kurtuluş - Ozgurluk
Transcription
20 Aralık 1997 HALK İÇİN KURTULUŞ .İÇİNDEKİLER. MARAŞ'IN HESABI SORULACAK........... 3-6 YENİ BİR KAMYON KAZASI DAHA ..7 DOKUNULMAZLIKLAR... ,8 GAZİ DAVASI. .............. . ..................... 9-12 MEHMET AKDEMİR. ........... ...... ...... 13-14 MECLİSLER-AYDINLAR. ...... . ......... .........15 HALK MECLİSLERİNE SALDIRI RÖPORTAJLAR. ................................ ..... .16 MEMUR EYLEMLERİ. ........................ 17-18 YENİ VERGİ POLİTİKALARI ZAMLAR, KİRİZE ÇARE OLAMIYOR. ...................... 19 AHU ...................... 20-21 KÜRDİSTAN'DA TEK YOL DEVRİM. ........ 22 YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN. ........................ 23 KARADENİZ-KÖYDEN KÖYLÜDEN.. ..24-27 HALK SINIFI. 28-29 HALK GERÇEĞİ. ..30-31 GENÇLİK-DLMK, 32-33 Merhaba Bu sayımızda öncelikli işlediğimiz konu Bin Operasyondan Biri Olan Maraş Katliamı. Bilindiği gibi 24 Aralık 1978'de Maraş'ta kontrgerilla devleti tarafından yüzlerce insanımız kadın, erkek, genç, yaşlı çocuk demeden hunharca katledildi. Faşizm çıplak yüzünü gösterdi. Kitlesel katliamlardan biridir Maraş katliamı. Ve bugün halkımızın belleğinde o günkü canlılığını korumaya devam ediyor. Tabii ki devrimcilerin belleğinde de hiç silinmedi silinmeyecek. Maraş katliamı faşizmin gerçekleştirdiği ne ilk katliamdı ne de son oldu. Maraş katliamının sorumlusu Susurluk'taki Devlettir. Katleden devletten hesap sormak için katliamın yıldönümünde binlerle alanlarda olmalı, hesap sormalıyız. Faşizmin yeni Maraşlar yaratmasına izin vermemeliyiz. Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri'ni her alana yayarak saldırıları boşa çıkarabiliriz, Bugün özellikle öğrenci gençliğe yönelen faşist saldırıların yanında Halk Meclislerine yönelik de provokasyon amaçlı saldırılar tırmandırılmaya çalışılıyor. Bu girişimleri boşa çıkarmak, tüm katliamların Maraşların hesabını sormak için saldırıların karşısına direnişle çıkmalı, hiçbir saldın girişimini cevapsız bırakmamalı, örgütlülüklerimizi güçlendirmeliyiz. Sayfalarımızda işlediğimiz konulardan bir diğeri ise 15 Aralık'ta Trabzon'da görülen Gazi katliamı davası. Susurluk devleti Halk Meclislerine olan tahammülsüzlüğünü sürdürüyor. Her koşul altında Gazi davasına sahip çıkan, katillerin aklanmasına izin vermeyen hesap soran Halk Meclisleri üyelerine mahkeme bitiminde halk düşmanı işkenceci polisler azgınca saldırdı. Bu saldırıya direnerek karşılık veren Halk Meclisi üyelerinden üçü ağır olmak üzere on kişi yaralanırken, sayılan yirmiyi aşkın insan gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar daha sonra serbest bırakılırken, Nurtepe-Güzeltepe Halk Meclisi Girişimcisi Hakan Özek serbest bırakılmadı. Bu saldırılarına rağmen amaçlarına ulaşamayan halk düşmanları Çatlıların beslemeleri sivil faşistleri devreye soktu. Gerçek yüzlerini açığa çıkaran iğrenç sloganlar atarak halkı tahrik etmeye çalışan sivil faşistler Halk Meclisi üyelerini taşıyan otobüsleri taş-sopa yağmuruna tutarak camlan kırdı. Ancak bu provokasyon girişimi de boşa çıkarıldı. Baştan beri söylediğimiz gibi Gazi davası halkın davasıdır. Hiçbir saldırı Halk Meclislerinin davalarını sahiplenmelerini engellemedi engelleyemeyecek. Faşist devlet bir yandan Halk Meclislerinin sağlamış olduğu meşruluğu zedelemeye çalışıyor, Halk Meclislerine olan tahammülsüzlüğünü ve kinini de gösteriyor, bir yandan da davanın sahiplenilmesini engelleyerek katilleri aklama hesaplan yapıyor. Ancak bu saldırılar aksine Halk Meclislerinin kontrgerilla devletine ohm öfkesini artırıyor. Bundan üç ay önce Trabzon'da görülen Gazi davasının ilk duruşmasına katılım için oluşturulan Gazi Davası Komitesi'nin Sözcüsü aynı zamanda Halk Meclisi Üyesi Mehmet Akdemir keyfi bir şekilde gözaltına alınarak tutuklanmıştı. Halk Meclisi Üyesi Mehmet Akdemir 12 Aralık'ta l No'lu DGM'de görülen duruşmada tahliye olarak üç ay sonra tekrar aramıza döndü. Mehmet Akdemir Halk Meclisi Üyesi olduğu için tutuklanmıştı. Halk Meclisleri'nin meşruluğunu zedelemeye yönelik bu keyfi saldırı da boşa çıktı. "Halk Meclisleri Meşruluğunu DGM'de de Kanıtladı" ve Akdemir serbest bırakıldı. Akdemir üç ay sonra aramıza dönmenin mutluluğunu sayfalarımızda bizlerle paylaştı. Bir yandan eli kanlı çete üyelerini yeni katliamlar yapmak üzere sokağa salan kontrgerilla devleti diğer yandan da Halk Meclisi üyelerine yönelik gözaltı, tutuklama vb. saldırıları sürdürüyor. Davasını sahiplenen, şehitlerini sahiplenen, adalet isteyen halkın üzerine faşist beslemelerini salıyorlar. Halk Meclisleri tüm bu saldırıları mücadelesiyle boşa çıkarıyor, boşa çıkaracak. Hiçbir güç halkın adaletinin uygulanmasını engelleyemez. Katilleri Halk yargılayacak, Halkın Adaleti Hesap Soracak.* ÖZGÜR TUTSAK............................................34 İNSAN HAKLARI-CEZAEVLERİ HÜCRE TİPİ UYGULAMASI 35 36-37 İŞÇİ HABER-YORUM. 38 BU TARİH BİZİM. 39 YURTDIŞI.. ..40-41 ORTADOĞU-BALKANLARKAFKASYA KÜLTÜR SANAT-ÖYKÜ.. GÖRÜNEN KÖY.. 42-43 ,44-45 ..46 FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 3 MARAŞ 20 Aralık 1997 Maraş'ın Hesabı Sorulacak KURTULUŞ BUGÜN GENÇLİĞE, HALKA SALDIRANLAR, DÜN MARAŞ'TA HALKI KATLEDENLERDİR MARAŞ KATLİAMININ HESABINI SORMAK SUSURLUKTAKİ DEVLETE KARŞI MÜCADELE ETMEKTİR MARAŞ KATLİAMININ HESABINI SORMAK EAŞİST SALDIRILARA CEVAP VERMEKTİR H alfan mücadelesini, öğrenci gençliğin mücadelesini baskı, yasak, işkence ve katliamlarıyla engelleyemeyen kontrgerilla devleti eski yöntemlerini tekrar devreye sokuyor. Faşistler demir çubuk, bıçak ve satırlarıyla, baltayla, silahla saldırıyorlar. Adeta '70'li yılların ortalarından itibaren öğrenci gençliğe karşı başlatılan saldırıların bir tekrarı yaşanıyor. O satırlar, o baltalar, Maraş'ta kullandıkları satırlar ve baltalardır. Saldırıların amacı halkı, öğrenci gençliği teslim almak, faşizme boyun eğdirmektir. Saldırıların 1978'de Maraş'ta olduğu gibi bir katliama dönüşmesini engellemek, katliamlar yaşanmadan örgütlenmekten ve saldırılara karşı güçlü cevaplar KAN RENGİNDE BİR GÜL Aralık ayının kan dolu, ateş dolu bugününde İsmail'in de payına düşen onlarcası gibi kalleş bir ölüm oldu. Maraş kan renginde bir ölüm oldu. Maraş kan renginde bir gülün solgunluğuyla devrildi. Ve o günden bugüne damla damla verdi al rengini kara toprağa. ışın soğuk günleri çökmüştü Maraş'ın üzerine. Her taraf ayaza kesmişti. Maraş'ın meşhur poyrazı yine tüm hırçınlığıyla savururken, Ahır Dağı'nın çıplak doruklarını kar kaplamıştı. Maraş sırtını Ahır dağının çam ormanlarına yaslamış, aşağılara, pamuk tarlalarına doğru yayılmıştı. Ahır dağı her zamanki gibi yorgun gözlerle seyrediyordu eteklerinden ovaya doğru akan kenti. Yörükselim, Mağralı ve Serintepe mahalleleri, Ahır dağının eteklerini K kardeşçe paylaşırcasına yanyana dizilmişlerdi. Bu mahallelerde daha çok Aleviler oturuyordu. Aleviler Yörükselim'e yerleşeli yıllar olmuştu. Serintepe'ye ise son birkaç yıldır yerleşmeye başlamışlardı. Mağralı ve Serintepe'de Aleviler ve Sünniler iç içe yaşıyorlardı. Tıpkı Maraş'ın öteki ucundaki Namık Kemal ve Karamaraş Mahalleleri'nde olduğu gibi. Halkın çoğu Afşin'den, Elbistan'dan, Göksun'dan göçüp gelmişti buralara. Erzincan'dan da gelenler vardı. Hepsinin ortak yanı zulüm ve yoksulluktan başka paylarına düşen birşeyin olmayışıydı. O yüzden hep zulmün karşısında dik olmayı, yaşadıkları onca acıya rağmen yıkılmamayı öğrendiler. Zaten zalimlerin korkusunu büyüten de buydu. Adeta yakında Maraş'ı kavuracak cehennem ateşine inat, Aralık ayının en soğuk günleri yaşanıyordu. Ve günlerdir kentin üzerinde zulmün karanlık, kanlı elleri dolanıyordu. Ölüm çapran ifa çizgi olup kalleşçe damgalıyordu kapıları. Gün ölüme, gün ateşe, gün sessizce yankılanan bir çığlığa dönüyordu... Endüstri Meslek Lisesi'nin çıkışı her zamanki gibi kalabalıktı. Mustafa Hoca da okuldan çıkıp eve gitmeye hazırlanırken, Hacı Hoca'yla karşılaştı. Birlikte yürümeye başladılar. Lise Yörükselim Mahallesi'nin alt tarafında, Mağralı Çarşısı'ndaydı, Mustafa Hoca Yörükselim'de oturmazdı. Ama sürekli mahalleye gelip giderdi. O yüzden herkes onu tanır, severdi. Hele çocuklar... Onların dünyasında verebilmekten geçiyor. SUSURLUK DEVLETİ'NİN "BİNLERCE OPERASYON"UNDAN BİRİ Kontrgerilla devletinin bin operasyonundan biri Aralık 1978'de Maraş'ta yaşama geçmek üzeredir. Katliama uzanacak kontrgerilla planı adım adım uygulanacaktır. Soy ismini değiştirerek bugün BBP milletvekili olarak TBMM koltuğunda oturan Ökkeş Şendiller 1978 Aralık'ında henüz Ökkeş Kenger'dir. Maraş ÜGD'de çaycılık yapan Ökkeş Kenger katliam planının başrol oyuncularından biridir. ÜGD Maraş şubesi Başkanı Mehmet Leblebici ile ikinci başkan Mustafa Kanlıdere Sünnilere, Alevilere karşı kışkırtacak planı bu temiz yüzlü, şen kahkahalı, uzun boylu insanın yeri çok farklıydı. Gördüklerinde hemen oyunlarım bırakır, etrafını sararlardı. Mustafa Hoca da onlarla her karşılaştığında mutlaka şakalaşır, konuşurdu. Her zamanki gibi aynı soruyu sormadan da duramazdı: "Büyüyünce ne olacaksın?" Çocukların tüm afacanlıklarıyla atlayıp "Devrimci olacağım" deyişi onu çok mutlu ederdi. Mustafa Hoca'yla, Hacı Hoca Meslek Lisesi'nin arkasındaki sokağa dönüp yürümeye devam ettiler. Nereden bilebilirlerdi ki attıkları her adımın ölümün koynuna doğru gittiğini. Aralarında sohbete başlamışlardı. Son günlerde yaşanan gelişmeleri değerlendiriyorlardı. 19 Aralık günü faşistler Çiçek Sineması'nı bombalamış; bu provokasyonun hemen arkasından da sokağa dökülmüşlerdi. Ertesi gün de mahalledeki Atan Kıraathanesi yine faşistler tarafından bombalanmıştı. Mustafa Hoca her zamanki ikna edici tavrıyla YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ MARAŞ Maraş katliamı sivilfaşist çetelerin, kontrgerillanın doğrudan organize edip, planlı bir vahşete dönüştürdüğü bir dönüm noktası oldu. Oligarşi Maraş katliamı ile yeni bir sayfa daha açıyor; devrimci-demokrat halk potansiyelini sindirme, pasifize etme yöntemlerini yaşama geçiriyordu. Susurluk devleti Alevi-Sünni gibi mezhep, Türk-Kürt gibi milliyet temelinde provokasyon ve çatışma ortamları yaratarak kendi tarafına geniş bir Kitle tabanı çekme hayalindeydi. Ancak, katliamın ardından İstanbul başta olmak üzere binlerce insanla yükselen protesto amaçlı forumlar, işgaller, iş bırakmalar, boykotlar, yürüyüş ve gösterilerle Susurluk devletinin oyunu bozuldu. konuşmasını sürdürüyordu. Yürümeye devam ederlerken bir anda sokakta arka arka patlayan silah sesleri yankılandı. "Allahsız komünistlere ölüm" seslen yükseldi. Mustafa Hoca ile Hacı Hoca peş peşe yüzükoyun yığıldılar yere. Bitmeyen bir sohbetin, bitmeyen bir dostluğun en sıcak anında düştüler art arda. Ölüm onları kanlı kalleş bir pusuda bulmuştu. Takvimler 21 Aralık'ı gösteriyordu... Mustafa Hoca ile Hacı Hoca'nın vurulduğu haberi Yörükselim'e tez ulaştı. Mahalle alabildiğine hareketlendi, bir koşuşturmacadır başladı. Herkesin yüzünde derin bir acı ve öfke okunmaya başlamıştı. Kadınlar biraraya toplanmış ağlıyorlardı. Bir daha yolunu gözleyemeyecek olan çocuklar, korkulu, ağlayan gözlerle düşündüler "Mustafa abi'lerinin gülümseyen yüzünü. İşten yorgun argın eve dönen İsmail iki hocanın da vurulduğunu eşinden duydu. Uzun boylu, geniş omuzlu, bıyıkları ağzına dolmuş bu 20 Aralık 1997 katledilir. 22 Aralık'ta iki öğretmenin cenaze törenine katılan kitleye faşistler saldırır. Faşistlerin taşlı, sopalı örgütlü bu saldırısı karşısında kitle dağılır. Bu saldırılarda faşistler üç kişiyi daha katleder. Faşistlere karşı örgütlü bir direniş olmaması faşist kesimlerin pervasızlığını doruğa tırmandırır. 22 Aralık akşamı sivil faşistler Sünni halkın oturduğu mahallelerde propagandaya başlar. Solcu Alevilerin silahlandığı ve Sünnilere saldıracağı yalanı ile halka silah dağıtırlar. 23-24 Aralık günleri vahşetin önü alınmayacak boyutlara ulaşmıştır ÖRGÜTLÜ OLMADAN, MÜCADELE ETMEDEN KATLİAMLAR ENGELLENEMEZ Ökkeş Kengere aktarırlar Sovyet aleyhtarı "Güneş Ne Zaman Doğacak" isimli bir fimin gösterildiği bir sinema salonuna dinamit atılacak, bunu solcuların yaptığı görüntüsü verilecek, böylece aldatılan Sünni halkı Alevilere, solculara saldırtmak için ilk adım atılmış olacaktı. Çiçek Sineması'na atar. Patlama sonrası sinemadan dışarıya çıkan 150-200 kişilik bir grup sinema önünde toplanarak "Milliyetçi Türkiye, Müslüman Türkiye, Komünistler Moskova'ya" sloganları ile CHP'ye saldırırlar. 19 Aralık 1978 günü Ökkeş Kenger daha sonraki Ekspertiz raporlarından da anlaşılacağı üzere yaralamaya dahi yol açacak türden olmayan dinamiti filmin oynadığı Saldırı ve kışkırtmalar ertesi günlerde de sürer. 20 Aralık'ta Alevilerin işlettiği Akın Kıraathanesi bombalanır. 21 Aralık'ta Endüstri Meslek Lisesi öğretmenlerinden TÖBDER-'li Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu sokakta kurşunlanarak adamın kocaman elleri öfkeden titremeye başlamıştı. Yıllardır pençesine düştüğü yoksulluktu, ölümdü, kandı. Ve her gün, zulüm kanlı yüzüyle birilerini daha koparıyordu aralarından. İsmail hamallık yapıyordu. Üç tane çocuğu vardı. Her gün sabahtan akşama değin çalışır, yine de geçimini zar zor sağlardı. Çocukluğu, gençliği hep yoksullukla geçmişti. Tıpkı yoksul yaşayıp, yoksul ölen babası gibi. Gecenin ilerleyen saatlerinde mahallenin tüm erkekleri bir evde toplanmaya başladılar. Herkesin yüzündeki acı, öfke birbirine karışmıştı. Daha düne kadar içinde Mustafa Hoca'nın da bulunduğu birçok toplantıları olmuştu. Şimdi ise Mustafa Hoca yoktu ve bu kez de onun için toplanmışlardı. Faşistler "Güneş Ne Zaman Doğacak" isimli faşist filmin gösterildiği Çiçek Sineması'nı bombaladıktan sonra "Aleviler, komünistler sinemayı bombaladı" diyerek, gerici-faşist kesimi kışkırtmışlardı. Daha önce de buna benzer provokasyonlar olmuş, "Komünistler camiyi bombaladılar" diyerek Sünni kesim galeyana getirilmeye çalışılmıştı... Toplantıda bunlar konuşulurken aynı zamanda neler yapılacağı da kararlaştırılıyordu. Köşede sessiz ve düşünceli bir şekilde oturan İsmail konuşmaları dikkatlice dinliyordu. Toplantı bittiğinde ertesi gün cenaze için neler yapılacağı da kararlaştırılmıştı. Toplantıyı yönetenlerden biri cenaze için gerekli açıklamayı yaptı. - Tüm mahalle toplu olarak cenazeye katılacağız. Sadece çocuklar cenazeye götürülmeyecek, onun dışında herkes katılacak. Dükkanlar da açılmayacak. Ertesi gün bütün mahallelerden binlerce insan Mustafa Hoca'nın cenazesi için Ulucami'ye aktı. Cenazenin kalkacağını duyan faşistler de aynı şekilde toplanmışlardı. Camilerden vaazlar yükselmişti, "Bir Alevi vuran cennete gider" diye. Kontrgerilla Maraş katliamından sonra aynı provokasyon ve katliamı Çorum'da da denemiş ama başarılı olamamıştır. Çorum halkı çok daha örgütlüdür. Provokasyon ve saldırılar başladığında devrimcilerle birlikte barikatlarını kurar. Kendilerini koruyacak, güvenecekleri başka kimse yoktur. Barikatların arkasında günlerce direnirler ve faşist katillerin barikatları aşmalarına izin vermezler. Bu kez kontrgerillanın katliam girişimi başarıya ulaşamaz. Ancak ilk kez kitlesel bir katliamı yaşayacak olan Maraş'ın yoksul halkı faşistlerin saldırılarına ve katliama karşı hazırlıksız yakalanır. 19 Aralık'ta faşistlerin Çiçek sinemasına bomba atarak başlattıkları provokasyon ve saldırılar 23 ve 24 Aralık'ta faşistlerin mahallelere girmesiyle vahşete dönüşür. Halk Cenaze için toplanan halka polislerin, askerlerin gözetiminde binlerce eli kanlı faşist saldırmaya başladı. Bir anda taş, sopa, kurşun yağmaya başladı halkın üzerine. Trabzon Caddesi'nin üzerindeki işaretleri dükkanlar da yağmalanıyor, yakılıp yıkılıyordu. Kurşunlar yağmur gibi halkın üzerine yağıyordu. Cadde tam bir savaş alanına dönmüştü. Akşam olduğunda üç kişi daha kadedilmiş, birçok insan da yaralanmıştı. ismail bu cehennem ateşinden akşam eve geldiğinde korkulu gözlerle bekleyen çocuklar hemen babalarına sarıldılar. Evde sessiz, kaygılı bir bekleyiş hakimdi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Arka arkaya yakılan yeni dükkanların haberi geliyordu. Bu gerginlik içerisinde ertesi güne gelindiğinde artık Maraş dört bir yandan yanmaya başlamıştı. Serintepe sırtlarından dumanlar yükseliyordu. Serintepe'nin etrafını satırlı, silahlı, şalvarlı, sakallı insanlar sarmıştı ve önceden işaret koydukları evlerde FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ HALK İÇİN KURTULUŞ 6 MARAŞ gibi milliyet temelinde provokasyon ve çatışma ortamları yaratarak kendi tarafına geniş bir kitle tabanı çekme hayalindeydi. Ancak, katliamın ardından istanbul başta olmak üzere binlerce insanla yükselen protesto amaçlı forumlar, işgaller, iş bırakmalar, boykotlar, yürüyüş ve gösterilerle Susurluk devletinin oyunu bozuldu. Maraş katliamının ardından iktidarda bulunan demokrat maskeli CHP hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etti. Bu sıkıyönetim devrimci hareketlere ve halka karşı ilan edilmişti. Meclis, sıkıyönetimi kabul ettiğinde "Bana ülkücüler adam öldürüyor dedirtemezsiniz" demeçleri veren Demirel ve faşist Türkeş kucaklaşıyor, halka karşı açılan bu savaşı kutluyorlardı. Sıkıyönetimle birlikte sivil-faşistlerin yerini resmi faşistler almış oluyordu. Maraş katliamı ve ardından ilan edilen sıkıyönetim halkı sindirmeye, devrimcileri teslim almaya yetmedi. Hesapları bozulmuş, halkın mücadelesini başaramamışlardı. SALDIRAN, SALDIRTAN DEVLETTİR 78 Maraş katliamını planlayan, uygulayan kontrgerilladır. Bu hiç bir şüphe duyulmayacak kadar açıktır. Kontrgerilla, MHP, CIA birlikte tezgahlamışlardır. Katliam için aylar öncesinden hazırlıklar başlatılmış katliamda kullanılacak patlayıcılar kontrgerillacı Yüzbaşı Mehmet Ali Çeviker tarafından bölgeye sevk edilmiştir. Daha öncesinden de bilindiği gibi 16 Mart katliamında kullanılan patlayıcılar da Çatlı tarafından Çeviker'den alınarak İstanbul'a getirilmişti. Daha sonra gözaltına alınarak tutuklanan Çeviker'in evinden 16 Mart ve Maraş katliamlarında kullanılan patlayıcılarla birlikte başka askeri mühimmatlar da çıkmıştır. Katliamda CIA ve kontrgerillanın rolünü ortaya koyan başka bir gelişme ise 1979'da 25 Ocak tarihli Hürriyet gazetesinde yer alır. CIA ajanlarının katliamdan önce zaman zaman Maraş, Çorum gibi bölgelere giderek buralarda araştırma yaptığı zaten bilinmektedir. Gazetede yer alan habere ise aynı olayın başka bir boyutu yansımaktadır. Haber şöyle: "Bu konuda edinilen bilgiye göre, Kahramanmaraş olaylarının başlangıcında faaliyetlerini Ortadoğu'da yoğunlaştırmış olan bir yabancı uçak şirketinin Ankara ile Maraş arasında yapılan bir telefon görüşmesinde 'plan kararlaştırıldığı gibi uygulanıyor' denildiği ifade edildi. Maraş ve Ankara arasında yapılan bu telefon görüşmesinden aynı gün toplantı halinde bulunan Bakanlar Kurulu'nun da haberdar edildiği bildiriliyor. Kahramanmaraş'tan aranarak mesaj iletilen uçak şirketinin Ortadoğu'da çeşitli tarihlerde meydana gelen hükümet karışıklıklarına ve darbelere adının karıştığı belirtiliyor. Halen son derece gizli şekilde derinleştirilerek sürdürülen Kahramanmaraş olaylarıyla ilgili soruşturmanın önemli bazı sonuç ve delillere ulaşacağı ifade edildi." Ancak olayın bu boyutları elbette araştırılmayarak üzeri örtülmüştür. Katliamda kontrgerillanın ve CIA'nın rolü gizlenmeye çalışılmıştır. Faşist saldırılar günlerce sürerken, katliamlar gerçekleşirken devletin polisi, ordusu ortada yoktur. Aksine MHP'li polisler faşistlerle birlikte bizzat katliama katılmışlardır. Katliam tamamlanmış, faşistler işlerini bitirmişler ancak ondan sonra askerler olaya müdahale etmişlerdir. Yani o gün yaşananlar da bugünkünden çok farklı değildir. Bugün de faşistler saldırıyor, yaralıyor, polis müdahale etmiyor, seyrediyor. Sonra polis saldırıyor devrimci-demokrat öğrencileri gözaltına alıyor. Yani devletle faşistlerin işbirliği aynen sürüyor. Sürmemesi için de zaten bir neden yok. Maraş katliamını yaptıran devlet bugün de aynı devlet, katliamı gerçekleştiren faşistler de bugün aynı faşistler. Bugün yeni Maraş, 16 Mart vb. katliamların bir daha gerçekleşmeyeceğini, bunların geçmişte kaldığını düşünenler ve faşist saldırılar karşısında seyredenler büyük yanılgı içindedirler. Çok uzağa gitmeyelim daha çok yakında bir Sivas katliamını yaşadık. Kontrgerillanın hazırladığı provokasyon Maraş'takinden çok farklı değildi. Saldıranlar, oteli yakıp 37 kişiyi katledenler Maraş'ta katledenlerden farklı değildi. Bugün faşistleri saldırtanlar da farklı değildir, kontrgerilladır, devlettir. Ve hiç kimsenin şüphesi olmasın ki bugün demir çubuklarla, bıçakla, satırla saldıran faşistler yarın Maraş'ta olduğu gibi yine polisle, kontrgerillayla işbirliği içinde bombalarla, uzun namlulu silahlarla saldırmaktan çekinmeyecektir. İşte Maraş gibi yeni katliamların önünü kesmenin tek yolu örgütlü olmaktan, faşistlerin örgütlenmesine izin vermemekten, faşist odaklan dağıtmaktan, mücadele etmekten geçiyor. Susurluk'taki devlete karşı mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Maraş katliamının hesabını sormanın başka yolu da yoktur. Gerisi altı boş, kağıt üzerinde yazıl ı kalan sloganlardan ibarettir. * 20 Aralık 1997 Bugün yeni Maraş, 16 Mart vb. katliamların bir daha gerçekleşmeyeceğini, bunların geçmişte kaldığını düşünenler ve faşist saldırılar karşısında seyredenler büyük yanılgı içindedirler. Çok uzağa gitmeyelim daha çok yakında bir Sivas katliamını yaşadık. Kontrgerillanın hazırladığı provokasyon Maraş'takinden çok farklı değildi. Saldıranlar, oteli yakıp 37 kişiyi katledenler Maraş'ta katledenlerden farklı değildi. Bugün faşistleri saldırtanlar da farklı değildir, kontrgerilladır, devlettir. Ve hiç kimsenin şüphesi olmasın ki bugün demir çubuklarla, bıçakla, satırla saldıran faşistler yarın Maraş'ta olduğu gibi yine polisle, kontrgerillayla işbirliği içinde bombalarla, uzun namlulu silahlarla saldırmaktan çekinmeyecektir. FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 7 FAŞİZM maktır. Düzeni her şeyiyle mahkum etmektir. Meselesinin aslı esası da budur zaten. Faşizme karşı ortak bir öfkeyi, ortak mücadeleyi, birliktelik ruhunu ifade eden bu sloganı yeniden güncelleştirmeliyiz. Tabii sorun sadece bir sloganın güncelleştirilmesi ya da sadece eylemlerde atılması değildir. Sorun bu sloganın muhtevası temelinde bir tavrı geliştirmektir. Faşist teröre karşı mücadele bugün güncel anlamda öncelik ve önem kazanmıştır. Faşist teröre karşı halk güçlerinin birlikteliğini sağlamak da aynı ölçüde güncel ve önemlidir. Sivil faşist çeteler aracılığıyla uygulanan faşist terör bugün ağırlıklı olarak okullarda karşımıza çıkıyor. Ama faşist terör resmi ya da sivil ya da ortak, tüm alanlarda şu ya da bu boyutta karşımızdadır. Saldırının okullardan sonra en açık gerçekleştirildiği ikinci alan mahallelerdir. Hemen her gece semtlerde polis terörü estirilmekte, beş-on ev basılmaktadır. Bozkurt amblemli on-onbeş kişilik güruhlar kahvelere girip tehditler savurmakta, hemen arkalarından polis buraları basmaktadır. Mücadelenin tüm biçimlerine başvurarak her boyutta bu terörün karşısına dikilmemiz gerektiği açıktır. Okullarda faşist çeteler saldırırken, mahallelerde böyle bir terör estirilirken, kimsenin birlik prosedürleri üzerine tartışmalarla saldırılara karşı direnişi, cevap vermeyi, engellemeye, oyalamaya, zayıflatmaya hakkı yoktur. Sorun açıktır; faşizme karşı omuz omuza mücadele edilip, edilmeyeceği sorunudur. Faşist teröre karşı mücadeleyi yükseltmeli, kitlelere maletmeliyiz. "Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganını güncelleştirmek, bugün karşı karşıya olduğumuz görevin yerine getirilmesine de hizmet edecektir. Karşımızdaki düşmanın adını açıkça koymalıyız. Düşmanın adını açıkça koymak için, bu sloganı daha çok, daha sık kullanmalıyız. Kitlelere, saldıranın üç-beş serseri faşist olmadığını, estirilen terörün bir kaç polis şefinin kafasından çıkmadığını, saldıranın devlet olduğunu, bu devletin faşist olduğunu daha net gösterebilmek, anlatabilmek için düşmanı da, mücadelemizi de daha net tanımlamalıyız. Bu sloganı daha güçlü haykırmalıyız. Daha güçlü haykırmanın yolu bellidir. Daha güçlü haykırmak, faşizme karşı omuz omuza olmakla mümkündür. Faşist terörün karşısına çıkmayanlar, bunun için tüm devrimcilerle birlikte davranmayanlar, halkı faşist terörün karşısında birleştirmeye çalışmayanlar, bırakın devrimci olmayı, demokrat oldukları iddiasında bile bulunamazlar. Faşizme karşı omuz omuza olmak, devrimci olmanın da, demokrat olmanın da ölçüsüdür. * FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA Yüzbinlerin tek bir ağızdan, büyük bir coşkuyla haykırdığı ender sloganlardan biriydi o. Bir türlü "birlik" olamayan, iddialı, yaldızlı programlarda hemfikir olup sonra birkaç sloganda anlaşamayıp o birlikleri dağıtan, tüm uyan, eleştiri ve önerilere rağmen sol içi çatışmaları sürdüren solun, tartışmasız ortak olarak haykırabildiği birkaç slogandan biriydi. Faşizme karşı omuz omuza olmanın coşkusuyla alanlarda, yürüyüşlerde bir top gibi patlardı. Döneme göre çeşidi sloganlar öne çıkıyor, kimileri de geri planda kalıyor ya da kullanılmaz oluyor. Sloganlardaki değişim bir yerde mücadeledeki, kitle hareketindeki, hedeflerdeki değişimlerin de göstergesidir. Bu değişimler bir olumluluğa, bir gelişmeye denk düşebileceği gibi tersi de olabilir kuşkusuz. Yeni bazı sloganlar, devrimci mücadelenin hedeflerini daha net ifade eder, iktidar perspektifini daha iyi yansıtırken, kimi sloganlar ise bir geriye gidişin ifadesi olur, düzen içileşmeye denk düşer. Sloganlar konusunda yaratıcı, üretici olmak gerekir, ama stratejik sloganların, halkın ve mücadelenin yarattığı gelenekleri ifade eden sloganların da asla ihmal edilmemesi gerekir. "Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganı şimdilerde çok fazla duyulmuyor. Oysa başta da belirttiğimiz gibi gerçekte solun köklü, tarihi sloganlarından biridir. Özellikle 80 öncesi süreçte denilebilir ki, bu sloganın atılmadığı hemen tek bir eylem yoktur. Özellikle kendiliğinden, ortak programlanmamış, dolayısıyla ortak sloganların önceden tespit edilmediği eylemlerin adeta tutkalı olan, herkesin kabul ettiği bir slogandır. Sol, o dönem mesela bir "Kahrolsun Faşizm" sloganını bile ortak atamazdı. Halkın Kurtuluşu başta olmak üzere sosyal emperyalizmciler karşılığında hemen "faşist diktatörlük" sloganını önerir, KSD'liler ülkede "Faşizm" olmadığını söyleyip yerine daha belirsiz sloganlar önerir, neticede de pek anlaşma sağlanamazdı. Ama "Faşizme Karşı Omuz Omuza" sloganı tüm bu tartışmaların dışındaydı. Sloganın şimdilerde pek kullanılmaz olmasının pek çok nedeni vardır. Bunlardan biri, solun önemli bir kısmının, faşizme, devlete karşı mücadele perspektifini kaybetmiş, böyle bir mücadeleden vazgeçip düzeniçileşmesidir. Bir başka neden, kitle eylemlerinde daha "yumuşak" sloganların tercih edilir olmasıdır. Bunun kökeninde yatan ise soldaki meşruluk anlayışının çarpıklaşmasıdır. Mücadele biçimleri, eylem biçimleri, ve sloganlar bu çarpık kavrayış nedeniyle yumuşatılmıştır. Mesela bakın ÖDP'lilerin diline; faşizm kelimesini duyamazsınız. Çünkü faşizm demek, "kahrolsun faşizm" sloganını atmak, düzenle açık bir karşıtlık içinde ol- HALK İÇİN KURTULUŞ BİR KAMYON KAZASI DAHA VE ORTAYA DÖKÜLEN YENİ PİSLİKLER Bir yıl kadar önce bir Mercedes kamyona çarptı ve ortaya bir sürü pislik saçıldı. Mercedeste silahlar, sahte kimlikler, kokain, polis, milletvekili, devletin güya yıllardır aradığı faşist bir katil... pislik adına ne ararsınız vardı. Ucu kontrgerillaya, MGK'ya devlete kadar uzandı. Geçenlerde Susurluk'takine çokça benzeyen bir kaza daha oldu. Opel Vectra 2000 GLS marka lüks bir otomobil yine bir kamyona çarptı. 8 Aralık'ta kamyonun altına giren otomobilde ölen bu kez tek kişiydi. Akman Akyürek. Otomobilden çıkanlar ise bir önceki kazada çıkanlarla aynı olmasa da en az onlar kadar sahibinin Susurluk'ta ortaya çıkan pisliğin dışında olmadığını göstermeye yetiyor. Otomobilden 500 milyar liralık çek, ödeme makbuzları, yüzmilyarca liralık dolarlar, marklar, kullandığı iki cep telefonu dışında yedek bir cep telefonu kartı, normal ankesörlü telefon kartı, ses kayıt cihazı, kasetler, ruhsatsız bir tabanca... Bunların sahibinin sıradan biri, normal bir vatandaş olmadığı kesin. Ama bu kadarla sınırlı değil. Akman Akyürek görünürde bir hakim, yani bir devlet memuru ama atandığı görev yerine iki yıldır uğramamış bile. Altındaki arabanın fiyatı 4 buçuk milyar, üzerindeki pardösü 200 milyon lira. Başbakan Mesut Yılmaz'a danışmanlık yapıyor. Susurluk Meclis Araştırma Komisyonu'nda da yer almıştı. Ancak bazı komisyon üyelerinin MiT'le bağlantısı olduğu yönünde görüş bildirmeleri ve rahatsızlıklarını dile getirmeleri üzerine komisyon üyeliğinden istifa etti. Ancak Akyürek'in komisyonlarla ilgisi sadece Susurluk'la ilgili değil. Daha önce de TBMM'de kurulan birçok araştırma komisyonun da yeralmış. Mesela bunlardan biri TBMM "Hayali ihracatı Araştırma Komisyonu". Ancak ilginçtir Akyürek görev yaptığı komisyonların hiçbirinde sonuna kadar kalmamış. "Hayali İhracatı Araştırma Komisyonu" başkanı Mahmut YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ Öztürk iki yıl boyunca çalışan komisyonda Akman Akyürek için "Bir ay çalışıp istifa etti. Bazı devlet görevlileri o zaman beni Akyürek'in incelenen firmalarla ilişkisi olduğu yönünde uyarmıştı. Benim 50 uzmanım vardı. Sadece Akyürek kendisine baskı olduğunu iddia ederek ayrıldı. Durum başlı başına kuşku vericiydi" diyor. Sıradan bir hakimin sahip oldukları ve üzerinden çıkanlara bu ifade ve Akyürek'in komisyonların araştırma sonuna gelip de raporunu hazırlamaya başlayacağı sırada neden hep istifa ettiğine epeyce bir açıklık getiriyor. Hele ki tüm bunlar TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu üyelerinin araştırma sırasında Susurluk'la ilişkisini saptadıkları kimi kişi ya da firmalardan adlarını açıklama tehdidiyle ya da adı geçenlerin adlarının raporda yeralmasını engelleme karşılığında menfaat temin ettikleri haberleriyle birleştirildiğinde komisyonların nasıl işlediğini de ortaya seriyor. Akyürek MİT ajanı mıdır, kontrgerilla çeteleriyle ilişkisi var mıdır orası ayrı bir konu. Ancak şurası bir gerçek ki çeteler öyle tek kontrgerilla çeteleriyle falan sınırlı değil, yolsuzlukları, suçlan araştırmakla görevli komisyonlar bile başka bir çete örneğini sergiliyor. Komisyonlardan bugüne kadar neden hiçbir somut sonuç çıkmadığı böylece çok daha iyi anlaşılıyor. Kontrgerilla çeteleri veya komisyon çeteleri, mafya çeteleri, ihale çeteleri vs. vs. sonuçta hepsinin birbirleriyle bir bağlantısı var. Devletin çeteleri olmayan hiçbir kurumu yok. Her kurumu, parlamentosu da dahil olmak üzeri tam bir çürümüşlüğü yaşıyor, her tarafından pis kokular yükseliyor. Tutulacak tek bir dalı, pisliğe bulaşmamış tek bir yeri kalmamış. Her kamyon-lüks otomobil kazasından sonra devletin yeni pislikleri ortaya çıkıyor. Daha geride binlerce kamyon ve lüks otomobil olduğuna ve kazalarda son bulmayacak gibi gözüktüğüne göre bakalım bundan sonraki kazalardan sonra daha ne pislikler ortaya dökülecek?* HALK İÇİN KURTULUŞ 8 20 Aralık 1997 "AĞAR-BUCAK YARGILANACAK" DA NE OLACAK?! ONLARIN DOKUNULMAZLIKLARINI DEĞİL, DÜZENLERİNİ ORTADAN KALDIRACAĞIZ Çetelerle ilgili şimdiye kadar görülen bütün mahkemelerde gerçek suçlular, Susurluk'taki devlet yargılanmamıştır. Davalar seçilen birkaç figüranla geçiştirilmeye çalışılmış, hiçbir zaman gerçek suçlulara yani karar mercilerine yönelinmemiştir. Ağar da dokunulmazlıkların tartışıldığı gün Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada bir dönemin yargılanmak istendiğini ve o dönemden de kendisinin kurban olarak seçildiğini söylüyor. Evet Ağar da bu pisliğin bir parçasıdır. Devletin kendisine verdiği görevleri layıkıyla yerine getirmiştir. Ancak asıl suçlu Susurluk devletidir. Onun karar organı olan MGK'dır. Mehmet Ağar... Bir kontrgerilla şefi, halka ve devrimcilere karşı yapılan "Binlerce Operasyon"un sorumlularından, işkenceci, halk düşmanı bir katil... Sedat Bucak... Korucubaşı, Kürdistan'daki yüzlerce cinayetin, katliamın sorumlularından, mafyacı, halk düşmanı... Adları Susurluk pisliğiyle özdeşleşen bu iki halk düşmanı "milletvekili"nin dokunulmazlıkları "nihayet" kaldırıldı. Oligarşi evirdi, çevirdi, hesaplar yaptı, dalavereler çevirdi, sonunda Bucak ve Ağar'ın dokunulmazlıklarının kaldırılmasının uygun olacağına karar verdi. Oligarşi dokunulmazlıkları kaldırmadan önce bu iki halk düşmanını kurtarmak, temize çıkarmak için birçok aklama operasyonu gerçekleştirdi, ancak bunlar da başarılı olamayınca yeni bir aklama operasyonu olarak İstanbul DGM'nin hazırladığı ve sadece birkaç suçlamayı kapsayan fezleke doğrultusunda dokunulmazlıklarını kaldırdı. Kontrgerilla şeflerine, korucubaşlarına ihtiyacı süren ve daha da artacak olan oligarşi, kendi iç çelişkileri daha farklı bir sonucu gerektirmediği sürece, kamuoyu gözünde mahkum olmuş, rezil olmuş bu iki halk düşmanını mahkemelerde aklayarak kamuoyu önünde temize çıkarmaya çalışacaktır. Bundan daha normal birşey de olamaz zaten. DGM'ler katil özel timcileri, mafya şeflerini de önce tutuklamış daha sonra ise birer birer serbest bırakmıştı. Ki onlar Ağar ve Bucak"a göre çetenin daha alt düzey elemanlarıdır. Onlar serbest kaldığına göre Ağar ve Bucak'ın yargılanması için hiçbir neden yoktur. Aslında mahkeme sonucu baştan bellidir. Çünkü DGM'ler de Susurluk'taki devletin mahkemeleri değil midir? DGM'ler 1000 operasyonun sorumlularını yargılayabilir mi? Halk düşmanı katilleri yargılayabilir mi? Katliamların, kayıpların, işkencelerin hesabını sorabilir mi? Bu zulüm ve sömürü düzenini yargılayabilir mi? O bu zulüm düzeninin "hukukunu" temsil etmiyor mu zaten? Çetelerle ilgili şimdiye kadar görülen bütün mahkemelerde gerçek suçlular, Susurluk'taki devlet yargılanmamıştır. Davalar seçilen birkaç figüranla geçiştirilmeye çalışılmış, hiçbir zaman gerçek suçlulara yani karar mercilerine yönelinmemiştir. Ağar da dokunulmazlıkların tartışıldığı gün Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada bir dönemin yargılanmak istendiğini ve o dönemden de kendisinin kurban olarak seçildiğini söylüyor. Evet Ağar da bu pisliğin bir parçasıdır. Devletin kendisine verdiği görevleri layıkıyla yerine getirmiştir. Ancak asıl suçlu Susurluk devletidir. Onun karar organı olan MGK'dır. Kararın yürütücüleri olan hükümetler, silahlı kuvvetlerin komuta kademesidir. Asıl yargılanması ve mahkum olması gereken onlardır. Peki DGM'ler bu haldeyken, suçluları birer birer serbest bırakıyor, aklıyorken "Dokunulmazlıklar kaldırılsın, Ağar-Bucak yargılansın" diye tutturan reformistleri, yurttaş girişimlerini anlamak mümkün mü? Durum gayet açık ve gözler önündedir. Sokaktaki insan bile Ağar ve Bucak'ın yargılanmasıyla işlerin hallolmayacağını görebiliyor. Ağar ve Bucak'ın yargılanmayacağını, olsa olsa aklanacağını kestirebiliyor. Ancak reformistler öylesine bir siyasi körlük içindeler ki, sokaktaki insanın bile gördüğünü göremez hale gelmişlerdir. Onlara kalsa, haftalarca meydanları dolduran halk boş bir hedefe yöneltilmiş, dokunulmazlıklar kaldırılsın safsatasıyla oyalanmış olacaktı. Pekala şimdi o çok istedikleri, her gün uğrunda zırıltılarını alıp sokağa çıktıkları, aylarca ondan başka birşey düşünmedikleri dokunulmazlıklar kaldırıldı. Ağar ve Bucak'a DGM tarafından yargılanma yolu gözüktü. "Zafer" onların mı oldu yani? Şimdi ne yapacaklar? Neyle oyalayacaklar halkı? Reformizminki öyle bir "politika" ki, bir atımlık barutu yok. Hükmü oligarşinin ilk manevrasına kadar. Peki şimdi ne olacak? Şimdi de DGM'den adalet mi bekleyecekler, onlara ceza vermesini mi isteyecekler? Onun için mi yürüyüşler düzenleyecekler? Ne yaparlarsa yapsınlar kitleler onların değil, gerçek suçluları, Susurluk'taki devleti yargılayan, hesap soran, doğru hedefe yönelen halkın öz örgütlülüklerinin, Cephe'nin önderliğinde birleşecek, savaşacak, hesap soracaklardır. Katiller, kontrgerilla şefleri DGM'lerde aklanacaklarına sevinmesinler. Bu halk, bu hesabı onlardan er ya da geç soracak!...* DOKUNULMAZLIKLARIN KALDIRILMASININ SEYRİ * 14 Ağustos 1997'de Mehmet Ağar ve Sedat Bucak'ın dokunulmazlıklarının kaldırılması için toplanan TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonunda iktidar milletvekillerinin bilinçli bir şekilde toplantıya katılmamasıyla dokunulmazlıkların kaldırılmaması yönünde bir karar çıktı. Gelen tepkiler üzerine ANASOL-D hükümeti bu komisyonun Ekim ayında tekrar toplanacağını açıkladı. * Ekim ayının üzerinden iki ay geçtikten sonra 4 Aralık'da TBMM Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu tekrar toplandı. Ağar komisyona gönderdiği savunmasında suçlamaları reddederek "şimdilik şu kadarını belirteyim ki, fezlekede iddia edilen suçların hiçbirini işlemiş değilim. Suç sayılacak bir fiilim de mevcut değildir" dedi. Bucak ise savunmasında "devletin yanında yer alıp, gerekli birimlerin talimatıyla görevlendirdikleri şahıslarla birlikte devlet düşmanlarına karşı mücadele etmek suçsa, bu suçu kabul ediyorum" dedi. Daha sonra yapılan oylamada komisyon oy çokluğuyla Ağar ve Bucak'ın dokunulmazlıklarının kaldırılmasına karar verdi. * Komisyon, aldığı bu kararı rapor halinde TBMM başkanlığına verdi. Meclis Genel Kurulu'nda 11 Aralık'ta yapılan oylamada Ağar ve Bucak'ın dokunulmazlıkları kaldırıldı. Ancak Ağar ve Bucak sadece DGM'nin hazırladığı fezlekeler doğrultusunda yargılanacaklar. Yani "cürüm işlemek için silahlı teşekkül kurmak, Çatlı'nın gizlenmesine yardım etmek, yetkisi olmadığı halde Çatlı'ya silah taşıma belgesi vererek görevi suiistimal ve Susurluk kazasında ortaya çıkan ruhsatsız silahları bulundurmak"tan. Yani Ağar'ın Bucak'ın yargılanması, ne "Bin Operasyon"un yargılanması, ne de kontrgerilla politikalarının sorgulanması anlamına gelmiyor, gelmeyecek.* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 9 HALK MECLİSLERİ 20 Aralık 1997 Meclislerin Sahiplenmesini 15 Aralık '97 Pazartesi günü Gazi Davasının dördüncü duruşması yapıldı. İlk duruşmalardan bu yana, Halk Meclisleri, Gazi Davasını sadece Gazi halkının değil tüm ezilen emekçi halkın davası bilinciyle sahiplendi. Özellikle duruşmalara çok az bir zaman kala kontrgerilla devletinin davayı sahiplenmeyi engellemek için uygulayageldiği politika bu dava öncesinde gerçekleşti. Özellikle Halk Meclisi çalışmalarının olduğu emekçi semtlerde yoğunlaştırdığı baskı, Susurluk Devletinin Halkın örgütlü gücünden ne kadar korktuğunun bir ifadesiydi. Ne pahasına olursa olsun, ne gözaltılar, ne baskılar, ne de infazlar bizim davamızı sahiplenmemizi engelleyemecekti. Saldırılarıyla amacına ulaşamayan eli kanlı katiller Gazi, Okmeydanı, Gültepe, K. Armutlu gibi semtlerde sokak aralarında terör estirip, kendilerince şüpheli gördükleri herkesi gözaltına alıyordu. Amaç belliydi. Halk olarak estirilen teröre yabancı değildik. Hele de Gazi Davasına çok az bir zaman kala bunu yapmaları, düşmana inat Halk Meclislerinin tüm kitleselliğiyle davaya katılım sağlandı. Halk Meclisi öncülüğünde Gazi Şehit Aileleri ve Gazi Cemevi'nin İçinde Yer Aldığı Bir Komiteyle Çalışmalara Başlandı Yoğun baskılar içerisinde '95'te Gazi ve Ümraniye'de katledilen 22 devrimci-demokrat evlatlarının, hesabını sormak, davanın istanbul'a alınması ve adalet için Trabzon'a gidildi. Haftalar öncesinde başlatılan çalışmalar Halk Meclisi öncülüğün- Komüncülerimiz kendi bulundukları mahallelerde bakkalları, manavları, evleri dolaşarak, davaya katılmayanlarda bir şekilde davaya sahiplenmelerini sağlamış ve topladıkları erzakları Kavacık Köprüsü'nde birleştirerek belirlenmiş olan Komün arabasına düzenli olarak yerleştirilmiştir. Tüm küçük şeyleri dahi hesaba koyarak titiz çalışmalarda bulunan Halk Meclisleri yolculuk boyunca ve davayı sahiplenmesiyle dostu, düşmanı şaşırtan bir çalışmayı sergilemiştir. Saat 14.00'te Kavacık Köprüsü'nde Trabzon'a gidecek olan otobüsler birleşmiş Halk Meclisleri pankartları arabaların önüne asılarak hareket edilmiştir. Yol boyunca, otobüslerde söylenen marşlar, geçilen güzergahlarda halka yapılan zafer işaretleri ve mola yerlerinde davul zurna eşliğinde çekilen halaylarla coşkumuz artmış ve coşkumuz istanbul'a dönünceye kadar sürmüştür. Haklı olan bizdik, meşru olan bizdik. de Gazi Şehit Aileleri ve Gazi Cemevinin içinde yeraldığı bir komite. Tüm DKÖ'lere gidilmiş. Diğer semtlerdeki Halk Meclislerine çağrıda bulunulmuş ve tam kamuoyuna duyurdu aynı zamanda katılımı sağlanmaya çalışılmıştır. Gazi'de Halk Meclisi tarafından evler tek tek dolaşılmış arabalar tu- "Halk Meclisleri Meşrudur" Saat 11.30'da Gazi Cemevi önünde toplanmaya başlayan, kitle saat 13.00'te Trabzon'a gitmek üzere otobüsler hareket etti, hareket etmeden önce Gazi Halk Meclisi sözcüsü Halil Telek'in basına yaptığı açıklamayla Gazi davasının sadece Gazi Halkının değil Türkiye halklarının davası ol- tulmuş ve Komitenin aldığı kararlar tüm kamuoyuna bildirilmiştir. Diğer semtlerde ise Okmeydanı Halk Meclisi, Nurtepe, Güzeltepe, Çağlayan, Bağcılar, Esenler, Gülsuyu, l Mayıs Halk Meclisi Girişimcileri ve diğer mahallelerde davayı sahiplenmiş 22 evladımızı katleden, onurumuzu, namusumuzu, değerlerimizi ayaklar altına almaya çalışanlardan hesap sorma bilinciyle hareket etmiş ve bunu tüm Trabzon davası boyunca sürdürmüştür. düğü, Halk Meclisleri olarak davanın sahiplenmesinin bir onur meselesi olduğunu ve hiçbir saldırının Halk Meclislerini yıldıramayacağını söyleyerek, Halk Meclislerinin meşruluğunu, kararlılığını dile getirmişti. Aynı saatlerde Anadolu ve Avrupa yakasındaki tüm Halk Meclisleri üyeleri ise geleneksel olarak her hafta Pazar günü Bakırköy özgürlük Meydanı'nda yaptığımız eylem yine gerçekleştirilmiş ve Özgürlük Meydanı'nda kazandığımız mevzi boş bırakılma- KURTULUŞ mıştı. Katilleri yargılayacağımız, adaleti ancak halkın sağlayacağını, özlemini duyduğumuz iktidar için tüm meşruluğumuzla mücadelemizi sürdüreceğimizi ve Gazi Katillerinin halka hesap vereceğini tüm coşkumuzla yine haykırmıştık Özgürlük Meydanı'nda. Komiteler Oluşturulmuştu Yolculuğumuz boyunca herhangi bir sorunun çıkmasını engellemek için Halk Meclisi'nin disiplinine uygun ilkeli çalışmaları ve herhangi bir sorunun çıkmasına mahal verilmemesi için çeşitli komiteler oluşturulmuştu. Komüncülerimiz her otobüsten sorumlu arkadaşların oluşturduğu komite ve aynı zamanda otobüsler arası iletişimi sağlamak üzere otobüsten sorumlu arkadaşların elinde bulunduğu telefonlarla iletişim sağlanmış, hiçbir şey kendiliğindenciliğe bırakılmamıştı. Komüncülerimiz kendi bulundukları mahallelerde bakkalları, manavları, evleri dolaşarak, davaya katılmayanlarda bir şekilde davaya sahiplenmelerini sağlamış ve topladıkları erzakları Kavacık Köprüsü'nde birleştirerek belirlenmiş olan Komün arabasına düzenli olarak yerleştirilmiştir. Tüm küçük şeyleri dahi hesaba koyarak titiz çalışmalarda bulunan Halk Meclisleri yolculuk boyunca ve davayı sahiplenmesiyle dostu, düşmanı şaşırtan bir çalışmayı sergilemiştir. Saat 14.00'te Kavacık Köprüsü'nde Trabzon'a gidecek olan otobüsler birleşmiş Halk Meclisleri pankartları arabaların önüne asılarak hareket edilmiştir. Yol boyunca, otobüslerde söylenen marşlar, geçilen güzergahlarda halka yapılan zafer işaretleri ve mola yerlerinde davul zurna eşliğinde çekilen halaylarla coşkumuz artmış ve coşkumuz İstanbul'a dönünceye kadar sürmüştür. Haklı olan bizdik, meşru olan bizdik. Havanın yağmurlu ve soğuk olmasına rağmen nasıl bir dakika karartma eylemlerinde Halk Meclislerinin pankartı arkasında yağmur çamur demeden, terliğiyle, sokaklara sığmadıysa inadına, inadına, gecekondularının başına yıkanlardan zam zulüm cenderesi altında ezenlerden, kaybeden katledenlerden, bir lokma ekmeğine dahi göz koyanlardan hesap sorduysa aynı kararlılığı, Trabzon'a Gazi'de şehit düşen evlatlarını sahiplenmekte de göstermişti, işte bu güçtür. Bizi güçlü kılan halkın örgütlü gücü olan Halk Meclisleri idi. Trabzon'a Girişte Otobüslerimizin Önü Kesilmişti Diğer duruşmaların aksine Trabzon girişine kadar herhangi bir sorun çıkmamıştı, en ufak bir engelleme dahi olmamıştı. Ama bunun pek hayra alamet olmadığını biliyorduk. Çünkü düşmanı tanıyorduk. Dediğimiz de çıkmıştı zaten. Trabzon'a girişte, otobüslerimizin önü kesilmiş yolun sol tarafındaki boş araziye çekilmiş özel timinden JİTEM'ine kadar tüm ordusuyla yığıl- YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ HALK İÇİN 10 20 Aralık 1997 HALK MECLİSLERİ misti. Trabzon Emniyeti davaya katılanların kimlik dokümanını almak istemeleri üzerine, komitenin ve avukatlarının bunun yasadışı bir uygulama olduğu, bizi şüpheli duruma düşürmenin bir şekliyle bizi aşağılanmanın yapıldığını ve buna izin vermeyeceğimizi söyleyerek sert tartışmalara girildi. Yaşlı insanları tartaklayarak ve zorla otobüslere girmek istemeleri ancak buna karşı hiçbir şekilde geri taviz verilmemesi onların geri adım atmasına neden olmuştu. Kimlik dökümü yapmanın altında farklı sebepler yatıyordu. Tam bir provokasyondu, Halk Meclisi meşruluğunu muğlaklaştırmak ve aranızda teröristler olabilir imajını vermekti, buna izin veremezdik. Bu keyfi uygulamasından vazgeçmek zorunda kalan eli kanlı kontracılar otobüslerin önünde asılı olan Halk Meclisi pankartlarına el koyarak kendilerini ancak o şekilde tatmin etmişlerdi, zavallıydılar, korkaktılar, acizdiler. Ve bir o kadar da saldırgan. Adliyenin önüne varıncaya kadar konvoylarla getirilmiş ve Trabzon'da olağanüstü önlemler almışlardı. Kime karşı, niye? Kendilerince bizim güvenliğimiz içindi. Biz biliyoruz ki, sivil faşistleri bilinçli olarak bize saldırtan, bu uygulamalarıyla bizleri Trabzon halkına karşı sanki suçluymuşuz imajını vermekti. Çok basitçe açıklamalar. "Sizi tanıyoruz" demişti. Nuri amca "70 yaşımdan sonra Keleşi alıp dağa çıkartacaksınız beni, siz laftan anlamıyorsunuz. Davalarımızı sürgün eden sahiplenmek için geldiğimizde de tüm engellemeleri yapanlarsınız, insanların başka çaresi kalmadı. Vallahi dağa çıkaracaklar beni bu yaştan sonra" diyerek öfkesini ve kinini bu şekilde ifade etmişti. Adliyenin Önünde de Provokatif Saldırıları Devam Etti Adliyenin önüne geldiğimizde otobüsleri durdurmuş ve Adliye binasına gitmek için kapılan açtığımızda kapının önüne dolaşarak tek tek inmemizi ve kimliklerimizi istediler. Aranarak adliye binasına girdiğimizde bina önüne gelirken tek tek aranması davaya katılmamızı engellemekti. Hiçbir duruşmada böylesi bir keyfiyetliği göstermemiş, itiş ve kakışmalarla Trabzon girişinde alamadığı kimlik dökümlerini bina önünde davaya bırakmakla tehdit etmiş ve dökümleri almaya çalışmıştır. Bina önünde atılan sloganlarla da çeteler, halk meclislerinden yaklaşık 25 kişinin katılımına izin vermiş, diğer taraftan mahkum edilmiş kitleyi ise so- ğuk havaya rağmen binanın içine almamıştır. Bu bir işkenceydi. Tuvaletlere gidiş gelişlerde gerginlik yaşanmış, halay çekmek isteyen arkadaşlarımız tehdit edilmiş ve saldıracaklarını söylemişlerdi. Dokuz saat süren duruşma süresince dışardaki kitleye saldın zeminleri yaratılmaya çalışılmış, tahriklerde bulunulmuş, gözaltılar yaşanmıştı. Sahiplenme karşısında gözaltıları serbest bırakmaya çalışan çeteler, diğer taraftan da sivil faşistleri bize karşı saldırtmaya, açık açıkta örgütlenmesini yapanlarda yine onlardı. Gazi Halk Meclisi, Gazi Şehit Aileleri ve Gazi Cemevi imzalı pankartlarımızı Açmamıza Tahammül Edemediler Duruşma sonunda akşam saat 19.30'da avukatın mahkemenin geli- Tarih 12 Aralık 1997 Yer İstanbul DGM: Gazi Halk Meclisi Üyesi Mehmet Akdemir Yargılanıyor(!), DGM Hakimi Sezgin Engin'in babası Mahmut Engin'i tanık yerine alıyor, Mahmut Engin'den önce davranıyor ve soruyor: Siz Şehit Ailesi'siniz değil mi? ve tutanaklara öylece geçiriyor. Arkasından Gazi Halk Meclisi Sözcüsü Halil Telek'i salona alıyor. Daha ağzım açmadan "siz de mi Halk Meclisi üyesisiniz" diyor ve tutanaklara kendisi cevaplayıp geçiriyor. Tarih 14 Aralık 1997 Yer Gazi Mahallesi iki gün sonra; Trabzon yolculuğu için hazırlık yapılıyor değişik sol çevreler de orada, birileri koşturup avazı çıktığı kadar bağırıyor "yetişin otobüslere Halk Meclisi pankartı asıyorlar" Tarih 17 Kasım 1997 Yer Trabzon Adliyesi (Geçmişi Hatırlayalım) Polislerin avukatı İlhami Yelekçi savunma yapıyor, "Efendim işi iyice azıttılar, şimdi de meclis kurmuşlar". Birilerinin avazı çıktığı kadar niçin bağırdığı anlaşılıyor.* OKU İBRET AL YORUMU SİZE AİT sunini kitleye açıklamasını yaparken aynı zamanda Gazi Komitesinin almış olduğu ve taleplerinin yer aldığı pankart açılmış ve "Bin Operasyondan Biri Gazi Katliamı, Katillerini İstiyoruz" yazılı önlükler, meclis üyeleri tarafından giyilmiş ve "Gazi Halkı Değil Katiller Yargılansın", 'Adalet İstiyoruz", "Gazi Davası İstanbul'a alınsın taleplerinin yeraldığı Gazi Halk Meclisi, Gazi Şehit Aileleri ve Gazi Cemevi imzalı pankartın açılmasıyla, kana susamış katiller joplarıyla, tekme tokat tüm pervasızlığıyla, yaşlı genç demeden onlarca polisiyle saldırmaya başladı. Pankartı elimizden almaya çalışanlara "Gazi'nin Katili Susurluk Devleti", "Halkız Haklıyız Kazanacağız", "İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek" sloganlarıyla pankartımız düşmana verilmedi. Tüm gücüyle kafa göz demeden rastgele vuranlar püskürtülmüş ve dövülmüştü. Biraz geri çekilen polis tekrar saldırarak arkadaşlarımızı gözaltına almış, üçü ağır 12 kişi yaralanmıştı. Kolkola girerek otobüslerde gözaltına alınan arkadaşlarımız şerbeti bırakılmayıncaya kadar Trabzon'u terketmeyeceğimizi söyleyerek yaralı aıkadaşlarımızı kendi imkanlarımızla tedavi edip, gözaltına alınanları tespit edip Susurluk devletini teşhir ederek arkadaşlarımızın derhal bırakılmasını söyledik. Tekrar kimlik kontrolü için gelmeye çalışanlar otobüslerden atılarak kimlik kontrolüne izin verilmemiştir. Ankara DGM tarafından aranıyor gerekçesiyle gözaltına alınan ve halen Trabzon Emniyet Müdürlüğü'nde tutulan Nurtepe-Güzeltepe Halk Meclisi üyesi Hakan Özek adlı arkadaşımız, mücadele eden bir devrimci, aynı zamanda Halk Meclisi üyesiydi. Gözaltıların yıldırmayacağını çok iyi bilmekteydi. Gözaltına alınan Hakan özek ve Ulaş Ateş dışındaki 20 arkadaşımız serbest bırakılırken "Baskılar Bizleri Yıldıramaz" sloganları, kontracıların gözlerine sokarcasına yaptıkları zafer İLHAMI AZ KALDI OĞLUN ADEM HER ŞEYİ ANLATACAKTI Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi kararını açıklıyor: "... Sanık polislerin tutukluluk hallerinin devamına..." Kontrgerillanın tetikçisi Adem Albayrak hemen yakınındaki avukati İlhami'ye birşeyler söylüyor. İlhami birden panikliyor; "Oğlum bunlan burada konuşmayalım". Adem üsteliyor "Nerede konuşacağız, yeter ya". "Oğlum sakin ol gelirim cezaevine sırası mı şimdi". "Yeter be oyalama beni." O sırada hakim duruşma gününü açıklıyor: 23 Ocak! İlhami bağırıyor, "Hakim bey daha erkene alın, daha erkene alın lütfen zavallıcıklar mağdur oluyor". Zavallıcıklar mağdur olmuyor İlhami az kaldı-oğlun Adem Ötecekti.* işaretleriyle otobüslerin yanına gelmiş ve alkışlarla karşılanmışlardı. Bu arada 50 kişilik bir faşist güruh "Bu vatan bizimdir bizim olacak", "ya allah, bismillah, allahü ekber" aynı zamanda küfürlü sloganlarıyla tahrikte bulunuyor ve gözdağı vermeye çalışıyorlardı. Otobüslerin hareket etmesiyle bir önceki davada olduğu gibi faşistlerin taşlı saldırısına uğramış ve otobüslerin birçok camı kırılmıştı. Trabzon çıkışında tutanaklar tutulmuş ve hastalar hastane götürülerek tedavi edilmiş ve raporlar alınmıştı. Yolu yok davayı kazanacağız, ne sivil faşistlerin saldırıları, ne de devlet terörü bizi yıldıramayacaktır. Kinimiz, öfkemiz inancımız bilenmişti. Halk Meclislerine olan güven artmıştı. Halk Meclisi olarak kendine devrimciyim, demokratım, insanım diyen herkesi siyasi çıkarlarını bir kenara bırakarak, faşizme, devlet terörüne karşı Halk Meclislerinde birleşmeye çağırıyoruz. Ayak diretmenin bir anlamı yok. Bize kulak verin ve halka güvenin diyoruz.* Oportünizm Gerçeği Değişmek Bilmiyor Oportünizmin Gazi mahkemesine gösterdiği ilgisizlik ve parsa kapma mantığı biliniyor. Bu mahkeme öncesi de çok büyük hazırlıklar içinde olduğunu belirten oportünizm, her zaman olduğu gibi sadece temsilci düzeyindeki katılımıyla ancak bir otobüs insan getirebilmiştir. Oportünizmin duruşma önceleri ortaya koyduğu hava, sadece organizasyonda yeralabilme arzusuyla bol keseden atmasıdır. Yoksa biz de biliyoruz ki, ne oportünizmin değişme, ne de pankarttaki imza kaygısından öte bir kitle çalışması yapma ve emek verme derdi yoktur. Onu sadece birşey ilgilendiriyor: Cemevi'nde yapılan bir toplantıda söyledikleri gibi "Komite ne olacak?"... Yani zat-ı muhterem komitede yeralıp almadığını soruyor. Ne Gazi'de şehit düşen insanların ailelerini sahiplenmek gibi bir derdi var, ne de Gazi davasını emek ve sabır üzerinde yürüyen bir çalışma ile düşmana karşı bir mevziye dönüştürebilme amacı var... Verdiği sözlerin hepsi palavra. Aslında sorun olanak ve maddi güç sorunu değildir. Ne Halk Meclisi üyelerinin hazır otobüsleri vardır, ne de otobüs kiralamak için bankada hazır paraları. Sorun sahiplenmedir. Eğer reklamcı değilsen çalışır ter dökersin. Eğer hazırcı değilsen kapı kapı dolaşır para bulur, daha fazla insanla davayı izlemeye gidersin. Yani bütün olanaklar yaratılır. Yeter ki sen samimi ol; hepsi olur oportünizm!...* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 11 HALK MECLİSLERİ 20 Aralık 1997 "Bu Saldırı Halk Meclislerine Olan Tahammülsüzlüğü Gösteriyor" Halk Meclisleri Konuşuyor: "Faşist saldırılar, gözaltılar, baskılarla bizleri yıldıracaklarım, geri adım attıracaklarım sandılar ama yanıldılar. Çünkü biz Susurluk devletini mahkum etmek için Trabzon'a yürüdük düşmana olan kinimiz bir kez daha bilendi." Gazi Katliam Davasını izlemek ve hesap sormak için Trabzon'a giden ve polis saldırısı sonucu yaralanan Halk Meclisi üyeleriyle görüştük. Gazi Davasına sahip çıktınız, Trabzon'a gittiniz ve saldırıya uğradınız. Sizce bu saldırının sebepleri nelerdir, bu saldırılara karşı neler yapılabilir? Çeşminaz Ağdoğan (Okmeydanı Halk Meclisi Üyesi ve Şehit Ali Rıza Ağdoğan'ın Annesi): "Biz şehitlerimize sahip çıkacağız, bu davanın peşini bırakmayacağız. Ne yaparlarsa yapsınlar bizi davamızdan vazgeçiremeyecekler. Şunu görmek lazım, bu saldın Halk Meclislerine olan tahammülsüzlüğü gösteriyor. Öyle ki duruşma salonunda bile işkenceciler bize parmak sallayarak tehdit ediyorlardı. Bu saldırıların altında devlet var. Resmen devlet yapıyor bu saldırıları. Biz Trabzon'a silah götürmedik. Saldırıların amacı Halk Meclislerini yıldırmak, davaya sahip çkmasını engellemek. İstiyorlar ki Adem Albayrak içerden çıksın ve yeni cinayetler işlesin. Bizler Halk Meclislerinde gücümüzü birleştirerek her türlü saldırının karşısında durabiliriz. Tek çare Halk Meclislerinde birleşmek. Duruşmanın sonunda bir açıklama yapmak ve pankartımızı açmak istedik. Bu anda polisler bize büyük bir kinle saldırarak pankartımızı almak istediler. Ama pankartımızı düşmana teslim etmedik. Üzerimize coplar inip kalkıyordu. Ancak direnişimizle onlara taviz vermedik, yaşlılar da direnerek taviz vermedi. Saldırıda bende yaralandım. Hiç önemli değil. Halkım için yaralanmak benim için bir onurdur. Halk Meclisleri olarak herkese duyurularda bulunacağız. Bize saldırdılar diye yılmayacağız, korkmayacağız. Yine Halk Meclisleri olarak her davamızı daha kitlesel olarak sahipleneceğiz. Şimdi altı otobüs gittik bir sonraki davaya 15 otobüsle gideceğiz. Bu dava göstermelik olarak açıldı ve yine bir sonuç çıkmadı. Ama bizim sahiplenmemiz onları sıkıştırıyor. Ben onların adalatine güvenmiyorum. Asıl olan halkın adaletine güveniyorum. Duruşmaya getirilenler göstermelik katiller. Asıl katiller, Adem Albayrak, Tansu Çiller, Mehmet Ağar, Nahit Menteşe, Necdet Menzir, Hayri Kozakçıoğlu'dur. Bunlar yargılanmalıdır. Devlet bunları yargılamayacağına göre, bizler halkın adaleti için Halk Meclisleri olarak davaların peşini bırakmayacağız, hesap soracağız. Veysel Akyol (Okmeydanı Halk Meclisi Üyesi): "Biz bütün engellemelere, polis ve polis destekli faşist saldırılara rağmen duruşmayı izledik. Duruşma bitiminde taleplerimizi içeren Halk Meclisleri pankartımızı açmak istedik. Ancak bazı siyasi çevreler bunu engellemek isteyerek gerçek yüzlerini gösterdiler. Herşeye rağmen pankartımızı açtık, polis saldırdı. Yaralanan arkadaşlarımız oldu. Sayıları 20'yi aşkın insanımız gözaltına alındı. Polis saldırısı ve faşist tahriklerle bizi etkisizleştirebileceklerini ve psikolojk olarak geri adım attırabileceklerini sandılar. Biz halk olarak katilleri yargılama, hesap sorma mücadelemizden asla ödün vermeyeceğiz. Devlet bilinçli olarak Gazi Davasını Trabzon'a taşıdı. Amaç davayı halktan kaçırarak sahiplenmeyi engellemekti. Şu bir gerçek ki katilleri onlar yargılamayacak, halkın adaleti yargılayacak. Bizler Halk Meclisleri olarak tüm saldırıları mücadelemizle püskürteceğiz. Psikolojik saldırıları da göğüsleyeceğiz. Ne yaparlarsa yapsınlar, davayı nereye alırlarsa alsınlar, bir dahaki duruşmaya daha kitlesel ve daha kararlı olarak gideceğiz. Biz Halk Meclisleri olarak meşru bir örgütlülüğüz. Gücümüz bütün Türkiye'ye yayıldı. Daha da güçleneceğiz ve katilleri halkın iktidarında yargılayacağız. Sevim Göleli (Okmeydanı Halk Meclisi Üyesi): Akşam geç saatlerde duruşma bitti. Biz pankartımızı açtık. Tabii işkenceci polisler saldırıya geçtiler. Pankartımızı almak istediler. Ancak biz pankartımızı düşmana vermedik. Polisler saldırdı, analarımızın, gençlerimizin kafalarını kırdılar. Halk düşmanı Adem Albayrak'ın serbest bırakılmaması ve Halk Meclislerine olan kinleri ve tahammülsüzlükleriyle saldırdılar. Biz halkın adaletini ve haklılığımızı gösterdik. Bunun karşısında tek yapabildikleri saldırmak oldu. Biz saldırılara karşı direndik ve kazandık. Onları Halk Meclisleri karşısında bir kez daha mahkum ettik. Çünkü Halk Meclisleri Türkiye genelinde kendi meşruluğunu kanıtladı. Saldırıda birçok arkadaşımla birlikte ben de yaralandım. Bundan dolayı hiçbir yılgınlığa kapılmadık. Bu bizim için bir onurdur. Saldırılara karşı hiçbir şekilde geri adım atmayacağız. Çünkü halkın adaletine güveniyoruz. Davalarımıza daha kitlesel ve daha kararlı olarak katılacağız. Polis ve faşistlerin saldırılarını boşa çıkartacağız. HALK İÇİN KURTULUŞ Gazi Mahallesi'nde yapılan katliamdan sonra 8'i tutuklu 20 polisin yargılandığı davaya 15 Aralık'ta devam edildi. Baştan beri katliamın gerisindekileri ortaya çıkarmak için müdahil avukatlar olarak mahkemeye sunduğumuz talepler görmezden geliniyor. Dava 20 polisle sınırlandırılmaya çalışılıyor. Artık geldiğimiz noktada katliamların, faili meçhul cinayetlerin, infazların arkasında kimler olduğunu hepimiz biliyoruz. Gazi Davasında da taleplerimizi herkesin bildiği bu gerçeklik üzerine kuruyoruz. Diyoruz ki bir anda tüm ülkede duyulan Gazi Olayları sırasında başta dönemin başbakanı olmak üzere sorumlular olayları nasıl değerlendirdiler? Polise ve jandarmaya nasıl emir verdiler? Özellikle polis kurşunlarıyla ölümlerin olduğu 13 Mart günü ölüm haberleri üzerine nasıl bir tutum takındılar? Katliamın sorumlularının bulunmasını istediler mi? Bunun için ne yaptılar? vs. Bunun için "kurşun atan da, yiyen de şereflidir" diyen Tansu Çiller'in dinlenmesini istedik, çünkü dönemin başbakanı O'ydu. Veya Susurluk'la birlikte ortaya çıkan bir takım gerçeklikler karşısında örneğin Hanefi Avcı gazetelere manşet olan beyanlarında "kahvehanelerin taranmasında Yeşil de yeraldı" diyor. Bu nedenle onun da dinlenmesini istedik. İki talep için de mahkeme "ileride düşünülmesi" kararı aldı. Yine Ayhan Çarkın'ın HBB televizyonunda "Beni gözaltına aldılar ve Gazi olaylarına katıldığımı söyleyip sorguladılar" şeklindeki sözleri üzerine "Emniyet Müdürlüğünün elinde Ayhan Çarkın'a bu sorunun sorulmasını gerektiren ne gibi veri ve bilgiler var, sorulsun" şeklindeki talebimiz de anlamamazlığa getirilerek "Gazi Olayları ile ilgili olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğünden bilgi sorulmasına" şeklinde muğlaklaştırıldı. Yine dönemin valisi Hayri Kozakçıoğlu ve Emniyet Müdürü Necdet Menzir hakkında Gaziosmanpaşa savcılığının dava açılması için Adalet Bakanlığına gönderdiği fezlekelerin 2,5 yıldır bu bakanlıkta bekletildiğini, bunların akibetinin sorulup biran önce bu kişilerin davaya dahil edilmeleri yönündeki talebimiz savcı tarafından da uygun görüldüğü halde mahkeme bu konuda bir karar almaktan kaçındı. Talebimiz mahkemelerin her zamanki olağan uygulamalarına dayanmaktaydı. Böylelikle hemen hemen hepsinin uygun bir fırsatta beraat edeceğine kesin gözüyle baktığımız 20 polise razı olmamız isteniyor. Görüntüyü kurtarıyorlar kısacası. Bir de işin diğer yönü var. iki duruşmadır hem polisin, hem de sivil faşistlerin saldırılarına uğruyoruz. Davayı takip etmemizi istemiyorlar. Bunun için gözaltı, işkence, tutuklama, taşlı ve en sonunda molotoflu saldırı dahi yapıyorlar. Tüm otobüslerin camları kırılıyor, insanlar yaralanıyor, şans eseri şimdilik daha ağır sonuçlar olmuyor. Yani ortada yirmi polis var ama sistemin göstermelik de olsa bunları yargılayabilecek ne gücü var, ne de isteği var. İşte tam bu noktada halkın her zamankinden daha fazla davayı sahiplenmesi gerekiyor. Gazi Turnusol Olmaya Devam Ediyor Aynur Bayer (Esenler Halk Meclisi Girişimcisi) Gazi katliamını yapan işkencecileri devletin yargılamayacağını, ancak onları halkın yargılayacağını kanıtlamak için Trabzon'a gittik. Şimdiye kadar devlet eliyle yapılan katliamları yine devlet kendi eliyle geri kapatmıştır. Bunlara dur demek ve hesap sormak için gittik. Yol güzergahında ve Trabzon'da polis adeta savaşa gider gibi hazırlanmıştı. Amaçları bizi yıldırmak ve üzerimizde psikolojik baskı yaratmaktı. Faşistleri bize karşı kışkırtarak tahrik etmeye çalışıyorlardı. Saldırmak için fırsat kolluyorlardı. Duruşmanın bitiminde yapılacak basın açıklamasıyla beraber pankartımızı açtık. Pankartımızı açmamız ile birlikte polis saldırıya geçti. Halk Meclisleri olarak direndik. Bizden korkuyorlardı. Onlarca arkadaşımız yaralandı. Onlarca insanımız gözaltına alındı. Bu saldırılarla bizi yıldırabileceklerini sanıyorlar. Ama biz daha da güçleniyoruz. Sonuçta biz kazandık, halk kazandı. Bundan böyle davalarımıza daha bir inançla katılarak binleri bulacağız. Katilleri Halk Meclisleri olarak biz yargılayacağız.* Üç duruşmadır yaptığımız Trabzon yolculuğu halkın gerçek dost ve müttefikleriyle diğerlerini rahatlıkla ayrıştırıyor. Kimler her türlü zorluğa göğüs gererek davayı takip ediyor? Fırsat buldukça Gazi Halkının yanında olduğunu söyleyenler, sözde katliamı lanetleyenler ortada yoklar. Olmaları da beklenemez zaten. Hepsini tanıyoruz, kuru gürültü yapmak dışında hiçbir işe yaramaz onlar, samimiyetten yoksundurlar. Hiçbir şey yapmayanların yanında birşeyler yapıyorum adına ortaya çıkanlarında onlardan pek bir farkı yok. Davanın şu anki gidişatını yeterli görenlerin yanında, "aman davamıza zarar gelmesin" şeklinde tam 2,5 sene oradan oraya sürülen yargılamayı insanların kafasına bir umut olarak yerleştirmeye çalışanların geri anlayış ve taleplerinin yanında, davaya sahip çıkan halk örgütlülüklerini kendileri için tehlike olarak görenlerin, bunun için bir renkten diğer renge girenlerin halini ibretle izliyoruz. Bu görüntü içerisinde görevimiz halkın hesap sorma bilincini geliştirmektir. Halkın Hukuk Bürosu Avukatlarından Metin Narin YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 12 HALK MECLİSLERİ Halk Meclisleri Katliamın Hesabını Soruyor, Devlet Gazi Katliamını Savunuyor ve reformizmin ciddi bir çalışması ve ilgisi olmamıştır. 1. Halk Meclisleri organizasyonda yeralan kurumları her süreçte biraraya gelmeye zorlamış ve ortak kararlar alarak davanın sahiplenilmesi konusunda ciddi bir gücü açığa çıkartmıştır. Öyle ki, ilk Trabzon'da görülen Gazi Davası, halk ile devlet arasında yaşanan bir irade savaşıdır. Devlet, kurduğu göstermelik mahkemede kendisini aklama telaşı içerisindedir. Gerek davanın seyri ve asıl faillerin orada bulunmayışı, gerekse de bu dava üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan devletin saldırgan tavırları, Gazi davasının çarpıcı yanlarıdır. Gazi davası sonuçlandığında bile, suçluların cezalandırılmayacağı ortadadır. İlkin hukuksal olarak bu talebin yerini bulabilmesi mümkün değildir; ikincisi ise devlet gerçekleştirdiği bir katliamdan sonra kendi çetelerine ceza vermesi olanaklı değildir. Birçok siyasal kesim davaya sahip çıkmadı. Hatta bunlar içerisinde neredeyse davanın sonuçlanması halinde suçluların hakettikleri cezalara çarptırılacakları yanlış beklentisinde olan dahi vardır. Devletin cezalandırmayacağını görenler de vardır. Ancak devletin bu dava üzerinde kurduğu baskı karşısında geri çekilmişlerdir ve örgütlü bir biçimde karşı koyabilme güçleri yoktur. Adeta çaresizlik içerisindedirler. Halk Meclisleri, Gazi Davası'nın başlaması ile birlikte gerek davanın sindirilme çabaları karşısında geliştirdiği kararlı tavırla, gerekse de kitleselliği ile davanın öncüsü durumundadır. Oportünizm hiçbir siyasal kesim ortada yokken, b u g ü n CHP'sinden Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu ve hatta yeni kurulan Barış Partisi dahi bu davayı Trabzon'da izlemeye gelmektedir. Davayı bu noktaya taşıyan ve kamuoyuna maleden ise Halk Meclisleridir. 2. Halk Meclisleri otobüslerin İstanbul'dan Trabzon'a gidiş gelişleri sırasındaki disiplini ve yarattığı kollektivizm ile örnek olmuştur. 3. Halktan insanların katılımını örgütleyerek, geniş halk kesimlerinin iradesini bu davaya taşımıştır. Ayrıca, davanın sahiplenilmesi konusunda tüm kayıp, katliam ve tutsaklıktan dolayı mağdur olmuş insanlarımızın birbirlerini sahiplenme bilincini geliştirmiştir. 4. Düşmanın baskılarına karşın, önceden alınan tüm kararlan hayata geçirebilecek bir kararlılık sergilemiştir. Örneğin son duruşma öncesi komitenin ortak talepleri kapsayan pankartı açma kararını tek başına hayata geçirmiş ve bedelini göğüslemiştir. Halk Meclisleri'nden üçü ağır olmak üzere, toplam onüç kişi bu saldırıda yaralanmıştır. 5. Halk Meclisleri icazet içerisinde değildir. Devletin vereceği cezalar, yaşanan katliamın ağırlığını telafi edemeyecektir. Bu nedenle "cezalandıran Halkın Adaleti Olacaktır" sloganımızı yineliyoruz.* 20 Aralık 1997 Kontrgerilla Trabzon'da Yeni Bir Katliam Peşinde Gazi Davası'nın Trabzon'a sevkedilmesiyle birlikte, bu davaya gösterilen kamuoyu desteğinin büyük bir sahiplenme ile sürdürüleceğini bilen devlet hazırlıklara girişti. Daha ilk duruşmada topladığı faşistlere kurt işaretleri yaptırarak, otobüslerle gelen ailelere gözdağı vermek için bir baskı oluşturmaya çalışıyordu. İkinci duruşmada da benzeri uygulamaları devreye soktu. Yalnız bunun bir farkı vardı; duruşmalara katılım Halk Meclisleri'nin sahiplenmesiyle çok kitlesel geçiyordu. Devlet ise bu kitleselliğe yanıt verebilecek denli örgütlenememişti. Bundan dolayı bu kez de yaptıkları etkisiz kaldı. Üçüncü duruşmada hazırlıksız değillerdi artık. Trabzon'un girişinden itibaren başlayan asker-polis aramaları ve akabinde Trabzon girişinde katılımcıları mahkemeye sokmama girişimi, bu sahiplenmeden ne kadar korktuklarını gösteriyordu. Bu uygulama karşısında, mahkemeye gelenler kararlı eylemlerle polise yanıt vermişler ve mahkemeyi izleyebilmişlerdi. Mahkeme çıkışından sonra Trabzon'u terkederken, otobüsler faşistler tarafından taşa tutuldu. Elbette ki bu kendiliğinden gelişen birşey değildi. Tamamen polis tarafından planlı olarak organize edilmişti. Basın önünde pek de fazla tavır alma cesaretini bulamayan polis gelenleri Trabzon'un karanlık sokak aralarında faşistlerin yardımıyla yıldırmayı istiyordu. Faşistler sokak aralarına tek tek polisler tarafından yerleştirilmiş, otobüslerin mahkeme çıkışında hangi güzergah üzerinden gideceği tarif edilmiş ve kitleye saldırmak üzere taş istif edilip beklenmişti. Otobüslerin hareketi ile birlikte de, saldırı başlatılmıştı. Taşlan ilk atanlar, faşistler değil sivil polislerdi. Otobüslere gelen taşlar sonucu büyük kaza tehlikeleri atlatıldı. Hemen hemen bütün otobüslerde ön ve yan camlar kırıldı. Polis Provokasyon Ortamı Yaratmak için Elinden Geleni Yaptı Bu duruşmada da aynı plan tekrar uygulamaya konuldu. Polisin saldırgan tutumu daha Trabzon girişinde başladı. Önce kimlik yoklaması yapılmak istendi. Ardından mahkeme dışında bekleyen insanlar taciz edildi. Halk Meclisleri'nden iki kişi, polis mi yoksa faşist mi olduğu belli olmayan kişiler tarafından dövüldü. En son ise, mahkeme bitiminde taleplerin yazılı olduğu pankart açıldığı sırada Halk Meclisi üyelerine saldırıldı. Gözaltına alınanlar bırakılacağı sırada, faşistlere yürüyüş yaptırıldı. Akıllan sıra, bekleyen kitleyi korkutarak psikolojik üstünlüğü ele geçireceklerdi. Onların yürüyüşünü ve sloganlarını, gözaltından bırakılan insanlarımızın coşkulu bir şekilde Trabzon Adliyesi'nden sloganlar atarak otobüslere gelişi izledi. Bu güzel bir cevap ol- muştu. Bunun hazımsızlığını yaşayan polis tekrar planlar yaparak, faşistleri sokak aralarında konuşlandırmaya başladı. Otobüslerin hareketinden önce polis uyarıldı ve aynı dönüş güzergahından gidilmeyeceği söylendi. Bunun üzerine polis, ters yönde bir istikamet üzerinden yol verdi. Otobüsler hareket eder etmez faşistlerin saldırıları tekrar başladı. Bu zaten tahmin ediliyordu. Çünkü her değişen güzergah, faşistlere anında bildirilecek şekilde örgütleniyordu. Üstelik ters istikamet olmasına karşın, yol tekrar faşistlerin önceden saldırdığı sahil caddesine çıkıyordu. Yani polis, insanları faşistlerin saldırı alanı dışına çıkarmıyordu. Nitekim de öyle oldu ve yine atılan taşlar sonucu camlar kırıldı. Yalnız bu kez saldırının yeni bir farklılığı vardı. Sadece polisler tarafından yapılabilecek olan bir molotof, otobüslere atılmış ancak alev almadan sönmüştü. Bu molotofun özelliği ise, şişenin içine strafor köpüğü eritilerek doldurulmuş bir molotof olması idi. Parlayıcılığı ve atıldığı yerde yangın çıkartması ile bilinir. Bütün bunlar da gösteriyor ki; Gazi'nin katillerinin yargılanmasını hazmedemeyen kontrgerilla, tıpkı Sivas ve Gazi'de gerçekleştirdiği katliamlar gibi, bu kez de Trabzon'da faşistleri kullanarak yeni bir katliam yaratma peşindedir. Böyle bir saldırı sonucu insanlarımıza bir zarar geldiği noktada, baş sorumlu Trabzon valisi ve emniyet müdürü olacağı gibi, aynı zamanda tüm polisler ile faşist örgütlenmeler de bu sorumluluğu paylaşacaklar ve suçlu olacaklardır. Hatırlandığı gibi, 1992 yılında verilen Grup Yorum konserinde de böyle bir tezgah yapılmak istenmiş, konser çıkışı insanlara taşlarla saldırılmış ve konsere gelenler kapalı spor salonunda saatlerce mahsur kalmışlardı. Ancak, saldın insanların uyanıklığı sayesinde atlatılmış, basının da olaya yetişmesi ile birlikte foyalarının açığa çıkacağını farkeden kontrgerilla, faşistleri geri çekmişti. Gazi mahkemesi dönüşü otobüslere atılan molotof, bize belleğimizde yer etmiş olan bir olayı daha hatırlatıyor. Bundan birkaç sene önce İstanbul-Vezneciler'de, park halindeki çiftkatlı otobüse de aynı molotoftan atılmış ve bu otobüste bulunan onlarca Yunanlı turist yanarak can vermişti. Olayda kullanılan malzemeler farklı zaman kesitlerinde gerçekleşse de, tüm bunların nasıl bir merkezden yönlendirildiğini ortaya çıkartıyor. Tabii burada Trabzon'daki kontrgerilla örgütlülüğünün kurumsallaşmış yapısını da gözardı etmemek gerekiyor. Trabzon kontrgerillası, gelişen her türlü halk muhalefetinde faşistlerle saldırarak, hem bu uygulamalardaki devlet gerçeğini gizlemeye çalışıyor, hem de halka karşı düşmanlığını devam ettiriyor. FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 13 MECLİSLER 20 Aralık 1997 KURTULUŞ Gazi Halk Meclisi Üyesi Mehmet Akdemir: "HALK MECLİSLERİ MEŞRULUĞUNU DGM'DE DE KABUL ETTİRDİ Kontrgerilla devletinin Halk Meclisleri'nin güçlenmesine yönelik korkusu ve yaygınlaşmasına tahammülsüzlüğü sonucunda 12 Eylül günü keyfi olarak gözaltına alınıp yine DGM tarafından hukuk dışı olarak tutuklanan ancak halkın sahiplenmesi ve Halk Meclisleri'nin meşruluğu nedeniyle devletin serbest bırakmak zorunda kaldığı Gazi Halk Meclisi üyesi ve Gazi Davası Komitesi sözcüsü Mehmet Akdemir ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz. Kurtuluş: Öncelikle geçmiş olsun ve aramıza hoşgeldiniz diyoruz. Susurluk'taki devletin pisliklerinin ortaya saçılmasıyla birlikte girdiği savunma psikolojisinden çıkıp halka karşı saldırıya hazırlandığı günlerde gözaltına alınıp, tutuklandınız. Nasıl oldu Gazi Halk Meclisi üyesi ve Gazi Davası Komitesi sözcüsü olarak tutuklanmanızın nedenleri ne idi, kısaca bize o süreci anlatabilir misiniz? Mehmet Akdemir: Sağolun, hoşbulduk... Sizlerle, halkımızla, Halk Meclisleriyle üç ay sonra yeniden buluşmak çok güzel bir duygu, tarif etmek gerçekten zor. Sizin de ifade ettiğiniz, Susurluk devleti 3 Kasım '96 sonrasında girdiği savunma psikolojisinden, MGK'nın daha fazla öne çıkarak, çürüyen, her gün çöken devlet mekanizmasını tamir etmek ve halkın öfkesini, tepkilerini bastırabilmek amacıyla saldırıya hazırlandığı, morali bozulan çetelerine moral kazandırmaya çalıştığı bir süreçte gözaltına alınıp tutuklandım. Özellikle Halk Meclisleri'nin yaygınlaşıp, örgütlü bir halk gücü haline dönüştüğü, Susurluk'taki devlete, çetelere karşı öfkesini binlerle ifade ettiği bir dönemde halka karşı saldırıya geçecekleri mesajını, tam da Gazi Katliamı davası sürecinde beni gözaltına alıp tutuklayarak aynı gün kontrgerilla çetelerini, katilleri tahliye ederek verdiler. Siz de biliyorsunuz, gözaltına alındığım günlerde Trabzon'da yapılacak olan Gazi Katliamı Davasına kitlesel katılımın sağlanmasına kararlılıkları var- dı. Uzun süren toplantılar sonunda, özellikle HÖP'ün ve Gazi Halk Meclisinin yoğun çabaları ile birlik sağlandı ve Gazi Davası Komitesi oluştu. Bu komitenin sözcülüğüne de yine komite tarafından ben seçildim. Hazırlıklar toplantılarla birlikte oluşturduğumuz program çerçevesinde hızlandırıldı. Heyetler oluşturup, çeşitli, DKÖ'lerle, sendikalarla, siyasi partilerle, duyarlı tüm çevrelerle görüşmeler Mehmet Akdemir mislerdi. Gazi davası komitesi sözcüsü olarak benim okuduğum basın açıklamasında başlıca şu talepler yeralıyordu. ı. Tarafsız olamayacağını açıklayan hakimin görevden alınması 2. Davanın Trabzon'dan alınarak İstanbul il sınırları içinde bir mahkemede görülmesi 3. Susurluk Çetesi Davası'nda yargılanan özel timciler, ibrahim Şahin, Er- özellikle Halk Meclisleri'nin yaygınlaşıp, örgütlü bir halk gücü haline dönüştüğü, Susurluk'taki devlete, çetelere karşı öfkesini binlerle ifade ettiği bir dönemde halka karşı saldırıya geçecekleri mesajını, tam da Gazi Katliamı davası sürecinde beni gözaltına alıp tutuklayarak aynı gün kontrgerilla çetelerini, katilleri tahliye ederek verdiler. yapıp desteklerini istiyor, davayı sahiplenenleri çoğaltmaya çalışıyorduk. Yoğun bir ilgi ve destek de bulduk. Yine programımız gereği 11 Eylül '97 günü İstanbul Adliyesi önünde Gazi-Ümraniye Hukuk Komisyonu'nda yeralan avukatlarımızla birlikte çeşitli taleplerimizin de içinde yeraldığı, Trabzon'da görülecek davaya katılım çağrısı yaptığımız bir basın açıklaması yaptık. Avukatlarımız basın açıklaması öncesinde Başsavcılığa, "ben bu davada tarafsız olmayacağım, ben bu davada devletimizin güzide emniyet güçlerinin tarafını tutacağım" diyerek tarafsızlığını yitiren davanın hakimi Hüseyin tmamoğlu'nun görevden alınması ya da istifa ettirilmesini içeren bir dilekçe ver- can Ersoy, Ayhan Çarkın ve Oğuz Yorulmaz gibi bu davada adı geçen birçok çete mensubu suçlunun da Gazi Katliamı Davası'nda sanık olarak yargılanması... Kurtuluş: Basın açıklamasını biz de izledik. Orada bir sorun çıkmamıştı. Akdemir: Evet, basın açıklamasında bir sorun çıkmadı. Ancak, ne olduysa bundan sonra oldu. "Fincancı katırlarını ürkütmüş" olmalıyız ki, basın açıklamasından bir-iki saat sonra Beşiktaş Belediyesi yetkilileriyle yaptığımız görüşme sonrasında günlerce hesap sorduğumuz çeteler tarafından Grup Yorum elemanı Kemal Sahir Gürel ile birlikte Belediyenin kapısı önünde hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, tamamen keyfi bir biçimde yerlerde sürüklenerek gözaltına alındık. Kurtuluş: Emniyet Müdürlüğün'de bu konuya ilişkin birşey söylediler mi? Yani Gazi Katliamı Davasının halk tarafından sahiplenilmesi onlarda nasıl bir etki yaratmış? Akdemir: Çok etkilenmişler öfke duyuyorlardı. Pisliklerini orada da ortaya serdiler. Özellikle Halk Meclislerine ilişkin kızgınlıklarını belirttiler. Bana "Senin Gazi Davasıyla ne ilgin var? Sana ne Trabzon'daki mahkemeden? Ortalığı ne karıştırıyorsunuz?" diyorlardı. Korkmuşlardı. Başta Gazi Halk Meclisi olmak üzere tüm Meclis ve Girişimlerinin öncülüğünde Gazi Katliamı Davasının sahiplenilmesi ve gerçek suçluların, provokatörlerin, katillerin ifşa edilmesinden duydukları korkuyu ifade ediyorlardı. Zaten bugüne kadar gerek Trabzon'da, gerekse gidiş-geliş güzergahında davayı sahiplenen insanlarımıza yönelik engelleyici tavırları, sivil faşistlerin provokasyon çabaları, resmi-sivil polislerin coplu, tekmeli yaralanmalara kadar varan saldırganlıkları, terörü hep bu korkunun ve acizliğin itirafıdır aslında... Kurtuluş: Sonra ne oldu, nasıl tutuklandınız? Akdemir: Oraya gelmeden birşeye değinmeden geçemeyeceğim. Ben terörle mücadele şubesinde iken Halk Meclisleri üyeleri Vatan Caddesi'ndeki çete karargahına gelerek işkence ve hapislik pahasına sahiplenmeleri, fedakarlıkları, cesaretli tavırları beni çok etkiledi. Bunu Ümraniye Hapishanesi'nde iken öğrendim. Çok duygulandım ve halkımızın fedakarlığı ve irade gücü beni daha fazla güçlendirdi. Sanırım biraz da bu sahiplenme ve cesaretli tavrın yarattığı korkuyla olsa gerek, beni apar-topar DGM Savcılığına çıkardı- YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN KURTULUŞ 14 MECLİSLER lar. Yine aynı hızla tutuklama kararı çıkardılar. Üstelik gözaltına alma amaçlarının dışında oluşturdukları iddialarla ve tam bir komplo girişimiyle tutuklandım. Amaçlan Halk Meclisleri'nin meşruluğuna gölge düşürmek ve yeni saldırılara zemin hazırlamaktı. Kurtuluş: Tutuklanmanızın ardından otuzun üzerinde avukat tarafında ortak imzalı bir itiraz dilekçesi verildiğini biliyoruz. Bu konuda neler söylemek isterseniz? Akdemir: Öncelikle duyarlılıkları ve Halk Meclisleri'nin meşruluğunu sahiplenmeleri açısından sizin aracılığınızla onlara da teşekkür ediyorum. Bu tavrı Halk Meclisleri'nin gücünün ve meşruluğunun da göstergesi olarak değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte bu sözünü ettiğimiz itiraz dilekçesine, önce imza atıp sonra "Ben dilekçede Halk Meclislerinin savunulduğunu bilmiyordum. O yüzden imzamı çekiyorum" diyen avukat arkadaşlara da bir sözüm var. Ki bu arkadaşlar aynı zamanda Trabzon'a giderken "Biz Halk Meclisleri'nin tuttuğu otobüse binmeyiz" diyerek Barış Partisi'nin otobüsünü tercih eden arkadaşlardır. Sizin siyasal ahlakınızda bir devrimcinin zindandan kurtarılması için çetelerin halka karşı açtığı savaşta devrimcilerin, halkın yanında olmamız için, herkesin sizin gibi düşünmesi mi gerekiyor. Bir devrimcinin tutukluluğuna itiraz edilen dilekçeden o değerli imzanızı başka nerelerde kullanırsınız? Kurtuluş: Davanız nasıl geçti, duruşmada neler yaşandı, nasıl tahliye oldunuz? Akdemir: Aslında davaya gelene kadar yaşanan ve davayı etkileyen bir süreçten sözetmek gerekir. Tutuklandıktan hemen sonra Halk Meclisleri, önce Gazi Davası hazırlıklarını tamamlayan ve Trabzon'da güçlü bir şekilde hesap sormaya kilitlendiler. Bununla birlikte lemleri 50'li 100'lü rakamlarla sınırlı kalırken, Halk Meclisleri binlerle biraraya getiriliyor, halkın birliğinin nerede, nasıl ve hangi koşullarda sağlanabileceğini gösteriyordu. Bu sürecin sonunda yapılan Ankara Yürüyüşü ise sürece damgasını vuran, kimden, nerede nasıl hesap sorulacağını gösteren bir eylem oldu. Bu süreç bütünüyle ele alındığında "cahil", "politika üretemez", "karar alamaz" diyenlere ve halka güvenmeyenlere, halkın iradesine saygı duymayanlara da, biraraya geldiğinde halkın iradesinin, dayanışmasının ne kadar güçlü olduğunu, ne denli isabetli politikalar üretebildiğim göstermiş oldular. Bu süreç aynı zamanda Halk Meclisleri'nin kendisine duyduğu güveni geliştirdi, güçlendirdi. 12 Aralık'taki duruşma gününe gelene kadar böylesi bir süreçten geçen Halk Meclisleri davaya hazırlıklı geldiler. Ben DGM'ye girerken alkışlar, zılgıtlar arasında pankartları-dövizleriyle, sloganlarıyla birlikte olduğumuzu hissettirdiler. Duruşmaya girmeden önce, sloganları ve alkışlan duyan bir astsubay, "slogan atanlar senin yakınların mı?" diye sordu. "Evet onlar Meclis üyeleri" dedim. Şaşırdı ve tekrar sordu. "Ne Meclisi?" dedi. "Halk Meclisi" dedim. "Daha önce hiç duymadım" dedi. "Bekle daha çok duyacaksın" dedim. Beynini Ümraniye Hapishanesi'nin dış duvarlarının kalınlığıyla eş değer gören bu asker de öğrenecekti HALK MECLİSLERİNİ... Duruşma başından sonuna kadar Gazi Katliamının sorumlularından, çetelerden ve bir bütün olarak Susurluk'taki devletten hesap sorulan, Halk Meclisleri'nin halk için ne kadar gerekli olduğu, nasıl oluştuğu, bugüne kadar neleri başardığı konusunda açıklamalar yapılan bir Halk Kürsüsüne dönüştü. Duruşma salonunda çeşitli semtlerden kadınlı-erkekli, genç-yaşlı üyeleri, HÖP meşruiyetine gölge düşürülmesine karşı da çeşitli eylemler örgütleyerek serbest bırakılmam için çaba gösterdiler. Trabzon'a güçlü bir şekilde gidiş başarıldı. Bu çetelerin ilk yenilgisi oldu. Trabzon'da hesap sormamızı engelleyemediler. Hemen ardından "Bir Dakika Karartma" eylemleri geldi. Bu süreçte de vatanımızın her karış toprağında yaşanan adaletsizlikler için, çetelerin bizi yönetmemesi ve halka hesap vermesi için sokaklar, meydanlar binlerle, onbinlerle dolduruldu. "Susurluk'taki Devlet Halka Hesap Verecek", "Adalet istiyoruz", "Çeteler Bizi Yönetemez" sloganlarıyla meydanlara kurulan Halk Kürsüleriyle halkın adalet özlemleri haykırıldı. Meşalelerle Susurluk'taki devletin yarattığı karanlık aydınlatıldı. Sokaklar meydanlar Halk Meclisleri'nin öncülüğünde meşrulaştırıldı. Bu süreçte yine 16-17 Nisan ve irfan Ağdaş'ın katliam davaları kitlesel olarak sahiplenildi. Yapılan onca engellemeye devlet terörüne rağmen, halkın kendi evlatlarının sahiplenmesi engellenemedi. Meclislerin ve Meclis Girişimlerinin meşruiyeti tam da bu süreçte halk nezdinde yerli yerine oturdu. Bir takım yayın organı çevrelerinin ve reformist partilerin düzenlemeye çalıştığı ışık ey- yapmaya gelen avukatlarla doldu. Birçok izleyici dışarıda kaldı. Duruşma yapılan kimlik tespitinden sonra, benim hazırladığım 11 sayfalık savunma metnini okumamla başladı. Savunmada esas olarak Gazi Katliamı'nın neden ve kimler tarafından organize edildiğini, Gazi Halkının bu provakasyon ve katliam saldırısı karşısındaki göğsünü kurşunlara siper eden ayaklanmadaki kararlılığım, öfkesini ve katliam sonrası adalet özlemlerini ve hesap sormadaki kararlılığını anlattık. Duruşma boyunca DGM Hakimlerine ve Savcıya, Gazi Katliamının sorumlularının ortaya çıkarılmasının, işledikleri suçların cezalarını çekmelerini istemin, Gazi davasını sahiplenmenin, davayı sahiplenenlere yapılan saldırı ve provokasyonları engelleme çabalarının çetelerin adaleti değil, halkın vicdanını da tecelli edecek adalet talebini haykırmanın suç olup olmadığını sorduk. Eğer varsa böyle bir suçun izahını istedik. Ve yine bunları istemek suç ise, bu suçu defalarca işleyeceğimizi belirttik. Çünkü, onuru, namusuyla yaşayan, dürüst her insanın, insanlık göreviydi bu... Avukatlığımı üstlenen Ergin Cinmen, kendi savunmasında "Gazi davasını savunmak suç değildir. Bu katliamı gerçekleştirenleri açığa çıkartmak, bu suçu işleyenlerin mahkeme önüne çı- karılması için çaba göstermek suç değildir. Bu davayı hepimiz sahiplenmeliyiz. Biz, siz (hakimleri kastederek) insanım diyen herkes sahiplenmeli. Bu bir insanlık görevidir. Mehmet Akdemir bu dünyada tek başına da kalsa bu davayı sahiplenecektir. Bu suç değildir. Hepimiz böyle düşünmeliyiz" diyordu. Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Metin Narin'de davaya ilişkin tanıklarımız olduğunu ve bu tanıkların dinlenilmesi gerektiğini belirtti. Mahkeme heyeti kabul ettikten sonra, şehit ailelerinden şehit Sezgin Engin'in babası Mahmut Engin ilk tanık olarak salona girdi. Heyet oldukça şaşırmış görünüyordu. Çünkü halkın inisiyatifinde gelişiyor, çetelerin oluşturmaya çalıştığı "yasadışı örgüt" komplosu parçalanıyordu. Heyet şaşkındı, çünkü tanığa ne soracağını dahi bilemiyordu. Avukatlardan isteyerek "Ne sormamızı istiyorsunuz" dediler. Avukatlar, polisin yalanlarının oluşturduğu iddianamenin tersine "benim üzerimde çıkan yazı ve belgelerin, savcının iddia ettiği gibi "örgütsel dokümanlar" mı yoksa, Gazi Davası Komitesi'nin Trabzon'a gidiş için yapılan toplantıların tutanakları mı olduğunun belirlenmesi için, Şehit Aileleri olarak toplantıya katılıp, katılmadığının" sorulması istendi. ilginçtir, hakim de soruyu böyle sordu. Şehit babası Mahmut Engin'e "siz Şehit Ailesi misiniz?, Mehmet Akdemir'i tanıyor musunuz?" diye sordu. Mahmut Engin'de "Evet Sezgin Engin'in babasıyım ve şehit ailesiyim. Mehmet Akdemir'i Gazi Halk Meclisi üyesi olarak tanıyorum. Biz Şehit Aileleri olarak Cemevi'nde yapılan toplantılara katıldık" dedi. Hakim "toplantının yasadışı bir örgüt toplantısı mı olduğunu, başka kimlerin toplantıya katıldığını sordu. Mahmut Engin, "Herkes vardı, sendikalar, dernekler, Gazi halkı, Okmeydanı halkı..." diyordu ki, hakim daha fazla dinlemedi. "Tamam oturabilirsiniz" dedi. Ve hakim tutanaklara yazdırırken "Şehit Ailesi Mahmut Engin..." diyerek artık onun nezdinde de meşrulaşan şehitlerimizi ve Şehit Ailelerimizi de tutanağa geçirdi. Davaya bu kez Gazi Halk Meclisi sözcüsü Halil Telek tanıklık için çağırıldı. Hakim yine ne soracağını bilmiyordu. Avukatlarımız "Toplantılarda tutanak tutulup, tutulmadığını ve bu tutanakların kimde toplandığının" sorulması istendi. Hakimin soruyu tekrarlaması ardından Gazi Halk Meclisi Sözcüsü Halil Telek; Mehmet Akdemir Halk Meclisimizin üyesi ve aynı zamanda Gazi Davası Komitesi'nin sözcüsüdür. Bizde bu taplantıya duyarlı tüm çevreler gibi katıldık. Toplantı tutanaklarını sözcümüz olduğu için Mehmet Akdemir'e veriyorduk" dedi. Tanıkların dinlenmesinin bitmesiyle birlikte, Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Behiç Aşçı, savunmasında "Bu davanın açılış nedenlerinin iddianamede yazıldığı gibi olmadığını, polisin böylesi iddialara (yasadışı örgüt yöneticiliği vb.) başvurduğu, bunun yüzlerce örneği olduğunu ancak sıradan 20 Aralık 1997 bir insanın dahi buradaki hukuk dişiliği görebileceğini, ancak savcının tüm gerçekler ortada iken bu hukuk dişiliği sürdürmesinin anlaşılamadığını belirtti. Ve davanın esas olarak Halk Meclisleri'ne çetelerin saldırısının bir parçası olduğunu, oysa meclislerin meşruluğunun herkesin gözünde artık netleştiğini, halkın Halk Meclisleri'yle sorunlarına çözüm aradığını ve çeşitli başarılar kazandığını" uzun uzun anlattı. Dava tam anlamıyla halkın inisiyatifinde gelişiyor ve sonuçlanmaya doğru gidiyordu. Ara verildi. Herkes merakla bekliyordu, ben de... Bakalım çetelerin komplosu mu tutacaktı, yoksa halkın gücü bu komployu yerle bir edip Gazi Davasını sahiplenmenin bir bütün olarak Halk Meclisleri'nin meşruiyetini halk nezdinde olduğu gibi DGM'lere de kabul ettirebilcek miydi? Haklılığımızı meşruluğumuzu salonda bulunan herkesin gözünden okuyabilmek mümkündü. Salonda bekleyen polisler bile, savunmalar sırasında suçluluk psikolojisiyle ya gözlerini kaçırıyor ya da başını öne eğiyordu. Verilen ara sonrasında salona tekrar alındık ve karar açıklandı. TAHLİYE... Susurluk'taki devletin çetelerin oluşturmaya çalıştığı komplo parçalanmış, Halk Meclîsleri meşruiyetini DGM'lere de kabul ettirmişti. Nasıl kabul ettirmesin ki, şu anda ülke toprakları üzerinde, kendisi tartışan, kendisi karar alan ve uygulayan halkın iradesini yansıtan tek halk örgütlülüğünü temsil ediyorduk. Bu gurur, yıllarca gecekondu semtlerinde, mahallelerde ezilen, boyun eğdirilmeye çalışılan, yok sayılan ancak tüm baskılara rağmen direnen şehitler veren, ama asla teslim olmayanların haklı gururuydu. Biz kazanmıştık, halk kazanmıştı. Kurtuluş: Sonra nasıl oldu, tahliyenizden sonra da hemen bırakılmadınız, neler yaşandı, neden? Akdemir: Evet, çeşitli sorunlar yaşandı. Bu şu demektir. Susurluk devam ediyor... Tamamen keyfi gerekçelerle iki gün boyunca Asayiş Müdürlüğü nezaretinde tutuldum. Gerekçe de, aylar önce ertelenen basın davalarının ertelenme kararları, bilgi işlem merkezlerindeki kayıtlardan düşülmemiş (!) DGM'de konu ile ilgilenen memurlar bu yazıları defalarca yazdıklarını ancak polis bilgisayarından bunların nedense (!) düşülmediğini ifade ediyordu. Ve iki gün boyunca tanık olduğum gibi onlarca insanımızın her gün sadece bu nedenden dolayı zulme uğratılması Susurluk'un hala devam ettiğini gösteriyor. Kurtuluş: Son olarak bize söyleyeceğiniz birşey var mı? Artık özgürsünüz, ne düşünüyorsunuz? Akdemir: Herşeyden önce halklarımız bağımsız demokratik bir ülkeye kavuşmadan kendimi özgür hissetmeyeceğim. Diğer yanıyla üç ay sonra da olsa halkımızın adalet, eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle buluşmak coşku veriyor. Bir kez daha MERHABA... Kurtuluş: Teşekkür ediyoruz. Akdemir: Ben teşekkür ediyorum...* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ HALK İÇİN KURTULUŞ 20 Aralık 1997 Mahalleler, işçiler, memurlar, köylüler ve gençlik devrimci örgütlenmenin temel alanları olarak sayılabilirler. Bunlar birbirlerinden daha net sınırlarla ayrılabilen, ekonomik, sosyal özellikleri açısından kendilerine özgü nitelikleriyle ayrı bir faaliyet ve örgütlenme alanı olarak tanımlanabilen alanlardır. Bu anlamda da hayatın çeşitli alanlarında meclis örgütlenmelerinin somutlanışını ortaya koymaya açmaya çalıştığımız bu yazı dizisinde buraya kadar bunları ele aldık. Ancak meclisler bu alanlarla sınırlı tutulamaz. Meclisler halkın çok daha farklı kesimleri için de muhtevası korunularak, kendi özgünlükleri içinde biçimlenerek, bugünkü örgütsüzlüğün veya var olan gerici, statükocu örgütlülüklerin alternatifi olabilirler. Bu farklı kesimler kimlerdir? Örneğin en başta aydınlan, sanatçıları ayrıştırabiliriz. Devamında mimar mühendisleri, avukatları, doktorları, eczacıları, esnafları sayabiliriz. Aklımıza gelen gelmeyen tüm serbest meslek sahipleri için de meclisler önerilebilir. *** AYDINLAR, SANATÇILAR, örgütlü olmak gerektiğinin belki de en fazla bilincinde olan, bunun tarihsel gerekliliğini yüzyıllara uzanan örneklerle bilen bir kesim olmalarına rağmen, ilginçtir ki, bugün ülkemizdeki en örgütsüz kesimlerden biridirler. Bırakın sanatın, sosyal, kültürel hayatın çok çeşitli alanlarında faaliyet yürüten, üreten tüm aydınları bir araya toplayacak bir örgütlülüğü, daha sınırlı alanlar ve dallar için geçerli olabilecek örgütlülükleri bile yok denecek kadar azdır. Bu nedenle de aydınlar, sanatçılar bugün çok önemli sorunlarla karşı karşıyadırlar. Birincisi; hepsinin toplum yaşamı üzerindeki, ülkedeki gelişmeler üzerindeki etkinlikleri, yönlendiricilikleri yalnızca bireysel üretimleriyle sınırlıdır. Hemen bu noktada bunun aydının, sanatçının bir özelliği olduğunu söyleyenler olacaktır. Oysa bu bir aydının, sanatçının ancak zayıf yönü olabilir. İkincisi; bu bireysel üretim halktan AYDINLAR kopukluğun, halka yabancılaşmanın, toplumsal mücadelenin dışında olmanın izlerini çok belirgin bir biçimde taşıdığı için zaten daha baştan işlevsizleşmiş, etkisizleşmiş olmaktadır. Üçüncüsü; aydınlar bu örgütsüzlükleri yani bireysellikleri nedeniyle doğrudan kendi sanatsal üretimleri, doğrudan kendi faaliyet alanları üzerindeki baskılara karşı da ciddi bir güç oluşturamamakta, geniş aydın, sanatçı kitlesi bu noktada kendi üretimine otosansür uygulamak, düzenle bütünleşmek tercihiyle karşı karşıya bırakılmış olmaktadır. Meclisler herşeyden önce bu örgütsüzlük durumunu değiştirecek araçlardır. Öte yandan meclisler, demokrasiden çokça söz eden, kendilerini ifade etmeye çok özel bir önem atfeden aydınların bu taleplerini karşılayabilecek nitelikte örgütlenmelerdir. Meclisler sonuç olarak aydınların ve sanatçıların toplumsal yaşama daha iradi, örgütlü müdahalelerini olanaklı kılacak, aynı zamanda onların üretimlerine de kolektif bir nitelik kazandıracaktır. Meclisler üzerine çeşitli aydınlarla yapılan ve Kurtuluş'ta da yayınlanan röportajlarda hemen tüm aydınlar, sanatçılar bu tür meclislerin gerekliliği doğrultusunda görüş belirtmişlerdir. Ama buna rağmen bu süreç içinde bu yönde somut bir gelişme henüz ortada görünmemektedir. Bu bile tek başına ülkemizdeki aydınların, sanatçıların inisiyatifsizleşmelerinin ya da kendilerine güvensizliklerinin ya da örgütlülükten kaçışlarının bir göstergesidir. Böyle bir adımı kimden, nereden bekliyorlar? Halkın cahil bırakılmış, bilinçsiz, yoksul çeşitli kesimlerinin öncü ihtiyacı duymaları, kendi dışlarında atılacak bir adımı beklemeleri bir yerde anlaşılırdır. Peki ya aydınlar, sanatçılar? Böyle bir inisiyatifi göstermedikleri noktada onların aydın olma, halka yol gösterme misyonu nerede kalır? Kurtuluş'ta yayınlanan bu röportajlarda belirtilen görüşlerden biri de aydınların, sanatçıların Halk Meclislerine katılmaları gerektiğidir. Kimi aydın ve sanatçılar buna ayrıca aydın sanatçı meclislerine gerek olmadığını da ekliyorlardı. Örneğin bunlardan tiyatro sanatçısı Yiğit Tuncay şöyle diyordu; "Meclislerin tekleştirilmesine gitmenin yararlı olacağına inanıyorum... Aydınlar ve sanatçılar kendi kovuklarından çıkarak ve misyoner görüntülerini silmek için Halk Meclislerine teşrif etmelidirler. Halk, aydınını kendi öz aydını olarak ve samimi görmek ister. Aykırılığını bile samimi bir ortam içinde söyleyen insan kabul görecektir..." Kuşkusuz bu da üzerinde durulmaya değer bir görüştür. Ancak buradaki temel yaklaşım doğru olmakla birlikte sorunu şöyle biçimlendirmek daha yerinde olacaktır. Herşeyden önce, aydın sanatçı meclislerini oluşturmak, bu meclisler içinde yer almak diğer çeşitli örgütlülükler içerisinde yer almaya da engel değildir. Aydınlar, sanatçılar bir yandan aydın, sanatçı meclislerinde kendi örgütlülüklerini oluşturur, gerek mücadele açısından, gerek üretim açısından bireyselliğin dışına çıkamayan aydın sanatçı kesimi bu örgütlülüğe kazandırmaya çalışır, ve bu örgütlülükle kendi özgün taleplerinin, sorunlarının çözümü için mücadele ederken, aynı anda mahallelerdeki Halk Meclislerinde de yer alabilir. Almalıdır da. Meclislerin asıl işlevi net olarak kavrandığında, zaten bunların karşı karşıya getirilmesinin de gereksiz olduğu ortaya çıkar. Meclisler halkın hemen tüm kesimleri için şu ya da bu ölçüde söz konusu olan örgütsüzlüğün aşılmasını hedefleyen, mücadeleyi hayatın her alanında kitleselleştirmeyi hedefleyen, hayatin her alanında o alandaki kitlelerin karar ve iradesini ortaya çıkarmayı hedefleyen örgütlülüklerdir. Halkın çeşitli kesimlerim ayrı örgütlülükler içinde birbirinden koparmayı değil, halkın örgütsüz büyük çoğunluğunu bulundukları alanlarda, mekanlarda örgütleyerek birleştirmeyi hedefleyen örgütlülüklerdir. Ayrı ayn alanlarda örgütlenecek meclisler halkın birleştirilmesinin araçları, zeminleri olacaklardır. *** MİMARLAR, çok çeşitli dallardaki MÜHENDİSLER bugün belli ölçülerde örgütlü sayılabilecek bir kesimdirler. Mimar, mühendis odaları, onbinlerce üyesiyle, kendi alanlarında çalışan çok büyük bir çoğunluğun odalara üye olması itibariyle biçimsel açıdan "güçlü" örgütlenmelerdir. Ancak bunun pratikteki yansıması aynı güçte değildir. Dolayısıyla mimarların, mühendislerin toplumsal yaşamdaki, demokrasi mücadelesindeki etkinlikleri sahip oldukları bu gücün, aydın olarak taşıdıkları niteliklerin, sosyal yaşam içindeki yerlerinin çok çok gerisindedir. Bu kesimin önündeki ilk ve en temel soru niye böyle olduğudur? Bu sorunun cevabı araştırıldığında karşımıza çıkacak ilk olgulardan biri Oda örgütlülüklerinin, bürokratik niteliğidir. Bu adeta kabullenilmiş bir statü durumundadır. Dolasıyla Oda'lar da kendi üyelerini harekete geçiremeyen, arada bir yapılan seçimlere bile üyelerini binbir zahmetle, binbir teşvikle ancak getirebilen bir durumdadırlar. Dolasıyla bu büyük kitle sınırlı kesimleri hariç ülke sorunlarına, toplumsal gelişmelere, halkın durumuna karşı hatta kendileri üzerindeki baskı ve kısıtlamalara duyarsızlaşmış, ilgisizleşmiştir. Oda'lar hemen tamamı itibarıyla tepeden yönetilen örgütlülükler durumundadır. Zaten toplumsal muhalefete katılım açısından ancak kırk yılda bir karar alma durumundadırlar. Ve bu kararlarında da kitle katılımı hemen hemen yok denecek düzeydedir. Diyelim ki, Gazi'de bir katliam oldu, halk ayaklandı. Ne Oda'lar böyle bir gelişme karşısında bir sorumluluk duyup bir şey yapmışlar, ne de onbinlerce üyeye bu gelişme karşısında "ne yapmalıyız, ne yapabiliriz?" sorusunu yöneltmişlerdir. Mimar ve mühendisler -ki doktorlar, avukatlar da aynı kategoride sayılabilirler— mevcut durumlarına bunların ışığında baktıklarında gerçekte mevcut örgütlülüklerinin bir yerde onları hantallaştıran, atıl hale getiren, bu kesimde var olan dinamizmi öldüren bir rol oynadığını göreceklerdir. "Örgütlü" gibi görünen bir "örgütsüzlük" sözkonusudur. Meclisler işte bütün bu nedenlerden dolayı bu alanda da bir ihtiyaçtır. Var olan örgütlenme ve mücadele sorunlarının çözümü için gerekli bir araçtır. Varolan dinamizmi açığa çıkarıp, duyarlılığı harekete geçirecek, bu geniş kitlenin iradesini ortaya çıkaracak bir örgütlülüktür. *** Toplumda aydınlar, sanatçılar ya da mimarlar, mühendislerle çeşitli . açılardan benzerlikler gösteren başka toplumsal kesimler de vardır. Örneğin DOKTORLAR, ECZACILAR aynı konumdadırlar. Arada birçok seyrek olarak yaptıkları "beyaz yürüyüş"ler dışında toplumsal mücadelede hemen hiçbir izlerini, katkılarını göremeyiz. Sağlık işkolundaki sendikal örgütlülüklere ve mücadeleye de mesafelidirler... örneğin AVUKATLAR, toplumsal sorunlarla, halkın karşı karşıya kaldığı tüm baskı ve zulümle çok içice olmalarına rağmen bütün bu sorunlar karşısında duyarlılık gösteren, halkın mücadelesinin bir YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN KURTULUŞ 16 MECLİSLER parçası olabilme tavrım gösteren avukatların sayısı toplam sayılan içerisinde küçük bir azınlıktır. Yukarıda Oda'lar için verdiğimiz örnekte olduğu gibi baro seçimlerinden seçimlerine seferberlik ilan edip, seçimlere belli bir katılımı sağlayabilirlerse bu onların demokrasi mücadelesindeki adeta tek basanları olmaktadır. Ki, bazen bunu da başaramamaktadırlar. *** Çok çeşitli mesleklerden aydınlar birey olmayı, örgütsüz olmayı adeta statüleştirmişlerdir. Konuşmalarında, yazılarında çok sık halkın çeşitli olaylara gereken tepkiyi göstermediğini söyler, biraz daha uç noktaya savrulanlar "bu halk adam olmaz" deyip işin içinden çıkarlar. Oysa bunları söylemeden önce dönüp kendilerine bakmalıdırlar. Türkiye'nin mesela son 20 yılında oynadıkları role bakmalı, aydın olma misyonunu ne kadar üstlenebildiklerini sorgulamalıdırlar. Bunu yaptıklarında göreceklerdir ki, halkın gerisinde kalmışlardır. Halk, maruz kaldığı tüm baskı ve zulme rağmen, içinde yaşadığı yoksulluk koşullarına rağmen çok çeşitli biçimlerde güçlü ya da zayıf mücadelesini, dar ya da geniş örgütlenmesini belli ölçülerde sürdürmüştür. Elbette süreç bu kesimler açısından tümüyle olumsuz da değildir. Bu süreçte aydınların, sanatçıların, avukatların halkın mücadelesiyle bütünleşmesi doğrultusunda, Grup Yorum gibi, Halkın Hukuk Bürosu avukatları gibi klasik aydın tipinin dışına çıkan, mevcut statükoları yıkan ve bu alanda yeni gelenekler yaratan gelişmelere de tanık olunmuştur. Bu geleneklerin kitleselleştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu geleneğin binlerce, onbinlerce çeşitli mesleklerden aydının iradesini ve üretimini ortaya koyduğu örgütlülüklerle geliştirilmesi ihtiyacı vardır. Halkın aydınlarından beklentisi çoktur. Elbette aydınların misyonlarını yerine getirmedikleri bu onyıllar boyunca halkta aydınlara karşı belli kuşkular, güvensizlikler de oluşmuştur. Bu kuşkulan, güvensizlikleri aşmanın yolu da yine örgütlenmek, halkın örgütlülükleriyle ve mücadelesiyle bütünleşmekten geçer. Halkın beklentilerine cevap verecek bir aydın tipi, aydınların bugünkü örgütsüzlükleri içerisinde. yaratılamaz. Bu son derece açıktır. Örgütsüzlüğün aşılmadığı noktada hergün biraz daha etkisizleşme, ve düzene her gün biraz daha fazla teslim olma kaçınılmazdır. Aslında aydınlar için bugün meclislerde, yani mücadeleyi geliştirecek zeminlerde örgütlenmek, düzenin hizmetindeki sıradan sanatçılar, mimarlar, avukatlar olmakla halkın aydını olmak arasında bir tercih yapmak demektir.* 20 Aralık 1997 Faşistleri Mahallemizden Kovmak ve Kokuşmuş Düzeni Yıkmak İçin Halk Meclislerinde Birleşmeliyiz Okmeydanı'nda polis tarafından keyfi bir şekilde saldırıya uğrayan ve gözaltına alınan Halk Meclisi üyesi Barış Kaya ile görüştük Saldırışı ve gözaltınızı anlatabilir misiniz? - Ziya ve Çiğdem isminde iki arkadaşımla beraber Anadolu Kahvesi'ne doğru yürüyorduk. Birden iki sivil polis otosu önümüzde durdu. Hiçbir şey söylemeden bizi yaka paça gözaltına almaya çalıştılar. Biz bu yasadışı uygulamaya karşı gelerek slogan atmaya çalıştık. Yaklaşık 10-15 dakika mücadele ettik. Etraftan gören insanlar da bize sahip çıkarak polise karşı geldiler. Polis halkın öfkesinden korktuğu için hemen silahına sarıldı ve bize silahının kabzasıyla vurarak gözaltına aldı. Bu saldırıların nedenini biraz açabilir misiniz? - Kuşkusuz saldırıların esas amacı Susurlukla açığa çıkan devletin katliamcı mafyacı yüzünü örtmektir. Bir diğer nedeni ise halkın öz gücü olan Halk Meclislerini sindirmek. Çünkü Halk Meclisleri Susurluk Devletinin önündeki en büyük halk muhalefetidir. Halk Meclislerinin yaygınlaşıp büyümesinden korkuyorlar. Bunun için de alçakça saldırarak Halk Meclislerinin meşruluğunu kırmaya çalışıyorlar. Fakat hiçbir zaman başaramayacaklar. Bizler bu saldırılara karşı örgütlü olmamız gerekir. Ancak halkın örgütlülüğü bu saldırıları geri püskürtür. Tüm halkımızı halkın en meşru gücü olan Halk Meclislerinde birleşmeye çağırıyorum. meydanı, Nurtepe, Çağlayan, Gültepe, Gazi mahallelerindeki polis baskısı devletin ne kadar acizleştiğini göstermektedir. Sağa sola pervasızca saldıran, terör estiren devlet estirdiği terör yetmezmiş gibi insanları suçsuz yere tutuklamaktadır. Halkı sindirme ve çevrede polise güven imajlarım devrimci, demokratlar üzerinde baskı kurarak göstermeye çalışan Susurluk çeteleri insanları eroin batağına, fuhuş batağına, birahane ve pavyon batağına iterek kendi benliklerinden, kendi kişiliklerinden arındırmaya çalışmaktadır. Fakat bizler Halk Meclisleriyle hareket ederek devletin halkı yıldırma politikalarını boşa çıkartacağız. Bizler halkız haklıyız kazanacağız. 11 Aralık'ta Halk Meclisi imzalı afişleri yapıştırırken Nurtepe'de saldırıya uğrayan Nurtepe-Güzeltepe Halk Meclisi Girişimi Gençlik Komisyonu üyeleri Özkan Güneysu, Tamer Güneş, Adem Kavasoğlu ile yaptığımız röportaj Um yayınlıyoruz. Son günlerde mahallelerde yoğunlaşan saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Özkan Güneysu: Devlet her zamankinden daha fazla korkuyor. Çünkü karşısında büyük bir halk muhalefeti var. Susurluk kampanyası içerisinde onbinlerle Susurluk devletini protesto eden, Susurluk'taki devletten hesap soran Halk Meclisleri'dir. Bunun için Halk Meclisleri'nden korkuyor. Ve sıkça başvurduğu yöntem şiddettir. Son günlerde de buna başvurarak halk muhalefetini bastırmak istiyor. Bunun içinde saldırıyor, halkın örgütlenmesiGültepe halkından Ersin Cayan ni, haklı taleplerini haykırmasını isteile son dönemlerde çetelerin Halk miyor. Peki bu saldırılara karşı ne yapılMeclislerine yönelik saldırılan hakması gerekir? kında görüştük. Önceden de dediğim gibi bu devleSon dönemlerde Halk Meclislerine tin politikası. Bizim buna karşı Halk yönelik saldırılan nasıl değerlendiri- Meclisleri'ni güçlendirmemiz gerekir. Tüm halkı meclislere katmamız gereyorsunuz? kir. Çünkü bugün bize saldırdılar, yaSaldırıların en sonunrın sivil faşistler ve devcusu Gazi katliamı dulet herkese saldıracak, ruşmasına giden Halk bu çok açık. Faşistleri Meclisleri üyelerine yamahallemizden kovmak pıldı. Eli kanlı çetelerin için, bu kokuşmuş düzehesabını sormak için ni yıkmak için Halk MecTrabzon'a yediden yetlisleri'nde birleşmeliyiz. mişe giden Halk Meclisi Çünkü buna karşı geleüyelerine saldıran devlet cek tek güç halkın gücüacizliğini göstermiştir. dür. Göstermelik tutuklanan Olay nasıl oldu anlatır beş kişi var. Devlet suçlumısın? ları yargılamak için değil Tamer Güneş: Gazi Halk kendini aklamak için bunları tutuklanııştır. Bunlardan esas Meclisi üyesi Mehmet Akdemir'in hesabı soracak olan halkın adaletidir. mahkemeye çağrı niteliğinde olan Şu son günlerde de özellikle Halk Mec- afişleri yapıştırırken oldu. Sivil polisler lislerinin bulunduğu bölgelerde Ok- çağrı niteliğindeki afişleri yapıştırırken yanımıza geldi, izniniz var mı diye sordu. Biz de bu afişlerin izin gerektirmediğini söyledik. Sonra polis üç arkadaşımızı gözaltına almaya kalktı. Biz de arkadaşlarımızı ellerinden çekerek vermedik. Polis silahını çekerek üzerimize geldi. Biz de elimizdeki fırça ve taşla karşılık verdik. Sizce son dönemde yoğunlaşan saldırıların nedeni nedir? Devlet Susurluk gibi "yargılandığı" bir süreçten geçti. Devleti "Susurluk Devlettir" sloganıyla yargılayan sürece damgasını vuran da Halk Meclisleri olmuştur. Fakat şu anda devlet saldırıya geçmiştir. Gerek sivil faşistler, gerek resmi faşistler okullarda, mahallelerde her yerde gelişen halk muhalefetini kırmaya, halkın öz gücü olan Halk Meclisleri'ni sindirmeye çalışmaktadır. Ama şu ana kadar yapamadılar bundan sonra da başaramazlar. Peki bu saldırılar karşısında ne yapmayı düşünüyorsunuz? Bu saldırılara karşı var gücümüzle örgütlenmemiz gerekir. Gelip bizi elini kolunu sallayarak gözaltına alamaması lazım. Bunun içinde halkın öz gücü olan Halk Meclisleri'ni güçlendirmemiz, Halk Meclisleri'nde örgütlenmemiz gerekir. Eğer Halk Meclislerini yayarsak, halkı biraraya getirirsek işte o zaman istedikleri gibi mahallemize giremezler. Halk Meclisleri Gücümüzdür şiarını daha gür haykırmamız gerekir. Siz son günlerdeki saldırılar üzerine ne düşünüyorsunuz? Adem Kavasoğlu: 11 Aralıkta Halk Meclisleri imzalı afişi yapıştırırken bize saldırdılar. Çünkü Gazi Halk Meclisi üyesi Mehmet Akdemir'i halkın sahiplenmesini istemiyorlardı. Tabii tek nedeni bu değildi. Devletin şu anda Susurluk pisliğini örtmek, karartmak gibi bir derdi var. Bunun için de saldırıyor. Bugün sadece Nurtepe'ye saldırmıyor. Emekçi insanların yaşadığı her yere saldırıyor. Daha birkaç gün önce Okmeydanı'nda Halk Meclisi üyelerine sokak ortasına saldırdılar; üç arkadaşımız tutuklandı. Yine l Mayıs'ta iki arkadaşımız tutuklandı. Bu saldırıların hepsi büyüyen Halk Meclisleri'nin meşruluğunu kırmak, insanları sindirmek içindir. Biz de bu saldırılara karşı Halk Meclisleri'ni yaygınlaştırmalıyız. Halk Meclisleri halkın öz örgütlülükleridir. Devlet bunu bildiği için saldırıyor. Bunun en yakın örneği, Gazi Davası'nı sahiplenmeye giden halka saldırdı. Çünkü halkın öfkesinden korkuyor. Bizim bunlara söyleyecek tek sözümüz var. Halkın öfkesinden korkmaya devam edin. Çünkü dosta da, düşmana da halkın tek örgütlülüğü olan Halk Meclisleri'nin gücünü gösterdik ve daha görecekleri çok şey var.* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 17 KAMU EMEKÇİLERİ 30 Aralık 1997 Ceyhan'da İş Bırakan Memurlar Gözaltına Alındı Kamu Emekçileri Sendikaları Platformu'nun (KESK) 11 Aralık'ta ülke genelinde yaptığı bir günlük iş bırakma eylemi paralelinde Adana'nın Ceyhan ilçesinde de yaklaşık 70 Kamu Emekçisi iş bıraktı. Sabah 09.00'da sendikalarında toplanan öğretmenler, topluca hastaneye yürüdüler. Yol boyunca "İşçi Memur El Ele Genel Greve" ve "Memuruz Haklıyız Kazanacağız" sloganlarını atan eğitim emekçileri, hastane bahçesinde Eğitim-Sen başkanı ile bazı üyelerinin gözaltına alınmasına tepki gösterdiler ve Merkez Karakoluna yürüdüler. Gözaltına alınanlar savcılıkta serbest bırakıldılar. Ceyhan Belediyesi'nde çalışan memurlar da aynı gün saat 08.00'de eyleme başladılar. Tüm-Bel-Sen başkanının okuduğu "eli kanlı katilleri, mafyacıları serbest bırakan devleti teşhir ettiklerini" belirttiği basın açıklamasının ardından yine "İşçi Memur El Ele Genel Greve" ve "Memuruz Haklıyız Kazanacağız" sloganlarını atan memurlar, eylemi sona erdirdiler. Adana'da İş Bırakma Eylemi Yapıldı Kamu Emekçileri Sendikaları Platformu'nun (KESK) 11 Aralık'ta ülke genelinde yaptığı bir günlük iş bırakma eylemi, Adana'da da KESK'e bağlı çeşitli sendikalarca yapıldı. Adana'daki eyleme SES, Maliye-Sen, Emek-Sen, Birleşik Taşımacılar Sendikası, Haber-Sen ve Enerji Yapı Yol-Sen katıldı. İş bırakma eylemi Adana'nın çeşitli işyerlerinde devam ederken, KESK'e bağlı tüm sendikalar, saat 11.45'te İnönü Parkı'nda 750 kişinin katıldığı bir basın açıklaması yaptılar. Eylem "Sadaka Değil Toplu Sözleşme" ve "Memuruz Haklıyız Kazanacağız" sloganlarıyla sona erdi. Kamu Emekçileri Kastamonu'da İş Bıraktı Kamu engellerinin 15 Kasım'dan bu yana zamlara karşı sürdürdüğü eylemlere 11 Aralık Perşembe günü Kastamonu Eğitim Sen ve diğer kamu emekçileri de bugünlük iş bırakmayla dahil oldu. Nasrullap Meydanı'nda TÖDEF'lilerin de katılımıyla bir basın açıklaması düzenlendi. Açıklamada zamlara ve yapılan sömürüye karşı eylemliliklerin gün geçtikçe artacağı belirtildi. Eyleme 100 dolayında kişi katıldı. "Emekçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Susma Sustukça Yeni Zamlar Gelecek" sloganlarının atıldığı eylem, halk tarafından da ilgiyle karşılandı ve desteklendi. Kamu Emekçileri Malatya'da Hayatı Felç etti KESK'in Türkiye genelinde iş bırakma, iş yavaşlatma, grev karan aldığı 11 Aralık Perşembe günü yaklaşık 200 sağlık emekçisi iş bırakarak ve iş yavaşlatarak Malatya Devlet Hastanesinde tüm işlemleri durdurdu. Saat 11.00'de Devlet Hastanesi önünde yapılan basın açıklaması gerek kamu emekçileri açısından, gerekse halk tarafından sempati ile karşılandı. Kitle sık sık "Çetelere Değil Sağlığa Bütçe", "Sadaka Değil Toplu Sözleşme", "Yaşasın örgütlü Mücadaledemiz" şeklinde sloganlar attı. Davul-zurna eşliğinde halaylar çekerek coşkulu bir şekilde eylem bitirildi. Polis Saldırılarına Eğitim Emekçileri Direnerek Karşı Koydu KESK'e bağlı Eğitim-Sen ve diğer şubelerinin katılımı ile saat 12.30'da Malatya PTTsi önünde yapılacak olan basın açıklamasına yaklaşık 400 kişi katılırken daha kitle tam olarak toplanmadan polis saldırdı. Saldın sırasında kamu emekçileri dağıtmayarak oturmaya başladı. Polis insanlık dışı tutumuyla bir taraftan insanları yaka paça, jop, tekme, yumruk kullanarak gözaltına alırken, yine bayan öğretmenlere hakaret ve cinsel tacize varan davranışlarda bulundu. Yere düşenler kıyasıya dövüldü. İki öğretmen yaralandı, bir sağlık emekçisinin bacağı tarıldı, basın emekçileri de karga tulumba gözaltına alındı. Polis saldırısma rağmen kitle kararlı bir şekilde direnerek dağılmadı. 26 kişi gözaltına alındı. Polisin saldırısına kitle sık sık "Baskılar Bizleri Yıldıramaz", "Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Sadaka Değil Toplu Sözleşme" sloganları atarak karşılık verdi. Kitle Eğit-Sen binası önüne kadar yol boyunca saldın ve gözaltılara rağmen yürüdü. Bina önünde basın açıklaması yapıldı. Gözaltına alınanlar bırakılıncaya kadar eğitim emekçileri eylemlerini sürdürdü. Gözaltına alınanların serbest bırakılmasıyla eylem bitirildi.* Kamu emekçileri, iş bırakma eylemiyle bir kez daha, reformist sendika yöneticilerinden daha ileride olduklarını, KESK yönetimince belirlenen eylemlerin daha ilerisindeki eylemlere de hazır olduklarını herkese; özellikle de reformist sendika yöneticilerine göstermişlerdir. Dün iş bırakma ve bu muhtevadaki eylemlere kamu emekçilerinin hazır olmadığını söyleyen KESK'li reformist sendikacılar, bugün beklenenin üzerindeki bu katılımı görünce, pek de hak etmedikleri, "başarı"nın sahipleri olmadıkları bu iş bırakma eylemini "500 bin üyemiz var ama l milyon kamu emekçisi eyleme katıldı" diyerek sahiplenmektedirler. Kamu emekçilerinin '90'dan bu yana süregelen mücadelesinde, en son iş bırakma eyleminde görüldüğü gibi sendika yöneticilerinin ilerisinde bir kamu emekçisi kitlesi ve mücadele geleneği oluşmuştur. Bu kitle ve gelenek, reformist sendikacıların mücadele anlayışlarındaki geriliklere ve tüm engellemelere rağmen, engelleri aşarak yüzbinlerin sahip çıktığı eylemlilikleri yaratmış ve kamu emekçileri bu eylem çizgileriyle inişli çıkışlı bir rota izleyerek bugüne kadar gelmişlerdir. Son iş bırakma eylemi bir gerçeği öne çıkartıyor; bu, kamu emekçilerinin, bağlı bulundukları sendikaların yönetimlerinden daha ilerde, daha devrimci bir düşünce tarzına ve eylem çizgisine sahip oldukları gerçeğidir. Sıradan, tekrardan öteye geçmeyen bir eylem takvimi, tüm gerilemelere rağmen varlığını sürdüren bu dinamizmle belli ölçülerde de olsa bir etki gücüne kavuşuyor. İşte bu gerçek görüldüğünde ve yeterince kavrandığında ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız diye düşünmeye başladığımızda Devrimci Memur Hareketinin misyonu çok daha net bir şekilde görülmekte ve o ölçüde de kavranılması, atılacak adımların somutlanması kolaylaşmaktadır. KESK'in reformist, uzlaşmacı, cazetçi yönetiminin kamu emekçileri mücadelesine verdiği zararan görmek, bunları eleştirmek, adeta etkili olmayan bir muhalefet yapısı içinde kalmak, her türlü geişmeye bu çerçeve içinde bak- mak, bugüne kadar eleştiri ve teşhirin ötesinde pek bir anlam ifade etmemiştir. Bu somut durum görülmelidir. KESK'in reformist politikalarına karşı ideolojik mücadeleye dün olduğu gibi bugün de devam edeceğiz, eleştirmeyi sürdüreceğiz; uzlaşmacılığı, icazetçiliği her seferinde mahkum edeceğiz, ama bunun yetmediğini, yetmeyeceğini de kavramalıyız, KESK reformizmine karşı ideolojik mücadele, görevlerimizin ancak "bir parçası" olabilir. Görevimizin asıl önemli yanı ise, KESK'in tüm geriliklerine rağmen, hak ve özgürlüklerini, mücadelenin başından ortaya koydukları taleplerini sahiplenen kamu emekçilerinin bu sahiplenmesini ve dinamiğini esas alıp onlara gidebilmektir. KESK'in reformist yönetimi, herşeye rağmen bugün kamu emekçileri adına hareket etmekte, onlar adına eylem programlan çıkartmakta ve hayata geçirmektedir. Devrimci Memur Hareketi olarak biz ilkesel olarak karşı çıkmadığımız bu eylem programlarına, tek tek eylemlere katılmışızdır. Bu tavrımızın amacı ve hedefi, KESK tarafından alınan kararların geriliğine rağmen bu eylem programlarını devrimcileştirmek ve militanlaştırmak olmuştur. Bunda ne kadar başarılı olunduğu ise doğru devrimci inisiyatif ve müdahaleyle ve esas olarak da güç olmayla direkt ilgilidir. Güç olmanın da tek bir yolu vardır; kamu emekçilerine gitmek, onları örgütlemek ve doğru politikalar öncülüğünde yönlendirmektir. İşte başarmak zorunda olduğumuz budur. Bugün kamu emekçileri KESK çatısı altında ne kadar örgütlü bir görünüm verseler de bunun mevcut haliyle kof bir örgütsel şekilleniş olduğu, mevcut yönetimiyle kamu emekçilerinin beklentilerine cevap vermekten çok uzak olduğunu biliyoruz. Onun içindir ki iş bırakma eylemine 500 bin üyenin dışında bir o kadar daha kamu emekçisi hiçbir sendikaya üye olmadıkları halde katılmıştır. Bunun anlamı şudur; on binlerce, yüzbinlerce kamu emekçisi mücadeleye de, örgütlenmeye de açıktır ve KESK bunu başarabilmekten uzaktır. Memur hareketinin önündeki bu görev ve sorumluluğu üstlene- HALK İÇİN KURTULUŞ bilmek, tabii ki çalışma tarzı, mücadele anlayışı ve örgütlenme perspektifinin kavranışında bugün varolan çarpıklıkları eksiklikleri aşmakla mümkün olacaktır. Devrimci Memur Hareketi için nasıl bir örgütlenme, nasıl bir mücadele ve nasıl bir çalışma tarzı konularında teorik olarak bilinmeyen veya yeniden keşfedilecek bir şey yoktur. Genel hatlarıyla tüm bu soruların cevaplan vardır. Bu cevaplar hayatın içinde, memurların mücadelesinin içinde sınanıp kanıtlanmış cevaplardır. Eksik olan bu doğrulan, kitlelere götürmektir. Çıkan engelleri pratik içinde aşmakta ısrar, irade ve kararlılık göstermek durumundayız. Bunu yapabilmek, bu politikalarımızı hayata geçirebilmek için kadrolara dünden daha fazla ihtiyaç vardır. Genel olarak biliriz ki üretilen politikaları hayata geçirecek yeteri kadar kadrolara sahip değilsek, üretilen politikalar ne kadar doğru olursa olsun, kitlelere götürülemez ve uygulanamaz. Kadrolaşmak, kadrolaştırmak dediğimiz şey de yine pratiğin, mücadelenin içinde hayat bulacaktır. Bu anlamda özetlersek; Bugün KESK'in yanlış eylem çizgisine, kamu emekçileri hareketine egemen kılmaya çalıştığı reformist, düzen sınırları içindeki mücadele anlayışına, ancak güç olarak karşı çıkabiliriz demiştik. Bunun için de kadrolaşmak ve kitlelerin içine girmek, kitleleri örgütlemek temel ve vazgeçilmez görevimizdir. Kadrolaşmanın en temel gereklerinden biri kolektivizmi işletebilmektir. Alana ilişkin plan ve programları en yaygın katılımla üretmiyor, kolektif bir işlerlik içinde hayata geçirmiyorsak, birbirimizin eksiklerini bu kolektiflik içinde ortaya koyup gidermiyorsak, orada kadrolaşmanın önüne biz geçiyoruz demektir. Kendimizi eğitmemizin dışında birbirimizden öğrenebilmenin, eleştiri ve özeleştirinin, üretkenlik ve yaratıcılığın zemini kolektif yapılardır. Böyle bir işleyişi kurmakla da yetinemeyiz; bu işlerliği denetlemediğimizde, yol göstericilik yapamadığımızda, hatalara düşüldüğünde ikna edici olamadığımızda ve de düşülen güçlüklerde birbirimize yardımcı olunmadığında sadece kolektif görünen yapılar kurmuş olmamız, biçimsel olmaktan öte bir anlam taşımayacaktır. Kısacası; bundan sonra ne olacak sorusuna verilecek cevabın niteliği, örgütlenmeyi bekleyen onbinlerce kamu emekçisine ulaşabilmemizle, onları doğru politikalar ışığında örgütleyebilmek ve yönlendirebilmemizle, bunun gereği olan kadrolaşmayı sağlayabilmemizle belirlenecektir. * YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 18 KAMU EMEKÇİLERİ Karşı Meclislerimizi Oluşturalım NASOL-D hükümetinin tek taraflı ve kamu emekçileriiçinde bulunduğu kötü yaşam koşullarını dikkate almadan belirlediği yüzde 30'luk maaş artışına karşı grevli toplu sözleşmeli sendikal hak talebiyle Kasım ayından itibaren sürdürülen eylem takviminin finali olan 11 Aralık iş bırakma eyleminde bir milyon Kamu Emekçisinin iş bırakması ve yüzbinin üzerinde bir katılımın sağlanması, Kamu Emekçilerinin sorunlarına ve taleplerine sahip çıktığını bizlere göstermiştir. Basbakanlik. 11 Aralık iş bırakma eylemini kırabilmek için genelge hazırlamış, eyleme katılanlar hakkında soruşturma açılacağını belirterek eyleme katılımı düşürmeye çalışmış; bununla birlikte gerici, faşist, devlet güdümlü sendikalar da eylemi kırmaya çalışmalarına rağmen bunu başaramamışlardır. 11 Aralık iş bırakma eylemini genel olarak değerlendirdiğimizde uzun süredir edilgen olan Kamu Emekçilerinin aslında bu tür eylemlere hazır olduğunu ve doğru bir önderlikle taleplerine sahip çıkacağını kanıtlamıştır. Burada asıl sorun, kitlelere güvenmeyen ve cesaretle yaklaşmayan sendikal anlayışlardan kaynaklanmaktadır. Uzun dönemli bir eylem programı oluşturmayan KESK, en son yapılan bölge toplantılarında tabanın diretmesi sonucunda zorlamalı bir biçimde eylem takvimi çıkarmış, onun da sağlıklı bir şekilde hayata geçeceğinden son güne kadar endişe etmiştir. KESK'te ve diğer sendika merkezlerinde uzun süredir kitlelere güvenmeme ve politik öngörü eksikliği yaşanmaktadır. Bu da uzun süredir Kamu Emekçilerini edilgen bir hale getirmiştir. Artık şunu çok iyi görebilmeliyiz; Kamu emekçilerine güvenmek ve onlara doğru politikalarla gitmemiz gerekiyor. Tüm baskı ve dayatmalara karşı iş bırakan, alanlara çıkan Kamu Emekçilerini önümüzdeki süreçte de baskılar ve cezalar beklemektedir. KESK'e ve diğer sendikalara düşen görev hayata geçirilen eylemlerden sonra beklemek değil, yeni mevziler Anin kazanmak ve mücadeleyi bir adım daha ileriye götürmek için yeni politikalar oluşturmak için çalışmalara bugünden başlamak olmalıdır. Çünkü iktidar boş durmayacaktır. Birçok işkolunda soruşturmalar bugünden başlamıştır, cezalar gündemdedir. İktidar bunlarla Kamu Emekçilerine geri adım attırmayı ve sindirmeyi amaçlayacaktır. Bizlerin savunma durumunda değil, yeni kazanımlar elde edebilmek için yeni programları hayata geçirme çabası içinde olmamız gerekmektedir. Oluşturulacak mücadele programında KESK'in sendika genel merkezlerinin geçmişte içinde bulundukları bürokratik, kendine ve kitlelerine güvenmeyen, kitlelere doğru politikalarla gitmeyen bir sendikal anlayışla hareket etmeleri sonuç alıcı eylem programlarının hayata geçirilmesini engelleyecektir. Yaşadığımız ülkenin koşullarını tahlil edemeyen, uzun vadeli programlar değil günübirlik siyasi faydacı programlar peşinde koşan, düzene entegre olmuş reformist sendikacılar mücadelemizin önündeki en büyük engeldir. 11 Aralık sonrası yine bir belirsizliğin oluşması, bu anlayışın karakteristik özelliğidir. Emekçilerin önüne somut hedefler koymalı, kendi sorunlarına sahip çıkma kültürü verilmeli, araçları yaratılmalıdır. Devrimci Memurlar 11 Aralık sonrasını örmek için harekete geçmeli, KESK'in politikasızlığının peşine düşmek yerine kendi programlarını oluşturabilmelidir. Kitlelere güvenmek zorundayız. Kitlelerin mücadele içerisinde kendilerini de hissedecekleri, alınacak her kararda söz sahibi olacakları Memur Meclisleri'ni bugünden oluşturmak zorundayız. Bugün Kamu Emekçilerinin sendika taleplerine daha sağlıklı çözümlerin üretileceği ve biriken sorunlarını sahiplenip tartışacakları ve hep birlikte eylem programlarını oluşturacağı işyeri Meclislerini oluşturmak bizlere düşmektedir. Meclislerimizi oluşturduğumuzda Kamu Emekçileri bir mevzi daha kazanmış olacaktır.* 20 Aralık 1997 rimci çizgiden uzaklaşmak, alternatif olmaktan çıkmak reformizmle aradaki çizginin silikleşmesi demektir. Reformizmin hastalıklarının bulaşması, bürokratizmin bataklığına doğru yuvarlanma, kitleden uzaklaşma demektir. Devrimci çizgiden uzaklaşıldığı ölçüde kendine ve kitleye güvensizlik gelişecek, kararsızlık, karamsarlık psikolojisi hakim olacak, çarpık bir meşruluk arayışı güçlenecektir. Bugün reformizmin, KESK'in içinde bulunduğu durum budur. Bu nedenle kitlelerin sendikalara güveni sarsılıyor, uzaklaşıyor. Bu koşullarda alternatif olunamazsa, teoride ne söylenirse söylensin pratikte alternatif gösterilemezse memurlar neden ve kime gelsin? Evet, bugün alternatif olmak, kitlelerin güvenini kazanmak, mücadelesine öncülük edebilmek Cephe çizgisinde yürümekten, Devrimci Memur Haraketi'ni güçlendirmekten geçiyor. Bunun için bize güç verecek onurlu bir geçmişe, küçümsenemeyecek bir deneyime sahibiz. Hatırlayalım. Devrimci memurlar örgütlenmeye adım attıklarında bir avuçtular. Ama bu bir avuç memur bugün memurların karşılaştıklarından çok daha ağır koşullarda, çok daha ağır bedeller ödeyerek memurların mücadelesinin öncüsü oldular. Kimse sendika kurmayı düşünmezken, reformizm, oportünizm "Daha erken, henüz koşulları yok" derken BemDer'i kurdular, ardından Kam-Sen, Bern-Sen ve Sagak-Sen'le sendikal örgütlenmenin, mücadelenin önünü açtılar. İlk iş bırakmaların, grevlerin öncüsü, örgütleyicisi oldular. Kararlılıklarıyla, militanlıklarıyla, doğru politikalarıyla, devrimci irade ve inisiyatifleriyle onbinlerin, yüzbinlerin sokaklara akmasında, meydanları doldurmasında en büyük pay sahibiydiler. Peki onlar çok üstün meziyetlere sahip, olağanüstü insanlar mıydı? Elbette değil, ama diğerlerinden önemli bir farklılıkları vardı: Devrimci Hareket'in perspektifiyle devrimci çizgide yürüyorlardı. Meşruluklarına inanıyorlardı, kendilerine güveniyorlardı. Bu inanç ve güven temelinde, cesur, kararlı ve bedel ödemeye hazırdılar. İşte bu güveni, cesareti, kararlılığı, coşkuyu memurların mücadelesine tekrar taşımalıyız. Bunu gerçekleştirmek için önümüzdeki en büyük engel kendimizden başkası değildir. Kendimizi ve önümüzdeki tüm engelleri aşmanın tek yolu ise Cephe'nin çizgisine daha çok sarılmaktır, devrimci çizgimizde ısrardır. Memurların ilk iş bırakma günü olan 20 Aralık'taki Kurultay, Devrimci Memur Hareketi'nin alternatif olduğunu bir kez daha kitlelere gösteren bugün olmalıdır. Onurlu bir mücadele geçmişine, güçlü bir mirasa sahibiz. Bu mirası büyütmeli, geleceğe taşımalıyız.* KURULTAY'DAN NE BEKLİYORUZ? 20 Aralık'taki Kurultay'da devrimci memurlar herşeyin başına öncelikle bu soruyu koymalıdırlar. "Ne bekliyoruz"a verilecek cevap "Biz bu kurultayı neden yapıyoruz", "Ne vereceğiz"in altının ne kadar doldurulabileceğiyle bağlantılıdır. Kurultayın çok çeşitli amaçlarından söz edilebilir. Elbetteki katılanlar memurların yaşadığı sorunlardan iktidarın tutumuna, KESK'in icazetçi politikalarından örgütlenmede yaşanan tıkanıklara kadar bir çok konuyu tartışacak, çözüm yolları arayacaktır. Ancak tüm bunların yanında, devrimci memurlar açısından asıl olarak ortaya konması gereken memurların mücadelesinde tek alternatif gücün Devrimci Memur Hareketi olduğudur. Katılanlar, izleyenler Devrimci Memur Hareketi'nin Kurultay'a damgasını üretkenliğiyle, dinamizmiyle, ciddiyeti ve iddiasıyla vurduğunu görebilmeli, hissedebilmeli, ve kuradan kitlelere bu üretkenlik, dinamizm, ciddiyet ve iddia taşınabilmelidir. Peki, bu mesaj nasıl iletilecek, katılanlar bunun sıradan, alışılagelmiş bir kurultay olmadığını nasıl hissedecek? Elbette bu sadece Kurultay'ın görsel yanını güçlendirerek, buna ajitatif yanlar ekleyerek elde edilemez. Bunun tek yolu Kurultayı genel değerlendirmelerin yapıldığı bir toplantı haline getirmeden, neyi, nasıl yapacağımızı somut olarak konuşup tartışıp programladığımız, kendimizi mazeretlere sığınmadan cesaretle değerlendirdiğimiz bir zemine dönüştürmeliyiz. Bu açıdan Kurultayı daha çok bir değerlendirme ve yeni sürecin başlatılması muhtevasında ele alabilmeliyiz. Kendimize, politikalarımıza güvenmeliyiz ve eksiklerimizi cesaretle ortaya koyabilmeliyiz. Bu kendimize ve kitlelere güvendiğimizi gösterir. Kitlelerin güvenini kazanmak, inandırıcı olmak da bir yanıyla buradan geçer. Bugün devrimci memurların karşı karşıya bulunduğu sorunların temelinde yatan reformizmin yaşadığı gibi "politikasızlık" değildir. Aksine sorunların kaynağı devrimci çizgiden, Cephe çizgisinden uzaklaşma, devrimci politikanın uygulanmasında gösterilen zaaflardır. Bugün üzerinde hassasiyetle durmamız, enine boyuna değerlendirmemiz gereken esas olarak budur. Bu değerlendirme yapılmadan ileriye dönük sağlıklı adımların atılması da olanaksızdır. Devrimci çizgiden, Cephe çizgisinden uzaklaşıldığı ölçüde alternatif olmaktan çıkılacağı kaçınılmazdır. Dev- FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ EKONOMi KURTULUŞ YENİ VERGİ POLİTİKALARI ZAMLAR KRİZE OLAMIYOR Ekonomik kriz bütün ihtişamıyla devam ederken, hükümet birbiri ardına sansasyonel açıklamalarla gündemi doldurarak sorunlara çözüm üretiyor havası estirmeye çalışıyor. Yılbaşından itibaren "altı ay zam yapılmayacak" açıklamasının balon olduğu uygulanamazlığı herkesçe biliniyordu. Zaten üzerinden üç gün ile geçmeden "bazı ürünlere zam yapılmak zorunda kalınabilir" denmeye başlandı. Aynı günler içinde gazete manşetleri "şok paket" haberleriyle doldu, bir gün sonra da öyle birşey olmadığı söylenerek geçiştirildi. Kriz hükümeti öyle bir noktaya düşürdü ki, her karar bililerinin çıkarlarına dokunuyor ve hemen yalanlanıyor. Böyle bir keşmekeşlik içinde kendi kişisel durumlarını düşünen bakanlar, bürokratlar inisiyatif geliştimeye çalışıyor. Kısacası ekonomik kriz, ekonominin yöntemi ve politikalarında da kriz yaratıyor. Oysa bu hükümet milli mütebakat hükümetiydi. MGK'nın aktif desteğiyle yaratılan kampanya sonucu, çok geniş kesimlerin taleplerini ifade eden hükümet olarak sunuldu. Ancak yaşananlar gösterdi ki, koalisyonda yeralan partilerin, bakanların, hatta bürokratların bile birbirlerinden pek haberi yok. Yine çarpıcı bir örnektir, Ecevit, Uzak Asya'dan başlayıp tüm borsaları etkileyen kriz sonrasında özelleştirmenin askıya alındığını söyledikten sonra yaşanan tepkiler ve çalkantı üzerine "sözlerim yanlış anlaşıldı açıklaması yapmak zorunda kaldı. Oysa hiç de yanlış anlaşılmamıştı. Tam anlamıyla böyle ifade etmişti. Bu kez bir haftadır kamuoyunun gündemine yeni bir ekonomik uygulama sokuldu. "İlk kez toplumun bu kadar geniş kesimleri tarafından desteklenen" diye sunulan şeyin adıda şanslıydı. Vergi Reformu. Hala hiçbir yasal düzenlenmesi yapılmamış, proje aşamasında olan vergi reformuyla ilgili düzenlemeler, çok çeşitli çevrelerin nabzım ölçmek üzere tartışılmaya sunuldu. Reform paketinde neler yoktu ki; bundan böyle hiçbir kazanç vergi dışı kalmayacaktı. Hiç kimse vergi açırmayacaktı. Vergi adaleti sağlayacaktı. "Kayıt dışı ekonomi" diye ifade edilen ve büyük bir bölümünü karaparadan, uyuşturucudan, hayali ihracattan, kumar vb. elde edilen gelirlerin oluşturduğu büyük kaynaklar denetim alınacaktı. Vergiler daha adil düzenlenerek tabana yayılacaktı. Vergi yükü arttırılmadan devletin vergi gelirleri arttırılacak, hemen iki katma çıkarılacaktı. Kapalı kulislerde TÜSİAD patronlarının yönlendiriciliğinde yapılan düzenlemeler için en büyük destek yine TÜSİAD'dan geliyordu. TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan düzenlemelere karşı çıkacak olanları kibarca uyarıyordu. "Vergi ve sosyal güvenlik alanındaki düzenlemeleri meclis çatısı alanda, reform olmaktan çıkaracak hazırlıkların yapıldığını duyuyoruz. Türkiye'nin gizli bir ekonomik ve siyasi popülizme dayanacak gücü kalmamıştır". "Bilmeliler ki, bu kez devralacakları gerçekten büyük bir enkaz olacaktır. Belki de bir daha ayağa kalkmamak üzere bu enkazın altında kalacaklar- dır" uyarısını yapıyordu. TÜSİAD'ın bu denli önem verdiği politikalar neydi? Vergi reformu gibi sunulan projede neler vardı? Özellikle dikkati çeken şey tüm gelirlerin vergilendirilmesi kararının '98 yılından itibaren geçerli olacağı ve geriye dönüş olmadan uygulanacağıydı. "Kaynağı ne olursa olsun deniliyordu". Bu düzenleme çok açık biçimde bugüne kadar yapılan tüm kaçakçılık işlerinin, hayali ihracatın, yolsuzlukların bir kalemde silinmesi veya yasal statü içinde meşrulaştırılması anlamına geliyordu. '98 başına kadar kayda geçirilmiş olan, yani bankalara yatırılan, senetlerle vb. belgelenen gelirler hiçbir şekilde sorgulanmayacak, bundan sonrakiler için böyle bir uygulama yapılacaktı. Örneğin Çillerlerin mal varlığı hiçbir soruşturmaya uğramaksızın dışı bırakılıyordu. Bununla da yabancı sermaye özendirilmeye çalışılıyordu. İşte birkaç yönüyle ele aldığımız tablo, TÜSİAD ve diğer patron örgütlerinin "vergi reformu" konusunda neden bu kadar "hassas" olduklarını açıklamaya yetiyor. VERGi REFORMU HALKIN YÜKÜNÜ HAFİFLETMİYOR AĞIRLAŞTIRIYOR Onca şaşalı söylemlerle süslenip püslenen ve Maliye Bakanlığı'nın tek çözüm diye şişine şişine sunduğu vergi reformu paketinin bir de emekçi halka yönelik uygulamalarına bakalım. Pakette ücretlilerin vergi yükünün %5 oranında hafifletileceği, %25'den %20'ye düşürüleceği söyleniyordu. Ancak işçi ve memurların tepkisini önlemek için önerilen ekstra vergi indirimine karşı Mesut belgelenecek ve vergiye dahil edilecekti. Ama bunun içinde pazarlık yapılmıştı. Bugüne kadar üst gelir dilimlerinden alınan vergiler %55'ten %45'e, 1999'da ise %40'a indirilecekti. Yani tam %15'e düşürülecekti. "Bütün gelirler vergilendirilecek" söyleminin altında işte büyük oranların kaynağı ne olursa olsun denilen gelirleri çok ucuz bir ücretle (vergiyle) yasallaştırılacaktı. Bugüne kadar ödüyor oldukları kısmı da çok daha azalacaktı. Lüks tüketim mallarında KDV'ler düşürülecek, lüks otomobilde ise tümüyle kaldırılacaktı. Hepsi aynı zamanda Türkiye'yi parsellemiş birer gayrimenkul zengini olan patronlar artık konut, arazi ve arsalardan alınacak vergilerin yarı yarıya azaltılmasıyla daha çok zenginleştirilecekti. Daha da yetmiyormuş gibi kurumlar vergisi olarak şirketleri için ödedikleri vergilerde yan yarıya düşürülüyordu. Bu kadar da olmaz demeyin dahası da var. örneğin hiçbir yerde kaydı olmayan, depolara doldurulmuş olan tüm stok mallar iyice düşürülmüş bir KDV ödenerek yasallaşmış olacak, tümüyle affedilecekti. İşte katrilyonlara varan ve esas olarak büyük patronları kontrolünde olan kayıt dışı ekonomi, bu şekilde "kontrol" altına alınıp denetlenmiş olacaktı. Yabancı sermaye ile ilgili düzenleme vardı. Döviz kuru değiştikçe artıyor olan vergi miktarı, artık artmayacaktı. Çünkü kur farkı vergi Yılmaz ısrarla "olmaz" diyordu. Özcesi işçi ve memurların vergi yükünde hemen hiçbir değişiklik olmayacak, yine devletin vergi gelirlerinin ağırlıklı kısmını ücretliler ödeyecekti. Öte yandan diğer düzenlemelerin hiçbirinden yararlanmasının koşulu yoktu. Ne patronlar daha önce vergi dışı tutulan gelirlerinin vergilendirilmesini ne de ücretlerinin düşük tutulmasına gerekçe malzemesi yapacaktı. Düzenin emekçilere yönelik zulüm mantığı hangi söylemlerle süslenmeye çalışılırsa çalışılsın bu "vergi reformu" paketinde de gizlenemiyordu. Maliye Bakanı "katılımcı denetim için herkesin vergi mükellefi olması şarttır. Bu nedenle asgari ücrette de vergiyi savunuyoruz" diyordu. Bir yandan da asgari ücretteki verginin azaltılmış olmasını "asgari ücretlere ayda l milyon 330 bin TL daha eklenmiş olacak diyerek milyonlarca emekçiyle alay ederek büyük bir iş yapmış gibi övünüyordu. Köylülük öteden beri TÜSİAD'ın "popülist olmayın" talimatına uyan hükümetçe daha fazla ezilirken, bu vergi reformu paketinden nasibine düşeni alacaktı. Hemde artık dolambaçlı yollardan değil direkt ödeyecekti vergisini. Ürününü satarken alan da, satan da, %5'ini devlete verecekti. Bu uygulama henüz yasallaşmamışken "sekiz yıllık eğitime katkı" adı altında zorla uygulanmıştı. Şimdi yasal kılıfı da hazır olacaktı. Esnaf için de durum pek farklı değildi. Kazansa da, kazanmasa da daha önce ödüyor olduğu "hayat standardı" adlı verginin kaldırılması bir ödülmüş gibi sunulurken artik gelirinin her kuruşunu denetleyerek vergilendirilecek, malları, dükkanı, evi, varsa arabası ile ailesinin tüm fertlerine kadar vergi mükellefi haline getirilecekti. Kısacası "vergi reformu" emekçilerin yükünü zerre kadar hafifletmiyordu. Bu paketle gündeme gelen bir başka uygulama ise faşizmin tüm halkı tam bir denetim alanda tutma mantığının ürünü olan "herkese vergi numarası" uygulamasıydı. Bütün şirketlerin, işadamlarının ve esnafın zaten vergi numarası vardı. Ve eğer amaç vergi kaçırmayı önlemekse vergi kaçıranlar zaten onlarca vergi numarasıyla vergi dairesine kayıtlı durumda onlarca şirkete sahipler. Ve bunun böyle olduğunu herkes biliyor. Oysa şimdi yoksulluk sınırının alanda yaşayan milyonlarca insan, inşaat işçisinden işbortacıya, sokaktaki simitçiye kadar herkese birer vergi numarası verilecek, bütün bürokratik işlerde bu numara istenecekti. Faşizmin emniyet güçlerinin yapamadığı, bütün halkı "fişleme"yi vergi reformu adı alanda yaşama geçirmeye çalışmasıydı bu. Bilgisayar ağıyla merkezileştirilecek olan bu bilgiler gerektiğinde Maliye Bakanlığı'nın bir elamanı tarafından izlenecekti. Elbetteki izleyecek olan yalnızca Maliye Bakanlığı memurları değildi. Bu konudaki tepkilerin önünü alabilmek için Maliye Bakanı bir gazetecinin "Vergi kimlik numarasının nüfus ve emniyet kayıtlarıyla bağlantısı var mı?" sorusuna verdiği yanıt ilginçtir. Şöyle diyor, "Vergi kimlik numarası davul çalarak uygulanacak bir olay değil. Özel yaşamlara girilmeyecek. Taputrafik gibi hizmetlerde uygulanacak, "İstenmeyerek yapılıyormuş davalarında söylenenler, asıl niyeti de ele vermektedir. Kim, nasıl garanti edebilir özel yaşamlara girilmeyeceğini? Ya da kim ehgelleyebilir? Hayır, böyle bir sorunuda yok Maliye'nin. Aksine faşizmin genel mantığı, olabildiğince geniş halk kesimlerini tam denetleyebilmek, kontrol alanda tutabilecek bir sistem yaratmaktır. Milyonlarca emekçinin her geçen gün daha fazla açlığa itildiği, buna karşın üst düzey devlet memurlarının aylık maaşlarının bir sürü ödemeyle 1,8 milyarı bulduğu bir adaletsiz sistemin vergi politikası da emek ve emekçi düşmanı olmaya devam edecektir. Ancak hiçbir "reform" uygulaması düzenin ekonomik krizini aşmaya yetmeyecektir. Emekçi halkın mücadelesi yükseldikçe kaçakçılardan, sömürücülerden, mafyadan, para babalarından ve onların düzeninden hesap sorulacaktır. Ozanın dediği gibi, "Vergi dersin, sorgu dersin, can dersin Dayanırmı buna yürek bell'olmaz" Emekçi halklar kendi gücünü gördükçe, "Varıp eylem köprüsünü geçerler Kimler ölür kimler kalır bell'olmaz"* YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN KURTULUŞ 20 "TERÖR" 20 Aralık 1997 Merkezi Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz ay ABD tarafından "1996 Global Terörizm Raporu" adıyla bir rapor açıklanmıştı. Raporda anti-emperyalist nitelik taşıyan örgütler "terörist" olarak gösteriliyor ve bu örgütler hakkında "bilgi'ler veriliyordu. Daha önce basında sınırlı bir şekilde yeralan bu raporun tamamına yakınının tercüme edilmiş hali geçtiğimiz günlerde elimize geçti. Emperyalizmin kimleri, neden "terörist" ilan ettiğinin, ABD emperyalizminin çeşitli ülkelerdeki kontrgerilla örgütlenmelerini nasıl yönlendirdiğinin daha açık görülüp anlaşılabilmesi açısından raporun belli bölümlerini daha geniş olarak aktarıyoruz. * ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından açıklanan rapora bakıldığında şu çok açık olarak bir kez daha görülüyor: ABD emperyalizmi, bağımsızlık savaşı veren, emperyalizme köleliği reddeden tüm halkları düşmanı olarak görüyor ve ister devrimci, ister ulusalcı olsun, ister dini temelde örgütlensin, silahlı mücadele veren, anti-emperyalist nitelik taşıyan, çıkarları için tehlikeli gördüğü tüm örgütleri "terörist" ilan ediyor. Gerçeklerin çarpıtıldığı bu tür raporlar yayınlayarak halkların kurtuluş mücadelesine, antiemperyalist örgütlere karşı psikolojik cepheden de savaşı sürdürürken aynı faaliyetleri, emperyalizm karşıtı gelişmeleri dikkatle izlediğini gösteriyor. Elbette izlenen ve değerlendirmeye tabii tutulanların başında gelen yerlerden biri de Türkiye. Raporun Türkiye bölümünde sadece DHKP-C ve PKK'ya yer verilmiş. Raporun Türkiye bölümü şöyle: * Raporda asıl teröristlerin, her türlü pis içlerini gördürdükleri "TÜRKİYE: PKK tarafından halkları katleden Kayboden, işkence, 1996'da pek çok terörist eylem örgütlendi. PKKvbir ateşkes ilan etmesine rağmen bu dönemde gene aralarında intihar eylemlerinin de olduğu terörist saldırılarda bulundu. PKK lideri Öcalan da korku yaymak amacıyla Türkiye'nin batı illerinde bombalı saldırılar yapacaklarını ilan etti. Ateşkesin bitmesinden sonra Güneydoğu'da askeri ve sivil hedeflere yönelik saldırılar da arttı. Adana ve Sivas'taki intihar eylemleri bunların en önemlilerindendi. Ekim'de dört ilkokul Kurtuluş Hareketlerine "Terörist Örgütler" Diyen ABD Dünya Halkları Üze- öğretmeni öldürüldü, rinde Estirdiği Terörle Gerçek Teröristin Kendisi Olduğunu Defalarca Gösterdi. Bingöl'de aralarında bir Amerikan vatandaşının da olduğu üç turist zulüm yapan kontra öldürülmesinden sorumlu DHKPkaçırıldı. Batı Avrupa'daki PKK şiddet örgütlenmelerinin hiçbirinin adı yok. C'ye (eski Devrimci Sol) tolerans eylemleri ise 1996'da, özellikle de göstermeye devam ediyor." [Bu 1995 sonlarında Alman güvenlik * Raporda ABD'nin antibölümde Yunan Anti-Terör Servisi Şefi Klaus Griinewald'in emperyalist örgütlere destek Öcalan'ı ziyaretinden sonra düştü. Yasalarının hafif olduğundan verdiğini iddia ettiği bazı ülkelerin bahsediliyor, bir Pan Am uçağının Mart'ta Bonn'daki bir gösteride çok ismi ve bu ülkelere ilişkin bombalanmasından sorumlu tutulan sayıda Alman polisi yaralandı. değerlendirmeler yer alırken Filistinli Muhammed Raşid'in Bunun üzerine Öcalan Alman işbirlikçisi, halklara kan kusturan, serbest bırakılması örnek veriliyor.] kamuoyundan özür diledi. terör estiren faşist iktidarların, ABD Yunanistan gibi ülkeleri Marksist-Leninist Devrimci Halk diktatörlüklerin hiçbirinden söz teşhir edip baskı altına alarak, onları Kurtuluş Partisi-Cephesi (Devrimci edilmiyor. Sol'un devamı) Ocak'ta-profesyonel bu örgütlere karşı düşmanca tavır örneğin Yunanistan devrimci almaya zorluyor. Raporun "Devlet bir suikastla yüksek güvenlikli örgütlere "tolerans gösteren" destekli terörizm" bölümünde İran, binasında Türk işadamı Özdemir ülkelerden biri olarak tanıtılıyor ve Sabancı'yı öldürdü. Devamında Irak, Libya, Kuzey Kore, Sudan ve hakkında şu ifadeler var: Suriye'nin adlan geçiyor. korunmayan Türk hedeflere düşük "YUNANİSTAN: Yunan hükümeti düzeyli birçok suikast düzenledi. Rapor ABD'nin devrimci zamanda bu örgütleri emperyalist devletlere ve işbirlikçilerine hedef olarak gösteriyor. Bu örgütlere istediğiniz gibi saldırabilir, katledip, imha edebilirsiniz diyor ve bu saldırılara dünya kamuoyunda meşruluk kazandırmaya çalışıyor. Amerikan çıkarlarına saldırılardan ve dört Amerikan subayının öldürülmesinden sorumlu 17 Kasım'a yönelik bir sonuç alamamaya devam ediyor. 15 Şubat'ta Amerikan büyükelçiliğine bir anti-tank roketi ateşlendi. 28 Mayıs'ta IBM binası bombalandı. Bu arada Yunan hükümeti Atina'da bulunan PKK'nın siyasi kanadına ve Türkiye'de iki ABD hükümeti temsilcisinin FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 20 Kasım 1997 21 "TERÖR" Grup İstanbul'da polislere yönelik çok sayıda 'drive-by shootings' [arabayla geçerken ateş açma] da düzenledi. 'Drive-by shootings' DHKP-C'nin karakteristiği değil. O eylemlerini başarılı Sabancı suikastinde olduğu gibi daha büyük kapasite gerektiren tarzda iyice düşünüp taşınarak planlıyor. Ve bu tekrar gerçek bir tehdit olabilir." Raporda çeşitli ülkeler hakkında yapılan değerlendirmelerin dışında ayrıca örgütler de tek tek de ele alınıp bu örgütler hakkında bilgilere yer veriliyor. Elbette raporda yer alan bu bilgiler ve değerlendirmeler belli açılardan örgütleri karalama, "terörist" gösterme amaçlarına uygun olarak bilerek çarpıtılmış ya da uydurulmuştur. Öte yandan rapor, bir kez daha gösteriyor ki, emperyalizm ne kadar teknik olanaklara sahip olursa olsun, ne kadar yakından izlemeye çalışırsa çalışsın örgütler hakkında tüm bilgilere vakıf olamıyor. * Raporda bazı örgütlenmelere ilişkin de şu bilgiler yer alıyor: DEVRİMCİ HALK KURTULUŞ PARTİSİCEPHESİ (DHKP-C) Tanım: Esas olarak '78'de Devrimci Sol veya Dev-Sol olarak kuruldu ve Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi'nin bir bölüntüsü idi. ... Hala bir Marksist ideolojiyi benimsiyor. Düşmanca boyutlarda anti-ABD ve anti-Nato.... Aktivite: '80'li yılların sonlarında gündemde olan geri çekilmiş veya emekli Türk güvenlik ve askeri resmi görevlilerine karşı saldırılara yoğunlaştı. 1990'da yabancı ilgililere karşı yeni bir kampanya başlattı. Körfez savaşını protesto ederken iki ABD'li askeri müteahhite suikast eylemi ve bir US Air Force (ABD hava kuvvetleri) subayını yaraladılar. '92'de istanbul'daki ABD Başkonsolosluğu'na roketatar ile saldırı. '96'nın başlarında tanınmış Türk işadamına suikast. Bu DHKP-C olarak ilk göze çarpan büyük eylemleri oldu. Güç: Bilinmiyor. Operasyon Alanı: Saldırılarım Türkiye'de gerçekleştiriyor, özellikle İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana'da. Avrupa'da para toplama operasyonları düzenliyor. Dış Yardım: Belki radikal Filistinlilerden eğitim desteği. PKK Tanım: 1974'te M-L, ihtilalci, ilk başta ağırlıklı Türkiyeli Kürtler'den oluşan bir grup olarak tanındı. Son yıllarda kırsal ağırlıklı ihtilalci faaliyetlerin ötesine geçip şehir terörizmini de başlattı. Güneydoğu Türkiye'nin, daha çok Kürt nüfusunun hakim olduğu güneydoğusunda, bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyor. Aktivite: İlk başta Türk hükümetinin güvenlik güçlerini hedef alıyor, fakat ayrıca Batı Avrupa'daki Türk hedefleri üzerine de yoğunlaşıyor. 1993 ve gene 1995'te onlarca Türk diplomat ve ticari tesisatlara saldırılar gerçekleştirdi. Türkiye'nin turizm endüstrisini zedelemeyi hedef alarak turist bölgeleri ve otelleri bombalamıştır ve turist rehineler almıştır. Gücü: Yaklaşık olarak 10-15 bin gerilla, Avrupa ve Türkiye'de binlerce sempatizan. Operasyon Alanı: Türkiye, Avrupa, Ortadoğu ve Asya'da faaliyet gösteriyor. Dış yardım: Suriye, Irak ve Iran tarafından barındırılıyor ve din ismi altında gizleyerek yardım alıyor. HAMAS (İslami Direniş Hareketi) Tanım: '87 sonrası kurulan Hamas Müslüman Birliğin Filistin kolundan üremiştir. Hamas'ın içinden çeşitli unsurlar, politik ve şiddet temelinde, terör dahil israil üzerine bir İslami Filistin Cumhuriyeti kurmayı temel alıyorlar. Gevşek bir yapıya sahip, bazı unsurları açıktan sosyal servis ve camilerde çalışmakta. Böylece örgütlenmesini yürütüyor, para topluyor, faaliyet yürütüyor ve propaganda yapıy Militan unsurlar gizli çalışmakta. Bunlar korunuyorlar ve şiddete başvurup isteklerine ulaşmak istiyorlar. Gücü Gazze Şeridi'nde ve Batı Şeriada yoğunlaşmış. Aynı zamanda barışçıl politik faaliyet yürütmekte. Aktivite: Hamas eylemleri özellikle İzz El-Din Al-Kassem güçleri, İsrail'li sivilleri ve askerleri, Filistin işbirlikçilerini ve Fetih rakiplerini hedef almakta. Gücü: Onbinlerce destekleyici ye sempatizan, ancak örgütün çekirdeğindeki üyeler bilinmemekte. Mevki: israil, Ürdün Dış Yardım: Filistinli Mülteciler, Iran, Suudi Arabistan ve diğer ılımlı Arap ülkeleri. JAPON KIZIL ORDUSU (JRA) . Tanım: Uluslararası terörist grup, Japon Komünist Lig-Kızıl Ordu fraksiyonundan koptuktan sonra 1970'de kurulmuştur. önderi bugün Fusako Shigenobu, kendisi tahminen Suriye'nin Lübnan'daki Bekaa Vadisinde bulunuyor. Hedefleri Japon hükümetini ve Monarşiyi yıkmak, dünya devrimini gerçekleştirmek. Belki AntiEmperyalist Enternasyonal Tugayı (AİİB) kontrol ediyor ya da en azından bağlantısı var. '87'de önder Osamu Maruka'nın tutuklanması sonrası JRA'nın Asya Şehirlerinde hücreleri olduğu anlaşıldı, Manila ve Singapur'da olduğu gibi. Kuruluşundan beri Filistin terör örgütleri ile sıkı ilişkisi var. Aktivite: '70'lerden beri JRA dünya çapında bir dizi saldırılar düzenlemiştir. '72'deki İsrail, Lod Havalimanı'ndaki katliam, iki Japon uçak kaçırması ve Kuala Lumpur'daki ABD konsolosluğuna işgal girişimi JRA'ya ait. Ayrıca bombalama eylemleri ve suikast saldırıları. Gücü: Çekirdeği aşağı yukarı 15 kişilik üyelerden oluşuyor. Belirlenemeyen sempatizan sayısı. Mevki: Lübnan'daki Suriye kontrolü altındaki bölgeler. Dış Yardım: Bilinmiyor. LTTE (Tamu Eelam'ın Kurtuluş Kaplanları) Tanım: 1976'da kuruldu. LTTE Tamil grubunun Sri Lanka'daki en büyük gücü. Para toplama, silah temin etmek ve bağımsız bir Tamil devleti kurmak için açıktan ve illegal yöntemler kullanıyor. Sri Lanka hükümetiyle 1983'de silahlı çatışmaya girdi ve terör taktikleri kullanan bir gerilla stratejisine güveniyor. Aktivite: Dayanıklı ihtilalci savaş alanı stratejisi ile sadece kırsal alanda bulunan kilit müesseseleri değil, ayrıca Sri Lanka'nın baş politika ve askeri önderlerini de hedef alıyor. 1991'de başbakan Rajif Gandhi ve 1993'te cumhurbaşkanı Rana Singhe Premadasa'ya saldırı. Batılı turistleri hedef almaktan çekildi. Çünkü dış ülkeler Tamil mültecilere yönelir diye korkuyor çünkü bunlar örgüte para topluyor. Güç: Sri Lanka'da tahminen 10 bin silahlı savaşçısı var. Üç-altı bini eğitim görmüş bir savaşçı kadrodan oluşmakta. Deniz aşırı mali ve silah yardımı alıyor. Operasyon Alanı: Sri Lanka'nın çoğu kuzey ve doğu sahil, kıyı bölgeleri, ayrıca ülkenin iç kesimlerinde de operasyon düzenledi. Merkezi Jaffra yarımadasında. LTTE önderi Velupillai Prabhakaran, grubun bölgesine giren yabancıları gözetlemek için bir haberleşme ağı kurmuş. LTTE devlet tesislerine saldırı düzenleyip devlet güçleri olay yerine gelmeden önce geri çekilmeyi yeğliyor. MANUEL RODRİGUES YURTSEVER CEPHESİ (FPMR) Tanım: 1983'te kuruldu. Şili'lilerin ispanyol'lara karşı yürüttükleri bağımsızlık savaşı kahramanının adını almıştır. Grup 1980 sonrası iki kanada bölündü. Bir kanat 1991'de siyasi parti oldu. Muhalif kanat Şili'nin kalan tek aktif terörist grubu. Aktivite: Sivil ve uluslararası hedeflere saldırıyor. ABD'li işadamları ve Mormon kiliseleri dahil, 1993'de Mc Donalds'a yönelik iki bombalama, bir tane Kentucky Fried Chicken bombalama girişimi. Devletin başarılı kontr-terörist operasyonları, gözle görülür bir şekilde örgütün altını kazımıştır. Yine de FPMR 1996'da helikopter firarı gerçekleştirdi. Güç: Bugün 50-100 üyesi olduğu sanılıyor. Operasyon Alanı: Şili Dış Yardım: Yok MRTA (Tupac Amaru Devrimci Hareketi) KURTULUŞ Tanım: Geleneksel M-L devrimci hareketi '83'de kuruldu. Peru'yu emperyalizmden kurtarmak, Marksist Yönetim kurmak istiyor. Kontr-terörist başarılardan sonra darbe yedi iç çatışmalar ve sol desteğin azalmasından dolayı zayıf düştü. Aktivite: Bombalamalar, rehin alma eylemleri, pusu ve saldırılar. Büyük sayıda anti-ABD saldırıların sorumlusu. Üyelerinin çoğu hapiste. Aralık '96'da 23 MRTA üyesi Japon Büyükelçiliğine saldırıp içerde bulunan yüzlerce diplomatı rehin almayı başardılar. Güç: Bilinmiyor. Son yıllarda gücünün çoğunu kaybetti. Operasyon Alanı: Peru Dış Yardım: Yok AYDINLIK YOL (SENDERO LUMİNOSO, SL) Tanım: '60'ların sonlarında, o zamanki üniversite profesörü Abimael Guzman tarafından kuruldu. Hedefi Peru'lu kurumları yoketmek ve bunların yerine bir devrimci hükümet kurmak. Ayrıca Peru'yu yabancı etkenlerden kopartmak istiyor. Guzman'ın '92'de tutuklanması büyük bir darbeydi, çünkü bununla birlikte başka SL önderleri de '95'te yakalandı ve cumhurbaşkanı Fujimori'nin pişman teröristler için amnesti programından dolayı çok sayıda terkedişler oldu. Aktivite: Terörizmin çok vahşi biçimlerine başvuruyor, mesela gelişigüzel bombalamalar. SL şiddetinin hedefi hemen hemen Peru'nun tüm kurumlan olmuştur. ABD elçiliği dahil Peru'da bulunan çeşitli diplomat kurumlar bombalandı. Bombalama kampanyaları ve seçilmiş suikastler düzenliyor. Kuruluşundan beri ABD ticari hedeflerine saldırıyor. Güç: 1500-2000 silahlı militan, büyük sayıda destekleyici, çoğu kırsal bölgelerde. Operasyon Alanı: Kırsal alan, bazı terörist saldırılar başkentte. KOLOMBİYA SİLAHLI DEVRİMCİ GÜÇLERİ (FARC) Tanım: Kolombiya'nın en büyük, en iyi eğitim almış ve en iyi donanmış örgütü. '66'da, Kolombiya KP'sinin askeri kanadı olarak kuruldu. Hedef: Hükümeti alaşağı etmek. Militan çizgide örgütlenmiş bir şehir cephesi var. Başından beri anti-ABD. Aktivite: Kolombiyalı politikacılar ve askeri hedeflere karşı silahlı saldırılar. Çok sayıdaki üyesi yasadışı faaliyet yürütüyor, para için banka soygunları ve özellikle yabancı vatandaşları rehin almaya başvuruyor... Güç: Tahminen 7000 silahlı savaşçı ve bilenmeyen sayıda destekçi. Operasyon Alanı: Ağırlıklı kırsal alanda.* YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KÜRDİSTAN KURTULUŞ nin işbirlikçilerinin hakim hale gelebileceği bu alanı neden ve nasıl yarattığındadır? Meseleyi sadece HADEP içindeki belli kişilerle açıklamak, diyelim ki bugüne ilişkin sorulan cevapladı. Peki ya dün? Deniliyor ki, HADEP'in bugün çoğunlukla ÖDP, EMEP gibi reformist kesimlerle ittifakı tercih etmesi, "bu uzlaşıcı anlayış" nedeniyledir. Peki HADEP dün, daha öncesinde bu açıdan farklı mıydı? HADEP ne zaman devrimcilerle istikrarlı bir ittifak çizgisi izledi? Biliyoruz ki tercihlerde hep CHP'li, SHP'li ittifaklar ağır basmıştır. Önceki seçimlerde de HADEP'in ittifakları aynı kesimler değil midir? Farklı iddiadaki bir kaç derginin o "blok"lar içinde olması, o blokun reformist muhtevasını değiştiriyor muydu? Hayır. Böyle düşünenler ancak kendilerini kandırıyordu. İçinde yeraldıkları HADEP'li, ÖDP'li seçim ittifakı o gün de reformist, uzlaşıcıydı. Bugün de öyledir. Evet, geriye doğru, sürecin bütününe şöyle bir bakalım. HEP'den HADEP'e uzanan çizgide bu partiler, hemen hiç bir zaman kitle hareketi zemininde hareket etmemişlerdir. Bu partilerin bağımsız bir hareketi yoktur. Esas aldıkları zemin meşruluk zemini değil, yasallık zemini olmuştur. Yani ortada bu açıdan bakıldığında kendi meşruluğuna inanmayan bir parti çizgisi vardır. 92 Newroz'u sonrası bu açıdan çok çarpıcıdır ve sonuçlan itibarıyla belirleyicidir. Katliamlara, göç dayatmasına HEP binalarındaki bir kaç açlık greviyle, adeta yasak savma kabilinden cevaplar verilmiştir. Tabii bu bir cevap olmamış, devletin fiziki, ideolojik, psikolojik saldırısı püskürtülmek bir yana, kitlenin direniş moralini diri tutacak bir süreç bile örgütlenemeyip kitle hareketinde gerilemenin önü açılmıştır. DEP'li, HADEP'li milletvekilleri gözaltına alındığında da aynı tavırsızlıkla karşılanmıştır. Bunlar karşısında radikal, uzlaşmaz bir kitle hareketi örgütlemeye niyetlenilmemiştir bile. Bir parti düşünün ki, kendi milletvekilleri gözaltına alınıp tutuklandığında bile ciddi bir kitle hareketi örgütlemeyi düşünmüyor. Ya da Sincar olayı. Bir parti düşünün ki, kendi milletvekilinin cenazesini kaldırmıyor. Gözaltılara, tutuklananlara sahip çıkılmamıştır. Neden? Hangi politikadan kaynaklanmıştır bu tavır? HADEP, sürekli olarak "şu kadar insanımız katledildi" der durur. Pekala katledildi de ne yaptınız? HADEP meşruluğunu ya burjuvaziyle ya reformizmle birlikte olmakta görmüştür. Onların olmadığı, gelmeyeceği yerde bağımsız bir hareketi düşün- UZLAŞMACILIK, REFORMİZM HADEP'TE ESKİ HASTALIKTIR Bugünlerde hemen pek çok siyasi dergide HADEP'le ilgili değerlendirme ve eleştiriler görülüyor. HADEP'e ilişkin yazıların böyle, bir anda çoğalmasının elbette bir nedeni olsa gerek. HADEP'te ani bir çizgi değişikliği mi oldu? Hayır. Olağanüstü bir gelişme mi var? Hayır. Ama tabii, Sol durup dururken girişmedi bu eleştiriye. O sol ki HADEP'e yönelik gerektiği kadar bir eleştiriyi bile bugüne kadar hakkıyla yapmamış, tersine HADEP'in çizgisini, taktiklerini çeşitli biçimlerde destekler konumda olmuştur. Sol eleştiriye başlamıştır; çünkü bizzat PKK önderliği ve Kürt ulusalcılığı çizgisindeki basın HADEP'i açıktan şiddetli bir şekilde eleştirmeye başlamışlardır. Bakıyor... PKK eleştirince o da eleştiriye soyunuyor. Yapılan eleştiriler zamanlama açısından olduğu gibi, muhtevası açısından da PKK'ya paraleldir. Eleştiri böyle bir atmosferde gündeme gelince, bu, kaçınılmaz başka çarpıklıkları da getiriyor. Bu eleştiri ve değerlendirmelerde görülen en temel nokta, HADEP'in bugüne kadarki çizgisinde, pratiğinde görülen bütün eksikliklerden, zaaflardan, yetmezliklerden HADEP içindeki şu, bu kesimlerin, şu, bu sınıfların temsilcilerinin sorumlu tutulmasıdır. HADEP "yumuşatılmış", bunda da HADEP içindeki "reformist uzlaşıcıların" payı büyüktür. Bu yaklaşım HADEP gerçekliğinin ancak bazı yanlarını açıklar ama HADEP'in bugüne kadar izlediği çizginin bütününe bir açıklama getirmez. Sübjektiftir. Elbette HADEP içinde farklı sınıf ve katmanlar vardır, bunların arasında bir mücadele, bir "iktidar kavgası" olması da doğaldır. Ancak doğal olmayan "burjuva, orta burjuva kesimlerin", uzlaşıcıların böyle bir partide böyle bir etkinlik alanı bulabilmelerindedir. Oligarşi HADEP üzerine oynuyor deniyor. Bunda da şaşılacak birşey yok. Oligarşi düzen partilerinin hepsi üzerine, hatta müdahale imkanlarının sınırlı olduğu devrimci, illegal örgütlenmeler üzerine bile siyasi hesaplar yapar, doğrudan olamasa da psikolojik savaş yöntemleriyle bunlara müdahaleye çalışır. Provokasyonlar, darbeler düzenler ya da düzenletir. Yasal, legal bir partiye yönelik olarak böyle hesaplar yapmayacağım, pratik müdahalelerinin olmayacağını düşünmek, saflıktır. Oligarşi elbetteki bu zeminde oynar. Elbetteki bu zeminde emperyalistler ve oligarşi "PKK'ya alternatif" oluşturmaya, kendi işbirlikçilerini yaratmaya çalışırlar. Mesele izlenen politikaların, uzlaşmacıların hatta emperyalistlerin ve oligarşi- memiştir. Demokratik mücadele Türkiye'de böyle verilmez. Bu tarz bir mücadeleyle hiçbir demokratik mevzinin kazanıldığı, korunduğu görülmemiştir. HEP-HADEP çizgisi, gerilla savaşının kazandığı mevzilere oturmuş, ama kendi savaşlarıyla bu mevziyi genişletememişlerdir. Bedel ödemek istemeyen, mücadeleyle değil, icazetle kazanmayı isteyen, gücü sokağa çıkardığı kitlesellikte değil, burjuvazinin, küçük-burjuvazinin belli kesimlerini, isimlerini yanına çekmekte arayan, dolayısıyla hep onların hoşuna gidecek politikalar ve söylemler üreten bir noktada kalmıştır. HEP'ten HADEP'e pek çok yönetici değişmiş, ama arada bir yapılan çıkışların dışında bu çizgi hep sabit kalmıştır. Bunu tesbit etmek, HADEP gerçeğini, bugününü açıklamanın kilit noktalarından biridir. Yani "bugünkü yönetim" deyip kimse işin içinden çıkamaz. HADEP'in ve ondan öncekilerin devrimcilerle birliğe yanaşmaması herkesin bildiği, gördüğü bir olgudur. Bu aslında bir sonuçtur. Kendini meşru görmüyor, devrimcileri meşru görmüyor. Kim meşru? Boyner'ler, Baykal'lar, TÜSİAD... Kim meşru? ÖDP... ÖDP meşruiyetini nereden alıyor? Burjuvaziden. Sürecin başından bu yana belli başlı tavırları da hatırlamak gerek. Karşımıza yine aynı çizgi, aynı politika, aynı gerçek çıkacaktır. '91'de SHP listesinden seçimlere girme... SHP'ye güvenoyu verilmesi... Bu "politika"ların Kürt halkına faturası ne oldu? SHP-HEP ittifakını "Devrimci-demokratik sol ittifak" (Yeni Ülke, s.46, Başyazı) olarak değerlendirmenin anlamı neydi, sonuç ne oldu? Özal'dan İnönü'ye, düzen partilerini çözüm için umut haline getirme politikasının sonuçları ne oldu? Bütün bunlar irdelenmeden "HADEP'te şu sınıflar şöyle yapıyorlar" diye belirlemeler yapmak soyuttur. Bu politikalar değerlendirilemediği sürece HADEP içinde kimler yönetime gelirse gelsin, HADEP ya da isterse başka bir parti olsun, farketmez. Devrimci hareketin bu çizgiye daha baştan eleştirisi vardır. Bu eleştiri farklı hesaplar güdülmeden, dostluk ve dayanışma çerçevesinde, başından itibaren de açıkça dile getirilmiştir. Bu eleştiri daha HEP'lilerin milletvekili seçilip parlamentoda edilen yeminde alınan tavırdan başlamıştır. Yemin töreninde ulusal dillerim ve sembollerini ifade edip meclis kürsülerinde bir çıkış yapmak isteyen HEP'liler bu tavırda sonuna kadar ısrarlı olmamış, tersine oligarşinin sözcülerinin şiddetli tepkileri karşısında geri adım atmışlardır. O zaman bir halkın "böyle temsil edilemeyeceğini" söyledik: Söz konusu yazının yer aldığı Mücadele'nin yayınlandığı tarih 15 Aralık 1991'dir. TBMM'nin onlara dayattığı yemini etmek zorunda mıydılar? SHP'ye güvenoyu vermek zorunda mıydılar? Bunlar, parlamentoda temsil edilmenin pragmatizmi içinde cevaplanmamış, arada kaynatılmış sorulardır. Bunlarla "halkın sözcüleri olamayacaklarını" belirtmişizdir. Seçilir, gücünü gösterir, ama parlamentoya girmezsin. Bu da bir taktiktir. Peki HADEP'in ve bu çizgideki diğer partilerin tüm bu "barış"çı, "uzlaş- 20 Aralık 1997 ma"cı, "icazet"ci, parlamenterist politika ve taktiklerini, bunların ürünü olan eylemlerini adeta koşulsuz destekleyip oradan kendine pay çıkarmaya çalışanlar bugün HADEP'i eleştirme hakkına sahip midirler? Dahası yaptıkları eleştiri hem bu pratiği, hem de gelinen noktayı açıklayıcı mıdır? Bütünüyle PKK tabanı üzerinde yükselen bir harekette diğer kesimler nasıl böyle yönetimi ele geçirebilecek, kendi politikalarını hakim kılabilecek hale gelmişlerdir? HADEP'in sorunu izlenen politikalardadır. Değişmesi gereken şu ya da bu kişi değil, politikalardır. Politikalar ise herkesin bildiği gibi Kürt ulusal hareketinin genel gidişatından, politikalarından bağımsız ve ayrı düşünülemez. *** BİR ÖRNEK: En son somut örnek HADEP'in Gazi davasına ilişkin tutumudur. Gazi davasına ilk kitlesel gidişte, ön hazırlıklar sürecinde bu davaya "merkezi" olarak hazırlandıklarını, "çok kitlesel" bir biçimde katılacaklarını söylemelerine rağmen, sınırlının da sınırlısı bir katılım göstermişlerdir. Sonra bu devam etmiştir. Bunun "merkezi" tavırları olduğu da anlaşılmıştır! Aynı HADEP, bir kaç gün önceki DİSK yürüyüşünü canı gönülden desteklemiş, yürüyüşçüleri "teşkilatlarının bulunduğu her yerde karşılamıştır. Aynı günlerde yine Gazi davasına kitlesel olarak gidilmiştir. Ama HADEP yoktur. Otobüslerle Gazi Davasına giden şehit ailelerini, Gazi halk meclisi'ni "teşkilatlarının bulunduğu yerlerde" karşılamamıştır. İlginçtir, ÖDP de aynı konumdadır. Gazi davası ÖDP'yi hiç ilgilendirmez. Ama Rıdvan Budak'ı şatafatıyla karşılamakta kusur etmezler. Evet, soruyoruz HADEP'e ve HADEP'lilere: Gazi davasında neden yoksunuz? Neden DİSK'i karşılamayı görev biliyorsunuz da, Halk Meclislerinin Ankara yürüyüşünde yoksunuz, Meclisleri karşılamıyorsunuz! Onlar sakıncalı mı, riskli mi? . Evet, durum tam da yukarıda belirttiğimiz gibidir. HADEP kendini meşru görmüyor, devrimcileri meşru görmüyor. Kim meşru? DİSK... O zaman ona yanaşıyor, onu karşılıyor. Halk Meclislerinin ise yolunun üstünde bile gözükmüyor. Böyle demokrasi mücadelesi verildiği nerede görülmüş? Bir halkın ulusal haklarının böyle savunulduğu nerede görülmüş? Herkes görmeli ki, uzlaşmacılık, icazetçilik, MGK sendikacılarını desteğe, Halk meclislerinden, devrimcilerden kaçmaya götürür. HADEP ve HADEP'liler bu noktadan memnunlarsa, sorun yoktur. Ama bu yer verilen binlerce şehidin kanı üzerine politika yapan, dökülen o kan sayesinde varolan bir partinin yeri midir? Değildir diyenler, bu yeri değiştirmek için başından bugüne HADEP'in politikalarını gözden geçirmek zorundadır. Çünkü başından bu yana izlenen politikalar sorgulanmadan, yalnızca şu ya da bu isimin değiştirilmesiyle, ne HADEP'in yeri değişir, ne de HADEP üzerine oligarşinin hesapları bozulabilir. * FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 23 ŞEHİTLERİMİZ 20 Aralık 1997 KURTULUŞ 21-27 Aralık Şehitlerimiz kim olduğunu ve bizde kalacağını. Anam epeyce kızmıştı. Ama aradan bir saat bile ÖNDER OLMAK geçmeden onun da sevgisini kazanmıştın. Anam seninle Yöneticilik nedir? Kısaca örnek şakalaşmaya, hatta sana beni çekişolmak, önder olmak. tirmeye bile başlamıştı. Bizden gitTersinden de söyleyebiliriz; butiğinde arkandan 'Ne efendi, iyi çolunduğu ilişkiler içinde, mücadele cuktu' demişti." içinde örnek olan, önder olan, bir ÖRNEK 22 Aralık 1977 Fevzi Azırcı 23 Aralık 1979 Nadir ölmez 22 Aralık'ta Galatasaray Mühendislik Yüksek Okulu'nu basan faşistler tarafından katledildi. Bursa DEV-GENÇ saflarında yer aldı. 23Arahk'ta gerçekleştirilen bir kitle eyleminin güvenliğini sağlarken çıkan çatışmada şehit düştü. 1957 Nevşehir Ürgüp doğumluydu. 24 Aralık 1994 İsmail Bahçeci Aralık 1979 Cahit Şenyüz Faşizmin işkencehanelerinde düşman tarafından katledildi. 1968 doğumluydu. Devrimci mücadeleyle İstanbul'da yüksek öğrenimini yaptığı sırada tanıştı. İstanbul'da ilk kurulan öğrenci derneği olan MÜBYÖD'ün başkanlığını yaptı. DEV-GENÇ içinde birçok faaliyette bulundu. TÖDEF'in kurucuları arasındaydı. 1992 yılından itibaren mücadelesine DEVRİMCİ SOL savaşçısı olarak devam etti. İstanbul DEV-GENÇ sorumluluğunu yaptı. 24 Aralık'ta işkenceciler tarafından gözaltına alınan İsmail Bahçeci kaybedildi. Elazığ, Gaziantep ve Malatya'da görev yaptı. Malatya dağlarında kır gerilla ekiplerinde yer aldı. Aynı ilde anti-faşist bir eylem hazırlığı esnasında elindeki bombanın patlaması sonucu 26 Aralık'ta şehit düştü. 1956 Tunceli Mazgirt doğumluydu. VE süre sonra bulunduğu yerde yönetici de olacak demektir. Nasıl örnek ve önder olunur? Tabii bunda teorik bir yetkinliğin, askeri anlamda bilgi ve tecrübenin önemli bir payı vardır. Ama bunlara sahip olmasına rağmen önder ve örnek olamayanlar da vardır. örnek ve önder olmakta kilit sorun, devrimciliği, devrimci bir yaşamı sadeliği içinde içselleştirmektir. Çünkü bunu başaran devrimci adeta kendiliğinden örgütleyicidir, kendiliğinden yönlendiricidir, kendiliğinden sorun olan değil, sorun çözendir. İsmail'le ilgili iki ayrı anlatımdan, birbirine çok benzeyen iki örnek: "... Hatırlıyor musun yanımıza gelmiştin. Ne kadar çok sevinmiştik ama kalacak yer bulamamıştık sana. 'Bize gidelim ama anam kovarsa karışmam' demiştim. Sen de 'Gör bak anan beni kovmaz, hem de çok iyi anlaşırız' demiştin. Eve giderken kaygılıydım. Çünkü anam mücadele etmemi istemiyor, beni engellemek için herşeyi yapıyordu. Hatta arkadaşlarımı bile kapıdan geri çeviriyordu. Birlikte eve geldik. Anamla tanıştırdım, açık olarak söylemiştim İkinci örnek; "Bir hafta kalacaktı. Ama yer sorunu vardı. Yengem ilçeye gittiği için abim ve ben yalnız kalıyorduk. Yolda yürürken İsmail'e bir taraftan abimi anlatıyordum. Eve gelir gelmez, abimle hemen bir bağ kurdu. Hatta ikisi bir cephe oluşturup yemeklerim konusunda bana takılıyorlardı. O güne kadar ev işlerine elini sürmeyen abim, İsmail'in sofra kurmada, yemek hazırlamadaki gayretini görüp bana "Yemekleri sen pişirirsen, biz de bulaşıkları yıkarız" dedi. ismail halka da öğretiyordu. Konuşması, oturup kalkmasıyla, herşeyiyle örnek alınacak biriydi. Abim onunla tanıştıktan sonra artık çoraplarını banyoda bırakmıyordu. İsmail gittikten sonra 'Bir daha ne zaman gelir, onun gibilere kapım açık' diyordu." Böyle bir devrimci, çok özel, istisnai koşullar dışında, ne evsiz kalır, ne altındaki insanlarla sorun yaşar, ne örgütlenmeyi geliştirmekte, ne de insanları eğitmekte yetersiz kalır. Çünkü herkes onu, sorumlu olarak atandığı için değil, o sorumluluğun hakkını verdiği, hayatın içinde örnek ve önder olduğu için sevecek, sayacak, örnek alacaktır.* YOLDAŞLARININ ANLATIMINDAN 26 Aralık 1979 Zeki Öztürk 27 Aralık 1990 Ordu Fatsa'da doğdu. '80 öncesi Liseli DEV-GENÇ saflarında görev yaptı. 12 Eylül sonrasında tutsak Ferit Eliuygun Hamdi Aygül düştü. Tahliye olduktan sonra DEV-GENÇ'in yeniden Amasya Gümüşhacıköy doğumluyyapılanması sürecine katıldı. Zor du. En büyük arzusu SDB üyesi olkoşullarda yeraltı mücadelesinde maktı. Bu arzusuna yer aldı. Daha sonra SDB Ekip Sokavuştu ve komutanı Ferit Eliuygun rumluluğuna getirildi. ile birlikte savaşarak şehit düştü. Ferit Eliuygun; "Ferit birlikteki insanların hem ağabeyi hem komutanı idi. Onları bir ananın çocuklarını sevdiği gibi seviyordu. Özenli ve dikkatliydi, her birine zaman ayırıyordu ama en çok zamanı yeni, genç yoldaşlarımıza ayırıyordu. Ferit onlarla hem kendisi ilgileniyor, hem de sık sık beni bu konuda uyarıyordu: 'Herşeyi bizden öğrenecekler. Bildiklerimizi onlara öğretmeliyiz, biz nasıl şekillendirirsek öyle devam edecektir... Disiplinsizlik yapmak isteyebilirler, taviz vermeyin...' Kaldığımız bir evde soba yoktu. Yeterince yatak, battaniye de yoktu, biz taşındıktan birkaç gün sonra geldi üşüdüğümüzü gördü, aynı gece bir elektrik sobası, iki yorgan ve elektrikli battaniyeyle geldi. Ancak gelebildiğini, işleri nedeniyle geciktiğini söyledi, onun bu tavrı hepimizi çok etkilemişti." İsmail Bahçeci; "Nasıl anlatsam ki seni? O kabına sığmaz coşkunu bize aktarışını, en ufak olumsuzluğa göz yummayışını? Herşeyin en iyisini yapmamızı isteyişini, peki aksayan ayağına rağmen kavgamızın şehri istanbul'u saatlerce yorulmadan yürüyüşünü, nasıl anlatsam ki? Ya 18 saat yolculuğun üstüne koca istanbul'da koşturduktan sonra tüm yorgunluğumuza rağmen bize eğitim çalışması yaptırışını gece yarısı. Ve bitmek tükenmek bilmeyen enerjini..." YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 24 KARADENİZ İsyanları ve Katliamlarıyla, ü ve Bugünüyle... 70'LERE DOĞRU; KÖYLÜLÜĞÜN MÜCADELESİ GELİŞİYOR 1960'lı yılların sonu hemen tüm ülkede mücadelenin geliştiği yıllardır ve çoğu yerde ağırlıkla gençlik çerçevesindedir. Karadeniz de bu dönemde mücadelesiyle öne çıkmıştır. Karadeniz'de gelişen mücadelenin bir farklılığı ise, gençlikten çok yoksul köylülüğün, üreticilerin mücadelesinin öne çıkmış olmasıdır. Bu nedenledir ki, bu süreçte THKP-C de Karadeniz'e özel olarak yönelmiş, orayı stratejik bir alan olarak değerlendirmiştir. Fatsa köylüleri, 1967 Temmuz'u ve Eylül'ünde düzenledikleri iki ayrı yürüyüşte banka borçlarının ertelenmesini isteyerek, tefeciliği, soygun düzenini lanetlediler. Çorum'un temizlik işçileri aynı dönemde işten atılmalarına karşı Çorum'dan İstanbul'a kadar yürüdüler. 1968'de köylülerin eylemleri yaygınlaşırken, Samsun Tekel Müdürlüğü'nde işçiler, iş güvenliği talepleriyle eylemler yaptılar. Mücadeleleri yalnız hakları için de değildi. Anti-emperyalist mücadele de Karadeniz'de yankısını buluyordu; 1968'de Fatsa'nın 24 köyünün muhtarı "Amerika'ya İlk İhtar" ve Samsun'a bağlı 15 köy halkı da "Amerika Seni İstemiyoruz" başlıklı bildiriler yayınladılar. 1969, Çorum'da Alpagut Linyit İşletmelerinde çalışan işçiler, ücretlerinin verilmemesi nedeniyle ocağı işgal ettiler. İşgali 34 gün boyunca sürdüren işçiler bu sürede yönetime el koyarak madeni işletmeye devam ettiler. Perşembe'de Fındık Satış Kooperatifi'nde kadın işçiler, findik kırma atölyelerini işgal ettiler. Ereğli Demir-Çelik işletmelerinde çalışan 4600 işçi, idarenin "bölyönet" uygulamalarına karşı greve başladılar. Fatsa köylüleri "Fındık fiyatları ve demokratik haklar" için mitingler düzenlediler. Tokat'ın Uzunburun köylüleri hazine topraklarını işgal ettiler. 1970 yılı boyunca da Karadeniz'de halkın çeşitli kesimlerinin eylemleri devam etti: Zonguldak Karadon bölgesi kömür işçileri, haklarının gasbedilmesine karşı grev ve işgaller yaptılar. Doğu Karadeniz'de çay üreticileri, çay fabrikalarını ve Tekel İdaresi'ni işgal ederek siyasi parti binalarını tahrip ettiler. 1970 yılının yazında Giresun, Ordu, Fatsa, Bulancak, Tirebolu, Espiye, ve Vakfıkebir'de fındık üreticileri tefeci-tüccar sömürüsüne karşı mitingler düzenlediler. Ordu'da AP'li bir tüccarın yürüyüş yapan köylülerin üzerine ateş açması sonucu, Şahin Çavuşoğlu adlı yaşlı bir köylü öldü. 1970 Ağustos'unda AP iktidarının Amerika'nın talimatıyla haşhaş ekimini sınırlaması üzerine binlerce köylü, Merzifon ve Çorum'da mitingler düzenleyerek emperyalizmi ve bağımlılığı protesto ettiler. 1971 yılının başında Eşme'de, Alaçam'da tütün mitingleri düzenlendi. Alaçam'da köylüler, Tekel idaresini işgal ettiler. 12 Mart'a doğru Amasya TİP Başkanı Şerafettin Atalay, gericiler tarafından katledildi. KARADENİZ, DEV-GENÇ ve THKP-C 1970'de THKP-C'yi kuran kadrolardan birçoğu, Türkiye İşçi Partisi' (TİP)in değişik örgütleri içinde yer almış, çalışmalar yürütmüşlerdir. TİP içindeki ideolojik mücadeleye bağlı olarak, TİP'in çeşitli örgütlerinde yeralan kadrolar DEV-GENÇ'in görüşlerini benimsemişlerdir. Bu örgütlenmelerden biri de Karadeniz Ereğlisi TİP örgütüydü. TİP'in bu ilçe örgütünde yer alan Sina Ciladır, Necmettin Giritoğlu ve çevresindeki devrimciler, 1969'da DEV-GENÇ görüşleri doğrultusunda yayın yapan "Çıkış" dergisini yayınlamaya başladılar. Tüm ideolojik ve pratik mücadelelerini Türkiye devriminin yolunu netleştirmeye paralel olarak yürüten geleceğin THKP-C önderleri, stratejik öngörüleriyle Karadeniz'deki çalışmalara büyük önem verdiler. DEV-GENÇ'liler, bölge açısından belli bir ağırlığı olan Zonguldak ve çevresindeki TİP Merkez yönetiminin etkinliğine son vermek için seferler oldular. Mahir CAYAN, Çıkış dergisine yazılar yazdı. TİP Milletvekilleri Sadun Aren ve TİP'li Senatör Fatma H. İşmen'le Mahir Cayan arasında 9 Haziran 1969'da TİP Karadeniz Ereğlisi İşçi örgütü lokalinde yapılan tartışma, önemli siyasi sonuçlan olan "ünlü" bir tartışmadır. Bu toplantı sonucunda pek çok işçi tavırlarını DEV-GENÇ'lilerden yana koyarlar. Mart '70'de DEV-GENÇ imzalı "Zonguldak Halkına" başlıklı bildiriyi dağıtan DEV-GENÇ'lilerden bir kısmı polis tarafından gözaltına alınır. Devletin tüm keyfi baskılarına, oportünizmin yalan ve demagojilerine rağmen DEVGENÇ'liler Karadeniz'de giderek artan bir siyasi ağırlık kazanırlar. Büyük bir enerjiyle o ilçeden ilçeye, o mitingden mitinge, köylülerle, işçilerle, emekçilerle birlikte sömürü düzenine karşı eylemler, gösteriler örgütlerler. Siyasi eğitim çalışmaları yürütürler. TİP ORTA KARADENİZ BÖLGE TOPLANTISI: Ocak 1970'de yapılan Fatsa Kongresi öncesi TİP'in Orta Karadeniz Bölgesi örgütleri yöneticilerinin büyük bir çoğunluğunun katılımıyla bir toplantı yapılır. Toplantıda yapılan tartışmalar sonucunda Milli Demokratik Devrim görüşünü destekleyen kararlar alınır. Kararların altında imzası bulunanların arasında İsmet Öztürk (Çarşamba İlçe Başkanı), Mustafa Eydi (Ordu Kumru İlçesi Başkanı), Fikri Sönmez (Fatsa İlçe Başkanı), Ahmet Atasoy (Fatsa TİP Üyesi), Sekip Kurt (Samsun İl Üyesi), Ahmet Kaya (Çarşamba İlçe Sekreteri), Sulhi Kutucu (TİP Samsun İl Başkanı), Ziya Yılmaz (Fatsa Üyesi) da vardır. Bunların büyük çoğunluğu daha sonra THKP-C örgütlenmesi içinde yeralacaklardır. DEV-GENÇ KARADENİZ'DE: 1970 Ocak'ından itibaren DEV-GENÇ'liler Karadeniz Bölgesine daha fazla ağırlık verirler. Mahir ve bir grup DEV-GENÇ'li, 1970 Mart'ının başında Karadeniz Bölgesine giderler. Fatsa'da "Yeşil Fatsa" Gazetesi sahibi Ziya Yılmaz'ın ve Fikri Sönmez'in de aralarında bulunduğu bir grupla toplantılar yapılır. Benzer toplantılar daha birçok yerde tekrarlanır. Bir çok yeni insanla tanışıp, onlara Türkiye devriminin yolunu anlatırlar. DEVGENÇ'lilerin militan yapıları, devrimci pratikleri ve bunların bütünlüklü görüşleri birçok kişiyi ikna etmeye yeter. DEV-GENÇ'liler köylülerle de içiçeydiler. Çeşitli köylü eylemlerine öncülük yaparlar, düzenlenen mitinglere katılırlar. Karadeniz'de gelişmekte olan kitle hareketi geniş bir potansiyeli kucaklıyordu. Bölgede aylarca kalan Parti-Cephe kadroları olduğu gibi, seyyar ekipler ve bölgenin yerleşik insanları da vardı. Tüm hazırlıkları kurulacak Partiye güçlü bir kitle tabanı ve bunun içinden genç kadrolar yaratmaya yönelikti. Bunun için geceli gündüzlü Zonguldak'tan Samsun'a, Fatsa'dan Rize'ye kadar tüm Karadeniz'i il il, ilçe ilçe, köy köy dolaştılar. Mahir, Alaçam Mitingi sonrası Samsun'da TİP bölge teşkilatlarından insanların da yeraldığı bir grupla toplantı yapar. 1970 Nisan'ında Mahir'in de aralarında bulunduğu DEV-GENÇ'liler Rize'de çay 20 Aralık 1997 üreticileri içindedirler. Çay ürecilerini kapsayacak bir sendika kurabilmenin koşullarını araştırırlar. Aynı sürede Karadeniz'in pek çok bölgesinde bildiri dağıtmalar, toplantılar, mitingler sürdürülür. 1969-'70'lerde köylü mücadelesinin doruğa çıkmasında hiç kuşkusuz DEV-GENÇ'in ve THKP-C'nin büyük rolü vardır. Yukarıda sıralanan eylemlerin pek çoğunda doğrudan örgütleyici olarak yeralmışlardır. Bu çalışmaları yürütürken birçoğu gözaltına alınıp işkencelere uğramış, içlerinde tutuklananlar olmuştur. NEDEN KARADENİZ'e ÖNCELİK? Mahir'i ve yoldaşlarını Karadeniz'e çeken şey neydi? Öncelikle Karadeniz bölgesindeki potansiyel diğer bölgelerden daha ileri bir noktadaydı. Karadeniz'de çarpık kapitalist ilişkiler, üreticilerin, köylülerin sömürüsü diğer bölgelerden daha açık ve çarpıcıydı. Tütün ve fındık üreticileri adeta emperyalist tekeller için üretim yapıyorlardı. Sömürü çıplaktı. Bu durum onlara sınıf çelişkilerini göstererek mücadeleye yöneltmekte, devrimci saflara çekmekte bir avantajdı. Sorun bu durumun iyi değerlendirilmesi noktasında düğümleniyordu. Ayrıca bölgede NATO'ya ait askeri üslerin, tesislerin varlığı ve ürün fiyatlarının belirlenmesinde emperyalist tekellerin açık müdahalesi, halkta anti-emperyalist bir tepkinin maddi koşullarını oluşturuyordu. Öte yandan TİP'in Karadeniz'de yaygın bir örgütlülük ağı vardı. Ve TİP içinde yeralan ama önce DEV GENÇ, sonrasında da THKP-C düşüncelerini savunan bölge insanlarının varlığı da THKP-C için diğer bir avantaj olarak değerlendirilebilirdi. Devrimci bir anlayışla yayın yapan yerel gazeteler vardı. Örneğin Trabzon'da "Savaş", Ordu'da "Uyanış", Fatsa'da "Yeşil Fatsa" ve "Köylü", Samsun'da, "Çatlı", Alaçam'da "Alınteri" adıyla çıkan gazeteler Parti-Cephe'nin halkla yakın ilişkiler kurmasında etkin birer araç olmuşlardır. Bunların yanı sıra Samsun Ondokuz Mayıs Fikir Kulübü, Alaçam Köycülük Derneği, Fatsa Köycülük Derneği, Sinop'ta Savaş-İş Sendikası da THKP-C'ye yakın insanların yönlendiriciliğinde veya etkinliğinde demokratik örgütlenmelerdi. Mahir CAYAN, bölgedeki örgütlenme çalışmalarında bizzat yer alır. Devrimci saflara kazanılan insanların birçoğu kısa sürede gelişme kaydederler ve Karadeniz'de Parti-Cephe adına örgütlenme faaliyetlerinin kadroları haline gelirler. Karadeniz'de örgütlü yapı kısa sürede diğer bölgelerden daha ileri noktaya taşınır. Karadeniz bölgesi arazi yapısının dağlık, ormanlık olması nedeniyle de gerilla savaşı açısından THKPC'lilerin öncelikle tercih ettikleri bir FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 25 KARADENİZ 20 Aralık 1997 bölge olmuştur. Mahir ve Hüseyin CEVAHİR Fatsa ve çevresindeki coğrafî yapı üzerine bizzat incelemelerde bulunurlar. Gerilla savaşının ön hazırlıkları oluşturmak bölgedeki çalışmanın önemli bir ayağıdır ve bölgeye gelen DEVGENÇ'lilerin içinde Filistin'de gerilla eğitimi görenler de vardır. Mahirin yanısıra, Kızıldere'de şehit düşen Parti-Cephe kadrolarından Sabahattin Kurt, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan ve Hüseyin Cevahir de Karadeniz'deki çalışmalarda, sürekli halkla birlikte olmuşlardır. Sabahattin Kurt, Çarşamba'nın köylerinde üreticilerin içinde çalışma yürütürken, Hüseyin Cevahir de benzer şekilde birçok il ve ilçeyi dolaşarak Parti-Cephe örgütlenmesi içinde kimlerle nereye kadar hareket edebileceklerini netleştirin Karadeniz'in birçok yerinde "Köylü Birlikleri" kurmaya çalışırlar. Merzifon'da bulunan Hava Birliği içinde de Parti-Cephe'nin görüşlerini savunan, kurulacak Partinin içinde yeralacak devrimci subaylar bulunuyordu. Hatta bunlar kendi aralarında bir örgütlülük de yaratmışlardı. Bu devrimci subayların başında bulunanlardan biri de Kızıldere'de şehit düşenlerden teğmen Saffet Alp'tı. MALTEPE FİRARİ SONRASI KARADENİZ: THKP-C ve THKO önder kadrolarının 1971 Kasım'ında İstanbul Maltepe Askeri Hapishanesinden gerçekleştirdikleri firar sonrası, önlerine koydukları temel hedeflerden birisi de Karadeniz'e geçip cuntaya karşı gerilla savaşını başlatmaktı. Karadeniz'in gerilla savaşı, barınma, toparlanma için uygunluğunu daha '70'de tespit etmişlerdi. Cunta öncesi yaratılan ilişkilerin genişliği de Karadeniz'i öncelikli kılan bir başka nedendi. Firar sonrası Karadeniz'deki ilişkilerden bazıları istanbul'a ve Ankara'ya çağrılıp gerillanın Karadeniz dağlarına çıkışı için hazırlıklara başlamaları söylenir. Karadeniz'deki gerilla mücadelesine katılacakların başında da Mahir vardır. Firar sonrası Mahirlerin temel gündemlerinden biri de THKO önderleri Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in idam edilmelerini engelleyebilecek güçlü eylemler yapmaktı. Bunun için değişik eylem planlan hazırlanır. Bu planlardan biri de Ordu Ünye'de bulunan İngiliz Radar Üssü'ndeki İngiliz ajanların kaçınlmasıdır. 15 Mart 1972'de Mahir, Cihan, Ömer Ayna ve birkaç THKP-C'li Ankara'dan Karadeniz'e hareket ederler. Ünye'deki kaçırma eylemi öncesi Fatsa'nın Yapraklı köyünde saklanırlar. Mahirlerin Ankara'da oldukları dönemde başlayan polis operasyonları Fatsa'ya da sıçrar. Polis, Fatsa'da Terzi Fikri Sönmez'i ve bazı THKP-C taraftarlannı gözaltına alır. Polisin hedefi Mahirlerdir. 26 Mart 1972'de Ünye'de ingiliz teknisyenlerin kaldığı evi basan Mahirler, üç ingiliz teknisyeni de yanlarına alarak Ünye'den uzaklaşırlar. Yönleri Tokat'ın Niksar ilçesine doğrudur. Oligarşinin militarist güçleri, kontrgerilla timleri hemen harekete geçerler. Oligarşi telaş ve panik içindedir. Çankaya köşkünde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay başkanlığında MGK toplanır. Hükümet, Ordu ve çevresindeki halka çağrı yaparak, kendilerine yardımcı olmalarını ister. Bölgeye askeri birliklerin yanısıra Mehmet Eymür'ün de içinde bulunduğu MİT çilerle kontrgerilla ekipleri seferber edilir. Genelkurmay, ingiliz teknisyenlerin bulunmasına yardımcı olacaklara para ödülü verileceğini açıklar. Faşist cuntanın içişleri Bakanı yanında ordudan üst düzey generallerle birlikte Ünye'ye gider. 29 Mart'ta operasyonun yönü Tokat Niksar'a ve giderek Kızıldere köyüne kayar. Bu sırada Mahirler ve rehineler Kızıldere köyünde muhtarın evindedirler. Bir süre sonra ev kuşatılır. Kızıldere'de 30 Mart 1972'de kanlarının son damlalarına kadar savaşan, teslim olmayan, faşizmin eli kanlı cellatlarıyla çatışan, THKP-C ve THKO önder savaşçıları vardır. Orada, onların kanlarıyla tarihe Kızıldere Manifestosu yazılır. Karadeniz böylesi bir tarihi olaya tanıklık eder. 12 MART SONRASI KARADENİZ'DE DURUM THKP-C'nin 12 Mart öncesi Karadeniz'de yarattığı geniş ilişki ağı, pek çok Parti-Cephe kadrosunun tutsak olması ve bir kısmının da Kızıldere'de şehit düşmesiyle belli bir dağınıklık yaşar. 1973'de, düzenin demokrasicilik oyunu kaldığı yerden devam eder. CHP, örgütsüz sol potansiyeli, halk kitlelerini yanına çekebilmek için atağa geçer. İnönü'nün yerine parti başkanlığına getirilen Bülent Ecevit, "Ne ezen, ne ezilen hakça düzen" gibi demagojik sloganlar kullanır. Bu politikası da ona 1973'de hükümet kurabileceği kadar oy kazandırır. Ancak CHP'nin MSP'yle kurduğu koalisyon hükümetinin ömrü uzun olmaz. Oligarşi ekonomik, siyasi krizini aşmak için 1975 başlarında I. Milliyetçi Cephe Hükümetini kurdurur. Bu süreç aynı zaman MC dönemlerinin başlangıcıdır. 1980'e kadar kesintilerle süren MC hükümetleri dönemlerinde ülkenin bütününde faşist kadrolaşma ve terör tırmandırılacaktır. 1973 sonrası solun da toparlanmaya çalıştığı bir süreçtir. Solun yeniden toparlanmasının ve özellikle de silahlı mücadelenin gelişmesinin önünü daha baştan kesmek için oligarşi, sivil faşist çeteleri devrimcilerin, halkın karşısına çıkartır. 1975'den itibaren devlet güdümlü sivil faşist çeteler okullardan, işyerlerinden, mahallelere kadar her alanda devrimcilere, halka yönelik katliamlara giriştiler Amaçları halkı ve devrimcileri sindirmekti. Sivil faşist terör Karadeniz'de de oldukça yaygın biçimde gündeme geldi. 1974'lerden itibaren yeniden THKP-C potansiyelini toparlamak ve devrimci çizgiyi hayata geçirmek için genç DEV-GENÇ kadroları harekete geçtiler. Aynı çaba Karadeniz'de de vardır. Özellikle THKP-C'yi savunuyorum, onun mirasçısıyım diyen örgütler '74 sonrası Karadeniz bölgesinde kısa sürede geniş bir potansiyeli etraflarında HALK İÇİN KURTULUŞ toplamışlardır. Buna en çarpıcı örnek Devrimci Yol ve Kurtuluş (KSD)'dir. Gerçekten Karadeniz'deki PartiCephe potansiyeli çok güçlüydü. Bu potansiyeli etkileyebilmek için THKP-C anlayışıyla yakından uzaktan ilgileri kalmayanlar bile halka karşı THKP-C'yi savunur göründüler. Bu ve benzer grupların THKP-C'yi savunmakla bir ilgilerinin olmadığı bir süre sonra görülmüştür. Ancak bunun ortaya çıkarılması Karadeniz'de daha geciken bir süreçte mümkün olabilmiştir. MAHİR ÇAYAN: Mahir'in büyükbabası Hacı Mustafa Çayan Amasya'nın Gümüş ilçesine bağlı Yeniköy'dendir (O zamanki adı Çayanoğlu Kışlağı). Aile Gürcü asıllıdır. Mahir'in babası Abdülaziz, 1944 yılında Çarşambalı Naciye Aktaş'la evlenerek Samsun'a yerleşir ve 15 Mart 1946 yılında MAHİR Samsun'da dünyaya gelir. Mahir'in ailesinin köklerinin bir ucu Amasya'ya, diğer ucu Samsun'a dayanıyordu. Mahir, çocukluğunda Gümüş'deki büyük dedesinin yanında kalır. Mahir'in babası Samsun'da gözlükçülük yaparak ailesinin geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Aile daha sonra Ankara'ya taşınır. Mahir, oradan da akrabalarının yanına geçip istanbul Üsküdaı'da ilkokula başlar. Liseyi Haydarpaşa Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1964 yılında İstanbul Tıp'ı bırakıp, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne kayıt yaptırır. Doğduğu topraklarla ilişkisi hep sürer. Onu kah ideolojik mücadele için kah köylülüğü örgütlemek için Karadeniz'de görürüz. Nihayet bir gerilla savaşçısı olarak yeniden geldiği Karadeniz'de, Türkiye devriminin önderlerinden biri olarak şehit düşer. HARUN KARADENİZ: 1960'lı yılların gençlik önderlerinden Harun Karadeniz de, soyadının da ifade ettiği gibi, Karadenizlidir. 1942 yılında Giresun'un Alucra ilçesine bağlı Armutlu köyünde doğan Harun Karadeniz, yoksul bir çiftçi ailesinin oğludur. 1962'de İTÜ İnşaat Fakültesine girer. Öğrencilik yıllarında öğrenci Derneği başkanlığı ve İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığı yapar. Kısa süre içinde anti-faşist gençliğin militan kadrolarından biri olmayı başarır. Birçok anti-emperyalist eylemin en ön saflarında, boykotlarda, okul işgallerinde kitleye ajitasyon çeken onları yönlendiren Harun Karadeniz'dir. Gençliğin yanısıra köylü ve işçi direnişlerinin de içindedir. 12 Mart cuntası sonrası TKP ve Dev-Genç davalarından yargılanır. Dev-Genç davasından tutukluyken hapishanede yakalandığı rahatsızlık, 15 Ağustos 1975'de onu mücadeleden koparır. CİHAN ALPTEKİN: THKO'nun önder kadrolarından olan Cihan, Rize'nin Ardeşen ilçesinin Işıklı köyünde doğmuştur. 1972 30 Mart'ında Kızıldere'de, doğduğu toprakların kurtuluşu uğruna şehit düşer.* YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 26 KARADENİZ Devrimci Yol tasfiyeciliğine tavır alındığı 1978'de, tasfiyeci DY, her türlü tartışmanın, Devrimci Sol'un ayrılık nedenlerinin bilinmesinin önüne geçmeyi bir ölçüde başarmıştır. Bu anlamda Karadeniz ilk anda uzanılamayan bir bölge olarak kalmıştır. Bundan dolayı bu bölgedeki THKP-C potansiyeli DY'nin, KSD'nin kontrolü ve yönlendirmesi altında kalmıştır. Fakat, DY'nin etkinliği halkın önünde, yanında ve omuz omuza faşizme karşı mücadele etmekten çok, Ankara'dan, Devrimci Yol dergisi sayfalarından "Yerel Yönetim", "Direniş Komiteleri" gibi modeller önermekten öte gitmemiştir. Böyle olduğu için 12 Eylül faşist cuntası daha gelmeden Karadeniz'de DY'nin "kalesi" olan Fatsa'ya yapılan "Nokta Operasyonlarda halk sivil faşist ve resmi kontrgerilla timleriyle karşı karşıya ve savunmasız bir şekilde kalmış, DY'nin çarpık meşruluk çizgisi, operasyonlara karşı gerekli direnişin örgütlenmesinin önünde engel olmuştur. Böyle olunca da Karadeniz'in büyük bölümünde antifaşist mücadele, çeşitli kesimlerde etkin olan siyasi hareketlerin sağ, pasifist çizgisi nedeniyle, hep leyen bir çizgide seyretmiştir. Pek çok yer faşist işgal bazı bölgelerde de faşist kitleler üzerinde yarattığı demoralizasyonun önüne geçilememiştir. DEVRİMCİ SOL KARADENİZ'DE Devrimci Sol, ayrılık döneminin dezavantajına, tasfiyeciliğin silahlı saldırılara varan engellemelerine rağmen, Karadeniz'de örgütlenmeye önem vermiştir. Hem anti-faşist mücadele açısından, hem de stratejik bir alan olma özelliğiyle Karadeniz ihmal edilemezdi. Bölgedeki çalışmada, bir yandan halkın antifaşist mücadelesini örgütlemeye çalışılırken, demokratik alanda da mücadele edilmiş, aynı zamanda gerillayı yaratmaya yönelik bir perspektifle hareket edilmiştir. 1978 sonbahar aylarında tasfiyeciliğin ve devletin tüm baskı ve kapatmalarına rağmen DevGenç'liler önce Samsun Kültür ve Dayanışma Derneği (SKDD) ve daha sonra Samsun Devrimci İşçi Köylü Gençlik Derneği (Samsun DEVGENÇ)'i açtılar. 1978'in sonundaki Kahramanmaraş katliamı, Samsun, Ordu, Giresun, Aybastı, Ünye, Gölköy gibi örgütlü olunan yerlerde gösterilerle, forum ve boykotlarla, yürüyüşlerle protesto edildi. 1979 sonunda köyleri basılan, erkekleri dipçiklenip dövülen Aybastı köylüleri kaymakama şikayette bulunmak, "komünistleri ezeceğine" yeminli faşist teğmenin değişmesini istemek üzere konvoylarla Aybastı'ya giderek bir miting düzenledi. Miting sırasında jandarma ve polis halka ateş açtı. Ateşe rağmen dağılmayan halk teğmenin ve polislerin üzerine yürüdüler. Mermileri biten jandarma ve polis, jandarma karakoluna sığındılar. Ünye, Giresun ve Gölköy'den jandarma birlikleri, Ordu ve Samsun'dan polis ekipleri gelinceye kadar dışarı çıkamadılar. Aynı gün "Faşist Teğmen Defol", "Kahrolsun Faşizm", "Devrimci Sol Yoksul Halkın Yanındadır" sloganlarıyla şehirde gösteriler yapıldı. Okullar -İmam Hatip dahilaskerler gidene kadar boykot yaptı. 1979 sonu faşist saldırıların da tırmandığı bir dönemdi. Kalabalık bir faşist grubun en tehlikeli yer saydıkları Ordu-Fidangöl'e saldırmaları üzerine devrimciler faşistleri püskürterek kovaladılar. 1979'da Maraş katliamının yıldönümünde devrimci hareket Karadeniz'de artık daha örgütlüydü. Faaliyetleri yaygınlaşmıştı. Katliamı protesto kampanyası boyunca, Ereğli (Zonguldak), Bolu, Kıbrısçık, inebolu, Küre, Garze, Samsun, Aybastı, Merzifon, Ordu, Espiye, Beşikdüzü, Trabzon'da bildiri dağıtımı, kahvelerde halkın katıldığı toplantılar, korsan gösteriler, köylerde toplantılar, liselerde işgaller, forumlar, yüksek okul olan çeşitli yerlerde işgaller, afiş asma, yazılama, pankart asma, bazı yörelerde işçilerin yemek boykotu ve iş bırakmaları, bankalara, faşist işyerlerine ve evlere yönelik basma ve dağıtma eylemleri, polis ve faşistlere ait arabalarının yakılması, tahrip edilmesi ve faşistlere yönelik cezalandırmalarla anti-faşist mücadele geliştirildi. 16 Şubat 1980'de Aybastı'da devrimcilerin önderliğinde yoksul halkın, köylülerin çoğunluğunu oluşturduğu bir mitingle faşizm, zamlar ve ABD ile ikili anlaşmalar protesto edildi. 1980 Temmuz'unda "İşkencecilere ve Faşist Teröre Karşı Mücadele Kampanyası" çerçevesinde Zonguldak, Ereğli, Karabük, Kastamonu, Küre, İnebolu, Bolu, Kıbrısçık-Ydgılca, Gerede, Trabzon, Tokat, Samsun, Gerze, Ordu, Aybastı ve Merzifon'da yazılamalar, pullama yapıldı, afişler yapıştırıldı, el ilanları dağıtıldı, faşistlerin işyerleri, otoları, bankalar bombalandı, duvar gazeteleri ve pankartlar asıldı, yollar trafiğe kesilip pankartlar asıldı, Ordu'daki faşist Ülkü Bir binası tahrip edildi. Ordu Emniyet Müdürlüğü bombalandı. . Merzifon'da DY'li Demokrat gazetesi muhabirinin öldürülmesinden sonra yedi faşist meskenin taranması, Ülkücü Esnaflar Derneği örgütlenmesinin engellenmesi ve dağıtılması, burada üstlenmeye çalışan faşistlerin kovulması gibi eylemler gerçekleştirildi. 1980 Temmuz-Ağustos'unda Zonguldak-Karabük'te devrimci mücadelenin yükseltilmesi için çalışma yürüten Devrimci Sol taraftarları, kampanyayla birlikte faaliyetlerini daha da yoğunlaştırarak faşistlerin cezalandırılması, faşist odakların dağıtılması, halkın can güvenliğinin sağlanması ve ajitasyon propaganda çalışmalarını çok yönlü 20 Aralık 1997 örgütlü biçimde hayata geçirmeye çalıştılar. Merzifon'da Alevilerin yoğun olduğu mahallelere faşistlerin gençyaşlı demeden saldırıya geçmeleri üzerine Devrimci Sol taraftarları halkın can güvenliğini sağlamak için faşistlere yönelik cezalandırmalar gerçekleştirdiler. FAŞİST TERÖRE KARŞI DEVRİMCİ DİRENİŞ: '80 öncesi faşist örgütlenmenin zayıf olduğu kentlerden biri de Samsun'dur. Faşistler Samsun'un tam merkezindeki Mecidiyeköy mahallesinde ve dış mahallelerinden Sanayi, Cezaeviüstü, Çarşamba ve Cedit mahallelerinde belli bir örgütlenmesi vardır. 1979'da bütün dış mahallelerden içe doğru devlet destekli sivil faşist saldırılar yoğunlaşır. Bunun karşısına halkın örgütlü mücadelesiyle çıkılır ve saldırganlar püskürtülür. 1977 yılında Samsun'a gelen faşist Türkeş, şehre sokulmaz. Devletin 1980'de sindirmeye çalıştığı yerlerden biri de Ordu'nun Aybastı ilçesiydi. Yalnız Aybastı'da değil Karadeniz'in büyük bir bölümünde devrimcilerin halkla birlikteliği ve oluşturduğu örgütlenmeler vardı. Artvin, Rize, Espiye, Bulancak, Ordu, Fatsa, Aybastı, Samsun, Zonguldak, Sinop, Çorum, Gümüşhacıköy, Merzifon, Amasya, Turhal vb. yerlerde çeşitli siyasi hareketlere mensup devrimciler etkindi. 12 Eylül öncesi Ordu'nun bu küçük ilçesi Aybastı'da devrimcilerin halkla kurduğu sıcak bağı dağıtmak için devlet bu ilçeye dışarıdan sivil faşistleri getirip çeteler oluşturdu. Bu çeteler halka saldırdılar. Devrimci Sol militanlarla bu faşist teröre karşı kararlı bir direniş tavrı sergilediler. Devrimci hareketin halkla kurduğu sıcak bağlan engelleyemeyen faşistler, 19 Mayıs '80'de Devrimci Sol militanı Aykut Kaynar'ı Aybastı'da bir tuzakta katlettiler. Aynı ay içinde (5 Mayıs 1980'de) Aybastı'da bir köyde faşistlerin kurduğu bir tuzak sonucunda çıkan çatışmada ise Devrimci Sol'un Doğu Karadeniz Bölge Sorumlusu Ercan GÜNDOĞDU katledildi. Aykut ve FİKRİ SÖNMEZ: 1938'de Fatsa'nın Kabadağ köyünde doğan Fikri Sönmez, ilkokulu köyde tamamladıktan sonra Fatsa'da bir terzinin yanında çalışmaya başlar. Hayatının önemli bir bölümü terzilik mesleğini sürdürerek geçmiştir. Halk arasındaki adı da "Terzi Fikri"ydi. Devrimci düşüncelerle 1965'te tanışan Fikri Sönmez, TİP'e üye olur. TİP'in Fatsa İlçe sekreterliği ve başkanlığı görevlerini yürütür. 1969'da DEV-GENÇ'lilerle tanışır. Ve onların saflarına katılır. 12 Mart sonrası tutsak alınıncaya kadar bir THKP-C'li olarak Karadeniz'de devrimci faaliyet yürütür. THKP-C Davasında yargılanır. 20 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye olunca Aykut Kaynar Ercan Gündoğdu Ercan'ın katledilmesi de devrimci hareketin bu ilçedeki kararlı mücadelesini engelleyememiştir. 12 Eylül'den kısa bir süre önce Aybastı merkezi ve köylerine yönelik MHP destekli devlet teröründe artış olur. Yapılan operasyonlarda insanlar işkencelerden geçirilir, tutuklanır, katledilir. Bu terör 12 Eylül sonrası da sürmüştür. Karadenizli köylüsü, işçisi, genciyle bir bütün olarak '80 öncesi ağırlıklı olarak devrimci örgütlere sempatiyle yaklaşmıştır. Devlet, devrimcilerle halk arasındaki bu bağları koparabilmek için her türlü provokasyona, yalana, demagojiye başvurmuş, katliamlar düzenlemiştir. Gün olmuş mitingden dağılan halkın Fatsa'da anti-faşist mücadelenin içinde yer alır. Devrimci Yol'la ilişkisi vardır. 1979'da Fatsa'da bağımsız belediye başkam adayı olarak seçimlere katılır ve kazanır. Bu seçim öncesi faşistlerin silahlı saldırısından bacağından yaralanarak kurtulur. Belediye başkanlığı döneminde halkla sıcak ilişkiler geliştirir. İlçede oluşturduğu komitelerle halkı belediyenin çalışmalarına katar. 12 Eylül'den kısa bir süre önce tutuklanır. Cunta yıllarının ağır hapis koşullarında sağlığı bozulur. 4 Mayıs 1985'te hapishanede yaşamını yitirir. Fikri Sönmez, tutarlı devrimci kişiliği, başeğmezliğiyle Karadeniz halkının, tüm halkımızın devrimci değerlerinden biridir. FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ KARADENİZ 20 Aralık 1997 üzerine jandarma tarafından otomatik silahlarla ateş açılmış, insanlar katledilmiş, gün gelmiş devrimcilerin evleri, kahvehaneler bombalanmış, okul çıkışı öğrencilerin üzerine ateş açılmıştır. Bunun için yaygın gözaltılara başvurulmuş, işkence, tutuklama veya katliamlarla gözdağı verilmeye, halk örgütsüzleştirilmeye çalışılmıştır. Oligarşi gün gelmiş bölgede halkı AleviSünni, Türk-Laz-Ermeni diye birbirine karşı kışkırtıp, düşman etmeye çalışmıştır. Ancak egemenlerin her türlü baskı ve vahşetine rağmen Karadeniz halkı devrimci mücadele geleneğine sarılmış, bunu sürdürmüştür. Özellikle 1980'de sivil faşist çetelerin, kontrgerillanın katliamları iyice tırmanır. Buna karşı başından beri devrimci şiddet temelinde bir pratik sergileyen devrimci hareket, faşist odakların beyin takımına yönelir, faşistlerin ülke çapındaki saldın planlan bozulmaya çalışılır. Demirel azınlık hükümetinin içinde yeralan Gümrük ve Tekel Bakanı MHP'li Gün Sazak cezalandırılır. Şeflerinin cezalandırılması üzerine faşistler birçok yerde karşı saldırılara girişirler, ancak bu arada MHP'nin planı da bozulur. Faşistlerin bu saldırılan Karadeniz'e de yansır. Merzifon'da birçok dükkan faşistler tarafından yağmalanırken, Trabzon Akçaabat, Giresun Görele gibi yerlerde CHP dahil birçok demokratik kitle örgütünün, sendikanın binaları bombalanır. ÇORUM'DA ANTİFAŞİST DİRENİŞ: Faşist terörün bir hedefi de Corum olur. iktidarın amacı ikinci bir Maraş katliamı gerçekleştirmekti. Bu açıdan Çorum bilinçli seçilir. Çünkü Maraş'ta olduğu gibi Çorum'da da Alevi ve Sünni halk yanyana yaşamaktaydı. Bu açıdan mezhep ayrımını körükleyip, provokasyon yaratılarak katliamın başarılabileceğini hesaplıyorlardı. Katliamın arkasında bizzat CIA'nın olduğu, provokasyondan önce bazı ABD'li ajanların kente geldiği dönemin basın organları tarafından yazılmıştır. Çorum'da Alevilere ve devrimcilere yönelik ilk saldırı girişimi, faşist Gün Sazak'ın cezalandırılmasından hemen sonra, 28-29 Mayıs'ta gerçekleştirilir. Faşistler sol görüşlü, sosyal-demokrat, Alevi emekçi halkın evlerini, dükkanlarını hedef seçerler. Fakat bu saldın püskürtülür. Ancak bu ilk denemedir. İktidar faşist çetelere her türlü uygun koşulları yaratır ve Temmuz '80'de faşistlerin saldırıları tekrar yoğunlaşır. 2 Temmuz'da Çorum'da sokağa çıkma yasağı ilan edilir. Bununla da kalınmaz. Polis ve asker emekçi halkın oturduğu mahalleleri abluka altına alır. Bu mahallelere operasyonlar düzenlenerek, halka önderlik yapan birçok devrimci gözaltına alınıp faşistlerin amaçlarına daha kolay ulaşmalarına yardımcı olunur. Pratikte sokağa çıkma yasağı halka ve devrimcilere yöneliktir. Çünkü faşistler sokaklardadır. Bu ortamda saldırıya geçen faşistler çok sayıda işyerini ateşe verirler. Bombalama ve silahlı saldırılarla terörlerini artırırlar. Kaçırdıkları insanları en barbarca işkenceleri yaptıktan sonra katlederler. Tüm bunları yaparken aradan provokasyonu genişletip "Komünistler Camileri yakıp, yıkıyor" söylentileriyle Sünni halkı tahrik etmeye çalışırlar. Çorum Halkı faşist saldırılara karşı devrimcilerin öncülüğünde, barikatlar kurarak direnir. Devrimcilerin önderliğinde saldırılara karşı "Mahalle Komiteleri" kurulur. Bu komiteler barikatların sağlamlaştırılması, nöbet işlerinin düzenlenmesi ve halkın diğer ihtiyaçlarının karşılanmasıyla görevlidirler. Sonuçta, kontrgerilla tarafından planlanan olaylar sonucu 50'ye yakın insan katledilir. Yüzlerce ev, işyeri yakılır. Bir o kadar insan da yaralanır. Çorum'da tüm bunlar yaşanırken dönemin AP'li İçişleri Bakanı "Çorum olaylarım devlete karşı solcular çıkardı, devleti destekleyen sağcılar, solculara karşı mücadele etti" diyerek bir kez daha faşist çetelere nasıl kol kanat gerdiklerini gösterir. Yine dönemin Başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı Demirel, Çorum'daki katliamı soran gazetecilere sinirlenerek "Siz Çorum'u bırakın, Fatsa'ya bakın" diyordu. Ancak kontrgerilla saldırısı amacına ulaşamaz. Çorum halkı sindirilemez. Bu, devrimcilerin eylem birliği içinde halkla birlikte yürüttükleri devrimci direnişin sonucudur. Bu birlik, devletin halkı teslim almasına, katletmesine, sindirmesine karşı güçlü bir barikat olmuştur, -Sürecek IMF ve Dünya Bankasından ANASOL-D'ye Talimat: !27i KURTULUŞ Şimdiye kadar "ceğiz-cağız"larla küçük üreticileri sürekli oyalayan hükümetler artık buna bile gerek duymuyorlar. Tarımsal alandaki KİT'lerin hazine üzerinde bir yük olarak gösterildiği raporda KİT'lerin yeniden yapılandırılmaya gidilerek hazinenin yükünün azaltılması 24-27 Kasım tarihleri arasında Hilton istenmektedir. Bunun için öncelikli olarak Oteli'nde yapılan 1. Tarım Şurası'nda işten çıkarmalar arttırılacaktır. Tekel'den 5 açıklanan "Tarım Reformu Kararları"nın bin, Şeker Fabrikalarından da 3 bin işçinin Dünya Bankası'nın hazırladığı raporla aynı çıkarılmasının istendiği rapora göre bu olduğu ortaya çıktı. Kasım ayı içinde şekilde Tekel'den 60 milyon dolar, şeker Türkiye'yi ziyarete gelen Dünya Bankası fabrikalarından da 36 milyon dolar yıllık heyeti hazırladığı raporda Türkiye'de "tasarruf" sağlanacağı belirtiliyor. Yani bu tarımsal destekleme sisteminin mali açıdan "tasarruf" 8 bin kişinin işsizliğe, sefalete pahalı ve verimlilikten uzak olduğunu ileri terkedilmesi pahasını yapılacaktır! sürerek bu sistemin "serbest piyasa Milyonlarca aç insanın, yoksulun ekonomisi" çerçevesinde yeniden olduğu, işsizler ordusunun arttığı, yapılandırılmasını istemişti. İlginçti, Şura'da enflasyonun üç haneli rakamlarda seyrettiği, çıkan kararlar da bu yöndeydi. zamsız günlerin geçmediği bu koşullarda her İlginç ama şaşırtıcı değildi. Ülkemizde yönüyle IMF ye teslim olan ve IMF'nin iktidar olan hükümetler IMF ve Dünya memurları gibi çalışan iktidar, şimdi Bankası'nın önerdiği programların dışında KiT'lerden çıkarılacak işçilerin ücretlerine kendi başlarına ekonomik politika uygulama göz dikmiştir. durumunda değillerdir. Bu emperyalist Bugün Tekel'in denetiminde olan Kurumlar hazırladıkları ekonomik işletmelerin yüksek karlı olanlarının paketleriyle ülkemiz gibi yeni-sömürge özelleştirilmesi de gündemdedir. Ayrıca ülkeleri ekonomik olarak denetimlerine KiT'lerin lojman, sosyal tesisler, dinlenme alırlar. Dönem dönem gerçekleştirdikleri tesisleri, kaplıcalar ve kantinler gibi sosyal ziyaretlerle de denetimlerini sürdürürler. yatırımlarının özelleştirilmesi IMF'nin stand-by anlaşmasını hedeflenmektedir. imzalamak için öne sürdüğü "yapısal Dünya Bankası'nın hazırladığı raporda, reformları" uygulama taahhüdünde bulunan "yeniden yapılandırmanın üçüncü ANASOL-D Hükümeti, bunun için yoğun bir adımında ise, "KiT'ler şirketleştirilmeli, çaba içine girdi. Bu "reformlardan biri olan kendi kendilerini yöneten ve kendi "Tarımsal Destekleme Politikaları Reform finansmanlarını sağlayan kuruluşlara Taslağı" ülkemizde tanını, küçük üreticiyi ve dönüştürülmelidir" denilmektedir. Böylece köylülüğü bitirmeye yöneliktir. Yaşamını hükümetlerin destekleme politikalarından ipotekle sürdüren küçük üreticinin eli-ayağı vazgeçmelerinin zemini de hazırlanmış olacaktır. iyice bağlanmak istenmektedir. Dünya Bankası heyetinin hazırladığı Özetle ve sonuç itibariyle, Dünya raporla, 1. Tarım Şurası'nın son gününde Bankası'nın hazırladığı ve ANASOL-D konuşan Cumhurbaşkanı Demirel'in Hükümeti'nin de uygulamak için çırpındığı konuşmaları da uyum içindeydi. Türkiye bu "taslak rapor"a göre kırsalda yaşayan 35 milyon insandan büyük bölümünün nüfusunun yüzde 40'ının tarımda çalıştığını tarımsal üretimin dışına çıkartılması belirten Demirel, bu oranın AB ülkelerinin toplamına eşit olduğunu ve bu oranın yüzde hesaplanmaktadır. Köylülerimizin emperyalist dayatmalarla 10'ların altına çekilmesi gerektiğini ifade etti. hazırlanan tarım politikalarına karşı Çünkü küçük üreticiler devlet tarafından çıkmaktan başka seçenekleri yoktur. AB'ye girebilmenin önünde engel olarak Devletin denetimindeki ziraat odalarının görülmekteydi ve çünkü emperyalizm, misyonu bellidir: Köylülerimizin kabaran Türkiye pazarını büyütmek için böyle öfkesini dindirmek... Yapılan bir kaç tepki olmasını, yani tarımdaki yüksek nüfusun eylemi ise küçük üreticilerin içinde tasfiye edilmesini istiyordu. Bir taraftan tarımı bitirmek amaçlanırken bulundukları dununa denk düşmemektedir. Bu politikaları hazırlayan emperyalizm ve diğer taraftan hükümetlerin uyguladıkları işbirlikçisi oligarşiyi hedef almadan hayata politikalar az topraklı ve topraksız geçirilecek eylemlerle küçük üreticilerin köylülerimizi tefeci-tüccar kesiminin sorunları çözülemez. Küçük üreticilerin, insafına bırakmıştır. "Köylü dostu" olarak köylülüğün kendi öz örgütlülükleri olarak gösterilmeye çalışılan Ziraat Bankası'nın KÖYLÜ MECLİSLERİ'ni oluşturmaları ve yükü de çiftçinin sırtına yüklenmektedir. yaygınlaştırmaları, köylülüğü ilk adımda en Tefeci tüccara kaynak aktaran Ziraat azından örgütsüzlüğe ve tavırsızlığa Bankası'nın "çökme riskinin olduğu" öne mahkum olmaktan kurtaracak, haklar için sürülerek kredi faizlerinin artırılmasından mücadeleyi emperyalizmin dayatmalarına sonra şimdi bu da yetmiyormuş gibi faizlerdeki değişikliklerin doğrudan kredilere karşı direnebilmeyi mümkün hale getirecektir.* yansıtılması istenmektedir. TARIMI BİTİRİN! YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN KURTULUŞ 28 EĞİTİM HALK KONU: Adalet — Evet, arkadaşlar şimdi gelelim konumuza. Bir yıldır sokaklarda adalet aradık, düzeni, devleti yargıladık. Devletin yargılamayacağını, suçluları cezalandırmayacağını bildiğimiz halde suçlulara ceza istedik. Ayrıca bizimle sokaklarda yürüyen onbinlerin dışında milyonlarca insan da adalet arayışı içinde. Elbette bu birdenbire ortaya çıkmadı, onyılların birikiminin, öfkesinin dışa vurumu. Susurluk bir yerde bu onyılların birikiminin, öfkesinin dışa vurumuna vesile oldu. Ömer sen istersen adalet nedir ordan bir giriş yap, sonrasında örneklerle devam edelim — "Adalet"i günlük yaşamımızda bazen tek başına, bazen hak, hukuk, hakkaniyet, eşitlik, doğruluk gibi kelimelerle yan yana çok kullanırız. Esasında adalet dediğimiz kavram bunların bütününü kapsar. Mesela Meydan Larouss'ta şöyle ifade edilmiş: "Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, yerine getirme, doğruluk". Şimdi bu ifade yanlış değil tabii, ama şöyle birşey var: Hangi hak, hukuk, kimin hakkı, hukuku? Bu hak, hukuk neye göre belirleniyor, kim, nasıl uyguluyor? İşte soruyu bu şekilde sorduğumuzda toplumda tek bir adalet anlayışının olmadığı görülür. Pratikte görülen, uygulanan devletin sahip olduğu hak, hukuk anlayışına göre şekillenmiş olan adalettir. Şimdi şunu biliyoruz: Tüm sınıflı toplumlarda iktidarı elinden bulunduran egemen sınıflar çıkarları doğrultusunda, kendi düzenlerini meşrulaştıran ve koruyan bir hukuk ve yargı sistemini de oluştururlar. Dolayısıyla bunu oluştururken de neyin suç olup olmadığına, hangi suça ne kadar ceza verileceğine kendileri karar verirler. Temel alınan kıstas da anayasa ve bu anayasaya göre oluşturulmuş yasalar olur; Adaletsizlik dediğimiz şey de zaten önce ta buradan başlar. Çünkü anayasayı halk yapmaz; daha doğrusu yaptırmazlar. Oligarşinin talepleri doğrultusunda hazırlattırılır. Sonra bunu halkı yönetmek için kullanırlar. Yasalar da benzer şekilde çıkarılır. Halkın onayını almak bir yana, şöyle bir yasa çıkaracağız siz ne diyorsunuz diye soran bile olmaz. Dolayısıyla devletin anayasası da, hukuk sistemi de baştan azınlıktaki egemen sınıfların çıkarlarına göre şekillenir. Çıkarılan yasalar da onların çıkarlarına hizmet eder. örneğin; oligarşinin adalet anlayışına göre sömürü suç değildir. Çünkü, varlık nedeni zaten sömürüye dayanır. İşin aslına bakarsak toplumdaki tüm adaletsizliklerin temelini de bu sömürü sistemi oluşturur. Halk özünde sömürüye karşıdır. Çünkü sömürülen kendisidir. Dolayısıyla çıkarları farklı olan oligarşi ile halkın adalet anlayışı da baştan birbirleriyle çelişir. Bu durumda eğer düz mantıkla bakarsak tüm halkın oligarşinin sömürü düzenine karşı olması gerektiği gibi onun adaletine, hukuk ve yargı sistemine de karşı olması, mücadele etmesi gerekir. Ama öyle olmaz. — Neden olmaz, Selma? — Bu öncelikle halkın bilinç düzeyi ve örgütlülüğüyle ilgili bir durum. Emperyalizm ve oligarşi halkın sömürüye karşı mücadelesini engellemek için ne yapıyor? önce eğitim sistemiyle, demagoji ve propagandasıyla, emperyalist kültürüyle halkın gözünde sömürüyü gizlemek için bilinçleri çarpıtmaya çalışır. Örneğin kapitalizmin insanlığın bugüne kadar ulaştığı en ileri, adaletli ve son toplum biçimi olduğu söyler. Sömürünün adı kar olur. Kar etmek ise serbesttir, dokunulamayacak "kutsal bir hak"tır. Dizginsiz bir sömürüyü sağlamak için de "serbest piyasa ekonomisi" adı altında sermaye sahiplerine, patronlara tabii en başta ve esas olarak da işbirlikçi tekellere istedikleri kadar sömürü olanakları tanınır. Onların zenginleşmesi halkın da çıkarınadır denir. Güya onlar ne kadar çok kar yaparsa, sermayelerini büyütürse o kadar çok yatırım yapar, yeni iş sahaları açar, işsizlere yeni iş olanakları çıkar, üretim artar, ülke zenginleşirmiş. Ancak halkı bu şekilde kandırmaya çalışsalar da bunun tek başına yeterli olamayacağını, halkın hak arayışına gireceğini, haksızlıklara, adaletsizliklere karşı mücadele edeceğini bilirler. Bu noktada da halkın hak arayışlarının, mücadelesinin düzene, iktidara yönelmemesi için de devleti "tarafsız", "sınıflarüstü bir kurum" gibi gösterirler. Güya devlet "insan haklarına saygılı hukuk devleti"dir. "Yargı bağımsız", "herkes adalet, mahkemeler karşısında eşit"tir. "Hakkını arayan yasalar çerçevesinde devletin mahkemelerinde aramalıdır". "Devlet adildir, haklıyı haksızı ayırır, haklıya hakkını verir". Böylece halkta, karşılaştıkları adaletsizlikleri devletin mahkemelerinde, adalet sistemi içinde çözebileceği inancı, beklentisi yaratılmaya çalışılır. Oysa yaşayıp gördüğümüz gibi gerçek hiç de öyle değildir. Sömürü ve zulüm düzeniyle ayakta duran, pislik ve ahlaksızlık içinde yüzen oligarşi halkın hak talebini karşılayamaz, adaleti sağlayamaz. Ne kadar demagoji yaparsa yapsın, ne kadar yalan söylerse söylesin, halk yoksullukla boğuşurken, geçim derdi altında kıvranırken küçük bir azınlığın saltanat sürmesinin, 20 Aralık 1997 zenginliğine zenginlik katmasının hiç de adaletli olmadığının farkına varır. Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı tanınmayan memurlar, hakkını istediği, örgütlenmeye çalıştığı için, ya da hiç bir gerekçe gösterilmeden işten atılanlar, sendikasız, sigortasız, sağlıksız koşullarda karın tokluğuna çalıştırılanlar, hakkını ararken polisin jopuyla, işkencesiyle karşılaşanlar, mahkeme kapısına düşüp de yıllarca çözümlenmeyen davasının peşinden koşanlar, itilip, kakılanlar, haksızlığa uğrayıp da mahkeme, avukat parasını bile karşılayamayacak durumda olanlar, suçlu durumda da olsa arkasında güç, parası olanların nasıl cezasız kaldığını, adaletin de satın alınabildiğini görenler, iki göz gecekondusu başına yıkılanlar ve benzeri daha yüzlerce binlerce örnekte görülebileceği gibi halkın hemen her kesimi bir biçimiyle bu düzenin adaletsizliği ile karşı karşıya gelir. Tüm bu haksızlığa uğrayanların devletin mahkemelerine başvurduklarında sonucun ne olduğu da malum. Ya açılan davalar yıllarca sürüncemede bırakılır, ya mahkemelerden eli boş döner, ya da hakkını aramaya gitmişken suçlu ilan edilir. - Buraya kadar işin bir boyutu. Ama esas olarak bundan sonra devletin "adaleti"nin gerçek yüzü daha çok ortaya çıkıyor. Baskılara, yasaklara boyun eğmedin mi, illa da hak, adalet dedin mi bu sefer de "anti-terör" yasalarıyla, yeni baskı ve yasaklarla halk terörist ilan ediliyor. Devletin "adaleti" dayak, işkence, gözaltı, tecavüz, infaz, katliam, kayıplarla, tutsaklıklarla, hapis cezalan, idamlarla, köy yakmalarla, sürgün ve zorunlu göçlerle tecelli ediyor. Olağanüstü Hal Uygulamaları, DGM'ler, emperyalizmin beslemeleri kontrgerillanın ölüm mangaları, provokasyonlar, en pespaye yalanlar, karalamalar devreye giriyor. Devletin hukuk sistemi zaten adaletsiz. Faşist yasalarla ülke yönetiliyor ama yönetenler öyle bir batağa batmış, öyle bir pislik ve ahlaksızlık içindeler ki kendi yasalarına bile uymuyorlar. Kendi yasalarında suç kabul ettikleri şeyleri kendileri yapıyorlar. Yasalara göre hırsızlık suç demişler. Aç kaldığı için karnım doyuracak kadar yiyecek çalan halktan birine hemen ceza veriler ve bu ceza hemen uygulanır ama görüyoruz işte; milyarlık, trilyonluk hırsızlık, yolsuzluk yapanlar elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Üstelik büyük itibar görüyorlar. Uyuşturucu ticareti, kaçakçılık vs. güya yasak. Ama en büyük uyuşturucu FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 20 Aralık 1997 29 EĞİTİM ticaretini, mafyacılığı devlet yapıyor. Ülkeyi Avrupa'nın en büyük uyuşturucu merkezine dönüştürmüşler, halka zehir saçıyorlar. Bir de utanmadan uyuşturucuya karşı mücadele çağrıları yapıyorlar. Anayasaya göre işkence, kötü muamele yapmak yasaktır. Ama ülkenin tamamı işkencehaneye çevrilmiş. İşkence bir yana infazlar, katliamlar sıradanlaştırılmış. Örnekleri yüzlerce çoğaltmak mümkün. Bunları zaten biliyorsunuz. Yani oligarşinin "adalet" anlayışında hiç bir hak-hukuk, haklı-haksız, suçceza ölçüsü yoktur. Hak, hukuk, adalet umurlarında değildir. Yeter ki emperyalizmin ve oligarşinin çıkarları korunsun, halkın hak talepleri, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi, iktidar olması engellensin. Bunun için her türlü hileye, hurdaya, yalana, baskıya, teröre başvurmak serbesttir. Çıkarlarına, uygulamalarına karşı çıkan herkesi, halkı düşman olarak görür. Bu düşmanlıkla, kinle hareket eder ve karşısında yer alan herkesi cezalandırmaya çalışır. Tabii halka karşı tüm bu suçları işleyenler de yargılanmaz, cezalandırılmaz. Çok zorda kalırlarsa Susurluk meselesinde olduğu gibi belki üç beş kişiyi göstermelik olarak yargılarlar, kurban verirler. Ama bu bile onların "adalet" anlayışlarındaki adaletsizliği gösterir. Emir verenlere, kullananlara bir şey olmaz, kullandıklarından bir kısmını feda ederler. Mehmet Ağar'ın "Bir dönemi yargılayamayacakları için bizi yargılamak istiyorlar" demesi bir yerde bunu ifade ediyor. Oligarşi kullanır kullanır, çıkarları gerektirdiğinde, ya da artık ihtiyaç duymadığında kullandıklarını kaldırır bir kenara atar. — Ben, konunun başka bir boyutu üzerine, özellikle Susurluk'tan sonra burjuva medyada sık sık gündeme gelen adaletle, hukukla ilgili tartışmalar, yazılar üzerine birşeyler söylemek istiyorum. — Evet, o da önemli bir yan gerçekten. — Dikkat ederseniz burjuva çevrelerden de gazetelerde, televizyon programlarında da devletin "adalet" sistemine, işleyişine, yargının bağımsız olmadığına yönelik eleştiriler falan oluyor. Bazen öyle bir hava yaratıyorlar ki burjuvazinin bu kimi kalemşörleri, sözcüleri de sanki halkın çıkarlarım düşünüyor sanırsınız. Mesela, geçen ayki bir burjuva gazetesinde köşe yazan, oğlunu öldüren gence mahkemenin 2 yıl ceza vermesine ve onu da paraya çevirerek serbest bırakmasına isyan eden bir annenin sözlerine yer vermiş. Anne şöyle diyor: "Ben bir anneyim... Tüm yargı sistemi bozuk olan, hukuk olmayan bir devlette, hukukun üstünlüğüne inanan ben, musalla taşında beklettiğim oğlumu gömüyorum. Tüm analar.. Canlarını yitiren kim varsa bu hukuka güvenmeyin!" Tabii adaletsizlik bu kadar yaygınlaştı mı halkı artık isyan edecek noktaya getirdi mi, "sosyal patlamadan", devrimden korkan burjuva yazarları, burjuva aydınları falan da feryat etmeye başlıyor. Halbuki düne kadar o kadar infazlar, katliamlar, kayıplar olurken, köyler yakılıp yıkılırken gıkları çıkmıyordu. Hatta pek çoğu devleti destekleyip, alkışlıyordu. Şimdi ise kimileri "Adalet sistemi çok bozuldu, düzeltmek gerekir", "Suçlular cezasız kalmamalı, mahkemeler hızlandırılmalı" diyor, kimileri "gelir dağılımındaki adaletsizliğe" dikkat çekiyor. Sistemi, düzeni sorgulamazlar, bu adaletsizliğin gerçek kaynağını söylemezler, bu kaynağın kurutulmasını istemezler. İstedikleri halk ayaklanmasın, düzeni yıkmaya yönelmesin diye düzen içinde biraz iyileştirmeler yapılmasıdır. Ne olacak yani; mahkemeler yıllarca sürmeyip bir yılda, altı ayda, hatta altı günde bitse, yürürlükteki yasalar halkın yasaları olmadıktan sonra, adalet sağlanmış mı olacak? Ya da gelir dağılımı bozuk deyip asgari ücreti 22 milyondan 40-50 milyona çıkarsan sömürü, baskı, zulüm ortadan kalkıp her şey güllük gülistanlık mı olacak? Hayır onların istediği halkın önüne biraz daha kırıntılar atılıp oyalanmasını sağlamaktır. Mesela bakın demin verdiğim annenin örneğinden devam edelim. Köşe yazan şöyle devam ediyor: "Montesquieu 250 yıl önce şöyle demişti: 'Toplumda en büyük güveni, herşeyin sonunda adil bir mahkemenin bulunabileceği inancı sağlar..'Nazire Dedaman'ın isyanı, kendi adına bu güvenin artık kalmadığını duyuruyor. Aynı duygunun kitleler tarafından paylaşıldığı gerçeği bugün devletin en acil sorunudur. Yargı organı, parlamento ve iktidar, 'herşeyin sonunda adil bir mahkemenin bulunabileceği inancını' topluma kazandırmayı, gündeminin bir numaralı hedefi saymalıdır. Yaşadığımız çağda adil yargılama hakkı uluslararası güvence altındadır. Suçluya hak ettiği cezayı vermeyen hakimler yüzünden Avrupa insan Hakları Mahkemesi'nde Türk devleti mahkum ediliyor. Devlet, adalet isteyen anne Nazire Dedeman'ın sesine kulak vermelidir!" Gördüğünüz gibi onun derdi; "Suçlular yargılansın, ceza verilsin". Kim yargılayacak? Oligarşinin, kontrgerillanın mahkemeleri. Neye göre? Faşist yasalara göre. Dese ya bu hukuk sistemiyle, yasalarla . adalet sağlanamaz, anayasayı, yasaları halk yapmalı, yargılamaya halk da katılmalı. Diyemez. Çünkü öyle bir derdi yok. O halk için adaletin sağlanmasından yana değil, görüntüyü kurtarma peşinde. Onun için de yine kontrgerilla devletine, onun parlamentosuna sesleniyor. "Aman ha kulak verin, biraz durumu düzeltin" diyor. Öyle ya işler sonra daha kötüye gidebilir, halk ayaklanır falan. Geçen gün yine başka bir burjuva gazetesinde de Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne alınmak istenmemesiyle ilgili olarak şöyle yazıyordu: "Türkiye'yi; mafyasıyla, çeteleriyle, kara parasıyla, çökmüş yargısıyla, bitmiş-tükenmiş devlet otoritesiyle ve gazetelere ilan vererek hukuku arayan toplumuyla, kim yanına almak ister." Onun derdi de Avrupa Birliği'ne girmek. Ee giremedi ne olacak şimdi? Çökmüş yargı sistemi nasıl düzelecek, mafya çeteleri nasıl temizlenecek, karapara nasıl ortadan kaldırılacak? Bunların cevaplarını ya vermezler ya da yine büyük bir ikiyüzlülükle çökmüş yargı sistemini, tüm kurumlarıyla çürümüş "bitmiş-tükenmiş devlet"in parlamentosunu halka umut olarak pazarlarlar. En ilerici geçinenin kafasındaki "en ileri" adalet emperyalist devletlerdeki hukuk sistemi ve adalet anlayışı kadardır. Bu yüzden Avrupa emperyalist ülkelerini örnek gösterip dururlar. —Oligarşinin adaletsizliğinden epeyce söz ettik, şimdi biraz da "halkın adaleti"inden, "devrimci adalet"ten ne anlıyoruz, bunun üzerinde duralım. Fatma Abla sen ne dersin bu konuda? —Ben halkın adaleti deyince halkın çıkarlarını temel alan, savunan bir adalet anlayışını anlıyorum. Dolayısıyla bir eylemin, faaliyetin suç olup olmadığını halkın çıkarlarına zarar verip vermemesiyle ölçer, karar veririz. Elbette halka karşı işlenmiş her suçun bir karşılığı, cezası da olacaktır. İşte bu suçların karşılığı olan cezalan belirlerken alacağımız ölçü, suçluları belirlerken göstereceğimiz titizlik, dikkat, bizim adaletimizin ölçüsü olur. —Şimdi, ne diyoruz, oligarşinin düzeniyle birlikte adaleti de çürümüşlüğü ifade ediyor. Düzeni yıkıp halkın iktidarını kurarken, oligarşinin çürüyen, çöken bu adalet anlayışım, sözde adaleti uygulayan kurumlarım da tarihe gömeceğiz. Dolayısıyla halkın iktidarıyla birlikte bizim de oligarşinin adaleti yerine koyacağımız bir adalet anlayışımız olmak zorundadır. Ama bu adalet anlayışını oluşturmak da devrimden sonrasına ertelenebilecek bir şey değildir. Öyle oturup üç beş günde bizim adalet anlayışımız şu demekle oluşmaz. Halkın mücadelesi, gelenekleri, değerleri içinde oluşur. Tabii bunun öncülüğünü yapacak olan da devrimcilerdir. Dolayısıyla devrimciler ortaya koyacakları devrimci adalet anlayışlarıyla da iktidara alternatif olduklarını göstermek, adalet anlayışlarıyla da halkın güvenini kazanmak zorundadır. Çünkü halk bugün oligarşinin adaletine güvenmediği noktada, yarın kurulacak başka bir KURTULUŞ düzendeki adalet anlayışının da nasıl olacağını görmek, bilmek ister. Teorik olarak biz iktidara gelirsek şöyle bir adalet anlayışımız olacak, şöyle bir adalet sistemi kuracağız diyebilmek önemli ve gereklidir. Bunu çok çeşitli biçimlerde ortaya koymak gerekir. Örneğin biz bunu Halk Anayasası Taslağı'nda çok daha somut bir hale getirmişiz. Ancak bu da yetmez. Halk bunlar böyle söylüyor ama acaba iktidara geldiklerinde söylediklerini yaparlar mı diye düşünür. Böyle düşünmesi için de, düşmanın karşı propagandalarından tutun, solda ve eski sosyalist ülkeler revizyonist, bürokratik yönetimlerinde gördüğü olumsuzluklara kadar pek çok da neden vardır. O zaman bu güveni nasıl vereceğiz, nerede göstereceğiz? Adalet anlayışımızı nasıl oluşturacağız? — Elbette mücadele içinde gösterdiğimiz pratikle. — Tamam doğru ama bu pratik nasıl şekillenecek önemli olan o. Gerçi bizim zaten mücadele içinde şekillendirerek oluşturduğumuz, halkın da güvenini kazanan bir adalet anlayışımız var. Devrimci Sol, Parti-Cephe 20 yıla yaklaşan tarihiyle halkın sesi, soluğu, öfkesi, adaleti olmuştur. Halkta "PartiCephe yapmışsa doğru yapmıştır" güvenini oluşturan yarattığımız adalet anlayışımızdır. Şimdi bizim tartışacağımız, kavramamız gereken bunu nasıl oluşturduk ve nasıl daha da geliştireceğiz sorunudur. Bu güveni nasıl oluşturduk dersiniz? — Şöyle ifade etmeye çalışayım: Birincisi; dediğimiz gibi halkımızı sahiplenmişiz. Onun öfkesine, adalet arayışına tercüman olmuşuz. "Halka, Devrimcilere Uzanan Elleri Kıracağız", "Halk Düşmanlarından Hesap Soracağız" demişiz ve dediğimize uygun bir pratik sergilemişiz. "Halk düşmanlarından hesap soracağız" deyip, onları teşhir edip de buna uygun bir pratik göstermeyen, halk düşmanlarından hesap sormayı devrimden sonraya bırakan, halk düşmanları yanlarında, halkın içinde ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, halka saldırırken, zulmederken onları seyretmekle yetinen bir örgüt halkın güvenini kazanabilir mi? Halk işlenen suçların cezasız kalmasını istemez. Elbette bugünkü koşullarda tüm halk düşmanlarının hepsini cezalandıracağız gibi bir iddia ileri sürmek gerçekçi değildir. Bu, örgütlülüğün, mücadelenin geldiği aşamayla ilgili bir sorundur. Ama biz örgütlülüğümüz, yapabileceklerimiz ölçüsünde halkın adaletini yerine getirmeyi, halka karşı suç işleyenleri cezalandırmayı devrimci bir görev ve sorumluluğumuz olarak görürüz. İkincisi; hedeflerimizdeki, eylemlerimizdeki netliktir. Eylemlerimizde hiçbir muğlaklığa yer verilmemiştir. Hedeflerin ve suçluların araştırılmasında, tespitinde daima titiz davranılmış, YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 30 EĞİTİM cezalandırma ya da bir eylem gerçekleştirilirken halktan kimsenin zarar görmemesi ilkesel bir kural haline getirilmiş, azami ölçüde buna dikkat edilmiştir. Üçüncüsü; halkın adaletini yerine getirmek derken bunu sadece devrimci şiddet uygulamak olarak da ele almamamızdır. Suçun niteliğine, oluşumuna, gelişimine göre bir ceza uygulaması esas alınmıştır. Suçun niteliğine göre: örgüte ve halka özeleştiri vermekten, verdiği zarara orantılı olarak halka tazminat ödeme, sürgün, dövme, malına zarar verme, öldürmeyecek yerinden yaralama ve ölüm cezasına kadar çok çeşitli yaptırımlar uygulanmıştır. — Ömer'in özellikle son anlattıkları gerçekten önemli. Suçu ve suçluları tespit ederken mutlaka çok titiz davranıp, gerekli araştırmayı yapmalıyız. Bir eylemi, cezalandırmayı yaparken, suçsuz insanların, halkın zarar görmemesine azami dikkati göstermeliyiz. Bunların dışında Ömer'in anlattıklarına benim de dördüncü olarak ekleyeceğim önemli bir nokta daha var, o da şu: Bizim uyguladığımız, adaleti'nin en o özelliklerinden biri, bu adaletin halkın iktidarı hedefini gösteren bir adalet olmasıdır. Bu açıdan eylemlerin asıl işlevi halka hesap sormanın ve iktidara nasıl ulaşabileceğinin yolunu göstermesidir. Dolayısıyla halkın adaletinin uygulanmasını halkın iktidar mücadelesinin bir parçası olarak görmeliyiz. Yani adalet eylemleri yalnızca misillemeyi, hesap sormayı, intikamı içermez. Bunlar da çok önemlidir ve devrimci eylem bunları da içerir. Ama halkın adaleti bunlardan daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Öte yandan, Halkın adaletini uygulamayı, halk düşmanlarından hesap sormayı kitlesel bir perspektifle ele almışızdır. Yani hesap sorma yalnız savaşçıların, silahlı birliklerin işi değildir ve öyle kavranamaz. Bu eylemlerle aynı zamanda hesap sormayı, adaletin gerçekleştirilmesini halkın kitlesel mücadelesiyle geliştirme amaçlanır. örneğin bir muhbir hakkında verilecek cezanın kararını halk alabilmeli ve cezanın uygulanmasına da katılabilmeli. Bu bir faşistin, halk düşmanının cezalandırılması ya da faşist bir odağın dağıtılması, düzenin bir kurumunun basılması, dağıtılması da olabilir. Mahalledeki, bölgedeki bir fuhuş yuvası, halkı zehirleyen uyuşturucu satıcıları, batakhaneler, kumarhaneler de olabilir. Konumuzu bugünlük burada bitiriyoruz. Ancak adalet sorununu, mesela bu anlayış çerçevesinde solun nasıl bir adaleti var, örgütlenme içinde, devrimci ilişkiler ve değerler anlamında adaletin başka ölçüleri nelerdir, gibi yanlarla zenginleştirebiliriz. * ALEVİ MAHKEMELERİ Adalet, uzunca bir süredir en çok kullanılan kavramlardan biri. Halk adalet istiyor, halk adalet arıyor... Halk Meclisleri, halkın iradesini ortaya koyabildiği, bu açıdan yenilik, özgünlük taşıyan örgütlenmeler olarak son süreçte oldukça güncelleşmiş durumda... Halkın tarihine baktığımız da görüyoruz ki, halkın adalet arayışı ve adaleti uygulayışı, ve öte yandan Meclis tarzı örgütlenmeler halkımıza yabancı değildir. Halkın geleneklerinde benzer oluşumlar ve örgütlenmeler bulunuyor... Adalet ve Meclisler, halk geleneklerinin bir biçimi içinde oldukça özgün olarak yanyana gelmişler. Alevi cem törenleri ve bunun bir parçası olan "düşkünlük dan" hem Meclislerin özünü, işleyişini, hem de halkın adalet anlayışını ve arayışını kendinde somutlar. Alevi geleneğinde "dara durmak" dedenin ve tüm canların karşısına çıkmaktır. Bu, yola kabul edilme, yol arkadaşı tutma gibi çok çeşitli nedenlerle olur. Alevi görgü cemlerinin bir parçası olan Dar'ın belli bir suç üzerine kurulması ise "dava görme ve düşkünlük dan" olarak adlandırılır ve bir anlamda meydan mahkemesi ya da halk mahkemesi olarak da nitelendirilebilir. Dava görme ve düşkünlük darları, asıl olarak Osmanlı döneminde 20 Aralık 1997 yaygınlaşmış ve kökleşmiş bir gelenektir. Alevi halkı özellikle Osmanlı döneminden bu yana egemenlerin baskı ve zulmüyle karşı karşıya kalmış ama haksızlıklara ve baskılara boyun eğmeyip zulme isyanlarla, başkaldırılarla cevap vermiştir. u zulme ve aksızlıklara karşı oyuş Alevi lalkının kendi içinde yaşam felsefesini de yaratmıştır. Kendi içlerinde, adeta dışa kapalı bir düzen yaratıp, bunun içinde kendi adalet ve hukuk sistemlerini de oluşturmuş, buna göre yaşamışlardır. Suçu suçluyu ayıran, ceza veren düşkünlük darları da bu yaşam içerisinde bir ihtiyaç olarak şekillenmiştir. Bu dar'ların amacı Alevi topluluk içinde ortaya çıkan adaletsizlikleri, sorunları, sıkıntıları çözümlemek ve halka karşı suç işleyenleri yargılamaktır. Gerçekte Alevi geleneğinde toplumsal eleştiri-özeleştiriye her zaman büyük önem verilmiştir. Mesela her Alevi'nin yılda en az bir kez yapması öngörülen boyvermebaşokutma dar'ında herkes malını, canını ortaya koyarak toplumuna hesap verme zorundadır. Alevi ahlakının en temel ilkelerinden ikisi 'benlikten uzaklaşma, öznefsini öldürme'dir. Çünkü gerek nefsine uyma, gerekse de bireysel çıkarları öne çıkarma kötülüklerin kaynağıdır. "Elbetteki 'BEN' ön plana çıkınca, kişisel çıkarlar ve mülkiyet duygusu ağırlık kazandığından, özbenliğin doyurulması için her araç kullanılacaktır. Bu demektir ki, bireyin çevresindekiler ve toplum zararlanacaktır. Yakından uzağa kötülük yelpazesi yayılarak kusur, günah, kabahat ve suça dönüşecektir." Alevi geleneğinde ve adaletinde suçlar da tanımlanmıştır. Halka karşı suç işlemek Alevi dilinde "düşmektir". Örneğin Şah Hatayi "12 düşüş"ten sözeder. Bazı yerlerde halkın ortak yaşamının kuralları ve dolayısıyla çiğnenmemesi gereken, çiğnenmesinin suç oluşturacağı ilkeler "oniki farz, oniki işlek ve oniki erkan" diye de ifade edilir. On iki işlek'te sayılanlar şunlardır: "Birinci işlek kendi özünü tanımak, ikincisi marifet tohumunu ekmek, üçüncüsü şefkatli olmak, dördüncüsü rıza eteğini tutmak, beşincisi hikmet (bilgelik) sıfatlarını özünde cemetmektir, altıncı ve yedinci kendini önemsiz görme, türabolma, hiçliğe yakınlaşmak; sekizinci özünü sabır eline teslim etme; dokuzuncusu sevgi-muhabbet ölçüsü kullanmaktır. Onuncu ve onbirinci takva değirmeninde özünü arındırmak ve... özünü dervişlere ve fukaralara harcamaktır." | Oniki farz da şöyle sıralanır: "1 - Talibe gerektir ki evvel Hakkına doğru sözlü ola, doğru özlü ve helal lokmalı ola!. 2Kimseye haksız söz söylemeye; dosta ve düşmana, yani ikrardan ve inkardan kamu halka bir göz ile baka. Kendi özünü cümleden aşağı gözleye. 3- Bildiğini şefkatle halka anlata.... 4insanoğlunu aziz göre ve izzet ile birbirine hürmet kıla; hakir tutmaya. 5- Rızaya teslim ola. 6Tevekkeli ola. 7- Herşeye tahammül kıla. 8- Tedbirli ola ve herkesten sakına. 9- Kanaat ehli ola, aza kanaat ede ki çoğu bula. 10Haktan gelecek rızk için gam yemeye. 11- Herkesin işine karışmaya, kendi halinde uzlete (tenha) çekile. 12- Talip olan halk sermayesi ola. Tüm bu zikrolan oniki farz tarikatı ilm-i alamettir..." Bu maddeler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dini, kaderci nitelik taşıyan bir kaçı hariç çoğu halk için ahlaklı, namuslu, kardeşçe, paylaşımcı bir yaşamı öğütlemekte, halkın çıkarlarını gözeten bir muhteva taşımaktadır, insanların gerçekten bu niteliklere sahip olduğu bir halk, kuşku yok ki ileri bir halktır, ahlaksızlığa, namussuzluğa, adaletsizliğe boyun eğmeyecek bir halktır. Bunların Alevi geleneğinde ifade edilmiş olmasının önemi yoktur, Alevi ya da sunni tüm halk için önerilebilecek ilkelerdir. Evet, Alevi toplumu, işte bu ilkelere uymamayı suç saymıştır. Yani halkın adaletine, geleneklerine aylan olan, halka zarar veren davranışlar ve hakaretler suçtur. Bir talip, bir yoloğlu bilerek ya da bilmeyerek halka, çevresine zarar verdiğinde, yani bir suç işlediğinde; zarar görenler davacı-şikayetçi olarak tanıklarıyla birlikte Dede kapısına gelirler. Sonra bir Meydan Mahkemesi kurulur. Meydan Mahkemesinde yargılama halka açıktır. Aynı zamanda halkın en geniş katilimi sağlanarak yapılır. FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 20 Aralık 1997 KURTULUŞ Yargılamaya katılan insanlarda aranan tek kıstas dürüst olmak, daha önce suç işlememiş olmaktır. Bu mahkemeleri kurma yetkisi Alevi Dede'lerindedir. Her mahkeme öncesi bir hazırlık yapılır. Mahkeme açılmadan önce halk mahkeme konusunda bilgilendirilir. Çağrılmayan kişiler ise mahkemeye katılamazlar. Ayrıca, mahkemeye kadınların erkeklerle eşit oranda katılma hakkı vardır. Mahkemede yargılama halk önünde yapılır. Davalı ve davacı konuşmadan önce Dede tarafından doğru söyleyeceklerine dair söz alınır. "... Dede üç boğumlu ve kayın ağacından yapılma erkan değneğini yeşil torbasından çıkarır. Ocağın başına gider ve değneğin bir ucunu ocağa dayayarak davacıya: Altından geçen ve suyunu içen Hakkı inkar etsin mi?' diye sorar O da 'Etsin!' diyerek erkan değneğinin altından bir kez geçer.... Böylece şikayetçiye, kesin olarak doğru söyleyip söylemediği, Meydanda bulunanların huzurunda bir kez daha yemin ettirilerek tekrarlatılmış olur. Ondan sonra tanıklara da aynı biçimde yemin ettirilir." Suç iddiasında bulunan ve suçlanan kişi konuşur ve halktan gelen sorulara cevap verir. Olaya tanık olan ve bilgisi olanların da şahitliğine baş vurulur. Yapılan bu yargılama sonucu karar verilir. Mahkemeyi yöneten Alevi Dedesi olsa da kararı halk verir. Bu mahkemede Dede asla tek başına karar vermez. Sanık durumundaki talibin suçu kesin olarak saptandığında, Dede (pir, Mürşid), anabacı (başıtaçlı bacı), gözcü, çerağcı (delilci baba) ve rehberden oluşan mahkeme üyeleri ve canların önünde 'yol düşkünü'ne çıkartılır. Karar alınırken, suçlu dışarıda uygun bir yerde bekletilir. Tekrar canların huzuruna çağrıldığında sazsız olarak "bağ tercümanı" adı verilen bir şiir okunur. Şiir, adalet anlayışının da tasa bir özeti gibidir: "Hakkın kılıcı keskin olur, münin kalbin incitme Bu meydanda ezel ebed gerçek vardır, yalan yok Bu meydana eğri bakan Mervanlara aman yok Bu çerağın ışığını geçirene zaman yok Bu ocağı söndürene umulmadık ziyan yok İkrarına münkirlere erenlerden yaman yok Hakkın kılıcı keskin olur, mümin kalbin incitme!" Dar sonucunda suçun karşılığı olan cezalar, hürriyeti bağlayıcı cezalar, teşhir edici cezalar, para cezaları, düşkünlük cezalan olarak belirlenmiştir. Yine oldukça ilginç bir gelenek olarak, yol düşkünlüğüne karar verilen talibin musahibi de (yani en yatanı sayılan "yol arkadaşı" da) dava görme darına çekilip yargılanır. Kendisi bu kusurları işlememiş bile olsa kardaşlığına engel olmadığından sorumlu bulunur, cemdeki canların katılımıyla sorgulanıp yargılanır. Mahkeme tarafından ceza verilen kişinin cezası tüm köye ve yatan köylere duyurulur. Suç işleyen kişiyle ilişkilerini kesmeleri istenir. Eğer suç işleyen taşi Alevi toplumunda önemli biriyse; yani halk arasında dolaşan, örgütleyen biriyse dergahlara haber verilir ve bu kişiye itibar etmemeleri söylenir. Hürriyeti bağlayıcı ceza türleri genelde suçlunun evde hapsedilmesi şeklindedir. Herkesin görebileceği bir yerde hapsedilir, toplum karşısında utanması sağlanır. Teşhir edici cezalar, çok başvurulan bir ceza yöntemidir. Suçun çok ağır olmadığı durumlarda bu ceza uygulanır. Örneğin çeşmeden yalınayak kırk kova su getirme, ayakta bekletilme gibi biçimleri vardır. Para cezası, mağdura verilen zarar değerinde uygulanan bir cezadır. Para cezası sadece para olarak değil, para karşılığında mal verilmesiyle de olur. Düşkünlük, dava görme dar'larında uygulanan en ağır ceza yöntemidir. Düşkünlük, yoldan ayrılma anlamına gelir. Yolundan dönmüş, toplumun değerlerine, inançlarına, törelerine zarar veren kişi düşkün sayılır. Düşkünlük cezası verilen kişinin evine gidilmez, eşyası alınmaz, konuşulmaz, eşya verilmez, bayramlaşılmaz, yardımına gidilmez, sadece ölüsüne gidilir. Düşkünlük cezası çok ağır suçlarda verilir. Örneğin Alevi geleneklerinde ihanet ve ispiyonculuk çok ağır bir suçtur. O nedenle bu suça verilen ceza düşkünlüktür. Alevilerde ihanete çok farklı bakılır. Kişi adam öldürebilir, hırsızlık yapabilir ama ihanet edemez. Örneğin Alevi cemlerini Osmanlılara ispiyonlamak gibi. Aradan yıllar geçse de yapılan bu ihanet unutulmaz, ihaneti yapanın adı ve çevresi yaptığı suçla anılır. Çok ağır olmayan suçlarda bir süre sonra cezalıya toplum içine dönme şansı verilir. Cemden uzaklaştırılarak cezasını çekmiş talip, 'Medet mürüvvet!' deyip mürşid kapısına gelir. Bir anlamda özeleştirisini sunar. Pir Sultan'ın bir nefesinde bu şöyle dile getirilmiştir: "Eksikliğimi aldım dergaha geldim Bin kanım var bir mürüvvet erenler Aradım hatamı özümde buldum Bin kanım var, bir mürüvvet erenler" Kısacası, en somut ifade biçimlerinden birini Alevi düşkünlük dar'ında bulan Halk Mahkemeleri'nin amacı, topluma karşı suç işleyen kişileri yargılamak, bu kişileri cezalandırmak, toplum içerisindeki adaleti sağlamak, halkın çıkarlarını korumak, insanlar arasında hak ve eşitliği sağlamaktır. Düşkünlük darı, düzenin adaletsizliğine duyulan güvensizlik sonucu halkın kendi adaletini hayata geçirmesinin bir biçimidir. Düzenin adaletinin, adalet kurumlarının tepeden tırnağa çürüyüp kokuştuğu günümüz için de halkımız açısından örnek ve sürdürülebilecek bir gelenektir.* GAZİ'NİN KATİLLERİNDEN HALKIN ÖRGÜTLÜ GÜCÜ HALK MECLİSLERİYLE HESAP SORACAĞIZ Her hafta olduğu gibi bu hafta da Bakırköy Özgürlük Meydam'nda saat 13.00'de biraraya gelen Halk Meclisleri Gazi davası için Trabzon'a gittiklerini açıklayarak Susurluk devletinin halkın Gazi davasını engelleyemeyeceğini belirttiler. Yağmurun altında davul zurna eşliğinde çekilen halaylarla başlayan eylemde "Halk Meclislerinde Birleşelim Susurluk'un Hesabını Soralım" pankartının yanı sıra "Gazi Davasına Sahip Çıkalım" vb. dövizler bulunuyordu. Yaklaşık 350 insanın katıldığı eylemi çevredeki halk ilgiyle izledi. Genç-yaşlı demeden her hafta Özgürlük Meydanı'nda biraraya gelen Halk Meclisleri bu hafta Gazi katliamının hesabını sormak için Trabzon'a gitmenin coşkusunu ve heyecanım yaşıyordu. Okunan basın açıklamasında"... Bugün burada aynı zamanda Gazi katliamı nedeniyle katillerin yargılandığı ve Trabzon'da görülen dava için hareket etmek ve uğurlamak üzere toplandık. Davanın bu kadar uzaması ve katiller belliyken bu kadar kayıtsız kalınması öfkemizi arttırıyor. Trabzon'a her gidişimizde defalarca polislerin ve sivil faşistlerin saldırılarına uğradık. Keyfi şekilde gözaltına alınıp onursuzca aramalara tabii tutulduk. Bunlar bizim davayı sahiplenmemizi engelleyemeyecek ve adalet, hesap sorma duygumuz, kararlılığımız her geçen gün daha da büyüyecektir" denildi. Açıklamada Susurluk devletinin icraatlerine devam ettiği vurgulanırken "Umudumuzu, birliğimizi, geleceğimizi Halk Meclislerinde örgütlenerek büyütüyoruz" denilerek açıklama bitirildi. Açıklamanın ardından çekilen tasa bir halayın ardından Gazi katliamının katillerini halkın adaletiyle yargılamak üzere Trabzon'a gitmek için yola çıkıldı. * Analar Hesap Sormaya Devam Ediyor... "ANALARIN ÇIĞLIĞI OKYANUSLARI AŞMIŞTIR" Kayıp, tutsak ve şehit aileleri bedeller ödeyerek bir mevzi haline getirdikleri Galatasaray Lisesi önünde 135. buluşmalarını 13 Aralık Cumartesi günü gerçekleştirdiler. 12.00'de başlayan eylem, tasa bir süre sessizce oturulmasının ardından insan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar'ın konuşmasıyla devam etti. insan Haklan Haftası nedeniyle, devletin kayıp etme politikasını insan haklarıyla birlikte ele alan Kanar, 800'ü aşkın insanın kayıp durumunda olduğunu belirtip, bu sayının da kitle örgütlerine ulaşan kayıtlardan tesbit edildiğini belirtti. Kanar'ın konuşmasının ardından o haftaki basın bildirisi okunup Aralık ayında kaybedilen dokuz kişinin adı açıklandı. Saat 12.30'da biten ve yurtdışından gelen Hollanda Yeşil Sol Partisi Belediye Meclis Üyeleri Anne de Boer, Rıza Riktaş, Crista Von Karnen ve Ayşe Kılıç'ın da destek verdiği eyleme 100'ü aştan kişi katıldı. * YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 32 GENÇLİK 20 Aralık 1997 Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri kuruluyor... Öğrenci gençliğe yönelik faşist saldırılar her geçen gün daha da tırmanarak devam ederken, bu saldırıları püskürtmek için TÖDEF tarafından yapılan FAŞİST TERÖRE KARŞI SAVUNMA VE MÜCADELE KOMİTELERİ'Nİ KURALIM çağrısı yankı bulmaya başladı. İstanbul Üniversitesi Merkez Kampusu ve Edebiyat Fakültesi'nde iki ayrı komite, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü'nde de bir komite kurulup yaşama geçirildi. Komitelerde yeralan öğrencilerle görüştük... "ÜNİVERSİTELERDEKİ FAŞİST TERÖRE KARŞI ÖRGÜTLÜ BİR GÜÇ OLARAK KARŞI KOYMAMIZ GEREKİYOR" MURAT GÜLMEZ: İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi öğrencisi Bildiğimiz gibi, Kasım ayı ortalarından itibaren ülke genelindeki üniversitelerde sivil faşist saldırılar yaşandı. Polisler de öğrencilerin saldırıları protesto amaçlı yapılan her eylemine saldırdı, gözaltına aldı. Bizler bu saldırılar karşısında birşeyler yapmalıydık. Hep saldırı olduğunda veya bir gerginlik yaşandığında biraraya geliniyor. Oysa üniversitelerdeki faşist teröre karşı örgütlü bir güç olarak karşı koymamız gerekiyor. Bu düşünceyle Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri'ni oluşturma karan aldık. Kendi okulumuzda ilk olarak komitelerin yaratılması için tüm yapıların katıldığı genel bir toplantı düzenlendi. Saldırılar karşısında neler yapılacağı tartışıldı. Biz TÖDEF'li öğrenciler olarak kurulacak komitenin amaçlarını, hangi durumlarda hangi tavrın konulacağını ortaya çıkardık. Somut adımlar atılması yönünde önerilerimizi sunduk. Önerilerimiz toplantıya kanlan yapılarca değerlendirilip tartışıldı. Ve komitemizi kurduk Şu an için son hali verilmiş bir programımız yok. Bu program sürekli yapılacak olan toplantılarda oluşacak. Şimdi bizler ilk olarak komitelerin işlerliğini sağlamak için belli bir program dahilinde yaşama geçmesini hedefliyoruz. Bunun için harcanması gereken tüm enerjimizi harcayacağız. Okulumuzdaki tüm anti-faşist, demokrat arkadaşlara ulaşacağız. Ulaştıktan sonra onlarla da biraraya gelip varolan durumu değerlendirip, onların da önerilerim alarak komitemizi daha da genişletip tüm anti-faşist unsurları tek bir çan altında toplamayı başaracağız. Sorumluluklarımız ve görevlerimiz büyük... Bugün için en çok ihtiyaç duyduğumuz noktalardan biri de kitleselleşmek, yani faşistlerin ve devlet terörünün karşısına gençliğin tüm kitleselliğiyle çıkmasını sağlamak. Bu, bizim için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Gücümüzü de Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri'nden alacağız. "ARTIK FAŞİST TERÖRE KARŞI BİR ŞEYLER YAPILMAK ZORUNDAYDI" TEMEL ALTINIŞIK: İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Meslek Yüksek Okulu Geçen ay içerisinde İYÖ-DER'li arkadaşımız Barış Ateş'in kaldığı Atatürk Öğrenci Yurdu önünde bıçaklanmasıyla başlayan faşist saldırılar, İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu'nun yaptığı açıklamayla daha da tırmandı. Sistemli bir şekilde yapılan faşist saldırılar sonucu birçok arkadaşımız yaralandı ve gözaltına alındı. Saldırılar yanlızca İstanbul değil, ülkenin diğer üniversitelerinde de yaygınlaştı. Saldırıya uğrayan devrimci-demokrat öğrenciler olmasına rağmen gözaltına alınan yine devrimci-demokrat öğrenciler oldu. Varolan sivil faşist terör yanında polisin estirdiği terörden etkilenen yine biz olduk. Bütün bu saldırılar karşısında sessiz kalmamız mümkün değildi. Saldırılar yapılan basın açıklamalarıyla kınandı. Ancak polis, yine en demokratik hakkımız olan basın açıklamasına bile saldırdı. Ve yine birçok arkadaşımızı gözaltına aldı. Artık faşist teröre karşı birşeyler yapılmak zorundaydı. Bu, bir anlamda sürecin bize bir dayatmasıydı. Bu amaçla TÖDEF'in çağrısı olan Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri'ni kurmak için çalışmaya başladık. Bu süreçte anti-faşist özelliği olan devrimci-demokrat tüm insanlara komite hakkında bilgiler verildi. Ve ardından da toplantı organize edildi. Bu toplantı sonucunda -9 Aralık günü- Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri'nin kendi okulumuzdaki kuruluşuna karar verildi. Bu toplantıda komitelerin işleyişi, yapacağı çalışmalar ortaya konuldu. Ve bu çalışmaların yürütülmesi için komisyonlar oluşturuldu. Çalışmalara, gündemimize almış olduğumuz istanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü'nde ana kapılan kapalı olan Hukuk ve İktisat Fakülteleri'nin kapılarının açılması için imza kampanyası düzenlemekle başladık. Bu kampanyanın amacı, polislerin kapatmış olduğu ve bir anlamda polis terörünü yansıtan bu uygulamanın ortadan kaldırılmasıdır. Komitemize olan güvenimiz ve kampanyaya gösterilen ilgi bunu başaracağımızın garantisidir aslında: Yaşama geçirdiğimiz bu kampanyanın dışında yapacağımız eylemlilikler düzenlenecek toplantılarda çıkacak ortak karara bağlı olacak. TÖDEF'li öğrenciler olarak bizler düzenlenecek toplantılara her zaman olduğu gibi kendi içimizde aldığımız önerilerle gideceğiz. Bu toplantılarda herkes kendi önerisini sunabilecek. Yani böyle bir işleyişimiz olacak. Ben buradan tüm öğrencilere seslenmek istiyorum... Faşist saldırılar devletin şu süreçte başlatmış olduğu saldırıdan bağımsız değildir. Bu sistemli bir politikanın ürünü. Ve olayın ciddiyetini de herkesin görmesi gerekiyor. Bu saldırıları engellemenin tek yolu birlikte hareket etmekten geçiyor. Tüm öğrenci arkadaşlar bu komitelerde birleşmeli, gençliğin devrimci birliğini yakalamalı ve faşist saldırılan birlikte püskürtmelidir. Tarihimiz bunun onlarca örneğiyle doludur. Hamiyetler, Şaban Şenler bizlere ölmektir.* Maraş Katliamının Yıldönümünde Katleden, Devletten Hesap Soralım Halkın düzene karşı muhalefeti büyüdükçe faşizm de bu muhalefeti bastırmak için terörünü arttırıyor. Sivil faşist saldırılar, gözaltılar, tutuklamalar yetmeyince tek tek ve kitlesel katliamlar başgösteriyor. Faşizmin ülkemizdeki ilk kitlesel katliamı l Mayıs 1977'de yaşandı. Halkın, emekçilerin alana dökülen öfkesi faşizmin saldırması için yeterli bir sebep oluyor. 16 Mart Katliamı, Maraş Katliamı, Gazi Katliamı, 16-17 Nisan Katliamı ülkemizde yaşanan katliamlardan sadece birkaçı. Oligarşinin daha birçok katliam girişimi, devrimcilerin sağduyulu davranışıyla engellenmiştir. Bugüne gelindiğinde faşist devletin yine halka saldın karan aldığını ve bu yolda adım attığını görüyoruz. İşçi, memur, gençlik, gecekondu halta devrimci tutsaklar bugüne kadar birçok saldırıyı, yeri geldiğinde bedeller ödeyerek geri püskürtmüşlerdir. Üniversitelerde sivil faşistlerin saldırmasıyla başlayan süreç daha sonra polis terörüyle birleşti ve gençliğin her eylemine saldırma karan alındı. Gençlik üzerindeki kapsamlı ve örgütlü olan bu saldırıyı püskürtmek ve süreci halkın lehine çevirmek görevi gençliğe düşüyor. Saldırının boyutunun büyüklüğünü ve çok yönlülüğünü gören TÖDEF ülke genelinde faşist teröre karşı harekete geçme karan aldı. Basın açıklamaları, forumlar, imza kampanyaları, faşist terörü etkisiz kılmak için yapılan eylemlerden bazıları. Saldırıların merkezi ve örgütlü olduğu düşünüldüğünde gençliğinde faşist teröre karşı örgütlenmesi gerekiyor. Bu düşünceyle TÖDEF tarafından önerilen Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri gençliğin faşizme karşı örgütlü bir gücü olacaktır. Şu an birkaç fakültede komiteler kurulmuşken birçok üniversitede kurulma aşamasında. Komitelerin üniversitelerdeki faşist teröre karşı savunma ve mücadelenin yanında halkın diğer kesimlerine yönelik saldırılara karşı da tepkilerini gösterecek bir işlevi olacaktır. Önümüzde 24 Aralık 1978'de yaşanan Maraş Katliamı'nın yıldönümü var. Maraş'ta faşizmin çıplak yüzü görülmüştü. Katleden devletti. Genç, yaşlı, kadın, erkek demeden yüzlerce insan demokrat olduğu, devrimcilere güven duyduğu için katledildi. Katliam halkın belleğinde o günkü canlılığını koruyor. Yaşanan ilk katliam değildi, son da olmadı. İşte bu yüzden bu yıl Maraş Katliamı'yla ilgili yapılan eylemler bir anmadan çok hesap sorulan, adalet istenen, halk güçlerinin öfkesini sokaklara, alanlara döktüğü bir gün olacaktır. Maraş Katliamı'nın yıldönümünde ülke genelinde yapılacak eylemler de, bir 16 Mart gibi, Gazi gibi örgütlenmelerdir. Bu görev gençliğin merkezi örgütlü gücü TÖDEF'indir. Gençliğin önünde katliamlara karşı olan devrimci, demokrat, yurtsever güçleri 24 Aralık'ta biraraya getirerek faşizme karşı güçlü bir cevap vermeyi sağlamak var. Susurluk gerçeğinin değişmediğini görüyoruz. Kaybeden katleden devletten gençlik olarak, halk olarak hesap sorulmalıdır. Gençlik merkezi örgütlü gücü TÖDEF'le, öğrenci meclisleriyle Faşist Teröre Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleriyle 24 Aralık'ta faşizmden hesap soracaktır. işçilerin, memurların, yoksul gecekondu halkının, aydınların da bu devletten soracakları hesapları ve adalet talepleri vardır. İşte bu yüzden tüm halk güçleri 24 Aralık'ta gençliğin yanıbaşında eylemde olacaklardır. Bu görev hepimizindir. Maraş Katliamı'nın yıldönümünde katleden, kaybeden devletin karşısına çıkalım ve hesap soralım.* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 33 GENÇLİK 20 Aralık 1997 Ayşe Nil Halk Kütüphanesi Açıldı ve DLMK'lı öğrencilerden oluşan kitle katıldı. Açılış konuşmasını yapan Grup Yorum elemanı Ufuk Lüker, "Bugün burada yeni bir kurumumuzu açmaktan dolayı mutluluk duyuyoruz. Yine yeni açtığımız bir kuruma bir şehidimizin adını verdik. Bu da mutluluğumuzu daha da arttırıyor" dedi. Açılış konuşmasının ardından davetlilere Ayşe Nil Halk Kütüphanesi, 14 Aralık Pazar günü yapılan açılış töreni ile halkın hizmetine ve kullanımına açıldı. İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet gösterecek olan Ayşe Nil Halk Kütüphanesi'nin kütüphane ve kafeterya bölümleri bulunuyor. 14 Aralık Pazar günü saat 13.00'te yapılan açılış törenine aralarında '96 Ölüm Orucu şehidi Ayçe İdil Erkmen'in babasının da bulunduğu Şehit ve Tutsak Aileleri, Grup YUrum, Grup Özgürlük Türküsü, Ayşe Gülen Halk Sahnesi ve FOSEM, TÖDEF/İYÖ-DER'li ikramda bulunan Ayşe Nil Halk Kütüphanesi çalışanları, halkımıza daha iyi bir kültür hizmeti verebilmek için henüz eksiklikleri olduğunu ve bu anlamda hediye kitap kampanyası açtıklarını belirttiler. Verilen ikramdan sonra kütüphaneyi gezen davetliler, çalışanlara başarı dileklerini sundular. * İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ'İNDE MÜZİK DİNLETİSİ Malatya İnönü Üniversitesi'nde TÖDEF'li öğrenciler ve demokrat öğrenciler bir dinleti düzenledi. 300 kişinin katıldığı dinleti TÖDEF'li bir öğrencinin açılış konuşmasıyla başladı. Bir öğrencinin okuduğu "Türküleri Susturmayın" adlı şiirinden sonra Grup Tavır'ın söylediği türküler kitleyi coşturdu. Grup Gün Işığı'nın sahneye çıkmasıyla daha bir coşkulanan kitle söylenen türküler eşliğinde büyük bir coşkuyla halaylar çekti. Söylenen türküler, çekilen halaylardan sonra İnönü Üniversitesi'nde Akademik Demokratik Üniversite Mücadelesinin daha güçlü bir şekilde sürdürüleceği vurgulanarak dinleti sona erdi. * DLMK: CEZALAR BİZLERİ YILDIRAMAZ 8 Aralık Pazartesi günü Okmeydanı Petek Market'in önünden hiçbir sebep yokken işkenceci katiller tarafından gözaltına alınan ve tutuklanan biri DLMK'lı üç arkadaşlarını sahiplenmek ve tutuklanmalarını protesto etmek için DLMK'lı öğrenciler 15 Aralık Pazartesi günü yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada DLMK'lı ar- kadaşlarımızdan İlyas Bulut gözaltında kaldığı beş gün boyunca sürekli fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kalmıştır. Daha sonra Yoldaş Yıldız ve Murat Kaya ile birlikte çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konulmuşlardır. Eğer suçlan insanları Susurluk konusunda bilgilen- dinmek ve protesto etmek ise biz bu suçu hep işleyeceğiz. Bizler "Demokratik Lise İçin Mücadele Komiteleri" olarak arkadaşlarımızın tutuklanmasını kınıyor derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. "Cezalar Bizleri Yıldıramaz", "Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz", "Susurluk Devlettir Hesap Soralım" denildi. 8 Aralık Pazartesi günü Okmeydanı Petek Market'in önünden hiçbir sebep yokken işkenceci katiller tarafından gözaltına alınan ve tutuklanan biri DLMK'lı üç arkadaşlarını sahiplenmek ve tutuklanmalarını protesto etmek için DLMK'lı öğrenciler 15 Aralık Pazartesi günü yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada DLMK'lı arkadaşlarımızdan İlyas Bulut gözaltında kaldığı beş gün boyunca sürekli fiziksel ve psikolojik işkenceye maruz kalmıştır. Daha sonra Yoldaş Yıldız ve Murat Kaya ile birlikte çıkarıldıkları mahkemede tutuklanarak Ümraniye Hapishanesi'ne konulmuşlardır. Eğer suçları insanları Susurluk konusunda bilgilendirmek ve protesto etmek ise biz bu suçu hep işleyeceğiz. Bizler "Demokratik Lise İçin Mücadele Komiteleri" olarak arkadaşlarımızın tutuklanmasını kınıyor derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. "Cezalar Bizleri Yıldıramaz", "Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz", "Susurluk Devlettir Hesap Soralım" denildi. " BASKILAR BİZLERİ YILDIRAMAZ99 FINDIKLI DLMK ŞEHİTLERİN ANMASINI YAPTI Halkların kurtuluşu için toprağa düşen herkes şehidimizdir diyen Fındıklı DLMK'lı öğrenciler, 13 Aralık Cumartesi günü TKP-ML şehitleri Erdinç Yılmaz ve Ahmet Yılmaz için mezarları başında bir anma düzenledi. "Devrim Şehitleri ölümsüzdür DLMK" imzalı pankart açan öğrenciler okudukları metinden sonra "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz" sloganlarının atılmasından sonra anma sona erdi ve öğrenciler dağıldılar. * HALK İÇİN KURTULUŞ KATKI PAYLARI VE PARALI EĞİTİM er yıl liselerde sözde, okulun ihtiyaçlarını karşılamak için idareciler tarafından katkı paylan adı altında para toplanıyor. Paraların alınmasının ardından da nerelere harcama yapıldığı, okulun hangi ihtiyaçlarını karşılamakta kullanıldığı açıklanmıyor. Şimdi aklımıza şöyle bir soru gelebilir; toplanan paralar okulun ihtiyaçlarını karşılamakta kullanılmadığı veya bu konuda öğrencilere açıklama yapılmadığı için mi katkı paylarına tepki gösteriyoruz? Tabii ki hayır, çünkü bu uygulamayla asıl amaçlanan paralı eğitim ve eğitimde özelleştirmeyi öğrenciler ve halkın kafasında meşrulaştırmaktır, öncelikle devletin anayasasına göre bile eğitimin parasız olması gerekiyor. Yani devletin eğitim, sağlık ve konut gibi halkın temel ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Tabii, devlet devlet olsa... Kaldı ki devletin bütçesi de o katkı payı istedikleri öğrencilerin ailelerinden topladıkları vergilerden oluşuyor. Kısacası emekçi insanlar devlete vergi vermeseler ortada ne devlet kalır, ne de başka birşey. Devletin bütçesi örtülü ödenek adı altında çetelere akıtılırken resmi olarak bütçeden askere, polise ayrılan pay her geçen yıl artarken biz de idarecilerden her yıl şu sözleri duyuyoruz; "Devletin ayırdığı ödenek okulumuzun ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyor"... Yani devletin bir sürü işi gücü var; polislerin coplarının yenilenmesi, askerlerin köy yakmaları, yeni katliamlar yapmaları için helikopterlere, silahlara, çeteleri beslemek için büyük kaynaklara ihtiyaç varken bir de kalkıp sizin eğitim sorununuzla mı ilgilensin!... Aslında katkı paylarını sadece her sene verilen üçbeş milyon olarak anlamak, yani sadece işin ekonomik yanını görmek yanlıştır. Ülkemizde yaşanan hiçbir sorun birbirinden bağımsız H YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ değildir. Çünkü bizim karşımızda MGK'sıyla, TÜSİAD'ıyla, kontrgerillasıyla halkın tüm kesimlerine merkezi olarak saldıran bir devlet var. Bugün liselerden katkı payı, üniversitelerde haraç toplanıyorsa bu sadece ekonomik bir sorun değil aynı zamanda eğitimde özelleştirmenin bir adımıdır. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra emperyalizm yeni dünya düzeni adı altında tüm halklara saldırırken bu saldırının bir ayağı da özelleştirmeydi. Ama bunu yaparken çok fazla tepki çekmemek için bu politikasını adım adım hayata geçirmeye çalışıyor. Devletin bu politikasını bozmak bizim elimizde. Örneğin üniversite haraçlarına yapılan %300'lük zamdan sonra yaşama geçirilen eylemlilikler sonucunda bir sonraki yıl sonra haraçlara %50 zam yapılması devlete nasıl geri adım attırabileceğini göstermiştir. Bu sene de katkı payları ile ilgili yapılan eylemlerden sonra liselerde idarecilerin sınıflara girip "Tamam, katkı payı falan istemiyoruz" demesi, mücadele sonucunda idarelerin nasıl geri adım atabileceğine örnek olmuştur. Bizler Liseli Gençlik olarak katkı paylarına karşı mücadeleyi ülke sorunlarından ve Susurluk'taki devletten bağımsız ele almamalıyız. Parasız eğitim istemek demokratik lise istemek demektir. Katkı paylarına hayır demek çetelerin gençliği sindirme politikasını boşa çıkartmaktır. * ÇETELERE KATKI PAYI ÖDEMEYELİM! PARALI EĞİTİM VE EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRME SALDIRILARINA KARŞI ÖĞRENCİ MECLİSLERİNDE BİRLEŞELİM!... HALK İÇİN KURTULUŞ 34 CEZAEVLERİ "TİYAD'lı Aileler Olarak Hücre Tipi Uygulamasına İzin Vermeyeceğiz Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici ile hücre tipi cezaevleri konusunda öncesinden randevu alan TİYAD'lı aileler 17 Aralık günü Sultanahmet Adliyesi Başsavcılığı'nda görüştüler. Saat 15.00'de Cumhuriyet Başsavcısı ile TİYAD'lı ailelerden Cemile Özcan, Fevzullah Tokmak, Ali Meral, Özlem Pakkan ve Haklar ve Özgürlükler Platformu sözcüsü Oya Gökbayrak görüştü. Yapılan görüşmede "Oda" adı altında başlatılan hücre tipi hapishanelerin zararları anlatıldı. Bu uygulamanın tutsakları ruhen ve fıziken yoketmeye yönelik olduğunu ayrıca bir amacınında baskıları gizlemek olduğu anlatıldı. Bu anlatımlara karşı Ferzan Çitici ise "Oda sistemi Avrupa'da da uygulanıyor ve zararlı değildir" derken diğer taraftan bunun "infaz politikası" olduğunu da kendi ağzıyla söyledi. "Benim müdahale etme hakkım yok, hem bunun için çok erken" diyen Ferzan Çitici kendisi de onayladığını belirterek erken derken yeni ölümler olmasının umurlarında olmadığı da gözleniyordu. Bunun üzerine TİYAD'lı aileler "... biz bu uygulamaya izin vermeyeceğiz. Geçen yılki acıları yaşamak istemiyoruz. Ama böyle bir uygulamaya da biz TİYAD'lı aileler olarak izin vermeyerek evlatlarımızın yanında olacağız" dedi. Tekrar kendisinin müdahale etme hakkının olmadığını söyleyen Ferzan Çitici ancak Adalet Bakanlığı'na bildireceğini belirtti. Cumhuriyet Başsavcısı ile yapılan görüşme yarım saat sürdü.* Hiçbir Güç Evlatlarımızı Hücrelere Kapatamaz" Son günlerde "Oda sistemi" adı altında yeniden gündeme getirilen ve uygulamaya başlaması istenen hücre tipi hapishaneler ile ilgili Bayrampaşa Hapishanesi Müdürü ile görüşen tutsak ailesi Feyzullah Tokmak ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz... Sizler siyasi tutsak yakınları olarak hücre tipi hapishaneleri istemediğiniz için Bayrampaşa Hapishanesi Müdürü ile görüştünüz. Görüşmeniz nasıl geçti anlatabilir misiniz? Televizyonlarda da görmüştürsünüz. Adalet bakanının açıklamasıyla hücre tipi cezaevleri yeniden gündeme geldi. Biz bunun üzerine Bayrampaşa Hapishanesi Müdürü ile görüşerek evlatlarımızın bu sistemi istemediklerini bu konuda ne düşündüklerini sorduk. Müdür bize "Tek tip hücrelerin siyasilere olmadığını adli tutuklulara olduğunu" söyledi. Biz bundan kuşku duyduğumuzu onlarında insan olduğunu söyledik. Bize böyle birşeyin olmadığını ve olmayacağını eğer böyle birşey olursa gerekirse barikat kurabileceğini ya da istifa edeceğini söyledi. Seni görevden alırlar o zaman ne yapacaksın sorumuza ise "... alır ceketimi giderim" dedi. Biz tekrar kuşkularımızı anlatarak; evlatlarımızı kesinlikle hücre tipi cezaevlerine kapattırmayacağız. Geçmişte şehitler verdik, bedeller ödedik, bundan sonra da aileler olarak ödemeye hazırız. Ne gerekirse yapacağız dedik. Bu konuşmanın üzerine ayağa kalkarak karşılık verdi. "... beni tehdit mi ediyorsunuz. Ben delikanlıyım" şeklinde karşılık verdi. Bizde delikanlı olup olmadığını bilmiyoruz. Ama bizler kesinlikle sokaklarda, cezaevi önlerinde her alanda evlatlarımızın yanındayız. Anayız babayız, bunlar bizim en doğal haklarımız. Gidin bunları söyleyin. Mesajımızı bildirin ona göre dikkat etsinler dedik. Bizim evlatlarımız siyasi tutsaklar hücre tipi cezaevlerini adli veya siyasi tutsaklara uygulansın kabul etmiyorlar. Biz de tutsak yakınları olarak kesinlikle insan onuruyla oynamalarına, hücre tipi hapishanelere izin vermeyeceğiz. Ne olursa olsun. Bu devletin politikasıyla bizlerde varız, karşılarındayız. Biz kesinlikle kararlıyız evlatlarımızı tabutluklara kapattırmayacağız. Her zaman evlatlarımızın yanlarındayız. * 20 Aralık 1997 Abdülaziz Nakçı, Mesut Özdemir, Bernar Satar, Mesut Uzun, Mehmet Polat, M. Ali Çelebi, Delil İldan'ın tedavileri de engelleniyor. Bunlar sadece birkaç örnek. Daha birçok hak gaspının da yaşandığı hapishanelerde son dönemde oligarşi hücre tipi uygulamasına hazırlanıyor. Ülke genelinde birçok hapishanede hücre yapımı tamamlandı. Tutsaklar tek tek hücrelere atılarak her türlü insani haklarından uzak tutulmak isteniyor. Tek başına bırakılarak insanlık onurundan, namusunlerle yaralandı. dan, siyasi kimliğinden vazge4 Ocak 1996 günü aynı sal- çirilmesi hedefleniyor. Kuşku dırı bu kez Ümraniye Hapisha- yok ki, devrimci tutsaklar hücnesi'nde gerçekleşti. Bu saldırı- re tipi hapishane uygulamasıda da dört DHKP-C tutsağı kat- na karşı her türlü fiili tavırla diledildi ve yine onlarca devrimci renecek ve hücreleri yıkmayı ağır yaralandı. başaracaktır. Temmuz 1996'ya gelindiTutsaklara yönelik saldırılar ğinde oligarşinin Eskişehir ta- esas olarak siyasi tutsaklara yöbutluğunu açarak başlattığı nelik olmakla birlikte adli tusaldırılara karşı yapılan Ölüm tuklular da bu saldırıların dıOrucu eyleminde 12 tutsak şe- şında değildir. Geçen yıl Uşak hit düştü. Dünya ülkelerinin de Hapishanesi'nde, bir süre önce büyük tepki gösterdiği ölüm de Metris'te katledilen adli tuOrucu sürecinde "ölümleri en- tuklulan kimse unutmuş değil. gelleyin" mesajlarıyla oligarşi Kısacası, ülkemizdeki tabdünya kamuoyunda teşhir ol- loya baktığımızda gerek hapismuştu. hanelerde, gerekse ülke gene27 Eylül 1996 tarihinde de linde hiçbir insani uygulamaDiyarbakır Hapishanesi'nde nın olmadığı gözler önüne seyaşanan saldırıda 10 PKK tut- riliyor. Gerçek çok açıktır; insan sağı katledildi. Oligarşi çıkmaza girdiği dö- Haklan Evrensel Bildirgesi'ne nemlerde polisi, askeri, çevik imza atan bir ülke olan Türkikuvvetiyle saldırdığı gibi, "ses- ye'de bu bildirgenin hiçbir siz imha" politikalarıyla da tut- maddesi uygulanmamaktadır. sakları katlediyor. Ciddi sağlık Zaten faşizmin olduğu koşulsorunları olan tutsakların teda- larda insan haklarından bahvilerini engelleyerek, ölüme setmek mümkün değildir. Bu nedenle "insan Haklan terkediyor. Sadece 1997 yılı içerisinde Haftası"nda bol bol insan hakBayrampaşa Hapishanesi'nde ları dersleri vermek, "BildirgePolat İyit, Ceyhan Hapishane- nin gerekleri yerine getirilmelisi'nde Celal Türker, Ankara Ha- dir" vb. deyip ahkam kesmek pishanesi'nde M. Salih Çelik- boşuna bir çabadır. Günümüz pençe ve İbrahim Malgir teda- koşullarında yaşanan gerçekvileri yapılmadığı için yaşamla- lerle hiçbir ilgisi yoktur. Bugün insan haklarını sarını yitirdiler. Halen de birçok hapishanede tedavileri engel- vunduğunu iddia edenler eğer lenerek ölüme terk edilen yüz- "samimi"yseler dönüp halkımıza bakmalıdırlar. Zulüm gölerce tutsak var. Aydın Hapishanesi'nde ren halkımız için insan haklarıkalp rahatsızlığı, kemik iltihap- nı savunmalıdırlar. Bu haklar lanması, ülser, bronşit vb. ra- için yapılan direnişlere, mücahatsızlıkları olan 116 tutsak delelere katılmalıdırlar. Yoksa keyfi olarak hastaneye sevk insan haklarını "sözde" savunedilmiyor. Yine Aydın, Buca, manın düzene, düzenin deÜmraniye, Erzurum ve birçok mokrasicilik oyununa hizmet hapishanede tüberküloz, tifo etmekten başka bir yaran yokgibi hastalıklar tedavi edilmi- tur. Ancak özgür, bağımsız, deyor ve hastaneye gidiş gelişlermokratik bir ülkede insan hakde tutsaklara saldırılıyor. larının gerçekten hayat bulmaÜmraniye Hapishanesi'nde uygulanmasından yaşanan katliamda ağır yarala- sından, nan tutsakların tedavileri hala bahsedilebilir. Bu yüzdendir ki, bugün insan haklarını savunyapılmıyor. Ölüm Orucu ve açlık grevi mak halkın iktidarını hedeflesonucu rahatsızlıkları süren ve yen ve büyük bedeller ödenesakat kalma riski olan Ali Ekber rek sürdürülen halk kurtuluş Akkaya, Ali Yalçın, Zeynep savaşında yer almakla mümGüngörmez, Haydar Yıldırım, kündür. Ali Osman Köse Erol Özbolat, Selmani Özcan, insanHaklarıHaftası Katledilen Onlarca Tutsağın Kanı Üzerinde Kutlanıyor İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabul edilme tarihi olan 10 Aralık, her yıl, bu bildirgeyi kabul eden ülkelerce İnsan Hakları Günü ve bizim ülkemizde de 10 Aralık'ta başlayan İnsan Haklan Haftası olarak ilan ediliyor. İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi asıl olarak emperyalizmin dünya halklarına yaşattığı vahşeti perdeleme amacıyla hazırlanan bir bildirgedir. Bildirge ilk yayınlandığında "dünya toplumunun özlemlerini yansıtan bir belge" olarak değerlendirilmişti. Fakat emperyalizmin saldırı ve katliamları düşünüldüğünde böyle bir bildirgenin kabul edilmesi ileri bir adım olarak görülse de, ne o zaman, ne de bugün açısından bu bildirge kağıt üzerinde kalmanın ötesine geçmemiştir. Ülkemizde de halkımıza yönelik saldırılar her gün artarak sürüyor. Sokak ortalarında, evlerde katledilen, köylerinden zorla göç ettirilen, işsiz-aç dolaşan, gözaltında kaybedilen, en küçük haklarını almak isteyince meydanlarda coplanan insanlar düşünüldüğünde insan haklarından bahsetmenin bile koşulu olmadığı açık olarak görülüyor. Hapishaneler cephesinde de farklı bir tablo yok. İnsan haklarının en fazla ihlal edildiği yer olan hapishaneler, direnişleri ve yaşanan katliamlarla daima dünya ve ülke kamuoyunun gözleri önündedir. '80 cuntasından bugüne, hapishanelerde işkence gören, katledilen binlerce tutsak var. Kürdistan'da hapishanelerden kaçınlarak itirafçılığa zorlanan, kaybedilen yüzlerce tutsak var. Oligarşi hapishanelere hemen her dönem saldırı-katliam politikasını dayatmıştır ve dayatmaya da devam ediyor. Çok gerilere gitmeden son iki yıllık sürece baktığımızda da bu saldırıların geldiği boyutu görebiliyoruz. 21 Eylül 1995'te Buca Hapishanesi'ndeki tutsaklara yapılan saldırıda üç DHKP-C tutsağı katledildi, onlarcası özellikle kafalarına aldıkları darbe- FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 35 İNSAN HAKLARI HALK İÇİN KURTULUŞ POLİS KIZILAY'DA DA ÖĞRENCİLERE SALDIRDI HAPİSHANELERDE BİNLERCE DEVRİMCİ TUTSAK VAR Ankara'da Büyükşehir Belediyesi'nin açmış olduğu çukura iki arkadaşlarının düşerek ağır yaralanmasını protesto etmek isteyen görme özürlülere Melih Gökçek'in adamları tarafından saldırı düzenlendi. Birçok basın mensubu ve özürlü yaralandı. Halkın karşısına din, insanlık, mazlumun yanında oldukları demagojileriyle çıkanlar, en küçük bir tepkide gerçek yüzlerini açığa vuruyorlar. İşte bu sahtekarlardan birisi olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'te kendisim protesto etmek isteyen görme özürlülere korumalarını azgınca saldırtarak ne kadar insanlıktan uzak, halka düşman olduğunu gösterdi. Osmaniye'den Ankara'ya delege olarak gelmiş bulunan iki özürlü, 4 Aralık günü, Metro istasyonu çıkışında bulunan Büyükşehir Belediyesi'nin daha önceden açmış olduğu bir çukura düştüler. Birisinin kafatası çatladı ve birçok yerinden yaraları olduğu için Beyin Cerrahi'ye diğeri ise çeşitli kırıkları nedeniyle Hacettepe Hastanesi'ne yatırıldı. Bunun üzerine Türkiye Körler Federasyonu ve Altı Nokta Körler Derneği'nin aldığı kararla 5 Aralık Cuma günü protesto gösterisi düzenlendi. Ellerinde "Ölüm Çukurları Kapansın", "Yeni Özürlüler istemiyoruz", "Özürlü Melih Gökçek Defol", "Sorumlulardan Hesap Soracağız" yazan dövizlerle içinde Devrimci Mücadelede Görme Özürlülerinde bulunduğu yaklaşık 60 kişilik görme özürlü grup saat 13.30'da önce Kurtuluş Kavşağı'nı trafiğe kapattılar. Kızılay'a gitmek için Kurtuluş Metro istasyonuna girilirken burada bulunan sözde Metro görevlisi olan Gökçek'in yerleştirdiği faşistler tarafından özürlülere ve basına saldırıldı. Ancak özürlülerin kararlılığı karşısında bunların barikatı aşılarak istasyona girildi. Bu defada istasyona gelen araçlar durdurulmaya başladı. Bunun üzerine özürlüler istasyon amirine baskı uygulayarak boş bir araç getirdiler. Bu esnada oraya gelen Çankaya Emniyet Amiri ve polislerle birlikte Kızılay'a girildi. Kızılay istasyonunda indiklerinde ise diğer tüm istasyonlardaki görevlilerinde toplanmasıyla Gökçek'in yaklaşık 200 kişiden oluşan adamları ile karşılaştılar. Araçtan iner inmez özürlüler ve basına azgınca saldıran bu faşistlere karşı özürlüler de karşılık verdiler. Çıkan çatışmada iki özürlü ile Emek, ANKA, IHA muhabirleri yaralanırken güvenlik görünümlü faşist de yaralandı. Bu saldırıya karşı, "Özürlüler Burada Melih Gökçek Nerede?", "Susma Sustukça Sıra Sana Gelecek", "Onurlu Direniş Melih Gökçek'in Sonu Olacak" sloganlarıyla cevap verirken, birlikte geldikleri polisler ise çatışma sırasında istasyon dışına kaçarak bu saldırıya sessiz kaldılar. Daha sonra istasyondan çıkan özürlüler aynı zamanda Büyükşehir Belediye Başkanlığı olarak kullanılan Büyükşehir İmar Dairesi Başkanlığı önüne geldiklerinde biraz önce saldırıya sessiz kalan polis ve çevik kuvvetle karşılaştılar. Belediye başkanıyla görüşme istekleri şehir dışında olduğu yalanıyla yerine getirilmemesi üzerine ısrarlarda bulunulmuş ancak Gökçek özürlülerin karşısına çıkmaya cesaret edememiştir. Melih Gökçek aynı akşamda televizyonlara çıkarak söylediği yalanlarla prestijini kurtarmaya çalıştı. Saldırı sonrası kendileriyle görüştüğümüz özürlüler "Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada muhatap almadığımız ve almayacağımız bu şahsın hangi zihniyetten geldiğini biliyoruz. Eminiz ki herşeyin olduğu gibi bu yaptıklarının da hesabı sorulacaktır" dediler. * Mecliste pankart açtıkları gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılan sekiz öğrenciyi desteklemek için 17 Aralık 1997 Çarşamba günü Ankara Kızılay'da toplanan öğrencilere ve demokratik kurum üyelerine polis saldırdı. Çok sayıda kişi gözaltına alındı. Hapishanelerdeki öğrencileri, dolayısıyla hapishaneleri hatırlamak ve bunun için destek eylemleri yapmak bir olumluluk olarak değerlendirilebilir. Ancak, hapishanelerde yatan binlerce devrimci tutsak var. Hapis cezasına çarptırılan sekiz öğrenciyi desteklemek için gösteri düzenleyen Koordinasyoncular'a ve ÖDP'lilere sormak gerekiyor... Bu ülkedeki hapishane gerçeği sizlerin de çok iyi bildiği gibi yanlızca öğrencilerin hapsedilmesiyle, ağır cezalara çarptırılmasıyla gündeme gelmiyor. Hapishane gerçeği esas olarak halkın ve onun devrimcilerin susturulması, sindirilmesi amacıyla onyıllardır gündemden hiç eksilmiyor. Onyıllardır neler yaşanmaktadır... Bakın tarihe; kendi tarihinize de bakmayı ihmal etmeden nelere tanık olmuşuz... Hapsedilen devrimcilere uygulanan ağır işkenceler, ağır cezalar, sürgünler, katliamlar, direnişler, ihanetler, teslimiyetler... Bugün hapishaneler, iktidarın yeni baskı politikalarıyla tekrar devrimci tutsakların gündemine yerleşirken, tarih geçmiş sayfalarını yeniden kamuoyunun hafızalarında tazelenmeye başlıyor. Koordinasyoncular ve ÖDP çevresi olmak üzere hapishaneler tarihini kendi birkaç öğrencileri hapsedilip ağır cezalara çarptırılınca hatırlamakta ve birşeyler yapmaya çalışmaktadır. Bugün ülkemiz hapishanelerinde yeni ölümlere neden olabilecek "hücre tipi" uygulaması gündemdeyken hapishaneleri yanlızca Koordinasyoncu öğrencilere verilen cezalarla hatırlamak ne kadar yeterli ve anlamlı bir çalışmadır? Oysa devrimci tutsaklar ve onların yakınları hapishanelerde yaşanan baskı ve yasaklara, cezalara ve katliamlara karşı mücadele ederken hapishanelerdeki (Koordinasyoncu öğrenciler de dahil) tüm tutsakların hakları için mücadele ediyorlar. Arada işte böylesine ayırdedici bir fark var ve bu hapishaneler tarihine böyle geçecektir. Kızılay'da "yanlızca öğrenciler" için dayanışma gösterisi yapanlar, hapishaneler tarihinde öne çıkan hangi döneme, hangi duyarlılıkla, hangi dayanışma gösterisiyle destek olmuşlardır? Ne yazıktır ki, bu soruların muhatapları (Koordinasyoncular ve ÖDP'liler) bugüne kadar halktan yana bir cevap olamamışlardır. * YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 36 HÜCRELER 20 Aralık 1997 TUTSAKLARI SAHİPLENMEK SUSURLUK DEVLETİ'NE KARŞI OLAN TÜM GÜÇLERİN GÖREVİDİR duyarlılığının artırılarak mücadelenin yükseltilmesi, dışarı ve içerinin bir bütün olabilmesidir. Bu anlamda direnişin temel gücü devrimci tutsaklardır. Ancak dışarıda da halk güçlerinin direnişi sahiplenmesi, desteklemesi önemlidir. Herkesin surumluluğudur. Aydınlara, sendikalara, mesleki odalara vb. tüm demokratik kitle örgütlerine görev düşmektedir. Özellikle seslenmek istediğimiz aydınlar ve DKÖ'lerdir. Devletin devrimci tutsakları hücre sistemi ile teslim alma politikalarına karşı hiçbir dönem sessiz kalmayan tutsaklar, Cezaevlerinin Merkezi Kordinasyon'un çıkardığı program doğrultusunda eylemlilik sürecine girerek direnişe başladılar. Süreç çetin çatışmaların yaşanacağı, ağır bedellerin ödeneceği uzun soluklu bir mücadele süreci olacaktır. Tutsaklar "hücrelere girmeyeceğiz, direneceğiz" şiarıyla Devrimci tutsaklar 12 şehit ile nasıl zulmü gerilettiler hapishanelerde direni? bedel öderken bedel de Aydınların ödeteceklerinin geleneğine yeni halkalar ekledilerse gerektiğinde çekinmeden Sorumluluğu Daha mesajını verdiler. Bu Fazladır. Aydın Olarak defalarca ifade ettiler düşmanı yenme Kabul Ettirme hale geldiler" diyerek yılgınlığı, ajan ve itirafçılar yaratmaya kararlılığının ifadesidir. Göreviyle Karşı güvensizliği örgütlemeye çalışmıştır. çalışıyor. Düşmanın bu Hapishaneler düşmanla çatışmanın Karşıyadırlar İşte oligarşinin devrimci tutsakları politikalarını boşa çıkarmanın tek en yoğun yaşandığı alanlardan '96 Ölüm Orucu yediden yetmişe teslim olma politikası budur. Halkı yolu direniş ve karşı saldırıya biridir. Gerek iradi, gerek fiili ve insanlığı, dünyayı ayağa kaldırdı. teslim almaktır. geçmektir. gerekse de düşman ideolojisine Tutsak ailelerinin direnişte ayrı bir Halk kitlelerinin giderek Bu anlamda devrimci tutsakların karşı yürütülen bir çatışmadır. yeri olması başından itibaren düzenden kopuşu yaşadığı ve kitle hücre sistemine karşı Gelinen süreç bu çatışmaların en evlatlarını sahiplenerek ölümlere hareketlerinin yükselerek hapishanelerde başlattığı direnişin yoğun yaşanacağı bir aşamadadır. seyirci kalmayacaklarını radikalleştiği günümüzde oligarşi giderek gelişeceği açıktır. Oligarşi için hapishaneler her göstermişler, dışarıdaki direnişin hapishanelere daha fazla Tutsakların fiili direnişleri ve zaman önemli bir yere sahiptir. örgütlenip harekete geçirilmesinde yükleniyor. Ölüm Orucu eylemiyle eylemliliklerin giderek üst boyuta Tutsak aldığı devrimcileri teslim büyük bir güce sahip olmuşlar ve kazanılan hakları geri almaya çıkması karşısında düşman da almak temel politikasıdır. Oligarşi harekete geçmişlerdir. Oysa çalışan Susurluk devleti 14 Temmuz eylemlerin kamuoyundaki etkisini biliyor ki, devrimci tutsaklar teslim aydınlarımız Ö.O'na dönüşen genelgesi ile hücre sistemini tekrar kırmak için çeşitli demagojilere alınmadan dışarıda halkın teslim eylemlilik sürecini ve düşmanın gündeme getirdi. Tutsaklar başvuracak, kitle eylemliliklerine ve alınması, mücadalenin politikalarını kavramaktan uzak üzerindeki saldırı politikası hapishanelere fiili saldırı engellenmesi mümkün değildir. kalmış, direnişin ciddiyetini hazırlıklarını tamamlamaya yöneldi. uygulamaktan geri durmayacaktır. Bunun nedeni hapishanelerin kavramayarak kendilerini direnişin Hücre sistemi niçin ısrarla devrimci Şu aşamada kendisi için uygun iktidar mücadelelerinin önemli bir dışında tutmuşlardır. Ölümlerin peş tutsaklara dayatılmaktadır. Bu fırsatı yakalamaya çalışmaktadır. parçası olmasıdır. 12 Eylül cunta peşe geldiği haftalarda aydın politikanın teslim almaya yönelik Teslim alabilmek için katliamlara yıllarında dışarıda yılgınlığın kol olmalarını yeni hatırlayarak "bizde olduğu açıktır. Ancak bunu hayata başvuracaktır. gezdiği bir süreçte Devrimci Sol ve varız" diyebilmek için sınırlı geçirebilmesi için önce tutsakları Hücre sistemine karşı çıkmak, TİKB tutsaklarının 75 gün süren etkinlikleriyle harekete geçmişlerdir. toplu yaşamdan kopararak devrimci tutsakların direnişini Ölüm Orucu eylemi dışarıyı ayağa Ancak sınırlı da olsa bu hareketlilik yalnızlaştırması gerekmektedir. sahiplenmek Susurluk devletine kaldırmıştı. Cuntanın, halklarımızı korunamamış Ö.O zaferinin Dışarıda halk kitlelerine nasıl karşı olan halk güçlerinin görevidir. ve devrimci tutsakları teslim ardından aydınlar kendi köşelerine örgütsüzlüğü dayatarak kendi Sorun sadece devrimci tutsaklardan alamayacağını dünyaya ilan ettiler. çekilerek düzen içindeki kültürüyle ideolojisiyle birey, bencil, bir kısım haklarını alması veya Oysa diğer taraftan cunta Mamak ve dünyalarına geri dönmüşlerdir. onursuz, namussuz insanlar insani yaşam koşullarının Diyarbakır'daki teslimiyetin Aydınlar bu geçmişin yaratmaya çalışıyorsa, hapishanede düzeltilmesi değildir. Sorun teslim propagandasını yapmış, halka sorgulamasını yapmalıdır. Ölüm de bencil, onursuz, namussuz olma politikasını boşa çıkarmak, "bakın öncülerinizi nasıl teslim Orucu eylemi aynı zamanda kişilikler yaratmaya çalışıyor. İnsanı Susurluk devletinin krizini aldık, güvendiğiniz devrimciler ne insanların vicdanlarına seslenmiştir. insanlığından soyundurarak muhbir derinleştirmek ve kitlelerin FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 37 HÜCRELER 20 Aralık 1997 HALK İÇİN KURTULUŞ ÜLKENiN AYDINLARI Tutsak aileleri ve halkımız her zaman devrimci tutsakların yanında kontrgerilla devletine karşı mücadele ettiler Ancak ülkemiz aydının bugüne kadar devrimcilerden uzak durması ve devrimcilerin katledilmesine sessiz kalarak izlemesinin sonucu Ölüm Orucu'nda geç hareket etmelerini beraberinde getirmiştir. Düşmanın bu saldın politikasının hapishanelerdeki devrimcilerle sınırlayanlar yanıldıklarını görmekte gecikmeyecektir. Aynı zamanda bu saldırıların kendilerine de olduğunu göreceklerdir. Bu saldırının bir parçasını adli tutsaklar üzerindeki baskılar oluşturuyor. Hücre sistemi adli tutsaklar üzerindeki baskıları oluşturuyor. Hücre sistemi adli tutsaklar üzerinde de uygulanmak istemiyor. Bugüne kadar örgütten örgütlülükten kaçan aydınlarımız buna ne diyecekler? Bugüne kadar "hücrelere konan devrimciler" denip, hücreler meşru görülmüştü. İşte sıra herkese geldi. Susurluk kazasıyla devletin gerçek yüzünün görülmesi, devletin teşhir olması ve halk kitlelerinin sokağa dökülmesiyle süreç daha çok farklılaşmıştır. Hapishanelere yönelik devletin teslim alma ve katliam politikasına halkın sessiz kalmayacağı, sahipleneceği açıktır. Ancak bu sahiplenmenin en geniş kesimlere yayılabilmesi ve tüm halk güçlerinin ayağa kalkması, alanlara dökülmesi önemlidir. Halkın saflaşması ve devrim mücadelesinin yükselişi gelişirken aydınlar düzen içi umutlarla yaşamaya devam edemezler, etmemeliler. Aydınların misyonu eğer halka gerçekleri açıklama, gösterme, açığa çıkartıp yönlendirme, halkı aydınlatma sorumluluğuysa, bu misyonu yerine getirmelidirler. Bu da devrim mücadelesinden ayrı düşünülemez. Tutsaklara sahip çıkmak da bunun bir parçasıdır. Aksi, halk aydınların varlığından şüphe eder ki bugün durum budur. Aydınlar halktan ve emekten yana olduklarını savunuyorlarsa, bu düzenin zulmüne karşıysalar tutsakların direnişini sahiplenme sorumluluğuyla karşı karşıyadırlar. Bu bir onur ve insanlık görevidir. DKÖ'ler Katliamlara Seyirci Kalamazlar Demokratik Sorumluluğuyla Hareket Etmelidirler DKÖ'ler ve Sendikaların ölüm Orucu sürecindeki tavırları, aydınların tutumundan farklı değildir. DKÖ ve sendikalar daha ileriye giderek 18 kurum imzasının bulunduğu bir çağrı metni yayınladılar. Ölüm Orucu direnişçilerine "Eylemlere Ara Verin" çağrısında sonuna kadar izleyicisi olacağımızın bilinmesini istiyoruz" diyorlardı. Direnişin ellili günlerine kadar ses çıkarmayanlar devrimci tutsaklara teslim olun diyorlardı. "Eylemlere ara verin çağrısında sonuna kadar izleyicisi olacağımızın bilinmesini istiyoruz" diyorlardı. Görünürde iyi bir niyet ve mesaj olarak bakılabilir. Ancak bu güç de olsa sahiplenmeler direnişin içinde yeralmaları anlamında değildir. Gerçekten de izleyici olmuşlar, ölümlerin peş peşe gelmesine kayıtsız kalmışlardır. Ara verin çağrısı yapanlardan birisi de ihbarcı, karşı-devrimci, provokasyon çetesi İşçi Partisidir. Kendisine devrimcidemokratım diyenlerin bir parça dahi olsa bunun surumluluğunu hissedenlerin karşı devrimci Avdınlıkcılarla ne işi vardır. Bu da ayrı bir konudur. Ancak şimdi sorunumuz bu değildir. Ara verin çağrısı yapanlar bedel ödemeye gelindiğinde ortada yokturlar. Analar sokaklarda coplanıp gözaltına alınırken, üzerlerine panzerler yürünürken nerededirler? Yokturlar ya da çok sınırlıdırlar. Bu süreçte İHD'nin tavrı da incelemeye değerdir. Ölüm Orucu için eylem yapan analara kapısını açmayan 1HD ancak analara 1HD kapısı önünde eyleme başlayınca kurumlarından dışarı çıkmak zorunda kalmışlardır. Bu İHD'nin bu süreçteki tavırlarına ilişkin tek bir örnektir yalnızca. Evet hapishanelerde yeni bir sürece gidildi. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi bu süreç fiili çatışmaların yaşanacağı ve ağır bedellerin ödeneceği bir süreçtir. Böyle bir aşamada kendisine demokratım, yurtseverim, sendikacıyım diyenler bu sürecin seyircileri olmalıdırlar. Eğer hapishaneler konusunda sorumluluk sahibi, düşman politikalarına "insanlık dışı, hukuk dışı" diyorlarsa bunun gereklerini de yerine getirmelidirler. Tutsakların direnişini sahiplenmeyenler, katliamlara seyirci kalanlar demokratlık kimliğiyle dolaşamazlar artık. Saflar çok nettir. Ya saldırı politikalarına sessiz kalarak bu saldırılar desteklenecek devlete güç verilecek ya da devrimci tutsaklara sahip çıkacaklardır.* OLARAK '96 ÖLÜM ORUCU SONRASI VERDİĞİMİZ SÖZLERİ UNUTMAYALIM Hapishanelerde "Hücre Tipi Uygulaması" ile ilgili Çağdaş Gazeteciler Derneği İstanbul Şubesi Başkanı Murat İnceoğlu'na görüşlerini sorduk. Murat İnceoğlu [ÇGD İstanbul Şb. Bşk.) Hapishaneler maalesef aydınların ikinci adresi gibi. Hele ki birşeyler yazıp, çiziyorsa. Kimileri önce apar topar demir parmaklıklar ardına atılıp ardından yine telaş içinde dışan çıkartılsa da Demokles'in kılıcı hep tepede sallanıyor. Görülüyor ki artık dört duvar arasına hapsetmekle yetmiyor ve hücreler hazırlanıyor. Peki hücre tipi hapishaneler aydınların, gazetecilerin ne kadar gündeminde? Pek fazla olduğu söylenemez. Ölüm Orucu'da ilk etapta pek gündeme sokulmamıştı. Ta ki ölümler arka arkaya gelene dek sonrasında oluşturulan "Cezaevleri izleme Komitesi"nin ne denli başarılı olabildiğini ise hep birlikte gördük. Bir dönem "insanlık dışı" bulanarak kapatılan Hücre tipi hapishaneleri yeniden gündeme getiriliyor. ANASOL-D Hükümeti, Adalet Bakam Oltan Sungurlu aracılığıyla hapishaneleri yeni ölümlerle sonuçlanacak bir sürece sokmuştur. Oltan Sungurlu'nun hapishanelerde "konforlu, modern oda"lar kavramı, kamuoyunu yanıltma amacı güdüyor. Aslolan "hücre tipi uygulaması"dır. Bu politikanın geçen birkaç yıl içinde neye mal olduğunu hep birlikte gördük, yaşadık. Buca, Ümraniye ve Metris hapishanelerinde yaşananlar hala hafızalardadır. Bizler bu ülkenin aydınlan, basın emekçileri olarak '96 Ölüm Orucu'ndan sonra kamuoyuna açıkladığımız şu sözleri unutmamalıyız "... basın geç kaldı. 55'li günlere kadar kimse ciddiye almadı işi. Buna gazetecilerimizde dahil, aydınlarımız da dahil. Hep birlikte kavrayamadık. Hepimizin aymazlığı oldu. ölümler başladıktan sonra ciddiye aldık. Öncelikle burada hep birlikte hata yaptık. Hatanın sonucu 12 kişi öldü" o halde "hücre tipi" uygulaması, hapishanelerde yeni ölümlere neden olmadan vicdanlarımızı harekete geçirelim. Son olarak sözlerimi mizahi bir yaklaşımla şöyle bitirmek istiyorum. "Aslan Yattığı Yerden Belli Olur" derler. Belki de herkes bugün göstereceği tepkinin ölçüsüne göre ilerde yatacağı yeri belirleyecek.* YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN KURTULUŞ 38 İŞÇİ 20 Aralık 1997 AnkaraYürüyüşüDİSK'inMGK Sendikacılığını Unutturamaz 8 Aralık'ta başlayıp 16 Aralık'ta Ankara'da son bulan DİSK'in "sendikal hakları için" yaptığı yürüyüş popülist bir kafa yapısının ürünü olduğu için siyasi iktidar için siyasi iktidar üzerinde yaptırım gücüne sahip değildir. Eyleme yön veren ÖDP çizgisidir. Amacı, önüne koyduğu hedefler, hazırlık ve karar süreci dikkate alındığında bir protesto eylemi olmanın ötesine geçemez. Protesto demek bile zordur. Çünkü kime karşı yapıldığı muğlaktır. Olumsuzlukların sorumlusu MGK ve TÜSİAD'dır. Yani devlettir. Ama DİSK irticaya ve mafyaya karşı yürüdüğünü sanmıştır. ÖDP'liler tarafından kaleme alınan yürüyüş sonrası Rıdvan Budak tarafından, parlamentoya ve çalışma bakanlığına verilen dosyada yeralan bildirilerde DİSK, eylemlerde "kimseye gözdağı vermek ya da kimseyi tehdit etmek" gibi bir niyetlerinin olmadığını kamuoyuna açıklıyor. Eylem öncesi dağıtılan bildirilerde DİSK, örgütlenme önündeki engelleri sıraladıktan sonra bu olumsuzluklar karşısında ne yapacağız diye kendi kendine soruyor. Ve cevaplıyor. Oturup seyredecekmiyiz yoksa müdahale mi edeceğiz? diye sorduktan sonra müdahale gerekçelerini şöyle koymuştur. DİSK; "batının bütün çağdaş ülkelerinde başta sendikalar olmak üzere, bütün sivil toplum örgütleri bu durumda seyirci kalmıyor, müdahale ediyor" "Bizde seyirci kalmayacağız," diyor. "DİSK'in dolayısıyla ÖDP'nin klavuzu Türkiye İşçi Sınıfı tarihi değil, "Çağdaş batı ülkeleridir". DİSK, örgütlenme önündeki engellere, hayat pahalılığına, zamlara "çetelere" işten atılmalara, anti-demokratik faşist tüm baskılara, sömürüye karşı çıkarken, - işçi sınıfının üreten ve yaratan bir sınıf olarak bu ülkenin değerlerinin gerçek sahibi olduğundan - Bunlar için tüm halk güçleriyle birlikte mücadele etmenin ve direnmenin meşruluğuna inandığınızdan değil, "batının çağdaş ülkelerinde sendikalar müdahale ettiği için müdahale (!) ediyor. Eğer "batının çağdaş ülkelerinde" olmasaydı, DİSK'in de müdahale etmek gibi bir derdi olmayacaktı. Buradaki "Müdahale" sözüde bilinçli olarak seçilmiştir. Mücadele değil "Müdahale" tercih edilmiştir. Çünkü "müdahale" uzlaşmacılığı ve icazeti ifade ediyor. Süreklilik arzetmeyen, DİSK'e "arabulucu" misyonu yükleyen bir beyandır. Yürüyüş güzergahı üzerinde yeralan işyerlerinden, işçilerden, demokratik kitle örgütlerinden, halktan yürüyüşe destek gelmiştir. Desteklerini karşılamaya gelerek slogan atarak, alkış tutarak ya da bizzat yürüyüşe katılarak göstermişlerdir. Bu doğaldır. Bu destek MGK sendikacılarına ya da uzlaşmacı politikalarına verilen bir destek değil tersine mücadeleye destek ve dayanışmaya hazır olduklarının mesajını vermişlerdir. Bu bir bakıma işçi sınıfının bu eylemlere hazır olduğunu ama MGK sendikacılarının bu mücadele önünde engel teşkil ettiklerininde bir göstergesidir. Diğer taraftan verilen destek, MGK sendikacılarının sorumluluktan ve mücadeleden kaçmak için gösterdikleri "nerde öyle işçi" ya da "işçi hazır değil" vb. gibi yılgınlık teorilerinin de iflasıdır. Zaten taban açısından işçi sınıfının bir sorunu yoktur. Esas sorun önderlik sorunudur. Ne yazık ki önderliği düşmanla el ele kol kola olan bir sendikal hareketin sınıf açısından başarması mümkün değildir. Ankara Yürüyüşü Görüntüyü Kurtarmaz Ankara yürüyüşü dışardan bakıldığında dokuz gün gibi uzun bir zamana yayılması, güzergah üzerinde birçok işyerine uğraması vb. nedenlerden dolayı büyük bir organizasyon gibi görünebilir. Ama böyle değildir. Gerçekten de sendikal haklar, hayat pahalılığı, özelleştirme ve işsizlik, ülkenin çeteler tarafından yönetilmesi, yargısız infazlar, faşist saldırılar gibi, temel konular DİSK yönetimini pek ilgilendirmiyor. Onları bu yürüyüşü yapmaya iten nedenler başkadır. - İşçilerin Tepkisini Yumuşatma - MGK sendikacılığı yaptığını unutturmak, özellikle kongre öncesinden başlayan ve tasfiyecilik süresince devam eden MGK sendikacılığını teşhire yönelik kampanyalar nedeniyle DİSK'in devlet adına yaptığı sendikacılık teşhir olmuş işçi neznindeki itibarı sıfıra inmiştir. Bu itibarını kazanmak. - Seçim kaygıları ve hesapları nedeniyle CHP'nin hükümete karşı yaptığı çıkışlar ve buna DİSK'ten karşılık verecek parlamantodaki yerlerini koruma hesapları esas nedenlerdir. DİSK yönetimi MGK sendikacılığı yapıyor. Ankara yürüyüşü bu gerçeği unutturmaya yetmez. Eylemin hedefleri muğlaktır. İşçilere Milli Güvenlik Kurulu ve devlet yerine irtica, mafya ve kötü niyetli işverenler hedef gösteriliyor ve işçilerin kafası karıştırılarak MGK'nın ekmeğine yağ sürülüyor. Eylemin hazırlık süreci, sonuç alıcı olmaktan çok, medyatik olmasına göre biçimlendirilmiştir. İşyerlerinde, tabanda tartışılmamıştır. Tabanın görüşleri alınmamıştır, bir tartışma süreci yaşanmamıştır. Bundan özellikle kaçınılmıştır. Çünkü böyle bir süreçte ilk sorulacak hesap DİSK'in MGK kararlarına verdiği destek, ANASOL-D Hükümeti'ne verdiği destek ile işveren örgütleriyle girdiği yakın ilişki olacaktır. Taban bunun hesabını soracaktır. Bu nedenle eylemin hazırlık süreci işçilerden kaçırılmış ve katılım yöneticilerle sınırlı tutulmuştur. Birkaç temsilcinin katılması bu gerçeği değiştirmez. Eğer söylendiği ya da yapıldığı gibi yürüyüşe yönetici, temsilci ve işten atılan işçiler katılmış olsaydı, sayı ikiyüz değil binlerce olacaktı. Belli güzergahlarda Rıdvan Budak'ın kalabalık kitle karşısında sarfettiği "çetelere karşı yürüyoruz, bu ülkeyi üç-beş çeteye bırakmayacağız" vb. keskin sözlere bakmayın. Yürüyüşe, yürüyüş mantığına hakim olan düşünce uzlaşmacılıktır. DİSK'in dağıttığı bildirilerde bu çok açık bir şekilde görülüyor. DİSK, "topluma, siyasete, siyasetçiye hatta parlamentoya olan güveni gün geçtikçe sarsılıyor" diyor. Ve bu güveni yeniden teşhir etmek için yürüdüğünü söylüyor. Ankara yürüyüşü önerisi eskidir. Bundan bir yıl önce DİSK temsilciler kurulu toplantısında bir dizi eylem önerisiyle birlikte Devrimci İşçi Hareketi tarafından önerilmiş ve kabul görmüştür. Henüz Susurluk kazası ortada yokken yapılan bu önerilerin içinde yürüyüş de, miting de ve iş bırakma da vardır. Susurluk kazasıyla birlikte yer yerinden oynarken DİSK süreci daha önce kararlaştırılmış İzmit mitingiyle geçiştirmiştir. İşçi sınıfının en yoğun olduğu İstanbul dururken o izmit'te miting yapmıştır. İstanbul'da yapılmak istenen mitinglere ise uzak durmuştur. DİSK işçilere Yanlış Hedef Gösteriyor Bugün Türkiye'nin gerek ekonomisine, gerekse siyasetine yön veren emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri tekelci sermayedir. Oligarşik dikta dediğimiz bu mutlu azınlığının öne çıkmış somut ifadesi ise Milli Güvenlik Kurulu ve TÜSİAD'dır. Bu dünde böyleydi. Ülkemizin bu hale gelmesinin esas sorumlularıda bunlardır. Çeteleri aklayan %100'leri geçen zamlarla halkı açlığa mahkum eden, bütün ipleri uluslarası para fonu adındaki emperyalist kuruluş IMF'nin eline vererek ulusal onurumuzu ayaklar altına alan ANASOL-D hükümeti, MGK, çeteler TÜSİAD, sivil faşistler tam bir ittifak içindeyken ve başta gençlik ve yoksul mahalleler olmak üzere tüm halk güçlerine yeni bir saldırı başlamışken DİSK irtica ve mafyaya karşı mücadele (!) bayrağı açıyor. Bu hedef şaşırmak değilde nedir? Birkaç on sayfa olarak yazdı hale getirdikleri dosyada 12 Eylül'ün devam ve temsilcileri olan Milli Güvenlik Kurulu'na ve TÜSİAD'a tek bir kelimeyle de olsa dokunulmaması bir tesadüf değildir. Ülkemizdeki baş çelişkiyi irtica ve mafya olarak tespit etmek MGK politikalarına hizmet etmektir. Yürüyüşün mantığı, hedefleri, yürüyüş öncesi hazırlanan bildiriler, baş bakan ve çalışma bakanlığına verilmek üzere hazırlanan dosya baştan sona ÖDP kokuyor. İstenen düzen içi çözümlerdir. Çağdaş batı ülkelerinde var. Bizde istiyoruz demeye getiriyor. Hedef saptırma, düzen içinde kalma, dolayısıyla işçilerin tepkilerini yumuşatma diye ifade ettiğimiz MGK solculuğu ve sendikacılığı burada kendini gösteriyor. Çalışma alanındaki tüm olumsuzlukları ise "kötü niyetli işverenler"in marifeti olarak değerlendiriyor. Bu kötü niyetli işverenler en küçük bir hak talebine, sendikalaşma girişimine karşı işçileri kitlesel olarak işten çıkarıyor. DİSK ANKARA'DA DİSK'in 8 Aralık'ta İstanbul'da başlayan yürüyüşü 16 Aralık'ta Ankara'da son buldu. İşçiler saat 09.30'dan itibaren Ankara'da Genel-İş Anakent Şube'nin önünde biraraya gelmeye başladılar. Daha sonra Bayındır Tıp Merkezi önüne gidilerek istanbul'dan gelen sendikaları AŞTİ'den karşılamak için Eskişehir yolu üzerinden ODTÜ'ye doğru yürüyüşe geçildi. Sağanak halinde yağan yağmura rağmen işçiler halaylarla yürüyüşlerine devam ettiler. KESK'e bağlı sendikalardan memurların da katılımıyla sayıları 2000'e ulaştı. 8 Aralık'tan bu yana yürüyerek istanbul'dan gelen sendikacılarla saat 12.00'de birleştiler. Buradan hep birlikte yaklaşık 8000 kişi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na doğru yürümeye başladılar. Yürüyüşe; DİSK Genel İş'e bağlı Anakent, Mamak, Altındağ, Çankaya, Gölbaşı, Tunceli, Diyarbakır, Kırşehir, 1. Bölge Şubeleri, DİSK Tekstil İş, Yeraltı Maden İş Zonguldak Şube, TÜMTİS, OLEYİS, Emekli- Sen, Nakliyat İş, Birleşik Metal İş, Sosyal Sen, DİSK Kırşehir Şube, Petkim İş, KESK ve KESK'e bağlı Tüm Bel Sen, Enerji Yapı Yol Sen, Tüm Maliye Sen, Maden Sen, Türk-iş'e bağlı Tez Koop-İş, Petrol İş sendikaları, Devrimci İşçi Hareketi, Sümerbank Direnişçileri, Petlas işçileri, Halkevleri Genel Merkezi, Halkın Ozanları Kültür Vakfı, ODTÜ Gençliği ve çeşitli siyasi partiler pankart ve dövizlerle katıldılar. Devrimci işçi Hareketi "IMF'nin Yönettiği Değil Bağımsız Türkiye" pankartını açtığında DİSK'e üye işçiler "Devrimci işçiler Onurumuzdur" sloganı ile karanfiller atarak Devrimci İşçi Hareketi'ni selamladılar. Yürüyüşte "işçiyiz Haklıyız Kazanacağız", "Yaşasın Devrimci İşçi Hareketi", "Susurluk Devlettir Hesap Soralım" sloganları sık sık atıldı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı önünde de halaylar çekilip sloganlar atıldı. Bu arada Rıdvan Budak MGK Hütümetine verdiği desteği unutarak hükümeti eleştiren bir konuşma yaptı. Konuşma sırasında eyleme katılan işçiler de yavaş yavaş dağılmaya başladılar. Yaklaşık altı saat süren eylem boyunca polisin panzerlerle ve robocoplarıyla yoğun güvenlik aldığı gözlendi.* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ KURTULUŞ 22 Aralık 1992 - Edirne'de öğrenci derneği TEFYÖD'ün düzenlediği şen'lik polis tarafından basıldı ve 157 kişi gözaltına alındı. DYP-SHP İKTİDARI VE KÜRDİSTAN 1991 Kürdistan'da dönüm noktası olan bir yıldır. 1991 DYP-SHP hükümetinin "Kürt realitesini tanıyoruz" açıklamalarıyla başlamış ve katliamlarla devam etmiştir. Kürt ulusalcıları önce seçimlere SHP listelerinden katılmış, sonrasında da DYP-SHP hükümetini desteklemişlerdir. Ama bu desteğin faturası Kürt halkına çok ağır bir biçimde çıkarılmıştır. 1991 kontrgerillanın katliamlarına, provokasyonlarına kitlesel eylemlerle cevap verildiği, gerillaların cenazelerinin kitlesel olarak sahiplenildiği bir dönem- dir. Ama, aynı zamanda, böyle bir dönemin de sonudur. Bu dönemden kısa bir kesit aktarıyoruz aşağıda. Aralık ayında Lice ve Kulp'taki katliamlar, katliamlara karşı halkın tepkileri ve aynı süreçte Mücadele gazetesinde yapılan değerlendirmeleri yanyana sunuyoruz. * KATLİAMLAR EYLEMLER MÜCADELE'DEN 15 Aralık - Lice'ye bağlı Zere köyünde evlerinden alınan Muhtar Mehmet Üçdağ ile Sıddık Dalbudak'ın akıbetinden endişe duyan halk kaymakamlık önünde toplanarak olayı protesto etti, kaybolan bu insanların durumuyla ilgili açıklama istendi. 15 Aralık - Diyarbakır Valiliği Grup Yorum konserini yasakladı. Bölücü sloganlar atılacağı, katılımın çok geniş olacağı, grubun niteliği ve asayiş yüzünden sakıncalı olacağı gerekçe gösterildi. 17 Aralık - idil'deki kontrgerilla katliamlarını protesto etmek için Şırnak, Cizre, Silopi'de esnaf kepenk indirirken, şoförler de kontak kapattı, okullar boykot edildi. 18 Aralık - Nusaybin'de Hayrettin Çetin adlı bir yurtsever belediye işçisi, kontrgerilla tarafından katledildi. Çetin'in cenazesi halkın katılımıyla toprağa verildi. 21 Aralık - Silvan'da belediye görevlisi Üzeyir Candaş, "dur" ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurularak katledildi. Aynı gün kontrgerilla eylemlerini protesto etmek, amacıyla Nusaybin, Kızıltepe, Kozluk ve Silvan'da üç günlük kepenk kapatma eylemi başlatıldı. 22 Aralık - Bingöl Solhan'da şehit düşen beş PKK'lının cenazelerini almak için Solhan'a giden halk ilçeye sokulmadı. 24 Aralık - Cenaze törenine katılmak için Kulp'a gitmek isteyen halkın üzerine Lice'de ateş açıldı. Üç kişi öldü. Aynı gün Kulp'a cenaze götüren konvoy tarandı. Dokuz kişi öldü. 24 Aralık - Kulp, Hazro, Lice ve Kızıltepe'de kepenk kapatma eylemleri yapıldı. 24 Aralık - Dicle Üniversitesi'nde Maraş katliamını protesto etmek için yapılan yürüyüşte polis öğrencilere saldırdı. İki öğrenci kurşunla yaralandı. 200'e yakın öğrenci gözaltına alındı. 25 Aralık - "Devlet terörünü protesto etmek ve gözaltındakilerin serbest bırakılması" için üniversite öğrencileri süresiz boykot ilan ettiler. 26 Aralık - Kulp ve Lice'deki katliamları protesto için Diyarbakır'da yapılan kepenk kapatma eylemine %100 katılım oldu. Çok sayıda gözaltı yaşandı. Liselerde boykota %50-60 civarında katılım sağlandı. 27 Aralık - Batman'da yurtsever insanlara ait olan iki kahvehane, bir lokanta ve bir butik kontrgerilla tarafından yakılarak tahrip edildi. 28 Aralık - Batman'da kepenk kapatma eylemi yapıldı.* Yeni hükümetin Kürt sorununa ilişkin adımları şefkat gösterileriyle başladı... "Güneydoğu gezisi" işte böyle bir boncuk dağıtmanın kamuoyunda şefkatli sahnelerle sergilendiği bir gösteriye dönüştü. Hükümet çevreleri bu geziye "şefkat gezisi" adını takmışlardı... Devlet, halkla bütünleşmeye gidiyordu. Demirel ve İnönü'nün yanında sekiz bakan, Genelkurmay Başkam Doğan Güreş, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Nezihi Çakar, Emniyet Genel Müdürü Ünal Erkan ve bazı HEP kökenli milletvekillerinin de aralarında olduğu çok sayıda parlamenter gezideydi. (...) Gerçi aynı günlerde ardı arkasına insanlar katlediliyor, bina tepesinden "düşüp ölüyor", işkence tüm ülkede son hızıyla devam ediyordu... İnönü "Devletin şefkatini bulacaksınız"... "Faili meçhul cinayetlerin sorumlularını bulacağız. Can güvenliği, huzur getirecek, rahat yaratacak hükümeti siz kurdunuz" diye halkı rahatlatmaya çalışıyordu... Demirel şimdi "Kürt realitesini" bile tanıyor, Kürdoloji enstitüsü kurulmasına "hoşgörü" gösteriyordu... VAATLER GERİDE KALIYOR DEĞİŞEN BİRŞEY YOK Koruculuk kaldırılmayacaktı... Bununla da kalınmıyor, bunca tepki çeken özel tim uygulaması profesyonelleştirilerek bölgede konumlanması sağlanıyordu... Bölgedeki otorite ağırlığı ise Demirel'in daha önce de belirttiği gibi Genelkurmay'a veriliyor, ülkedeki genel asayiş probleminde yetkiler MGK'ya devrediliyordu... Şefkat, barış, güleryüz sözleri özgürlüksüzlüklerin, işkencelerin, ölülerin üzerine basarak söylenen nutuklara dönüşüyor. Halkımız geleceği üzerine geçirilen çember hiç de huzur, refah, kalkınma amaçlarına göre şekillenmiyor. Emperyalizmin ve yandaşlarının sömürüye dayalı varlıklarının güvenliğine göre belirleniyor... 23 Aralık 1995 - İYÖ-DER Öğrenci Meclisi çeşitli üniversitelerden gelen öğrenci temsilcilerinin katılımıyla İstanbul'da toplandı. 23 Aralık 1993 - Devrimci Gençlik Dergisi Ankara bürosunu basmaya çalışan polis, AYÖ-DER'li, DLMK'lı öğrencilerin, ÖZGÜRDER'li ailelerin kurduğu barikatları aşamayarak geri gitmek zorunda kaldı. 24 Aralık 1992 Özgür Karadeniz gazetesi çalışanları gözaltına alındı. 24 Aralık 1977 - İzmir'de "Taban Fiyatlarını, Hayat Pahalılığını ve Faşist Saldırıları Protesto Mitingi ve Yürüyüşü" gerçekleştirildi. 25 Aralık 1992 - Devrimci Sol tutsaklarının bütün hapishanelerde merkezi olarak yürüttüğü, diğer siyasetlerin de çeşitli hapishaneler özelinde katıldığı "Devlet Terörüne Karşı Set Oluşturalım" kampanyası sona erdi. 23-24 Kasım'da açlık grevleriyle başlatılan kampanya yaklaşık bir ay sürdü. 26 Aralık 1994 - Adana Haklar ve Özgürlükler Derneği kurulduktan 12 gün sonra dernekler masası tarafından mühürlendi. 26-27 Aralık 1994 - İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampusü'nde devrimci demokrat öğrenciler, sivil faşist-polis saldırılarına karşı Anti-Faşist Mücadele Komiteleri oluşturdular.* TAKSİM'DE SIKIYÖNETİMİ PROTESTO GÖSTERİSİ Kahramanmaraş katliamının ertesi sıkıyönetim ilan edildi. Devletin amacı bu katliamları engellemek değil, halkın bu katliamlara karşı tepkisini bastırmaktı. Sıkıyönetim yalnızca katliamın gerçekleştiği yerde değil, istanbul Ankara gibi illerde de ilan edilmişti. Sıkıyönetimin hedefi en başta demokrat-devrimci nitelikteki kitle örgütleri oldu. Sıkıyönetimin ilk bildirileri bu derneklerin kapatılmasına ilişkindi. İstanbul Dev-Genç ve Liseli Dev-Genç de birçok dernekli birlikte kapatıldı. Sıkıyönetimin bu bildirisine karşı Dev-Genç, Devrimci Hareketin önderliğinde güçlü ve etkili bir eylemle cevap verir. 25 Aralık'ta, yani sıkıyönetimin ilan edildiği ilk günün akşamı ellerinde meşalelerle Taksim Meydanı'nı aydınlatan binlerce Dev-Genç'linin "Sıkıyönetime Hayır!", "Kahrolsun Faşistler!", "Maraş Katliamının Hesabı Sorulacaktır!" sloganlarını haykırdığı eylem, sıkıyönetime karşı açık ve cesur bir tavrın, sadece Taksim'de değil, tüm İstanbul'da yankısını bulduğu bir eylem oldu.* (Mücadele, l Ocak 1992, Sayı: 35) YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN KURTULUŞ 40 EMPERYALİZM 20 Aralık 1997 Bunalımı Derinleşen Emperyalistler Kendi Ülkelerinde de Sömürü ve Baskıyı Artırıyor mperyalizmin dünya emekçi halkları üzerinde sürdürdüğü sömürü ve baskı yüzyıldır devam ediyor. Emperyalizm yalnızca sömürgesi durumuna soktuğu ülkeleri emekçi halkların kanlı-bıçaklı düşmanı değildir. Kendi halklarına da düşmandır. Kendi halklarını da sömürü ve baskı altında tutmaktadır. Ama bu gerçek hep gözardı edilmeye, gizlenmeye çalışıldı. ABD "özgürlükler" ülkesiydi. İngiltere demokrasi beşiğiydi. Almanya sanayinin, Japonya teknolojik gelişimin deviydi. Fransa dünyada aydınlanmanın merkeziydi. Bu ülkelerde insanlar lüks içinde yaşıyordu, elleri sıcak sudan soğuk suya değmiyordu. Geri bıraktırılmış ülkelerin yoksul halklarına, özgürlüğe insanca bir yaşama giden yolun bu emperyalist ülkelerde izlediği yoldan geçtiği gösterilmeye çalışıldı. Yıllardır dünya emekçi halkları, yoksulların aç kalmalarının sorumlusunun kendilerinin olduğuna, bunda emperyalizmin bir suçunun bulunmadığına inandırılmak istendi. Mutluluğun kapılarının emperyalist ülkelerden açıldığı anlatıldı. Özgürlük, demokrasi, iş, ev, sağlık, eğitim, ulaşım, bilim... gibi en temel insani haklar dahil ne isteniyorsa emperyalist ülkelerde vardı(!) Bunları başka yerlerde aramaya ne gerek vardı? Sosyalist ülkelerde özgürlük ve demokrasi yoktu(!) Sosyalizm diktatörlüktü. K. Kore açlıktan kurtuluyordu. Dünya emekçi halkları on yıllardır emperyalizmin ve onların uşaklarının ağzından bu yalanları dinledi. Emperyalist devletler kendilerini "demokrasi" ve "barış" bekçisi ilan ederken, barış ve demokrasi maskesi altında dünya emekçi halkları üzerinde ekonomik, siyasi, askeri, kültürel terörlerini hiç eksik etmediler. Emperyalizmin özü gereği sömürgeci ve teröristtir. Hiçbir maske bu yüzü gizleyemedi. Bugün emperyalist devletler ekonomik ve askeri olarak dünyanın en güçlü ülkeleriyseler, bunun insanlığın, aç, yoksul kalması, hastalık ve ölümlerden kırılması pahasına gerçekleştiğini tüm dünya halkları çok iyi bilmektedir. Bugün dünya da, 1.2 milyar insan açlık çekerken, her gün 25 milyon insan bu açlar ordusuna katılıyor. 1.5 insan sağlık hizmetlerinden E mahrum yaşatılırken 880 milyon kişi hiç okuma yazma bilmemektedir. Bu yıl okullar açıldığında, 150 milyon çocuk okuma hakları ellerinden alındığı için okula başlayamamıştır. l milyar insan yaşanmayacak derecede kötü barakalarda kalmaya mahkum edilirken 100 milyon ailenin başını sokacak bir barakası dahi yok. Her yıl milyonlarca insan açlıktan ölürken, açlıktan ölenlerin büyük bir kısmı okul yaşına gelmemiş çocuktur. Her yıl 250 milyon çocuk yeterli beslenemediği için kör olmaktadır. 100 milyon çocuk sokaklarda yaşamaktadır. 200 milyon çocuk okula gidecekleri yere emperyalist tekellerin tatlı karları için çalıştırılmaktadır. l milyon çocuk cinsel ticaret ağına düşürülmektedir. Bu tablo "özgürlük", "barış", "demokrasi" havarisi kesilen, böyle gösterilmeye çalışılan emperyalist devletlerin eseridir. Bunlar emperyalist devletlerin dünyayı insanlığı ne hale soktuğunu gösteren gerçeklerin sadece bir kısmıdır. Açlık, yoksulluk, sefalet, salgın hastalıklar, kıtlık, bunların neden olduğu ölümler, sakat kalmalar hiç kuşkusuz en çok emperyalizmin sömürgesi altında bulunan ülkelerde yaşanmaktadır. Ama yoksul, sömürge ülkelerdeki kadar olmasa da bu gerçekler emperyalist devletlerde de yaşanmaktadır. Emperyalistler 1917 Ekim devriminden ve sosyalist blokun kurulmasından sonra hem sosyalist ülkelerin bir çekim merkezi olmaması hem de emekçi halklar üzerinde uyguladığı sömürü ve baskının kendine karşı bir ayaklanmaya dönüşmesini önlemek için çok çeşitli ekonomik, askeri, siyasi yöntemler geliştiriyordu. Bunlardan bir tanesi de sömürgelerden elde ettiği karlardan kendi emekçilerine de bir pay vererek emekçilerle kendisi arasındaki çelişkiyi yumuşatma politikasıydı. Ama bunalım krize dönüştükçe kendisi için sosyalist blok tehlikesinin ortadan kalkmasını da fırsat sayarak, kanlı elleriyle kendi halklarının da boğazını daha fazla sıkmaya başladı. Dünya emekçi halkları üzerindeki sömürü ve baskıyı daha da artırırken, kendi emekçilerine verdikleri payı da giderek kısmaya, sömürü ve baskıyı artırmaya başladılar. Eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi en temel insani sorunları çözmeye, işsizliği önlemeye yönelik, devlet bütçesinden sosyal harcamalar için ayrılan pay her geçen gün daha da azaltıldı. İşsizlik emperyalist ülkelerde %10'ların üzerine çıktı. Emeklilik yaşı yükseltildi. Emeklilere, yaşlılara, işsizlere, sakatlara, kimsesizlere yapılan sosyal yardımlar kısıtlandı. Örneğin Almanya'da Ekim 96'da Alman parlamentosunca onaylanan "Tasarruf Paketi" adı altında alınan kararların bazıları şunlardır, - Rapor alan personele ödenen hastalık parasından %20 kesinti yapılması - Emeklilik yaşının erkeklerde; 2000-2002 yıllarında 63'ten 65'e kadınlarda; 2000-2005 yıllarında 60'tan 63'e çıkarılması ve erken emeklilik isteyenlerin ücretlerinde %3.6 kesinti yapılması. -1997 yılında işsizlik parası ve yardımlaşma zammı yapılması - Sayıca on işçiden az işçi çalıştıran firmaların işçi çıkartabilmelerinin kolaylaştırılması - Personel çıkışlarında sosyal plan ve tazminatlarda kısıtlamaya gidilmesi - İlaç masraflarında hastaların katkı payının artırılması Kısacası, yoksulluk, sefalet, işsizlik, artan sömürü ve baskı emperyalist devletlerde de gizleyemeyecekleri bir şekilde kendini dışa vurmaya başladı. Kendini dünyanın efendisi ilan eden ABD'de durum Almanya'dan daha kötüdür. Bugün ABD'de sağlık harcamalarında yapılan kısıtlamalar nedeniyle her yıl 40000 bebek l yaşına gelmeden ölmektedir. Tüm bu sosyal harcamalara yapılan kısıtlamaların sonucu olarak yalnızca büyük şehirlerde yoksul insanların sayısı 6 milyonun üzerindedir. Bugün ABD'nin içinde bulunduğu sosyal çöküntüyü rakamlarla daha fazla örnekler vererek göstermek mümkündür. Ama sadece intihar edenlerin sayısındaki artış bile bu çöküntüyü göstermeye yetmektedir. Bugün "özgürlükler" ülkesi ABD toplumsal bir bunalım içindedir. Gençler içinde intihar olayları son yıllarda da iki katına fırlarken yetişkin erkeklerin %10'nu, yetişkin kadınların %20'si bunalım sonucu intihar etmektedir. Emperyalist devletler emekçiler üzerindeki sömürüyü artırdıkça halkta oluşan memnuniyetsizliği bastırabilmek için daha fazla baskı ve şiddete başvurmaktadır. ABD'de şehirlere yapılan federal yardım %60 azaltılırken hapishane yapımı için bütçeden ayrılan pay %73 artırılmıştır. Diğer emperyalist devletlerde de durum aşağı yukarı aynıdır. Kanada'da açlar restoranlara saldırırken; Japonya'da barakalarda yaşamak zorunda kalanların sayısı her geçen gün artmaktadır. İngiltere okulları kapatıp öğretmenlerin işine son verip, fabrikalarda işçileri kitlesel şekilde işten atmakta; Fransa memur maaşlarını dondurmakta, aynı şekilde işçiler toplu şekilde işten çıkarılmaktadır. Sömürü ve baskıya karşı kitlelerin eylemlerinin bir süreklilik kazanmasının ardında Avrupa ülkelerinde faşizmin yeniden yükselişe geçmesi, faşist saldırıların ve yabancı düşmanlığının artması, emperyalizmin içinde bulunduğu krizin açık bir göstergesidir. Emperyalist devletler, kitlelerin bilinçlerini bulandırmak, tepkilerini başka kanallara yöneltmek için yabancıları hedef göstermektedir. Ülkedeki bancıları sorumlu tutmaktadırlar. Yine yalan ve demagojilerle halkları aldatmaya, birbirine kırdırmaya, faşist saldırılan meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Ama tüm bu çabalar, hangi milliyetten olursa olsun emperyalist ülkelerdeki tüm emekçiler birlik ve dayanışma içine girerek saldırılan geri püskürtmüştür. Emekçilerin memnuniyetsizliği ve artan kitlesel eylemlerin ardından korkuya kapılan olmayan partileri iktidara getirerek kitlelerin öfkesini yumuşatmaya çalışmıştır. Bu da emekçilerin öfkesini dindirememiştir. Japonya'dan Avrupa'ya, Avrupa'dan ABD'ye grevler, mitingler, sık sık polisler çatışmaya varan sokak gösterileri bu ülkelerin değişmeyen gündemlerinden biri olmuştur. Bu gelişmeler emperyalizmin korkusunu büyütmektedir. Dünya bankası başkanı James Wolfensohn yaptığı bir açıklamada: "Bir saatli bombayla yaşıyoruz" dedikten sonra "Dünyada 3 milyar insanın günde 2 dolardan az, 1.3 milyar insanın l dolardan az parayla yaşadığını..." söyleyerek bu saatli bombanın patlamasından duyduğu korkuyu dile getiriyordu. Bu korku boşuna değildir. Çünkü korktukları- başlarına geldiği an, bu emperyalizmin sonu olacaktır.* FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ YURTDIŞI Binlerce işçiyi kapının önüne koyuyor. * Herşey "kötü niyetli işverenlerin" marifetidir. Kötü niyetli işverenlere verdikleri örnekse Denizli'de bir tekstil işverendir. Besalet Küçüker adındaki tekstilcinin kafasının altından çıkıyor. Koçlar, Sabancılar onlar iyi niyetli hatta demokrat oldukları TÜSİAD ilerici olduğu için onlara birşey yok. İşte DİSK ve dolayısıyla ÖDP'nin baş çelişkisi, özelleştirmeyi yapan, binlerce işçiyi işsiz bırakan, taşeronlaştırmayı meşrulaştıran devleti görmüyor. MGK, TÜSİAD'ı hiç görmüyor. Koçlar ve Sabancılara laf yok varsa yoksa "kötü niyetli işverenler" dir. Bundan daha iyi MGK sendikacılığı olur mu? Yakında bir-iki danışıklı dövüşü TÜRKİŞ'te yaptıktan sonra MGK sendikacıları üstlerine düşen görevleri tamamlamış olurlar. Bildirilerinde her ne kadar kimseyi tehdit etmediklerini, kimseye gözdağı vermek gibi bir niyetlerinin olmadığını söyleselerde yinede bildirinin sonlarında "kahrol düşman" türünden bir tehdit savurmadan edememişler. Neymiş tehditleri sıkı durun... "Ekmek, adalet ve özgürlük yoksa barış da yok" Madde-in ÖDP. Yani ÖDP'nin sloganı ancak "ne alakası var" dedirtecek bir slogan. Gören duyanda ekmek, adalet ve özgürlük için savaştıklarını sanacak. Eğer ekmek, adalet ve özgürlük vermezlerse DİSK'li ÖDP'liler barışmayacaklarmış. Mesajları açık ve kesinmiş, ekmek yoksa barışta yokmuş. Halkımızın kullandığı bir deyim var "Kim takar Yalova kaymakamını" diye nette. Kim tarafından çıkarıldığını bilmiyoruz ancak DİSK'in bu tehditine denk düşen bir deyimdir. Karardıkta göz kırpmanın bir anlamı yoktur. Daha düne kadar MGK kararlarını desteklemiş, ANASOL-D Hükümetinin kurulması için işveren örgütleriyle birlikte eylem yapmış düzen ve devletle barışık DİSK bu barışı ne zaman buldu da şimdi bunu ekmek, adalet ve özgürlüğü kazanmak için koz olarak kullanıyor? Rıdvan Budak Ankara yürüyüşü için 24 Kasım '97'de Birleşik Metal İş sendikasında düzenlenen toplantıda mantığını açığa çıkarmıştır. Dergilerinde MGK sendikacılığı yapıyor diye hakkında yeralanlar görecektir nasıl sendikacılık yaptığını, benim için "aranıyor" dediler, sonra ihraç edilince benden bildiler. Halbuki ben kimsenin içişlerine karışmıyorum. Beni TÜRK-İŞ'le aynı kefeye koyanlar yanıldıklarını görecektir vb. doğrultuda konuşan Rıdvan Budak eylem öncesi asıl dertlerin Devrimci İşçi Hareketi olduğunu gizlememiştir. Bir eylem öncesi, ayrılıklar, kırgınlıklar bir tarafa bırakılır. Birliğe yönelik konuşma yapmak gelenektir. Ama Rıdvan Budak'ın derdi başkadır. Bugün yürüyüşün talepleri olan sendikal haklar 12 Eylül'de yok edilmiştir. Sendikal hakları budayan yasalar o zaman çıkarılmış, bu antidemokratik yasalar '82 anayasasıyla güvence altına alınmıştır. Aradan yıllar geçmiş olmasına karşın etkisini devam ettiren 12 Eylül hukukunun görünüşteki temsilcisi Milli Güvenlik Kurulu'dur. Milli Güvenlik Kurulu'nü, Koçları, TÜSİAD'ı, Sabancıları görmezden geleceksin, irticaya ve mafyaya karşı Ankara'ya sendikal haklar yürüyüşü yapacaksın. Başbakana, çalışma bakanına Denizli'deki Küçüker Tekstil işyerinin sahibinin Beşaret Küçüker'i şikayet edeceksin... Bunda devleti, sermayeyi rahatsız eden ne var? Bunca yol teptikten sonra sunulacak bu "makul" talepler karşısında hükümet "ilgileniriz" diyecektir. Bu kadarını desin artık. Hiçbir yaptırım gücü olmayan bu yürüyüş arkası gelmediği, iktidar perpektifi ile yapmadığı için unutulup gidecektir. MGK sendikacılığı sanıldığı kadar güçlü değildir. Kitle tabanı yoktur. Bu durum devrimci işçiler için avantajdır. İşçileri kazanmanın, kitle çalışması yapmanın yolu işçi Meclisleri'dir. Görevimiz İşçi Meclisleri'ni yaratmaktır.* ASYA'NIN -KAĞITTANYIKILDI MODEL ÇÖKTÜ YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ HALK İÇİN KURTULUŞ 42 EMPERYALİZM Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya... Türkiye'nin Geleceği Bölgenin Geleceğidir ürkiye'nin coğrafi konumu emperyalizm açısından şöyledir: Hazar petrolleri ve geniş pazar imkanları nedeniyle Kafkaslar, geçmişten beri bir türlü siyasi İstikrar ve tam bir denetim sağlayamadığı Ortadoğu, halkları birbirine kırdırdıktan sonra "barış"ı sağladım teraneleriyim paramparça ettiği ve kendine bağımlı hale getirmeye çalıştığı Balkanlar... arasında bir bölge. Buna bir de Doğu-Batı arasındaki uyuşturucu, karapara ve silah trafiğinin yoğunlaştığı bölge olması da eklenince, Türkiye tüm bu gelişmelerin yaşandığı bölgelerin kesişme noktasında, gelişmelerin odağında olan bir ülke konumundadır. Böyle bir ülke elbette ki emperyalizm açısından giderek daha da vazgeçilmez bir önem kazanacaktın T Türkiye bir yandan Avrupa Birliği'nden dışlanıyor gibi, aslında örneğin altı ay öncesinden pek farklı birşey yok. Öte yandan ABD'yle yeni stratejik anlaşmalar imzalanıyor. İsrail'le işbirliği, İslam ülkeleri'nin kınamalarına rağmen geliştiriliyor... Aynı günlerde devreye Rusya giriyor, anlaşmalar imzalanıyor... İç politikanın tartışmaları aynı yoğunlukta... Dokunulmazlıklar kaldırılıyor, kaldırılacak... Reformlar yapılıyor, yapılacak... Demokratikleşiyoruz, demokratikleşeceğiz... Kürt sorunu çözülüyor, çözülecek... "Yeniden yapılanma", "değişim" sözleri eksik olmuyor. Peki bunca yoğunluk neden? Aslında olan biten bir açıdan oligarşinin içinde bulunduğu krizin, diğer bir açıdan ise Türkiye'nin stratejik konumunun giderek önem kazanmasının sonuçlandır. Türkiye'nin coğrafi konumu emperyalizm açısından şöyledir: Hazar petrolleri ve geniş pazar imkanları nedeniyle Kafkaslar, geçmişten beri bir türlü siyasi istikrar ve tam bir denetim sağlayamadığı Ortadoğu, halkları birbirine kırdırdıktan sonra "barış"ı sağladım teraneleriyle paramparça ettiği ve kendine bağımlı hale getirmeye çalıştığı Balkanlar... arasında bir bölge. Buna bir de Doğu-Batı arasındaki uyuşturucu, karapara ve silah trafiğinin yoğunlaştığı bölge olması da eklenince, Türkiye tüm bu gelişmelerin yaşandığı bölgelerin kesişme noktasında, gelişmelerin odağında olan bir ülke konumundadır. Böyle bir ülke elbette ki emperyalizm açısından giderek daha da vazgeçilmez bir önem kazanacaktır. Madalyonun diğer yüzüne baktığımızda görülen halkların kaderi açısından da aynı stratejik önemi taşıdığıdır. Bunu söylemek hiç de abartılı değildir. Yani bölge açısından söylemek gerekirse; Türkiye ya emperyalizmin ya da halkların bölgedeki geleceğidir. Emperyalizm İstikrarlı Bir Türkiye İstiyor Emperyalizm bu gerçeği görüyor. Türkiye'nin yeni roller üstlenerek emperyalizmin bölgedeki yükünü çekmesini istiyor. Askeri, ekonomik ve siyasal açıdan, sağlam bir sıçrama tahtası olmasını istiyor. Emperyalizm, dünyayı büyük bir satranç tahtası ve sömürge ülkeleri de birer piyon taşı gibi görmekte, kendine bağımlı hale getirdiği ülkelere dünya hakimiyetini sürdürme oyununun hedeflerine göre misyonlar biçerek konumlandırmaya çalışmaktadır. NATO'nun genişletilmesi ve askeri güçlerin Avrupa'nın sırtından alınarak bölgelerdeki sömürgelere dağıtılması ve yeni cephelerin açılması da bu stratejinin bir parçasıdır. Emperyalizmin Türkiye'ye bir takım "yapısal değişiklikler" dayatması bölgede sorunsuz bir ülkeye duyduğu bu hayati ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Ancak gerek emperyalizmin dünya çapında yaşadığı ve bir türlü atlatamadığı bunalım, gerekse Türkiye'deki kriz ve oligarşinin bunu aşacak siyasal ve ekonomik güçten yoksun olması, emperyalizmin ülkemize ve bölgeye ilişkin politikalarının hayat bulmasını çoğu kez imkansız hale getiriyor. ABD emperyalizminin, sosyalist sistemin çökmesiyle birlikte geliştirdiği "Yeni Dünya Düzeni" aldatmacası aradan geçen kısa zamanda iflas etmiştir. Gerek ekonomik gerekse politik hesaplan bozulmuştur. Bunun örnekleri çok çarpıcı biçimde peşpeşe yaşanmaktadır. Emperyalist ideolog ve kalemşörlerin yere göğe sığdıramadıkları; Güney Kore, Arjantin, Meksika, Brezilya gibi ülkelerde uygulanan ekonomik programlar, sonunda ekonomik yükün tümüyle emekçi halkın sırtına yüklenmesi ve yoksulluğu, sefaleti artırmasının yanında, birkaç yıl içinde bu ülkelerde yeniden ve daha derin bir kriz yaratmıştır. Emperyalist ekonomi öylesine iç içe geçmiştir ki, kriz Asya'da bu ülkelerle sınırlı kalmayıp; tüm bölgeyi ve giderek emperyalizmin merkezlerini de sarmıştır. Denilebilir ki, bu defa emperyalizmin sömürge halkları hedef alan politikaları kendini vuran silaha dönüşmüştür. Emperyalizmin yaşadığı son borsa krizi bunun bir sonucudur. Yine de emperyalizm kimi "önlem"lerle bu politikalarını sürdürmeye mahkumdur. ABD emperyalizmi nasıl Asya için Güney Kore'yi üs olarak seçmişse ve bu ülke üzerinden tüm Asya'yı yönlendirmeye çalışıyorsa, benzer şekilde Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan ülkelerine yönelik politikalarını da ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden sürdürmeyi planlamaktadır. ABD"nin "evdeki hesabı" budur. Oysa Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve sosyal kriz, bu politikaların hayat bulmasının önündeki en büyük engeldir. Üstelik sürmekte olan sınıfsal ve ulusal bir savaş, bir halk hareketi vardır ve devrim korkusu emperyalizmin güvenini ciddi anlamda sarsmaktadır. Öyle ki Washington'da üretilen politikaları MGK ve TÜSİAD aracılığıyla uygulama çabası da bir türlü emperyalizmin istediği başarıya ulaşamamaktadır. MGK ve TÜSİAD'ın, Refahyol hükümetinin tasfiyesiyle aradaki tüm kurumları bir kenara iterek ülke yönetimine doğrudan yön verme politikası ve kurdurulan Mesut Yılmaz hükümeti de mevcut durumun içinden çıkılmasına çare olmamıştı r. Yılmaz hükümeti her geçen gün güçsüzlüğün ve çaresizliğin girdabında biraz daha boğulmakta, MGK ve TÜSİAD adeta bir parti misyonu üstlenerek bu çaresizliği aşmaya ve emperyalizmin direktiflerini uygulamaya çalışmaktadır. İçine düştükleri bu durumun en özlü ifadesi oligarşinin kurumlarının giderek çürümesi, işlevsizleşmesi, halk nezdinde hiçbir güvenilirliğinin kalmamasıdır. Gelişmeler göstermektedir ki, MGK ve TÜSİAD da, ülkemizdeki krizin ve FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ 43 EMPERYALİZM 20 Aralık 1997 yükselen devrimci mücadelenin karşısında diğer düzen partileriyle aynı akıbeti paylaşmaktan kurtulamayacaktır. Bu ikilinin yönetiminden bugüne kadar halkın yararına hiçbir sonuç çıkmadığı gibi bundan sonra da çıkmayacaktır. Halk dün nasıl adım adım düzen partilerinden ve parlamentodan umudunu kesmişse, onlar geniş iadelerin gözünde teşhir olmuşsa, aynı süreç MGK için de işleyecektir. Bu kaçınılmazdır. Giderek çaresizleşecek ve yalnızlaşacaklardır. Bu açmaz, düzenin daha kapsamlı ve derin bir yönetememe durumuna neden olacaktır. ABD: "Susurluk'u Yargılamak Sizin İşiniz Değil" Hemen hergün parlamentonun halkın temsilcilerinden oluştuğu vaaz edilmesine rağmen bu iddianın bugün hemen kimse için bir inandırıcılığı kalmamıştır. Herkes görmektedir ki, parlamentoda halkın ve ülkenin sorunları için tek bir çözüm üretilmemektedir. Aksine halkın tüm taleplerini yok sayan bir parlamentodur orası. Örneğin Susurluk'un üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine karşın tek bir adım atılmamaktadır. Atılacak muhtemel adımların da göz boyamaktan, dahası halkın vicdanında mahkum olmuş sorumluların aklanma çabasından başka bir anlam taşımayacağı çok açık görülmektedir. İşte Mehmet Ağar ve Sedat Bucak gibi katillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması süreci... Tüm halkın ibretle izlediği adeta kepazeliğe dönüşen bir süreç olmuştur. Mehmet Ağar dokunulmazlıklarının kaldırılması sürecinde devletin diğer kurumlarına meydan okuyan bir tarzda açıklamalar yapmış, Susurluk'un devletin tarihi olduğunu itiraf etmiştir. Yine Sedat Bucak da aynı paralelde tavırlarıyla yapılanların devlet adına ve devlet politikası olduğunu söylemekten geri durmamıştır. Pervasızlıklarından da anlaşılmaktadır ki, muhtemelen bu katiller yargıda "aklanacak" ve "kimsenin söyleyecek sözü kalmayacak"tır. Susurluk'ta ortaya çıkan pisliğin devletin kendisine ait olduğu bugün aşikar bir gerçektir. Bu gerçeği ne parlamentonun ne de diğer devlet kurumlarının aydınlatması beklenemez. ABD Savunma Bakanlığı'na ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne "Thinkthank" hizmeti sunan yani para karşılığı akü hocalığı yapan Washington Enstitüsü'nün Başkanı Makuwsk, Türkiye'den giden çeşitli partilerin milletvekillerinden oluşan heyete şunları söylemiştir: "Susurluk'u yargılamak sizin işiniz değil, Susurluk'u hiçbir siyasi parti yargılayamaz. Bu olay kendi mecrasında devam eder..." İşte gerçek bu kadar açıktır! Bu gerçek, halk tarafından görülmektedir. Halkın "Çeteler Halka Hesap Verecek" sloganını sahiplenmesinin altında bu gerçeği görmesi ve halkın adaletinin meşruluk kazanması vardır. Mesut Yılmaz Hükümeti Hiçbir Şey Yapmamıştır, Yapamaz MGK'nın müdahaleleriyle kurulan ve onun desteğiyle ayakta duran bu kukla hükümet "ne yaptınız" sorusuna laf gevelemekten başka bir cevap verememektedir. Her alanda "reform" paketi açıklamalarıyla halkı oyalamaya çalışan bu kukla hükümetin reform söylemleri de safsatadan ibarettir. "Reform" adıyla alınan kimi kararlar ise halkın ve ülkenin sorunlarını çözecek içerikte değildir. Aksine, açıklanan kimi "reform" paketleri göstermektedir ki, oligarşi yaşadığı krizi halkın sırtından aşmaya çalışmaktadır. Halktan fedakarlık istediklerini belirten açıklamaları bu gerçeğin utanmazlık derecesinde itirafıdır. Yapılan "reform"lara bir bakalım... Bu hükümetin "8 yıllık kesintisiz eğitim reformu" ile ortaya çıkan tablo bellidir. "Cumhuriyet tarihinin en büyük reformu" demagojisine sığınarak ardı arkası kesilmeyen zamlar başlatılmış, "reform"un faturası halka çıkarılmıştır. Bu ağır faturaya rağmen eğitim adına da değişen hiçbir şey yoktur. Keza vergi "reformu" da bundan farklı sonuçlar doğurmamıştır. Tekellere hiç bir yeni yükümlülük getirilmezken, yük küçük esnaf ve köylünün sırtına yıkılmıştır. AB Konferansı'na gidilirken alelacele hazırlanan "İnsan Hakları Genelgesi" ise tam bir fiyasko belgesidir. Söylenen şudur: "Bugüne kadar insan haklarını ihlal ediyorduk. Artık etmeyeceğiz(!)" Tüm hükümetlerin sırtında bir kambur olarak duran infazlar, kayıplar, katliamlar, işkencelerin hesabını Mesut Yılmaz hükümeti de verememekte, tüm bunlar yokmuş gibi davrarılmaktadır. Bunların sorumlularına sahip çıkılmaktadır. Son günlerde bu açıklamaların ardından halk düşmanları adeta atağa geçmiş, polisiyle, sivil faşistiyle halka saldırmaya başlamışlardır. Tüm bu "insan haklarını ihlal etmeyeceğiz" açıklamalarına rağmen görünen o ki, halka yönelik saldırılar, provokasyon çabalan artarak devam edecek, çetelere sahip çıkılarak güven verilmeye çalışılacaktır. MGK ve TÜSİAD, Susurluk kazasından bu yana kendilerini ortaya çıkan pisliğin dışında göstermeye çalışmıştır. Böyle bir görüntü verebilmek için "l dakika karanlık" eyleminin başlarında bir yandan Sabancı Center'de, diğer yandan Genelkurmay binasında ışıklar söndürülmüştür. Ama bunlar MGK'nın Susurluk"un tam göbeğinde olduğu gerçeğini gizleyememiştir. MGK Ne Yapmak istiyor? Onyıllardır halka uygulanan baskı ve zulüm politikaları devrimci mücadelenin gelişmesini engelleyememiştir. Bu gerçek başta MGK olmak üzere tüm egemenleri korkutmakta, gelişmelerin adım adım devrime gidişini görmekte ve kendi cephesinden önlemler almaya çalışmaktadır. Mesut Yılmaz'ın kaygısını "sistem çöker" diye dile getirmesi, MGK'nın "halk aşın uçlara savrulur" telaşı ve TÜSİAD'ın "felaket olur" feveranları bu korku ve kaygının ne kadar büyük olduğunun çarpıcı göstergeleridir. Bu gelişmeler karşısında MGK çaresizce ABD emperyalizminin talimatları doğrultusunda demokrasicilik oyununu şeriat-laiklik gibi yeni manevralarla geliştirerek çeşitli "muhalif" kesimleri; dolayısıyla halkı kendi çizdiği sınırlar içinde tutmayı hedeflemektedir. MGK solculuğu-sendikacılığı ve gazeteciliği bu politikaların bir parçası olarak gündeme getirilmekte ve düzen kendine bu yolla nefes boruları açmaya çalışmaktadır. Ancak öylesine bir çaresizlik ve aldatmaca yaşanıyor ki, bir yandan "basın özgürlüğü" tartışılırken bir yandan RTÜK Başkanı MGK toplantısına çağrılarak talimatlar bizzat birinci elden veriliyor ve RTÜK'te yapılan yeni düzenlemelerle "basın özgürlüğü" daha da sınırlandırılıyor. Devrimciler hayatın her alanında MGK'nın programını bozmaya, MGK ise kendi faşist politikalarını uygulamaya sokarak bu süreci aşmaya çalışmaktadır. Sürecin çarpışan iki temel politikası bunlardır. önümüzdeki süreç, halkın adalet, eşitlik, özgürlük taleplerinin daha fazla öne çıkacağı, MGK'nın da buna karşı, bu gelişmeyi engellemeye, ezmeye yönelik saldırılarının arttığı bir süreç olacaktır. MGK halkı kendi çizdiği sınırlar içindeki "muhalefet"e razı olmaya zorlayacaktır. Emperyalizmin çözüm için dayattığı "Güçlü Türkiye" talebi bugün için MGK ve TÜSİAD'a ihale edilmiştir. ABD emperyalizmi direktiflerinin uygulanışını neredeyse hergün Amerika'ya taşınan heyetler eliyle günü gününe denetlemektedir. Ancak bu iki kurum da emperyalizmin bu politikalarını uygulayabilme gücünden yoksundur. Türkiye halkları MGK ve TÜSİAD da dahil tüm düzen kurumlarından her gün daha da hızlanan bir biçimde kopmaktadırlar. Böyle bir süreçte, kitlelere gösterilecek tek hedef, devrimci enerjinin yoğunlaştırılacağı tek hedef, tüm sol güçlerin, tüm halk güçlerinin güçlerini birleştireceği tek hedef, HALKIN İKTİDARI hedefidir. Bunun dışındaki politika ve taktikler, doğrudan ya da dolaylı MGK politikalarının güç kazanmasına, emperyalizmin istikrarına hizmet edecektir. Devrim için elverişli koşulları oluşturan böylesi bir süreçte tüm gücümüzle halka gitmek, MGK ve TÜSİAD politikalarını daha fazla deşifre etmek, kitleleri her zeminde örgütleyip halkın hem kitlesel hem silahlı savaşını geliştirmek temel devrimci görevimizdir.* HALK İÇİN KURTULUŞ Türkiye halkları MGK ve TÜSİAD da dahil tüm düzen kurumlarından her gün daha da hızlanan bir biçimde kopmaktadırlar. Böyle bir süreçte, kitlelere gösterilecek tek hedef, devrimci enerjinin yoğunlaştırılacağı tek hedef, tüm sol güçlerin, tüm halk güçlerinin güçlerini birleştireceği tek hedef, HALKIN İKTİDARI hedefidir. Bunun dışındaki politika ve taktikler, doğrudan ya da dolaylı MGK politikalarının güç kazanmasına, emperyalizmin istikrarına hizmet edecektir. Devrim için elverişli koşulları oluşturan böylesi bir süreçte tüm gücümüzle halka gitmek, MGK ve TÜSİAD politikalarını daha fazla deşifre etmek, kitleleri her zeminde örgütleyip halkın hem kitlesel hem silahlı savaşını geliştirmek temel devrimci görevimizdir* YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ KURTULUŞ 44 ÖYKÜ ACEMİ (1) aklaşık dört-beş saattir yürüyüş halindeki gerillalar, Yönlerine çıkan bir yamacı tırmanmaya başladıklarında, tıpkı diğerleri gibi onun da rahat, hızlı, dinamik bir havası vardı. İlerleyen adımlarda yamaç, yeni savaşçı için nedense olduğundan fazla dikleşmeye başladı. Yokuş yukarı yürümeye devam ederlerken, "Bu yamacı aşmak da epey uzun sürdü" diye düşündü. Mola yerine daha çok var mıydı bilmiyordu ama, gözlerinden uyku akıyor, göz kapaklarını zor açıyordu. "Şu ayağımdaki zonklama da olmasa ayakta uyuyacağım herhalde" diye geçirdi içinden. Neyse ki, bazen ayağı bir kayaya ya da çalıya takılıyordu da kendine geliyordu. Sık ağaçlıklı bir alana girince komutan kollarım iki yana açıp, ellerini çırpıyormuş gibi yaparak işaret veriyor "Birbirinize yaklaşın, aradaki mesafeyi azaltın" işareti bu. Gerillalar aralarındaki mesafeyi hemen 1-1,5 metre kadar azaltıyorlar. Bu da kırların kendine has konuşma tarzı. Ortama o anda tam bir sessizlik hakim. Özellikle yürüyüş halindeyken tamamen sessiz kalmak zorunda gerillalar. Kimi zaman bir dala basmak bile sessizliği bozuyor olsa da, sessizlik bir kural. Yürüyüş sırasında nelere dikkat edileceği, konuşma yerine hangi işaretlerin kullanılacağı savaşçılar için silah kullanmayı öğrenmek kadar öncelik ve önem taşır. Evet, şu anda tam bir sessizlik ve karanlık hakim dağlarda. Ağaçların yapraklarına yavaş yavaş damlayan yağmurun dışında neredeyse tek bir ses yok. Sık ağaçların dallan arasında küçük parçacıklar halinde gözüken gökyüzünde yağmurun başlamasıyla yıldızlar da kayboluyor. Dikkatli olmalı, gözlerini şimdi dört açmalı gerillalar. Aksi halde hemen önlerinde yürüyen yoldaşlarını, bir ağacın arkasını döndüklerinde kaybetmeleri işten bile değil. Bu tür durumlarda, ne kadar yorgun ve uykusuz olurlarsa olsunlar, hızlı davranmak, hemen önlerindeki yoldaşlarını gözden kaybetmemek, mesafeyi fazla açmamak zorundalar. Komutan yoldaşları da farkındaydı yorgunluklarının. Bu yüzden biraz olsun azaltıyor yürüyüşün hızını. Birliğe katılan yeni savaşçı, önüne ve ardına bakıp gözlerini dikkatlice yürüyüş kolu üzerinde gezdiriyor. Önünde komutan, makineliyi kullanan ve yardımcısı olan yoldaşları var. Arkasında ise, sağlık ve komün işlerine bakan yoldaşları ve radyoyu sürekli dinleyen yoldaşları, komutan yardımcısı ile artçı olan yoldaşları... Diğerleri oldukça deneyim kazanmışlar. Yeni savaşçıya göre bir hayli de rahat görünüyorlar. Bazen, "Olduğum yere şimdi yığılıp kalacağım" diye düşünmüyor da değil yeni gelen, ama, böylesi anlarda diğer yoldaşlarına bakarak "Ha gayret" diyor kendi kendine... "Gayret, bu acemilik ve zorluk çektiğim günler de geçecek. Ben de yoldaşlarım gibi bu koşullara alışacağım." Bu arada yağmur biraz daha hızlanıyor. Yağmur uzun sürer de her yer çamur olursa yürümek daha da zorlaşacak. Nitekim, öyle de oluyor yavaş yavaş... Çamur ayaklarına yapıştıkça ağırlık yapıyor ve gerillalar ayaklarını daha fazla kaldırmak zorunda kalıyorlar. Tabi bu da daha fazla enerji ve yorgunluk demek. Yeni savaşçı, "Sanırım mola yerine yaklaştık" diye düşündüğünde, yamaç aşılmış, gerilerde kalmıştır. Bulundukları yere şöyle bir göz gezdirdiğinde, buranın her tarafa hakim olabilecekleri güvenlikli bir yer olduğunu anlıyor hemen. Komutanları, daha yürüyüşe başlamadan önce, mola verecekleri yerden bahsetmişti zaten. "Sözü edilen mola yeri burası olmalı" diye geçirdi içinden. Bulundukları tepede yarım bir daire çizerek, ağaçların arasında küçük bir kaya parçasının olduğu, boşluk bir alana geliyorlar. Tam bu sırada komutan, silahının dipçiğine birkaç kez vurarak mola işaretini veriyor. İşareti birbirlerine iletiyor ve daire şeklinde oldukları yere oturuyor gerillalar. Komutan yoldaşları, yapacakları işlerle ilgili savaşçıları görevleri başına yolluyor hemen. Makineli yardımcısı Tuncay abi, tepede, her yere hakim olabileceği bir kayanın yanında nöbete başlıyor. Yürüyüş sırasında artçı olan yoldaşları, birazdan ateş yakmak için lazım olacak kuru odun, çalı çırpı toplamaya gidiyor... Komüncü olan yoldaşları talimatı çoktan almış, ateş yakılacak yer ve diğer hazırlıklar için çalışmaya başlamıştır. Şimdi gerillalar, daireyi biraz daha daraltarak oturuyorlar. Bu sırada Komutandan izin alan yeni savaşçı Mete, botlarını çıkarıyor ve ayaklarına bakıyor. Ayağındaki su torbacıkları sertleşmiş ve yeni su torbacıkları oluşmuş. Sağlık işlerine bakan yoldaşları ayaklarıyla uğraştığını görünce, hemen yanına yaklaşıyor ve kısık bir sesle: - Su torbacıkları daha geçmedi değil mi? Dayan, daha bir ay oldu. İki-üç hafta sonra kurtulacaksın. Şimdi biraz zorlanıyorsun ama bir süre sonra su torbacıkları artık olmaz. Nasır gibi bir tabaka oluştuğunda ayaklarında, şaşırma. İşte o zaman, Orhan Veli'nin şiirindeki Süleyman Efendi gibi nasırdan çekmeyeceksin... Ömür boyu rahatlayacaksın, dedi. Komüncü yoldaşları bir yere çukur kazmış, üzerine taşlan yerleştiriyor, çevresini ise geniş bir şekilde dal ve çırpı ile kamufle ediyordu. Bunların tümü, ateşin çevreden görülmesinin engellenmesi içindi. Bu arada odun toplamaya giden yoldaşları da, bir kucak dolusu odunla çıkıp geliyorlar. Ateşin dumansız olması için kuru odunları seçiyor, dörtgen şekilde üst üste yerleştirip tutuşturuyorlar. Çay suyu da hemen konuluyor ateşin üzerine. Komüncü yoldaşları çantasındaki ekmeği, daimi katıkları olan peyniri eşit bir biçimde dağıtırken, diğer savaşçılar çay içmek için konserve kutusundan yapılmış ya da plastikten olan bardaklarını çıkarıyorlar. İçlerinden birinin sanki acelesi varmış gibi hızlı yiyor. Bu savaşçı, sağlıkçı olan Yücel adlı yoldaşları. Yücel yemeğini hızla bitirdikten sonra nöbeti Tuncay'dan devralmaya gidiyor. Tuncay abi birliğin eski savaşçılarından biri ve en yaşlıları sayılır. Her fırsatta deney ve tecrübelerini diğer savaşçılara aktaran, birliğe yeni katılan genç yoldaşlarına karşı oldukça titiz yaklaşan ve yardımcı olan biri. Tuncay abi, elindeki ekmeğin yarısını bölerek uzatıyor yeni savaşçıya: - Mete al, bu parça da senin payın. Sen gençsin, benden daha fazla ihtiyacın var. Hem insan dağlara geldiği ilk zamanlar doymak bilmez doğrusu. Temiz hava ve sürekli hareket insanın iştahını açtıkça açar. Yeni savaşçı, biraz da utanarak: - Abi gerek yok, hem sen böyle yaparsan az yemekle yetinmeye zor alışacağım. Doğru, kurt gibi acıkıyorum, ne kadar yersem doymuyorum. Ama midem bana değil, ben mideme boyun eğdireceğim, diyerek cevaplıyor Tuncay'ı. Bu arada Mete ve Tuncay abinin konuşmalarını dinleyen komutan yoldaşları da katılıyor sohbete; - Tuncay abi genç ve yeni yoldaşlarına hep böyle davranır. Bu alışkanlıklarını senin adını aldığın Mete Nezihi yoldaşımızdan aldı. Mete abi; 'Gençlerin daha fazla ihtiyacı var. Biz yaşlılar daha azla doyuyor, daha az uykuyla yetinebiliyoruz. Bu da yaşlılığın bize kazandırdığı avantaj' derdi. O'na kırk yaşında dağlara çıkmak nasip olmuştu, Mete yoldaşın adını almak da sana nasip oldu. Senden O'nun adına layık olmanı bekliyoruz, bunu bil. Bu sözler genç savaşçıya, üzerine düşen görev ve sorumlulukların ağırlığını daha fazla hissettiriyor. Aklına ilk gelen Ali Haydar'ın mezarı başında verdiği söz oluyor. "Gerilla olacağım, sizlerin yerini doldurmaya çalışacağım ve düşmandan döktüğü kanın hesabını mutlaka soracağım." Mete dalmış bunları düşünürken, Tuncay abi devam ediyor: - Bakıyorum daldın, ne oldu? Merak etme dağa gelen her yoldaşımız ilk bir-iki ay, en fazla üç ay birçok zorluk yaşar. Ama insanın vücudu öyle bir yapıya sahip ki, bulunduğu koşullara önce isyan ediyor, bir süre sonra da şaşılacak kadar çabuk uyum sağlıyor. Mesela, çıktığımız tepeyi aşarken her an gücünün tükendiğini düşündün değil mi? Nefes seslerin bana kadar geliyordu. Islık çalar gibi ses çıkarıyordun. 20 Aralık 1997 Ama kendim bırakmadın, o an gücüm tükendi diye kendini bırakırsan yığılır kalırsın. Her adımda, her kayayı aştığında zorlansan da gücünün tükenmediğini sen de gördün. - 'Abi, gözünden de, kulağından da birşey kaçmıyor' dedi Mete ve devam etti konuşmaya: - Halbuki ben hissettirmemek için ne kadar çaba harcadım. Ama bir türlü tepeyi tırmanırken nefesimi ayarlayamadım. Bir an bayılacağım sandım. Derin derin nefes alarak kendime, "Ha gayret, pes etmek yakışır mı sana?" dedim. Ben kıra gelmeden önce, sorumlu yoldaşın söyledikleri geldi aklıma: "Şehirlere alışıksın. Ancak kır koşullan buraya benzemez, birçok zorluğu vardır. Yarın gittiğinde ben yapamıyorum demek yok." Ama o kadar heyecanlı ve coşkuluydum ki, söylediği herşey bir kulağımdan girdi, diğer kulağımdan çıktı. Düşündüğüm tek şey, bir an önce dağlara gelmekti. Bu kadar zorluk çekeceğimi de düşünmemiştim. Komutan yoldaşı, çakmak çakmak gözleriyle gülümsedi Mete'ye. - Şehirlerden gelen yoldaşlarımızın hemen hepsi doğayla uyum sağlayana, koşullara alışana kadar zorluk çekerler. Mesela kendi bölgesinden gerillaya katılan yoldaşlarımızla sohbet ettiğinde, onların bu kadar zorlanmadığım görürsün. Onlar kır yaşamına alışık olduğundan avantajlıdır. Biz devrimciyiz, gerillayız, nerede olursak olalım zorluklarla karşı karşıya kalırız ve bu zorlukları irademizle ve yoldaşlarımızın yardımıyla aşarız. Bak Tuncay abine, kırkından sonra gerilla oldu. Komutan'ın bu sözü üzerine, Tuncay abiyle Komutan arasında tatlı bir şakalaşma başladı: - Bana laf atmadan olmuyor bu işler öyle değil mi?! Parti'den, kırk yaşından büyük birini birliğe göndermesini talep edeceğim. Bakalım ona da böyle takılacak mısın? - Eee, seni kızdırmak neşeli oluyor, ne yapalım! Şaka bir yana, bu şakalar da, bu ölçülerde eskidi aslında. Savaşımız halklaştıkça yaş sınırı da ortadan kalkıyor. Bakıyorsun onbeşinde genç, bakıyorsun kırkbeşinde yüreği genç bir yoldaş katılıyor savaşa. Komutan gözlerini kırklık delikanlıdan ayırıp, yeni savaşçıya, Mete'ye dönüyor. - Ne kadar kilo verdin Mete? Kemerini kaç delik geriye takıyorsun? Sürekli hareket halinde olduğumuz için ve tabii pek de yeterli, dengeli bir beslenme olanağımız olmadığı için ilk aylar çok hızlı kilo kaybedersin. Bu kilo kaybı kiminde, on kilodan fazla oluyor. Bir süre sonra ise kilo kaybı duruyor. Yani anlayacağın yağlarımızdan kurtuluyor, kaslı bir vücuda sahip oluyoruz. Sanırım sen de yağlarından kurtulmaya başladın, ne dersin?.. Mete düşünceye dalıyor... "Acaba doymadığımı, şehirlerdeki sıcak yemeği özlediğimi söylersem ne düşünürler? Ya da şerbet gibi çayı içmekte ne kadar zorlandığımı söylesem, içine şeker katmasalar olmaz FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ KİTAP 20 Aralık 1997 mı?..." Sonra, kafasındaki bu sorulardan kurtulmak istercesine, kemerinden kaç delik geri taktığını söyledi ve sustu... Komutan'ın da sohbeti daha fazla uzatmak istemediği her halinden belli... Diğer yoldaşlarına dönüyor: - Hava iyice aydınlandı yoldaşlar. Sis de kalktı, Nöbetçi arkadaşı değiştirelim ve nöbetçiyi ikiye çıkaralım. Nöbeti alacaklar kendilerini biliyor. Saat başı nöbet değişimi yapacağız. Haydi yatıp dinlenelim. Bu sözlerin hemen ardından komutan yardımcısı ve komüncü yoldaşları nöbete gidiyorlar. Bu sırada gerillalar, altlarına temiz bir çuval serip, iki kişi bir battaniye alıyor ve yatıyorlar. Mete, uzandığında her tarafının ağrıdığını hissediyor. Uyku gözlerinden akıyor, ancak genç savaşçı için yatmak bütün kemikleri ağrıdığından bir hayli zor oluyor. Aklından "Şimdi altımda yumuşak bir yatak olsaydı" diye geçiriyor. Ama bu düşünceyi hemen kovuyor. Çünkü onun yumuşak bir yatağa değil, kendini zor koşullara hazırlamaya ihtiyacı var... Bu düşüncelerle uykuya dalıyor. Bir süre sonra omuzuna bir elin dokunduğunu hissediyor genç savaşçı. Seslenen Tuncay abidir... "Hadi kalk, nöbete geç kalıyorsun" deyince Mete fırlıyor yattığı yerden. Utangaçça uzaklaşıyor Tuncay abinin yanından. Nöbet yerine elinden geldiğince hızlı ilerliyor. İçten içe de kızıyor kendisine... "Sanırım beni . uyandırmak için epey uğraştı"... Nöbet yerine geldiğinde, bu kez nöbeti devralacağı yoldaşıyla göz göze gelmekten kaçınıyor. Başını kaldırıp baktığında, Komutan'ının da kendisinden elli metre ötede, çaprazında nöbette olduğunu görüyor. Nöbeti devreden yoldaşı, giderken uyarıyor genç savaşçıyı: - Bir saat sonra tüm yoldaşları kaldıracaksın. Sakın fazla hareket etme, şu kayanın arkasında durursan iyi olur. Çevreyi de görebilirsin buradan. Komutan zaten düşmanın gelebileceği asıl yeri kontrol ediyor... O gidince, gözlerini elleriyle ovuşturarak uykusunu iyice dağıtmaya çalışıyor Mete. Yaşadığı her an bir geriye dönüşü, bir hesaplaşmayı devreye sokuyor adeta... "Şehirdeyken sekiz-dokuz saat uyku uyurdum ama yine zor kalkardım. Annem bazen 'yeter oğlum kalk artık' diye bağırınca, söylene söylene kalkardım. Ama şimdi öyle bir şansım da yok. Kendimi az uykuya alıştırmak zorundayım..." Zorluklarla her karşılaştığında şehirdeki rahat ortamın aklına geldiğini düşündü ve kızarak kendi kendine söz verdi: "Bir ay sonra, iki ay sonra ben de diğer yoldaşlarım gibi tam uykumun ortasında kalkıp nöbet tutacağım. Günde bir öğün ya da birkaç öğün yemediğimiz günler de olacak. Kendimi herşeyin daha fazlasına değil, azına alıştırmam gerekiyor..." * Sürecek Kitaplardan Yazarlardan Kitabın adı: Dizginsiz Bir Sabırla Sandinistler... Nikaragua... Yazarın adı: Tomas Borge Yayınevi: İletişim Yayınları ikaragua halkının kurtuluşu için yola çıkan bir grup öncü yanlışlar yapar, yenilgiler yaşar. Ama pes etmez. Hatalarından dersler çıkarır. Savaşa devam eder... Tomas Borge kitabında dizginsiz bir sabırla zafere koşan Nikaragua halkının bu zorlu mücadelesindeki deneyimleri aktarıyor. Nikaragua devrimini zafere taşıyan FSLN, Carlos Fonseca önderliğinde devrimci gençlik mücadelesi içinde doğup gelişti. FSLN kuruluşunu ilan ettiği zaman ulusal önder Sandino'nun bağımsızlık ülküsünü ve Küba devriminin silahlı mücadele çizgisini kendine temel almıştı. Bir grup savaşçı Küba'da askeri ve siyasi eğitim alıp ülkelerine döndükten sonra, emperyalizme ve Somoza'ya karşı öfkeleri, kurtuluş umutları ve silahlarıyla birlikte dağların yolunu tutarlar. Önce Coco Bocay, sonraki yıllarda ise Pancasan bölgelerinde yürütülen gerilla mücadelesi çetin ve zorlu geçer. FSLN savaşçıları kahramanlıkları ve inatçılıkları ile Nikaragua topraklarına Kurtuluş umudunun tohumlarını atarlar. FSLN savaşçıları ile çatışmaya giren Ulusal Muhafız Komutanları bile kurşunlarla bağırsakları dökülen ama ateş etmeyi sürdüren Sandinist savaşçıların kahramanlıkları karşısında şaşkınlıklarını ve saygılarını gizleyemezler: "Eşit olmayan bir savaş. Otomatik tüfekler ve el bombalarıyla silahlanmış taburlarca asker, küçük bir gerilla birliğini ablukaya almıştı. Kurşun yağmuru Sandinistlerin yetersiz çifte ve karabinalarıyla kendilerini savunmalarını engellemiyordu. Bir Ulusal Muhafız astsubayı, Pablo Ubeda'nın merhamet kurşunu onu kurtarana dek önüne dökülmüş bağırsaklarıyla ateş etmeyi sürdürdüğünü hayranlıkla anlatıyordu." 1963 yılında Bocay bölgesinde Ulusal Muhafızlara karşı süren gerilla savaşı askeri olarak yenilgiyle sonuçlanır. "Bu tasarımın uygulanmasında, 'gerilla' adlı bebek istila hastalığına tutulmuş olarak doğdu; gerillanın, düş gücümüz dışında içeride hiçbir desteği, öngörülenin aksine istila bölgesinde küçük bir altyapısı bile N yoktu." Sandinistler askeri olarak yenilirler ama bu yenilgiden önemli dersler çıkarırlar. Edindikleri dersler ve deneyimlerle devrimin yolunu açmaya çalışırlar: "Bocay'ın askeri bir gerileme olduğu biliniyor. Ama aynı zamanda büyük bir okuldu da. Bocay'ın ardından, 1963 sonunda, Sandinizm, Frente içerisinde istikrara kavuştu. Bu andan itibaren Frente kendini tamamiyle Sandinist olarak adlandırdı. (...) Bocay'dan çıkardığımız bir diğer sonuç da, silahlı hareketin diktayı devirmenin en önemli yolu olduğu ama tek yolu olmadığıydı. Çünkü hazırlıklarımızın tümünü silahlı eylemler yönünde yapar ve diğer mücadele türlerini dikkate almazsak tecrit, o zaman da bir tarikat haline gelme tehlikesine düşeriz. Bir başka deyişle; silahlı mücadeleyi, mücadelenin diğer türleri ile birleştirmeyi öğrenmeliyiz. (...) Ve nihayet, Somoza egemenliğini sırtımızdan atma savaşının ağır, uzun, çaba gerektirici ve güç olduğunu anladık, gerçekten de öyle oldu. (...) FSLN hayatta kalmayı başarmakla kalmadı, en önemli kurucusu doğru stratejik yanıtları bulup çıkardı, sürekli tekrarlanan başarısızlıkların umudunu kırmasına ve kısa vadeli başarı ve ilerlemelerin kendisini şımartmasına izin vermediği için bir tür pusulaya dönüştü. Korsanın haritasını izleyerek hazineye kolayca ulaşacağı hayaline de kapılmış değildi." Sandinist devrimciler şablonlar ve reçetelerden uzaklaşırken bir gerçeği, adeta yeniden öğrenirler: Bu, devrimin kitlelerin eseri olacağı gerçeğidir. Silahlı mücadele temel olmak üzere mücadele çok zengin yöntem ve biçimlerle zenginleştirilmeliydi. FSLN kadro ve savaşçılarıyla, silahlı, silahsız halk örgütlenmeleri ile kazanmak için güç olmak zorundaydı. Emperyalizmi ve Somoza diktatörlüğünü alt etmenin başka yolu olamazdı: "1970'ten sonraki, 'gizli' ya da 'sessiz' güç toplama dönemi olarak tarihe geçen yıllarda FSLN sürekli büyüdü. Halkı zafere götürecek adamlar dağlarda kendilerini yetiştirdiler... HALK İÇİN KURTULUŞ Çoğumuz küçük burjuva ailelerden geliyordu, üniversite öğrencisiydi ve dağlar bizim için dökme demirin içine atıldığı kap gibiydi. Kimlerin en iyi kadro olduğu gerçekte orada anlaşılıyordu. Carlos Fonseca kadroları en zor şartlar altında eğitmeyi kafasına koymuştu. Dağlar, herkesin direncini arttırıyordu. Guerillero'lar hakkında kitaplarda yazanlar başka, gerçekten bir Guerillero olmak başkaydı. Aynı zaman dilimi içerisinde şehirlerde, halk hareketinin önderliğini üstlenmeye başlayan gizli bir yapı oluştu. Çatışmalara ancak kaçınılmaz olduğunda katılıyorduk. Devrimci Öğrenci Birliği (FER) gibi ara örgütler kurduk, Hıristiyanlara yaklaştık, kadınları örgütlemeye başladık ve Sandinizmin fikirlerini daha iyi yaymaya başladık. Düşman artık bizim var olmadığımızı düşünüyordu." 1970 ile 1974 arasındaki sürede kitleler içindeki örgütlenmenin güçlenmesi ve Frente'nin dağlarda, şehirlerde ve kırlık alandaki örgütsel yapısının gelişmesiyle birlikte Sandinist savaş büyük bir atılım yapmıştı. FSLN meclisler, komiteler, milis örgütlenmeleri, cepheler vb. pek çok zengin biçim ve yöntemle halkı FSLN saflarında örgütlü ve silahlı bir güce dönüştürür. Geniş bir ittifak politikası ile tüm halk kesimlerini birleştirirken burjuvaziyi dahi saflaştırmayı başarırlar. FSLN bayrağı altında, parti olmadan "Cephe" ile devrimi kazanan Sandinistler, mücadele içerisinde pek çok değer ve gelenek yarattılar. Sandinistler yarattıkları bu değer ve gelenekleri sürdürürken Nikaragua halkı ile aralarında kopmaz bağlar oluşur. "O kadar çok kez öldük ki, göz kapaklarımızı ölümlerimizin anılarına kapalı tutuyoruz l ve rüyalarla milyonlarca yaramızı melhemledik, öyle ki, artık bize ölüm yok..." FSLN Temmuz 1979'da zaferi kazandı. Managua'ya girdiklerinde FSLN'nin kadroları topu topu 500 kişiydi. Ancak arkalarında örgütlü ve kendisini FSLN içinde gören kadın-erkek, genç-yaşlı, yüzbinlerce Nikaragualı vardı. Tomas Borge Nikaragua Sandinist Halk Devrimi sürecini baştan sona yaşayan ve hayatta kalan tek FSLN kurucusudur. Tomas Borge renkli üslubuyla FSLN kurucusu ve önderi Carlos Fonseca'yı, Nikaragua devrim tarihini anlattığı kitabında çocuklarıyla birlikte kendi devrimci dönüşümünü de anlatıyor. Pek çok konunun anlatıldığı kitap, Nikaragua devriminin zengin deneyim ve birikimlerini öğrenmek için yararlı olacaktır. * YENİ MARAŞLARA İZİN VERMEYECEĞİZ HALK İÇİN MİZAH KURTULUŞ 20 Aralık 1997 KÖYÜN BATAKLIĞINDAN Her Taklit, "Her kamyon kazasının ardından mutlaka gizli birşey çıkacak diye bir kural yok." • Murat Başesgioğlu (İçişleri Bakanı) "Çiller geleceğin tartışılmaz lideri. Türkiye'nin geleceği de Çiller'e bağlı." • Ufuk Söylemez Taklit "Sen beni kendinden saymıyorsan, senden olmamın adayı bile saymıyorsan, o zaman ben senle ne diye insan hakları konuşayım..." • İsmail Cem (Dışişleri Bakanı) "Benim ülkemde raflar dolu. Kamımız tok, sırtımız pek..." • Süleyman Demirel (Cumhurbaşkanı) Yunuslara, Şeyh Bedreddinlere gelmeyesiniz... Arap yarımadasından Vatikan'a kadar her yere uğrayabilirsiniz, aman sakın ülkemize ayak basmayasınız. Mazallah, yanılır Pir Sultanlara uzanırsanız, yanılır ülkemiz toprağına ayak basarsanız, sözünüz ayağınıza dolanır, eleştiriniz boğazınıza düğümlenir. Hadi eleştirisi olanlar konuşabilir...* DUYURULUR Duydunuz mu Gördünüz mü Bir söz vardır, mutlaka duymuşsunuzdur: "Osmanlı'da oyun çok!" Şu son sayımda neyin neden yapıldığı bir bir ortaya çıktıkça, gerçekten öyle imiş dememek elde değil. Bakın şimdi: "Anadiliniz nedir?" sorusunu sormuyor. Memleketteki Kürt, Laz, Arap, Çerkeş, Boşnak, Gürcü, Ermeni, "Türk olmayan" kim varsa resmen ve alenen YOK sayılmış olacak. Kürdistan'da sayılmayan yerler epeyce fazla. Alın işte, HADEP'in oylarının bir kısmını çalıverdi oligarşi. Özürlüsü sayılmadı, kadının mesleği sorulmadı. Ayıp ne varsa kolayca gizlenmiş oldu böylece. Diyarbakır'dan İstanbul'a büyük kentlerin kondularında da epeyce sayılmayan var... Sebebi hikmeti şu imiş: AB'ye girmeye çalışan -ki sayım öncesi durum o merkezdeydi- Türkiye, nüfusun büyük çoğunluğunun kondularda yaşadığını gizleyebildiği kadar gizlemek istemiş. Ora sayılmadı, bura sayılmadı. Eee, sonuç ne olacak, nüfus tabii düşük çıkacak. Nüfus düşük çıkınca ne olacak? Tabii ki o zaman kişi başına düşen milli gelir, otomatikman artmış olacak! Eh, bu da AB kapısında bir başka avantaj. Gördünüz mü Osmanlı'daki ince hesabı. *** 16 Aralık tarihli Sabah'taki haberi gördünüz mü? İşte bütün söylediklerimizi doğrulayıveriyor. "Meğer Daha Zenginmişiz!" başlığını kullanan Sabah, başlığın altında da şöyle yazıvermiş: "Devlet istatistik Enstitüsü ile Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye nüfusunu 64 milyon 266 bin olarak tahmin ediyor ve kişi başına düşen tüm hesapları bu tahmine göre yapıyordu. Ancak nüfus tahminden az çıktı, 62 milyon 606 bin... Böylece tüm veriler 'olumlu yönde' değişti. Kişi başına düşen milli gelir Tahmin 2 bin 999 dolar Gerçek 3 bin 074 dolar Doktor başına düşen hasta Tahmin 876 Gerçek 855" İşte haber böyle. Kanarsanız!* Grup Yorum, son Ankara konserinde ilahi söylemiş. Hani eleştirecek olanların dikkatinden kaçabilir diye bir duyuralım dedik. Hemen eleştiriye başlayabilirsiniz. Marx'ın "din afyondur" sözünden başlayıp klasikler arasında dolaşabilirsiniz. Aman sakın Pir Sultanlara, HAFTANIN BABASI Fransa'da yargılanan ve burjuva basının Çakal Carlos olarak tanıttığı İliç Ramirez Sançez'in babası Altagracia Ramirez Navaz, oğluyla her zaman gurur duyduğunu söyleyerek "Şimdi de gurur duyuyorum. Hayatının 20 yılını Filistin davasına adayan oğlum, bana göre terörist değil, bir devrimcidir" dedi. (16 Aralık, basından) övgüye değer bir babalık. Oğlunun çizgisi bir yana, emperyalist basının dünya kamuoyunda yıllarca yarattığı onca şartlanmadan, baskıdan sonra bile, oğlunu bir devrimci olarak adeta tüm dünyaya karşı savunmasını övgüye değer bulduk.* CAN GÜVENSİZLİĞİ İTİRAFI "Herkesin Hayatı Tehlikede - Susurluk Komisyonu Başkam Elkatmış, '14 bin küsur faili meçhul cinayet islenmiş. Hukuk devleti olduğumuzu iddia etmemize rağmen enteresan işler dönüyor. Bu ortamda herkes hayatından endişe duyabilir.' dedi." (Zaman, 13 Aralık)* KOYUN BEDDUASI Başbakanlık Aile Araştırma Kururnu'nun yaptırdığı son araştırmaya göre: Düşük gelirli ailelerin dörtte biri (25.29) 'aç kalmayacak kadar' besleniyor. Bu gruptaki ailelerin önemli bir kısmı, et, et ürünleri, süt, bal vb. gıda maddelerini sadece vitrinlerde seyrediyorlar. BİZE YEDİRMEYİP VİLLALARINDA LÜKSE, SEFAHATA BOĞULANLARIN BOĞAZINDA KALIR İNŞALLAH! Sağlık sorunlarında ne yaptıklarına ilişkin bir soruya, düşük gelirli ailelerin yüzde 40.15'i zorda kaldığı zaman doktora gideceği cevabını veriyor. Yüzde 11.11'i ise 'evde kendileri tedavi eder' şıkkını işaretliyor. Orta gelir grubundaki ailelerin yansı hemen doktora gideceğini ifade ederken, bu oran yüksek gelirli ailelerde yüzde 72'ye çıkıyor." (16 Aralık, Hürriyet) BİZİ HASTANE KAPILARINDA SÜRÜNDÜRÜP TIRNAĞI İÇİN AMERİKAYA GİDENLER, DOKTOR KAPISINA ULAŞAMAZLAR İNŞALLAH! Mesut Yılmaz: "Evet Sayın Başkanım, AB'ye rest çeker gibi davranacağız. Başka talimatlanızı da bekliyorum". FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ
Similar documents
adalet istiyoruz!
için de azgınca saldırır. Devrimcileri yıldırmak, halkı sindirmek ve gözdağı vermek için gözaltına alıyor, işkencelerden geçiriyor ve tutukluyor. Her gün yoksul gecekondu mahallelerine TOMA’larla,...
More informationİndir - Ozgurluk
ulaşmak için, Anadolu halklarını özgürleştirmek için 42 yıldır savaşıyoruz. (Devamı 3. sayfada)
More informationB Ü LTEN - TMMOB Makina Mühendisleri Odası
geldiğini söyledi ve dünyadaki bütün savaş karşıtlarının şu ana kadar haklı çıktığını ve bir kez daha haklı çıkacaklarını bu yüzden İncirlik Üssü’nün bir an önce kapatılması gerektiğini söyledi. KE...
More informationGencim, Özgürlükçüyüm, Ne İstiyorum?
yapılmamıştır. Kanımızca, araştırmanın sonunda elde edilen bulgulara bakarak tek bir cümleyle bir değerlendirme yapabılabilir. Buna göre, protestolara destek veren gençlerin özgürlükleri için bir d...
More informationDikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a
alamayız. Sıkça yapılan bir hata, Masonluk ve diğer gizli örgütler üzerine yapılan değerlendirmelerin emperyalizmden bağımsız bir temele oturtulmasıdır. Bu ise masonik çevrelerin Masonluk ile ilgil...
More information