlikçilerinin hakim hale
gelebileceği bu
alanı neden ve
nasıl yarattığındadır?
Meseleyi sadece HADEP içindeki
belli kişilerle açıklamak, diyelim ki bugüne ilişkin sorulan cevapladı. Peki ya
dün?
Deniliyor ki, HADEP'in bugün çoğunlukla ÖDP, EMEP gibi reformist kesimlerle ittifakı tercih etmesi, "bu uzlaşıcı anlayış" nedeniyledir. Peki HADEP
dün, daha öncesinde bu açıdan farklı
mıydı? HADEP ne zaman devrimcilerle
istikrarlı bir ittifak çizgisi izledi? Biliyoruz ki tercihlerde hep CHP'li, SHP'li ittifaklar ağır basmıştır. Önceki seçimlerde
de HADEP'in ittifakları aynı kesimler
değil midir? Farklı iddiadaki bir kaç derginin o "blok"lar içinde olması, o blokun reformist muhtevasını değiştiriyor
muydu? Hayır. Böyle düşünenler ancak
kendilerini kandırıyordu. İçinde yeraldıkları HADEP'li, ÖDP'li seçim ittifakı o
gün de reformist, uzlaşıcıydı. Bugün de
öyledir.
Evet, geriye doğru, sürecin bütününe şöyle bir bakalım.
HEP'den HADEP'e uzanan çizgide
bu partiler, hemen hiç bir zaman kitle
hareketi zemininde hareket etmemişlerdir. Bu partilerin bağımsız bir hareketi yoktur.
Esas aldıkları zemin meşruluk zemini değil, yasallık zemini olmuştur.
Yani ortada bu açıdan bakıldığında
kendi meşruluğuna inanmayan bir parti çizgisi vardır. 92 Newroz'u sonrası bu
açıdan çok çarpıcıdır ve sonuçlan itibarıyla belirleyicidir. Katliamlara, göç dayatmasına HEP binalarındaki bir kaç
açlık greviyle, adeta yasak savma kabilinden cevaplar verilmiştir. Tabii bu bir
cevap olmamış, devletin fiziki, ideolojik, psikolojik saldırısı püskürtülmek bir
yana, kitlenin direniş moralini diri tutacak bir süreç bile örgütlenemeyip kitle
hareketinde gerilemenin önü açılmıştır.
DEP'li, HADEP'li milletvekilleri gözaltına alındığında da aynı tavırsızlıkla
karşılanmıştır. Bunlar karşısında radikal, uzlaşmaz bir kitle hareketi örgütlemeye niyetlenilmemiştir bile. Bir parti
düşünün ki, kendi milletvekilleri gözaltına alınıp tutuklandığında bile ciddi
bir kitle hareketi örgütlemeyi düşünmüyor. Ya da Sincar olayı. Bir parti düşünün ki, kendi milletvekilinin cenazesini kaldırmıyor.
Gözaltılara, tutuklananlara sahip çıkılmamıştır. Neden? Hangi politikadan
kaynaklanmıştır bu tavır? HADEP, sürekli olarak "şu kadar insanımız katledildi" der durur. Pekala katledildi de ne
yaptınız?
HADEP meşruluğunu ya burjuvaziyle ya reformizmle birlikte olmakta
görmüştür. Onların olmadığı, gelmeyeceği yerde bağımsız bir hareketi düşün-
UZLAŞMACILIK, REFORMİZM
HADEP'TE ESKİ HASTALIKTIR
Bugünlerde hemen pek çok siyasi
dergide HADEP'le ilgili değerlendirme
ve eleştiriler görülüyor. HADEP'e ilişkin
yazıların böyle, bir anda çoğalmasının
elbette bir nedeni olsa gerek. HADEP'te
ani bir çizgi değişikliği mi oldu? Hayır.
Olağanüstü bir gelişme mi var? Hayır.
Ama tabii, Sol durup dururken girişmedi bu eleştiriye. O sol ki HADEP'e
yönelik gerektiği kadar bir eleştiriyi bile
bugüne kadar hakkıyla yapmamış, tersine HADEP'in çizgisini, taktiklerini çeşitli biçimlerde destekler konumda olmuştur.
Sol eleştiriye başlamıştır; çünkü bizzat PKK önderliği ve Kürt ulusalcılığı
çizgisindeki basın HADEP'i açıktan şiddetli bir şekilde eleştirmeye başlamışlardır. Bakıyor... PKK eleştirince o da
eleştiriye soyunuyor.
Yapılan eleştiriler zamanlama açısından olduğu gibi, muhtevası açısından da PKK'ya paraleldir. Eleştiri böyle
bir atmosferde gündeme gelince, bu,
kaçınılmaz başka çarpıklıkları da getiriyor.
Bu eleştiri ve değerlendirmelerde
görülen en temel nokta, HADEP'in bugüne kadarki çizgisinde, pratiğinde görülen bütün eksikliklerden, zaaflardan,
yetmezliklerden HADEP içindeki şu, bu
kesimlerin, şu, bu sınıfların temsilcilerinin sorumlu tutulmasıdır. HADEP
"yumuşatılmış", bunda da HADEP içindeki "reformist uzlaşıcıların" payı büyüktür. Bu yaklaşım HADEP gerçekliğinin ancak bazı yanlarını açıklar ama
HADEP'in bugüne kadar izlediği çizginin bütününe bir açıklama getirmez.
Sübjektiftir.
Elbette HADEP içinde farklı sınıf ve
katmanlar vardır, bunların arasında bir
mücadele, bir "iktidar kavgası" olması
da doğaldır. Ancak doğal olmayan "burjuva, orta burjuva kesimlerin", uzlaşıcıların böyle bir partide böyle bir etkinlik
alanı bulabilmelerindedir.
Oligarşi HADEP üzerine oynuyor
deniyor. Bunda da şaşılacak birşey yok.
Oligarşi düzen partilerinin hepsi üzerine, hatta müdahale imkanlarının sınırlı
olduğu devrimci, illegal örgütlenmeler
üzerine bile siyasi hesaplar yapar, doğrudan olamasa da psikolojik savaş yöntemleriyle bunlara müdahaleye çalışır.
Provokasyonlar, darbeler düzenler ya
da düzenletir. Yasal, legal bir partiye yönelik olarak böyle hesaplar yapmayacağım, pratik müdahalelerinin olmayacağını düşünmek, saflıktır. Oligarşi elbetteki bu zeminde oynar. Elbetteki bu zeminde emperyalistler ve oligarşi
"PKK'ya alternatif" oluşturmaya, kendi
işbirlikçilerini yaratmaya çalışırlar. Mesele izlenen politikaların, uzlaşmacıların hatta emperyalistlerin ve oligarşi-
memiştir.
Demokratik mücadele Türkiye'de
böyle verilmez. Bu tarz bir mücadeleyle
hiçbir demokratik mevzinin kazanıldığı, korunduğu görülmemiştir. HEP-HADEP çizgisi, gerilla savaşının kazandığı
mevzilere oturmuş, ama kendi savaşlarıyla bu mevziyi genişletememişlerdir.
Bedel ödemek istemeyen, mücadeleyle
değil, icazetle kazanmayı isteyen, gücü
sokağa çıkardığı kitlesellikte değil, burjuvazinin, küçük-burjuvazinin belli kesimlerini, isimlerini yanına çekmekte
arayan, dolayısıyla hep onların hoşuna
gidecek politikalar ve söylemler üreten
bir noktada kalmıştır. HEP'ten HADEP'e pek çok yönetici değişmiş, ama
arada bir yapılan çıkışların dışında bu
çizgi hep sabit kalmıştır. Bunu tesbit etmek, HADEP gerçeğini, bugününü
açıklamanın kilit noktalarından biridir.
Yani "bugünkü yönetim" deyip kimse
işin içinden çıkamaz.
HADEP'in ve ondan öncekilerin
devrimcilerle birliğe yanaşmaması herkesin bildiği, gördüğü bir olgudur. Bu
aslında bir sonuçtur. Kendini meşru
görmüyor, devrimcileri meşru görmüyor. Kim meşru? Boyner'ler, Baykal'lar,
TÜSİAD... Kim meşru? ÖDP... ÖDP meşruiyetini nereden alıyor? Burjuvaziden.
Sürecin başından bu yana belli başlı tavırları da hatırlamak gerek. Karşımıza yine aynı çizgi, aynı politika, aynı
gerçek çıkacaktır.
'91'de SHP listesinden seçimlere
girme... SHP'ye güvenoyu verilmesi...
Bu "politika"ların Kürt halkına faturası
ne oldu? SHP-HEP ittifakını "Devrimci-demokratik sol ittifak" (Yeni Ülke,
s.46, Başyazı) olarak değerlendirmenin
anlamı neydi, sonuç ne oldu?
Özal'dan İnönü'ye, düzen partilerini çözüm için umut haline getirme politikasının sonuçları ne oldu?
Bütün bunlar irdelenmeden "HADEP'te şu sınıflar şöyle yapıyorlar" diye
belirlemeler yapmak soyuttur. Bu politikalar değerlendirilemediği sürece HADEP içinde kimler yönetime gelirse gelsin, HADEP ya da isterse başka bir parti olsun, farketmez.
Devrimci hareketin bu çizgiye daha
baştan eleştirisi vardır. Bu eleştiri farklı
hesaplar güdülmeden, dostluk ve dayanışma çerçevesinde, başından itibaren
de açıkça dile getirilmiştir.
Bu eleştiri daha HEP'lilerin milletvekili seçilip parlamentoda edilen yeminde alınan tavırdan başlamıştır. Yemin töreninde ulusal dillerim ve sembollerini ifade edip meclis kürsülerinde
bir çıkış yapmak isteyen HEP'liler bu
tavırda sonuna kadar ısrarlı olmamış,
tersine oligarşinin sözcülerinin şiddetli
tepkileri karşısında geri adım atmışlardır. O zaman bir halkın "böyle temsil
edilemeyeceğini" söyledik:
Söz konusu yazının yer aldığı Mücadele'nin yayınlandığı tarih 15 Aralık
1991'dir.
TBMM'nin onlara dayattığı yemini
etmek zorunda mıydılar? SHP'ye güvenoyu vermek zorunda mıydılar? Bunlar,
parlamentoda temsil edilmenin pragmatizmi içinde cevaplanmamış, arada
kaynatılmış sorulardır. Bunlarla "halkın sözcüleri olamayacaklarını" belirtmişizdir. Seçilir, gücünü gösterir, ama
parlamentoya girmezsin. Bu da bir taktiktir.
Peki HADEP'in ve bu çizgideki diğer
partilerin tüm bu "barış"çı, "uzlaş-
20 Aralık 1997
ma"cı, "icazet"ci, parlamenterist politika ve taktiklerini, bunların ürünü olan
eylemlerini adeta koşulsuz destekleyip
oradan kendine pay çıkarmaya çalışanlar bugün HADEP'i eleştirme hakkına
sahip midirler? Dahası yaptıkları eleştiri hem bu pratiği, hem de gelinen noktayı açıklayıcı mıdır? Bütünüyle PKK tabanı üzerinde yükselen bir harekette
diğer kesimler nasıl böyle yönetimi ele
geçirebilecek, kendi politikalarını hakim kılabilecek hale gelmişlerdir?
HADEP'in sorunu izlenen politikalardadır. Değişmesi gereken şu ya da bu
kişi değil, politikalardır. Politikalar ise
herkesin bildiği gibi Kürt ulusal hareketinin genel gidişatından, politikalarından bağımsız ve ayrı düşünülemez.
***
BİR ÖRNEK:
En son somut örnek HADEP'in Gazi
davasına ilişkin tutumudur.
Gazi davasına ilk kitlesel gidişte, ön
hazırlıklar sürecinde bu davaya "merkezi" olarak hazırlandıklarını, "çok kitlesel" bir biçimde katılacaklarını söylemelerine rağmen, sınırlının da sınırlısı
bir katılım göstermişlerdir. Sonra bu
devam etmiştir. Bunun "merkezi" tavırları olduğu da anlaşılmıştır!
Aynı HADEP, bir kaç gün önceki
DİSK yürüyüşünü canı gönülden desteklemiş, yürüyüşçüleri "teşkilatlarının
bulunduğu her yerde karşılamıştır.
Aynı günlerde yine Gazi davasına kitlesel olarak gidilmiştir. Ama HADEP yoktur. Otobüslerle Gazi Davasına giden
şehit ailelerini, Gazi halk meclisi'ni
"teşkilatlarının bulunduğu yerlerde"
karşılamamıştır.
İlginçtir, ÖDP de aynı konumdadır.
Gazi davası ÖDP'yi hiç ilgilendirmez.
Ama Rıdvan Budak'ı şatafatıyla karşılamakta kusur etmezler.
Evet, soruyoruz HADEP'e ve HADEP'lilere:
Gazi davasında neden yoksunuz?
Neden DİSK'i karşılamayı görev biliyorsunuz da, Halk Meclislerinin Ankara yürüyüşünde yoksunuz, Meclisleri
karşılamıyorsunuz!
Onlar sakıncalı mı, riskli mi? .
Evet, durum tam da yukarıda belirttiğimiz gibidir. HADEP kendini meşru
görmüyor, devrimcileri meşru görmüyor. Kim meşru? DİSK... O zaman ona
yanaşıyor, onu karşılıyor. Halk Meclislerinin ise yolunun üstünde bile gözükmüyor.
Böyle demokrasi mücadelesi verildiği nerede görülmüş?
Bir halkın ulusal haklarının böyle
savunulduğu nerede görülmüş?
Herkes görmeli ki, uzlaşmacılık, icazetçilik, MGK sendikacılarını desteğe,
Halk meclislerinden, devrimcilerden
kaçmaya götürür. HADEP ve HADEP'liler bu noktadan memnunlarsa, sorun
yoktur.
Ama bu yer verilen binlerce şehidin
kanı üzerine politika yapan, dökülen o
kan sayesinde varolan bir partinin yeri
midir?
Değildir diyenler, bu yeri değiştirmek için başından bugüne HADEP'in
politikalarını gözden geçirmek zorundadır. Çünkü başından bu yana izlenen
politikalar sorgulanmadan, yalnızca şu
ya da bu isimin değiştirilmesiyle, ne
HADEP'in yeri değişir, ne de HADEP
üzerine oligarşinin hesapları bozulabilir. *
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
23
ŞEHİTLERİMİZ
20 Aralık 1997
KURTULUŞ
21-27 Aralık Şehitlerimiz
kim olduğunu ve bizde kalacağını. Anam epeyce kızmıştı. Ama aradan bir saat bile
ÖNDER OLMAK
geçmeden onun da sevgisini
kazanmıştın. Anam seninle
Yöneticilik nedir? Kısaca örnek
şakalaşmaya,
hatta sana beni çekişolmak, önder olmak.
tirmeye
bile
başlamıştı.
Bizden gitTersinden de söyleyebiliriz; butiğinde
arkandan
'Ne
efendi,
iyi çolunduğu ilişkiler içinde, mücadele
cuktu'
demişti."
içinde örnek olan, önder olan, bir
ÖRNEK
22 Aralık 1977
Fevzi Azırcı
23 Aralık 1979
Nadir ölmez
22 Aralık'ta Galatasaray
Mühendislik Yüksek
Okulu'nu basan faşistler
tarafından katledildi.
Bursa DEV-GENÇ saflarında yer
aldı. 23Arahk'ta gerçekleştirilen bir
kitle eyleminin güvenliğini sağlarken
çıkan çatışmada şehit düştü. 1957
Nevşehir Ürgüp doğumluydu.
24 Aralık 1994
İsmail Bahçeci
Aralık 1979
Cahit Şenyüz
Faşizmin
işkencehanelerinde
düşman tarafından
katledildi.
1968 doğumluydu. Devrimci
mücadeleyle İstanbul'da yüksek öğrenimini
yaptığı sırada tanıştı. İstanbul'da ilk kurulan
öğrenci derneği olan MÜBYÖD'ün
başkanlığını yaptı.
DEV-GENÇ içinde birçok faaliyette bulundu.
TÖDEF'in kurucuları arasındaydı. 1992
yılından itibaren mücadelesine DEVRİMCİ
SOL savaşçısı olarak
devam etti.
İstanbul DEV-GENÇ sorumluluğunu yaptı. 24
Aralık'ta işkenceciler tarafından gözaltına
alınan İsmail Bahçeci kaybedildi.
Elazığ,
Gaziantep ve
Malatya'da görev
yaptı. Malatya
dağlarında kır
gerilla ekiplerinde
yer aldı. Aynı ilde
anti-faşist bir eylem
hazırlığı esnasında
elindeki bombanın
patlaması sonucu
26 Aralık'ta şehit
düştü. 1956 Tunceli
Mazgirt
doğumluydu.
VE
süre sonra bulunduğu yerde yönetici de olacak demektir.
Nasıl örnek ve önder olunur?
Tabii bunda teorik bir yetkinliğin,
askeri anlamda bilgi ve tecrübenin
önemli bir payı vardır. Ama bunlara sahip olmasına rağmen önder ve
örnek olamayanlar da vardır.
örnek ve önder olmakta kilit sorun, devrimciliği, devrimci bir yaşamı sadeliği içinde içselleştirmektir. Çünkü bunu başaran devrimci
adeta kendiliğinden örgütleyicidir,
kendiliğinden yönlendiricidir, kendiliğinden sorun olan değil, sorun
çözendir.
İsmail'le ilgili iki ayrı anlatımdan, birbirine çok benzeyen iki örnek:
"... Hatırlıyor musun yanımıza
gelmiştin. Ne kadar çok sevinmiştik
ama kalacak yer bulamamıştık sana. 'Bize gidelim ama anam kovarsa karışmam' demiştim. Sen de 'Gör
bak anan beni kovmaz, hem de çok
iyi anlaşırız' demiştin. Eve giderken
kaygılıydım. Çünkü anam mücadele etmemi istemiyor, beni engellemek için herşeyi yapıyordu. Hatta
arkadaşlarımı bile kapıdan geri çeviriyordu.
Birlikte eve geldik. Anamla tanıştırdım, açık olarak söylemiştim
İkinci örnek; "Bir hafta kalacaktı. Ama yer sorunu vardı. Yengem ilçeye gittiği için abim ve ben yalnız
kalıyorduk. Yolda yürürken İsmail'e
bir taraftan abimi anlatıyordum.
Eve gelir gelmez, abimle hemen bir
bağ kurdu. Hatta ikisi bir cephe
oluşturup yemeklerim konusunda
bana takılıyorlardı. O güne kadar
ev işlerine elini sürmeyen abim, İsmail'in sofra kurmada, yemek hazırlamadaki gayretini görüp bana
"Yemekleri sen pişirirsen, biz de bulaşıkları yıkarız" dedi. ismail halka
da öğretiyordu. Konuşması, oturup
kalkmasıyla, herşeyiyle örnek alınacak biriydi. Abim onunla tanıştıktan sonra artık çoraplarını banyoda bırakmıyordu. İsmail gittikten
sonra 'Bir daha ne zaman gelir,
onun gibilere kapım açık' diyordu."
Böyle bir devrimci, çok özel, istisnai koşullar dışında, ne evsiz kalır, ne altındaki insanlarla sorun yaşar, ne örgütlenmeyi geliştirmekte,
ne de insanları eğitmekte yetersiz
kalır. Çünkü herkes onu, sorumlu
olarak atandığı için değil, o sorumluluğun hakkını verdiği, hayatın
içinde örnek ve önder olduğu için
sevecek, sayacak, örnek alacaktır.*
YOLDAŞLARININ ANLATIMINDAN
26 Aralık 1979
Zeki Öztürk
27 Aralık 1990
Ordu Fatsa'da doğdu. '80
öncesi Liseli DEV-GENÇ
saflarında görev yaptı. 12
Eylül sonrasında tutsak
Ferit Eliuygun
Hamdi Aygül
düştü. Tahliye olduktan
sonra DEV-GENÇ'in yeniden
Amasya Gümüşhacıköy doğumluyyapılanması sürecine katıldı. Zor
du. En büyük arzusu SDB üyesi olkoşullarda yeraltı mücadelesinde
maktı. Bu arzusuna
yer aldı. Daha sonra SDB Ekip Sokavuştu ve komutanı Ferit Eliuygun
rumluluğuna getirildi.
ile birlikte savaşarak şehit düştü.
Ferit Eliuygun;
"Ferit birlikteki insanların hem ağabeyi hem komutanı idi. Onları
bir ananın çocuklarını sevdiği gibi seviyordu. Özenli ve dikkatliydi, her
birine zaman ayırıyordu ama en çok zamanı yeni, genç yoldaşlarımıza
ayırıyordu. Ferit onlarla hem kendisi ilgileniyor, hem de sık sık beni bu
konuda uyarıyordu: 'Herşeyi bizden öğrenecekler. Bildiklerimizi onlara
öğretmeliyiz, biz nasıl şekillendirirsek öyle devam edecektir... Disiplinsizlik yapmak isteyebilirler, taviz vermeyin...'
Kaldığımız bir evde soba yoktu. Yeterince yatak, battaniye de yoktu,
biz taşındıktan birkaç gün sonra geldi üşüdüğümüzü gördü, aynı gece
bir elektrik sobası, iki yorgan ve elektrikli battaniyeyle geldi. Ancak gelebildiğini, işleri nedeniyle geciktiğini söyledi, onun bu tavrı hepimizi
çok etkilemişti."
İsmail Bahçeci;
"Nasıl anlatsam ki seni? O kabına sığmaz coşkunu bize aktarışını, en
ufak olumsuzluğa göz yummayışını? Herşeyin en iyisini yapmamızı isteyişini, peki aksayan ayağına rağmen kavgamızın şehri istanbul'u saatlerce yorulmadan yürüyüşünü, nasıl anlatsam ki? Ya 18 saat yolculuğun üstüne koca istanbul'da koşturduktan sonra tüm yorgunluğumuza
rağmen bize eğitim çalışması yaptırışını gece yarısı. Ve bitmek tükenmek bilmeyen enerjini..."
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
24
KARADENİZ
İsyanları ve Katliamlarıyla,
ü ve Bugünüyle...
70'LERE DOĞRU;
KÖYLÜLÜĞÜN
MÜCADELESİ GELİŞİYOR
1960'lı yılların sonu hemen tüm
ülkede mücadelenin geliştiği yıllardır
ve çoğu yerde ağırlıkla gençlik
çerçevesindedir. Karadeniz de bu
dönemde mücadelesiyle öne
çıkmıştır. Karadeniz'de gelişen
mücadelenin bir farklılığı ise,
gençlikten çok yoksul köylülüğün,
üreticilerin mücadelesinin öne
çıkmış olmasıdır. Bu nedenledir ki,
bu süreçte THKP-C de Karadeniz'e
özel olarak yönelmiş, orayı stratejik
bir alan olarak değerlendirmiştir.
Fatsa köylüleri, 1967 Temmuz'u
ve Eylül'ünde düzenledikleri iki ayrı
yürüyüşte banka borçlarının
ertelenmesini isteyerek, tefeciliği,
soygun düzenini lanetlediler.
Çorum'un temizlik işçileri aynı
dönemde işten atılmalarına karşı
Çorum'dan İstanbul'a kadar
yürüdüler.
1968'de köylülerin eylemleri
yaygınlaşırken, Samsun Tekel
Müdürlüğü'nde işçiler, iş güvenliği
talepleriyle eylemler yaptılar.
Mücadeleleri yalnız hakları için
de değildi. Anti-emperyalist
mücadele de Karadeniz'de yankısını
buluyordu; 1968'de Fatsa'nın 24
köyünün muhtarı "Amerika'ya İlk
İhtar" ve Samsun'a bağlı 15 köy halkı
da "Amerika Seni İstemiyoruz"
başlıklı bildiriler yayınladılar.
1969, Çorum'da Alpagut Linyit
İşletmelerinde çalışan işçiler,
ücretlerinin verilmemesi nedeniyle
ocağı işgal ettiler. İşgali 34 gün
boyunca sürdüren işçiler bu sürede
yönetime el koyarak madeni
işletmeye devam ettiler.
Perşembe'de Fındık Satış
Kooperatifi'nde kadın işçiler, findik
kırma atölyelerini işgal ettiler.
Ereğli Demir-Çelik işletmelerinde
çalışan 4600 işçi, idarenin "bölyönet" uygulamalarına karşı greve
başladılar.
Fatsa köylüleri "Fındık fiyatları ve
demokratik haklar" için mitingler
düzenlediler.
Tokat'ın Uzunburun köylüleri
hazine topraklarını işgal ettiler.
1970 yılı boyunca da
Karadeniz'de halkın çeşitli
kesimlerinin eylemleri devam etti:
Zonguldak Karadon bölgesi
kömür işçileri, haklarının
gasbedilmesine karşı grev ve işgaller
yaptılar. Doğu Karadeniz'de çay
üreticileri, çay fabrikalarını ve Tekel
İdaresi'ni işgal ederek siyasi parti
binalarını tahrip ettiler.
1970 yılının yazında Giresun,
Ordu, Fatsa, Bulancak, Tirebolu,
Espiye, ve Vakfıkebir'de fındık
üreticileri tefeci-tüccar sömürüsüne
karşı mitingler düzenlediler. Ordu'da
AP'li bir tüccarın yürüyüş yapan
köylülerin üzerine ateş açması
sonucu, Şahin Çavuşoğlu adlı yaşlı
bir köylü öldü.
1970 Ağustos'unda AP iktidarının
Amerika'nın talimatıyla haşhaş
ekimini sınırlaması üzerine binlerce
köylü, Merzifon ve Çorum'da
mitingler düzenleyerek
emperyalizmi ve bağımlılığı protesto
ettiler.
1971 yılının başında Eşme'de,
Alaçam'da tütün mitingleri
düzenlendi. Alaçam'da köylüler, Tekel
idaresini işgal ettiler.
12 Mart'a doğru Amasya TİP
Başkanı Şerafettin Atalay, gericiler
tarafından katledildi.
KARADENİZ,
DEV-GENÇ ve THKP-C
1970'de THKP-C'yi kuran
kadrolardan birçoğu, Türkiye İşçi
Partisi' (TİP)in değişik örgütleri
içinde yer almış, çalışmalar
yürütmüşlerdir. TİP içindeki ideolojik
mücadeleye bağlı olarak, TİP'in
çeşitli örgütlerinde yeralan kadrolar
DEV-GENÇ'in görüşlerini
benimsemişlerdir. Bu
örgütlenmelerden biri de Karadeniz
Ereğlisi TİP örgütüydü. TİP'in bu ilçe
örgütünde yer alan Sina Ciladır,
Necmettin Giritoğlu ve çevresindeki
devrimciler, 1969'da DEV-GENÇ
görüşleri doğrultusunda yayın yapan
"Çıkış" dergisini yayınlamaya
başladılar.
Tüm ideolojik ve pratik
mücadelelerini Türkiye devriminin
yolunu netleştirmeye paralel olarak
yürüten geleceğin THKP-C önderleri,
stratejik öngörüleriyle Karadeniz'deki
çalışmalara büyük önem verdiler.
DEV-GENÇ'liler, bölge açısından
belli bir ağırlığı olan Zonguldak ve
çevresindeki TİP Merkez yönetiminin
etkinliğine son vermek için seferler
oldular. Mahir CAYAN, Çıkış
dergisine yazılar yazdı.
TİP Milletvekilleri Sadun Aren ve
TİP'li Senatör Fatma H. İşmen'le
Mahir Cayan arasında 9 Haziran
1969'da TİP Karadeniz Ereğlisi İşçi
örgütü lokalinde yapılan tartışma,
önemli siyasi sonuçlan olan "ünlü"
bir tartışmadır. Bu toplantı
sonucunda pek çok işçi tavırlarını
DEV-GENÇ'lilerden yana koyarlar.
Mart '70'de DEV-GENÇ imzalı
"Zonguldak Halkına" başlıklı bildiriyi
dağıtan DEV-GENÇ'lilerden bir
kısmı polis tarafından gözaltına
alınır. Devletin tüm keyfi baskılarına,
oportünizmin yalan ve
demagojilerine rağmen DEVGENÇ'liler Karadeniz'de giderek
artan bir siyasi ağırlık kazanırlar.
Büyük bir enerjiyle o ilçeden ilçeye,
o mitingden mitinge, köylülerle,
işçilerle, emekçilerle birlikte sömürü
düzenine karşı eylemler, gösteriler
örgütlerler. Siyasi eğitim çalışmaları
yürütürler.
TİP ORTA KARADENİZ
BÖLGE TOPLANTISI: Ocak
1970'de yapılan Fatsa Kongresi
öncesi TİP'in Orta Karadeniz Bölgesi
örgütleri yöneticilerinin büyük bir
çoğunluğunun katılımıyla bir
toplantı yapılır. Toplantıda yapılan
tartışmalar sonucunda Milli
Demokratik Devrim görüşünü
destekleyen kararlar alınır. Kararların
altında imzası bulunanların arasında
İsmet Öztürk (Çarşamba İlçe
Başkanı), Mustafa Eydi (Ordu Kumru
İlçesi Başkanı), Fikri Sönmez (Fatsa
İlçe Başkanı), Ahmet Atasoy (Fatsa
TİP Üyesi), Sekip Kurt (Samsun İl
Üyesi), Ahmet Kaya (Çarşamba İlçe
Sekreteri), Sulhi Kutucu (TİP Samsun
İl Başkanı), Ziya Yılmaz (Fatsa Üyesi)
da vardır. Bunların büyük çoğunluğu
daha sonra THKP-C örgütlenmesi
içinde yeralacaklardır.
DEV-GENÇ
KARADENİZ'DE: 1970
Ocak'ından itibaren DEV-GENÇ'liler
Karadeniz Bölgesine daha fazla
ağırlık verirler.
Mahir ve bir grup DEV-GENÇ'li,
1970 Mart'ının başında Karadeniz
Bölgesine giderler. Fatsa'da "Yeşil
Fatsa" Gazetesi sahibi Ziya Yılmaz'ın
ve Fikri Sönmez'in de aralarında
bulunduğu bir grupla toplantılar
yapılır. Benzer toplantılar daha
birçok yerde tekrarlanır. Bir çok yeni
insanla tanışıp, onlara Türkiye
devriminin yolunu anlatırlar. DEVGENÇ'lilerin militan yapıları,
devrimci pratikleri ve bunların
bütünlüklü görüşleri birçok kişiyi
ikna etmeye yeter. DEV-GENÇ'liler
köylülerle de içiçeydiler. Çeşitli köylü
eylemlerine öncülük yaparlar,
düzenlenen mitinglere katılırlar.
Karadeniz'de gelişmekte olan kitle
hareketi geniş bir potansiyeli
kucaklıyordu. Bölgede aylarca kalan
Parti-Cephe kadroları olduğu gibi,
seyyar ekipler ve bölgenin yerleşik
insanları da vardı. Tüm hazırlıkları
kurulacak Partiye güçlü bir kitle
tabanı ve bunun içinden genç
kadrolar yaratmaya yönelikti. Bunun
için geceli gündüzlü Zonguldak'tan
Samsun'a, Fatsa'dan Rize'ye kadar
tüm Karadeniz'i il il, ilçe ilçe, köy köy
dolaştılar.
Mahir, Alaçam Mitingi sonrası
Samsun'da TİP bölge teşkilatlarından
insanların da yeraldığı bir grupla
toplantı yapar. 1970 Nisan'ında
Mahir'in de aralarında bulunduğu
DEV-GENÇ'liler Rize'de çay
20 Aralık 1997
üreticileri içindedirler. Çay
ürecilerini kapsayacak bir sendika
kurabilmenin koşullarını araştırırlar.
Aynı sürede Karadeniz'in pek çok
bölgesinde bildiri dağıtmalar,
toplantılar, mitingler sürdürülür.
1969-'70'lerde köylü
mücadelesinin doruğa çıkmasında
hiç kuşkusuz DEV-GENÇ'in ve
THKP-C'nin büyük rolü vardır.
Yukarıda sıralanan eylemlerin pek
çoğunda doğrudan örgütleyici olarak
yeralmışlardır. Bu çalışmaları
yürütürken birçoğu gözaltına alınıp
işkencelere uğramış, içlerinde
tutuklananlar olmuştur.
NEDEN KARADENİZ'e
ÖNCELİK?
Mahir'i ve yoldaşlarını
Karadeniz'e çeken şey neydi?
Öncelikle Karadeniz bölgesindeki
potansiyel diğer bölgelerden daha
ileri bir noktadaydı. Karadeniz'de
çarpık kapitalist ilişkiler, üreticilerin,
köylülerin sömürüsü diğer
bölgelerden daha açık ve çarpıcıydı.
Tütün ve fındık üreticileri adeta
emperyalist tekeller için üretim
yapıyorlardı. Sömürü çıplaktı. Bu
durum onlara sınıf çelişkilerini
göstererek mücadeleye yöneltmekte,
devrimci saflara çekmekte bir
avantajdı. Sorun bu durumun iyi
değerlendirilmesi noktasında
düğümleniyordu.
Ayrıca bölgede NATO'ya ait askeri
üslerin, tesislerin varlığı ve ürün
fiyatlarının belirlenmesinde
emperyalist tekellerin açık
müdahalesi, halkta anti-emperyalist
bir tepkinin maddi koşullarını
oluşturuyordu.
Öte yandan TİP'in Karadeniz'de
yaygın bir örgütlülük ağı vardı. Ve TİP
içinde yeralan ama önce DEV GENÇ,
sonrasında da THKP-C düşüncelerini
savunan bölge insanlarının varlığı da
THKP-C için diğer bir avantaj olarak
değerlendirilebilirdi. Devrimci bir
anlayışla yayın yapan yerel gazeteler
vardı. Örneğin Trabzon'da "Savaş",
Ordu'da "Uyanış", Fatsa'da "Yeşil
Fatsa" ve "Köylü", Samsun'da,
"Çatlı", Alaçam'da "Alınteri" adıyla
çıkan gazeteler Parti-Cephe'nin
halkla yakın ilişkiler kurmasında
etkin birer araç olmuşlardır.
Bunların yanı sıra Samsun
Ondokuz Mayıs Fikir Kulübü,
Alaçam Köycülük Derneği, Fatsa
Köycülük Derneği, Sinop'ta Savaş-İş
Sendikası da THKP-C'ye yakın
insanların yönlendiriciliğinde veya
etkinliğinde demokratik
örgütlenmelerdi.
Mahir CAYAN, bölgedeki
örgütlenme çalışmalarında bizzat yer
alır. Devrimci saflara kazanılan
insanların birçoğu kısa sürede
gelişme kaydederler ve Karadeniz'de
Parti-Cephe adına örgütlenme
faaliyetlerinin kadroları haline
gelirler. Karadeniz'de örgütlü yapı
kısa sürede diğer bölgelerden daha
ileri noktaya taşınır.
Karadeniz bölgesi arazi yapısının
dağlık, ormanlık olması nedeniyle de
gerilla savaşı açısından THKPC'lilerin öncelikle tercih ettikleri bir
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
25
KARADENİZ
20 Aralık 1997
bölge olmuştur. Mahir ve Hüseyin
CEVAHİR Fatsa ve çevresindeki
coğrafî yapı üzerine bizzat
incelemelerde bulunurlar. Gerilla
savaşının ön hazırlıkları oluşturmak
bölgedeki çalışmanın önemli bir
ayağıdır ve bölgeye gelen DEVGENÇ'lilerin içinde Filistin'de gerilla
eğitimi görenler de vardır. Mahirin
yanısıra, Kızıldere'de şehit düşen
Parti-Cephe kadrolarından
Sabahattin Kurt, Sinan Kazım
Özüdoğru, Hüdai Arıkan ve Hüseyin
Cevahir de Karadeniz'deki
çalışmalarda, sürekli halkla birlikte
olmuşlardır.
Sabahattin Kurt, Çarşamba'nın
köylerinde üreticilerin içinde çalışma
yürütürken, Hüseyin Cevahir de
benzer şekilde birçok il ve ilçeyi
dolaşarak Parti-Cephe örgütlenmesi
içinde kimlerle nereye kadar hareket
edebileceklerini netleştirin
Karadeniz'in birçok yerinde "Köylü
Birlikleri" kurmaya çalışırlar.
Merzifon'da bulunan Hava Birliği
içinde de Parti-Cephe'nin görüşlerini
savunan, kurulacak Partinin içinde
yeralacak devrimci subaylar
bulunuyordu. Hatta bunlar kendi
aralarında bir örgütlülük de
yaratmışlardı. Bu devrimci
subayların başında bulunanlardan
biri de Kızıldere'de şehit düşenlerden
teğmen Saffet Alp'tı.
MALTEPE FİRARİ SONRASI
KARADENİZ: THKP-C ve THKO
önder kadrolarının 1971 Kasım'ında
İstanbul Maltepe Askeri
Hapishanesinden gerçekleştirdikleri
firar sonrası, önlerine koydukları
temel hedeflerden birisi de
Karadeniz'e geçip cuntaya karşı
gerilla savaşını başlatmaktı.
Karadeniz'in gerilla savaşı, barınma,
toparlanma için uygunluğunu daha
'70'de tespit etmişlerdi. Cunta öncesi
yaratılan ilişkilerin genişliği de
Karadeniz'i öncelikli kılan bir başka
nedendi.
Firar sonrası Karadeniz'deki
ilişkilerden bazıları istanbul'a ve
Ankara'ya çağrılıp gerillanın
Karadeniz dağlarına çıkışı için
hazırlıklara başlamaları söylenir.
Karadeniz'deki gerilla mücadelesine
katılacakların başında da Mahir
vardır.
Firar sonrası Mahirlerin temel
gündemlerinden biri de THKO
önderleri Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in
idam edilmelerini engelleyebilecek
güçlü eylemler yapmaktı. Bunun için
değişik eylem planlan hazırlanır. Bu
planlardan biri de Ordu Ünye'de
bulunan İngiliz Radar Üssü'ndeki
İngiliz ajanların kaçınlmasıdır.
15 Mart 1972'de Mahir, Cihan,
Ömer Ayna ve birkaç THKP-C'li
Ankara'dan Karadeniz'e hareket
ederler. Ünye'deki kaçırma eylemi
öncesi Fatsa'nın Yapraklı köyünde
saklanırlar. Mahirlerin Ankara'da
oldukları dönemde başlayan polis
operasyonları Fatsa'ya da sıçrar.
Polis, Fatsa'da Terzi Fikri Sönmez'i ve
bazı THKP-C taraftarlannı gözaltına
alır. Polisin hedefi Mahirlerdir.
26 Mart 1972'de Ünye'de ingiliz
teknisyenlerin kaldığı evi basan
Mahirler, üç ingiliz teknisyeni de
yanlarına alarak Ünye'den
uzaklaşırlar. Yönleri Tokat'ın Niksar
ilçesine doğrudur. Oligarşinin
militarist güçleri, kontrgerilla timleri
hemen harekete geçerler. Oligarşi
telaş ve panik içindedir. Çankaya
köşkünde Cumhurbaşkanı Cevdet
Sunay başkanlığında MGK toplanır.
Hükümet, Ordu ve çevresindeki
halka çağrı yaparak, kendilerine
yardımcı olmalarını ister. Bölgeye
askeri birliklerin yanısıra Mehmet
Eymür'ün de içinde bulunduğu
MİT çilerle kontrgerilla ekipleri
seferber edilir. Genelkurmay, ingiliz
teknisyenlerin bulunmasına
yardımcı olacaklara para ödülü
verileceğini açıklar. Faşist cuntanın
içişleri Bakanı yanında ordudan üst
düzey generallerle birlikte Ünye'ye
gider.
29 Mart'ta operasyonun yönü
Tokat Niksar'a ve giderek Kızıldere
köyüne kayar. Bu sırada Mahirler ve
rehineler Kızıldere köyünde
muhtarın evindedirler.
Bir süre sonra ev kuşatılır.
Kızıldere'de 30 Mart 1972'de
kanlarının son damlalarına kadar
savaşan, teslim olmayan, faşizmin eli
kanlı cellatlarıyla çatışan, THKP-C ve
THKO önder savaşçıları vardır.
Orada, onların kanlarıyla tarihe
Kızıldere Manifestosu yazılır.
Karadeniz böylesi bir tarihi olaya
tanıklık eder.
12 MART SONRASI
KARADENİZ'DE DURUM
THKP-C'nin 12 Mart öncesi
Karadeniz'de yarattığı geniş ilişki ağı,
pek çok Parti-Cephe kadrosunun
tutsak olması ve bir kısmının da
Kızıldere'de şehit düşmesiyle belli bir
dağınıklık yaşar. 1973'de, düzenin
demokrasicilik oyunu kaldığı yerden
devam eder. CHP, örgütsüz sol
potansiyeli, halk kitlelerini yanına
çekebilmek için atağa geçer.
İnönü'nün yerine parti başkanlığına
getirilen Bülent Ecevit, "Ne ezen, ne
ezilen hakça düzen" gibi demagojik
sloganlar kullanır. Bu politikası da
ona 1973'de hükümet kurabileceği
kadar oy kazandırır. Ancak CHP'nin
MSP'yle kurduğu koalisyon
hükümetinin ömrü uzun olmaz.
Oligarşi ekonomik, siyasi krizini
aşmak için 1975 başlarında I.
Milliyetçi Cephe Hükümetini
kurdurur. Bu süreç aynı zaman MC
dönemlerinin başlangıcıdır. 1980'e
kadar kesintilerle süren MC
hükümetleri dönemlerinde ülkenin
bütününde faşist kadrolaşma ve
terör tırmandırılacaktır.
1973 sonrası solun da
toparlanmaya çalıştığı bir süreçtir.
Solun yeniden toparlanmasının ve
özellikle de silahlı mücadelenin
gelişmesinin önünü daha baştan
kesmek için oligarşi, sivil faşist
çeteleri devrimcilerin, halkın
karşısına çıkartır. 1975'den itibaren
devlet güdümlü sivil faşist çeteler
okullardan, işyerlerinden,
mahallelere kadar her alanda
devrimcilere, halka yönelik
katliamlara giriştiler Amaçları halkı
ve devrimcileri sindirmekti. Sivil
faşist terör Karadeniz'de de oldukça
yaygın biçimde gündeme geldi.
1974'lerden itibaren yeniden
THKP-C potansiyelini toparlamak ve
devrimci çizgiyi hayata geçirmek için
genç DEV-GENÇ kadroları harekete
geçtiler. Aynı çaba Karadeniz'de de
vardır. Özellikle THKP-C'yi
savunuyorum, onun mirasçısıyım
diyen örgütler '74 sonrası Karadeniz
bölgesinde kısa sürede geniş bir
potansiyeli etraflarında
HALK İÇİN
KURTULUŞ
toplamışlardır. Buna en çarpıcı örnek
Devrimci Yol ve Kurtuluş (KSD)'dir.
Gerçekten Karadeniz'deki PartiCephe potansiyeli çok güçlüydü. Bu
potansiyeli etkileyebilmek için
THKP-C anlayışıyla yakından
uzaktan ilgileri kalmayanlar bile
halka karşı THKP-C'yi savunur
göründüler.
Bu ve benzer grupların THKP-C'yi
savunmakla bir ilgilerinin olmadığı
bir süre sonra görülmüştür. Ancak
bunun ortaya çıkarılması
Karadeniz'de daha geciken bir
süreçte mümkün olabilmiştir.
MAHİR ÇAYAN: Mahir'in
büyükbabası Hacı Mustafa Çayan Amasya'nın Gümüş ilçesine bağlı Yeniköy'dendir (O zamanki adı Çayanoğlu Kışlağı).
Aile Gürcü asıllıdır. Mahir'in
babası Abdülaziz, 1944 yılında
Çarşambalı Naciye Aktaş'la evlenerek Samsun'a yerleşir ve 15
Mart 1946 yılında MAHİR Samsun'da dünyaya gelir. Mahir'in
ailesinin köklerinin bir ucu
Amasya'ya, diğer ucu Samsun'a
dayanıyordu.
Mahir, çocukluğunda Gümüş'deki büyük dedesinin yanında kalır.
Mahir'in babası Samsun'da
gözlükçülük yaparak ailesinin
geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Aile daha sonra Ankara'ya
taşınır. Mahir, oradan da akrabalarının yanına geçip istanbul
Üsküdaı'da ilkokula başlar. Liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladıktan
sonra 1964 yılında İstanbul Tıp'ı bırakıp, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kayıt yaptırır.
Doğduğu topraklarla ilişkisi hep
sürer. Onu kah ideolojik mücadele
için kah köylülüğü örgütlemek için
Karadeniz'de görürüz. Nihayet bir gerilla savaşçısı olarak yeniden geldiği
Karadeniz'de, Türkiye devriminin önderlerinden biri olarak şehit düşer.
HARUN KARADENİZ: 1960'lı
yılların gençlik önderlerinden Harun
Karadeniz de, soyadının da ifade ettiği gibi, Karadenizlidir. 1942 yılında Giresun'un Alucra ilçesine bağlı Armutlu köyünde doğan Harun Karadeniz,
yoksul bir çiftçi ailesinin oğludur.
1962'de İTÜ İnşaat Fakültesine girer.
Öğrencilik yıllarında öğrenci Derneği başkanlığı ve İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığı yapar. Kısa süre içinde anti-faşist gençliğin militan kadrolarından biri olmayı başarır. Birçok anti-emperyalist eylemin en ön saflarında, boykotlarda, okul işgallerinde kitleye ajitasyon çeken onları yönlendiren Harun
Karadeniz'dir. Gençliğin yanısıra köylü ve işçi direnişlerinin de içindedir.
12 Mart cuntası sonrası TKP ve
Dev-Genç davalarından yargılanır.
Dev-Genç davasından tutukluyken
hapishanede yakalandığı rahatsızlık,
15 Ağustos 1975'de onu mücadeleden
koparır.
CİHAN ALPTEKİN: THKO'nun
önder kadrolarından olan Cihan, Rize'nin Ardeşen ilçesinin Işıklı köyünde doğmuştur. 1972 30 Mart'ında Kızıldere'de, doğduğu toprakların kurtuluşu uğruna şehit düşer.*
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
26
KARADENİZ
Devrimci Yol tasfiyeciliğine tavır
alındığı 1978'de, tasfiyeci DY, her
türlü tartışmanın, Devrimci Sol'un
ayrılık nedenlerinin bilinmesinin
önüne geçmeyi bir ölçüde
başarmıştır. Bu anlamda Karadeniz
ilk anda uzanılamayan bir bölge
olarak kalmıştır.
Bundan dolayı bu bölgedeki
THKP-C potansiyeli DY'nin, KSD'nin
kontrolü ve yönlendirmesi altında
kalmıştır. Fakat, DY'nin etkinliği
halkın önünde, yanında ve omuz
omuza faşizme karşı mücadele
etmekten çok, Ankara'dan, Devrimci
Yol dergisi sayfalarından "Yerel
Yönetim", "Direniş Komiteleri" gibi
modeller önermekten öte
gitmemiştir. Böyle olduğu için 12
Eylül faşist cuntası daha gelmeden
Karadeniz'de DY'nin "kalesi" olan
Fatsa'ya yapılan "Nokta
Operasyonlarda halk sivil faşist ve
resmi kontrgerilla timleriyle karşı
karşıya ve savunmasız bir şekilde
kalmış, DY'nin çarpık meşruluk
çizgisi, operasyonlara karşı gerekli
direnişin örgütlenmesinin önünde
engel olmuştur. Böyle olunca da
Karadeniz'in büyük bölümünde antifaşist mücadele, çeşitli kesimlerde
etkin olan siyasi hareketlerin sağ,
pasifist çizgisi nedeniyle, hep
leyen bir çizgide seyretmiştir. Pek
çok yer faşist işgal
bazı bölgelerde de faşist
kitleler üzerinde yarattığı
demoralizasyonun önüne
geçilememiştir.
DEVRİMCİ SOL
KARADENİZ'DE
Devrimci Sol, ayrılık döneminin
dezavantajına, tasfiyeciliğin silahlı
saldırılara varan engellemelerine
rağmen, Karadeniz'de örgütlenmeye
önem vermiştir. Hem anti-faşist
mücadele açısından, hem de stratejik
bir alan olma özelliğiyle Karadeniz
ihmal edilemezdi. Bölgedeki
çalışmada, bir yandan halkın antifaşist mücadelesini örgütlemeye
çalışılırken, demokratik alanda da
mücadele edilmiş, aynı zamanda
gerillayı yaratmaya yönelik bir
perspektifle hareket edilmiştir.
1978 sonbahar aylarında
tasfiyeciliğin ve devletin tüm baskı ve
kapatmalarına rağmen DevGenç'liler önce Samsun Kültür ve
Dayanışma Derneği (SKDD) ve daha
sonra Samsun Devrimci İşçi Köylü
Gençlik Derneği (Samsun DEVGENÇ)'i açtılar.
1978'in sonundaki
Kahramanmaraş katliamı, Samsun,
Ordu, Giresun, Aybastı, Ünye, Gölköy
gibi örgütlü olunan yerlerde
gösterilerle, forum ve boykotlarla,
yürüyüşlerle protesto edildi.
1979 sonunda köyleri basılan,
erkekleri dipçiklenip dövülen Aybastı
köylüleri kaymakama şikayette
bulunmak, "komünistleri ezeceğine"
yeminli faşist teğmenin değişmesini
istemek üzere konvoylarla Aybastı'ya
giderek bir miting düzenledi. Miting
sırasında jandarma ve polis halka
ateş açtı. Ateşe rağmen dağılmayan
halk teğmenin ve polislerin üzerine
yürüdüler. Mermileri biten jandarma
ve polis, jandarma karakoluna
sığındılar. Ünye, Giresun ve
Gölköy'den jandarma birlikleri, Ordu
ve Samsun'dan polis ekipleri
gelinceye kadar dışarı çıkamadılar.
Aynı gün "Faşist Teğmen Defol",
"Kahrolsun Faşizm", "Devrimci Sol
Yoksul Halkın Yanındadır"
sloganlarıyla şehirde gösteriler
yapıldı. Okullar -İmam Hatip dahilaskerler gidene kadar boykot yaptı.
1979 sonu faşist saldırıların da
tırmandığı bir dönemdi. Kalabalık
bir faşist grubun en tehlikeli yer
saydıkları Ordu-Fidangöl'e
saldırmaları üzerine devrimciler
faşistleri püskürterek kovaladılar.
1979'da Maraş katliamının
yıldönümünde devrimci hareket
Karadeniz'de artık daha örgütlüydü.
Faaliyetleri yaygınlaşmıştı. Katliamı
protesto kampanyası boyunca,
Ereğli (Zonguldak), Bolu, Kıbrısçık,
inebolu, Küre, Garze, Samsun,
Aybastı, Merzifon, Ordu, Espiye,
Beşikdüzü, Trabzon'da bildiri
dağıtımı, kahvelerde halkın katıldığı
toplantılar, korsan gösteriler,
köylerde toplantılar, liselerde işgaller,
forumlar, yüksek okul olan çeşitli
yerlerde işgaller, afiş asma, yazılama,
pankart asma, bazı yörelerde
işçilerin yemek boykotu ve iş
bırakmaları, bankalara, faşist
işyerlerine ve evlere yönelik basma
ve dağıtma eylemleri, polis ve
faşistlere ait arabalarının yakılması,
tahrip edilmesi ve faşistlere yönelik
cezalandırmalarla anti-faşist
mücadele geliştirildi.
16 Şubat 1980'de Aybastı'da
devrimcilerin önderliğinde yoksul
halkın, köylülerin çoğunluğunu
oluşturduğu bir mitingle faşizm,
zamlar ve ABD ile ikili anlaşmalar
protesto edildi.
1980 Temmuz'unda
"İşkencecilere ve Faşist Teröre Karşı
Mücadele Kampanyası"
çerçevesinde Zonguldak, Ereğli,
Karabük, Kastamonu, Küre, İnebolu,
Bolu, Kıbrısçık-Ydgılca, Gerede,
Trabzon, Tokat, Samsun, Gerze,
Ordu, Aybastı ve Merzifon'da
yazılamalar, pullama yapıldı, afişler
yapıştırıldı, el ilanları dağıtıldı,
faşistlerin işyerleri, otoları, bankalar
bombalandı, duvar gazeteleri ve
pankartlar asıldı, yollar trafiğe kesilip
pankartlar asıldı, Ordu'daki faşist
Ülkü Bir binası tahrip edildi. Ordu
Emniyet Müdürlüğü bombalandı. .
Merzifon'da DY'li Demokrat gazetesi
muhabirinin öldürülmesinden sonra
yedi faşist meskenin taranması,
Ülkücü Esnaflar Derneği
örgütlenmesinin engellenmesi ve
dağıtılması, burada üstlenmeye
çalışan faşistlerin kovulması gibi
eylemler gerçekleştirildi.
1980 Temmuz-Ağustos'unda
Zonguldak-Karabük'te devrimci
mücadelenin yükseltilmesi için
çalışma yürüten Devrimci Sol
taraftarları, kampanyayla birlikte
faaliyetlerini daha da yoğunlaştırarak
faşistlerin cezalandırılması, faşist
odakların dağıtılması, halkın can
güvenliğinin sağlanması ve ajitasyon
propaganda çalışmalarını çok yönlü
20 Aralık 1997
örgütlü biçimde hayata geçirmeye
çalıştılar.
Merzifon'da Alevilerin yoğun
olduğu mahallelere faşistlerin gençyaşlı demeden saldırıya geçmeleri
üzerine Devrimci Sol taraftarları
halkın can güvenliğini sağlamak için
faşistlere yönelik cezalandırmalar
gerçekleştirdiler.
FAŞİST TERÖRE KARŞI
DEVRİMCİ DİRENİŞ: '80 öncesi
faşist örgütlenmenin zayıf olduğu
kentlerden biri de Samsun'dur.
Faşistler Samsun'un tam
merkezindeki Mecidiyeköy
mahallesinde ve dış mahallelerinden
Sanayi, Cezaeviüstü, Çarşamba ve
Cedit mahallelerinde belli bir
örgütlenmesi vardır. 1979'da bütün
dış mahallelerden içe doğru devlet
destekli sivil faşist saldırılar
yoğunlaşır. Bunun karşısına halkın
örgütlü mücadelesiyle çıkılır ve
saldırganlar püskürtülür. 1977
yılında Samsun'a gelen faşist Türkeş,
şehre sokulmaz.
Devletin 1980'de sindirmeye
çalıştığı yerlerden biri de Ordu'nun
Aybastı ilçesiydi. Yalnız Aybastı'da
değil Karadeniz'in büyük bir
bölümünde devrimcilerin halkla
birlikteliği ve oluşturduğu
örgütlenmeler vardı. Artvin, Rize,
Espiye, Bulancak, Ordu, Fatsa,
Aybastı, Samsun, Zonguldak, Sinop,
Çorum, Gümüşhacıköy, Merzifon,
Amasya, Turhal vb. yerlerde çeşitli
siyasi hareketlere mensup
devrimciler etkindi.
12 Eylül öncesi Ordu'nun bu
küçük ilçesi Aybastı'da devrimcilerin
halkla kurduğu sıcak bağı dağıtmak
için devlet bu ilçeye dışarıdan sivil
faşistleri getirip çeteler oluşturdu. Bu
çeteler halka saldırdılar. Devrimci Sol
militanlarla bu faşist teröre karşı
kararlı bir direniş tavrı sergilediler.
Devrimci hareketin halkla kurduğu
sıcak bağlan engelleyemeyen
faşistler, 19 Mayıs '80'de Devrimci Sol
militanı Aykut Kaynar'ı Aybastı'da
bir tuzakta katlettiler. Aynı ay içinde
(5 Mayıs 1980'de) Aybastı'da bir
köyde faşistlerin kurduğu bir tuzak
sonucunda çıkan çatışmada ise
Devrimci Sol'un Doğu Karadeniz
Bölge Sorumlusu Ercan
GÜNDOĞDU katledildi. Aykut ve
FİKRİ SÖNMEZ:
1938'de Fatsa'nın Kabadağ
köyünde doğan Fikri Sönmez,
ilkokulu köyde tamamladıktan sonra
Fatsa'da bir terzinin yanında
çalışmaya başlar. Hayatının önemli
bir bölümü terzilik mesleğini
sürdürerek geçmiştir. Halk
arasındaki adı da "Terzi Fikri"ydi.
Devrimci düşüncelerle 1965'te
tanışan Fikri Sönmez, TİP'e üye olur.
TİP'in Fatsa İlçe sekreterliği ve
başkanlığı görevlerini yürütür.
1969'da DEV-GENÇ'lilerle tanışır. Ve
onların saflarına katılır. 12 Mart
sonrası tutsak alınıncaya kadar bir
THKP-C'li olarak Karadeniz'de
devrimci faaliyet yürütür. THKP-C
Davasında yargılanır. 20 ay tutuklu
kaldıktan sonra tahliye olunca
Aykut Kaynar
Ercan Gündoğdu
Ercan'ın katledilmesi de devrimci
hareketin bu ilçedeki kararlı
mücadelesini engelleyememiştir. 12
Eylül'den kısa bir süre önce Aybastı
merkezi ve köylerine yönelik MHP
destekli devlet teröründe artış olur.
Yapılan operasyonlarda insanlar
işkencelerden geçirilir, tutuklanır,
katledilir. Bu terör 12 Eylül sonrası da
sürmüştür.
Karadenizli köylüsü, işçisi,
genciyle bir bütün olarak '80 öncesi
ağırlıklı olarak devrimci örgütlere
sempatiyle yaklaşmıştır. Devlet,
devrimcilerle halk arasındaki bu
bağları koparabilmek için her türlü
provokasyona, yalana, demagojiye
başvurmuş, katliamlar düzenlemiştir.
Gün olmuş mitingden dağılan halkın
Fatsa'da anti-faşist mücadelenin
içinde yer alır. Devrimci Yol'la ilişkisi
vardır. 1979'da Fatsa'da bağımsız
belediye başkam adayı olarak
seçimlere katılır ve kazanır. Bu seçim
öncesi faşistlerin silahlı saldırısından
bacağından yaralanarak kurtulur.
Belediye başkanlığı döneminde
halkla sıcak ilişkiler geliştirir. İlçede
oluşturduğu komitelerle halkı
belediyenin çalışmalarına katar. 12
Eylül'den kısa bir süre önce
tutuklanır. Cunta yıllarının ağır hapis
koşullarında sağlığı bozulur. 4 Mayıs
1985'te hapishanede yaşamını yitirir.
Fikri Sönmez, tutarlı devrimci
kişiliği, başeğmezliğiyle Karadeniz
halkının, tüm halkımızın devrimci
değerlerinden biridir.
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
KARADENİZ
20 Aralık 1997
üzerine jandarma tarafından
otomatik silahlarla ateş
açılmış, insanlar katledilmiş,
gün gelmiş devrimcilerin
evleri, kahvehaneler
bombalanmış, okul çıkışı
öğrencilerin üzerine ateş
açılmıştır. Bunun için yaygın
gözaltılara başvurulmuş,
işkence, tutuklama veya
katliamlarla gözdağı
verilmeye, halk
örgütsüzleştirilmeye
çalışılmıştır. Oligarşi gün
gelmiş bölgede halkı AleviSünni, Türk-Laz-Ermeni diye
birbirine karşı kışkırtıp,
düşman etmeye çalışmıştır.
Ancak egemenlerin her türlü
baskı ve vahşetine rağmen
Karadeniz halkı devrimci
mücadele geleneğine sarılmış,
bunu sürdürmüştür.
Özellikle 1980'de sivil faşist
çetelerin, kontrgerillanın
katliamları iyice tırmanır.
Buna karşı başından beri
devrimci şiddet temelinde bir
pratik sergileyen devrimci
hareket, faşist odakların beyin
takımına yönelir, faşistlerin
ülke çapındaki saldın planlan
bozulmaya çalışılır. Demirel
azınlık hükümetinin içinde
yeralan Gümrük ve Tekel
Bakanı MHP'li Gün Sazak
cezalandırılır. Şeflerinin
cezalandırılması üzerine
faşistler birçok yerde karşı
saldırılara girişirler, ancak bu
arada MHP'nin planı da
bozulur. Faşistlerin bu
saldırılan Karadeniz'e de
yansır. Merzifon'da birçok
dükkan faşistler tarafından
yağmalanırken, Trabzon
Akçaabat, Giresun Görele gibi
yerlerde CHP dahil birçok
demokratik kitle örgütünün,
sendikanın binaları
bombalanır.
ÇORUM'DA ANTİFAŞİST DİRENİŞ: Faşist
terörün bir hedefi de Corum
olur. iktidarın amacı ikinci bir
Maraş katliamı
gerçekleştirmekti. Bu açıdan
Çorum bilinçli seçilir. Çünkü
Maraş'ta olduğu gibi
Çorum'da da Alevi ve Sünni
halk yanyana yaşamaktaydı.
Bu açıdan mezhep ayrımını
körükleyip, provokasyon
yaratılarak katliamın
başarılabileceğini
hesaplıyorlardı. Katliamın
arkasında bizzat CIA'nın
olduğu, provokasyondan önce
bazı ABD'li ajanların kente
geldiği dönemin basın
organları tarafından
yazılmıştır.
Çorum'da Alevilere ve
devrimcilere yönelik ilk saldırı
girişimi, faşist Gün Sazak'ın
cezalandırılmasından hemen
sonra, 28-29 Mayıs'ta
gerçekleştirilir. Faşistler sol
görüşlü, sosyal-demokrat,
Alevi emekçi halkın evlerini,
dükkanlarını hedef seçerler.
Fakat bu saldın püskürtülür.
Ancak bu ilk denemedir.
İktidar faşist çetelere her türlü
uygun koşulları yaratır ve
Temmuz '80'de faşistlerin
saldırıları tekrar yoğunlaşır. 2
Temmuz'da Çorum'da sokağa
çıkma yasağı ilan edilir.
Bununla da kalınmaz. Polis ve
asker emekçi halkın oturduğu
mahalleleri abluka altına alır.
Bu mahallelere operasyonlar
düzenlenerek, halka önderlik
yapan birçok devrimci
gözaltına alınıp faşistlerin
amaçlarına daha kolay
ulaşmalarına yardımcı olunur.
Pratikte sokağa çıkma yasağı
halka ve devrimcilere
yöneliktir. Çünkü faşistler
sokaklardadır. Bu ortamda
saldırıya geçen faşistler çok
sayıda işyerini ateşe verirler.
Bombalama ve silahlı
saldırılarla terörlerini
artırırlar. Kaçırdıkları insanları
en barbarca işkenceleri
yaptıktan sonra katlederler.
Tüm bunları yaparken aradan
provokasyonu genişletip
"Komünistler Camileri yakıp,
yıkıyor" söylentileriyle Sünni
halkı tahrik etmeye çalışırlar.
Çorum Halkı faşist
saldırılara karşı devrimcilerin
öncülüğünde, barikatlar
kurarak direnir. Devrimcilerin
önderliğinde saldırılara karşı
"Mahalle Komiteleri" kurulur.
Bu komiteler barikatların
sağlamlaştırılması, nöbet
işlerinin düzenlenmesi ve
halkın diğer ihtiyaçlarının
karşılanmasıyla görevlidirler.
Sonuçta, kontrgerilla
tarafından planlanan olaylar
sonucu 50'ye yakın insan
katledilir. Yüzlerce ev, işyeri
yakılır. Bir o kadar insan da
yaralanır. Çorum'da tüm
bunlar yaşanırken dönemin
AP'li İçişleri Bakanı "Çorum
olaylarım devlete karşı
solcular çıkardı, devleti
destekleyen sağcılar, solculara
karşı mücadele etti" diyerek
bir kez daha faşist çetelere
nasıl kol kanat gerdiklerini
gösterir. Yine dönemin
Başbakanı, bugünün
Cumhurbaşkanı Demirel,
Çorum'daki katliamı soran
gazetecilere sinirlenerek "Siz
Çorum'u bırakın, Fatsa'ya
bakın" diyordu.
Ancak kontrgerilla saldırısı
amacına ulaşamaz. Çorum
halkı sindirilemez. Bu,
devrimcilerin eylem birliği
içinde halkla birlikte
yürüttükleri devrimci
direnişin sonucudur. Bu
birlik, devletin halkı teslim
almasına, katletmesine,
sindirmesine karşı güçlü bir
barikat olmuştur,
-Sürecek
IMF ve Dünya
Bankasından
ANASOL-D'ye Talimat:
!27i
KURTULUŞ
Şimdiye kadar "ceğiz-cağız"larla küçük
üreticileri sürekli oyalayan hükümetler artık
buna bile gerek duymuyorlar.
Tarımsal alandaki KİT'lerin hazine
üzerinde bir yük olarak gösterildiği raporda
KİT'lerin yeniden yapılandırılmaya gidilerek
hazinenin yükünün azaltılması
24-27 Kasım tarihleri arasında Hilton
istenmektedir. Bunun için öncelikli olarak
Oteli'nde yapılan 1. Tarım Şurası'nda
işten çıkarmalar arttırılacaktır. Tekel'den 5
açıklanan "Tarım Reformu Kararları"nın
bin, Şeker Fabrikalarından da 3 bin işçinin
Dünya Bankası'nın hazırladığı raporla aynı
çıkarılmasının istendiği rapora göre bu
olduğu ortaya çıktı. Kasım ayı içinde
şekilde Tekel'den 60 milyon dolar, şeker
Türkiye'yi ziyarete gelen Dünya Bankası
fabrikalarından da 36 milyon dolar yıllık
heyeti hazırladığı raporda Türkiye'de
"tasarruf" sağlanacağı belirtiliyor. Yani bu
tarımsal destekleme sisteminin mali açıdan
"tasarruf" 8 bin kişinin işsizliğe, sefalete
pahalı ve verimlilikten uzak olduğunu ileri
terkedilmesi pahasını yapılacaktır!
sürerek bu sistemin "serbest piyasa
Milyonlarca aç insanın, yoksulun
ekonomisi" çerçevesinde yeniden
olduğu, işsizler ordusunun arttığı,
yapılandırılmasını istemişti. İlginçti, Şura'da
enflasyonun üç haneli rakamlarda seyrettiği,
çıkan kararlar da bu yöndeydi.
zamsız günlerin geçmediği bu koşullarda her
İlginç ama şaşırtıcı değildi. Ülkemizde
yönüyle IMF ye teslim olan ve IMF'nin
iktidar olan hükümetler IMF ve Dünya
memurları gibi çalışan iktidar, şimdi
Bankası'nın önerdiği programların dışında
KiT'lerden çıkarılacak işçilerin ücretlerine
kendi başlarına ekonomik politika uygulama göz dikmiştir.
durumunda değillerdir. Bu emperyalist
Bugün Tekel'in denetiminde olan
Kurumlar hazırladıkları ekonomik
işletmelerin yüksek karlı olanlarının
paketleriyle ülkemiz gibi yeni-sömürge
özelleştirilmesi de gündemdedir. Ayrıca
ülkeleri ekonomik olarak denetimlerine
KiT'lerin lojman, sosyal tesisler, dinlenme
alırlar. Dönem dönem gerçekleştirdikleri
tesisleri, kaplıcalar ve kantinler gibi sosyal
ziyaretlerle de denetimlerini sürdürürler.
yatırımlarının özelleştirilmesi
IMF'nin stand-by anlaşmasını
hedeflenmektedir.
imzalamak için öne sürdüğü "yapısal
Dünya Bankası'nın hazırladığı raporda,
reformları" uygulama taahhüdünde bulunan "yeniden yapılandırmanın üçüncü
ANASOL-D Hükümeti, bunun için yoğun bir adımında ise, "KiT'ler şirketleştirilmeli,
çaba içine girdi. Bu "reformlardan biri olan
kendi kendilerini yöneten ve kendi
"Tarımsal Destekleme Politikaları Reform
finansmanlarını sağlayan kuruluşlara
Taslağı" ülkemizde tanını, küçük üreticiyi ve dönüştürülmelidir" denilmektedir. Böylece
köylülüğü bitirmeye yöneliktir. Yaşamını
hükümetlerin destekleme politikalarından
ipotekle sürdüren küçük üreticinin eli-ayağı
vazgeçmelerinin zemini de hazırlanmış
olacaktır.
iyice bağlanmak istenmektedir.
Dünya Bankası heyetinin hazırladığı
Özetle ve sonuç itibariyle, Dünya
raporla, 1. Tarım Şurası'nın son gününde
Bankası'nın hazırladığı ve ANASOL-D
konuşan Cumhurbaşkanı Demirel'in
Hükümeti'nin de uygulamak için çırpındığı
konuşmaları da uyum içindeydi. Türkiye
bu "taslak rapor"a göre kırsalda yaşayan 35
milyon insandan büyük bölümünün
nüfusunun yüzde 40'ının tarımda çalıştığını
tarımsal üretimin dışına çıkartılması
belirten Demirel, bu oranın AB ülkelerinin
toplamına eşit olduğunu ve bu oranın yüzde hesaplanmaktadır.
Köylülerimizin emperyalist dayatmalarla
10'ların altına çekilmesi gerektiğini ifade etti.
hazırlanan tarım politikalarına karşı
Çünkü küçük üreticiler devlet tarafından
çıkmaktan başka seçenekleri yoktur.
AB'ye girebilmenin önünde engel olarak
Devletin denetimindeki ziraat odalarının
görülmekteydi ve çünkü emperyalizm,
misyonu bellidir: Köylülerimizin kabaran
Türkiye pazarını büyütmek için böyle
öfkesini dindirmek... Yapılan bir kaç tepki
olmasını, yani tarımdaki yüksek nüfusun
eylemi ise küçük üreticilerin içinde
tasfiye edilmesini istiyordu.
Bir taraftan tarımı bitirmek amaçlanırken bulundukları dununa denk düşmemektedir.
Bu politikaları hazırlayan emperyalizm ve
diğer taraftan hükümetlerin uyguladıkları
işbirlikçisi oligarşiyi hedef almadan hayata
politikalar az topraklı ve topraksız
geçirilecek eylemlerle küçük üreticilerin
köylülerimizi tefeci-tüccar kesiminin
sorunları çözülemez. Küçük üreticilerin,
insafına bırakmıştır. "Köylü dostu" olarak
köylülüğün kendi öz örgütlülükleri olarak
gösterilmeye çalışılan Ziraat Bankası'nın
KÖYLÜ MECLİSLERİ'ni oluşturmaları ve
yükü de çiftçinin sırtına yüklenmektedir.
yaygınlaştırmaları, köylülüğü ilk adımda en
Tefeci tüccara kaynak aktaran Ziraat
azından örgütsüzlüğe ve tavırsızlığa
Bankası'nın "çökme riskinin olduğu" öne
mahkum olmaktan kurtaracak, haklar için
sürülerek kredi faizlerinin artırılmasından
mücadeleyi emperyalizmin dayatmalarına
sonra şimdi bu da yetmiyormuş gibi
faizlerdeki değişikliklerin doğrudan kredilere karşı direnebilmeyi mümkün hale
getirecektir.*
yansıtılması istenmektedir.
TARIMI BİTİRİN!
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
28
EĞİTİM
HALK
KONU:
Adalet
— Evet, arkadaşlar şimdi gelelim
konumuza. Bir yıldır sokaklarda
adalet aradık, düzeni, devleti
yargıladık. Devletin
yargılamayacağını, suçluları
cezalandırmayacağını bildiğimiz
halde suçlulara ceza istedik. Ayrıca
bizimle sokaklarda yürüyen
onbinlerin dışında
milyonlarca insan da
adalet arayışı içinde.
Elbette bu birdenbire
ortaya çıkmadı, onyılların
birikiminin, öfkesinin dışa
vurumu. Susurluk bir
yerde bu onyılların
birikiminin, öfkesinin dışa
vurumuna vesile oldu.
Ömer sen istersen adalet
nedir ordan bir giriş yap,
sonrasında örneklerle
devam edelim
— "Adalet"i günlük
yaşamımızda bazen tek
başına, bazen hak, hukuk,
hakkaniyet, eşitlik,
doğruluk gibi kelimelerle
yan yana çok kullanırız.
Esasında adalet dediğimiz
kavram bunların
bütününü kapsar. Mesela
Meydan Larouss'ta şöyle
ifade edilmiş: "Hak ve
hukuka uygunluk, hakkı
gözetme, yerine getirme,
doğruluk". Şimdi bu ifade
yanlış değil tabii, ama şöyle birşey
var: Hangi hak, hukuk, kimin hakkı,
hukuku? Bu hak, hukuk neye göre
belirleniyor, kim, nasıl uyguluyor?
İşte soruyu bu şekilde
sorduğumuzda toplumda tek bir
adalet anlayışının olmadığı görülür.
Pratikte görülen, uygulanan devletin
sahip olduğu hak, hukuk anlayışına
göre şekillenmiş olan adalettir.
Şimdi şunu biliyoruz: Tüm sınıflı
toplumlarda iktidarı elinden
bulunduran egemen sınıflar
çıkarları doğrultusunda, kendi
düzenlerini meşrulaştıran ve
koruyan bir hukuk ve yargı
sistemini de oluştururlar.
Dolayısıyla bunu oluştururken de
neyin suç olup olmadığına, hangi
suça ne kadar ceza verileceğine
kendileri karar verirler. Temel alınan
kıstas da anayasa ve bu anayasaya
göre oluşturulmuş yasalar olur;
Adaletsizlik dediğimiz şey de zaten
önce ta buradan başlar. Çünkü
anayasayı halk yapmaz; daha
doğrusu yaptırmazlar. Oligarşinin
talepleri doğrultusunda
hazırlattırılır. Sonra bunu halkı
yönetmek için kullanırlar. Yasalar da
benzer şekilde çıkarılır. Halkın
onayını almak bir yana, şöyle bir
yasa çıkaracağız siz ne diyorsunuz
diye soran bile olmaz. Dolayısıyla
devletin anayasası da, hukuk sistemi
de baştan azınlıktaki egemen
sınıfların çıkarlarına göre şekillenir.
Çıkarılan yasalar da onların
çıkarlarına hizmet eder.
örneğin; oligarşinin adalet
anlayışına göre sömürü suç
değildir. Çünkü, varlık nedeni zaten
sömürüye dayanır. İşin aslına
bakarsak toplumdaki tüm
adaletsizliklerin temelini de bu
sömürü sistemi oluşturur. Halk
özünde sömürüye karşıdır. Çünkü
sömürülen kendisidir. Dolayısıyla
çıkarları farklı olan oligarşi ile halkın
adalet anlayışı da baştan
birbirleriyle çelişir. Bu durumda
eğer düz mantıkla bakarsak tüm
halkın oligarşinin sömürü düzenine
karşı olması gerektiği gibi onun
adaletine, hukuk ve yargı sistemine
de karşı olması, mücadele etmesi
gerekir. Ama öyle olmaz.
— Neden olmaz, Selma?
— Bu öncelikle halkın bilinç
düzeyi ve örgütlülüğüyle ilgili bir
durum. Emperyalizm ve oligarşi
halkın sömürüye karşı mücadelesini
engellemek için ne yapıyor? önce
eğitim sistemiyle, demagoji ve
propagandasıyla, emperyalist
kültürüyle halkın gözünde
sömürüyü gizlemek için bilinçleri
çarpıtmaya çalışır. Örneğin
kapitalizmin insanlığın bugüne
kadar ulaştığı en ileri, adaletli ve son
toplum biçimi olduğu söyler.
Sömürünün adı kar olur. Kar etmek
ise serbesttir, dokunulamayacak
"kutsal bir hak"tır. Dizginsiz bir
sömürüyü sağlamak için de "serbest
piyasa ekonomisi" adı altında
sermaye sahiplerine, patronlara
tabii en başta ve esas olarak da
işbirlikçi tekellere istedikleri kadar
sömürü olanakları tanınır. Onların
zenginleşmesi halkın da çıkarınadır
denir. Güya onlar ne kadar çok kar
yaparsa, sermayelerini büyütürse o
kadar çok yatırım yapar, yeni iş
sahaları açar, işsizlere yeni iş
olanakları çıkar, üretim artar, ülke
zenginleşirmiş.
Ancak halkı bu şekilde
kandırmaya çalışsalar da bunun tek
başına yeterli olamayacağını, halkın
hak arayışına gireceğini,
haksızlıklara, adaletsizliklere karşı
mücadele edeceğini bilirler. Bu
noktada da halkın hak arayışlarının,
mücadelesinin düzene, iktidara
yönelmemesi için de devleti
"tarafsız", "sınıflarüstü bir kurum"
gibi gösterirler. Güya devlet "insan
haklarına saygılı hukuk devleti"dir.
"Yargı bağımsız", "herkes adalet,
mahkemeler karşısında eşit"tir.
"Hakkını arayan yasalar
çerçevesinde devletin
mahkemelerinde aramalıdır".
"Devlet adildir, haklıyı haksızı
ayırır, haklıya hakkını verir".
Böylece halkta, karşılaştıkları
adaletsizlikleri devletin
mahkemelerinde, adalet sistemi
içinde çözebileceği inancı,
beklentisi yaratılmaya çalışılır.
Oysa yaşayıp gördüğümüz gibi
gerçek hiç de öyle değildir. Sömürü
ve zulüm düzeniyle ayakta duran,
pislik ve ahlaksızlık içinde yüzen
oligarşi halkın hak talebini
karşılayamaz, adaleti sağlayamaz.
Ne kadar demagoji yaparsa yapsın,
ne kadar yalan söylerse söylesin,
halk yoksullukla boğuşurken, geçim
derdi altında kıvranırken küçük bir
azınlığın saltanat sürmesinin,
20 Aralık 1997
zenginliğine zenginlik katmasının
hiç de adaletli olmadığının farkına
varır. Grevli toplu sözleşmeli
sendika hakkı tanınmayan
memurlar, hakkını istediği,
örgütlenmeye çalıştığı için, ya da hiç
bir gerekçe gösterilmeden işten
atılanlar, sendikasız, sigortasız,
sağlıksız koşullarda karın tokluğuna
çalıştırılanlar, hakkını ararken
polisin jopuyla, işkencesiyle
karşılaşanlar, mahkeme kapısına
düşüp de yıllarca çözümlenmeyen
davasının peşinden koşanlar, itilip,
kakılanlar, haksızlığa uğrayıp da
mahkeme, avukat parasını bile
karşılayamayacak durumda olanlar,
suçlu durumda da olsa arkasında
güç, parası olanların nasıl cezasız
kaldığını, adaletin de satın
alınabildiğini görenler, iki göz
gecekondusu başına
yıkılanlar ve benzeri daha
yüzlerce binlerce örnekte
görülebileceği gibi halkın
hemen her kesimi bir
biçimiyle bu düzenin
adaletsizliği ile karşı
karşıya gelir. Tüm bu
haksızlığa uğrayanların
devletin mahkemelerine
başvurduklarında sonucun
ne olduğu da malum. Ya
açılan davalar yıllarca
sürüncemede bırakılır, ya
mahkemelerden eli boş
döner, ya da hakkını
aramaya gitmişken suçlu
ilan edilir.
- Buraya kadar işin bir
boyutu. Ama esas olarak
bundan sonra devletin
"adaleti"nin gerçek yüzü
daha çok ortaya çıkıyor.
Baskılara, yasaklara boyun
eğmedin mi, illa da hak,
adalet dedin mi bu sefer de
"anti-terör" yasalarıyla,
yeni baskı ve yasaklarla
halk terörist ilan ediliyor. Devletin
"adaleti" dayak, işkence, gözaltı,
tecavüz, infaz, katliam, kayıplarla,
tutsaklıklarla, hapis cezalan,
idamlarla, köy yakmalarla, sürgün
ve zorunlu göçlerle tecelli ediyor.
Olağanüstü Hal Uygulamaları,
DGM'ler, emperyalizmin
beslemeleri kontrgerillanın ölüm
mangaları, provokasyonlar, en
pespaye yalanlar, karalamalar
devreye giriyor.
Devletin hukuk sistemi zaten
adaletsiz. Faşist yasalarla ülke
yönetiliyor ama yönetenler öyle bir
batağa batmış, öyle bir pislik ve
ahlaksızlık içindeler ki kendi
yasalarına bile uymuyorlar. Kendi
yasalarında suç kabul ettikleri
şeyleri kendileri yapıyorlar. Yasalara
göre hırsızlık suç demişler. Aç
kaldığı için karnım doyuracak kadar
yiyecek çalan halktan birine hemen
ceza veriler ve bu ceza hemen
uygulanır ama görüyoruz işte;
milyarlık, trilyonluk hırsızlık,
yolsuzluk yapanlar elini kolunu
sallayarak dolaşıyor. Üstelik büyük
itibar görüyorlar. Uyuşturucu
ticareti, kaçakçılık vs. güya yasak.
Ama en büyük uyuşturucu
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
20 Aralık 1997
29
EĞİTİM
ticaretini, mafyacılığı devlet yapıyor.
Ülkeyi Avrupa'nın en büyük
uyuşturucu merkezine
dönüştürmüşler, halka zehir
saçıyorlar. Bir de utanmadan
uyuşturucuya karşı mücadele
çağrıları yapıyorlar. Anayasaya göre
işkence, kötü muamele yapmak
yasaktır. Ama ülkenin tamamı
işkencehaneye çevrilmiş. İşkence bir
yana infazlar, katliamlar
sıradanlaştırılmış. Örnekleri
yüzlerce çoğaltmak mümkün.
Bunları zaten biliyorsunuz. Yani
oligarşinin "adalet" anlayışında hiç
bir hak-hukuk, haklı-haksız, suçceza ölçüsü yoktur. Hak, hukuk,
adalet umurlarında değildir. Yeter ki
emperyalizmin ve oligarşinin
çıkarları korunsun, halkın hak
talepleri, bağımsızlık ve demokrasi
mücadelesi, iktidar olması
engellensin. Bunun için her türlü
hileye, hurdaya, yalana, baskıya,
teröre başvurmak serbesttir.
Çıkarlarına, uygulamalarına karşı
çıkan herkesi, halkı düşman olarak
görür. Bu düşmanlıkla, kinle hareket
eder ve karşısında yer alan herkesi
cezalandırmaya çalışır.
Tabii halka karşı tüm bu suçları
işleyenler de yargılanmaz,
cezalandırılmaz. Çok zorda
kalırlarsa Susurluk meselesinde
olduğu gibi belki üç beş kişiyi
göstermelik olarak yargılarlar,
kurban verirler. Ama bu bile onların
"adalet" anlayışlarındaki
adaletsizliği gösterir. Emir verenlere,
kullananlara bir şey olmaz,
kullandıklarından bir kısmını feda
ederler. Mehmet Ağar'ın "Bir
dönemi yargılayamayacakları için
bizi yargılamak istiyorlar" demesi
bir yerde bunu ifade ediyor. Oligarşi
kullanır kullanır, çıkarları
gerektirdiğinde, ya da artık ihtiyaç
duymadığında kullandıklarını
kaldırır bir kenara atar.
— Ben, konunun başka bir
boyutu üzerine, özellikle
Susurluk'tan sonra burjuva
medyada sık sık gündeme gelen
adaletle, hukukla ilgili tartışmalar,
yazılar üzerine birşeyler söylemek
istiyorum.
— Evet, o da önemli bir yan
gerçekten.
— Dikkat ederseniz burjuva
çevrelerden de gazetelerde,
televizyon programlarında da
devletin "adalet" sistemine,
işleyişine, yargının bağımsız
olmadığına yönelik eleştiriler falan
oluyor. Bazen öyle bir hava
yaratıyorlar ki burjuvazinin bu kimi
kalemşörleri, sözcüleri de sanki
halkın çıkarlarım düşünüyor
sanırsınız.
Mesela, geçen ayki bir burjuva
gazetesinde köşe yazan, oğlunu
öldüren gence mahkemenin 2 yıl
ceza vermesine ve onu da paraya
çevirerek serbest bırakmasına isyan
eden bir annenin sözlerine yer
vermiş. Anne şöyle diyor: "Ben bir
anneyim... Tüm yargı sistemi bozuk
olan, hukuk olmayan bir devlette,
hukukun üstünlüğüne inanan ben,
musalla taşında beklettiğim oğlumu
gömüyorum. Tüm analar..
Canlarını yitiren kim varsa bu
hukuka güvenmeyin!"
Tabii adaletsizlik bu kadar
yaygınlaştı mı halkı artık isyan
edecek noktaya getirdi mi, "sosyal
patlamadan", devrimden korkan
burjuva yazarları, burjuva aydınları
falan da feryat etmeye başlıyor.
Halbuki düne kadar o kadar infazlar,
katliamlar, kayıplar olurken, köyler
yakılıp yıkılırken gıkları çıkmıyordu.
Hatta pek çoğu devleti destekleyip,
alkışlıyordu. Şimdi ise kimileri
"Adalet sistemi çok bozuldu,
düzeltmek gerekir", "Suçlular cezasız
kalmamalı, mahkemeler
hızlandırılmalı" diyor, kimileri "gelir
dağılımındaki adaletsizliğe" dikkat
çekiyor. Sistemi, düzeni
sorgulamazlar, bu adaletsizliğin
gerçek kaynağını söylemezler, bu
kaynağın kurutulmasını istemezler.
İstedikleri halk ayaklanmasın,
düzeni yıkmaya yönelmesin diye
düzen içinde biraz iyileştirmeler
yapılmasıdır. Ne olacak yani;
mahkemeler yıllarca sürmeyip bir
yılda, altı ayda, hatta altı günde
bitse, yürürlükteki yasalar halkın
yasaları olmadıktan sonra, adalet
sağlanmış mı olacak? Ya da gelir
dağılımı bozuk deyip asgari ücreti
22 milyondan 40-50 milyona
çıkarsan sömürü, baskı, zulüm
ortadan kalkıp her şey güllük
gülistanlık mı olacak? Hayır onların
istediği halkın önüne biraz daha
kırıntılar atılıp oyalanmasını
sağlamaktır.
Mesela bakın demin verdiğim
annenin örneğinden devam edelim.
Köşe yazan şöyle devam ediyor:
"Montesquieu 250 yıl önce şöyle
demişti: 'Toplumda en büyük güveni,
herşeyin sonunda adil bir
mahkemenin bulunabileceği inancı
sağlar..'Nazire Dedaman'ın isyanı,
kendi adına bu güvenin artık
kalmadığını duyuruyor. Aynı
duygunun kitleler tarafından
paylaşıldığı gerçeği bugün devletin
en acil sorunudur. Yargı organı,
parlamento ve iktidar, 'herşeyin
sonunda adil bir mahkemenin
bulunabileceği inancını' topluma
kazandırmayı, gündeminin bir
numaralı hedefi saymalıdır.
Yaşadığımız çağda adil yargılama
hakkı uluslararası güvence
altındadır.
Suçluya hak ettiği cezayı
vermeyen hakimler yüzünden
Avrupa insan Hakları
Mahkemesi'nde Türk devleti
mahkum ediliyor. Devlet, adalet
isteyen anne Nazire Dedeman'ın
sesine kulak vermelidir!"
Gördüğünüz gibi onun derdi;
"Suçlular yargılansın, ceza verilsin".
Kim yargılayacak? Oligarşinin,
kontrgerillanın mahkemeleri. Neye
göre? Faşist yasalara göre. Dese ya
bu hukuk sistemiyle, yasalarla .
adalet sağlanamaz, anayasayı,
yasaları halk yapmalı, yargılamaya
halk da katılmalı. Diyemez. Çünkü
öyle bir derdi yok. O halk için
adaletin sağlanmasından yana değil,
görüntüyü kurtarma peşinde. Onun
için de yine kontrgerilla devletine,
onun parlamentosuna sesleniyor.
"Aman ha kulak verin, biraz durumu
düzeltin" diyor. Öyle ya işler sonra
daha kötüye gidebilir, halk ayaklanır
falan.
Geçen gün yine başka bir
burjuva gazetesinde de Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne alınmak
istenmemesiyle ilgili olarak şöyle
yazıyordu: "Türkiye'yi; mafyasıyla,
çeteleriyle, kara parasıyla, çökmüş
yargısıyla, bitmiş-tükenmiş devlet
otoritesiyle ve gazetelere ilan
vererek hukuku arayan
toplumuyla, kim yanına almak
ister." Onun derdi de Avrupa
Birliği'ne girmek. Ee giremedi ne
olacak şimdi? Çökmüş yargı sistemi
nasıl düzelecek, mafya çeteleri nasıl
temizlenecek, karapara nasıl
ortadan kaldırılacak? Bunların
cevaplarını ya vermezler ya da yine
büyük bir ikiyüzlülükle çökmüş
yargı sistemini, tüm kurumlarıyla
çürümüş "bitmiş-tükenmiş devlet"in
parlamentosunu halka umut olarak
pazarlarlar. En ilerici geçinenin
kafasındaki "en ileri" adalet
emperyalist devletlerdeki hukuk
sistemi ve adalet anlayışı kadardır.
Bu yüzden Avrupa emperyalist
ülkelerini örnek gösterip dururlar.
—Oligarşinin adaletsizliğinden
epeyce söz ettik, şimdi biraz da
"halkın adaleti"inden, "devrimci
adalet"ten ne anlıyoruz, bunun
üzerinde duralım. Fatma Abla sen
ne dersin bu konuda?
—Ben halkın adaleti deyince
halkın çıkarlarını temel alan,
savunan bir adalet anlayışını
anlıyorum. Dolayısıyla bir eylemin,
faaliyetin suç olup olmadığını halkın
çıkarlarına zarar verip vermemesiyle
ölçer, karar veririz. Elbette halka
karşı işlenmiş her suçun bir karşılığı,
cezası da olacaktır. İşte bu suçların
karşılığı olan cezalan belirlerken
alacağımız ölçü, suçluları
belirlerken göstereceğimiz titizlik,
dikkat, bizim adaletimizin ölçüsü
olur.
—Şimdi, ne diyoruz, oligarşinin
düzeniyle birlikte adaleti de
çürümüşlüğü ifade ediyor. Düzeni
yıkıp halkın iktidarını kurarken,
oligarşinin çürüyen, çöken bu adalet
anlayışım, sözde adaleti uygulayan
kurumlarım da tarihe gömeceğiz.
Dolayısıyla halkın iktidarıyla birlikte
bizim de oligarşinin adaleti yerine
koyacağımız bir adalet anlayışımız
olmak zorundadır. Ama bu adalet
anlayışını oluşturmak da devrimden
sonrasına ertelenebilecek bir şey
değildir. Öyle oturup üç beş günde
bizim adalet anlayışımız şu demekle
oluşmaz. Halkın mücadelesi,
gelenekleri, değerleri içinde oluşur.
Tabii bunun öncülüğünü yapacak
olan da devrimcilerdir. Dolayısıyla
devrimciler ortaya koyacakları
devrimci adalet anlayışlarıyla da
iktidara alternatif olduklarını
göstermek, adalet anlayışlarıyla da
halkın güvenini kazanmak
zorundadır. Çünkü halk bugün
oligarşinin adaletine güvenmediği
noktada, yarın kurulacak başka bir
KURTULUŞ
düzendeki adalet anlayışının da
nasıl olacağını görmek, bilmek ister.
Teorik olarak biz iktidara gelirsek
şöyle bir adalet anlayışımız olacak,
şöyle bir adalet sistemi kuracağız
diyebilmek önemli ve gereklidir.
Bunu çok çeşitli biçimlerde ortaya
koymak gerekir. Örneğin biz bunu
Halk Anayasası Taslağı'nda çok
daha somut bir hale getirmişiz.
Ancak bu da yetmez. Halk bunlar
böyle söylüyor ama acaba iktidara
geldiklerinde söylediklerini yaparlar
mı diye düşünür. Böyle düşünmesi
için de, düşmanın karşı
propagandalarından tutun, solda ve
eski sosyalist ülkeler revizyonist,
bürokratik yönetimlerinde gördüğü
olumsuzluklara kadar pek çok da
neden vardır. O zaman bu güveni
nasıl vereceğiz, nerede göstereceğiz?
Adalet anlayışımızı nasıl
oluşturacağız?
— Elbette mücadele içinde
gösterdiğimiz pratikle.
— Tamam doğru ama bu pratik
nasıl şekillenecek önemli olan o.
Gerçi bizim zaten mücadele içinde
şekillendirerek oluşturduğumuz,
halkın da güvenini kazanan bir
adalet anlayışımız var. Devrimci Sol,
Parti-Cephe 20 yıla yaklaşan
tarihiyle halkın sesi, soluğu, öfkesi,
adaleti olmuştur. Halkta "PartiCephe yapmışsa doğru yapmıştır"
güvenini oluşturan yarattığımız
adalet anlayışımızdır. Şimdi bizim
tartışacağımız, kavramamız gereken
bunu nasıl oluşturduk ve nasıl daha
da geliştireceğiz sorunudur. Bu
güveni nasıl oluşturduk dersiniz?
— Şöyle ifade etmeye çalışayım:
Birincisi; dediğimiz gibi
halkımızı sahiplenmişiz. Onun
öfkesine, adalet arayışına tercüman
olmuşuz. "Halka, Devrimcilere
Uzanan Elleri Kıracağız", "Halk
Düşmanlarından Hesap Soracağız"
demişiz ve dediğimize uygun bir
pratik sergilemişiz.
"Halk düşmanlarından hesap
soracağız" deyip, onları teşhir edip
de buna uygun bir pratik
göstermeyen, halk düşmanlarından
hesap sormayı devrimden sonraya
bırakan, halk düşmanları
yanlarında, halkın içinde ellerini
kollarını sallayarak dolaşırken, halka
saldırırken, zulmederken onları
seyretmekle yetinen bir örgüt halkın
güvenini kazanabilir mi? Halk
işlenen suçların cezasız kalmasını
istemez. Elbette bugünkü koşullarda
tüm halk düşmanlarının hepsini
cezalandıracağız gibi bir iddia ileri
sürmek gerçekçi değildir. Bu,
örgütlülüğün, mücadelenin geldiği
aşamayla ilgili bir sorundur. Ama
biz örgütlülüğümüz,
yapabileceklerimiz ölçüsünde
halkın adaletini yerine getirmeyi,
halka karşı suç işleyenleri
cezalandırmayı devrimci bir görev
ve sorumluluğumuz olarak görürüz.
İkincisi; hedeflerimizdeki,
eylemlerimizdeki netliktir.
Eylemlerimizde hiçbir muğlaklığa
yer verilmemiştir. Hedeflerin ve
suçluların araştırılmasında,
tespitinde daima titiz davranılmış,
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
30
EĞİTİM
cezalandırma ya da bir eylem
gerçekleştirilirken halktan kimsenin
zarar görmemesi ilkesel bir kural
haline getirilmiş, azami ölçüde buna
dikkat edilmiştir.
Üçüncüsü; halkın adaletini
yerine getirmek derken bunu sadece
devrimci şiddet uygulamak olarak
da ele almamamızdır. Suçun
niteliğine, oluşumuna, gelişimine
göre bir ceza uygulaması esas
alınmıştır. Suçun niteliğine göre:
örgüte ve halka özeleştiri
vermekten, verdiği zarara orantılı
olarak halka tazminat ödeme,
sürgün, dövme, malına zarar verme,
öldürmeyecek yerinden yaralama ve
ölüm cezasına kadar çok çeşitli
yaptırımlar uygulanmıştır.
— Ömer'in özellikle son
anlattıkları gerçekten önemli. Suçu
ve suçluları tespit ederken mutlaka
çok titiz davranıp, gerekli
araştırmayı yapmalıyız. Bir eylemi,
cezalandırmayı yaparken, suçsuz
insanların, halkın zarar
görmemesine azami dikkati
göstermeliyiz. Bunların dışında
Ömer'in anlattıklarına benim de
dördüncü olarak ekleyeceğim
önemli bir nokta daha var, o da şu:
Bizim uyguladığımız,
adaleti'nin en o
özelliklerinden biri, bu adaletin
halkın iktidarı hedefini gösteren bir
adalet olmasıdır. Bu açıdan
eylemlerin asıl işlevi halka hesap
sormanın ve iktidara nasıl
ulaşabileceğinin yolunu
göstermesidir. Dolayısıyla halkın
adaletinin uygulanmasını halkın
iktidar mücadelesinin bir parçası
olarak görmeliyiz. Yani adalet
eylemleri yalnızca misillemeyi,
hesap sormayı, intikamı içermez.
Bunlar da çok önemlidir ve
devrimci eylem bunları da içerir.
Ama halkın adaleti bunlardan daha
geniş bir muhtevaya sahiptir. Öte
yandan, Halkın adaletini
uygulamayı, halk düşmanlarından
hesap sormayı kitlesel bir
perspektifle ele almışızdır. Yani
hesap sorma yalnız savaşçıların,
silahlı birliklerin işi değildir ve öyle
kavranamaz. Bu eylemlerle aynı
zamanda hesap sormayı, adaletin
gerçekleştirilmesini halkın kitlesel
mücadelesiyle geliştirme amaçlanır.
örneğin bir muhbir hakkında
verilecek cezanın kararını halk
alabilmeli ve cezanın
uygulanmasına da katılabilmeli. Bu
bir faşistin, halk düşmanının
cezalandırılması ya da faşist bir
odağın dağıtılması, düzenin bir
kurumunun basılması, dağıtılması
da olabilir. Mahalledeki, bölgedeki
bir fuhuş yuvası, halkı zehirleyen
uyuşturucu satıcıları, batakhaneler,
kumarhaneler de olabilir.
Konumuzu bugünlük burada
bitiriyoruz. Ancak adalet sorununu,
mesela bu anlayış çerçevesinde
solun nasıl bir adaleti var,
örgütlenme içinde, devrimci ilişkiler
ve değerler anlamında adaletin
başka ölçüleri nelerdir, gibi yanlarla
zenginleştirebiliriz. *
ALEVİ MAHKEMELERİ
Adalet, uzunca bir süredir en çok
kullanılan kavramlardan biri. Halk
adalet istiyor, halk adalet arıyor...
Halk Meclisleri, halkın iradesini
ortaya koyabildiği, bu açıdan yenilik,
özgünlük taşıyan örgütlenmeler
olarak son süreçte oldukça
güncelleşmiş durumda... Halkın
tarihine baktığımız da görüyoruz ki,
halkın adalet arayışı ve adaleti
uygulayışı, ve öte yandan Meclis tarzı
örgütlenmeler halkımıza yabancı
değildir. Halkın geleneklerinde benzer
oluşumlar ve örgütlenmeler
bulunuyor... Adalet ve Meclisler, halk
geleneklerinin bir biçimi içinde
oldukça özgün olarak yanyana
gelmişler.
Alevi cem törenleri ve bunun bir
parçası olan "düşkünlük dan" hem
Meclislerin özünü, işleyişini, hem de
halkın adalet anlayışını ve arayışını
kendinde somutlar.
Alevi geleneğinde "dara durmak"
dedenin ve tüm canların karşısına
çıkmaktır. Bu, yola kabul edilme, yol
arkadaşı tutma gibi çok çeşitli
nedenlerle olur. Alevi görgü
cemlerinin bir parçası olan Dar'ın
belli bir suç üzerine kurulması ise
"dava görme ve düşkünlük dan"
olarak adlandırılır ve bir anlamda
meydan mahkemesi ya da halk
mahkemesi olarak da
nitelendirilebilir.
Dava görme ve düşkünlük darları,
asıl olarak Osmanlı döneminde
20 Aralık 1997
yaygınlaşmış ve
kökleşmiş bir
gelenektir. Alevi
halkı özellikle
Osmanlı
döneminden bu
yana egemenlerin
baskı ve zulmüyle
karşı karşıya
kalmış ama
haksızlıklara ve
baskılara boyun
eğmeyip zulme
isyanlarla,
başkaldırılarla
cevap vermiştir.
u zulme ve
aksızlıklara karşı
oyuş Alevi
lalkının kendi
içinde yaşam felsefesini de
yaratmıştır. Kendi içlerinde, adeta
dışa kapalı bir düzen yaratıp, bunun
içinde kendi adalet ve hukuk
sistemlerini de oluşturmuş, buna göre
yaşamışlardır. Suçu suçluyu ayıran,
ceza veren düşkünlük darları da bu
yaşam içerisinde bir ihtiyaç olarak
şekillenmiştir.
Bu dar'ların amacı Alevi topluluk
içinde ortaya çıkan adaletsizlikleri,
sorunları, sıkıntıları çözümlemek ve
halka karşı suç işleyenleri
yargılamaktır.
Gerçekte Alevi geleneğinde
toplumsal eleştiri-özeleştiriye her
zaman büyük önem verilmiştir.
Mesela her Alevi'nin yılda en az bir
kez yapması öngörülen boyvermebaşokutma dar'ında herkes malını,
canını ortaya koyarak toplumuna
hesap verme zorundadır.
Alevi ahlakının en temel
ilkelerinden ikisi 'benlikten
uzaklaşma, öznefsini öldürme'dir.
Çünkü gerek nefsine uyma, gerekse
de bireysel çıkarları öne çıkarma
kötülüklerin kaynağıdır. "Elbetteki
'BEN' ön plana çıkınca, kişisel çıkarlar
ve mülkiyet duygusu ağırlık
kazandığından, özbenliğin
doyurulması için her araç
kullanılacaktır. Bu demektir ki, bireyin
çevresindekiler ve toplum
zararlanacaktır. Yakından uzağa
kötülük yelpazesi yayılarak kusur,
günah, kabahat ve suça
dönüşecektir."
Alevi geleneğinde ve adaletinde
suçlar da tanımlanmıştır.
Halka karşı suç işlemek Alevi
dilinde "düşmektir". Örneğin Şah
Hatayi "12 düşüş"ten sözeder. Bazı
yerlerde halkın ortak yaşamının
kuralları ve dolayısıyla çiğnenmemesi
gereken, çiğnenmesinin suç
oluşturacağı ilkeler "oniki farz, oniki
işlek ve oniki erkan" diye de ifade
edilir. On iki işlek'te sayılanlar
şunlardır:
"Birinci işlek kendi özünü
tanımak, ikincisi marifet tohumunu
ekmek, üçüncüsü şefkatli olmak,
dördüncüsü rıza eteğini tutmak,
beşincisi hikmet (bilgelik) sıfatlarını
özünde cemetmektir, altıncı ve
yedinci kendini önemsiz görme,
türabolma, hiçliğe yakınlaşmak;
sekizinci özünü sabır eline
teslim etme; dokuzuncusu
sevgi-muhabbet ölçüsü
kullanmaktır. Onuncu ve
onbirinci takva değirmeninde
özünü arındırmak ve... özünü
dervişlere ve fukaralara
harcamaktır."
|
Oniki farz da şöyle sıralanır:
"1 - Talibe gerektir ki evvel
Hakkına doğru sözlü ola, doğru
özlü ve helal lokmalı ola!. 2Kimseye haksız söz söylemeye;
dosta ve düşmana, yani ikrardan
ve inkardan kamu halka bir göz
ile baka. Kendi özünü cümleden
aşağı gözleye. 3- Bildiğini
şefkatle halka anlata.... 4insanoğlunu aziz göre ve izzet
ile birbirine hürmet kıla; hakir
tutmaya. 5- Rızaya teslim ola. 6Tevekkeli ola. 7- Herşeye
tahammül kıla. 8- Tedbirli ola ve
herkesten sakına. 9- Kanaat ehli
ola, aza kanaat ede ki çoğu bula. 10Haktan gelecek rızk için gam yemeye.
11- Herkesin işine karışmaya, kendi
halinde uzlete (tenha) çekile. 12- Talip
olan halk sermayesi ola. Tüm bu
zikrolan oniki farz tarikatı ilm-i
alamettir..."
Bu maddeler dikkatle
okunduğunda görülecektir ki, dini,
kaderci nitelik taşıyan bir kaçı hariç
çoğu halk için ahlaklı, namuslu,
kardeşçe, paylaşımcı bir yaşamı
öğütlemekte, halkın çıkarlarını
gözeten bir muhteva taşımaktadır,
insanların gerçekten bu niteliklere
sahip olduğu bir halk, kuşku yok ki
ileri bir halktır, ahlaksızlığa,
namussuzluğa, adaletsizliğe boyun
eğmeyecek bir halktır. Bunların Alevi
geleneğinde ifade edilmiş olmasının
önemi yoktur, Alevi ya da sunni tüm
halk için önerilebilecek ilkelerdir.
Evet, Alevi toplumu, işte bu
ilkelere uymamayı suç saymıştır. Yani
halkın adaletine, geleneklerine aylan
olan, halka zarar veren davranışlar ve
hakaretler suçtur.
Bir talip, bir yoloğlu bilerek ya da
bilmeyerek halka, çevresine zarar
verdiğinde, yani bir suç işlediğinde;
zarar görenler davacı-şikayetçi olarak
tanıklarıyla birlikte Dede kapısına
gelirler. Sonra bir Meydan Mahkemesi
kurulur.
Meydan Mahkemesinde yargılama
halka açıktır. Aynı zamanda halkın en
geniş katilimi sağlanarak yapılır.
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
20 Aralık 1997
KURTULUŞ
Yargılamaya katılan insanlarda
aranan tek kıstas dürüst olmak, daha
önce suç işlememiş olmaktır. Bu
mahkemeleri kurma yetkisi Alevi
Dede'lerindedir.
Her mahkeme öncesi bir hazırlık
yapılır. Mahkeme açılmadan önce
halk mahkeme konusunda
bilgilendirilir. Çağrılmayan kişiler ise
mahkemeye katılamazlar. Ayrıca,
mahkemeye kadınların erkeklerle eşit
oranda katılma hakkı vardır.
Mahkemede yargılama halk
önünde yapılır. Davalı ve davacı
konuşmadan önce Dede tarafından
doğru söyleyeceklerine dair söz alınır.
"... Dede üç boğumlu ve kayın
ağacından yapılma erkan değneğini
yeşil torbasından çıkarır. Ocağın
başına gider ve değneğin bir ucunu
ocağa dayayarak davacıya:
Altından geçen ve suyunu içen
Hakkı inkar etsin mi?' diye sorar O da
'Etsin!' diyerek erkan değneğinin
altından bir kez geçer.... Böylece
şikayetçiye, kesin olarak doğru
söyleyip söylemediği, Meydanda
bulunanların huzurunda bir kez daha
yemin ettirilerek tekrarlatılmış olur.
Ondan sonra tanıklara da aynı
biçimde yemin ettirilir."
Suç iddiasında bulunan ve
suçlanan kişi konuşur ve halktan
gelen sorulara cevap verir. Olaya tanık
olan ve bilgisi olanların da şahitliğine
baş vurulur. Yapılan bu yargılama
sonucu karar verilir. Mahkemeyi
yöneten Alevi Dedesi olsa da kararı
halk verir. Bu mahkemede Dede asla
tek başına karar vermez. Sanık
durumundaki talibin suçu kesin
olarak saptandığında, Dede (pir,
Mürşid), anabacı (başıtaçlı bacı),
gözcü, çerağcı (delilci baba) ve
rehberden oluşan mahkeme üyeleri
ve canların önünde 'yol düşkünü'ne
çıkartılır.
Karar alınırken, suçlu dışarıda
uygun bir yerde bekletilir. Tekrar
canların huzuruna çağrıldığında
sazsız olarak "bağ tercümanı" adı
verilen bir şiir okunur. Şiir, adalet
anlayışının da tasa bir özeti gibidir:
"Hakkın kılıcı keskin olur, münin
kalbin incitme
Bu meydanda ezel ebed gerçek
vardır, yalan yok
Bu meydana eğri bakan
Mervanlara aman yok
Bu çerağın ışığını geçirene zaman
yok
Bu ocağı söndürene umulmadık
ziyan yok
İkrarına münkirlere erenlerden
yaman yok
Hakkın kılıcı keskin olur, mümin
kalbin incitme!"
Dar sonucunda suçun karşılığı
olan cezalar, hürriyeti bağlayıcı
cezalar, teşhir edici cezalar, para
cezaları, düşkünlük cezalan olarak
belirlenmiştir. Yine oldukça ilginç bir
gelenek olarak, yol düşkünlüğüne
karar verilen talibin musahibi de
(yani en yatanı sayılan "yol arkadaşı"
da) dava görme darına çekilip
yargılanır. Kendisi bu kusurları
işlememiş bile olsa kardaşlığına engel
olmadığından sorumlu bulunur,
cemdeki canların katılımıyla
sorgulanıp yargılanır.
Mahkeme tarafından ceza verilen
kişinin cezası tüm köye ve yatan
köylere duyurulur. Suç işleyen kişiyle
ilişkilerini kesmeleri istenir. Eğer suç
işleyen taşi Alevi toplumunda önemli
biriyse; yani halk arasında dolaşan,
örgütleyen biriyse dergahlara haber
verilir ve bu kişiye itibar etmemeleri
söylenir.
Hürriyeti bağlayıcı ceza türleri
genelde suçlunun evde hapsedilmesi
şeklindedir. Herkesin görebileceği bir
yerde hapsedilir, toplum karşısında
utanması sağlanır.
Teşhir edici cezalar, çok
başvurulan bir ceza yöntemidir.
Suçun çok ağır olmadığı durumlarda
bu ceza uygulanır. Örneğin çeşmeden
yalınayak kırk kova su getirme, ayakta
bekletilme gibi biçimleri vardır.
Para cezası, mağdura verilen zarar
değerinde uygulanan bir cezadır. Para
cezası sadece para olarak değil, para
karşılığında mal verilmesiyle de olur.
Düşkünlük, dava görme
dar'larında uygulanan en ağır ceza
yöntemidir. Düşkünlük, yoldan
ayrılma anlamına gelir. Yolundan
dönmüş, toplumun değerlerine,
inançlarına, törelerine zarar veren kişi
düşkün sayılır. Düşkünlük cezası
verilen kişinin evine gidilmez, eşyası
alınmaz, konuşulmaz, eşya verilmez,
bayramlaşılmaz, yardımına gidilmez,
sadece ölüsüne gidilir.
Düşkünlük cezası çok ağır
suçlarda verilir. Örneğin Alevi
geleneklerinde ihanet ve ispiyonculuk
çok ağır bir suçtur. O nedenle bu suça
verilen ceza düşkünlüktür. Alevilerde
ihanete çok farklı bakılır. Kişi adam
öldürebilir, hırsızlık yapabilir ama
ihanet edemez. Örneğin Alevi
cemlerini Osmanlılara ispiyonlamak
gibi. Aradan yıllar geçse de yapılan bu
ihanet unutulmaz, ihaneti yapanın
adı ve çevresi yaptığı suçla anılır.
Çok ağır olmayan suçlarda bir süre
sonra cezalıya toplum içine dönme
şansı verilir. Cemden uzaklaştırılarak
cezasını çekmiş talip, 'Medet
mürüvvet!' deyip mürşid kapısına
gelir. Bir anlamda özeleştirisini sunar.
Pir Sultan'ın bir nefesinde bu şöyle
dile getirilmiştir:
"Eksikliğimi aldım dergaha geldim
Bin kanım var bir mürüvvet
erenler
Aradım hatamı özümde buldum
Bin kanım var, bir mürüvvet
erenler"
Kısacası, en somut ifade
biçimlerinden birini Alevi düşkünlük
dar'ında bulan Halk Mahkemeleri'nin
amacı, topluma karşı suç işleyen
kişileri yargılamak, bu kişileri
cezalandırmak, toplum içerisindeki
adaleti sağlamak, halkın çıkarlarını
korumak, insanlar arasında hak ve
eşitliği sağlamaktır. Düşkünlük darı,
düzenin adaletsizliğine duyulan
güvensizlik sonucu halkın kendi
adaletini hayata geçirmesinin bir
biçimidir. Düzenin adaletinin, adalet
kurumlarının tepeden tırnağa
çürüyüp kokuştuğu günümüz için de
halkımız açısından örnek ve
sürdürülebilecek bir gelenektir.*
GAZİ'NİN KATİLLERİNDEN
HALKIN ÖRGÜTLÜ GÜCÜ
HALK MECLİSLERİYLE
HESAP SORACAĞIZ
Her hafta olduğu gibi bu hafta da Bakırköy Özgürlük Meydam'nda saat
13.00'de biraraya gelen Halk Meclisleri Gazi davası için Trabzon'a gittiklerini
açıklayarak Susurluk devletinin halkın Gazi davasını engelleyemeyeceğini belirttiler.
Yağmurun altında davul zurna eşliğinde çekilen halaylarla başlayan eylemde
"Halk Meclislerinde Birleşelim Susurluk'un Hesabını Soralım" pankartının yanı
sıra "Gazi Davasına Sahip Çıkalım" vb. dövizler bulunuyordu. Yaklaşık 350 insanın katıldığı eylemi çevredeki halk ilgiyle izledi. Genç-yaşlı demeden her hafta
Özgürlük Meydanı'nda biraraya gelen Halk Meclisleri bu hafta Gazi katliamının
hesabını sormak için Trabzon'a gitmenin coşkusunu ve heyecanım yaşıyordu.
Okunan basın açıklamasında"... Bugün burada aynı zamanda Gazi katliamı nedeniyle katillerin yargılandığı ve Trabzon'da görülen dava için hareket etmek ve
uğurlamak üzere toplandık. Davanın bu kadar uzaması ve katiller belliyken bu
kadar kayıtsız kalınması öfkemizi arttırıyor. Trabzon'a her gidişimizde defalarca
polislerin ve sivil faşistlerin saldırılarına uğradık. Keyfi şekilde gözaltına alınıp
onursuzca aramalara tabii tutulduk. Bunlar bizim davayı sahiplenmemizi engelleyemeyecek ve adalet, hesap sorma duygumuz, kararlılığımız her geçen gün daha da büyüyecektir" denildi. Açıklamada Susurluk devletinin icraatlerine devam
ettiği vurgulanırken "Umudumuzu, birliğimizi, geleceğimizi Halk Meclislerinde
örgütlenerek büyütüyoruz" denilerek açıklama bitirildi. Açıklamanın ardından
çekilen tasa bir halayın ardından Gazi katliamının katillerini halkın adaletiyle
yargılamak üzere Trabzon'a gitmek için yola çıkıldı. *
Analar Hesap Sormaya Devam Ediyor...
"ANALARIN ÇIĞLIĞI
OKYANUSLARI AŞMIŞTIR"
Kayıp, tutsak ve şehit aileleri bedeller ödeyerek bir
mevzi haline getirdikleri
Galatasaray Lisesi önünde
135. buluşmalarını 13 Aralık Cumartesi günü gerçekleştirdiler.
12.00'de başlayan eylem,
tasa bir süre sessizce oturulmasının ardından insan
Hakları Derneği İstanbul
Şube Başkanı Ercan Kanar'ın konuşmasıyla devam etti. insan Haklan
Haftası nedeniyle, devletin
kayıp etme politikasını insan haklarıyla birlikte ele alan Kanar, 800'ü aşkın insanın kayıp durumunda olduğunu belirtip, bu sayının da kitle örgütlerine ulaşan
kayıtlardan tesbit edildiğini belirtti.
Kanar'ın konuşmasının ardından o haftaki basın bildirisi okunup Aralık ayında kaybedilen dokuz kişinin adı açıklandı.
Saat 12.30'da biten ve yurtdışından gelen Hollanda Yeşil Sol Partisi Belediye
Meclis Üyeleri Anne de Boer, Rıza Riktaş, Crista Von Karnen ve Ayşe Kılıç'ın da
destek verdiği eyleme 100'ü aştan kişi katıldı. *
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
32
GENÇLİK
20 Aralık 1997
Faşist Teröre Karşı
Savunma ve Mücadele
Komiteleri kuruluyor...
Öğrenci gençliğe yönelik faşist
saldırılar her geçen gün daha da
tırmanarak devam ederken, bu
saldırıları püskürtmek için TÖDEF
tarafından yapılan FAŞİST TERÖRE
KARŞI SAVUNMA VE MÜCADELE
KOMİTELERİ'Nİ KURALIM çağrısı yankı
bulmaya başladı. İstanbul Üniversitesi
Merkez Kampusu ve Edebiyat
Fakültesi'nde iki ayrı komite, Marmara
Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü'nde
de bir komite kurulup yaşama geçirildi.
Komitelerde yeralan öğrencilerle
görüştük...
"ÜNİVERSİTELERDEKİ FAŞİST
TERÖRE KARŞI ÖRGÜTLÜ BİR
GÜÇ OLARAK KARŞI KOYMAMIZ
GEREKİYOR"
MURAT GÜLMEZ: İstanbul Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi öğrencisi
Bildiğimiz gibi, Kasım ayı ortalarından
itibaren ülke genelindeki üniversitelerde
sivil faşist saldırılar yaşandı. Polisler de
öğrencilerin saldırıları protesto amaçlı
yapılan her eylemine saldırdı, gözaltına aldı.
Bizler bu saldırılar karşısında birşeyler
yapmalıydık. Hep saldırı olduğunda veya bir
gerginlik yaşandığında biraraya geliniyor.
Oysa üniversitelerdeki faşist teröre karşı
örgütlü bir güç olarak karşı koymamız
gerekiyor.
Bu düşünceyle Faşist Teröre Karşı
Savunma ve Mücadele Komiteleri'ni
oluşturma karan aldık. Kendi okulumuzda
ilk olarak komitelerin yaratılması için tüm
yapıların katıldığı genel bir toplantı
düzenlendi. Saldırılar karşısında neler
yapılacağı tartışıldı. Biz TÖDEF'li öğrenciler
olarak kurulacak komitenin amaçlarını,
hangi durumlarda hangi tavrın konulacağını
ortaya çıkardık. Somut adımlar atılması
yönünde önerilerimizi sunduk. Önerilerimiz
toplantıya kanlan yapılarca değerlendirilip
tartışıldı. Ve komitemizi kurduk Şu an için
son hali verilmiş bir programımız yok. Bu
program sürekli yapılacak olan toplantılarda
oluşacak.
Şimdi bizler ilk olarak komitelerin
işlerliğini sağlamak için belli bir program
dahilinde yaşama geçmesini hedefliyoruz.
Bunun için harcanması gereken tüm
enerjimizi harcayacağız. Okulumuzdaki tüm
anti-faşist, demokrat arkadaşlara ulaşacağız.
Ulaştıktan sonra onlarla da biraraya gelip
varolan durumu değerlendirip, onların da
önerilerim alarak komitemizi daha da
genişletip tüm anti-faşist unsurları tek bir
çan altında toplamayı başaracağız.
Sorumluluklarımız ve görevlerimiz büyük...
Bugün için en çok ihtiyaç duyduğumuz
noktalardan biri de kitleselleşmek, yani
faşistlerin ve devlet terörünün karşısına
gençliğin tüm kitleselliğiyle çıkmasını
sağlamak. Bu, bizim için kaçınılmaz bir
zorunluluktur. Gücümüzü de Faşist Teröre
Karşı Savunma ve Mücadele
Komiteleri'nden alacağız.
"ARTIK FAŞİST TERÖRE KARŞI
BİR ŞEYLER YAPILMAK
ZORUNDAYDI"
TEMEL ALTINIŞIK: İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilimler Meslek Yüksek Okulu
Geçen ay içerisinde İYÖ-DER'li
arkadaşımız Barış Ateş'in kaldığı Atatürk
Öğrenci Yurdu önünde bıçaklanmasıyla
başlayan faşist saldırılar, İçişleri Bakanı
Murat Başesgioğlu'nun yaptığı açıklamayla
daha da tırmandı. Sistemli bir şekilde
yapılan faşist saldırılar sonucu birçok
arkadaşımız yaralandı ve gözaltına alındı.
Saldırılar yanlızca İstanbul değil, ülkenin
diğer üniversitelerinde de yaygınlaştı.
Saldırıya uğrayan devrimci-demokrat
öğrenciler olmasına rağmen gözaltına
alınan yine devrimci-demokrat öğrenciler
oldu. Varolan sivil faşist terör yanında
polisin estirdiği terörden etkilenen yine biz
olduk. Bütün bu saldırılar karşısında sessiz
kalmamız mümkün değildi. Saldırılar
yapılan basın açıklamalarıyla kınandı.
Ancak polis, yine en demokratik hakkımız
olan basın açıklamasına bile saldırdı. Ve yine
birçok arkadaşımızı gözaltına aldı. Artık
faşist teröre karşı birşeyler yapılmak
zorundaydı. Bu, bir anlamda sürecin bize
bir dayatmasıydı. Bu amaçla TÖDEF'in
çağrısı olan Faşist Teröre Karşı Savunma ve
Mücadele Komiteleri'ni kurmak için
çalışmaya başladık. Bu süreçte anti-faşist
özelliği olan devrimci-demokrat tüm
insanlara komite hakkında bilgiler verildi. Ve
ardından da toplantı organize edildi. Bu
toplantı sonucunda -9 Aralık günü- Faşist
Teröre Karşı Savunma ve Mücadele
Komiteleri'nin kendi okulumuzdaki
kuruluşuna karar verildi.
Bu toplantıda komitelerin işleyişi,
yapacağı çalışmalar ortaya konuldu. Ve bu
çalışmaların yürütülmesi için komisyonlar
oluşturuldu.
Çalışmalara, gündemimize almış
olduğumuz istanbul Üniversitesi Merkez
Kampüsü'nde ana kapılan kapalı olan
Hukuk ve İktisat Fakülteleri'nin kapılarının
açılması için imza kampanyası
düzenlemekle başladık. Bu kampanyanın
amacı, polislerin kapatmış olduğu ve bir
anlamda polis terörünü yansıtan bu
uygulamanın ortadan kaldırılmasıdır.
Komitemize olan güvenimiz ve kampanyaya
gösterilen ilgi bunu başaracağımızın
garantisidir aslında:
Yaşama geçirdiğimiz bu kampanyanın
dışında yapacağımız eylemlilikler
düzenlenecek toplantılarda çıkacak ortak
karara bağlı olacak. TÖDEF'li öğrenciler
olarak bizler düzenlenecek toplantılara her
zaman olduğu gibi kendi içimizde aldığımız
önerilerle gideceğiz. Bu toplantılarda herkes
kendi önerisini sunabilecek. Yani böyle bir
işleyişimiz olacak.
Ben buradan tüm öğrencilere seslenmek
istiyorum... Faşist saldırılar devletin şu
süreçte başlatmış olduğu saldırıdan
bağımsız değildir. Bu sistemli bir politikanın
ürünü. Ve olayın ciddiyetini de herkesin
görmesi gerekiyor. Bu saldırıları
engellemenin tek yolu birlikte hareket
etmekten geçiyor. Tüm öğrenci arkadaşlar
bu komitelerde birleşmeli, gençliğin
devrimci birliğini yakalamalı ve faşist
saldırılan birlikte püskürtmelidir. Tarihimiz
bunun onlarca örneğiyle doludur.
Hamiyetler, Şaban Şenler bizlere ölmektir.*
Maraş Katliamının
Yıldönümünde Katleden,
Devletten Hesap Soralım
Halkın düzene karşı
muhalefeti büyüdükçe faşizm
de bu muhalefeti bastırmak
için terörünü arttırıyor. Sivil
faşist saldırılar, gözaltılar,
tutuklamalar yetmeyince tek
tek ve kitlesel katliamlar
başgösteriyor.
Faşizmin ülkemizdeki ilk
kitlesel katliamı l Mayıs
1977'de yaşandı. Halkın,
emekçilerin alana dökülen
öfkesi faşizmin saldırması için
yeterli bir sebep oluyor. 16
Mart Katliamı, Maraş Katliamı,
Gazi Katliamı, 16-17 Nisan
Katliamı ülkemizde yaşanan
katliamlardan sadece birkaçı.
Oligarşinin daha birçok
katliam girişimi, devrimcilerin
sağduyulu davranışıyla
engellenmiştir.
Bugüne gelindiğinde faşist
devletin yine halka saldın
karan aldığını ve bu yolda
adım attığını görüyoruz. İşçi,
memur, gençlik, gecekondu
halta devrimci tutsaklar
bugüne kadar birçok saldırıyı,
yeri geldiğinde bedeller
ödeyerek geri
püskürtmüşlerdir.
Üniversitelerde sivil
faşistlerin saldırmasıyla
başlayan süreç daha sonra
polis terörüyle birleşti ve
gençliğin her eylemine
saldırma karan alındı. Gençlik
üzerindeki kapsamlı ve örgütlü
olan bu saldırıyı püskürtmek
ve süreci halkın lehine
çevirmek görevi gençliğe
düşüyor. Saldırının boyutunun
büyüklüğünü ve çok
yönlülüğünü gören TÖDEF
ülke genelinde faşist teröre
karşı harekete geçme karan
aldı. Basın açıklamaları,
forumlar, imza kampanyaları,
faşist terörü etkisiz kılmak için
yapılan eylemlerden bazıları.
Saldırıların merkezi ve
örgütlü olduğu
düşünüldüğünde gençliğinde
faşist teröre karşı örgütlenmesi
gerekiyor. Bu düşünceyle
TÖDEF tarafından önerilen
Faşist Teröre Karşı Savunma ve
Mücadele Komiteleri gençliğin
faşizme karşı örgütlü bir gücü
olacaktır. Şu an birkaç
fakültede komiteler
kurulmuşken birçok
üniversitede kurulma
aşamasında. Komitelerin
üniversitelerdeki faşist teröre
karşı savunma ve mücadelenin
yanında halkın diğer
kesimlerine yönelik saldırılara
karşı da tepkilerini gösterecek
bir işlevi olacaktır.
Önümüzde 24 Aralık
1978'de yaşanan Maraş
Katliamı'nın yıldönümü var.
Maraş'ta faşizmin çıplak yüzü
görülmüştü. Katleden devletti.
Genç, yaşlı, kadın, erkek
demeden yüzlerce insan
demokrat olduğu, devrimcilere
güven duyduğu için katledildi.
Katliam halkın belleğinde o
günkü canlılığını koruyor.
Yaşanan ilk katliam değildi,
son da olmadı. İşte bu yüzden
bu yıl Maraş Katliamı'yla ilgili
yapılan eylemler bir anmadan
çok hesap sorulan, adalet
istenen, halk güçlerinin
öfkesini sokaklara, alanlara
döktüğü bir gün olacaktır.
Maraş Katliamı'nın
yıldönümünde ülke genelinde
yapılacak eylemler de, bir 16
Mart gibi, Gazi gibi
örgütlenmelerdir. Bu görev
gençliğin merkezi örgütlü gücü
TÖDEF'indir. Gençliğin
önünde katliamlara karşı olan
devrimci, demokrat, yurtsever
güçleri 24 Aralık'ta biraraya
getirerek faşizme karşı güçlü
bir cevap vermeyi sağlamak
var.
Susurluk gerçeğinin
değişmediğini görüyoruz.
Kaybeden katleden devletten
gençlik olarak, halk olarak
hesap sorulmalıdır.
Gençlik merkezi örgütlü
gücü TÖDEF'le, öğrenci
meclisleriyle Faşist Teröre
Karşı Savunma ve Mücadele
Komiteleriyle 24 Aralık'ta
faşizmden hesap soracaktır.
işçilerin, memurların,
yoksul gecekondu halkının,
aydınların da bu devletten
soracakları hesapları ve adalet
talepleri vardır. İşte bu yüzden
tüm halk güçleri 24 Aralık'ta
gençliğin yanıbaşında eylemde
olacaklardır. Bu görev
hepimizindir.
Maraş Katliamı'nın
yıldönümünde katleden,
kaybeden devletin karşısına
çıkalım ve hesap soralım.*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
33
GENÇLİK
20 Aralık 1997
Ayşe Nil Halk
Kütüphanesi Açıldı
ve DLMK'lı öğrencilerden
oluşan kitle katıldı.
Açılış konuşmasını yapan
Grup Yorum elemanı Ufuk
Lüker, "Bugün burada yeni bir
kurumumuzu açmaktan dolayı mutluluk duyuyoruz. Yine
yeni açtığımız bir kuruma bir
şehidimizin adını verdik. Bu
da mutluluğumuzu daha da
arttırıyor" dedi. Açılış konuşmasının ardından davetlilere
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi, 14 Aralık Pazar günü yapılan açılış töreni ile halkın hizmetine ve kullanımına açıldı.
İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet gösterecek olan
Ayşe Nil Halk Kütüphanesi'nin kütüphane ve kafeterya
bölümleri bulunuyor.
14 Aralık Pazar günü saat
13.00'te yapılan açılış törenine aralarında '96 Ölüm Orucu
şehidi Ayçe İdil Erkmen'in babasının da bulunduğu Şehit
ve Tutsak Aileleri, Grup YUrum, Grup Özgürlük Türküsü,
Ayşe Gülen Halk Sahnesi ve
FOSEM, TÖDEF/İYÖ-DER'li
ikramda bulunan Ayşe Nil
Halk Kütüphanesi çalışanları,
halkımıza daha iyi bir kültür
hizmeti verebilmek için henüz eksiklikleri olduğunu ve
bu anlamda hediye kitap
kampanyası açtıklarını belirttiler.
Verilen ikramdan sonra
kütüphaneyi gezen davetliler,
çalışanlara başarı dileklerini
sundular. *
İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ'İNDE
MÜZİK DİNLETİSİ
Malatya İnönü Üniversitesi'nde TÖDEF'li öğrenciler ve demokrat öğrenciler bir dinleti düzenledi.
300 kişinin katıldığı dinleti TÖDEF'li bir öğrencinin
açılış konuşmasıyla başladı. Bir öğrencinin okuduğu
"Türküleri Susturmayın"
adlı şiirinden sonra Grup
Tavır'ın söylediği türküler
kitleyi coşturdu. Grup Gün
Işığı'nın sahneye çıkmasıyla daha bir coşkulanan kitle
söylenen türküler eşliğinde
büyük bir coşkuyla halaylar
çekti. Söylenen türküler,
çekilen halaylardan sonra
İnönü Üniversitesi'nde
Akademik Demokratik Üniversite Mücadelesinin daha
güçlü bir şekilde sürdürüleceği vurgulanarak dinleti
sona erdi. *
DLMK: CEZALAR BİZLERİ YILDIRAMAZ
8 Aralık Pazartesi günü
Okmeydanı Petek Market'in
önünden hiçbir sebep yokken işkenceci katiller tarafından gözaltına alınan ve tutuklanan biri DLMK'lı üç arkadaşlarını sahiplenmek ve
tutuklanmalarını protesto etmek için DLMK'lı öğrenciler
15 Aralık Pazartesi günü yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Açıklamada DLMK'lı ar-
kadaşlarımızdan İlyas Bulut
gözaltında kaldığı beş gün
boyunca sürekli fiziksel ve
psikolojik işkenceye maruz
kalmıştır. Daha sonra Yoldaş
Yıldız ve Murat Kaya ile birlikte çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak Ümraniye
Hapishanesi'ne konulmuşlardır.
Eğer suçlan insanları Susurluk konusunda bilgilen-
dinmek ve protesto etmek ise
biz bu suçu hep işleyeceğiz.
Bizler "Demokratik Lise İçin
Mücadele Komiteleri" olarak
arkadaşlarımızın tutuklanmasını kınıyor derhal serbest
bırakılmasını istiyoruz. "Cezalar Bizleri Yıldıramaz", "Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz", "Susurluk Devlettir
Hesap Soralım" denildi.
8 Aralık Pazartesi günü
Okmeydanı Petek Market'in
önünden hiçbir sebep yokken işkenceci katiller tarafından gözaltına alınan ve
tutuklanan biri DLMK'lı üç
arkadaşlarını sahiplenmek
ve tutuklanmalarını protesto etmek için DLMK'lı öğrenciler 15 Aralık Pazartesi
günü yazılı bir basın açıklaması yaptı.
Açıklamada DLMK'lı arkadaşlarımızdan İlyas Bulut
gözaltında kaldığı beş gün
boyunca sürekli fiziksel ve
psikolojik işkenceye maruz
kalmıştır. Daha sonra Yoldaş
Yıldız ve Murat Kaya ile birlikte çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konulmuşlardır. Eğer suçları insanları Susurluk konusunda
bilgilendirmek ve protesto
etmek ise biz bu suçu hep
işleyeceğiz. Bizler "Demokratik Lise İçin Mücadele Komiteleri" olarak arkadaşlarımızın tutuklanmasını kınıyor derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. "Cezalar
Bizleri Yıldıramaz", "Yaşasın
Demokratik Lise Mücadelemiz", "Susurluk Devlettir
Hesap Soralım" denildi.
" BASKILAR BİZLERİ YILDIRAMAZ99
FINDIKLI DLMK ŞEHİTLERİN ANMASINI YAPTI
Halkların kurtuluşu için
toprağa düşen herkes
şehidimizdir diyen Fındıklı
DLMK'lı öğrenciler, 13
Aralık Cumartesi günü
TKP-ML şehitleri Erdinç
Yılmaz ve Ahmet Yılmaz
için mezarları başında bir
anma düzenledi.
"Devrim Şehitleri
ölümsüzdür DLMK" imzalı
pankart açan öğrenciler
okudukları metinden sonra
"Devrim Şehitleri
Ölümsüzdür", "Yaşasın
Demokratik Lise
Mücadelemiz"
sloganlarının atılmasından
sonra anma sona erdi ve
öğrenciler dağıldılar. *
HALK İÇİN
KURTULUŞ
KATKI PAYLARI
VE
PARALI EĞİTİM
er yıl
liselerde sözde,
okulun
ihtiyaçlarını karşılamak için
idareciler tarafından katkı
paylan adı altında para
toplanıyor. Paraların
alınmasının ardından da
nerelere harcama yapıldığı,
okulun hangi ihtiyaçlarını
karşılamakta kullanıldığı
açıklanmıyor. Şimdi
aklımıza şöyle bir soru
gelebilir; toplanan paralar
okulun ihtiyaçlarını
karşılamakta kullanılmadığı
veya bu konuda öğrencilere
açıklama yapılmadığı için
mi katkı paylarına tepki
gösteriyoruz? Tabii ki hayır,
çünkü bu uygulamayla asıl
amaçlanan paralı eğitim ve
eğitimde özelleştirmeyi
öğrenciler ve halkın
kafasında meşrulaştırmaktır,
öncelikle devletin
anayasasına göre bile
eğitimin parasız olması
gerekiyor. Yani devletin
eğitim, sağlık ve konut gibi
halkın temel ihtiyaçlarını
karşılaması gerekir. Tabii,
devlet devlet olsa... Kaldı ki
devletin bütçesi de o katkı
payı istedikleri öğrencilerin
ailelerinden topladıkları
vergilerden oluşuyor.
Kısacası emekçi insanlar
devlete vergi vermeseler
ortada ne devlet kalır, ne de
başka birşey. Devletin
bütçesi örtülü ödenek adı
altında çetelere akıtılırken
resmi olarak bütçeden
askere, polise ayrılan pay
her geçen yıl artarken biz de
idarecilerden her yıl şu
sözleri duyuyoruz; "Devletin
ayırdığı ödenek
okulumuzun ihtiyaçlarını
karşılamakta yetersiz
kalıyor"... Yani devletin bir
sürü işi gücü var; polislerin
coplarının yenilenmesi,
askerlerin köy yakmaları,
yeni katliamlar yapmaları
için helikopterlere, silahlara,
çeteleri beslemek için büyük
kaynaklara ihtiyaç varken
bir de kalkıp sizin eğitim
sorununuzla mı ilgilensin!...
Aslında katkı paylarını
sadece her sene verilen üçbeş milyon olarak anlamak,
yani sadece işin ekonomik
yanını görmek yanlıştır.
Ülkemizde yaşanan hiçbir
sorun birbirinden bağımsız
H
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
değildir. Çünkü bizim
karşımızda MGK'sıyla,
TÜSİAD'ıyla,
kontrgerillasıyla halkın tüm
kesimlerine merkezi olarak
saldıran bir devlet var.
Bugün liselerden katkı payı,
üniversitelerde haraç
toplanıyorsa bu sadece
ekonomik bir sorun değil
aynı zamanda eğitimde
özelleştirmenin bir adımıdır.
Sovyetler Birliği yıkıldıktan
sonra emperyalizm yeni
dünya düzeni adı altında
tüm halklara saldırırken bu
saldırının bir ayağı da
özelleştirmeydi. Ama bunu
yaparken çok fazla tepki
çekmemek için bu
politikasını adım adım
hayata geçirmeye çalışıyor.
Devletin bu politikasını
bozmak bizim elimizde.
Örneğin üniversite
haraçlarına yapılan
%300'lük zamdan sonra
yaşama geçirilen
eylemlilikler sonucunda bir
sonraki yıl sonra haraçlara
%50 zam yapılması devlete
nasıl geri adım
attırabileceğini göstermiştir.
Bu sene de katkı payları ile
ilgili yapılan eylemlerden
sonra liselerde idarecilerin
sınıflara girip "Tamam,
katkı payı falan istemiyoruz"
demesi, mücadele
sonucunda idarelerin nasıl
geri adım atabileceğine
örnek olmuştur.
Bizler Liseli Gençlik
olarak katkı paylarına karşı
mücadeleyi ülke
sorunlarından ve
Susurluk'taki devletten
bağımsız ele almamalıyız.
Parasız eğitim istemek
demokratik lise istemek
demektir. Katkı paylarına
hayır demek çetelerin
gençliği sindirme
politikasını boşa
çıkartmaktır. *
ÇETELERE KATKI
PAYI ÖDEMEYELİM!
PARALI EĞİTİM VE
EĞİTİMDE
ÖZELLEŞTİRME
SALDIRILARINA KARŞI
ÖĞRENCİ
MECLİSLERİNDE
BİRLEŞELİM!...
HALK İÇİN
KURTULUŞ
34
CEZAEVLERİ
"TİYAD'lı Aileler Olarak
Hücre Tipi Uygulamasına
İzin Vermeyeceğiz
Cumhuriyet Başsavcısı
Ferzan Çitici ile hücre tipi cezaevleri konusunda öncesinden randevu alan TİYAD'lı
aileler 17 Aralık günü Sultanahmet Adliyesi Başsavcılığı'nda görüştüler.
Saat 15.00'de Cumhuriyet
Başsavcısı ile TİYAD'lı ailelerden Cemile Özcan, Fevzullah Tokmak, Ali Meral,
Özlem Pakkan ve Haklar ve
Özgürlükler Platformu sözcüsü Oya Gökbayrak görüştü.
Yapılan görüşmede "Oda"
adı altında başlatılan hücre
tipi hapishanelerin zararları
anlatıldı. Bu uygulamanın
tutsakları ruhen ve fıziken
yoketmeye yönelik olduğunu
ayrıca bir amacınında baskıları gizlemek olduğu anlatıldı. Bu anlatımlara karşı Ferzan Çitici ise "Oda sistemi
Avrupa'da da uygulanıyor ve
zararlı değildir" derken diğer
taraftan bunun "infaz politikası" olduğunu da kendi ağzıyla söyledi. "Benim müdahale etme hakkım yok, hem
bunun için çok erken" diyen
Ferzan Çitici kendisi de
onayladığını belirterek erken
derken yeni ölümler olmasının umurlarında olmadığı da
gözleniyordu. Bunun üzerine TİYAD'lı aileler "... biz bu
uygulamaya izin vermeyeceğiz. Geçen yılki acıları yaşamak istemiyoruz. Ama böyle
bir uygulamaya da biz TİYAD'lı aileler olarak izin vermeyerek evlatlarımızın yanında olacağız" dedi.
Tekrar kendisinin müdahale etme hakkının olmadığını söyleyen Ferzan Çitici
ancak Adalet Bakanlığı'na
bildireceğini belirtti. Cumhuriyet Başsavcısı ile yapılan
görüşme yarım saat sürdü.*
Hiçbir Güç Evlatlarımızı
Hücrelere Kapatamaz"
Son günlerde "Oda sistemi" adı altında yeniden
gündeme getirilen ve uygulamaya başlaması istenen
hücre tipi hapishaneler ile ilgili Bayrampaşa Hapishanesi Müdürü ile görüşen tutsak ailesi Feyzullah Tokmak ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz...
Sizler siyasi tutsak yakınları olarak hücre tipi hapishaneleri istemediğiniz için Bayrampaşa Hapishanesi Müdürü ile görüştünüz. Görüşmeniz nasıl geçti anlatabilir misiniz?
Televizyonlarda da görmüştürsünüz. Adalet bakanının
açıklamasıyla hücre tipi cezaevleri yeniden gündeme geldi.
Biz bunun üzerine Bayrampaşa Hapishanesi Müdürü ile görüşerek evlatlarımızın bu sistemi istemediklerini bu konuda
ne düşündüklerini sorduk. Müdür bize "Tek tip hücrelerin
siyasilere olmadığını adli tutuklulara olduğunu" söyledi. Biz
bundan kuşku duyduğumuzu onlarında insan olduğunu
söyledik. Bize böyle birşeyin olmadığını ve olmayacağını
eğer böyle birşey olursa gerekirse barikat kurabileceğini ya
da istifa edeceğini söyledi. Seni görevden alırlar o zaman ne
yapacaksın sorumuza ise "... alır ceketimi giderim" dedi. Biz
tekrar kuşkularımızı anlatarak; evlatlarımızı kesinlikle hücre
tipi cezaevlerine kapattırmayacağız. Geçmişte şehitler verdik, bedeller ödedik, bundan sonra da aileler olarak ödemeye hazırız. Ne gerekirse yapacağız dedik. Bu konuşmanın
üzerine ayağa kalkarak karşılık verdi. "... beni tehdit mi ediyorsunuz. Ben delikanlıyım" şeklinde karşılık verdi. Bizde
delikanlı olup olmadığını bilmiyoruz. Ama bizler kesinlikle
sokaklarda, cezaevi önlerinde her alanda evlatlarımızın yanındayız. Anayız babayız, bunlar bizim en doğal haklarımız.
Gidin bunları söyleyin. Mesajımızı bildirin ona göre dikkat
etsinler dedik.
Bizim evlatlarımız siyasi tutsaklar hücre tipi cezaevlerini
adli veya siyasi tutsaklara uygulansın kabul etmiyorlar. Biz
de tutsak yakınları olarak kesinlikle insan onuruyla oynamalarına, hücre tipi hapishanelere izin vermeyeceğiz. Ne
olursa olsun. Bu devletin politikasıyla bizlerde varız, karşılarındayız. Biz kesinlikle kararlıyız evlatlarımızı tabutluklara kapattırmayacağız. Her zaman evlatlarımızın yanlarındayız. *
20 Aralık 1997
Abdülaziz Nakçı, Mesut Özdemir, Bernar Satar, Mesut Uzun,
Mehmet Polat, M. Ali Çelebi,
Delil İldan'ın tedavileri de engelleniyor.
Bunlar sadece birkaç örnek.
Daha birçok hak gaspının da
yaşandığı hapishanelerde son
dönemde oligarşi hücre tipi
uygulamasına hazırlanıyor. Ülke genelinde birçok hapishanede hücre yapımı tamamlandı.
Tutsaklar tek tek hücrelere
atılarak her türlü insani haklarından uzak tutulmak isteniyor. Tek başına bırakılarak insanlık onurundan, namusunlerle yaralandı.
dan, siyasi kimliğinden vazge4 Ocak 1996 günü aynı sal- çirilmesi hedefleniyor. Kuşku
dırı bu kez Ümraniye Hapisha- yok ki, devrimci tutsaklar hücnesi'nde gerçekleşti. Bu saldırı- re tipi hapishane uygulamasıda da dört DHKP-C tutsağı kat- na karşı her türlü fiili tavırla diledildi ve yine onlarca devrimci renecek ve hücreleri yıkmayı
ağır yaralandı.
başaracaktır.
Temmuz 1996'ya gelindiTutsaklara yönelik saldırılar
ğinde oligarşinin Eskişehir ta- esas olarak siyasi tutsaklara yöbutluğunu açarak başlattığı nelik olmakla birlikte adli tusaldırılara karşı yapılan Ölüm tuklular da bu saldırıların dıOrucu eyleminde 12 tutsak şe- şında değildir. Geçen yıl Uşak
hit düştü. Dünya ülkelerinin de Hapishanesi'nde, bir süre önce
büyük tepki gösterdiği ölüm de Metris'te katledilen adli tuOrucu sürecinde "ölümleri en- tuklulan kimse unutmuş değil.
gelleyin" mesajlarıyla oligarşi
Kısacası, ülkemizdeki tabdünya kamuoyunda teşhir ol- loya baktığımızda gerek hapismuştu.
hanelerde, gerekse ülke gene27 Eylül 1996 tarihinde de linde hiçbir insani uygulamaDiyarbakır Hapishanesi'nde nın olmadığı gözler önüne seyaşanan saldırıda 10 PKK tut- riliyor.
Gerçek çok açıktır; insan
sağı katledildi.
Oligarşi çıkmaza girdiği dö- Haklan Evrensel Bildirgesi'ne
nemlerde polisi, askeri, çevik imza atan bir ülke olan Türkikuvvetiyle saldırdığı gibi, "ses- ye'de bu bildirgenin hiçbir
siz imha" politikalarıyla da tut- maddesi uygulanmamaktadır.
sakları katlediyor. Ciddi sağlık Zaten faşizmin olduğu koşulsorunları olan tutsakların teda- larda insan haklarından bahvilerini engelleyerek, ölüme setmek mümkün değildir.
Bu nedenle "insan Haklan
terkediyor.
Sadece 1997 yılı içerisinde Haftası"nda bol bol insan hakBayrampaşa Hapishanesi'nde ları dersleri vermek, "BildirgePolat İyit, Ceyhan Hapishane- nin gerekleri yerine getirilmelisi'nde Celal Türker, Ankara Ha- dir" vb. deyip ahkam kesmek
pishanesi'nde M. Salih Çelik- boşuna bir çabadır. Günümüz
pençe ve İbrahim Malgir teda- koşullarında yaşanan gerçekvileri yapılmadığı için yaşamla- lerle hiçbir ilgisi yoktur.
Bugün insan haklarını sarını yitirdiler. Halen de birçok
hapishanede tedavileri engel- vunduğunu iddia edenler eğer
lenerek ölüme terk edilen yüz- "samimi"yseler dönüp halkımıza bakmalıdırlar. Zulüm gölerce tutsak var.
Aydın
Hapishanesi'nde ren halkımız için insan haklarıkalp rahatsızlığı, kemik iltihap- nı savunmalıdırlar. Bu haklar
lanması, ülser, bronşit vb. ra- için yapılan direnişlere, mücahatsızlıkları olan 116 tutsak delelere katılmalıdırlar. Yoksa
keyfi olarak hastaneye sevk insan haklarını "sözde" savunedilmiyor. Yine Aydın, Buca, manın düzene, düzenin deÜmraniye, Erzurum ve birçok mokrasicilik oyununa hizmet
hapishanede tüberküloz, tifo etmekten başka bir yaran yokgibi hastalıklar tedavi edilmi- tur.
Ancak özgür, bağımsız, deyor ve hastaneye gidiş gelişlermokratik
bir ülkede insan hakde tutsaklara saldırılıyor.
larının
gerçekten
hayat bulmaÜmraniye Hapishanesi'nde
uygulanmasından
yaşanan katliamda ağır yarala- sından,
nan tutsakların tedavileri hala bahsedilebilir. Bu yüzdendir ki,
bugün insan haklarını savunyapılmıyor.
Ölüm Orucu ve açlık grevi mak halkın iktidarını hedeflesonucu rahatsızlıkları süren ve yen ve büyük bedeller ödenesakat kalma riski olan Ali Ekber rek sürdürülen halk kurtuluş
Akkaya, Ali Yalçın, Zeynep savaşında yer almakla mümGüngörmez, Haydar Yıldırım, kündür.
Ali Osman Köse
Erol Özbolat, Selmani Özcan,
insanHaklarıHaftası
Katledilen Onlarca Tutsağın
Kanı Üzerinde Kutlanıyor
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabul edilme tarihi
olan 10 Aralık, her yıl, bu bildirgeyi kabul eden ülkelerce İnsan Hakları Günü ve bizim ülkemizde de 10 Aralık'ta başlayan İnsan Haklan Haftası olarak ilan ediliyor.
İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi asıl olarak emperyalizmin dünya halklarına yaşattığı
vahşeti perdeleme amacıyla
hazırlanan bir bildirgedir. Bildirge ilk yayınlandığında "dünya toplumunun özlemlerini
yansıtan bir belge" olarak değerlendirilmişti. Fakat emperyalizmin saldırı ve katliamları
düşünüldüğünde böyle bir bildirgenin kabul edilmesi ileri
bir adım olarak görülse de, ne o
zaman, ne de bugün açısından
bu bildirge kağıt üzerinde kalmanın ötesine geçmemiştir.
Ülkemizde de halkımıza
yönelik saldırılar her gün artarak sürüyor. Sokak ortalarında,
evlerde katledilen, köylerinden
zorla göç ettirilen, işsiz-aç dolaşan, gözaltında kaybedilen,
en küçük haklarını almak isteyince meydanlarda coplanan
insanlar düşünüldüğünde insan haklarından bahsetmenin
bile koşulu olmadığı açık olarak görülüyor.
Hapishaneler cephesinde
de farklı bir tablo yok. İnsan
haklarının en fazla ihlal edildiği yer olan hapishaneler, direnişleri ve yaşanan katliamlarla
daima dünya ve ülke kamuoyunun gözleri önündedir. '80
cuntasından bugüne, hapishanelerde işkence gören, katledilen binlerce tutsak var. Kürdistan'da hapishanelerden kaçınlarak itirafçılığa zorlanan, kaybedilen yüzlerce tutsak var.
Oligarşi hapishanelere hemen her dönem saldırı-katliam
politikasını dayatmıştır ve dayatmaya da devam ediyor.
Çok gerilere gitmeden son
iki yıllık sürece baktığımızda da
bu saldırıların geldiği boyutu
görebiliyoruz.
21 Eylül 1995'te Buca Hapishanesi'ndeki tutsaklara yapılan saldırıda üç DHKP-C tutsağı katledildi, onlarcası özellikle kafalarına aldıkları darbe-
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
35
İNSAN HAKLARI
HALK İÇİN
KURTULUŞ
POLİS KIZILAY'DA DA ÖĞRENCİLERE SALDIRDI
HAPİSHANELERDE
BİNLERCE DEVRİMCİ
TUTSAK VAR
Ankara'da Büyükşehir
Belediyesi'nin açmış olduğu çukura
iki arkadaşlarının düşerek ağır
yaralanmasını protesto etmek isteyen
görme özürlülere Melih Gökçek'in
adamları tarafından saldırı
düzenlendi. Birçok basın mensubu ve
özürlü yaralandı.
Halkın karşısına din, insanlık,
mazlumun yanında oldukları
demagojileriyle çıkanlar, en küçük
bir tepkide gerçek yüzlerini açığa
vuruyorlar. İşte bu sahtekarlardan
birisi olan Ankara Büyükşehir
Belediye Başkanı Melih Gökçek'te
kendisim protesto etmek isteyen
görme özürlülere korumalarını
azgınca saldırtarak ne kadar
insanlıktan uzak, halka düşman
olduğunu gösterdi.
Osmaniye'den Ankara'ya delege
olarak gelmiş bulunan iki özürlü, 4
Aralık günü, Metro istasyonu
çıkışında bulunan Büyükşehir
Belediyesi'nin daha önceden açmış
olduğu bir çukura düştüler. Birisinin
kafatası çatladı ve birçok yerinden
yaraları olduğu için Beyin Cerrahi'ye
diğeri ise çeşitli kırıkları nedeniyle
Hacettepe Hastanesi'ne yatırıldı.
Bunun üzerine Türkiye Körler
Federasyonu ve Altı Nokta Körler
Derneği'nin aldığı kararla 5 Aralık
Cuma günü protesto gösterisi
düzenlendi. Ellerinde "Ölüm
Çukurları Kapansın", "Yeni Özürlüler
istemiyoruz", "Özürlü Melih Gökçek
Defol", "Sorumlulardan Hesap
Soracağız" yazan dövizlerle içinde
Devrimci Mücadelede Görme
Özürlülerinde bulunduğu yaklaşık 60
kişilik görme özürlü grup saat
13.30'da önce Kurtuluş Kavşağı'nı
trafiğe kapattılar. Kızılay'a gitmek için
Kurtuluş Metro istasyonuna girilirken
burada bulunan sözde Metro
görevlisi olan Gökçek'in yerleştirdiği
faşistler tarafından özürlülere ve
basına saldırıldı. Ancak özürlülerin
kararlılığı karşısında bunların barikatı
aşılarak istasyona girildi. Bu defada
istasyona gelen araçlar
durdurulmaya başladı. Bunun
üzerine özürlüler istasyon amirine
baskı uygulayarak boş bir araç
getirdiler. Bu esnada oraya gelen
Çankaya Emniyet Amiri ve polislerle
birlikte Kızılay'a girildi.
Kızılay istasyonunda indiklerinde
ise diğer tüm istasyonlardaki
görevlilerinde toplanmasıyla
Gökçek'in yaklaşık 200 kişiden oluşan
adamları ile karşılaştılar. Araçtan iner
inmez özürlüler ve basına azgınca
saldıran bu faşistlere karşı özürlüler
de karşılık verdiler. Çıkan çatışmada
iki özürlü ile Emek, ANKA, IHA
muhabirleri yaralanırken güvenlik
görünümlü faşist de yaralandı. Bu
saldırıya karşı, "Özürlüler Burada
Melih Gökçek Nerede?", "Susma
Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Onurlu
Direniş Melih Gökçek'in Sonu
Olacak" sloganlarıyla cevap verirken,
birlikte geldikleri polisler ise çatışma
sırasında istasyon dışına kaçarak bu
saldırıya sessiz kaldılar.
Daha sonra istasyondan çıkan
özürlüler aynı zamanda Büyükşehir
Belediye Başkanlığı olarak kullanılan
Büyükşehir İmar Dairesi Başkanlığı
önüne geldiklerinde biraz önce
saldırıya sessiz kalan polis ve çevik
kuvvetle karşılaştılar. Belediye
başkanıyla görüşme istekleri şehir
dışında olduğu yalanıyla yerine
getirilmemesi üzerine ısrarlarda
bulunulmuş ancak Gökçek
özürlülerin karşısına çıkmaya cesaret
edememiştir. Melih Gökçek aynı
akşamda televizyonlara çıkarak
söylediği yalanlarla prestijini
kurtarmaya çalıştı.
Saldırı sonrası kendileriyle
görüştüğümüz özürlüler "Bugüne
kadar olduğu gibi bundan sonrada
muhatap almadığımız ve
almayacağımız bu şahsın hangi
zihniyetten geldiğini biliyoruz.
Eminiz ki herşeyin olduğu gibi bu
yaptıklarının da hesabı sorulacaktır"
dediler. *
Mecliste
pankart
açtıkları
gerekçesiyle
hapis
cezasına
çarptırılan
sekiz
öğrenciyi
desteklemek
için 17 Aralık
1997
Çarşamba
günü Ankara
Kızılay'da
toplanan
öğrencilere
ve
demokratik
kurum
üyelerine polis saldırdı. Çok sayıda
kişi gözaltına alındı.
Hapishanelerdeki öğrencileri,
dolayısıyla hapishaneleri hatırlamak
ve bunun için destek eylemleri
yapmak bir olumluluk olarak
değerlendirilebilir. Ancak,
hapishanelerde yatan binlerce
devrimci tutsak var.
Hapis cezasına çarptırılan sekiz
öğrenciyi desteklemek için gösteri
düzenleyen Koordinasyoncular'a ve
ÖDP'lilere sormak gerekiyor... Bu
ülkedeki hapishane gerçeği sizlerin
de çok iyi bildiği gibi yanlızca
öğrencilerin hapsedilmesiyle, ağır
cezalara çarptırılmasıyla gündeme
gelmiyor. Hapishane gerçeği esas
olarak halkın ve onun devrimcilerin
susturulması, sindirilmesi amacıyla
onyıllardır gündemden hiç
eksilmiyor.
Onyıllardır neler
yaşanmaktadır... Bakın tarihe; kendi
tarihinize de bakmayı ihmal
etmeden nelere tanık olmuşuz...
Hapsedilen devrimcilere uygulanan
ağır işkenceler, ağır cezalar,
sürgünler, katliamlar, direnişler,
ihanetler, teslimiyetler...
Bugün hapishaneler, iktidarın
yeni baskı politikalarıyla tekrar
devrimci tutsakların gündemine
yerleşirken, tarih geçmiş sayfalarını
yeniden kamuoyunun hafızalarında
tazelenmeye başlıyor.
Koordinasyoncular ve ÖDP çevresi
olmak üzere hapishaneler tarihini
kendi birkaç öğrencileri hapsedilip
ağır cezalara çarptırılınca
hatırlamakta ve birşeyler yapmaya
çalışmaktadır.
Bugün ülkemiz
hapishanelerinde yeni ölümlere
neden olabilecek "hücre tipi"
uygulaması gündemdeyken
hapishaneleri yanlızca
Koordinasyoncu öğrencilere verilen
cezalarla hatırlamak ne kadar yeterli
ve anlamlı bir çalışmadır?
Oysa devrimci tutsaklar ve
onların yakınları hapishanelerde
yaşanan baskı ve yasaklara,
cezalara ve katliamlara karşı
mücadele ederken hapishanelerdeki
(Koordinasyoncu öğrenciler de
dahil) tüm tutsakların hakları için
mücadele ediyorlar.
Arada işte böylesine ayırdedici
bir fark var ve bu hapishaneler
tarihine böyle geçecektir.
Kızılay'da "yanlızca öğrenciler"
için dayanışma gösterisi yapanlar,
hapishaneler tarihinde öne çıkan
hangi döneme, hangi duyarlılıkla,
hangi dayanışma gösterisiyle destek
olmuşlardır? Ne yazıktır ki, bu
soruların muhatapları
(Koordinasyoncular ve ÖDP'liler)
bugüne kadar halktan yana bir
cevap olamamışlardır. *
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
36
HÜCRELER
20 Aralık 1997
TUTSAKLARI
SAHİPLENMEK SUSURLUK
DEVLETİ'NE KARŞI OLAN
TÜM GÜÇLERİN GÖREVİDİR
duyarlılığının artırılarak
mücadelenin
yükseltilmesi, dışarı ve
içerinin bir bütün
olabilmesidir. Bu
anlamda direnişin temel
gücü devrimci
tutsaklardır. Ancak
dışarıda da halk
güçlerinin direnişi
sahiplenmesi,
desteklemesi önemlidir.
Herkesin
surumluluğudur.
Aydınlara, sendikalara,
mesleki odalara vb. tüm
demokratik kitle
örgütlerine görev
düşmektedir. Özellikle
seslenmek istediğimiz
aydınlar ve DKÖ'lerdir.
Devletin devrimci
tutsakları hücre
sistemi ile teslim alma
politikalarına karşı
hiçbir dönem sessiz
kalmayan tutsaklar,
Cezaevlerinin Merkezi
Kordinasyon'un
çıkardığı program
doğrultusunda
eylemlilik sürecine
girerek direnişe
başladılar. Süreç
çetin çatışmaların
yaşanacağı, ağır
bedellerin ödeneceği
uzun soluklu bir
mücadele süreci
olacaktır. Tutsaklar
"hücrelere
girmeyeceğiz,
direneceğiz" şiarıyla
Devrimci tutsaklar 12 şehit ile nasıl zulmü gerilettiler hapishanelerde direni?
bedel öderken bedel de
Aydınların
ödeteceklerinin
geleneğine yeni halkalar ekledilerse gerektiğinde çekinmeden
Sorumluluğu Daha
mesajını verdiler. Bu
Fazladır.
Aydın Olarak
defalarca ifade ettiler
düşmanı yenme
Kabul
Ettirme
hale geldiler" diyerek yılgınlığı,
ajan ve itirafçılar yaratmaya
kararlılığının ifadesidir.
Göreviyle Karşı
güvensizliği örgütlemeye çalışmıştır.
çalışıyor. Düşmanın bu
Hapishaneler düşmanla çatışmanın
Karşıyadırlar
İşte oligarşinin devrimci tutsakları
politikalarını boşa çıkarmanın tek
en yoğun yaşandığı alanlardan
'96 Ölüm Orucu yediden yetmişe
teslim olma politikası budur. Halkı
yolu direniş ve karşı saldırıya
biridir. Gerek iradi, gerek fiili ve
insanlığı,
dünyayı ayağa kaldırdı.
teslim almaktır.
geçmektir.
gerekse de düşman ideolojisine
Tutsak
ailelerinin
direnişte ayrı bir
Halk kitlelerinin giderek
Bu anlamda devrimci tutsakların
karşı yürütülen bir çatışmadır.
yeri
olması
başından
itibaren
düzenden kopuşu yaşadığı ve kitle
hücre sistemine karşı
Gelinen süreç bu çatışmaların en
evlatlarını
sahiplenerek
ölümlere
hareketlerinin yükselerek
hapishanelerde başlattığı direnişin
yoğun yaşanacağı bir aşamadadır.
seyirci
kalmayacaklarını
radikalleştiği günümüzde oligarşi
giderek gelişeceği açıktır.
Oligarşi için hapishaneler her
göstermişler, dışarıdaki direnişin
hapishanelere daha fazla
Tutsakların fiili direnişleri ve
zaman önemli bir yere sahiptir.
örgütlenip harekete geçirilmesinde
yükleniyor. Ölüm Orucu eylemiyle
eylemliliklerin giderek üst boyuta
Tutsak aldığı devrimcileri teslim
büyük
bir güce sahip olmuşlar ve
kazanılan hakları geri almaya
çıkması karşısında düşman da
almak temel politikasıdır. Oligarşi
harekete
geçmişlerdir. Oysa
çalışan Susurluk devleti 14 Temmuz
eylemlerin kamuoyundaki etkisini
biliyor ki, devrimci tutsaklar teslim
aydınlarımız
Ö.O'na dönüşen
genelgesi ile hücre sistemini tekrar
kırmak için çeşitli demagojilere
alınmadan dışarıda halkın teslim
eylemlilik
sürecini
ve düşmanın
gündeme getirdi. Tutsaklar
başvuracak, kitle eylemliliklerine ve
alınması, mücadalenin
politikalarını
kavramaktan
uzak
üzerindeki saldırı politikası
hapishanelere fiili saldırı
engellenmesi mümkün değildir.
kalmış,
direnişin
ciddiyetini
hazırlıklarını tamamlamaya yöneldi.
uygulamaktan geri durmayacaktır.
Bunun nedeni hapishanelerin
kavramayarak kendilerini direnişin
Hücre sistemi niçin ısrarla devrimci
Şu aşamada kendisi için uygun
iktidar mücadelelerinin önemli bir
dışında tutmuşlardır. Ölümlerin peş
tutsaklara dayatılmaktadır. Bu
fırsatı yakalamaya çalışmaktadır.
parçası olmasıdır. 12 Eylül cunta
peşe
geldiği haftalarda aydın
politikanın teslim almaya yönelik
Teslim alabilmek için katliamlara
yıllarında dışarıda yılgınlığın kol
olmalarını
yeni hatırlayarak "bizde
olduğu açıktır. Ancak bunu hayata
başvuracaktır.
gezdiği bir süreçte Devrimci Sol ve
varız"
diyebilmek
için sınırlı
geçirebilmesi için önce tutsakları
Hücre sistemine karşı çıkmak,
TİKB tutsaklarının 75 gün süren
etkinlikleriyle
harekete
geçmişlerdir.
toplu yaşamdan kopararak
devrimci tutsakların direnişini
Ölüm Orucu eylemi dışarıyı ayağa
Ancak
sınırlı
da
olsa
bu
hareketlilik
yalnızlaştırması gerekmektedir.
sahiplenmek Susurluk devletine
kaldırmıştı. Cuntanın, halklarımızı
korunamamış
Ö.O
zaferinin
Dışarıda halk kitlelerine nasıl
karşı olan halk güçlerinin görevidir.
ve devrimci tutsakları teslim
ardından aydınlar kendi köşelerine
örgütsüzlüğü dayatarak kendi
Sorun sadece devrimci tutsaklardan
alamayacağını dünyaya ilan ettiler.
çekilerek
düzen içindeki
kültürüyle ideolojisiyle birey, bencil,
bir kısım haklarını alması veya
Oysa diğer taraftan cunta Mamak ve
dünyalarına
geri dönmüşlerdir.
onursuz, namussuz insanlar
insani yaşam koşullarının
Diyarbakır'daki teslimiyetin
Aydınlar
bu
geçmişin
yaratmaya çalışıyorsa, hapishanede
düzeltilmesi değildir. Sorun teslim
propagandasını yapmış, halka
sorgulamasını
yapmalıdır.
Ölüm
de bencil, onursuz, namussuz
olma politikasını boşa çıkarmak,
"bakın öncülerinizi nasıl teslim
Orucu
eylemi
aynı
zamanda
kişilikler yaratmaya çalışıyor. İnsanı
Susurluk devletinin krizini
aldık, güvendiğiniz devrimciler ne
insanların vicdanlarına seslenmiştir.
insanlığından soyundurarak muhbir
derinleştirmek ve kitlelerin
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
37
HÜCRELER
20 Aralık 1997
HALK İÇİN
KURTULUŞ
ÜLKENiN
AYDINLARI
Tutsak aileleri ve halkımız her zaman devrimci tutsakların yanında
kontrgerilla devletine karşı mücadele ettiler
Ancak ülkemiz aydının bugüne kadar
devrimcilerden uzak durması ve
devrimcilerin katledilmesine sessiz kalarak
izlemesinin sonucu Ölüm Orucu'nda geç
hareket etmelerini beraberinde getirmiştir.
Düşmanın bu saldın politikasının
hapishanelerdeki devrimcilerle
sınırlayanlar yanıldıklarını görmekte
gecikmeyecektir. Aynı zamanda bu
saldırıların kendilerine de olduğunu
göreceklerdir. Bu saldırının bir parçasını
adli tutsaklar üzerindeki baskılar
oluşturuyor. Hücre sistemi adli tutsaklar
üzerindeki baskıları oluşturuyor. Hücre
sistemi adli tutsaklar üzerinde de
uygulanmak istemiyor. Bugüne kadar
örgütten örgütlülükten kaçan aydınlarımız
buna ne diyecekler? Bugüne kadar
"hücrelere konan devrimciler" denip,
hücreler meşru görülmüştü. İşte sıra
herkese geldi.
Susurluk kazasıyla devletin gerçek
yüzünün görülmesi, devletin teşhir olması
ve halk kitlelerinin sokağa dökülmesiyle
süreç daha çok farklılaşmıştır.
Hapishanelere yönelik devletin teslim alma
ve katliam politikasına halkın sessiz
kalmayacağı, sahipleneceği açıktır. Ancak bu
sahiplenmenin en geniş kesimlere
yayılabilmesi ve tüm halk güçlerinin ayağa
kalkması, alanlara dökülmesi önemlidir.
Halkın saflaşması ve devrim
mücadelesinin yükselişi gelişirken aydınlar
düzen içi umutlarla yaşamaya devam
edemezler, etmemeliler. Aydınların
misyonu eğer halka gerçekleri açıklama,
gösterme, açığa çıkartıp yönlendirme, halkı
aydınlatma sorumluluğuysa, bu misyonu
yerine getirmelidirler. Bu da devrim
mücadelesinden ayrı düşünülemez.
Tutsaklara sahip çıkmak da bunun bir
parçasıdır. Aksi, halk aydınların varlığından
şüphe eder ki bugün durum budur.
Aydınlar halktan ve emekten yana
olduklarını savunuyorlarsa, bu düzenin
zulmüne karşıysalar tutsakların direnişini
sahiplenme sorumluluğuyla karşı
karşıyadırlar. Bu bir onur ve insanlık
görevidir.
DKÖ'ler Katliamlara Seyirci
Kalamazlar Demokratik
Sorumluluğuyla Hareket
Etmelidirler
DKÖ'ler ve Sendikaların ölüm Orucu
sürecindeki tavırları, aydınların
tutumundan farklı değildir. DKÖ ve
sendikalar daha ileriye giderek 18 kurum
imzasının bulunduğu bir çağrı metni
yayınladılar. Ölüm Orucu direnişçilerine
"Eylemlere Ara Verin" çağrısında sonuna
kadar izleyicisi olacağımızın bilinmesini
istiyoruz" diyorlardı. Direnişin ellili
günlerine kadar ses çıkarmayanlar devrimci
tutsaklara teslim olun diyorlardı.
"Eylemlere ara verin çağrısında sonuna
kadar izleyicisi olacağımızın bilinmesini
istiyoruz" diyorlardı. Görünürde iyi bir
niyet ve mesaj olarak bakılabilir. Ancak bu
güç de olsa sahiplenmeler direnişin içinde
yeralmaları anlamında değildir. Gerçekten
de izleyici olmuşlar, ölümlerin peş peşe
gelmesine kayıtsız kalmışlardır.
Ara verin çağrısı yapanlardan birisi de
ihbarcı, karşı-devrimci, provokasyon çetesi
İşçi Partisidir. Kendisine devrimcidemokratım diyenlerin bir parça dahi olsa
bunun surumluluğunu hissedenlerin karşı
devrimci Avdınlıkcılarla ne işi vardır. Bu da
ayrı bir konudur. Ancak şimdi sorunumuz
bu değildir. Ara verin çağrısı yapanlar bedel
ödemeye gelindiğinde ortada yokturlar.
Analar sokaklarda coplanıp gözaltına
alınırken, üzerlerine panzerler yürünürken
nerededirler? Yokturlar ya da çok
sınırlıdırlar.
Bu süreçte İHD'nin tavrı da incelemeye
değerdir. Ölüm Orucu için eylem yapan
analara kapısını açmayan 1HD ancak
analara 1HD kapısı önünde eyleme
başlayınca kurumlarından dışarı çıkmak
zorunda kalmışlardır. Bu İHD'nin bu
süreçteki tavırlarına ilişkin tek bir örnektir
yalnızca.
Evet hapishanelerde yeni bir sürece
gidildi. Yazımızın başında da belirttiğimiz
gibi bu süreç fiili çatışmaların yaşanacağı
ve ağır bedellerin ödeneceği bir süreçtir.
Böyle bir aşamada kendisine demokratım,
yurtseverim, sendikacıyım diyenler bu
sürecin seyircileri olmalıdırlar. Eğer
hapishaneler konusunda sorumluluk
sahibi, düşman politikalarına "insanlık dışı,
hukuk dışı" diyorlarsa bunun gereklerini de
yerine getirmelidirler. Tutsakların direnişini
sahiplenmeyenler, katliamlara seyirci
kalanlar demokratlık kimliğiyle
dolaşamazlar artık. Saflar çok nettir. Ya
saldırı politikalarına sessiz kalarak bu
saldırılar desteklenecek devlete güç
verilecek ya da devrimci tutsaklara sahip
çıkacaklardır.*
OLARAK '96
ÖLÜM ORUCU
SONRASI
VERDİĞİMİZ
SÖZLERİ
UNUTMAYALIM
Hapishanelerde
"Hücre Tipi
Uygulaması" ile
ilgili Çağdaş
Gazeteciler
Derneği İstanbul
Şubesi Başkanı
Murat
İnceoğlu'na
görüşlerini
sorduk.
Murat İnceoğlu [ÇGD İstanbul Şb. Bşk.)
Hapishaneler maalesef aydınların ikinci adresi gibi.
Hele ki birşeyler yazıp, çiziyorsa. Kimileri önce apar
topar demir parmaklıklar ardına atılıp ardından yine
telaş içinde dışan çıkartılsa da Demokles'in kılıcı hep
tepede sallanıyor.
Görülüyor ki artık dört duvar arasına hapsetmekle
yetmiyor ve hücreler hazırlanıyor. Peki hücre tipi
hapishaneler aydınların, gazetecilerin ne kadar
gündeminde? Pek fazla olduğu söylenemez. Ölüm
Orucu'da ilk etapta pek gündeme sokulmamıştı. Ta ki
ölümler arka arkaya gelene dek sonrasında oluşturulan
"Cezaevleri izleme Komitesi"nin ne denli başarılı
olabildiğini ise hep birlikte gördük.
Bir dönem "insanlık dışı" bulanarak kapatılan Hücre
tipi hapishaneleri yeniden gündeme getiriliyor.
ANASOL-D Hükümeti, Adalet Bakam Oltan Sungurlu
aracılığıyla hapishaneleri yeni ölümlerle sonuçlanacak
bir sürece sokmuştur.
Oltan Sungurlu'nun hapishanelerde "konforlu,
modern oda"lar kavramı, kamuoyunu yanıltma amacı
güdüyor. Aslolan "hücre tipi uygulaması"dır.
Bu politikanın geçen birkaç yıl içinde neye mal
olduğunu hep birlikte gördük, yaşadık. Buca, Ümraniye
ve Metris hapishanelerinde yaşananlar hala
hafızalardadır.
Bizler bu ülkenin aydınlan, basın emekçileri olarak
'96 Ölüm Orucu'ndan sonra kamuoyuna açıkladığımız
şu sözleri unutmamalıyız "... basın geç kaldı. 55'li günlere
kadar kimse ciddiye almadı işi. Buna gazetecilerimizde
dahil, aydınlarımız da dahil. Hep birlikte kavrayamadık.
Hepimizin aymazlığı oldu. ölümler başladıktan sonra
ciddiye aldık. Öncelikle burada hep birlikte hata yaptık.
Hatanın sonucu 12 kişi öldü" o halde "hücre tipi"
uygulaması, hapishanelerde yeni ölümlere neden
olmadan vicdanlarımızı harekete geçirelim.
Son olarak sözlerimi mizahi bir yaklaşımla şöyle
bitirmek istiyorum. "Aslan Yattığı Yerden Belli Olur"
derler. Belki de herkes bugün göstereceği tepkinin
ölçüsüne göre ilerde yatacağı yeri belirleyecek.*
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
38
İŞÇİ
20 Aralık 1997
AnkaraYürüyüşüDİSK'inMGK
Sendikacılığını Unutturamaz
8 Aralık'ta başlayıp 16 Aralık'ta Ankara'da son bulan DİSK'in "sendikal
hakları için" yaptığı yürüyüş popülist
bir kafa yapısının ürünü olduğu için
siyasi iktidar için siyasi iktidar üzerinde yaptırım gücüne sahip değildir.
Eyleme yön veren ÖDP çizgisidir.
Amacı, önüne koyduğu hedefler, hazırlık ve karar süreci dikkate alındığında bir protesto eylemi olmanın ötesine geçemez. Protesto demek bile zordur. Çünkü kime karşı yapıldığı muğlaktır. Olumsuzlukların sorumlusu
MGK ve TÜSİAD'dır. Yani devlettir.
Ama DİSK irticaya ve mafyaya karşı
yürüdüğünü sanmıştır.
ÖDP'liler tarafından kaleme alınan
yürüyüş sonrası Rıdvan Budak tarafından, parlamentoya ve çalışma bakanlığına verilen dosyada yeralan bildirilerde DİSK, eylemlerde "kimseye gözdağı vermek ya da kimseyi tehdit etmek" gibi bir niyetlerinin olmadığını
kamuoyuna açıklıyor.
Eylem öncesi dağıtılan bildirilerde
DİSK, örgütlenme önündeki engelleri
sıraladıktan sonra bu olumsuzluklar
karşısında ne yapacağız diye kendi
kendine soruyor. Ve cevaplıyor.
Oturup seyredecekmiyiz yoksa
müdahale mi edeceğiz? diye sorduktan sonra müdahale gerekçelerini şöyle koymuştur. DİSK; "batının bütün
çağdaş ülkelerinde başta sendikalar
olmak üzere, bütün sivil toplum örgütleri bu durumda seyirci kalmıyor, müdahale ediyor" "Bizde seyirci kalmayacağız," diyor.
"DİSK'in dolayısıyla ÖDP'nin klavuzu Türkiye İşçi Sınıfı tarihi değil, "Çağdaş batı ülkeleridir". DİSK, örgütlenme
önündeki engellere, hayat pahalılığına, zamlara "çetelere" işten atılmalara,
anti-demokratik faşist tüm baskılara,
sömürüye karşı çıkarken,
- işçi sınıfının üreten ve yaratan bir
sınıf olarak bu ülkenin değerlerinin
gerçek sahibi olduğundan
- Bunlar için tüm halk güçleriyle
birlikte mücadele etmenin ve direnmenin meşruluğuna inandığınızdan
değil, "batının çağdaş ülkelerinde sendikalar müdahale ettiği için müdahale
(!) ediyor. Eğer "batının çağdaş ülkelerinde" olmasaydı, DİSK'in de müdahale etmek gibi bir derdi olmayacaktı.
Buradaki "Müdahale" sözüde bilinçli olarak seçilmiştir. Mücadele değil "Müdahale" tercih edilmiştir. Çünkü "müdahale" uzlaşmacılığı ve icazeti
ifade ediyor. Süreklilik arzetmeyen,
DİSK'e "arabulucu" misyonu yükleyen
bir beyandır.
Yürüyüş güzergahı üzerinde yeralan işyerlerinden, işçilerden, demokratik kitle örgütlerinden, halktan yürüyüşe destek gelmiştir.
Desteklerini karşılamaya gelerek
slogan atarak, alkış tutarak ya da bizzat yürüyüşe katılarak göstermişlerdir.
Bu doğaldır. Bu destek MGK sendikacılarına ya da uzlaşmacı politikalarına
verilen bir destek değil tersine mücadeleye destek ve dayanışmaya hazır
olduklarının mesajını vermişlerdir. Bu
bir bakıma işçi sınıfının bu eylemlere
hazır olduğunu ama MGK sendikacılarının bu mücadele önünde engel
teşkil ettiklerininde bir göstergesidir.
Diğer taraftan verilen destek, MGK
sendikacılarının sorumluluktan ve
mücadeleden kaçmak için gösterdikleri "nerde öyle işçi" ya da "işçi hazır
değil" vb. gibi yılgınlık teorilerinin de
iflasıdır. Zaten taban açısından işçi sınıfının bir sorunu yoktur. Esas sorun
önderlik sorunudur. Ne yazık ki önderliği düşmanla el ele kol kola olan
bir sendikal hareketin sınıf açısından
başarması mümkün değildir.
Ankara Yürüyüşü
Görüntüyü Kurtarmaz
Ankara yürüyüşü dışardan bakıldığında dokuz gün gibi uzun bir zamana
yayılması, güzergah üzerinde birçok
işyerine uğraması vb. nedenlerden dolayı büyük bir organizasyon gibi görünebilir.
Ama böyle değildir. Gerçekten de
sendikal haklar, hayat pahalılığı, özelleştirme ve işsizlik, ülkenin çeteler tarafından yönetilmesi, yargısız infazlar,
faşist saldırılar gibi, temel konular
DİSK yönetimini pek ilgilendirmiyor.
Onları bu yürüyüşü yapmaya iten nedenler başkadır.
- İşçilerin Tepkisini Yumuşatma
- MGK sendikacılığı yaptığını
unutturmak, özellikle kongre öncesinden başlayan ve tasfiyecilik süresince
devam eden MGK sendikacılığını teşhire yönelik kampanyalar nedeniyle
DİSK'in devlet adına yaptığı sendikacılık teşhir olmuş işçi neznindeki itibarı
sıfıra inmiştir. Bu itibarını kazanmak.
- Seçim kaygıları ve hesapları nedeniyle CHP'nin hükümete karşı yaptığı çıkışlar ve buna DİSK'ten karşılık
verecek parlamantodaki yerlerini koruma hesapları esas nedenlerdir. DİSK
yönetimi MGK sendikacılığı yapıyor.
Ankara yürüyüşü bu gerçeği unutturmaya yetmez. Eylemin hedefleri muğlaktır. İşçilere Milli Güvenlik Kurulu ve
devlet yerine irtica, mafya ve kötü niyetli işverenler hedef gösteriliyor ve işçilerin kafası karıştırılarak MGK'nın
ekmeğine yağ sürülüyor.
Eylemin hazırlık süreci, sonuç alıcı
olmaktan çok, medyatik olmasına göre biçimlendirilmiştir. İşyerlerinde, tabanda tartışılmamıştır. Tabanın görüşleri alınmamıştır, bir tartışma süreci
yaşanmamıştır. Bundan özellikle kaçınılmıştır. Çünkü böyle bir süreçte ilk
sorulacak hesap DİSK'in MGK kararlarına verdiği destek, ANASOL-D Hükümeti'ne verdiği destek ile işveren örgütleriyle girdiği yakın ilişki olacaktır.
Taban bunun hesabını soracaktır. Bu
nedenle eylemin hazırlık süreci işçilerden kaçırılmış ve katılım yöneticilerle sınırlı tutulmuştur. Birkaç temsilcinin katılması bu gerçeği değiştirmez.
Eğer söylendiği ya da yapıldığı gibi yürüyüşe yönetici, temsilci ve işten atılan işçiler katılmış olsaydı, sayı ikiyüz
değil binlerce olacaktı.
Belli güzergahlarda Rıdvan Budak'ın kalabalık kitle karşısında sarfettiği "çetelere karşı yürüyoruz, bu ülkeyi üç-beş çeteye bırakmayacağız" vb.
keskin sözlere bakmayın. Yürüyüşe,
yürüyüş mantığına hakim olan düşünce uzlaşmacılıktır.
DİSK'in dağıttığı bildirilerde bu
çok açık bir şekilde görülüyor. DİSK,
"topluma, siyasete, siyasetçiye hatta
parlamentoya olan güveni gün geçtikçe sarsılıyor" diyor. Ve bu güveni yeniden teşhir etmek için yürüdüğünü
söylüyor.
Ankara yürüyüşü önerisi eskidir.
Bundan bir yıl önce DİSK temsilciler
kurulu toplantısında bir dizi eylem
önerisiyle birlikte Devrimci İşçi Hareketi tarafından önerilmiş ve kabul
görmüştür. Henüz Susurluk kazası ortada yokken yapılan bu önerilerin
içinde yürüyüş de, miting de ve iş bırakma da vardır.
Susurluk kazasıyla birlikte yer yerinden oynarken DİSK süreci daha önce kararlaştırılmış İzmit mitingiyle geçiştirmiştir. İşçi sınıfının en yoğun olduğu İstanbul dururken o izmit'te miting yapmıştır. İstanbul'da yapılmak
istenen mitinglere ise uzak durmuştur.
DİSK işçilere Yanlış
Hedef Gösteriyor
Bugün Türkiye'nin gerek ekonomisine, gerekse siyasetine yön veren emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri
tekelci sermayedir. Oligarşik dikta dediğimiz bu mutlu azınlığının öne çıkmış somut ifadesi ise Milli Güvenlik
Kurulu ve TÜSİAD'dır.
Bu dünde böyleydi. Ülkemizin bu
hale gelmesinin esas sorumlularıda
bunlardır.
Çeteleri aklayan %100'leri geçen
zamlarla halkı açlığa mahkum eden,
bütün ipleri uluslarası para fonu adındaki emperyalist kuruluş IMF'nin eline vererek ulusal onurumuzu ayaklar
altına alan ANASOL-D hükümeti,
MGK, çeteler TÜSİAD, sivil faşistler
tam bir ittifak içindeyken ve başta
gençlik ve yoksul mahalleler olmak
üzere tüm halk güçlerine yeni bir saldırı başlamışken DİSK irtica ve mafyaya karşı mücadele (!) bayrağı açıyor.
Bu hedef şaşırmak değilde nedir?
Birkaç on sayfa olarak yazdı hale
getirdikleri dosyada 12 Eylül'ün devam ve temsilcileri olan Milli Güvenlik
Kurulu'na ve TÜSİAD'a tek bir kelimeyle de olsa dokunulmaması bir tesadüf değildir.
Ülkemizdeki baş çelişkiyi irtica ve
mafya olarak tespit etmek MGK politikalarına hizmet etmektir.
Yürüyüşün mantığı, hedefleri, yürüyüş öncesi hazırlanan bildiriler, baş
bakan ve çalışma bakanlığına verilmek üzere hazırlanan dosya baştan
sona ÖDP kokuyor. İstenen düzen içi
çözümlerdir. Çağdaş batı ülkelerinde
var. Bizde istiyoruz demeye getiriyor.
Hedef saptırma, düzen içinde kalma, dolayısıyla işçilerin tepkilerini
yumuşatma diye ifade ettiğimiz MGK
solculuğu ve sendikacılığı burada kendini gösteriyor.
Çalışma alanındaki tüm olumsuzlukları ise "kötü niyetli işverenler"in
marifeti olarak değerlendiriyor. Bu kötü niyetli işverenler en küçük bir hak
talebine, sendikalaşma girişimine karşı işçileri kitlesel olarak işten çıkarıyor.
DİSK ANKARA'DA
DİSK'in 8 Aralık'ta İstanbul'da başlayan yürüyüşü 16 Aralık'ta Ankara'da son
buldu. İşçiler saat 09.30'dan itibaren Ankara'da Genel-İş Anakent Şube'nin
önünde biraraya gelmeye başladılar. Daha sonra Bayındır Tıp Merkezi önüne
gidilerek istanbul'dan gelen sendikaları AŞTİ'den karşılamak için Eskişehir yolu
üzerinden ODTÜ'ye doğru yürüyüşe geçildi. Sağanak halinde yağan yağmura
rağmen işçiler halaylarla yürüyüşlerine devam ettiler. KESK'e bağlı
sendikalardan memurların da katılımıyla sayıları 2000'e ulaştı. 8 Aralık'tan bu
yana yürüyerek istanbul'dan gelen sendikacılarla saat 12.00'de birleştiler.
Buradan hep birlikte yaklaşık 8000 kişi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na
doğru yürümeye başladılar.
Yürüyüşe; DİSK Genel İş'e bağlı Anakent, Mamak, Altındağ, Çankaya,
Gölbaşı, Tunceli, Diyarbakır, Kırşehir, 1. Bölge Şubeleri, DİSK Tekstil İş, Yeraltı
Maden İş Zonguldak Şube, TÜMTİS, OLEYİS, Emekli- Sen, Nakliyat İş, Birleşik
Metal İş, Sosyal Sen, DİSK Kırşehir Şube, Petkim İş, KESK ve KESK'e bağlı Tüm
Bel Sen, Enerji Yapı Yol Sen, Tüm Maliye Sen, Maden Sen, Türk-iş'e bağlı Tez
Koop-İş, Petrol İş sendikaları, Devrimci İşçi Hareketi, Sümerbank Direnişçileri,
Petlas işçileri, Halkevleri Genel Merkezi, Halkın Ozanları Kültür Vakfı, ODTÜ
Gençliği ve çeşitli siyasi partiler pankart ve dövizlerle katıldılar. Devrimci işçi
Hareketi "IMF'nin Yönettiği Değil Bağımsız Türkiye" pankartını açtığında DİSK'e
üye işçiler "Devrimci işçiler Onurumuzdur" sloganı ile karanfiller atarak
Devrimci İşçi Hareketi'ni selamladılar. Yürüyüşte "işçiyiz Haklıyız Kazanacağız",
"Yaşasın Devrimci İşçi Hareketi", "Susurluk Devlettir Hesap Soralım" sloganları
sık sık atıldı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı önünde de halaylar çekilip
sloganlar atıldı. Bu arada Rıdvan Budak MGK Hütümetine verdiği desteği
unutarak hükümeti eleştiren bir konuşma yaptı. Konuşma sırasında eyleme
katılan işçiler de yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Yaklaşık altı saat süren eylem
boyunca polisin panzerlerle ve robocoplarıyla yoğun güvenlik aldığı gözlendi.*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
KURTULUŞ
22 Aralık 1992 - Edirne'de
öğrenci derneği TEFYÖD'ün düzenlediği şen'lik polis tarafından basıldı
ve 157 kişi gözaltına alındı.
DYP-SHP İKTİDARI VE KÜRDİSTAN
1991 Kürdistan'da
dönüm
noktası olan bir
yıldır.
1991 DYP-SHP hükümetinin
"Kürt realitesini tanıyoruz" açıklamalarıyla başlamış ve katliamlarla devam etmiştir.
Kürt ulusalcıları önce seçimlere SHP listelerinden katılmış,
sonrasında da DYP-SHP hükümetini desteklemişlerdir. Ama
bu desteğin faturası Kürt halkına
çok ağır bir biçimde çıkarılmıştır.
1991 kontrgerillanın katliamlarına, provokasyonlarına kitlesel eylemlerle cevap verildiği, gerillaların cenazelerinin kitlesel
olarak sahiplenildiği bir dönem-
dir. Ama, aynı zamanda, böyle
bir dönemin de sonudur.
Bu dönemden kısa bir kesit
aktarıyoruz aşağıda.
Aralık ayında Lice ve Kulp'taki katliamlar, katliamlara karşı
halkın tepkileri ve aynı süreçte
Mücadele gazetesinde yapılan
değerlendirmeleri yanyana sunuyoruz. *
KATLİAMLAR
EYLEMLER
MÜCADELE'DEN
15 Aralık - Lice'ye bağlı Zere köyünde evlerinden alınan Muhtar Mehmet Üçdağ ile Sıddık Dalbudak'ın akıbetinden endişe duyan halk kaymakamlık önünde toplanarak olayı protesto etti,
kaybolan bu insanların durumuyla ilgili açıklama
istendi.
15 Aralık - Diyarbakır Valiliği Grup Yorum
konserini yasakladı. Bölücü sloganlar atılacağı,
katılımın çok geniş olacağı, grubun niteliği ve
asayiş yüzünden sakıncalı olacağı gerekçe gösterildi.
17 Aralık - idil'deki kontrgerilla katliamlarını
protesto etmek için Şırnak, Cizre, Silopi'de esnaf
kepenk indirirken, şoförler de kontak kapattı,
okullar boykot edildi.
18 Aralık - Nusaybin'de Hayrettin Çetin adlı
bir yurtsever belediye işçisi, kontrgerilla tarafından katledildi. Çetin'in cenazesi halkın katılımıyla toprağa verildi.
21 Aralık - Silvan'da belediye görevlisi Üzeyir
Candaş, "dur" ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurularak katledildi. Aynı gün kontrgerilla eylemlerini protesto etmek, amacıyla Nusaybin, Kızıltepe, Kozluk ve Silvan'da üç günlük kepenk kapatma eylemi başlatıldı.
22 Aralık - Bingöl Solhan'da şehit düşen beş
PKK'lının cenazelerini almak için Solhan'a giden
halk ilçeye sokulmadı.
24 Aralık - Cenaze törenine katılmak için
Kulp'a gitmek isteyen halkın üzerine Lice'de ateş
açıldı. Üç kişi öldü. Aynı gün Kulp'a cenaze götüren konvoy tarandı. Dokuz kişi öldü.
24 Aralık - Kulp, Hazro, Lice ve Kızıltepe'de kepenk kapatma eylemleri yapıldı.
24 Aralık - Dicle Üniversitesi'nde Maraş katliamını protesto etmek için yapılan yürüyüşte polis öğrencilere saldırdı. İki öğrenci kurşunla yaralandı. 200'e yakın öğrenci gözaltına alındı.
25 Aralık - "Devlet terörünü protesto etmek ve
gözaltındakilerin serbest bırakılması" için üniversite öğrencileri süresiz boykot ilan ettiler.
26 Aralık - Kulp ve Lice'deki katliamları
protesto için Diyarbakır'da yapılan kepenk kapatma eylemine %100 katılım oldu. Çok sayıda
gözaltı yaşandı. Liselerde boykota %50-60
civarında katılım sağlandı.
27 Aralık - Batman'da yurtsever insanlara ait
olan iki kahvehane, bir lokanta ve bir butik kontrgerilla tarafından yakılarak tahrip edildi.
28 Aralık - Batman'da kepenk kapatma eylemi
yapıldı.*
Yeni hükümetin Kürt sorununa ilişkin adımları şefkat gösterileriyle başladı... "Güneydoğu gezisi" işte böyle bir boncuk dağıtmanın kamuoyunda şefkatli sahnelerle sergilendiği bir gösteriye
dönüştü. Hükümet çevreleri bu geziye "şefkat gezisi" adını takmışlardı...
Devlet, halkla bütünleşmeye gidiyordu. Demirel ve İnönü'nün yanında sekiz bakan, Genelkurmay Başkam Doğan Güreş, Jandarma Genel
Komutanı Eşref Bitlis, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Nezihi Çakar, Emniyet Genel Müdürü Ünal
Erkan ve bazı HEP kökenli milletvekillerinin de
aralarında olduğu çok sayıda parlamenter gezideydi.
(...) Gerçi aynı günlerde ardı arkasına insanlar
katlediliyor, bina tepesinden "düşüp ölüyor", işkence tüm ülkede son hızıyla devam ediyordu...
İnönü "Devletin şefkatini bulacaksınız"... "Faili
meçhul cinayetlerin sorumlularını bulacağız.
Can güvenliği, huzur getirecek, rahat yaratacak
hükümeti siz kurdunuz" diye halkı rahatlatmaya
çalışıyordu...
Demirel şimdi "Kürt realitesini" bile tanıyor,
Kürdoloji enstitüsü kurulmasına "hoşgörü" gösteriyordu...
VAATLER GERİDE KALIYOR DEĞİŞEN
BİRŞEY YOK
Koruculuk kaldırılmayacaktı... Bununla da kalınmıyor, bunca tepki çeken özel tim uygulaması
profesyonelleştirilerek bölgede konumlanması
sağlanıyordu...
Bölgedeki otorite ağırlığı ise Demirel'in daha
önce de belirttiği gibi Genelkurmay'a veriliyor,
ülkedeki genel asayiş probleminde yetkiler
MGK'ya devrediliyordu...
Şefkat, barış, güleryüz sözleri özgürlüksüzlüklerin, işkencelerin, ölülerin üzerine basarak söylenen nutuklara dönüşüyor.
Halkımız geleceği üzerine geçirilen çember
hiç de huzur, refah, kalkınma amaçlarına göre şekillenmiyor. Emperyalizmin ve yandaşlarının sömürüye dayalı varlıklarının güvenliğine göre belirleniyor...
23 Aralık 1995 - İYÖ-DER Öğrenci
Meclisi çeşitli üniversitelerden gelen öğrenci temsilcilerinin katılımıyla İstanbul'da toplandı.
23 Aralık 1993 - Devrimci Gençlik Dergisi Ankara bürosunu basmaya çalışan polis,
AYÖ-DER'li, DLMK'lı öğrencilerin, ÖZGÜRDER'li ailelerin kurduğu barikatları aşamayarak geri gitmek zorunda kaldı.
24 Aralık 1992 Özgür Karadeniz gazetesi çalışanları gözaltına alındı.
24 Aralık 1977 - İzmir'de "Taban Fiyatlarını, Hayat Pahalılığını ve Faşist Saldırıları
Protesto Mitingi ve Yürüyüşü" gerçekleştirildi.
25 Aralık 1992 - Devrimci Sol tutsaklarının bütün hapishanelerde merkezi olarak
yürüttüğü, diğer siyasetlerin de çeşitli hapishaneler özelinde katıldığı "Devlet Terörüne
Karşı Set Oluşturalım" kampanyası sona erdi. 23-24 Kasım'da açlık grevleriyle başlatılan
kampanya yaklaşık bir ay sürdü.
26 Aralık 1994 - Adana Haklar ve Özgürlükler Derneği kurulduktan 12 gün sonra
dernekler masası tarafından mühürlendi.
26-27 Aralık 1994 - İstanbul Üniversitesi
Avcılar Kampusü'nde devrimci demokrat
öğrenciler, sivil faşist-polis saldırılarına karşı Anti-Faşist Mücadele Komiteleri oluşturdular.*
TAKSİM'DE
SIKIYÖNETİMİ
PROTESTO
GÖSTERİSİ
Kahramanmaraş katliamının ertesi sıkıyönetim ilan edildi. Devletin amacı bu katliamları engellemek değil, halkın
bu katliamlara karşı tepkisini bastırmaktı.
Sıkıyönetim yalnızca katliamın gerçekleştiği yerde değil, istanbul Ankara gibi illerde de ilan edilmişti.
Sıkıyönetimin hedefi en başta demokrat-devrimci nitelikteki kitle örgütleri oldu. Sıkıyönetimin ilk bildirileri bu derneklerin kapatılmasına ilişkindi. İstanbul
Dev-Genç ve Liseli Dev-Genç de birçok
dernekli birlikte kapatıldı. Sıkıyönetimin
bu bildirisine karşı Dev-Genç, Devrimci
Hareketin önderliğinde güçlü ve etkili bir
eylemle cevap verir. 25 Aralık'ta, yani sıkıyönetimin ilan edildiği ilk günün akşamı
ellerinde meşalelerle Taksim Meydanı'nı
aydınlatan binlerce Dev-Genç'linin "Sıkıyönetime Hayır!", "Kahrolsun Faşistler!",
"Maraş Katliamının Hesabı Sorulacaktır!"
sloganlarını haykırdığı eylem, sıkıyönetime karşı açık ve cesur bir tavrın, sadece
Taksim'de değil, tüm İstanbul'da yankısını
bulduğu bir eylem oldu.*
(Mücadele, l Ocak 1992, Sayı: 35)
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
40
EMPERYALİZM
20 Aralık 1997
Bunalımı Derinleşen
Emperyalistler Kendi
Ülkelerinde de Sömürü ve
Baskıyı Artırıyor
mperyalizmin
dünya
emekçi halkları üzerinde
sürdürdüğü sömürü ve baskı yüzyıldır devam ediyor. Emperyalizm yalnızca sömürgesi durumuna
soktuğu ülkeleri emekçi halkların kanlı-bıçaklı düşmanı değildir. Kendi
halklarına da düşmandır. Kendi halklarını da sömürü ve baskı altında tutmaktadır. Ama bu gerçek hep gözardı
edilmeye, gizlenmeye çalışıldı. ABD
"özgürlükler" ülkesiydi. İngiltere demokrasi beşiğiydi. Almanya sanayinin,
Japonya teknolojik gelişimin deviydi.
Fransa dünyada aydınlanmanın merkeziydi. Bu ülkelerde insanlar lüks
içinde yaşıyordu, elleri sıcak sudan soğuk suya değmiyordu.
Geri bıraktırılmış ülkelerin yoksul
halklarına, özgürlüğe insanca bir yaşama giden yolun bu emperyalist ülkelerde izlediği yoldan geçtiği gösterilmeye çalışıldı. Yıllardır dünya emekçi
halkları, yoksulların aç kalmalarının
sorumlusunun kendilerinin olduğuna,
bunda emperyalizmin bir suçunun
bulunmadığına inandırılmak istendi.
Mutluluğun kapılarının emperyalist
ülkelerden açıldığı anlatıldı. Özgürlük,
demokrasi, iş, ev, sağlık, eğitim, ulaşım, bilim... gibi en temel insani haklar dahil ne isteniyorsa emperyalist ülkelerde vardı(!) Bunları başka yerlerde
aramaya ne gerek vardı? Sosyalist ülkelerde özgürlük ve demokrasi yoktu(!) Sosyalizm diktatörlüktü. K. Kore
açlıktan kurtuluyordu. Dünya emekçi
halkları on yıllardır emperyalizmin ve
onların uşaklarının ağzından bu yalanları dinledi.
Emperyalist devletler kendilerini
"demokrasi" ve "barış" bekçisi ilan
ederken, barış ve demokrasi maskesi
altında dünya emekçi halkları üzerinde ekonomik, siyasi, askeri, kültürel
terörlerini hiç eksik etmediler. Emperyalizmin özü gereği sömürgeci ve teröristtir. Hiçbir maske bu yüzü gizleyemedi. Bugün emperyalist devletler
ekonomik ve askeri olarak dünyanın
en güçlü ülkeleriyseler, bunun insanlığın, aç, yoksul kalması, hastalık ve
ölümlerden kırılması pahasına gerçekleştiğini tüm dünya halkları çok iyi
bilmektedir.
Bugün dünya da,
1.2 milyar insan açlık çekerken, her
gün 25 milyon insan bu açlar ordusuna katılıyor.
1.5 insan sağlık hizmetlerinden
E
mahrum yaşatılırken 880 milyon kişi
hiç okuma yazma bilmemektedir. Bu
yıl okullar açıldığında, 150 milyon çocuk okuma hakları ellerinden alındığı
için okula başlayamamıştır.
l milyar insan yaşanmayacak derecede kötü barakalarda kalmaya mahkum edilirken 100 milyon ailenin başını sokacak bir barakası dahi yok.
Her yıl milyonlarca insan açlıktan
ölürken, açlıktan ölenlerin büyük bir
kısmı okul yaşına gelmemiş çocuktur.
Her yıl 250 milyon çocuk yeterli
beslenemediği için kör olmaktadır.
100 milyon çocuk sokaklarda yaşamaktadır. 200 milyon çocuk okula gidecekleri yere emperyalist tekellerin
tatlı karları için çalıştırılmaktadır. l
milyon çocuk cinsel ticaret ağına düşürülmektedir.
Bu tablo "özgürlük", "barış", "demokrasi" havarisi kesilen, böyle gösterilmeye çalışılan emperyalist devletlerin eseridir. Bunlar emperyalist devletlerin dünyayı insanlığı ne hale soktuğunu gösteren gerçeklerin sadece bir
kısmıdır. Açlık, yoksulluk, sefalet, salgın hastalıklar, kıtlık, bunların neden
olduğu ölümler, sakat kalmalar hiç
kuşkusuz en çok emperyalizmin sömürgesi altında bulunan ülkelerde yaşanmaktadır. Ama yoksul, sömürge ülkelerdeki kadar olmasa da bu gerçekler emperyalist devletlerde de yaşanmaktadır.
Emperyalistler 1917 Ekim devriminden ve sosyalist blokun kurulmasından sonra hem sosyalist ülkelerin
bir çekim merkezi olmaması hem de
emekçi halklar üzerinde uyguladığı
sömürü ve baskının kendine karşı bir
ayaklanmaya dönüşmesini önlemek
için çok çeşitli ekonomik, askeri, siyasi yöntemler geliştiriyordu. Bunlardan
bir tanesi de sömürgelerden elde ettiği
karlardan kendi emekçilerine de bir
pay vererek emekçilerle kendisi arasındaki çelişkiyi yumuşatma politikasıydı.
Ama bunalım krize dönüştükçe
kendisi için sosyalist blok tehlikesinin
ortadan kalkmasını da fırsat sayarak,
kanlı elleriyle kendi halklarının da boğazını daha fazla sıkmaya başladı.
Dünya emekçi halkları üzerindeki sömürü ve baskıyı daha da artırırken,
kendi emekçilerine verdikleri payı da
giderek kısmaya, sömürü ve baskıyı
artırmaya başladılar.
Eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi
en temel insani sorunları çözmeye, işsizliği önlemeye yönelik, devlet bütçesinden sosyal harcamalar için ayrılan
pay her geçen gün daha da azaltıldı.
İşsizlik emperyalist ülkelerde %10'ların üzerine çıktı. Emeklilik yaşı yükseltildi. Emeklilere, yaşlılara, işsizlere, sakatlara, kimsesizlere yapılan sosyal
yardımlar kısıtlandı.
Örneğin Almanya'da Ekim 96'da Alman parlamentosunca onaylanan
"Tasarruf Paketi" adı altında alınan kararların bazıları şunlardır,
- Rapor alan personele ödenen
hastalık parasından %20 kesinti yapılması
- Emeklilik yaşının erkeklerde;
2000-2002 yıllarında 63'ten 65'e
kadınlarda; 2000-2005 yıllarında
60'tan 63'e çıkarılması
ve erken emeklilik isteyenlerin ücretlerinde %3.6 kesinti yapılması.
-1997 yılında işsizlik parası ve yardımlaşma zammı yapılması
- Sayıca on işçiden az işçi çalıştıran
firmaların işçi çıkartabilmelerinin kolaylaştırılması
- Personel çıkışlarında sosyal plan
ve tazminatlarda kısıtlamaya gidilmesi
- İlaç masraflarında hastaların katkı payının artırılması
Kısacası, yoksulluk, sefalet, işsizlik,
artan sömürü ve baskı emperyalist
devletlerde de gizleyemeyecekleri bir
şekilde kendini dışa vurmaya başladı.
Kendini dünyanın efendisi ilan eden
ABD'de durum Almanya'dan daha kötüdür. Bugün ABD'de sağlık harcamalarında yapılan kısıtlamalar nedeniyle
her yıl 40000 bebek l yaşına gelmeden
ölmektedir. Tüm bu sosyal harcamalara yapılan kısıtlamaların sonucu olarak yalnızca büyük şehirlerde yoksul
insanların sayısı 6 milyonun üzerindedir. Bugün ABD'nin içinde bulunduğu
sosyal çöküntüyü rakamlarla daha fazla örnekler vererek göstermek mümkündür. Ama sadece intihar edenlerin
sayısındaki artış bile bu çöküntüyü
göstermeye yetmektedir. Bugün "özgürlükler" ülkesi ABD toplumsal bir
bunalım içindedir. Gençler içinde intihar olayları son yıllarda da iki katına
fırlarken yetişkin erkeklerin %10'nu,
yetişkin kadınların %20'si bunalım sonucu intihar etmektedir.
Emperyalist devletler emekçiler
üzerindeki sömürüyü artırdıkça halkta
oluşan memnuniyetsizliği bastırabilmek için daha fazla baskı ve şiddete
başvurmaktadır. ABD'de şehirlere yapılan federal yardım %60 azaltılırken
hapishane yapımı için bütçeden ayrılan pay %73 artırılmıştır. Diğer emperyalist devletlerde de durum aşağı yukarı aynıdır. Kanada'da açlar restoranlara saldırırken; Japonya'da barakalarda yaşamak zorunda kalanların sayısı
her geçen gün artmaktadır. İngiltere
okulları kapatıp öğretmenlerin işine
son verip, fabrikalarda işçileri kitlesel
şekilde işten atmakta; Fransa memur
maaşlarını dondurmakta, aynı şekilde
işçiler toplu şekilde işten çıkarılmaktadır. Sömürü ve baskıya karşı kitlelerin eylemlerinin bir süreklilik kazanmasının ardında Avrupa ülkelerinde
faşizmin yeniden yükselişe geçmesi,
faşist saldırıların ve yabancı düşmanlığının artması, emperyalizmin içinde
bulunduğu krizin açık bir göstergesidir.
Emperyalist devletler, kitlelerin bilinçlerini bulandırmak, tepkilerini
başka kanallara yöneltmek için yabancıları hedef göstermektedir. Ülkedeki
bancıları sorumlu tutmaktadırlar. Yine
yalan ve demagojilerle halkları aldatmaya, birbirine kırdırmaya, faşist saldırılan meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Ama tüm bu çabalar, hangi milliyetten olursa olsun emperyalist ülkelerdeki tüm emekçiler birlik ve dayanışma içine girerek saldırılan geri püskürtmüştür. Emekçilerin memnuniyetsizliği ve artan kitlesel eylemlerin
ardından korkuya kapılan olmayan
partileri iktidara getirerek kitlelerin öfkesini yumuşatmaya çalışmıştır. Bu da
emekçilerin öfkesini dindirememiştir.
Japonya'dan Avrupa'ya, Avrupa'dan
ABD'ye grevler, mitingler, sık sık polisler çatışmaya varan sokak gösterileri
bu ülkelerin değişmeyen gündemlerinden biri olmuştur.
Bu gelişmeler emperyalizmin korkusunu büyütmektedir. Dünya bankası başkanı James Wolfensohn yaptığı
bir açıklamada: "Bir saatli bombayla
yaşıyoruz" dedikten sonra "Dünyada 3
milyar insanın günde 2 dolardan az,
1.3 milyar insanın l dolardan az parayla yaşadığını..." söyleyerek bu saatli
bombanın patlamasından duyduğu
korkuyu dile getiriyordu. Bu korku boşuna değildir. Çünkü korktukları- başlarına geldiği an, bu emperyalizmin
sonu olacaktır.*
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
YURTDIŞI
Binlerce işçiyi kapının önüne koyuyor. * Herşey
"kötü niyetli işverenlerin" marifetidir. Kötü niyetli işverenlere verdikleri örnekse Denizli'de bir
tekstil işverendir. Besalet Küçüker adındaki
tekstilcinin kafasının altından çıkıyor. Koçlar,
Sabancılar onlar iyi niyetli hatta demokrat oldukları TÜSİAD ilerici olduğu için onlara birşey
yok.
İşte DİSK ve dolayısıyla ÖDP'nin baş çelişkisi, özelleştirmeyi yapan, binlerce işçiyi işsiz bırakan, taşeronlaştırmayı meşrulaştıran devleti
görmüyor.
MGK, TÜSİAD'ı hiç görmüyor. Koçlar ve Sabancılara laf yok varsa yoksa "kötü niyetli işverenler" dir. Bundan daha iyi MGK sendikacılığı
olur mu? Yakında bir-iki danışıklı dövüşü TÜRKİŞ'te yaptıktan sonra MGK sendikacıları üstlerine düşen görevleri tamamlamış olurlar.
Bildirilerinde her ne kadar kimseyi tehdit etmediklerini, kimseye gözdağı vermek gibi bir niyetlerinin olmadığını söyleselerde yinede bildirinin sonlarında "kahrol düşman" türünden bir
tehdit savurmadan edememişler. Neymiş tehditleri sıkı durun...
"Ekmek, adalet ve özgürlük yoksa barış da
yok" Madde-in ÖDP. Yani ÖDP'nin sloganı ancak "ne alakası var" dedirtecek bir slogan. Gören
duyanda ekmek, adalet ve özgürlük için savaştıklarını sanacak. Eğer ekmek, adalet ve özgürlük vermezlerse DİSK'li ÖDP'liler barışmayacaklarmış. Mesajları açık ve kesinmiş, ekmek
yoksa barışta yokmuş.
Halkımızın kullandığı bir deyim var "Kim takar Yalova kaymakamını" diye nette. Kim tarafından çıkarıldığını bilmiyoruz ancak DİSK'in
bu tehditine denk düşen bir deyimdir.
Karardıkta göz kırpmanın bir anlamı yoktur.
Daha düne kadar MGK kararlarını desteklemiş,
ANASOL-D Hükümetinin kurulması için işveren
örgütleriyle birlikte eylem yapmış düzen ve devletle barışık DİSK bu barışı ne zaman buldu da
şimdi bunu ekmek, adalet ve özgürlüğü kazanmak için koz olarak kullanıyor?
Rıdvan Budak Ankara yürüyüşü için 24 Kasım '97'de Birleşik Metal İş sendikasında düzenlenen toplantıda mantığını açığa çıkarmıştır.
Dergilerinde MGK sendikacılığı yapıyor diye
hakkında yeralanlar görecektir nasıl sendikacılık
yaptığını, benim için "aranıyor" dediler, sonra
ihraç edilince benden bildiler. Halbuki ben kimsenin içişlerine karışmıyorum. Beni TÜRK-İŞ'le
aynı kefeye koyanlar yanıldıklarını görecektir vb.
doğrultuda konuşan Rıdvan Budak eylem öncesi asıl dertlerin Devrimci İşçi Hareketi olduğunu
gizlememiştir.
Bir eylem öncesi, ayrılıklar, kırgınlıklar bir tarafa bırakılır. Birliğe yönelik konuşma yapmak
gelenektir. Ama Rıdvan Budak'ın derdi başkadır.
Bugün yürüyüşün talepleri olan sendikal
haklar 12 Eylül'de yok edilmiştir. Sendikal hakları budayan yasalar o zaman çıkarılmış, bu antidemokratik yasalar '82 anayasasıyla güvence altına alınmıştır. Aradan yıllar geçmiş olmasına
karşın etkisini devam ettiren 12 Eylül hukukunun görünüşteki temsilcisi Milli Güvenlik Kurulu'dur.
Milli Güvenlik Kurulu'nü, Koçları, TÜSİAD'ı,
Sabancıları görmezden geleceksin, irticaya ve
mafyaya karşı Ankara'ya sendikal haklar yürüyüşü yapacaksın. Başbakana, çalışma bakanına
Denizli'deki Küçüker Tekstil işyerinin sahibinin
Beşaret Küçüker'i şikayet edeceksin...
Bunda devleti, sermayeyi rahatsız eden ne
var? Bunca yol teptikten sonra sunulacak bu
"makul" talepler karşısında hükümet "ilgileniriz" diyecektir. Bu kadarını desin artık. Hiçbir
yaptırım gücü olmayan bu yürüyüş arkası gelmediği, iktidar perpektifi ile yapmadığı için
unutulup gidecektir.
MGK sendikacılığı sanıldığı kadar güçlü değildir. Kitle tabanı yoktur. Bu durum devrimci işçiler için avantajdır. İşçileri kazanmanın, kitle
çalışması yapmanın yolu işçi Meclisleri'dir. Görevimiz İşçi Meclisleri'ni yaratmaktır.*
ASYA'NIN
-KAĞITTANYIKILDI
MODEL
ÇÖKTÜ
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
HALK İÇİN
KURTULUŞ
42
EMPERYALİZM
Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya...
Türkiye'nin Geleceği
Bölgenin Geleceğidir
ürkiye'nin coğrafi konumu emperyalizm açısından
şöyledir: Hazar petrolleri ve geniş pazar imkanları
nedeniyle Kafkaslar, geçmişten beri bir türlü siyasi
İstikrar ve tam bir denetim sağlayamadığı Ortadoğu, halkları
birbirine kırdırdıktan sonra "barış"ı sağladım teraneleriyim
paramparça ettiği ve kendine bağımlı hale getirmeye çalıştığı
Balkanlar... arasında bir bölge. Buna bir de Doğu-Batı
arasındaki uyuşturucu, karapara ve silah trafiğinin
yoğunlaştığı bölge olması da eklenince, Türkiye tüm bu
gelişmelerin yaşandığı bölgelerin kesişme noktasında,
gelişmelerin odağında olan bir ülke konumundadır. Böyle bir
ülke elbette ki emperyalizm açısından giderek daha da
vazgeçilmez bir önem kazanacaktın
T
Türkiye bir yandan Avrupa
Birliği'nden dışlanıyor gibi, aslında
örneğin altı ay öncesinden pek farklı
birşey yok. Öte yandan ABD'yle yeni
stratejik anlaşmalar imzalanıyor.
İsrail'le işbirliği, İslam ülkeleri'nin
kınamalarına rağmen geliştiriliyor...
Aynı günlerde devreye Rusya giriyor,
anlaşmalar imzalanıyor... İç
politikanın tartışmaları aynı
yoğunlukta... Dokunulmazlıklar
kaldırılıyor, kaldırılacak... Reformlar
yapılıyor, yapılacak...
Demokratikleşiyoruz,
demokratikleşeceğiz... Kürt sorunu
çözülüyor, çözülecek... "Yeniden
yapılanma", "değişim" sözleri eksik
olmuyor. Peki bunca yoğunluk
neden?
Aslında olan biten bir açıdan
oligarşinin içinde bulunduğu krizin,
diğer bir açıdan ise Türkiye'nin
stratejik konumunun giderek önem
kazanmasının sonuçlandır.
Türkiye'nin coğrafi konumu
emperyalizm açısından şöyledir:
Hazar petrolleri ve geniş pazar
imkanları nedeniyle Kafkaslar,
geçmişten beri bir türlü siyasi istikrar
ve tam bir denetim sağlayamadığı
Ortadoğu, halkları birbirine
kırdırdıktan sonra "barış"ı sağladım
teraneleriyle paramparça ettiği ve
kendine bağımlı hale getirmeye
çalıştığı Balkanlar... arasında bir
bölge. Buna bir de Doğu-Batı
arasındaki uyuşturucu, karapara ve
silah trafiğinin yoğunlaştığı bölge
olması da eklenince, Türkiye tüm bu
gelişmelerin yaşandığı bölgelerin
kesişme noktasında, gelişmelerin
odağında olan bir ülke
konumundadır. Böyle bir ülke elbette
ki emperyalizm açısından giderek
daha da vazgeçilmez bir önem
kazanacaktır.
Madalyonun diğer yüzüne
baktığımızda görülen halkların
kaderi açısından da aynı stratejik
önemi taşıdığıdır. Bunu söylemek hiç
de abartılı değildir. Yani bölge
açısından söylemek gerekirse;
Türkiye ya emperyalizmin ya da
halkların bölgedeki geleceğidir.
Emperyalizm
İstikrarlı Bir Türkiye İstiyor
Emperyalizm bu gerçeği görüyor.
Türkiye'nin yeni roller üstlenerek
emperyalizmin bölgedeki yükünü
çekmesini istiyor. Askeri, ekonomik
ve siyasal açıdan, sağlam bir sıçrama
tahtası olmasını istiyor. Emperyalizm,
dünyayı büyük bir satranç tahtası ve
sömürge ülkeleri de birer piyon taşı
gibi görmekte, kendine bağımlı hale
getirdiği ülkelere dünya hakimiyetini
sürdürme oyununun hedeflerine göre
misyonlar biçerek konumlandırmaya
çalışmaktadır. NATO'nun
genişletilmesi ve askeri güçlerin
Avrupa'nın sırtından alınarak
bölgelerdeki sömürgelere dağıtılması
ve yeni cephelerin açılması da bu
stratejinin bir parçasıdır.
Emperyalizmin Türkiye'ye bir takım
"yapısal değişiklikler" dayatması
bölgede sorunsuz bir ülkeye duyduğu
bu hayati ihtiyaçtan kaynaklanıyor.
Ancak gerek emperyalizmin dünya
çapında yaşadığı ve bir türlü
atlatamadığı bunalım, gerekse
Türkiye'deki kriz ve oligarşinin bunu
aşacak siyasal ve ekonomik güçten
yoksun olması, emperyalizmin
ülkemize ve bölgeye ilişkin
politikalarının hayat bulmasını çoğu
kez imkansız hale getiriyor.
ABD emperyalizminin, sosyalist
sistemin çökmesiyle birlikte
geliştirdiği "Yeni Dünya Düzeni"
aldatmacası aradan geçen kısa
zamanda iflas etmiştir. Gerek
ekonomik gerekse politik hesaplan
bozulmuştur. Bunun örnekleri çok
çarpıcı biçimde peşpeşe
yaşanmaktadır. Emperyalist ideolog
ve kalemşörlerin yere göğe
sığdıramadıkları; Güney Kore,
Arjantin, Meksika, Brezilya gibi
ülkelerde uygulanan ekonomik
programlar, sonunda ekonomik
yükün tümüyle emekçi halkın sırtına
yüklenmesi ve yoksulluğu, sefaleti
artırmasının yanında, birkaç yıl
içinde bu ülkelerde yeniden ve daha
derin bir kriz yaratmıştır. Emperyalist
ekonomi öylesine iç içe geçmiştir ki,
kriz Asya'da bu ülkelerle sınırlı
kalmayıp; tüm bölgeyi ve giderek
emperyalizmin merkezlerini de
sarmıştır. Denilebilir ki, bu defa
emperyalizmin sömürge halkları
hedef alan politikaları kendini vuran
silaha dönüşmüştür. Emperyalizmin
yaşadığı son borsa krizi bunun bir
sonucudur. Yine de emperyalizm kimi
"önlem"lerle bu politikalarını
sürdürmeye mahkumdur.
ABD emperyalizmi nasıl Asya için
Güney Kore'yi üs olarak seçmişse ve
bu ülke üzerinden tüm Asya'yı
yönlendirmeye çalışıyorsa, benzer
şekilde Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan
ülkelerine yönelik politikalarını da
ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden
sürdürmeyi planlamaktadır. ABD"nin
"evdeki hesabı" budur. Oysa
Türkiye'nin içinde bulunduğu
ekonomik, siyasal ve sosyal kriz, bu
politikaların hayat bulmasının
önündeki en büyük engeldir. Üstelik
sürmekte olan sınıfsal ve ulusal bir
savaş, bir halk hareketi vardır ve
devrim korkusu emperyalizmin
güvenini ciddi anlamda sarsmaktadır.
Öyle ki Washington'da üretilen
politikaları MGK ve TÜSİAD
aracılığıyla uygulama çabası da bir
türlü emperyalizmin istediği başarıya
ulaşamamaktadır.
MGK ve TÜSİAD'ın, Refahyol
hükümetinin tasfiyesiyle aradaki tüm
kurumları bir kenara iterek ülke
yönetimine doğrudan yön verme
politikası ve kurdurulan Mesut Yılmaz
hükümeti de mevcut durumun
içinden çıkılmasına çare olmamıştı r.
Yılmaz hükümeti her geçen gün
güçsüzlüğün ve çaresizliğin
girdabında biraz daha boğulmakta,
MGK ve TÜSİAD adeta bir parti
misyonu üstlenerek bu çaresizliği
aşmaya ve emperyalizmin
direktiflerini uygulamaya
çalışmaktadır. İçine düştükleri bu
durumun en özlü ifadesi oligarşinin
kurumlarının giderek çürümesi,
işlevsizleşmesi, halk nezdinde hiçbir
güvenilirliğinin kalmamasıdır.
Gelişmeler göstermektedir ki, MGK ve
TÜSİAD da, ülkemizdeki krizin ve
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
43
EMPERYALİZM
20 Aralık 1997
yükselen devrimci mücadelenin
karşısında diğer düzen partileriyle
aynı akıbeti paylaşmaktan
kurtulamayacaktır. Bu ikilinin
yönetiminden bugüne kadar halkın
yararına hiçbir sonuç çıkmadığı gibi
bundan sonra da çıkmayacaktır. Halk
dün nasıl adım adım düzen
partilerinden ve parlamentodan
umudunu kesmişse, onlar geniş
iadelerin gözünde teşhir olmuşsa,
aynı süreç MGK için de işleyecektir.
Bu kaçınılmazdır. Giderek
çaresizleşecek ve yalnızlaşacaklardır.
Bu açmaz, düzenin daha kapsamlı ve
derin bir yönetememe durumuna
neden olacaktır.
ABD: "Susurluk'u
Yargılamak Sizin
İşiniz Değil"
Hemen hergün parlamentonun
halkın temsilcilerinden oluştuğu vaaz
edilmesine rağmen bu iddianın
bugün hemen kimse için bir
inandırıcılığı kalmamıştır. Herkes
görmektedir ki, parlamentoda halkın
ve ülkenin sorunları için tek bir
çözüm üretilmemektedir. Aksine
halkın tüm taleplerini yok sayan bir
parlamentodur orası.
Örneğin Susurluk'un üzerinden
bir yıldan fazla bir süre geçmesine
karşın tek bir adım atılmamaktadır.
Atılacak muhtemel adımların da göz
boyamaktan, dahası halkın
vicdanında mahkum olmuş
sorumluların aklanma çabasından
başka bir anlam taşımayacağı çok
açık görülmektedir. İşte Mehmet Ağar
ve Sedat Bucak gibi katillerin
dokunulmazlıklarının kaldırılması
süreci... Tüm halkın ibretle izlediği
adeta kepazeliğe dönüşen bir süreç
olmuştur. Mehmet Ağar
dokunulmazlıklarının kaldırılması
sürecinde devletin diğer kurumlarına
meydan okuyan bir tarzda
açıklamalar yapmış, Susurluk'un
devletin tarihi olduğunu itiraf
etmiştir. Yine Sedat Bucak da aynı
paralelde tavırlarıyla yapılanların
devlet adına ve devlet politikası
olduğunu söylemekten geri
durmamıştır. Pervasızlıklarından da
anlaşılmaktadır ki, muhtemelen bu
katiller yargıda "aklanacak" ve
"kimsenin söyleyecek sözü
kalmayacak"tır.
Susurluk'ta ortaya çıkan pisliğin
devletin kendisine ait olduğu bugün
aşikar bir gerçektir. Bu gerçeği ne
parlamentonun ne de diğer devlet
kurumlarının aydınlatması
beklenemez.
ABD Savunma Bakanlığı'na ve
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne "Thinkthank" hizmeti sunan yani para
karşılığı akü hocalığı yapan
Washington Enstitüsü'nün Başkanı
Makuwsk, Türkiye'den giden çeşitli
partilerin milletvekillerinden oluşan
heyete şunları söylemiştir:
"Susurluk'u yargılamak sizin işiniz
değil, Susurluk'u hiçbir siyasi parti
yargılayamaz. Bu olay kendi
mecrasında devam eder..."
İşte gerçek bu kadar açıktır!
Bu gerçek, halk tarafından
görülmektedir. Halkın "Çeteler Halka
Hesap Verecek" sloganını
sahiplenmesinin altında bu gerçeği
görmesi ve halkın adaletinin
meşruluk kazanması vardır.
Mesut Yılmaz Hükümeti
Hiçbir Şey Yapmamıştır,
Yapamaz
MGK'nın müdahaleleriyle kurulan
ve onun desteğiyle ayakta duran bu
kukla hükümet "ne yaptınız"
sorusuna laf gevelemekten başka bir
cevap verememektedir. Her alanda
"reform" paketi açıklamalarıyla halkı
oyalamaya çalışan bu kukla
hükümetin reform söylemleri de
safsatadan ibarettir. "Reform" adıyla
alınan kimi kararlar ise halkın ve
ülkenin sorunlarını çözecek içerikte
değildir. Aksine, açıklanan kimi
"reform" paketleri göstermektedir ki,
oligarşi yaşadığı krizi halkın sırtından
aşmaya çalışmaktadır. Halktan
fedakarlık istediklerini belirten
açıklamaları bu gerçeğin utanmazlık
derecesinde itirafıdır.
Yapılan "reform"lara bir bakalım...
Bu hükümetin "8 yıllık kesintisiz
eğitim reformu" ile ortaya çıkan tablo
bellidir. "Cumhuriyet tarihinin en
büyük reformu" demagojisine
sığınarak ardı arkası kesilmeyen
zamlar başlatılmış, "reform"un
faturası halka çıkarılmıştır. Bu ağır
faturaya rağmen eğitim adına da
değişen hiçbir şey yoktur.
Keza vergi "reformu" da bundan
farklı sonuçlar doğurmamıştır.
Tekellere hiç bir yeni yükümlülük
getirilmezken, yük küçük esnaf ve
köylünün sırtına yıkılmıştır.
AB Konferansı'na gidilirken
alelacele hazırlanan "İnsan Hakları
Genelgesi" ise tam bir fiyasko
belgesidir. Söylenen şudur: "Bugüne
kadar insan haklarını ihlal ediyorduk.
Artık etmeyeceğiz(!)"
Tüm hükümetlerin sırtında bir
kambur olarak duran infazlar,
kayıplar, katliamlar, işkencelerin
hesabını Mesut Yılmaz hükümeti de
verememekte, tüm bunlar yokmuş
gibi davrarılmaktadır. Bunların
sorumlularına sahip çıkılmaktadır.
Son günlerde bu açıklamaların
ardından halk düşmanları adeta atağa
geçmiş, polisiyle, sivil faşistiyle halka
saldırmaya başlamışlardır.
Tüm bu "insan haklarını ihlal
etmeyeceğiz" açıklamalarına rağmen
görünen o ki, halka yönelik saldırılar,
provokasyon çabalan artarak devam
edecek, çetelere sahip çıkılarak güven
verilmeye çalışılacaktır.
MGK ve TÜSİAD, Susurluk
kazasından bu yana kendilerini
ortaya çıkan pisliğin dışında
göstermeye çalışmıştır. Böyle bir
görüntü verebilmek için "l dakika
karanlık" eyleminin başlarında bir
yandan Sabancı Center'de, diğer
yandan Genelkurmay binasında
ışıklar söndürülmüştür. Ama bunlar
MGK'nın Susurluk"un tam göbeğinde
olduğu gerçeğini gizleyememiştir.
MGK Ne Yapmak istiyor?
Onyıllardır halka uygulanan baskı
ve zulüm politikaları devrimci
mücadelenin gelişmesini
engelleyememiştir. Bu gerçek başta
MGK olmak üzere tüm egemenleri
korkutmakta, gelişmelerin adım adım
devrime gidişini görmekte ve kendi
cephesinden önlemler almaya
çalışmaktadır.
Mesut Yılmaz'ın kaygısını "sistem
çöker" diye dile getirmesi, MGK'nın
"halk aşın uçlara savrulur" telaşı ve
TÜSİAD'ın "felaket olur" feveranları
bu korku ve kaygının ne kadar büyük
olduğunun çarpıcı göstergeleridir. Bu
gelişmeler karşısında MGK çaresizce
ABD emperyalizminin talimatları
doğrultusunda demokrasicilik
oyununu şeriat-laiklik gibi yeni
manevralarla geliştirerek çeşitli
"muhalif" kesimleri; dolayısıyla halkı
kendi çizdiği sınırlar içinde tutmayı
hedeflemektedir.
MGK solculuğu-sendikacılığı ve
gazeteciliği bu politikaların bir
parçası olarak gündeme getirilmekte
ve düzen kendine bu yolla nefes
boruları açmaya çalışmaktadır.
Ancak öylesine bir çaresizlik ve
aldatmaca yaşanıyor ki, bir yandan
"basın özgürlüğü" tartışılırken bir
yandan RTÜK Başkanı MGK
toplantısına çağrılarak talimatlar
bizzat birinci elden veriliyor ve
RTÜK'te yapılan yeni düzenlemelerle
"basın özgürlüğü" daha da
sınırlandırılıyor.
Devrimciler hayatın her alanında
MGK'nın programını bozmaya, MGK
ise kendi faşist politikalarını
uygulamaya sokarak bu süreci
aşmaya çalışmaktadır. Sürecin
çarpışan iki temel politikası bunlardır.
önümüzdeki süreç, halkın adalet,
eşitlik, özgürlük taleplerinin daha
fazla öne çıkacağı, MGK'nın da buna
karşı, bu gelişmeyi engellemeye,
ezmeye yönelik saldırılarının arttığı
bir süreç olacaktır. MGK halkı kendi
çizdiği sınırlar içindeki "muhalefet"e
razı olmaya zorlayacaktır.
Emperyalizmin çözüm için
dayattığı "Güçlü Türkiye" talebi
bugün için MGK ve TÜSİAD'a ihale
edilmiştir. ABD emperyalizmi
direktiflerinin uygulanışını neredeyse
hergün Amerika'ya taşınan heyetler
eliyle günü gününe denetlemektedir.
Ancak bu iki kurum da
emperyalizmin bu politikalarını
uygulayabilme gücünden yoksundur.
Türkiye halkları MGK ve TÜSİAD
da dahil tüm düzen kurumlarından
her gün daha da hızlanan bir biçimde
kopmaktadırlar. Böyle bir süreçte,
kitlelere gösterilecek tek hedef,
devrimci enerjinin yoğunlaştırılacağı
tek hedef, tüm sol güçlerin, tüm halk
güçlerinin güçlerini birleştireceği tek
hedef, HALKIN İKTİDARI hedefidir.
Bunun dışındaki politika ve taktikler,
doğrudan ya da dolaylı MGK
politikalarının güç kazanmasına,
emperyalizmin istikrarına hizmet
edecektir.
Devrim için elverişli koşulları
oluşturan böylesi bir süreçte tüm
gücümüzle halka gitmek, MGK ve
TÜSİAD politikalarını daha fazla
deşifre etmek, kitleleri her zeminde
örgütleyip halkın hem kitlesel hem
silahlı savaşını geliştirmek temel
devrimci görevimizdir.*
HALK İÇİN
KURTULUŞ
Türkiye halkları MGK
ve TÜSİAD da dahil
tüm düzen
kurumlarından her
gün daha da hızlanan
bir biçimde
kopmaktadırlar. Böyle
bir süreçte, kitlelere
gösterilecek tek hedef,
devrimci enerjinin
yoğunlaştırılacağı tek
hedef, tüm sol güçlerin,
tüm halk güçlerinin
güçlerini birleştireceği
tek hedef, HALKIN
İKTİDARI
hedefidir.
Bunun dışındaki
politika ve taktikler,
doğrudan ya da
dolaylı MGK
politikalarının güç
kazanmasına,
emperyalizmin
istikrarına hizmet
edecektir.
Devrim için elverişli
koşulları oluşturan
böylesi bir süreçte tüm
gücümüzle halka
gitmek, MGK ve
TÜSİAD politikalarını
daha fazla deşifre
etmek, kitleleri her
zeminde örgütleyip
halkın hem kitlesel
hem silahlı savaşını
geliştirmek temel
devrimci görevimizdir*
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
KURTULUŞ
44
ÖYKÜ
ACEMİ (1)
aklaşık dört-beş saattir
yürüyüş halindeki gerillalar,
Yönlerine çıkan bir yamacı
tırmanmaya başladıklarında, tıpkı
diğerleri gibi onun da rahat, hızlı,
dinamik bir havası vardı. İlerleyen
adımlarda yamaç, yeni savaşçı için
nedense olduğundan fazla
dikleşmeye başladı. Yokuş yukarı
yürümeye devam ederlerken, "Bu
yamacı aşmak da epey uzun sürdü"
diye düşündü. Mola yerine daha çok
var mıydı bilmiyordu ama, gözlerinden uyku akıyor, göz kapaklarını
zor açıyordu. "Şu ayağımdaki zonklama da olmasa ayakta uyuyacağım
herhalde" diye geçirdi içinden. Neyse
ki, bazen ayağı bir kayaya ya da çalıya
takılıyordu da kendine geliyordu.
Sık ağaçlıklı bir alana girince
komutan kollarım iki yana açıp,
ellerini çırpıyormuş gibi yaparak
işaret veriyor "Birbirinize yaklaşın,
aradaki mesafeyi azaltın" işareti bu.
Gerillalar aralarındaki mesafeyi
hemen 1-1,5 metre kadar azaltıyorlar.
Bu da kırların kendine has konuşma
tarzı. Ortama o anda tam bir sessizlik
hakim. Özellikle yürüyüş halindeyken
tamamen sessiz kalmak zorunda gerillalar. Kimi zaman bir dala basmak
bile sessizliği bozuyor olsa da, sessizlik bir kural. Yürüyüş sırasında nelere
dikkat edileceği, konuşma yerine
hangi işaretlerin kullanılacağı
savaşçılar için silah kullanmayı
öğrenmek kadar öncelik ve önem
taşır.
Evet, şu anda tam bir sessizlik ve
karanlık hakim dağlarda. Ağaçların
yapraklarına yavaş yavaş damlayan
yağmurun dışında neredeyse tek bir
ses yok. Sık ağaçların dallan arasında
küçük parçacıklar halinde gözüken
gökyüzünde yağmurun başlamasıyla
yıldızlar da kayboluyor. Dikkatli
olmalı, gözlerini şimdi dört açmalı
gerillalar. Aksi halde hemen
önlerinde yürüyen yoldaşlarını, bir
ağacın arkasını döndüklerinde kaybetmeleri işten bile değil. Bu tür
durumlarda, ne kadar yorgun ve
uykusuz olurlarsa olsunlar, hızlı
davranmak, hemen önlerindeki
yoldaşlarını gözden kaybetmemek,
mesafeyi fazla açmamak zorundalar.
Komutan yoldaşları da farkındaydı
yorgunluklarının. Bu yüzden biraz
olsun azaltıyor yürüyüşün hızını.
Birliğe katılan yeni savaşçı, önüne ve
ardına bakıp gözlerini dikkatlice
yürüyüş kolu üzerinde gezdiriyor.
Önünde komutan, makineliyi kullanan ve yardımcısı olan yoldaşları var.
Arkasında ise, sağlık ve komün işlerine bakan yoldaşları ve radyoyu
sürekli dinleyen yoldaşları, komutan
yardımcısı ile artçı olan yoldaşları...
Diğerleri oldukça deneyim
kazanmışlar. Yeni savaşçıya göre bir
hayli de rahat görünüyorlar. Bazen,
"Olduğum yere şimdi yığılıp kalacağım" diye düşünmüyor da değil
yeni gelen, ama, böylesi anlarda diğer
yoldaşlarına bakarak "Ha gayret"
diyor kendi kendine... "Gayret, bu
acemilik ve zorluk çektiğim günler de
geçecek. Ben de yoldaşlarım gibi bu
koşullara alışacağım."
Bu arada yağmur biraz daha
hızlanıyor. Yağmur uzun sürer de her
yer çamur olursa yürümek daha da
zorlaşacak. Nitekim, öyle de oluyor
yavaş yavaş... Çamur ayaklarına
yapıştıkça ağırlık yapıyor ve gerillalar
ayaklarını daha fazla kaldırmak
zorunda kalıyorlar. Tabi bu da daha
fazla enerji ve yorgunluk demek.
Yeni savaşçı, "Sanırım mola yerine
yaklaştık" diye düşündüğünde, yamaç
aşılmış, gerilerde kalmıştır.
Bulundukları yere şöyle bir göz
gezdirdiğinde, buranın her tarafa
hakim olabilecekleri güvenlikli bir yer
olduğunu anlıyor hemen.
Komutanları, daha yürüyüşe
başlamadan önce, mola verecekleri
yerden bahsetmişti zaten. "Sözü
edilen mola yeri burası olmalı" diye
geçirdi içinden. Bulundukları tepede
yarım bir daire çizerek, ağaçların
arasında küçük bir kaya parçasının
olduğu, boşluk bir alana geliyorlar.
Tam bu sırada komutan, silahının
dipçiğine birkaç kez vurarak mola
işaretini veriyor.
İşareti birbirlerine iletiyor ve daire
şeklinde oldukları yere oturuyor gerillalar. Komutan yoldaşları, yapacakları
işlerle ilgili savaşçıları görevleri
başına yolluyor hemen. Makineli
yardımcısı Tuncay abi, tepede, her
yere hakim olabileceği bir kayanın
yanında nöbete başlıyor. Yürüyüş
sırasında artçı olan yoldaşları, birazdan ateş yakmak için lazım olacak
kuru odun, çalı çırpı toplamaya gidiyor... Komüncü olan yoldaşları talimatı
çoktan almış, ateş yakılacak yer ve
diğer hazırlıklar için çalışmaya
başlamıştır. Şimdi gerillalar, daireyi
biraz daha daraltarak oturuyorlar. Bu
sırada Komutandan izin alan yeni
savaşçı Mete, botlarını çıkarıyor ve
ayaklarına bakıyor. Ayağındaki su torbacıkları sertleşmiş ve yeni su torbacıkları oluşmuş. Sağlık işlerine
bakan yoldaşları ayaklarıyla
uğraştığını görünce, hemen yanına
yaklaşıyor ve kısık bir sesle:
- Su torbacıkları daha geçmedi
değil mi? Dayan, daha bir ay oldu.
İki-üç hafta sonra kurtulacaksın.
Şimdi biraz zorlanıyorsun ama bir
süre sonra su torbacıkları artık olmaz.
Nasır gibi bir tabaka oluştuğunda
ayaklarında, şaşırma. İşte o zaman,
Orhan Veli'nin şiirindeki Süleyman
Efendi gibi nasırdan çekmeyeceksin...
Ömür boyu rahatlayacaksın, dedi.
Komüncü yoldaşları bir yere çukur
kazmış, üzerine taşlan yerleştiriyor,
çevresini ise geniş bir şekilde dal ve
çırpı ile kamufle ediyordu. Bunların
tümü, ateşin çevreden görülmesinin
engellenmesi içindi. Bu arada odun
toplamaya giden yoldaşları da, bir
kucak dolusu odunla çıkıp geliyorlar.
Ateşin dumansız olması için kuru
odunları seçiyor, dörtgen şekilde üst
üste yerleştirip tutuşturuyorlar. Çay
suyu da hemen konuluyor ateşin
üzerine. Komüncü yoldaşları
çantasındaki ekmeği, daimi katıkları
olan peyniri eşit bir biçimde
dağıtırken, diğer savaşçılar çay içmek
için konserve kutusundan yapılmış ya
da plastikten olan bardaklarını
çıkarıyorlar. İçlerinden birinin sanki
acelesi varmış gibi hızlı yiyor. Bu
savaşçı, sağlıkçı olan Yücel adlı
yoldaşları. Yücel yemeğini hızla
bitirdikten sonra nöbeti Tuncay'dan
devralmaya gidiyor.
Tuncay abi birliğin eski
savaşçılarından biri ve en yaşlıları
sayılır. Her fırsatta deney ve tecrübelerini diğer savaşçılara aktaran,
birliğe yeni katılan genç yoldaşlarına
karşı oldukça titiz yaklaşan ve
yardımcı olan biri. Tuncay abi, elindeki ekmeğin yarısını bölerek
uzatıyor yeni savaşçıya:
- Mete al, bu parça da senin payın.
Sen gençsin, benden daha fazla ihtiyacın var. Hem insan dağlara geldiği ilk
zamanlar doymak bilmez doğrusu.
Temiz hava ve sürekli hareket insanın
iştahını açtıkça açar.
Yeni savaşçı, biraz da utanarak:
- Abi gerek yok, hem sen böyle
yaparsan az yemekle yetinmeye zor
alışacağım. Doğru, kurt gibi
acıkıyorum, ne kadar yersem doymuyorum. Ama midem bana değil,
ben mideme boyun eğdireceğim, diyerek cevaplıyor Tuncay'ı.
Bu arada Mete ve Tuncay abinin
konuşmalarını dinleyen komutan
yoldaşları da katılıyor sohbete;
- Tuncay abi genç ve yeni
yoldaşlarına hep böyle davranır. Bu
alışkanlıklarını senin adını aldığın
Mete Nezihi yoldaşımızdan aldı. Mete
abi; 'Gençlerin daha fazla ihtiyacı var.
Biz yaşlılar daha azla doyuyor, daha
az uykuyla yetinebiliyoruz. Bu da
yaşlılığın bize kazandırdığı avantaj'
derdi. O'na kırk yaşında dağlara
çıkmak nasip olmuştu, Mete yoldaşın
adını almak da sana nasip oldu.
Senden O'nun adına layık olmanı
bekliyoruz, bunu bil.
Bu sözler genç savaşçıya, üzerine
düşen görev ve sorumlulukların
ağırlığını daha fazla hissettiriyor.
Aklına ilk gelen Ali Haydar'ın mezarı
başında verdiği söz oluyor. "Gerilla
olacağım, sizlerin yerini doldurmaya
çalışacağım ve düşmandan döktüğü
kanın hesabını mutlaka soracağım."
Mete dalmış bunları düşünürken,
Tuncay abi devam ediyor:
- Bakıyorum daldın, ne oldu?
Merak etme dağa gelen her
yoldaşımız ilk bir-iki ay, en fazla üç ay
birçok zorluk yaşar. Ama insanın
vücudu öyle bir yapıya sahip ki,
bulunduğu koşullara önce isyan ediyor, bir süre sonra da şaşılacak kadar
çabuk uyum sağlıyor. Mesela,
çıktığımız tepeyi aşarken her an
gücünün tükendiğini düşündün değil
mi? Nefes seslerin bana kadar geliyordu. Islık çalar gibi ses çıkarıyordun.
20 Aralık 1997
Ama kendim bırakmadın, o an gücüm
tükendi diye kendini bırakırsan yığılır
kalırsın. Her adımda, her kayayı
aştığında zorlansan da gücünün
tükenmediğini sen de gördün.
- 'Abi, gözünden de, kulağından da
birşey kaçmıyor' dedi Mete ve devam
etti konuşmaya:
- Halbuki ben hissettirmemek için
ne kadar çaba harcadım. Ama bir
türlü tepeyi tırmanırken nefesimi
ayarlayamadım. Bir an bayılacağım
sandım. Derin derin nefes alarak
kendime, "Ha gayret, pes etmek
yakışır mı sana?" dedim. Ben kıra
gelmeden önce, sorumlu yoldaşın
söyledikleri geldi aklıma: "Şehirlere
alışıksın. Ancak kır koşullan buraya
benzemez, birçok zorluğu vardır. Yarın
gittiğinde ben yapamıyorum demek
yok." Ama o kadar heyecanlı ve
coşkuluydum ki, söylediği herşey bir
kulağımdan girdi, diğer kulağımdan
çıktı. Düşündüğüm tek şey, bir an
önce dağlara gelmekti. Bu kadar zorluk çekeceğimi de düşünmemiştim.
Komutan yoldaşı, çakmak çakmak
gözleriyle gülümsedi Mete'ye.
- Şehirlerden gelen
yoldaşlarımızın hemen hepsi doğayla
uyum sağlayana, koşullara alışana
kadar zorluk çekerler. Mesela kendi
bölgesinden gerillaya katılan
yoldaşlarımızla sohbet ettiğinde,
onların bu kadar zorlanmadığım
görürsün. Onlar kır yaşamına alışık
olduğundan avantajlıdır. Biz devrimciyiz, gerillayız, nerede olursak olalım
zorluklarla karşı karşıya kalırız ve bu
zorlukları irademizle ve
yoldaşlarımızın yardımıyla aşarız. Bak
Tuncay abine, kırkından sonra gerilla
oldu.
Komutan'ın bu sözü üzerine,
Tuncay abiyle Komutan arasında tatlı
bir şakalaşma başladı:
- Bana laf atmadan olmuyor bu
işler öyle değil mi?! Parti'den, kırk
yaşından büyük birini birliğe göndermesini talep edeceğim. Bakalım ona
da böyle takılacak mısın?
- Eee, seni kızdırmak neşeli oluyor, ne yapalım! Şaka bir yana, bu
şakalar da, bu ölçülerde eskidi
aslında. Savaşımız halklaştıkça yaş
sınırı da ortadan kalkıyor. Bakıyorsun
onbeşinde genç, bakıyorsun
kırkbeşinde yüreği genç bir yoldaş
katılıyor savaşa.
Komutan gözlerini kırklık
delikanlıdan ayırıp, yeni savaşçıya,
Mete'ye dönüyor.
- Ne kadar kilo verdin Mete?
Kemerini kaç delik geriye takıyorsun?
Sürekli hareket halinde olduğumuz
için ve tabii pek de yeterli, dengeli bir
beslenme olanağımız olmadığı için
ilk aylar çok hızlı kilo kaybedersin. Bu
kilo kaybı kiminde, on kilodan fazla
oluyor. Bir süre sonra ise kilo kaybı
duruyor. Yani anlayacağın
yağlarımızdan kurtuluyor, kaslı bir
vücuda sahip oluyoruz. Sanırım sen
de yağlarından kurtulmaya başladın,
ne dersin?..
Mete düşünceye dalıyor... "Acaba
doymadığımı, şehirlerdeki sıcak
yemeği özlediğimi söylersem ne
düşünürler? Ya da şerbet gibi çayı
içmekte ne kadar zorlandığımı söylesem, içine şeker katmasalar olmaz
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
KİTAP
20 Aralık 1997
mı?..."
Sonra, kafasındaki bu sorulardan
kurtulmak istercesine, kemerinden
kaç delik geri taktığını söyledi ve
sustu...
Komutan'ın da sohbeti daha fazla
uzatmak istemediği her halinden
belli... Diğer yoldaşlarına dönüyor:
- Hava iyice aydınlandı yoldaşlar.
Sis de kalktı, Nöbetçi arkadaşı
değiştirelim ve nöbetçiyi ikiye
çıkaralım. Nöbeti alacaklar kendilerini biliyor. Saat başı nöbet değişimi
yapacağız. Haydi yatıp dinlenelim.
Bu sözlerin hemen ardından
komutan yardımcısı ve komüncü
yoldaşları nöbete gidiyorlar. Bu sırada
gerillalar, altlarına temiz bir çuval
serip, iki kişi bir battaniye alıyor ve
yatıyorlar. Mete, uzandığında her
tarafının ağrıdığını hissediyor. Uyku
gözlerinden akıyor, ancak genç
savaşçı için yatmak bütün kemikleri
ağrıdığından bir hayli zor oluyor.
Aklından "Şimdi altımda yumuşak bir
yatak olsaydı" diye geçiriyor. Ama bu
düşünceyi hemen kovuyor. Çünkü
onun yumuşak bir yatağa değil, kendini zor koşullara hazırlamaya ihtiyacı var... Bu düşüncelerle uykuya
dalıyor.
Bir süre sonra omuzuna bir elin
dokunduğunu hissediyor genç
savaşçı. Seslenen Tuncay abidir...
"Hadi kalk, nöbete geç kalıyorsun"
deyince Mete fırlıyor yattığı yerden.
Utangaçça uzaklaşıyor Tuncay abinin
yanından. Nöbet yerine elinden
geldiğince hızlı ilerliyor. İçten içe de
kızıyor kendisine... "Sanırım beni
. uyandırmak için epey uğraştı"...
Nöbet yerine geldiğinde, bu kez
nöbeti devralacağı yoldaşıyla göz
göze gelmekten kaçınıyor. Başını
kaldırıp baktığında, Komutan'ının da
kendisinden elli metre ötede,
çaprazında nöbette olduğunu görüyor.
Nöbeti devreden yoldaşı,
giderken uyarıyor genç savaşçıyı:
- Bir saat sonra tüm yoldaşları
kaldıracaksın. Sakın fazla hareket
etme, şu kayanın arkasında durursan
iyi olur. Çevreyi de görebilirsin
buradan. Komutan zaten düşmanın
gelebileceği asıl yeri kontrol ediyor...
O gidince, gözlerini elleriyle
ovuşturarak uykusunu iyice
dağıtmaya çalışıyor Mete. Yaşadığı
her an bir geriye dönüşü, bir
hesaplaşmayı devreye sokuyor
adeta... "Şehirdeyken sekiz-dokuz
saat uyku uyurdum ama yine zor
kalkardım. Annem bazen 'yeter oğlum
kalk artık' diye bağırınca, söylene söylene kalkardım. Ama şimdi öyle bir
şansım da yok. Kendimi az uykuya
alıştırmak zorundayım..." Zorluklarla
her karşılaştığında şehirdeki rahat
ortamın aklına geldiğini düşündü ve
kızarak kendi kendine söz verdi: "Bir
ay sonra, iki ay sonra ben de diğer
yoldaşlarım gibi tam uykumun
ortasında kalkıp nöbet tutacağım.
Günde bir öğün ya da birkaç öğün
yemediğimiz günler de olacak.
Kendimi herşeyin daha fazlasına
değil, azına alıştırmam gerekiyor..." *
Sürecek
Kitaplardan
Yazarlardan
Kitabın adı: Dizginsiz Bir Sabırla
Sandinistler... Nikaragua...
Yazarın adı: Tomas Borge
Yayınevi: İletişim Yayınları
ikaragua halkının kurtuluşu için yola çıkan bir
grup öncü yanlışlar yapar, yenilgiler yaşar. Ama pes etmez. Hatalarından dersler çıkarır.
Savaşa devam eder... Tomas Borge
kitabında dizginsiz bir sabırla zafere koşan Nikaragua halkının bu zorlu mücadelesindeki deneyimleri
aktarıyor.
Nikaragua devrimini zafere taşıyan FSLN, Carlos Fonseca önderliğinde devrimci gençlik mücadelesi
içinde doğup gelişti. FSLN kuruluşunu ilan ettiği zaman ulusal önder
Sandino'nun bağımsızlık ülküsünü
ve Küba devriminin silahlı mücadele çizgisini kendine temel almıştı.
Bir grup savaşçı Küba'da askeri
ve siyasi eğitim alıp ülkelerine döndükten sonra, emperyalizme ve Somoza'ya karşı öfkeleri, kurtuluş
umutları ve silahlarıyla birlikte dağların yolunu tutarlar. Önce Coco
Bocay, sonraki yıllarda ise Pancasan
bölgelerinde yürütülen gerilla mücadelesi çetin ve zorlu geçer. FSLN
savaşçıları kahramanlıkları ve inatçılıkları ile Nikaragua topraklarına
Kurtuluş umudunun tohumlarını
atarlar. FSLN savaşçıları ile çatışmaya giren Ulusal Muhafız Komutanları bile kurşunlarla bağırsakları
dökülen ama ateş etmeyi sürdüren
Sandinist savaşçıların kahramanlıkları karşısında şaşkınlıklarını ve
saygılarını gizleyemezler:
"Eşit olmayan bir savaş. Otomatik tüfekler ve el bombalarıyla silahlanmış taburlarca asker, küçük bir
gerilla birliğini ablukaya almıştı.
Kurşun yağmuru Sandinistlerin yetersiz çifte ve karabinalarıyla kendilerini savunmalarını engellemiyordu. Bir Ulusal Muhafız astsubayı,
Pablo Ubeda'nın merhamet kurşunu onu kurtarana dek önüne dökülmüş bağırsaklarıyla ateş etmeyi
sürdürdüğünü hayranlıkla anlatıyordu."
1963 yılında Bocay bölgesinde
Ulusal Muhafızlara karşı süren gerilla savaşı askeri olarak yenilgiyle
sonuçlanır.
"Bu tasarımın uygulanmasında,
'gerilla' adlı bebek istila hastalığına
tutulmuş olarak doğdu; gerillanın,
düş gücümüz dışında içeride hiçbir
desteği, öngörülenin aksine istila
bölgesinde küçük bir altyapısı bile
N
yoktu."
Sandinistler askeri olarak yenilirler ama bu yenilgiden önemli
dersler çıkarırlar. Edindikleri dersler ve deneyimlerle devrimin yolunu açmaya çalışırlar:
"Bocay'ın askeri bir gerileme olduğu biliniyor. Ama aynı zamanda
büyük bir okuldu da. Bocay'ın ardından, 1963 sonunda, Sandinizm,
Frente içerisinde istikrara kavuştu.
Bu andan itibaren Frente kendini
tamamiyle Sandinist olarak adlandırdı.
(...) Bocay'dan çıkardığımız bir
diğer sonuç da, silahlı hareketin
diktayı devirmenin en önemli yolu
olduğu ama tek yolu olmadığıydı.
Çünkü hazırlıklarımızın tümünü
silahlı eylemler yönünde yapar ve
diğer mücadele türlerini dikkate almazsak tecrit, o zaman da bir tarikat haline gelme tehlikesine düşeriz.
Bir başka deyişle; silahlı mücadeleyi, mücadelenin diğer türleri
ile birleştirmeyi öğrenmeliyiz.
(...) Ve nihayet, Somoza egemenliğini sırtımızdan atma savaşının
ağır, uzun, çaba gerektirici ve güç olduğunu anladık, gerçekten de öyle
oldu.
(...) FSLN hayatta kalmayı başarmakla kalmadı, en önemli kurucusu doğru stratejik yanıtları bulup
çıkardı, sürekli tekrarlanan başarısızlıkların umudunu kırmasına ve
kısa vadeli başarı ve ilerlemelerin
kendisini şımartmasına izin vermediği için bir tür pusulaya dönüştü.
Korsanın haritasını izleyerek hazineye kolayca ulaşacağı hayaline de
kapılmış değildi."
Sandinist devrimciler şablonlar
ve reçetelerden uzaklaşırken bir
gerçeği, adeta yeniden öğrenirler:
Bu, devrimin kitlelerin eseri olacağı
gerçeğidir. Silahlı mücadele temel
olmak üzere mücadele çok zengin
yöntem ve biçimlerle zenginleştirilmeliydi. FSLN kadro ve savaşçılarıyla, silahlı, silahsız halk örgütlenmeleri ile kazanmak için güç olmak
zorundaydı. Emperyalizmi ve Somoza diktatörlüğünü alt etmenin
başka yolu olamazdı:
"1970'ten sonraki, 'gizli' ya da
'sessiz' güç toplama dönemi olarak
tarihe geçen yıllarda FSLN sürekli
büyüdü. Halkı zafere götürecek
adamlar dağlarda kendilerini yetiştirdiler...
HALK İÇİN
KURTULUŞ
Çoğumuz küçük burjuva ailelerden geliyordu, üniversite öğrencisiydi ve dağlar bizim için dökme demirin içine atıldığı kap gibiydi. Kimlerin en iyi kadro olduğu gerçekte orada anlaşılıyordu. Carlos Fonseca
kadroları en zor şartlar altında eğitmeyi kafasına koymuştu. Dağlar,
herkesin direncini arttırıyordu. Guerillero'lar hakkında kitaplarda yazanlar başka, gerçekten bir Guerillero olmak başkaydı.
Aynı zaman dilimi içerisinde şehirlerde, halk hareketinin önderliğini üstlenmeye başlayan gizli bir yapı oluştu. Çatışmalara ancak kaçınılmaz olduğunda katılıyorduk.
Devrimci Öğrenci Birliği (FER) gibi
ara örgütler kurduk, Hıristiyanlara
yaklaştık, kadınları örgütlemeye
başladık ve Sandinizmin fikirlerini
daha iyi yaymaya başladık. Düşman artık bizim var olmadığımızı
düşünüyordu."
1970 ile 1974 arasındaki sürede
kitleler içindeki örgütlenmenin
güçlenmesi ve Frente'nin dağlarda,
şehirlerde ve kırlık alandaki örgütsel yapısının gelişmesiyle birlikte
Sandinist savaş büyük bir atılım
yapmıştı.
FSLN meclisler, komiteler, milis
örgütlenmeleri, cepheler vb. pek
çok zengin biçim ve yöntemle halkı
FSLN saflarında örgütlü ve silahlı
bir güce dönüştürür. Geniş bir ittifak politikası ile tüm halk kesimlerini birleştirirken burjuvaziyi dahi
saflaştırmayı başarırlar. FSLN bayrağı altında, parti olmadan "Cephe"
ile devrimi kazanan Sandinistler,
mücadele içerisinde pek çok değer
ve gelenek yarattılar. Sandinistler
yarattıkları bu değer ve gelenekleri
sürdürürken Nikaragua halkı ile
aralarında kopmaz bağlar oluşur.
"O kadar çok kez öldük ki, göz
kapaklarımızı ölümlerimizin anılarına kapalı tutuyoruz l ve rüyalarla milyonlarca yaramızı melhemledik, öyle ki, artık bize ölüm yok..."
FSLN Temmuz 1979'da zaferi kazandı.
Managua'ya
girdiklerinde
FSLN'nin kadroları topu topu 500
kişiydi. Ancak arkalarında örgütlü
ve kendisini FSLN içinde gören kadın-erkek, genç-yaşlı, yüzbinlerce
Nikaragualı vardı.
Tomas Borge Nikaragua Sandinist Halk Devrimi sürecini baştan
sona yaşayan ve hayatta kalan tek
FSLN kurucusudur. Tomas Borge
renkli üslubuyla FSLN kurucusu ve
önderi Carlos Fonseca'yı, Nikaragua devrim tarihini anlattığı kitabında çocuklarıyla birlikte kendi
devrimci dönüşümünü de anlatıyor.
Pek çok konunun anlatıldığı kitap, Nikaragua devriminin zengin
deneyim ve birikimlerini öğrenmek
için yararlı olacaktır. *
YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ
HALK İÇİN
MİZAH
KURTULUŞ
20 Aralık 1997
KÖYÜN BATAKLIĞINDAN
Her Taklit,
"Her kamyon kazasının ardından mutlaka gizli birşey çıkacak diye bir kural
yok."
• Murat Başesgioğlu (İçişleri Bakanı)
"Çiller geleceğin tartışılmaz lideri. Türkiye'nin geleceği de Çiller'e bağlı."
• Ufuk Söylemez
Taklit
"Sen beni kendinden saymıyorsan, senden olmamın adayı bile saymıyorsan, o
zaman ben senle ne diye insan hakları konuşayım..."
• İsmail Cem (Dışişleri Bakanı)
"Benim ülkemde raflar dolu. Kamımız tok, sırtımız pek..."
• Süleyman Demirel (Cumhurbaşkanı)
Yunuslara, Şeyh Bedreddinlere
gelmeyesiniz... Arap yarımadasından Vatikan'a kadar her yere
uğrayabilirsiniz, aman sakın ülkemize ayak basmayasınız.
Mazallah, yanılır Pir Sultanlara
uzanırsanız, yanılır ülkemiz toprağına ayak basarsanız, sözünüz ayağınıza dolanır, eleştiriniz boğazınıza düğümlenir.
Hadi eleştirisi olanlar konuşabilir...*
DUYURULUR
Duydunuz mu
Gördünüz mü
Bir söz vardır, mutlaka duymuşsunuzdur: "Osmanlı'da oyun çok!"
Şu son sayımda neyin neden yapıldığı bir bir ortaya çıktıkça, gerçekten öyle imiş dememek elde değil.
Bakın şimdi:
"Anadiliniz nedir?" sorusunu sormuyor. Memleketteki Kürt, Laz, Arap,
Çerkeş, Boşnak, Gürcü, Ermeni,
"Türk olmayan" kim varsa resmen ve
alenen YOK sayılmış olacak.
Kürdistan'da sayılmayan yerler
epeyce fazla. Alın işte, HADEP'in oylarının bir kısmını çalıverdi oligarşi.
Özürlüsü sayılmadı, kadının mesleği sorulmadı. Ayıp ne varsa kolayca
gizlenmiş oldu böylece.
Diyarbakır'dan İstanbul'a büyük
kentlerin kondularında da epeyce sayılmayan var... Sebebi hikmeti şu
imiş: AB'ye girmeye çalışan -ki sayım
öncesi durum o merkezdeydi- Türkiye, nüfusun büyük çoğunluğunun
kondularda yaşadığını gizleyebildiği
kadar gizlemek istemiş.
Ora sayılmadı, bura sayılmadı.
Eee, sonuç ne olacak, nüfus tabii düşük çıkacak. Nüfus düşük çıkınca ne
olacak? Tabii ki o zaman kişi başına
düşen milli gelir, otomatikman artmış olacak! Eh, bu da AB kapısında
bir başka avantaj.
Gördünüz mü Osmanlı'daki ince
hesabı.
***
16 Aralık tarihli Sabah'taki haberi
gördünüz mü? İşte bütün söylediklerimizi doğrulayıveriyor.
"Meğer Daha Zenginmişiz!" başlığını kullanan Sabah, başlığın altında
da şöyle yazıvermiş:
"Devlet istatistik Enstitüsü ile Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye nüfusunu 64 milyon 266 bin olarak tahmin
ediyor ve kişi başına düşen tüm hesapları bu tahmine göre yapıyordu. Ancak
nüfus tahminden az çıktı, 62 milyon
606 bin... Böylece tüm veriler 'olumlu
yönde' değişti.
Kişi başına düşen milli gelir
Tahmin 2 bin 999 dolar
Gerçek 3 bin 074 dolar
Doktor başına düşen hasta
Tahmin 876
Gerçek 855"
İşte haber böyle. Kanarsanız!*
Grup Yorum, son Ankara konserinde ilahi söylemiş. Hani eleştirecek
olanların dikkatinden kaçabilir diye
bir duyuralım dedik. Hemen eleştiriye
başlayabilirsiniz.
Marx'ın "din afyondur" sözünden
başlayıp klasikler arasında dolaşabilirsiniz. Aman sakın Pir Sultanlara,
HAFTANIN BABASI
Fransa'da yargılanan ve burjuva basının Çakal Carlos olarak tanıttığı İliç Ramirez Sançez'in babası Altagracia Ramirez Navaz, oğluyla her zaman gurur
duyduğunu söyleyerek "Şimdi de gurur duyuyorum. Hayatının 20 yılını Filistin
davasına adayan oğlum, bana göre terörist değil, bir devrimcidir" dedi. (16
Aralık, basından)
övgüye değer bir babalık. Oğlunun çizgisi bir yana, emperyalist basının dünya kamuoyunda yıllarca yarattığı onca şartlanmadan, baskıdan sonra bile, oğlunu bir devrimci olarak adeta tüm dünyaya karşı savunmasını övgüye değer
bulduk.*
CAN GÜVENSİZLİĞİ İTİRAFI
"Herkesin Hayatı Tehlikede - Susurluk Komisyonu Başkam Elkatmış, '14
bin küsur faili meçhul cinayet islenmiş. Hukuk devleti olduğumuzu iddia etmemize rağmen enteresan işler dönüyor. Bu ortamda herkes hayatından endişe duyabilir.' dedi." (Zaman, 13 Aralık)*
KOYUN BEDDUASI
Başbakanlık Aile Araştırma Kururnu'nun yaptırdığı son araştırmaya göre:
Düşük gelirli ailelerin dörtte biri (25.29) 'aç kalmayacak kadar' besleniyor.
Bu gruptaki ailelerin önemli bir kısmı, et, et ürünleri, süt, bal vb. gıda maddelerini sadece vitrinlerde seyrediyorlar.
BİZE YEDİRMEYİP VİLLALARINDA LÜKSE, SEFAHATA
BOĞULANLARIN BOĞAZINDA KALIR İNŞALLAH!
Sağlık sorunlarında ne yaptıklarına ilişkin bir soruya, düşük gelirli ailelerin
yüzde 40.15'i zorda kaldığı zaman doktora gideceği cevabını veriyor. Yüzde
11.11'i ise 'evde kendileri tedavi eder' şıkkını işaretliyor. Orta gelir grubundaki
ailelerin yansı hemen doktora gideceğini ifade ederken, bu oran yüksek gelirli
ailelerde yüzde 72'ye çıkıyor." (16 Aralık, Hürriyet)
BİZİ HASTANE KAPILARINDA SÜRÜNDÜRÜP
TIRNAĞI İÇİN AMERİKAYA GİDENLER, DOKTOR
KAPISINA ULAŞAMAZLAR İNŞALLAH!
Mesut Yılmaz: "Evet Sayın Başkanım, AB'ye
rest çeker gibi davranacağız. Başka talimatlanızı da bekliyorum".
FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ

Similar documents

adalet istiyoruz!

adalet istiyoruz! için de azgınca saldırır. Devrimcileri yıldırmak, halkı sindirmek ve gözdağı vermek için gözaltına alıyor, işkencelerden geçiriyor ve tutukluyor. Her gün yoksul gecekondu mahallelerine TOMA’larla,...

More information

İndir - Ozgurluk

İndir - Ozgurluk ulaşmak için, Anadolu halklarını özgürleştirmek için 42 yıldır savaşıyoruz. (Devamı 3. sayfada)

More information

B Ü LTEN - TMMOB Makina Mühendisleri Odası

B Ü LTEN - TMMOB Makina Mühendisleri Odası geldiğini söyledi ve dünyadaki bütün savaş karşıtlarının şu ana kadar haklı çıktığını ve bir kez daha haklı çıkacaklarını bu yüzden İncirlik Üssü’nün bir an önce kapatılması gerektiğini söyledi. KE...

More information

Gencim, Özgürlükçüyüm, Ne İstiyorum?

Gencim, Özgürlükçüyüm, Ne İstiyorum? yapılmamıştır. Kanımızca, araştırmanın sonunda elde edilen bulgulara bakarak tek bir cümleyle bir değerlendirme yapabılabilir. Buna göre, protestolara destek veren gençlerin özgürlükleri için bir d...

More information

Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a

Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a alamayız. Sıkça yapılan bir hata, Masonluk ve diğer gizli örgütler üzerine yapılan değerlendirmelerin emperyalizmden bağımsız bir temele oturtulmasıdır. Bu ise masonik çevrelerin Masonluk ile ilgil...

More information