Burhan Dergisi 44. Sayı

Transcription

Burhan Dergisi 44. Sayı
editör’den
Bazen insan bir kıssa duyar, okur o kıssa ile zihni fırtınaya tutulur.
Belki binlerce kitapla anlatılamayacak meseleyi çok hoş bir şekilde
özetleyen ve insanı “ilim” konusunda derinlere daldıran bir kıssa…
Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç
koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta
çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl
erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü teâlâyı tanımakta
bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
- Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
- Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
- Allahü teâlâ'yı ne ile biliyorsun?
- Bu koyunlarımla.
- Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
- Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek,
kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım
ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir
koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan,
Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece
bildim.
- Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
- Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
- Böyle olduğunu nasıl bildin?
- Yine bu koyunlardan.
- Nasıl?
- Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve
tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler,
ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse,
Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin
Mübârek:
- İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
- Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
- Peki başka ne öğrenmişsin?
- Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
- Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
- Gönül ilmi şudur ki, bana kalp verdi ve kendi mârifet ve
muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalp ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine
gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve
böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili
zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu
hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu
korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki,
bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece
O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise
bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
- Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu
öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
- Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah
rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok,
dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
Gerçek ilme ulaşabilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz…
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 44
Mayıs 2009
SAHİBİ
4 İKİ SAHÂBÎNİN İLME VE ÂLİME
46 RAHMET-İ İLAHİYYE
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
PENCERESİNDEN AHİRET
SARAYLARINA BİR BAKIŞ
BAKIŞLARI
Burhan Basın Yayın
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
8 İLMİN ÖLDÜRÜCÜ BİR SİLAHA
DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Kamil ABDULLAHOĞLU
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
50 Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
12 İLMİN VE ALİMİN ÜSTÜNLÜĞÜ...
YAYIN KURULU
Mehmet TALU
52 Kaza ve Kader
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Mustafa ÖZKAYA
Umut BULUT
18 BİLGİ, İMAN VE AKSİYON
Ersan BİLGİN
54 Katre-i Matem Kritiği
Umut BULUT
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
20 İLİM HAKKINDA KIRK HADİS
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
22 Modern Çağda Velayet Anlayışları – 2
Ahmet HALİLOĞLU
56 SONSUZLUĞUN SAHİBİNE
ULAŞMAK İSTEYEN YİĞİDO
Hasan BAŞAR
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
25 ÂLİM ÂMİLDİR
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
59 Şiir
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
26 Tebriz'den Doğan Güneş: Şemsi
Ahmet HALİLOĞLU
Tebrizî Hazretleri
Aydın BAŞAR
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Tel: +9 (0216) 498 94 00
28 RUFAİ YOLU VE SÜNNET
Faks: +9 (0216) 498 94 00
Salih AYDIN
Sultanbeyli / İST.
60 Cahar DUDAYEV...
65 Çeçen Milli Marşı
66 ALTMIŞ YAŞINDA BİR DELİKANLI
Ayşe BAĞCİVAN
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
32 Kalın Kabanlı Adam
www.burhandergisi.com
Halil ATİK
[email protected]
Öğrenmek (Hadis-i Şerif)
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
34 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN
SEÇMELER 25
Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
69 Efendimiz (sav)’in Dilinden İlim
70 BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
36 Nüzûl-i İsa Hadisleri
72 KUR’AN-I KERİM VE İLİM
Talha Hakan ALP
Ebul Hüda Sayyadi Er-Rifai Hz.
İki Sahâbînin İlme Ve Âlime Bakışları
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
İlmin Öldürücü Bir
Silaha Dönüştürülmesi
8
Kamil ABDULLAHOĞLU
İlmin Ve Alimin Üstünlüğü...
12
Mehmet TALU
Rufai Yolu Ve Sünnet
28
Salih AYDIN
Nüzûl-i İsa Hadisleri
36
Talha Hakan ALP
Katre-i Matem Kritiği
Umut BULUT
60
54
Cahar DUDAYEV...
Ahmet HALİLOĞLU
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
[email protected]
İKİ SAHÂBÎNİN
İLME VE ÂLİME
BAKIŞLARI
“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye
kadar Allah yolundadır.” ( Tirmizî, İlim 2)
Mayıs 2009
4
İslâm dîni, ilim öğrenmeyi, bilgi
sahibi olmayı ve cehâleti ortadan kaldırmayı hedefler. Kur’ân-ı Kerîm’in
“oku” emri ile başlaması ve pek çok
âyet-i kerîme ile onlarca hadîs-i şerîfte
ilmin teşvik edilmesi özellikle İslâm’ın
ilk asırlarında âdeta bir ilim ordusunun
teşekkülüne vesile oldu. Müslümanlar,
ilmi her şeyden önemli gördüler ve
âlimleri toplumun önderleri kıldılar.
Daha sonraki asırlarda, başta İslâmî
ilimler olmak üzere birçok ilim dalı ve
bilgi alanı geliştirdiler ve bunların ilk
kurucuları ve geliştiricileri oldular. Onları bu çalışmalara teşvik eden başta
inançları ve bu inancın kaynağı olan
Kur’ân ve Sünnet idi. Bakınız, bu iki
kaynak, ilim hakkında ne buyuruyor:
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bir âyeti kerîmede “(Ey Rasûlüm!) De ki: Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları
BAŞYAZI
hakkıyla düşünür.” (Zümer sûresi, 39/9) buyurarak ilmin
üstünlüğüne vurgu yapar ve insanları ilme teşvik eder. Bir
başka âyet-i kerîmede de: “Allah, içinizden îmân edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücâdele sûresi, 58/11) buyurarak îmân sahiplerine
ve ilim sahiplerine verdiği değere işâret eder. Hz. Peygamber efendimiz de konu ile alakalı olarak birkaç hadîsi şerifinde şöyle buyurur:
“Allah, hakkında hayır dilediği kimseye din konusunda büyük bir anlayış verir.” (Buhârî, İlim 10; Müslim, İmâre
175)
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Allah’ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda tüketen kimse ve
birde Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince
hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse”.(Bûhârî,
İlim–15; Müslim, Müsâfirîn 268)
“Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikr 39)
“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse,
evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” ( Tirmizî, İlim 2)
“Bir kimse ilim elde etmek arzusu ile bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır,
muhakkak melekler yaptığından hoşnut oldukları
için ilim öğrenmek isteyen kişinin üzerine kanatlarını
gererler, göklerde ve yerlerde bulunanlar, hatta suyun içindeki balıklar bile âlim kişiye Allah’tan mağfiret dilerler. Âlimin âbide karşı üstünlüğü ayın diğer
yıldızlara karşı üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki âlimler
peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve
gümüşü mîras bırakmazlar, sadece ilmi mîras bırakırlar. O mîrası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış
olur.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19)
Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmek için, zaman,
mekân, yaş kaydı koymamıştır. Beşikten mezara kadar
erkek ve kadın herkese ilim öğrenmeyi farz kılmıştır.
Yolculukta, savaş zamanlarında, ticâretle uğraşırken,
misâfirlikte, hâsılı akla gelebilecek her yerde ilim tahsil etmeyi emretmiştir. İhtisas isteyen işlerde, bir takım bilgilerle mücehhez olduktan sonra işe başlamayı tavsiye etmiştir.
Yüce dînimiz İslâm, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi
ibâdet olarak kabul etmiştir. İbâdete gösterilen ihtimâmın
5
Mayıs 2009
ilim öğrenirken ve öğretilirken de gösterilmesini istemiş,
âlimlerin kaleminden akan mürekkebin şehidlerin kanlarına bedel olduğunu; ilim tahsil ederken ölen bir kimse ile
peygamberler arasında Allah katında bir derece fark bulunduğunu bildirmiştir. Maddî bir menfaat karşılığı ilim öğrenmeyi ayıplamış, ilim öğrenmenin ve öğretmenin hasbî
olmasını istemiştir. İlim yolunda seyahati, merkezden
taşraya âlim gönderilmesini, toplum içinde belirli bir zümrenin devamlı ilimle meşgul olmasını, sık sık âlimlerin bir
araya gelerek meseleleri münâkaşa etmelerini, âlimlerin
gereksiz sorularla yorulmamasını istemiştir. İslâm, Mücerred bilgiye değil, yaşanan bilgiye önem vermiştir. Âlimin, hayatında tatbîk ettiği bilgileri başkalarına tavsiye
edebileceğini söylemiştir.
Şimdi, ilim konusunda, kendileri de âlim olan iki sahâbîye kulak verelim. Bunlardan biri Hz. Ali (r.a.), diğeri
de Hz. Muaz b. Cebel (r.a.) dir. Önce, Hz. Ali’yi dinliyoruz can kulağı ile: Küleyb b. Ziyad anlatıyor: “Ali b. Ebî
Tâlib (r.a.) elimden tutarak beni çöle doğru götürdü.
Çölde bir yerde oturduk. Biraz dinlendikten sonra
bana şunları söyledi: “Küleyb! Kalbler birer kabtır.
En iyi kab da içindekini dışına sızdırmayandır. Sana
söyleyeceklerimi iyi belle! İnsanlar üç gruptur. Birinci grup kudretli âlimlerdir. İkinci grup ilim öğrenerek kurtuluş yoluna gidenlerdir. Üçüncü grup ise
kör kütük câhil kalabalıklardır. Bunlar rüzgâr nereden
eserse oraya dönerler, ilim nûruyla aydınlanmamış
kimselerdir. Sağlam bir dayanakları da yoktur.
Küleyb! İlim maldan hayırlıdır, ilim seni korur,
malı ise sen korursun. İlim, âmel edildikçe artar. Mal
ise harcandıkça eksilir. Âlimi sevmek herkesin boynunun borcudur. İlim, âlime hayatında itibar kazandırır, ölümünden sonra da anılmasına vesile olur.
Malın sağladığı îtibar malla birlikle kaybolur. Nice
zenginler vardır ki hayatta iken ölürler. Âlimler ise
dünya durdukça hayattadırlar. Kendileri göçüp gitseler bile, eserleri ve isimleri gönüllerde yaşar. Ah!
Ah! -Eliyle göğsünü İşaret ederek- şuradaki ilmi kendilerine nakledebileceğim lâyık kimseleri bulabilsem! Bulmasına buldum ama emin kimseler değiller.
Onlar, dîni anlamaları için kendilerine verilen ilmi
dünya menfaatine kullanıyorlar. Allah'ın hüccetlerini, kitabının aleyhine, nimetlerini de kullarının aleyhine kullanıyorlar. Bazıları da ehl-i Hakkın tavsiyelerine uymuyorlar. Hak ve hakikatin nasıl diriltileceğini
de bilmiyorlar. Daha başlar başlamaz şüpheye düşüyorlar. Bu iki grupta da hayır yok, bir kısmı da yuları arzu ve iştihalarının eline teslim ediyorlar. Diğer
Mayıs 2009
6
İlim maldan
hayırlıdır, ilim seni
korur, malı ise sen
korursun. İlim, âmel
edildikçe artar. Mal
ise harcandıkça
eksilir. Âlimi sevmek
herkesin boynunun
borcudur.
bir kısmı da mal toplayıp biriktirmeye düşkünler. Bunlar din dâvetçileri olamazlar. Mer’ada
otlayan hayvanlara çok benzerler. Böylece âlimlerin ölümüyle ilim de ölür. Allah’ım böyle olmasın. Varlığını isbât eden delillerin, apaçık
âyetlerinin boş şeyler olduğu iddia edilmemesi
için yeryüzü âlimsiz kalmasın. Bunların sayıları çok azdır. Ama Allah katındaki değerleri çok
büyüktür. Yüce Allah, dînini bunlara müdâfaa ettirir. Bunlar da kendilerindeki emâneti lâyık
olanlara devrederler. Bu şuuru onların gönüllerine yerleştirirler. Dünya zevk ve sefasına dalanların böbürlendikleri yerlerde, onlar mülayim davranırlar. Câhillerin iltifat etmedikleri ilmi
dost kabul ederler. İlmin verdiği aşkla bedenleriyle dünyada yaşarlar, ruhları mana âlemindedir. İşte yeryüzünde Allah'ın halifeleri ve İslâm'ın
dâvetçileri bunlardır. Ahh! Keşke böylelerini görebilsem! Kendim ve senin için Allah'tan mağfiret dilerim.. İstersen kalkabilirsin.” (Kenzü’l-ummâl, V,
231)
Şimdi de Muaz b. Cebel'i dinliyoruz: “İlim öğrenin. Çünkü ilim Allah'a olan saygınızı artırır,
ilim talep etmek ibâdettir. Beraber çalışmak zikirdir. Araştırma yapmak cihaddır. Bilmeyenlere öğretmek sadakadır, ilmi lâyık olana ver-
mek kişiyi Allah'a yaklaştırır. Çünkü ilim helâl ve
haramın kıstaslarını verir. İlim, Cennet ehlinin
gideceği yolda kandil, yalnızlıkta dost, gurbette
arkadaş, tenhalarda yoldaş, sevinçli ve kederli
günlerde kılavuz, düşmana karşı silâh ve dostlar katında da bir meziyettir. Allah milletleri
ilimle yükseltir ve onları iyilikte, güzel şeylerde
önder yapar. Diğer milletler ilim sahibi olan milletlerin izinden yürürler, onların hareketlerini
taklit ederler, görüşlerine müracaat ederler. Melekler bile onlarla arkadaşlık yapmak isterler.
Kanatlarıyla onları okşarlar. Yaş kuru ne varsa,
hatta denizdeki balıklar, karadaki yırtıcı kuşlar
ve hayvanlar dahi onlar için istiğfar ederler.
Çünkü ilim cehâletten kararan kalpleri aydınlatır, Karanlık sebebi ile görmeyen gözlere kandil
olur. Kul ilim sayesinde dünyada da âhirette de
seçkin kimselerin ulaştıkları mertebelere en
yüksek derecelere ulaşır. İlme kafa yormak,
gündüzleri oruç tutmaya, ilmi müzakerelerde
bulunmak da geceleri ihya etmeye denktir. İnsanlar ilim vasıtasıyla akrabalık bağlarını koparmazlar. Helâl ve haram ilim sayesinde birbirinden ayırt edilir. İlim, çalışanlara yol gösterir.
Amel ilimden sonra gelir. Bahtiyar kimseler ilimden ilham alır. Bahtsızlar ise ondan mahrum
olurlar.” (et-Terğîb, I, 58)
7
Mayıs 2009
Kamil ABDULLAHOĞLU
İLMİN
ÖLDÜRÜCÜ
BİR SİLAHA
DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
Dünya tarihi pek çok katliamlara sahne olmuş ve olmaya
devam etmektedir. İnsan kadar
kendi nesline düşman olan başka
bir varlık görülmemektedir. Tarih
boyunca insan nesli hep kendini
savunmak yada karşıdakini yok
etmek için çaba sarfetmiş ve bu
yolda pek çok imkanlarını harcayarak silah üretmeye çalışmıştır. Ne
yazık ki günümüzde bilimsel çalışmalar insanlığın hizmetinden çok,
yine onu yok etmeye yönelik olarak
eski hızına hız katarak devam etmektedir. Bu insanlık adına korkutucu bir şey.
Ancak bundan daha korkutucu bir silah, İlahi ilmin asıl hedefinden saptırılmasıdır. Ehli kitap
olarak bilinen Yahudiler, Allah Teala’nın Musa (a.s.) gönderdiği Tevrat’ı tahrif etmeleri sonucunda hem
Mayıs 2009
8
kendileri sapmış hem de sonra
gelen nesillerin sapmasına sebep
olmuşlardır. Bunun sonucu olarak
da son ve hak din olan İslam’a
inanmalarına mani olmuşlardır.
Yine ehli kitap olan Hıristiyanlar da
incili tahrif ederek nesilleri aynı akıbete uğratmışlardır.
İlahi kaynaklı olan İslam dinini de tahrif etmek için tarih boyunca dahili ve harici müsteşrikler
de çok çalışmış, ancak Allah Azze
ve Celle’nin garantörlüğünde olması sebebiyle başarılı olamamışlardır. “O zikri (Kur’an’ı) biz
indirdik biz; ve O’nun koruyucusu da elbette biziz”1 Ayeti bu
hakikati ortaya koymakta ve tarihte
buna şahitlikte bulunmaktadır.
Kur’an’ı tahrif etmede başarılı olamayan güruh bu çirkin emel-
“Allah
o
adamı,
lerini Hz. Peygamber (s.a.v.)in söz, fiil ve
davranışlarından müteşekkil hadislerine
yönelmekte ve inananların saf ve temiz
inançlarını zedelemeye çalışmaktadırlar.
Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v.)e uymayı,
O’nu örnek alarak verdiği hükümlere rıza
göstermeyi emrediyor ve bunu imani bir vazife olarak kabul ediyor. “Hayır, Rabbine
andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da
verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla
kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”2
Bir başka ayette de: “Allah ve Resûlü bir
işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir
erkek ve kadına o işi kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah
ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”3 Bu ayette Allah ve
Resulü’nün tespit, tayin ve emrettiği bir
hüküm bulunduğunda Müminlerin artık
kendi isteklerine göre hareket etme ve bu
hükümden başkasını seçme diye bir özgürlüğünün bulunmadığı açıkça ifade edilmektedir.
kurmak
istedikleri tuzaktan korudu. Kötü
azap Firavun'un adamlarını sardı.
Onlar,
sabah
akşam
ateşe
sunulurlar. Kıyamet çattığı gün,
«Firavun'un adamlarını azabın en
ağırına sokun» denir.”4
Günümüz ilahiyat bilginlerinden bir
kısmı kabir hayatını reddetmekte ve kabirde meydana gelecek sualin olmadığını
savunmaktadırlar. Kabir hayatının varlığını
ve orada sualin hak olduğunu naslar doğrultusunda ehli sünnet alimleri kabul etmişlerdir.
Kabir hayatından bahseden bir ayette
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah o
adamı, kurmak istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun'un adamlarını
sardı. Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un
adamlarını azabın en ağırına sokun»
denir.”4 Cumhuru ulemaya göre burada
ateşin sunulması berzah yani kabir hayatında olacaktır. Mücahid, ikrime, Mukatil ve
Muhammed b. Kab gibi müfessirle bu ayetin dünyada (dünya küresi içerisinde bulunan)
kabir
azabının
varlığını
5
göstermektedir. Bu ayette, Firavun ve yandaşlarına ateşin sunulmasından bahsedili9
Mayıs 2009
yor. Eğer buradaki azap mahşer sonrası cehennem azabı olsaydı, bir sonraki ifadede “Kıyamet
çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» buyrulmasına neden ihtiyaç duyulsaydı ki.
Bir başka ayetten delil ise: Allah yolunda öldürülenlere «Ölüler» demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.6 “Allah
yolunda öldürülenleri ölü saymayın, bilakis
Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayan
kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjde etmek isterler.”7 Bu ayetleri izah eden bir hadiste Efendimiz
(s.a.v.) uhud şehitleri hakkında şöyle buyurmuştur:
“Uhud günü kardeşlerinize isabet eden (şehitlik
mertebesi neticesinde) Allah ruhlarını yeşil
kuşların içine koydu. Bu ruhlar cennet nehirlerine konar ve meyvelerinden yerler. Bu ruhlar
arşın altında altından kafeslere konarlar.”8
Kabir suali ile ilgili imam Buhari’nin rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuş-
"Seni kabir azabından
Allah korusun!" dedi. Aişe de
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a
kabir
azabından
sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Evet, kabir azabı haktır.
Onlar kabirde azap çekerler,
onların azabını hayvanlar işitir!" buyurdu. Hz. Aişe der ki:
"Bundan sonra Aleyhissalâtu
vesselâm'ı namaz kılıp da, namazında kabir azabından istiaze
etmediğini
hiç
11
görmedim."
Mayıs 2009
tur: “Kul kabrine konulup, yakınları da ondan
ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini
işitir- kendisine iki melek gelir. Onu oturtup:
"Muhammed aleyhissalâtu vesselâm denen
kimse hakkında ne diyordun?" diye sorarlar.
Mü'min kimse bu soruya: "Şehadet ederim ki,
O, Allah'ın kulu ve elçisidir!" diye cevap verir.
Ona:"Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı
cennette bir mekâna tebdil etti" denilir. (Adam
bakar) her ikisini de görür. Allah da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar. Eğer
ölen kâfir ve münafık ise (meleklerin sorusuna):
"(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!" diye cevap verir.
Kendisine: "Anlamadın ve uymadın!" denilir.
Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa
ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar
ki, onu (insan ve cinlerden ibaret olan) iki ağırlık dışında ona yakın olan bütün (kulak sahipleri) işitir." 9
Hani Mevla Osmân İbnu Affân radıyallahu
anh anlatıyor: "Hz. Osman radıyallahu anh, bir kabrin üzerinde durunca sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine: "Cenneti ve cehennemi
hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat kabri hatırlayınca ağlıyorsun!" dediler. Bunun üzerine: "Çünkü
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın şöyle söylediğini işittim:
"Kabir, ahiret menzillerinin birinci menzilidir. Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler
daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler bundan daha zordur, daha şediddir."
Hz. Osman devamla Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm'ın şu sözünü de nakletti:
"(Ahiret âleminden gördüğüm) manzaraların hiçbiri kabir kadar korkutucu ve ürkütücü
değildi!"
Rezin şu ziyadeyi kaydetti: "Hâni der ki:
"Hz. Osman radıyallahu anh'ın şu beyti inşad
ettiğini işittim:
"Eğer ondan necat buldunsa, büyük musibetten kurtuldun, Aksi halde senin kurtulacağını hayal etmem."10
10
Hz. Aişe radıyallahu anhâ'nın anlattığına
göre, bir yahudi kadın, yanına girdi. kabir azabından bahsederek: "Seni kabir azabından Allah korusun!" dedi. Aişe de Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm'a kabir azabından sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Evet, kabir azabı haktır. Onlar
kabirde azap çekerler, onların azabını hayvanlar
işitir!" buyurdu. Hz. Aişe der ki: "Bundan sonra
Aleyhissalâtu vesselâm'ı namaz kılıp da, namazında kabir azabından istiaze etmediğini hiç
görmedim."11
İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor:
"Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Sizden biri ölünce, kendisine akşam ve sabah
(cennet veya cehennemdeki) yeri arzedilir. Cennet ehlinden ise, (yeri) cennet ehlinin (yeridir),
ateş ehlinden ise (yeri) ateş ehlinin (yeridir).
Kendisine: "Allah seni Kıyamet günü diriltinceye kadar senin yerin işte budur!" denilir."12
ortaya koymaktadır.Ancak günümüzde dini hükümleri yıpratmak durumunda olanlar - bunların
bir kısmı kötü niyetli olmayabilir- sadece bu konu
hakkında olmayıp, kaderin varlığını reddedmek, reenkarnasyona (öldükten sonra ruhun başka bir bedende tekrar dünyaya geleceğine inananlar)
inanmak, dirilmenin bedenen değil ruhen olacağına
itikat etmek ve benzer düşünceleri televizyon kanallarında bu toplumun dini yapısını bozmaya yönelik olarak sunmaktadırlar. Kur’an Müslümanlığı
deyip Hz. Peygamber (s.a.v) i devreden çıkarmak
Kur’an’a aykırı davranmaktadır. Y.ne bu şahıslar
işin içinden çıkamadıkları zaman hadisleri kullanmaktan da geri durmuyorlar. Onların kullandıkları
hadisler sahih oluyor. İşlerine gelmeyen hadişler
ise onlara göre ya zayıf ya da Kur’an’a aykırı.
Böyle ilmi bir insaf olur mu. Allah bizleri bu gibi fitnelerden muhafaza eylesin Amin.
........................................................................................................
1 - Hicr, 15/9, 2 - Nisa, 4/65, 3 - Ahzab, 33/36, 4 - Mümin, 40/45,46, 5 - Kurtubi, elCami li Ahkami’ı-Kur’an, 15/318,319, 6 - Bakara, 2/154, 7 - Ali İmran, 3/169, 8 -
Bu manada sahih kaynaklarda pek çok hadis
zikredilmiştir. Bu hadisle kabir hayatının ve kabirde
sorulacak suallerin hak olduğunu açık ve net olarak
Ahmed, Müsned, Hd.No:2520, 9 - Buhari, Cenaiz, 68,87; Müslim, Cennet, 70; Ebu
Davud, Cenaiz, 78, 10 - Tirmizi, Zühd, 5, 11 - Buhari, Cenaiz, 89; Müslim, Mesacid,
123, 12 - Buhari, Cenaiz, 90; Müslim, Cennet, 65; Muvatta, Cenaiz, 47
11
Mayıs 2009
Mehmet TALU
İLMİN VE
ALİMİN
ÜSTÜNLÜĞÜ...
Aydınlık karanlığı, Hak batılı,
iman küfrü nasıl yok ediyorsa; bunun
gibi gerçek ilim de cehaleti öylece yok
eder. İlmin olduğu yerde cehalet mikropları barınamaz.
İşte bunun içindir ki yüce dinimiz
İslam, ilme ve ilim tahsiline büyük
önem vererek insanın ilim öğrenmesi
için gerekli bütün yolları açık tutmuştur. İlim öğrenmek için, zaman, mekân,
yaş sınırı koymamıştır. Erkek ve kadın
herkese beşikten mezara kadar ilim
öğrenmeyi farz kılmıştır. Kişinin hayatının her aşamasında ve her safhasında ilimden asla kopmamasını
istemiştir. Sevgili Peygamberimiz Hz.
Muhammed (S.A.V.) efendimize gelen
ilk vahiy:
“Oku! Yaradan Rabbi'nin
adıyla. O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir ki O,
kalemle yazı yazmayı öğretendir, insana bilmediğini O öğretti.”1 ayet-i
kerimeleridir.
Mayıs 2009
12
İlk insan ve ilk Peygamber
Hz.Adem (A.S.)dan günümüze kadar
insanlık tarihini incelediğimiz zaman
görürüz ki, meydana gelen felaketlerin
ve huzursuzlukların kaynağını genelde cehalet teşkil etmiştir. Cehalet,
karanlıkların en korkuncudur.
Cehalet insanı, insanlık meziyetlerinden uzaklaştırır. İnsanlık şeref ve
haysiyetini yok eder. ALLAH Teâlâ
şöyle buyuruyor:
“ALLAH Teâlâ, adaleti ayakta
tutarak delilleriyle şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh
yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de
bunu ikrar etmişlerdir. Evet mutlak
güç ve hikmet sahibi ALLAH Teâlâ'dan başka ilâh yoktur.”2
ALLAH Teâlâ, zatıyla başlıyor,
ikinci olarak melekleri, üçüncü sırada
da ilim sahiplerini zikrediyor. Şeref, üstünlük, değer ve asalet olarak bu, onlara yeter.
“…Eğer bilmiyorsanız, ehli zikir yani bilenlere sorun.”3
Ayet-i kerimede geçen “ehli zikir”den maksat
âlimlerdir. Bu emirden de anlaşılmaktadır ki: Müminler, bilmediklerini bilenlere sormakla mükelleftirler. Bilinmeyen hususlarda ehlül-hall vel-akd
ulemaya sormak farzdır. Ayrıca ayet-i kerime:
“Eğer bilmiyorsanız, ehli zikr'e sorup öğrenmeden,
bilmediğiniz şeyler üzerinde asla bir şey söylemeye
ve kendi kafanızdan karara varmaya kalkışmayın”
hükmünü de getirmektedir.
“Bu misalleri, insanlara anlatıyoruz; ama
onları alimlerden başkası düşünüp anlamaz.”4
“Hayır, o Kur’ân-ı Kerim, kendilerine ilim
verilenlerin sînelerinde yer eden apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr
eder.”5
“Kulları içinde ancak alimler, ALLAH Teâlâ'dan gereğince korkar, O'na saygı duyarlar.”6
Son ayet-i kerime, alimlerin, ALLAH Teâlâ'dan gereğince korkanlar olduklarını; ALLAH Teâlâ'dan gereği gibi korkanların da, halkın en hayırlısı
olduklarını ortaya koyuyor. Böylece, alimlerin, halkın en hayırlıları oldukları sonucu ortaya çıkıyor.
Son zamanlarda ilim çağı, ilim cemiyeti gibi tabirler
yaygınlık kazandı. İnsanlığın ortak otomasyon devrini de bırakıp ilim çağına geçtiği, geleceğin insanlığını ilim cemiyeti meydana getireceği
söylenmektedir.
Bütün bu ifadeler ilmin ehemmiyetini vurgulamaya yöneliktir. İlim her devirde insanlık için gerekli olmuş, ilimle mücehhez insanlar ve cemiyetler,
ilmen geri olanlara karşı dâima üstünlüklerini korumuşlardır. Eğer, insanlık tarihi, ilim mikyasıyla bir
taksime tabi tutulacak ve illa da bir ilim devrinden
bahsedilecekse, kanaatimizce bunu Kur’ân-ı Kerim
vahyi ile başlatmak gerekir. Beşeriyete “Oku!” diye
başlayan risaleti Muhammediye böyle bir devreyi
başlatmış:
“De ki! Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?”7
“ALLAH Teâlâ sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri yüksek derecelere erdirir.”8 gibi pek çok âyet-i kerimelerle ilmin yüceliğine
dikkat çekmiş, dünyayı isteyene de, âhireti isteyene de, hem dünya hem âhiret her ikisini de isteyene hep ilmin kazanılmasını tavsiye etmiştir.
Abdullah b. Abbas (R.A.): “Alimler, Mü’minlerden yüz derece üstedirler. İki derece arasında ise yüz yıllık mesafe vardır.”9 diyor.
Cehalet karanlığından kurtulmanın tek çaresi
ilim öğrenmektir. İlim öğrenmek dinimizde farz kılınmıştır. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“İlim öğrenmek her Müslüman kadın ve
erkek üzerine farzdır.”10 buyuruyor.
Bundan 14 asır evvel insanlığı cehalet karanlığından kurtaran işte bu ilahi düsturlardır. O
gün insanlık, İslam'ın eşsiz hükümlerini tatbik ederek yolunu aydınlatmış, huzur ve saadete ermiştir.
Bugün de, yarın da, insanlık cehalet karanlığından
ancak İslam'ın hükümlerini tatbik etmekle kurtulabilir. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Hikmetli söz, ilim Mü’minin yitiği, kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa almaya en
layık olan odur.”11Buyurdu.
Abdullah b. Mes’ud (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Yalnız iki kimse gıpta edilmeye layıktır.
Bunlar da: ALLAH Teâlâ'nın kendisine verdiği
malı, Hak uğrunda sarfeden, muhtaçlara dağıtan kimse ile, ALLAH Teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu ilim ve hikmetle hükmeden ve onu
halka öğreten kimsedir.”12 Buyurdu.
Abdurrahman b. Ebu Bekre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Ya alim, ya öğrenci yahud dinleyici veya
bu kimseleri seven olmaya bak. Sakın beşinci
olma, yoksa helak olursun.”13 buyurdu.
Hz. Muaviye (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“ALLAH Teâlâ, kimin hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh, ince kavrayışlı yapar.”14
Buyurdu.
Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar ALLAH Teâlâ’nın yolundadır.”15 Buyurdu.
13
Mayıs 2009
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bu hadis-i şeriflerinde ilim talebi için Mü’minleri seyahate çıkmaya teşvik buyurmaktadır. Bilhassa Resûlullah
(S.A.V.) efendimizin devrinin şartlarında seyahat
hem meşakkatli ve hem de hayatî tehlikeleri, riskleri olan bir iştir. Bu zahmet ve tehlikeleri, riskleri
göze aldıracak pek teşvik edici sebeplere, ikna
edici teşviklere ihtiyaç vardı. Hadis, tefsir, siyer,
tarih gibi rivayete dayanan ilimlerin gelişmesinde
seyahatler zaruri idi. İslam medeniyetinin planlayıcısı ve mimarı mesabesinde olan Resûlullah
(S.A.V.) efendimiz, bu çeşit teşvikleri çokça yapmış
ve böylece Sahâbe, Tâbiîn ve Etbâuttâbiîn ve müteakip İslam nesilleri seyahate gereken ehemmiyeti vererek İslamî ilimlerin derlenip yazılmasını ve
İslam medeniyetinin teşekkül ve terakkisini gerçekleştirmişlerdir.
İlim öğrenmek için gerektiğinde başka yerlere
gitmeli ve yol zahmetine katlanmalıdır. Kehf suresi
65-82 âyet-i kerimeleri arasında Hz. Musa (A.S.)ın
Hz.Hızır (A.S.) ile seyahat macerası hikaye edilir.
Özetle Hz. Musa A.S.), O’na:
“Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için
Mayıs 2009
sana tâbi olabilir miyim?”16 diyerek izin alır; deniz
aşırı bir seyahata çıkarlar, gemiye binerler, köylere
uğrarlar vs...
Ebu Derda (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sülûk
ederse ALLAH Teâlâ onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim
talibinden memnun olarak kanatlarını üzerlerine koyarlar. Göklerde ve yerde olanlar ve
hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı
gecede ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.
Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama
ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse,
bol bir nasib elde etmiştir.”17
Bu hadis-i şerif, Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ilmin fazileti hususunda beyan buyurduğu
mühim hadis-i şeriflerden birisidir. İçerisinde ilmi ve
âlimi faziletli kılan değişik hususlara yer verilmektedir:
14
* İlim için yola çıkana ALLAH Teâlâ cenneti
kolaylaştırmaktadır.
* Melekler, ilim tâlibine tâzim göstermektedir.
Meleklerin ve başkalarının, kendisi için dua edip
bağışlanmasını dilemekle, istiğfarla meşgul oldukları ve ayaklarının altına meleklerin kanatlarını serdikleri kimsenin rütbesi üstünde hiç bir rütbe yoktur.
Salih adamın veya salih olduğu sanılan kimsenin
duası için can atılırsa, meleklerin duası için nasıl
olur?
* Yer ve gökte mevcut bütün hayat sahipleri,
hatta denizlerde balıklara varıncaya kadar bütün
canlılar ilim tâlibine rahmet duası okumaktadırlar.
Çünkü ALLAH Teâlâ, balık ve diğer bütün hayvanlar hakkında onların faydaları, maslahatları ve rızıklarıyla ilgili ilmi, âlimlerin dillerine koydu. Böylece
hayvanlar hakkındaki haramlar, helaller nelerdir,
onlar açıklamaktadır. Hangi şeyler lehlerine ve faydalarınadır, hangi şeyler aleyhlerine ve zararlarınadır, insanlara âlimler bildirmekte, onlara iyilik
yapılmasını, zarar vermekten kaçınılmasını vs. hep
âlimler tavsiye etmekte, öğretmektedir. Buna binâen ALLAH Teâlâ, ulemânın bu hizmetlerine bir
karşılık olarak istiğfar etmelerini hayvanlara ilham
etmiş olmaktadır.
* İlim ibadetten fevkalâde üstündür, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Resûlullah (S.A.V.) efendimizin âlimi aya, âbidi de yıldıza benzetmesinde
şu incelik var: İbadetin kemal ve nuru âbidden başkasına geçmez, hep kendinde kalır, halbuki âlimin
nuru başkasına geçer.
* Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Şeref,
övünç ve değer olarak bu derece ve bu rütbe insana yeter. Zira Peygamberlik rütbesi üstünde hiçbir rütbe yoktur. Dolayısıyla bu rütbenin varisinin
şerefi üstünde de hiçbir şeref yoktur.
Hadis-i şerifte peygamberlerin dirhem ve
dinar bırakmayacakları belirtilmiştir. Bunlarla dünyanın fâni olan her şeyi ifâde edilmiştir. Zira dirhem,
“gümüş”; dinâr da “altın” para demektir. Bu iki şey
bir değer birimi olmaları haysiyetiyle bütün dünyalıkları temsîl ederler. Bunların zikredilmesi diğerlerini sayıp dökmeye ihtiyaç bırakmaz. Resûller bu
fâni dünyalıklardan ancak zaruret miktarında almışlar ve ölümlerinde de paylaşılacak herhangi bir
maddi miras bırakmamışlardır, tâ ki insanlar, onların tevarüs edilebilecek dünyalık peşinde oldukları
vehmine kapılmasınlar.
* İlim elde eden, dünyada elde edilebilecek
nasiblerin en ziyadesini elde etmiştir. Resûllullah
(S.A.V.) efendimiz, ilmî bir nasîbin fevkalâde bir bereket, dünyalıkla ölçülemeyecek kadar ziyade bir
hayır olduğunu belirtmekte ve bu bolluğa erişmek
isteyenleri teşvîk etmiş bulunmaktadır.
Bu hadis-i şerifte beyan edilen fazîlete, ancak
farzları ve müekked sünnetleri yerine getiren ilim
tâlibi ve âlimler mazhar olacaktır. Dünyevî maksadlarla ilim yapanlar mazhar olamayacaktır.
Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ilme olan bu
övgülerini dünyaya ve tekniğe bakan ilim açısından
ele alsak dahi doğruluğunu te'yidden kendimizi alamayız: Yeni bir teknik, yeni bir ilaç, yeni bir formül
gibi, ma'lûma ilave edilen yeni bir ilmî keşif sahiplerine, hem ferd ve hem de millet olarak şerefler ve
üstünlükler kazandırmaktadır. Bugün “Nobel kazananlar”; “süperler”; “zengin ve ileri memleketler”
hep ilimde öncülüğü elinde tutan fertler ve milletlerdir.
Resûlullah (S.A.V.) efendimizin ondört asır
önce söylenmiş bu hadis-i şerifleri bile tek başına
bir mucize ve nübüvvetinin hak olduğuna bir delil
olmaktadır.
Ebu Ümâme (R.A.) den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz; yanında biri
abid yani ibadet edici, diğeri alim iki kişiden bahsedilince şöyle buyurdu:
“Alimin âbide üstünlüğü, benim sizin en
aşağınıza üstünlüğüm gibidir.”18
Âlimin şerefçe âbide üstünlüğü, Resûlullah
(S.A.V.) efendimizin şerefce en âmi bir sahâbîye
üstünlüğüne benzetilmiştir. Burada Resûlullah
(S.A.V.) efendimiz, ilmin faziletini beyanda, mübâlağa üslübuna yer vermiştir. Zira, “...benim, en âlanıza üstünlüğüm gibidir.” buyurmuş olsaydı, bu
ifade de ilmin fazilet ve şerefini belirtmede kâfi idi.
Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bir kimse bir müminden dünya sıkıntılarından bir sıkıntı giderirse; ALLAH Teâlâ ondan
ahiret sıkıntılarından bir sıkıntı giderir. Bir
kimse başı sıkılana kolaylık gösterirse, ALLAH
Teâlâ ona dünya ve ahirette kolaylık verir. Ve bir
kimse bir Müslümanın aybını örtbas ederse,
ALLAH Teâlâ da dünya ve ahirette onun aybını,
günahını örtbas eder. Kul din kardeşinin yardımında oldukça, ALLAH Teâlâ da kulun yardımındadır. Ve her kim bir yol tutarak, o yolda ilim
ararsa, bu sebeple ALLAH Teâlâ ona cennete
götüren bir yol müyesser kılar. Bir kavim
15
Mayıs 2009
ALLAH Teâlâ'nın evlerinden bir evde toplanarak kitabullahı okurlar ve onu aralarında müzakere ederlerse; üzerlerine sekinet iner. ALLAH
Teâlâ'nın rahmeti onları kaplar. Melekler de etraflarını kuşatırlar. ALLAH Teâlâ onları kendi
nezdindekilere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.”19
Bu hadis-i şerif, bir çok hadis-i şerifte ayrı
ayrı ele alınıp övülen güzel ahlâklardan en mühimlerini topluca zikredip faziletini beirtmekte ve
onlara teşvikte bulunmaktadır. Mü’minlerin, iman
kardeşlerine maddî manevî yardımları, ilgileri, nasihatları, kusurlarını örtüp gıybetlerini etmemeleri,
ilim taleb etmeleri gibi hem ferdî yönden, hem de
içtimâî yönden fevkalâde mühim neticeler meydana getirecek olan faziletler topluca mevzu bahis
edilmiştir. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, bütün ilimleri,
kaideleri ve âdâbı bir araya toplayan mühim bir
hadis-i şeriftir.
Hadis-i şerifin en son cümlesinde: “Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.”
buyrulmuştur. Bunun ma'nâsı: Kimin ameli eksikse,
o amel sahibi kimselerin mertebesine ulaşamaz.
Hiç kimse, manevî mertebeleri katetmede nesebinin şerefine, ecdadının faziletine umut bağlamamalıdır. Yakınlarına güvenip amelde ihmâle yer
vermemelidir, demektir. Hz. Osman (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle
buyurdu:
“Kıyamet günü üç zümre şefaat eder: Peygamberler, sonra alimler sonra da şehidler.”20
Abdullah b. Ebi Evfâ (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
21
“Alimin uykusu ibadet, nefesi tesbihtir.”
buyurdu.
Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
Bu zikrettiklerimizle açığa çıkıyor ki, ALLAH
Teâlâ için, ilimle meşgul olmak; namaz oruç, tesbih, dua ve benzeri bedeni nafile ibadetlerden daha
üstündür. Çünkü ilmin faydası, sahibiyle birlikte
diğer insanları da kapsar. Oysa bedeni nafile ibadetler, sahibine mahsusturlar. Çünkü ilim, kendisi
dışındaki ibadetleri düzelticidir. Dolayısıyla ibadetler, ilme muhtaçtırlar, ona bağlıdırlar. Ama ilim onlara bağlı değildir. Zira alimler, peygamberlerin
varisleridirler. Bu mirasçılık rütbesi, diğer ibadet
edenler için değildir. Çünkü alime, ilimde itaat
etmek, başkalarının görevidir. Zira ilmin eseri, sahibinin ölümünden sonra baki kalır. Onun dışındaki
nafile ibadetler, sahibinin ölümüyle kesilivermektedirler. Ve yine ilmin baki kalmasında, dinin diriltilmesi ve dinin yüce değerlerinin korunması vardır.
İlmin ve alimlerin faziletiyle ilgili bütün bu söylenenler, ancak ve ancak, ilimle ALLAH Teâlâ'nın
hoşnutluğunu ve Naim cennetlerinde ALLAH Teâlâ'ya yakın olmayı amaçlayan müttakî, erdemli, ilmiyle amil eden alimler hakkındadır. Yoksa kötü
niyetle, soysuz bir düşünceyle yönelen veya bağlılarının ve öğrencilerinin çokluğuyla başkalarından
üstün çıkmak, mal ve makam gibi dünyevi maksatlar için ilim taleb eden kimselerle asla ilgili değildir. Ka’b b. Malik (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Her kim, ilmi onun çokluğuyla alimlere
galip gelmek veya cahillerle boş tartışmalara
girmek veya onun sayesinde insanları kendisine yöneltmek amacıyla taleb ederse ALLAH
Teâlâ, onu cehenneme sokar.”24
Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Kim ki, ALLAH Teâlâ'dan başkası için ilim
tahsil eder ve onunla, ALLAH Teâlâ'nın hoşnutluğundan başka bir şeyi dilerse, cehennemdeki
yerine hazırlansın.”25
Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Kim alime ikramda bulunursa yetmiş
peygambere ikram etmiş gibidir. Kim de öğrenciye ikram ederse, adeta yetmiş şehide ikramda
bulunmuş olur.”22
“Her kim, kendisi ile ALLAH Teâlâ’nın rızası kazanılan bir ilmi, sırf dünyalık bir maksada ulaşmak için tahsil ederse, kıyamet günü
cennetin kokusunu koklayamaz.”26
Yine bu hususta Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
Ehlullahın büyüklerinden olan Fuzayl b. Iyaz
(R.A.) şöyle demiştir: “Eğer ilim sahibi olanlar, kendilerini değerli tutup, vakarlı olup dinlerinden taviz
vermeselerdi, ilmi yüceltip muhafaza etselerdi ve
onu ALLAH Teâlâ'nın indirdiği şekilde uygulayarak
“Kim alimin arkasında namaz kılarsa,
sanki Peygamberin arkasında kılmıştır.”23
Mayıs 2009
16
insanlara ulaştırsalardı; muhakkak ki zorba hükümdarların boyunları onların karşısında eğilirdi.
İnsanlar da onları dinleyip onlara uyardı. Hem
İslam hem de Müslümanlar aziz, yüce ve güçlü
olurdu.
lara ve bütün insanlara öğretip onların da yaşamalarını temin edelim.
Fakat onlar yani ilim sahibi olanlar kendi değerlerini düşürdüler. Dünyalıkları iyi durumda olduğu sürece dinlerinden noksanlaştırılan şeyleri
arayıp sormadılar. Dinlerinden verilen tavizlere aldırış etmediler. İnsanların ellerindeki nimetlere nail
olabilmek için ilimlerini onlara, onların arzuları doğrultusunda harcadılar. Böyle olunca değerleri
düşüp insanların gözünde de küçülmüş oldular.”
..........................................................................
Unutmayalım ki ilimden nasip alamayan bir
insan, ruhsuz bir ceset gibidir. İlmin girmediği kalp
ve kafa, harap olmuş bir binaya benzer.
1 Alâk Sûresi: 1-5, 2 Al-i İmran Sûresi: 18, 3 Nahl Sûresi: 43, 4 Ankebüt Sûresi: 43,
5 Ankebût Sûresi: 49, 6 Fatır Sûresi: 28, 7 Zümer Sûresi: 18, 8 Mücadele Sûresi: 11,
9 İmam-ı Gazali, İhya, 1/10, 10 İbn-i Mace, Mukaddime: 17, 11 Tirmizi, İlim: İlm 19,
No:2688; İbn-i Mace, Zühd: 15, 12 Buhari, İlim: 15, Zekat: 5, Ahkam: 3, İ'tisam: 13;
Müslim, Müsafirun: 268; İbn-i Mace, Zühd; 22, 13 Taberani, el-Mu'cemü's-Sagir; No:
773, 1/292, 14 Buhari, İlim: 13, Humus: 7, İ’isam: 10; Müslim, İmare: 175, Zekat: 98;
Tirmizi, İlim: 4; İbn-i Mace, Mukaddime: 17; Darimi, Mukaddime: 24, Rikak: l; Muvatta, Kader: 8; A.b. Hanbel, 1/306, 2/234, 15 Tirmizî, İlim 2, No:2649; İbn-i Mâce, Mu-
Öyleyse ömür sermayemizi iyi değerlendirelim. Bir sel gibi alıp giden zamanımızı boşa harcamayalım. Bilelim ki ömrümüz, sayılı günlerden
ibarettir. İnsana en büyük meziyetleri kazandıran,
insanı cehalet karanlıklarından kurtaran, insana olgunluk bahşeden, içinde ALLAH Teâlâ ve Resûlünün rızası bulunan ilimleri tahsil edelim.
Öğrendiğimiz faydalı ilimleri nefsimizde yaşayalım.
Eşimize, çocuklarımıza, yakınlarımıza, Müslüman-
kaddime: 17, No:227, 16 Kehf Sûresi: 66, 17 Ebu Dâvud, İlim: 1, No:3641; Tirmizî,
İlim: 19, No:2683; İbn-i Mâce, Mukaddime: 17, No:223, 18 Tirmizi, İlim: 19, No: 2686;
İbn-i Mace, Mukaddime: 17; Darimi, Mukaddime: 29, 19 Müslim, Zikir: 38, Ebû Davud,
Vitr: 14; Tirmizi, Kıraat: 12; İbn-i Mace, Mukaddime: 17, 20 İbni Mace, Zühd: 37, No:
4313, 2/1443; Beyhekî, Şuabu'l-İman, No: 1707, 2/265, 21 Deylemi, Firdevs, No:6731,
4/247, 22 Deylemi, Firdevs, No: 5805, 3/576, 23 Askalani, Diraye fi tahric-i ehadisilHidaye, 1/168, 24 Tirmizi, İlim: 6, No: 2654, 5/28, 25 Tirmizi, İlim: 6, No: 2655, 5/28,
26 Ebu Davud, İlim: 12, No: 3664, 3/317
17
Mayıs 2009
Ersan BİLGİN
BİLGİ,
İMAN VE
AKSİYON
iman
- “Müslümanlara da ilme önem
edenlerle ilim ehli olanların de-
vermelerini tavsiye ediyorum. İlim
recelerini yükseltir.” (Mücadele,11)
gelecekte
- “Allah,
içinizden
bizim
düşmanımıza
karşı zafer elde etmekte kullana- “De ki: İşte benim yolum
cağımız silahımız olacak. Ceha-
budur. Ben, bana tabi olanlarla
letle zafer elde edemeyiz. Dini,
birlikte (insanları) Allah’a basi-
dünyayı ve ahireti kuşatacak bir
retle davet ediyorum.” (Yusuf,108)
ilimle ancak zafer elde edebiliriz.”
Şehid Şeyh Ahmet Yasin
- “Cenab-ı Allah’ın insanlara
imandan sonra en büyük nimeti
imanın emrindeki akıldır. Akıl in-
“VASIFLI İNSANIN 6
ÖZELLİĞİ VARDIR:
sanların düşünme ve araştırma
kabiliyetinin vesilesidir. Akıl, insanların hidayet, feraset ve dirayet sa-
1. İman “İnanıyorsanız mutlaka en üstünsünüz.”
hibi olmalarının vesilesidir.”
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
Mayıs 2009
18
2. Bilgi: a) Genel kültür b)
Lisan c) El Becerisi d) Mesleki Uzmanlık
e) Akademik Kariyer f) Vizyon ve Ufuk
3. Çalışkan Olmak
4. Disiplin
5. Fedakarlık
6. Uyum” (Şehid Adnan Demirtürk)
“…Düşünenin görevi; insanından
kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşad. Gerçek sanat ayırmaz, birleştirir.”
(Cemil Meriç, Mağaradakiler, s.325)
“Aydın olmak için önce insan olmak
lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer.
Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan; uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin
bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar, s.453)
“… Tefekkür vuzuhla başlar, KURTULUŞ ŞUURLA.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar, s.287)
“Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının
alınyazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları
hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk.
Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı…Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu
lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?” (Cemil
Meriç, Mağaradakiler, s.323)
“Aydının Görevi, Karanlıkları Aydınlatmak…, Gerçek Entelektüel, Önce Ülkesinin
Haklarını, Düşman Bir Dünyaya Haykırmakla Görevlidir…” (Cemil Meriç)
“Düşünce Adamı Tarihe Angajedir; Kucağında Yaşadığı Topluma Angajedir. Düşünce Adamı Bir Devrin Şuuru Olmak
zorundadır. Bir Başka Vazifesi: Bütün Hakikatleri Yoklamak, Bütün Yalanların Maskesini
Yırtmak,
Kalabalığa
Doğruyu
Göstermek. Bazen Yangın Kulesindeki Nöbetçi Olacaktır, Bazen Engine Açılan Geminin Klavuzu…” (Cemil Meriç, Mağaradakiler, S.295)
“Her Toplum Bir Kitaba Dayanır. Ramayana, Neşideler Neşidesi Veya Kur’an.
Senin Kitabın Hangisi?” (Cemil Meriç)
‘Oku yaratan Rabbi’nin adıyla, Rabbin adına, insanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin Sonsuz
Kerem Sahibidir, [insana] kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten!’ (Alak,1-5)
İlk yapılması gereken, O’nu, o en
büyük ve en mükemmel eseri okumak... İnsanı okumak… Kainatı okumak… Hayat
rehberimiz Kitabımız’ı okumak… “Oku” emrini verenin emrettiği gibi okumak... Tefekkür
ede ede okumak, derinlerde duya duya okumak... Bir okumak, beş düşünmek belki....
Sonra dönüp yine okumak. Ürpermek
bazen. Hitap edenin yakınlığını hissedip
dehşete kapılmak bazen. Ya da bırakmak
kendini, O’nun şefkatine teslimiyetle... Okumak! Onu anlamaya, kavramaya ömrünün
yetmeyeceğini bile bile okumak... Bir ömür
okumak.
‘Ey iman edenler! İman edin!’ Bu hitabı
duyup-hissedip de hakkıyla iman etmek için
okumak... Ne yapacağını bilmez bir halde
kıvranırken derman bulmak için okumak...
Nankörler, hainler güruhuna dahil olmamak
için okumak.... Okumak, okumak! Hayatı yaşamak ve anlamak için okumak. Ölümü
beklemek için okumak!”
Ve bir ömür boyu Allah’ın adıyla ve
Allah için Okumak, Anlamak ve Yaşamak…
19
Mayıs 2009
İL İM H AKKINDA KIRK HADİS
“Âlimin abid üzerine üstünlüğü, benim en basitiniz üzerine
üstünlüğüm gibidir. Muhakkak ki
Allah'u Teala hazretleri, melekleri, gökyüzü ehli, denizdeki balıklara, deliğindeki karıncaya
kadar olan yeryüzü ehli, insanlara hayrı öğretene mağfiret duasında bulunurlar.” (Tirmizi)
“Tek bir fakih, şeytana karşı
bin abiden daha yamandır.” (Tirmizi)
“Dinde fakih olan ne güzel
adamdır. Kendisine muhtaç olununca faydalı olur. Kendisine ihtiyaç olmayınca ilmini arttırır.”
(Rezin)
“Her kim ilim öğrenmek için
bir yola girerse, Allah’ta onu cennete giden yollardan birine dâhil
eder, muhakkak ki melekler ilim talibinden razı olarak kanatlarını (onların) üzerlerine koyarlar. (İlim
talibine yardım ederler) semavat
ehli, yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin abid üzerine üstünlüğü
dolunaylı bir gecedeki ayın, yıldızlar üzerine üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir.
Elbette ki peygamberler miras olarak dinar (altın para) dirhem
(gümüş para) bırakmazlar. Ancak
ilmi miras olarak bırakırlar. Kim de
o ilmi elde ederse en büyük payı
(mirası) elde etmiştir.” (Ebu Davud)
“Allah kim için hayır murad
ederse onu dinde fakih kılar.” (Buhari)
“Kim ilim taleb etmek için yola
çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizi)
rahmet kaplar. Allah onları yanındaki meleklere över.” (Müslim)
“İlim öğrenin çünkü Allah
için ilim öğrenmek, Allah’tan
korkmayı sağlar. İlmi taleb etmek
ibadet, müzakeresi tesbih, onu
tahsil ise cihattır. Onu bilmeyenlere öğretmek sadaka, onu ehli
olana vermekte Allah’a yakınlıktır. Zira ilim helal ve haramın yollarını gösteren bir işaret, cennet
ehlinin yollarındaki kandillerdir.
O yalnızlıkta dost, gurbette yoldaş, tenhada arkadaş, bolluk ve
darlıkta ziynettir. Allah ilimle bir
takım kavimler yükseltir, onları
devamlı iyiliklerde önder yapar.
Bu toplumların eserleri anlatılır,
yaptıklarına uyulur, görüşlerine
başvurulur. Melekler onların sohbetlerine rağbet eder ve onları
kanatlarıyla okşar. Onlar için her
yaş, kuru denizdeki balıklar ve
diğer canlılar, karadaki yırtıcılar
ve diğer hayvanlar Allah’tan bağışlanmalarını isterler.
Çünkü ilim kalpleri cehaletten
kurtararak onlara hayat verir, gözleri karanlıklardan kurtaran kendilerdir. Kişi ilim sebebiyle en hayırlı
insanların mertebelerine, dünya ve
ahrette en yüksek derecelere ulaşır. İlim için düşünmek oruç sevabına denktir. İlim öğretmek ise
geceyi ibadetle geçirmeye denktir.
İlimle yakınlara ulaşılıp alaka kurulur. Onunla helal, haramlardan ayrılır. İlim amelin önderi olup, amel
onun arkasından onu takib eder.
İlim mutlu kişilere verilir. Günahkarlarda ondan mahrum olur.” (Tergib-Terhib)
“Kim ilim talep ederse, bu
onun geçmişteki günahlarına
keffaret olur.” (Tirmizi)
“Kimin eceli ilim öğrenirken gelirse, o kimse peygamberler arasında yalnız nübüvvet
derecesi eksik olduğu halde Allah’a kavuşur.” (Tabarani)
“Bir kavim Allah’ın evlerinden
bir evde toplanıp Allah’ın kitabını
okuyup aralarında birbirlerine anlatırlarsa, melekler onları kuşatırlar.
Onların üzerine huzur iner. Onları
“Kim ilim öğrenmek ister ve
öğrenirse, Allah ona sevaptan iki
hisse verir. Kim de ilim öğrenmek
isterde onu elde edemezse Allah’ta
ona ecirden bir hisse verir.” (Tabarani)
Mayıs 2009
20
“Kıyamet günü insanların
en çok pişman olanı o kimsedir
ki dünyada iken kendisine ilim
talep etmek mümkün oldu da
talep etmedi ve yine o kimsedir
ki ilim öğrendi fakat o ilimden
onu dinleyen faydalandı, kendisi
faydalanmadı.” (İbni Asakir)
“İlim islam'ın hayatı, imanın
direğidir. Kim ilim öğretirse Allah
ona tam ecir verir. Kim de ilim öğrenirde onunla amel ederse, Allah
c.c. ona bilmediklerini öğretir.” (Ebu
Şeyh)
“İlim öğrenin, ilim için oturaklı ve vakarlı olmayı da öğreniniz. İlmi kimden öğreniyorsanız
ona tevazu gösteriniz.” (Tabarani)
“İlim çeşidinden istediğinizi
öğrenin, fakat Allah’a yemin olsun
ki, amel edinceye kadar hiçbir ecir
almazsınız.” (Ebul Hasen)
“İlim talebinde yarışınız,
doğru kimseden öğrenilen bir
hadis dünya ve onun üzerinde
bulunan altın ve gümüşten daha
hayırlıdır.” (Rafi)
“İlim talep etmek Allah katında bilgisizce namaz kılmaktan,
oruçtan, hacdan ve Allah yolundaki
cihattan daha faziletlidir.” (Deylemi)
“Her kim Allah için ilim
talep ederse, Allah onun rızkını
hiç ummadığı yerden kefil olur.”
(Suyuti)
“Ancak iki kişiye gıpta edilir.
Allah’ın kendisine mal verip, hak
yolda harcamaya muvaffak kıldığı
kişi ile Allah’ın kendisine ilim verip
de onunla amel eden ve onu başkalarına öğreten kimse.” (Buhari)
“İnsan ölünce amellerinin
sevabı kesilir, ancak şu üç amelinin sevabı devam eder. Verdiği
sadaka-i cariye (yol, çeşme, cami
v.b.) kendisiyle faydalanılan ilim,
kendisine dua eden Salih evlat”
(Müslim)
“Kim ilim öğretirse o kişiye öğrettiği ilimle amel edenlerin sevabı
kadar sevap verilir. Amel edenlerin
sevabından da hiçbir şey eksilmez.”
“Âlim ile abid diriltilir. Abide
‘cennete gir’ denilir. Âlime de insanların edebini güzelleştirdiğinden
dolayı onlara şefaat etmek için
bekle denilir.” (Beyhaki)
“Cennet bahçelerine uğradığınızda meyvelerini toplayın
(istifade edin).
- Cennet bahçeleri nelerdir? Ya
Rasulallah dediler.
- İlim meclisleridir, buyurdu.
(Tabarani)
Lokman Hekim oğluna şöyle
dedi:
- Ey oğulcağızım! Âlimlerin
toplantılarına katıl, hikmet sahibi
kişilerin konuşmalarını dinle,
çünkü Allah ölü toprağı yağmur
sularıyla dirilttiği gibi, ölü kalbide hikmet nuruyla diriltir.” (Tabarani)
“Rasulullah'a (s.a.v.) Ya Rasulallah! Hangi arkadaşlarımız
daha iyidir? Diye soruldu. O da:
- Görülmesi size Allah’ı hatırlatan, konuşması bilginizi arttıran,
yaptığı amel size ahreti hatırlatan
kimselerdir.” (Tergib-Terhib)
“Kim âlimlere öğünmek, cahillerle mücadele etmek ve insanların teveccühünü kazanmak
için ilim öğrenirse Allah c.c. onu
cehenneme koyar.” (İbni Mace)
“Size cömertlerin en cömerdini haber vereyim mi? Allah c.c.
cömertlerin en cömerdidir. Ben
âdemoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra en cömert olan kişi ilim
öğrenip de ilmini yayan kişidir. Bu
kişi kıyamet gününde tek bir ümmet
olarak diriltilir. Bundan sonra en cö-
mert olan Allah yolunda cihad
edipte öldürülen kimsedir.” (Beyhaki)
kendini yakıp ta, insanları aydınlatan kan dilin misaline benzer.”
(Tabarani)
“İlim öğrenip de onu öğretmeyenin misali, altın, gümüş biriktirip de onun zekât ve
sadakasını vermeyen kimse gibidir.” (Tabarani)
“Kim Allah rızasından başka
gaye için ilim öğrenirse veya ilmiyle
Allah rızasının gayrisini murad
ederse (dünya menfaatini) cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Tirmizi)
“Ey Allah’ım, menfaat vermeyen ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten, kabul
olunmayan duadan sana sığınırım.” (Müslim)
“Kıyamet gününde bir adam
getirilerek cehenneme atılır. Bağırsakları dışarı çıkar. Adam eşeğin
değirmen etrafında döndüğü gibi
bağırsakları etrafında döner. Cehennem ehli onun başına toplanıp
ey filan senin bu halin nedir? Sen
bize dünyada iken iyiliği emredip
kötülükten de nehyetmemişmiydin?
Evet, ben size iyiliği yapın derdim,
kendim yapmazdım. Kötülükten
nehyederdim, kendim yapardım,
der.” (Buhari)
“İsra gecesinde dudakları
ateşten makaslarla kesilen insanlara rastladım. Bunlar kimlerdir ya Cebrail? Diye sordum.
Cebrail: (a.s) “Bunlar yapmadıkları şeyleri söyleyen ümmetinin
hatipleridir” dedi. (Buhari)
“Kıyamet gününde kul şu dört
şeyden sorulmadıkça mahşer yerinden ayrılamaz.
1- Ömrünü nerede tüketti?
2- Gençliğini nerede geçirdi?
3- Malını nereden kazandı, nereye harcadı?
4- İlmiyle nasıl amel işledi?” (Beyhaki)
“İnsanlara hayrı öğretip
kendini unutan kim-senin misali
21
“Kıyamet gününde insanların
en şiddetli azaba uğrayanı ilmi kendisine menfaat vermeyen âlimdir.”
(Beyhaki)
“İşler üçe ayrılır. Birincisi,
doğru olduğu sence bilinen şeylerdir. Bunlara tabi ol.(yap) İkincisi, yanlış olduğu sana aşikâr
olan şeyler. Bunlardan sakın.
Üçüncüsü, doğru ya da yanlış olduğu belli olmayanlar. Bunları da
bir bilene sor.” (Tabarani)
“Allah’u Teala ilmi kullarından
söküp almakla almaz. Bilakis ilmi
âlimlerin ruhunu kabzetmekle alır,
ta ki hiçbir âlim kalmaz. Bu durumda insanlar cahil kimseleri reisler edinirler. O cahillere soru
sorarlar. Onlardan ilimsiz olarak
fetva verirler. Kendileri de saparlar,
insanları da saptırırlar.” (Buhari)
“Allah rızası için öğrenilmesi gereken ilimlerden birini,
dünya malını elde etmek için öğrenen kimse, kıyamet gününde
cennetin kokusunu duyamaz.”
(Ebu Davud)
“Müminin bir meseleyi öğrenmesi bir sene ibadet etmesinden,
İsmail (a.s.)’ın evlatlarından bir köleyi azad etmesinden daha hayırlıdır. İlim taleb eden kişi, kocasına
itaat eden kadın, ana babasına iyilik eden bir evlat, hesapsız olarak,
Peygamberlerle beraber cennete
girecektir.”
“İnsanlar iki zümredir. Öğrenen ve öğreten. Diğerlerinde
hayır yoktur.” (Tabarani)
“Ya ilmi öğreten âlim ol veya
öğrenici veya dinleyici veya bu üç
kimseyi sevici ol. Bunların haricince
beşinci bir kişi olma.” (Ramuz)
Mayıs 2009
Ahmet HALİLOĞLU
Modern
Çağda
Velayet
Anlayışları - 2
Avrupa’da başlayan reform hareketlerinin en önemli amili akıldır. Avrupalılar; kendi kitabını tahrif etmekten
çekinmeyen kilisenin; engizisyon
başta olmak üzere saçma işlerine
karşı çıkarken eleştirilerinin kaynağını
ve dayanağını insan aklı oluşturuyordu. Batı’da aklın ön plana çıkarılması bir nebze makul karşılanabilir.
Çünkü ortada tahrif edilmiş bir metin
var. Halbuki İslam Aleminde tahrif edilmemiş – Allah tarafından korunanKuran var ve en önemlisi de yalnızca
Müslümanlara özgü olan Hadis ilmi ve
nakil geleneği var. İslam Dini’nde nakil
geleneğini (mütevatir ve sahih hadisler de dahil olmak üzere) reddeden
akılcı anlayış maalesef Batı’nın kilisesine yaptığını İslam Aleminde tasavvuf
(zühd/ilm-i ledün/irfan mekteplerine)
yapmaya çalışmaktadır. Batı’da kilisenin sahte bir mistizmden başka bir serMayıs 2009
22
mayesi yoktur. Ancak bizatihi Kuran;
ortaya koyduğu ve inkarı küfr mucibi
olan isra (Efendimizin gece Mekke’den Kudüse gitmesi), enbiyanın
mucizeleri, salihlerin kerameti, melekler, arş, yedi kat sema, kürsi, levh,
kalm gibi aklın tahayyül bile edemeyeceği fizik ötesi alemlerin ve hadiselerin varlığını ortaya koyar. Sahte bir
mistizm de aklın devreye girmesi belki
bir nebze makul karşılansa da bizatihi
Kuran’ın tasvir ettiği fizik ötesi alemlerin/hadiselerin olduğu bir buudda aklın
devreye girmesi makul görülemez.
HIZIR (AS)
HAYATTA MIDIR ?
Aklın; (Efendimiz, Ashab-ı Kiram
ve Tabiin başta olmak üzere ulemadan) naklin önüne geçirilmesi ile bir-
likte en çok müzakere edilen hususlardan birisi de
Kehf Suresi 60-82 ayetlerinde anlatılan Musa as
ile beraber yolculuk yapan salih kul meselesi üzerinedir. Filhakika salih kulun ismi Kuran’da açıkça
geçmese de hadis-i şerifler de Hızır ismi şerifi zikrolunmuştur.1 Filhakika geçmişte bazı alimler Hızır
as’ın hayatta olmadığını söylemişlerse de; nakli
esas alan alimlerin çoğunluğu ve zühdü hayatlarının merkezine koyan mutasavvıfların tamamı Hızır
as’ın hayatta olduğunda ittifak etmişlerdir. Hızır
as’’ın hayatta olmadığını söyleyen eski (nakil) alimlerinin neden böyle düşündüklerini asrımızın manevi güneşlerinden Üstad Said Nursi tabaka-i
hayatın beş mertebe olduğunu izah ettikten sonra
: “İkinci tabaka-i hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâmın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir.
Yani, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler.
Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyet
değillerdir. Bazen, istedikleri vakit bizim gibi yerler,
içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür
derecesinde, ehl-i şuhud ve keşif olan evliyanın
Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve ispat eder”2 demektedir. Hızır as.’ın hayatının
insanların hayatı gibi olmadığını ve ruhanilere karışmış bir hayat olduğunu ikinci bin yılın müceddidi
İmam-ı Rabbani de zikretmektedir.3
Said Nursi merhum Hızır as’ın hayatta olmadığını söyleyen geçmiş alimlerin hayat mertebelerini anlamadıklarını söylemektedir. Ancak
günümüzde Hızır as’ın hayatta olmadığını iddia
edenler ise bu tür bir anlayıştan ziyade akıllarına
dayanmaktadırlar. Akılları almadığı; İslam’a ve
irfan mektebine materyalist/maddeci bir yaklaşımla
yaklaşıldığı için Hızır As’ın hayatını kabul etmemeleri mazur görülemez.
Hızır as’ın hayatta olmadığını iddia eden eski
nakil alimlerinin en önemli istinadı “Yüz yıl başında,
yeryüzünde, (şu anda yaşayan) hiçbir canlı insân
kalmayacaktır” hadis-i şerifidir. Ancak bu hadis-i
şerif – Allahül alem- Said Nursi merhumun zikrettiği gibi birinci hayat tabakasındakiler için – yani beşeriyet levazımatıyla sınırlı olan bizim gibi insanlar
içindir. Hızır as’ın hayatta olmadığına delil getirilen
hadis tüm hayat mertebeleri için geçerli olsaydı o
zaman Hz. İsa as’ın da ölmüş olması gerekliydi.
23
Mayıs 2009
Halbuki İsa as’ın hayatta olduğu ve ahir zamanda
bedeniyle nüzul edeceği hususu İslam Alimlerine
göre mütevatirdir.4 Mütevatir hadisleri inkar etmenin hükmünün ne olduğunu söylemek izahtan varestedir. Bu noktada İbn-i Hacer Askalani’nin
müstakil bir eser yazarak; Hızır as’ın hayatı meselesini incelediğini ve her iki tarafın görüşlerini ele
aldığını söylemeden geçmek olmaz. İbn-i Hacer-i
Askalani (rahimehullah)’nin tespitine göre nakil
alimlerin çoğunluğu Hızır as’ın hayatta olduğunu
zikretmektedir. İmam Nevevî "Tehzîb ül-Esma ve'lLugat" isimli kitabında bazı hadîslere dayanarak
Hazret-i Hızır'ın ölmediğini ve kıyamete kadar yaşayacağını beyân ediyor.
Günümüzde Hızır as’ın yaşamadığını/ölmüş olduğunu iddia edenlerin büyük çoğunluğunun geçmiş
nakil alimleri gibi hadislerden ictihad ederek bu sonuca ulaşmadıklarını; temel delillerinin akıl eksenli
düşünce olduğunu vurgulamak zorundayız.
de kabul etmek durumundayız ki işin doğrusu da
budur. “Allah müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla birlikte Allah size
gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (ve gaybı ona bildirir).”
(Âl-i İmran, 179)”
ayetinden de anlaşılacağı üzere Allah
dilediği kuluna (meleklere,peygamberlere ve Salihlere) bildirmektedir ki bu meseleye yazı dizimizin ilerleyen kısmında gireceğiz.
TASAVVUF VE EHL-İ SÜNNET
Hal ilmi olarak isimlendirebileceğimiz tasavvuf; öteden beri Ehl-i Sünnet alimlerince nasutiliği
terk edip; lâhuti bir hüviyet kazanma mektebi olarak
telakki edilegelmiştir. Kalp eksenli bir hayatı insanoğluna vaz eden İslam Alimlerince tasavvuf ile
Ehl-i Sünnet arasında sımsıkı bir bağ kurulmuştur.
HIZIR (AS)
PEYGAMBER MİDİR ?
Kendisini şeriattan azade telakki edenler veya bir
makama erdiklerinde şer-i şerifin tekliflerinin kendisinden düştüğünü zannedenler Ehl-i Sünnet dışı
Hızır as’ın nübüvveti de öteden beri müzakere edile gelmiş bir konudur. Ancak ulemanın
büyük çoğunluğu; Hızır as’ın Salihlerden birisi olduğu ve peygamber olmadığını beyan etmişlerdir.
Nitekim kıssanın anlatıldığı ayetlerde de Hızır as’ın
nübüvvetine dair bir işaret yoktur. Ayetlerde O’nun
Salihlerden olduğu ve kendisine rahmet ve ilim verildiği anlatılmıştır. Allah katından kendisine ilim verilen bir başka kişi de Belkıs’ın tahtını göz açıp
kapamadan daha kısa sürede getiren Asaf bin Berhiyadır. (n-Neml, 40.) Süleyman as’ın veziri olan
Asaf bin Berhiya’da enbiyadan değildir. Ayrıca Hızır
as’ın nübüvvetine ilişkin hadis-i şeriflerde de sahih
bir kayıt yoktur. Peygamberlerin isimlerinin bir biri
ardına sayıldığı ayetlerde Hızır as’in isminin geçmemesi de nebi olmadığı görüşünü tekit etmektedir.
telakki edilerek mutasavvıflar tarafından da tenkit
edilmişlerdir. Hulul ve ittihad gibi Ehl-i Sünnet itikadı ile bağdaşmayan, tevili mümkün olmayan inanışların saf ve sahih tasavvuf anlayışına sızması
bizatihi alim/sufilerce önlenmiş hatta bu hususta
uzun reddiyeler yazılmıştır.
Bu meseleyi “ Tasavvuf ile problemi olanın,
Ehl-i Sünnet Akaidi ile de problemi vardır. Ehl-i
Sünnet Akaidi ile problemi olanın da muhakkak tasavvuf ile problemi vardır” şeklinde formüle edebiliriz.
Nitekim
günümüzde
Mayıs 2009
tenkitli
hareketlere baktığımızda Ehl-i Sünnet mezheplerinin ittifaken kabul ettikleri pek çok itikadi umdeyi
kabul etmediklerini üzülerek müşahade etmekteyiz.
.....................................................................
Hızır as’ın Nebi olduğunu günümüzde savunanların bir kısmının bu görüşü savunmalarındaki
ana amacı gayb bilgisidir. Çünkü Hızır as’ın nebi
olmadığı kabul edildiği anda gayb bilgisinin peygamberler (enbiya) dışındaki insanlara öğretildiğini
tasavvuf
1 - Buhârî, Tefsîr, Sûreti'l-Kehf 2-4;
2- Said Nursi, Mektubat, S 11 – 12
3- İmam-ı Rabbani, Cilt 1, 282 Mektup.
4- Abdulfettah Ebu Ğudde, et-Tasrîh
24
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
ÂLİM ÂMİLDİR
“…Allah’ın kulları içerisinde O’ndan sadece âlimler
korkar ve sakınır. Şüphesiz Allah, gücünü geçirir ve bol bol
yarlığar.” (Fâtır, 28)
Âlim sadece bilen demek değildir. Gerçek âlim; ilim tahsil
eden, sonra bu bilginin ışığında tefekkür eden, bakmakla yetinmeyip görmeye çalışan ve sonunda bir senteze ulaşıp, kafasında ve gönlünde yakîn hâsıl olandır. Artık o, ezberci değildir,
olan –bitenlere sathi/yüzeysel bakan hiç değildir. Sadece bilgi
nakli yapan bir araç da olamaz.
Hakiki âlim; baktığında derin bakacak, yani görecek, düşündüğünü derin düşünecek, yani anlayıp idrak edecek, bilgisini
hazm edip içine sindirecek, yani onu yaşayacaktır. Böyle olunca
da Allah’tan; nasıl korkup sakınılacağını ve O’nun daima üstün
olacağını herkesten iyi bilecektir.
İslâm nazarında ilim; amel etmek için, yani hayat içindir.
Bunu en iyi bilecek ve tatbik edecekler de, gerçek âlimlerdir.
Ulemâ (âlimler) ilmiyle âmil olursa; ümera (yöneticiler) âdil ve
salih olur. Dolayısıyla cemiyet yapısı sağlam olacağından, huzurlu bir hayat sağlanmış olur.
Allah’tan korkan gerçek âlim, hiçbir zaman hakkı ketmedemez/saklayamaz. Konuşulması gereken yerde konuşur ve
neticesine katlanır. Hatır için, nezâket icabı, koltuk sevgisi ve
ikbal hırsı uğruna; yutkunmaz ve dalkavukluk yapmaz. Çünkü,
Allah’tan korkanların dünyalık endişeleri olmaz. “Allah kendisinden hakkıyla korkanlar için, çıkış ve halâs yolu gösterir.” (bkz. Talâk, 2)
Allah’tan korkup, gerçeği söylemekten çekinmeyen âlimler ictimâî hayatın sigortasıdır. Bugünlerde buna ne kadarda
muhtacız..
25
Mayıs 2009
Aydın BAŞAR
[email protected]
Tebriz'den
Doğan
Güneş:
Şemsi
Tebrizî
Hazretleri
Şems-i Tebrizî hazretleri, alışılmışın dışında bir meşrebe sahip, oldukça farklı bir velidir. Her ne kadar
Mevlana’nın yanında geçirdiği süre dışında hayatı ile ilgili bilgilere çok fazla
rastlanılmasa da bilindiği kadarıyla hayatını ve bir takım görüşlerini incelediğimizde, onun monoton sade, sakin,
tek renkli ve tekdüze bir tasavvuf anlayışını benimsemediğini görüyoruz.
Kısacası hal ve hareketleri, konuşması, görüntüsü, giyimi kuşamı ile
Şems, klasik bir veli portresi çizmemektedir. O ilahi aşkın bütün renklerine aynı anda bürünebilen; ismi ile
müsemma bir şekilde parlayan, parladıkça da coşan, tabir-i caizse kabına
sığmayan bir velidir.
Şems-i Tebrizî’nin mizacı ile ilgili
olarak özet mahiyetinde şunları söyleyebiliriz: O kılık kıyafete, mala mülke
fazla önem vermeyen, ahbaplıktan ve
şöhretten hoşlanmayan, bazı zamanlarda derin düşüncelere dalan, doğru
Mayıs 2009
26
bildiğini dobra dobra söylemekten çekinmeyen, büyüklük taslayanlara karşı
mağrur davranan, kendisiyle yeni tanışanlara esrarengiz görünen, ilginç
sorularla etrafındakileri şaşırtan, nükteli, mecazlı ve derin konuşan fakat
bazı zamanlarda alaycı, küçümser, kırıcı ve hırçın da olabilen bir mizaca sahiptir. (Bkz. Kabaklı, Ahmet, Mevlana,
İstanbul, 1991, s. 37, 42) Bu durumda
ilk bakışta olumsuzluk olarak nitelendirilebilecek söz konusu olan bu farklılıkları yüzeysel bir bakış ile
değerlendirmek yerine velilerdeki
meşreb farklılıklarına hamletmek daha
doğru olacaktır.
Yüce Allah “gül”ün tabiatını yaratırken onu dikenleri ile birlikte yaratmıştır. Ve güller dikenleri ile birlikte
güzeldir. Her ne kadar görüntüde
Şems, coşkun akan bir ırmak gibi hırçınca çağlıyor görünse de aslında iç
aleminde ilahi sevginin verdiği huzur
ile derinden derine akan sakin bir
ırmak gibidir. Dışarıdan görünen hareketlilik ise dayanılmaz derecedeki Allah aşkının, gönlüne verdiği
heyecanın zahirdeki kıpırtılarıdır.
Onun bazı davranışlarını tasavvuf düşüncesi
içerisinde bile olsa, açıklamak hayli zordur. Sıradan insanlar için yapılması sakıncalı olan bir takım
davranışlar, Şems-i Tebrizî tabiatındaki bir veli için
normaldir. Şöyle ki güle dikenleri yakışır, çünkü
Cenab-ı Mevla onu öyle yaratmıştır. Şems de
bütün hırçınlıkları, gariplikleri ve sözlerindeki keskinliği ile birlikte güzeldir. Uzun uzadıya Şems’in tavırlarını ve davranışlarını aklî bir izahla
savunmanın anlamı yoktur. Çünkü Yunus Emre’nin
de “Aşk gelicek cümle noksanlıklar tamam olur” diyerek ifade ettiği gibi aşk gelince tüm kusurlar ortadan kalkacaktır. Nitekim her anında bütün
zerreleriyle ilahî aşkı yaşayan ve bu aşk ile yanıp
tutuşan Şemsi Tebrizi gibi bir veliyi kusur arayan
gözlerle ve şüpheyle bakan bir akılla değerlendirmek doğru olmasa gerektir. Onu hakkıyla anlayabilmek için sevgi alemine onun penceresinden
bakabilmek gerekir. Bu olmadığında gözler görüntüdeki kusurlara ilişecektir. Onun davranışlarına zahiri kıyas mantığıyla bakıldığında, bunlar akla
yatmıyor gibi görünse de aşk formatında değerlendirildiğinde normal görülebilir. Onun söz konusu
tavırlarını açıklarken bunu yaşadığı dönemdeki
misyonu ile de alakalandırmak gerekir. Çünkü
onun ilk etapta “uçuk” olarak algılanabilecek sözler
söyleyerek insanları şaşırtmak ve bu sayede “ilahi
aşk”a dikkat çekmek gibi bir misyonu söz konusudur. Ve bunda da çok başarılıdır. Mesela bir gün
Şems, medresenin önünde otururken, önünden
cellat ve katil bir adam geçer. Yanındakilere, o adamın bir veli olduğunu söyler. Yanındakiler ise ona
“Nasıl olur o bir canidir daha geçen gün mübarek
bir zatı öldürdü” diye itiraz ederler. Şems’in onlara
verdiği ibretli cevap şöyledir: “İyi ya, siz söylüyorsunuz işte. O bir veliyi öldürdü. Demek ki onu
beden zindanından kurtardı. Bu hizmeti dolayısıyla
ölen de veliliğini ona bağışlamış oldu.” (Bkz. Kabaklı, a.g.e., s. 46)
Bilindiği gibi tasavvufta büyük şeyhler hakkında eleştirilerde bulunmak yanlış bir davranıştır.
Çünkü salik şeyhinin değil kendi kusurlarını görmekle mükelleftir. Fakat Şems bazı hikmetlerden
dolayı kendisini bu tip kurallarla sınırlamamıştır. O
birçok ünlü şeyhle görüşmüş, hemen hepsini de kınamıştır. En büyük şeyh anlamına gelen Şeyh-i
Ekber diye anılan Muhyiddin İbni Arabi’yi (ö.
637/1239) bile beğenmemektedir. Şemseddin,
Mevlana’dan önce hiç kimseye baş eğmiş değildir.
(Bkz. Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlana, İstanbul,
1996, s. 9)
“Şems, ilk mürşidi Ebu Bekir Selebaf’ı bile:
‘Ondan birçok yücelikler elde ettim. Fakat bende
bir şey vardı ki şeyhim onu göremiyordu. Zaten hiç
kimse onu görememişti. İşte onu Mevlana Hüdavendigar’ım gördü’ diyerek hafifsemektedir.“ (Kabaklı,a.g.e.,s.37,38) Belki de onun bu eleştirici
tavrı, arayıp bulamaması ve aramaya devam ederek Mevlana’ya yaklaşması için, gerekli bir tavırdı.
Zira kaderin rotası belliydi ve onu git gide o buluşmaya yaklaştıracak sebeplere ihtiyaç vardı. Belki
de diğer şeyhlere olan uzaklığı onu Mevlana’ya
yaklaştıran birer sebepten ibaretti.
Eflaki’nin anlattığına göre Şems Bağdatlı
şeyh Evhadettin Kirmanî’ye karşı da benzer bir
tavır sergilemiştir. Bir gün Şems ona “Ne alemdesin?” diye sorar, o da başka mânâlar kastederek
“Leğendeki suda ayın on dördünü seyretmekteyim”
diyince Şems “Ensende çıban mı var ki başını kaldırıp göğe bakmıyorsun” diye çıkışmıştır. (Bkz. Kabaklı, a.g.e., s. 38)
Şems-i Tebrizi, âdet olsun diye yapılan şeklin
ötesine geçemeyen ayinlere, tek tip kıyafet giyen
tarikat mensuplarına karşıdır. Ayrıca mânâsı önemsenmeden kuru kuruya nakil yoluyla aktarılan bilgilere karşı da bir mücadelesi söz konusudur.
Şems, gönülden gelen bilgiye kıymet veren ve onu
izhar etmekten de çekinmeyen bir yapıya sahiptir.
Gölpınarlı’nın anlattığına göre; “Şems mesela bir
gün Tanrı ve Peygamber buyruğundan, büyüklerin
sözlerinden bahsedenlere ‘Ne vakte dek şunun
bunun sözlerini nakledeceksiniz? Ne vakit kendi kitabınızdan söz söyleyecek, ne zaman Rabb’im,
kalbime dedi ki diyebileceksiniz?’ diye bağırmıştır.”
(Gölpınarlı, a.g.e, s. 13) Anlaşılan odur ki o, bazı
keskin eleştirilerini tasavvufu şekilselciliğe indirgeyen anlayışlara karşı tepkisel olarak sergilemiştir.
Aslında şekilciliğe karşı büyük sûfilerin tamamının
bir tepkisi mevcuttur fakat ifadeler Şems’in ifadeleri kadar sert olmadığı için bu kadar tartışılmamıştır.
Netice itibariyle Şems-i Tebrizi hazretleri de
diğer Allah dostları gibi tasavvuf tarihimizde güzel
izler bırakmış mübarek bir zattır. Zaten öyle olmasa
Hz Mevlana gibi bir hak aşığının gönlüne bu denli
tesir etmesi de söz konusu olamazdı. Onun farklı
mizacına tasavvuf tarihi açısından baktığımızda bir
zenginlik ve farklı bir renk olarak değerlendirebiliriz.
27
Mayıs 2009
Salih AYDIN
[email protected]
RUFAİ YOLU
VE SÜNNET
“Yolumuz; Kitabullah ve Sünneti Nebevidir. Bilmiş ol ki, derviş,
sünnete
ittiba
ettiği
müddetçe
doğru yoldadır. Sünnetten yüz çe-
Tasavvuf ve tarikatlar sünnetin
ihyasından ibarettir. İslamî bir hayat
ancak sünnetin yaşanılmasıyla mümkündür. Resulullah’ın sünnetinden kıl
kadar ayrılan dalalete düşmüştür.
Çünkü biliyoruz ki kurtuluşa erecek
olanlar ancak sünnete tabi olanlardır.
Tasavvuf ancak sünnetin pratiğe dökülmesidir. Mutasavvıflar bu konuda
çok hassas davranarak çevrelerindeki
insanları sünnetin nurlu yoluna çağırmışlardır. Ayrıca kendileri de sünnetin
canlı pratikçileri olmuşlardır.
virdiği an, doğru yoldan sapmışKulluğun nasıl yapılacağının reçetesini bizler sünnette buluruz. Sünnet bizler için bir hayat tarzı ve yol
haritasıdır. Sünnete uymayan her hareket, her adım, her fikir sapıklığın ta
kendisidir. Bir harekette, bir meşrepte,
bir oluşumda sünnet yoksa o oluşum
dinin içerisinde olmayan bir oluşum-
tır.”
Mayıs 2009
28
dur. Kendilerini İslam dairesinde gören herkes mutlaka sünnet dairesi içerisinde kalmalıdır. Sünnet
dairesinin dışına çıkan kim olursa olsun, unvanı,
adı, sanı ne olursa olsun mutlaka sapıtmıştır.
Tasavvuf ve tarikatlar sürekli gündemdedir.
Gündemde olmalarının sebepleri farklı farklıdır.
Hem tarikatlardaki insanların yaptıkları olumsuz
işler, hem de tasavvuf ve tarikatları bilmeyen kişilerin bilmeden söyledikleri bazı sözlerden dolayı tasavvuf sürekli gündemde tutuluyor. Yanlış
uygulamaları gören bazı kimselerinde işin esasını
araştırmadan, öğrenmeden cahilane sarfettiği sözler işi çığırından çıkarıyor. Bilmeden büyük zatlara
iftiraya- bühtana varan ölçüsüz, edep dışı sözler
ediliyor.
Seyyid Ahmed el Kebir Rıfai kuddise sırruhu
buyuruyor;
“Allah Tealayı, Muhammed sallallahu
aleyhi ve sellem’e uymakla arayınız. Nefis ve
hevanızın doğrultusunda giderek Allah yoluna
girmekten sakınınız! Kim nefsine tabi olarak
yola koyulursa ilk adımında sapıtır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in
şanını yüceltiniz. O, Hak Teala ile insanlar arasında bir dil, Allah’ın kulu, Allah’ın sevgilisi, Allah’ın Rasulü, Allah’ın yarattıklarının en
mükemmeli, Allah’ın elçilerinin en faziletlisi, Allah’a giden yolu gösteren, Allah’a davet eden,
Allah’tan haber veren, Allah’tan buyruklar alandır. O, Rahman’ın nimetlerine açılan genel bir
kapı, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan samedaniyet
cennetine girmekte herkes için bir vesiledir.
Kim Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tutunursa vasıl olur, Kim Ondan ayrılırsa,
uzaklaşır. Nitekim buyurmuştur ki; “Arzusunu,
hevasını, benim getirdiklerime tabi kılmayan
kimse iman etmemiştir.” [1]
“Biliniz ki, peygamberimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’in nübüvveti, vefatından sonra
da tıpkı hayatındaki gibi devam etmektedir ve
Allah Teala’nın yerlere ve üzerindekilere varis
olacağı (kıyamet) gününe kadar sürecektir.
Bütün insanlar O’nun şeraiti ile mükelleftirler,
geçmiş şeraitlerin hükümleri Onun şeraiti ile
nesholunmuştur (geçersiz kılınmıştır.) Onun
mucizesi olan Kur’an kalıcı bir mucizedir…
Onun doğru haberlerini kabul etmeyen,
Allah’ın kelamını reddetmiş gibidir. Öyleyse Allah’a, Kitabına ve Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem’in getirdiği bütün haberlere de iman
ettik. Allah Teala; “Her kim kendisine hak açıklandıktan sonra, peygambere muhalefette bulunur ve mü’minlerin yolunun gayrısına
giderse, biz onu döndüğü o yolda bırakırız.
(fakat ahirette) onu cehenneme koyarız ki, o ne
fena bir yerdir.” [2] Buyuruyor.”[3]
“Bu yolda yalnız Peygamber efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olana uymak
gerekir. Hak yolu arayanlar, peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olanı bulmalıdırlar. Kendini beğenmiş olanlara ve kuru
iddia sahiplerine uyulmaz.
Manevi hal ancak Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem’den gelir. Babadan oğla geçmez. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e
tabi olmadan boş bir davaya kapılanlar varsa
yanılıyorlar.” [4]
“…Her hayır kapısının açılmasını isteyen,
O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) eteklerine
yapışmalı, dünyanın ve ukbanın hayrını arzu
eden, Onun yoluna girmelidir…” [5]
“… Acaba marifet kapısına, hadisi şeriflerin gösterdiği yollardan başka bir yoldan varmak mümkün olur mu?.. İrfan sahiplerinin
kurtuluşu için Peygamber efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’in sünneti şerifini yerine getirmekten başka çare var mıdır? İrfan sahibi,
ancak bu yolda devam ettikçe nefsini ıslah edebilir. Nefs, Peygamber efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’e uyduğu süre, Hakk’a ve hakikate boyun eğebilir.” [6]
29
Mayıs 2009
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdular; “Beni Rabbim terbiye etti,
terbiyemi de üstün ve güzel eyledi” [7] Bu hadisi
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in terbiye yolunu gösteriyor. Bizim de o
yola girmemizin gerektiğini anlatıyor. Çünkü o
yoldan birazcık şaşan, sapar. Ondan kendini
ayrı sayan azar, kudurur. İman sahipleri gayelerini bu yolda yükseltirler. İrfan sahiplerinin iç
alemi bu yolda güzelliğini bulur. Başka türlü düşünmek imkansızdır. Allah’ı bulmak arzusunda
olan bu yola girmeye mecburdur. Peygamber
efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in açtığı
edep ve terbiye çığırına girmeden, kimse bir
şey ummasın. Hak ve hakikat yolcusu, bulacağını, anlattıklarımız dışında bulamaz!” [8]
“Her kim nefsani istek ve ve arzularını
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğ ettiği şeriatı mutahharaya hor bir
köle gibi boyun eğdirmezse, bu kişinin imanlı
olduğu nasıl söylenebilir?” [9]
Mayıs 2009
“…Allah Teala, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i, peygamberlerin en
mükemmeli ve sonuncusu olarak göndermiştir.
Peygamberlere iman; onların getirdiklerine
inanmak, emrettiklerini yerine getirmek, nehyettiklerinden kaçınmak, peygamberlerin efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
getirdiği ve önceki şeraitleri kapsayan, Şeriatı Muhammediye’nin gereklerine uymak, zahir
ve batın her şeyde şeriata teslim olmaktır.” [10]
“Kardeşlerim! Efendimiz, mürşidimiz,
Rabbimize ulaşmaya vesile ve hidayet kaynağımız olan sevgili peygamberimiz’in sünnetine
ittiba etmekle bana yardımcı olunuz. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve selem, Kitap
ve Hikmeti öğretmekle bizi temize çıkarmış, bilmediğimiz hususları aydınlatmak suretiyle de
bizi körlük ve cehaletten kurtarmıştır. Dikkat
ediniz. Sakın bir çok yanlışları olan şu bid’at sahiplerinin sözlerine aldanmayınız. Batıl ehlinin
yolunda bulunmayınız…” [11]
30
“…Yolumuz; Kitabullah ve Sünneti Nebevidir. Bilmiş ol ki, derviş, sünnete ittiba ettiği
müddetçe doğru yoldadır. Sünnetten yüz çevirdiği an, doğru yoldan sapmıştır” [12]
“Acaba marifet kapısına, hadisi
şeriflerin gösterdiği yollardan başka
bir yoldan varmak mümkün olur
mu?.. İrfan sahiplerinin kurtuluşu
için Peygamber efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem’in sünneti şerifini
yerine getirmekten başka çare var
mıdır? İrfan sahibi, ancak bu yolda
devam ettikçe nefsini ıslah edebilir.
Nefs, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e uyduğu
süre, Hakk’a ve hakikate boyun eğebilir.”
“Muhammed kelimesinin yazılışı, ezelden
ebede kainat sayfaları üzerina uzatılmış ve yayılmıştır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in azamet ve etkinliği, sonradan yaratılan
her türlü varlığın üzerinde daimi bir hüccet,
yani delildir. Huccet, kalpten şüpheyi gideren
ve hasmın itirazını – inatçılığı sebebiyle dili konuşmaya devam etse bile – kesin olarak bertaraf eden delildir. İnkârcılar, hazreti peygamberin
delil oluşunu hasetleri sebebiyle görmezlikten
gelse bile, onun büyüklüğünü yakınen kabul etmişlerdir… hüküm ve hikmetin tamamı ona
mahsustur. O da Muhammed sallallahu aleyhi
ve sellem’dir. O ceberut âleminin basamaklarıdır. Kıyamet gününe kadar emir ve nehiy sahibidir.” [13]
............................................................................
“Nur-i Muhammedi’nin şafağı sökmüş, gü-
[1] Beyhaki Medhal(188) Hatib(4/369) İbni Cevzi ZemmülHeva(s18) Deylemi(7791)
neşi doğmuştur. Ebedi olarak da batmayacaktır.
ŞerhusSünne(104) Nevevi Erbain(41) HakiymTirmizi Nevadir(2/388) Mişkat(167) İbni
Ta kıyamete kadar… Kim ki Rasulullah’ın sün-
Ebi Asım esSünne(1/12) İbni Müflih Adabuş Şer’iyye(2/65) İbni Receb CamiülU-
netini ihya etmek ve emirlerini yaymak maksa-
lum(364)
dıyla hizmette bulunursa, işte o, kurtuluşa
Cenne(s136)
ermiş, fevz ve necat bulmuştur. Onun için yüz
[2] Nisa, 115
şehid sevabı vardır…”
MevahibiLedüniye(2/129)
SevaikulMuhrika(s460)
Suyuti
Miftahul
[14]
[3] ElBurhanul Müeyyed(s.27-28, terceme s.54)
[4] Haletu Ehli Hakikat(s.92)
“Ne aşağılık bir himmet sahibidir o kimse
[5] Ahmed Rıfai Haletu Ehli Hakikat(s149)
ki, Allah’ın dinini halka anlatmaya çalışan ve
[6] A.g.e.(s.197) Bkz.: HikemirRifaiyye(s83)
peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yardım
[7] KeşfulHafa(1/62) Fevaidu Mecmua(327) Kenz(31890) Nevafihul Atira(68) Daife(72)
eden bir kişiye karşı çıkar ve düşmanlık eder.
İbni Teymiye Mecmuatur Resaili Kübra(2/336) İbni Teymiye; manası sahih, ancak
Vah ona, yazık ona! Onun aklı yok! Zira her
sabit bir isnadını bilmiyorum” der.
Ademoğlunun Rasulullah sallallahu aleyhi ve
[8] A.g.e.(s225)
sellem’in yoluna uyması ve Onun dinine yar-
[9] Mecalisus Seniyye(s40)
dımcı olması gerekir. Ona karşı gelenler biraz
[10] Mecalisus Seniyye.(s17)
düşünüp anlasalardı, bilirlerdi ki, Muhammed
[11] Mecalisus Seniyye(s45-46)
sallallahu aleyhi ve sellem, adalet meşalesini
[12] A.g.e.(s53) ayrca bakınız; s.58, s.65 v.d.
yakmış, geniş ve düz yolu açıklamış, hucceti
[13] A.g.e.(s.61,63)
ikame etmiş, kat’i ve sarsılmaz imanı kalplere
[14] Nizamul Has(s128)
yerleştirmiştir…” [15]
[15] Nizamul Has(s.182, bkz. S.183-184)
31
Mayıs 2009
Kalın Kabanlı Adam
Halil ATİK
Kalın kabanlı bir adam vardı
Yüzü karaya çalan bir beyazdı
Kabanın içinde ufak kalırdı
Tanınmazdı hiç
Tanımazdım bende
Bir gün görmüştüm sahi
Kağıt toplardı...
Rüzgârı aramazdım
Evlat derdi evlat
Hayat`a hiç küsme
Sonra bakardı cebindeki resme
Susardı
Ağlardı
Ağlardım...
Sabah namazındaydı
Sonra bizim evin altındaki çay ocağındaydı
Yine görmüştüm onu
Gözleriyle yüreğime bir başka bakardı
Arkamı dönüp gidiyordum
Evlat dedi evlat
Ses tonu seher yelini aratmazdı
O gün ilk çayını ısmarlamıştı
Elleri çaydan daha sıcaktı
Sessizdi
Belli ki kimsesizdi
Göğü gösterirdi
Orada bak evlat derdi
Ne derdim susardı
Adın ne derdim kızardı
Kalın kabanlıydı
Titriyordu ama
Elleri sıcacıktı
Her sabah oradaydı
O günden sonra hep yanımdaydı...
Başkaydı
İçime tek o dokunurdu
Kalın kabanlıydı ama ince ruhluydu
Titrerdi
Kaban ona büyük gelirdi
Ama elleri sıcacıktı
Yıldızlara bakardı
Demlediği çayı çiçeğin dibine dökerdi
Birazda o demlensin derdi
Bir başımı okşardı bir çiçeği
Bir keresinde sormuştum -Hayat nedir?
Hayat benim, hayat sensin demişti
Anlamamıştım
Adın ne demiştim
Bir gün öğrenirsin demişti
Kızmıştım
Titrerdi kıyamazdım...
Yatsı namazındaydı
En arka saftaydı
Ama en son o çıkardı
Sonra caminin altındaki çay ocağındaydı
Siması yüreğimi kabartırdı
O başkaydı
Heybetliydi
Ama sessizdi
Belli ki çaresizdi
Çayın demi Hayat, şekeri sensin derdi
Anlamazdım
Adını sorardım söylemezdi
Kızardım
Saçımı okşardı
Mayıs 2009
Demiştim işin nedir?
Defterinde ki sayfa birde kimsesizlik demişti
Ama görmüştüm kağıt toplardı
Üzerine gitmemiştim
Aslında mesleğini demiş sonra anlamıştım...
Birçok şeyini anlamazdım zaten
Farklıydı
Ama tatlıydı
Severdi sevecendi
Öyle geceye bakardı
Evlat derdi evlat
-Hayat bu geceye vuslat
Anlamazdım
Susardım
O resme bakardı
Ağlardı
Ağlardım...
32
Yine sabah namazıydı
Ve yine bizim evin altındaki çay ocağındaydı
Ağlıyordu
Öksürüyordu
Yanına gitmek istememiştim
Arkamı dönüp gidecektim
Evlat dedi evlat
Döndüm
Sarıldı
Kırıldım
Sanki bin parçaya bölündüm
Sıcacıktı
Bir an yüreğini gördüm
Paramparçaydı
Sordum sustu
Ağlıyordu
Ama öksürüyordu da
-Hasta mısın?
...
-Hasta mısın?
...
Yüreğinin parçasımıydı boğazına kaçan?
Söylesene kalın kabanlı adam!
Kabanı gül kokardı
Yanı bir başka bahardı
Ama kıştı
Bir an bir kuşla bakıştı
Kuş göğe kanat açtı
Evlat dedi evlat
-Hayat`da bu kuş gibidir...
-Bağlanma uçar gider...
Tutarım dedim sararım sarmalarım dedim
-Gittiğini anlamazsın ki!...
Kalın kabanlıydı
Ama derin bakışlıydı
Yüreğimi okurdu
Ağlayacağım zaman gözlerime dokunurdu
Sanki bir pamuktu
Beni bana dokurdu
Hayat`tı o Hayat`ı öğretiyordu
Çoğu kez susardı
Belli ki yanmıştı...
O gündü
Yatsı namazındaydı
Yine arka saftaydı
Sonra caminin altındaki çay ocağındaydı
Çayı soğuktu kendi sıcaktı
Bu sefer çay ısmarlamamıştı
Dalgındı
Kalın kabanlı diyorum baksana
Susuyordu
Arkamı dönüp gidiyordum
Dur dedi
Hayat`a arkanı dönüp gitme
Anlamadım
Sarıldı
Kırıldım
İçine döküldüm
Orda kalmak istedim
Bir anda soğudu
Ama yüreği sıcacıktı
Eli yumuşacıktı
Adın ne dedim söyle bu sefer ne olursun
Yakındır anlarsın dedi
Kalın kabanını çıkardı
-Bu senin...
-Üşürsün
-Rüzgâr vurmayacak artık bana
Anlamadım
Gitti...
İki şeyini çok merak ederdim
Bir ismini
Bir de cebindeki resmini...
Ah! O sesi hala nefesimde
Bu sabah öğrendim adını sâla sesinde...
Kalın kabanlı adamdı giden
Üzerinde bu sefer beyaz kefen
Yakışmadı bu giysi kızsan da ulan
Niye uçtun yanımdan
Söyle kalın kabanlı adam!
Kalın kabanına baktım
Sıcacıktı sanki yüreğini bırakmıştı
Hemen cebine baktım resim ordaydı
Resimde kalın kabanlı adam
Sarıldığı bir bayan
İkide çocuk vardı...
Birde bunların ölüm tarihi...
2008
Kendiside kanserdi
2008...
Ve resmin altındaki not
"Hayat bu kadardı evlat"
"ADAM SERGİSİNDEN"
.....................................................
Dipnot:Hayat`ın kıymetinin nerede olduğunu yakalamak dileği ile...
Kalın Kabanlı Adam misali hayatı biraz olsun anlamak için yazılmıştır...
33
Mayıs 2009
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
HASEN ve SAHİH
HADİSLERDEN SEÇMELER 25
İBADET BABLARI
“Temizlik”
146- Ebu Malik el-Eş’ari’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini anlatmıştır:
“Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdulillah
cümleleri, mizanı sevap olarak doldurur.
Sübhanellah velhamdülillah, yer ile gök arasını sevapla doldururlar. Namaz, nurdur. Sadaka, imanın delilidir. Sabır, ışık kaynağıdır.
Kur’an, lehine veya aleyhine bir delildir. İnsanların hepsi sabahleyin çıkar giderler. Kimisi kendini satar, ya kendini azat eder, veya
helak eder.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
147- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O
Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Size
Allah’ın kendisiyle hataları sildiği, dereceleri
yükselttiği şeyleri haber vereyim mi?” Dediler ki: Evet. Hz.Peygamber buyurdular ki:
“Hoşa gitmeyen bir zamanda (mesela aşırı
soğuk, aşırı sıcakta) abdestini tam yapan,
camilere çok adım atmakla giden, bir namazdan sonra gelecek namazı bekleyen kimselerdir. İşte ribat (Allah yolunda savaşan
kimsenin sevabını kazandıran iş) budur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
148- Hz. Osman’dan rivayet edilmiştir. O
Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Kim abdest alır ve onu güzel yaparsa, hataları bütün
vücudundan çıkar. Hatta tırnaklarının altından bile çıkar.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
149- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O
bir topluma rastgeldi, onlar abdest alıyorlardı.
Ebu Hureyre dedi ki: Abdestinizi tam yapın, zira
ben Ebu’l Kasım’ın (Peygamber’in) şöyle dediğini duydum: “Cehennemde yanacak topuklara yazıklar olsun.” (Yani topuklarında kuru
yer bırakan kimseler bu yüzden cehenneme atılacaktır.) Hadisi İmam Ahmet rivayet etmiştir.
Mayıs 2009
34
150- Ukbe İbn Amir’den rivayet edilmiştir.
Dedi ki: Resulullah şöyle buyurdular: “Bir müslüman abdest alır, abdestini de güzel yapar,
sonra kalkar iki rekat namaz kılar, yüzüyle
ve kalbiyle kıbleye dönerse cennet ona vacip
olur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
151- Ebu Said el-Hudri’den nakledilmiştir.
Ebu Said dedi ki: Bir defasında Resulullah ashabıyla namaz kılıyordu. O sırada takunyalarını
çıkardı ve onları sol tarafına koydu. Onu gören
cemaat takunyalarını çıkarıp sol yanlarına koydular. Ne zaman ki Resulullah namazı tamamladı, şöyle dedi: “Sizi ayakkabılarınızı
çıkartmaya sevkeden şey nedir?” Dediler ki:
Biz seni gördük ki çıkarmışsın. Biz de çıkardık.
Resulullah dedi ki: “Cebrail bana geldi ve
ayakkabımda pislik olduğunu söyledi. Mescide geldiğiniz zaman ayakkabılarınıza
bakın, eğer onlarda bir pislik varsa yere sürterek temizleyin, sonra namazı kılın.” Hadisi
Ebu Davut rivayet etmiştir.
152- Abdullah İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. O dedi ki: Resulullah süt içti, sonra ağzını
çalkaladı ve sonra dedi ki: “Bunda da yağ vardır.” (yağlı bir şey içtiğinden dolayı ağzın misvaklanması emredilmiştir.) Hadis müttefakun
aleyhtir.
153- Hz.Aişe’den nakledilmiştir. O dedi ki:
Resulullah yemek yemek istediğinde yahut uyumak istediğinde abdest alırdı. Nesai’nin kitabına
aldığı hadiste namaz abdesti gibi abdest alırdı
denir. Hadisi Bezzar ve İbn Kattan zikretmişlerdir.
154- Ümmü Seleme’den nakledilmiştir. O
dedi ki: Ya Resulallah, ben bir kadınım, başım-
daki saçları örgü yaparım, yıkanmak istediğim
zaman onları bozayım mı? Hz. Peygamber dedi
ki: “Hayır, onların dibine üç avuç veya daha
fazla su dökmekle yetinirsin, temizlenirsin.
Sonra suyu bütün vücuduna dökersin ve temizlenirsin.” Hadisin lafzı Müslim’e aittir. Başka
bir rivayette: Saçlarımı yıkamak istediğim zaman
çözeyim mi? Dedim. Resulullah dedi ki: “Hayır.”
155- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir.
Resulullah dedi ki: “Yeryüzünün toprağı müslümanın abdestini temin eden şeydir. On
sene suyu bulamasa dahi. Su bulduğunda Allah’tan korksun ve su ile bedenini yıkasın. Bu
onun için hayırlıdır.” Hadisi Hafız Ebu Bekir elBezzar kitabına almıştır.
156- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir.
Reslullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Bir kimse
elini çıplak bedenine dokunmakla abdesti bozulmuş olur. Yeniden abdest alması lazım
gelir.” (Hadisle Şafiler amel etmiştir.) Hadisi İbn
Hibban riavayet etmiştir.
157- Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir. Ebu Said Peygamber’imizden şöyle nakilde bulunmuştur: “Bir kimse boy abdesti
alması gerektiği zaman namaz abdesti gibi
abdest alsın. Daha sonra ailesinin yanına geldiğinde tekrar abdest alsın.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Hadisi Hakim, el-Müstedrek adlı
eserinde zikretmiştir.
158- Abdullah es-Senabihi’den rivayet edilmiştir. O dedi ki: Resulullah’ın şöyle dediğini duydum: “Mümin bir kul abdest aldığı zaman
ağzını yıkarsa ağzıyla işlemiş olduğu hataları
affedilir, burnunu temizlediği zaman burnuyla
işlemiş olduğu hataları affedilir, yüzünü yıkadığı zaman yüzüyle işlediği hataları affedilmiş
olur, ta ki göz kapaklarının altındaki hatalar
da affedilmiş olur. Ellerini yıkadığı zaman tırnak altındaki hataları giderilmiş olur, başına
meshettiği zaman başıyla işlediği günahlar,
hatta kulaklarıyla işlediği günahlar affedilmiş
olur, ayaklarını yıkadığı zaman ayaklarıyla işlediği günahlar affedilmiş olur, hatta ayak tırnaklarının altından ki hatalar da çıkarılmış
olur. Sonra camiye yürürse, kıldığı namaz
çoğaltılır.” Hadisi İmam Malik ve Nesai rivayet
etmiştir.
159- İbn Ömer’den rivayet edilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Taharet-
siz (yani abdestsiz) namaz olmaz. Müsaade
olmadan devlet malından alınan şeyden sadaka olmaz.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
160- Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. Dedi
ki: Resulullah şöyle buyurdular. “Sizden birisi
karnında bir şey, bir hareket hissederse,
şüphe eder ve karnından bir şey çıktı mı, çıkmadı mı diye şüphede kalırsa, bir ses bir
koku hissetmedikçe camiden çıkmasın.” Hadisi Müslim sahihinde zikretmiştir.
161- Büreydete’den nakledilmiştir. Hz.Peygamber fetih günü namazları bir abdestle kıldılar
ve mestlerine meshettiler. Hz.Ömer dedi ki:
Bugün bir şey yaptın ki daha önce böyle bir şey
yapmamıştın? Hz.Peygamber: “Onu bilerek yaptım.” Dedi. Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir.
162- Selman’dan nakledilmiştir. Resulullah
bize tuvalette, büyük abdest yahut idrar yaparken kıbleye doğru dönmemizi ve sağ elle taharet
yapmayı, üç taştan az taşla, kemiklerle, hayvanların tersleriyle taharet yapmamızı yasak etti.
Hadisi Müslim kitabında zikretmiştir.
163- Abdullah bin Abbas’tan nakledilmiştir.
O dedi ki: Resulullah abdest alırken uzuvlarını
bir kere yıkamıştır. Daha fazla yıkamamıştır. Hadisi Buhari kitabında zikretmiştir.
164- El-Muğire bin Şube’den nakledilmiştir. Dedi ki: Peygamber abdest aldı. Alnına, sarığına ve mestlerine meshetti. Hadisi Müslim
kitabında zikretmiştir.
165- Hz.Aişe’den nakledilmiştir. O dedi ki:
Resulullah boy abdesti aldığı zaman ilk önce ellerini yıkar, sonra namaz abdesti gibi abdest alır,
sonra parmaklarını suya sokar ve onlarla saçlarının dibini aralardı, sonra başına iki avucu ile üç
defa su dökerdi, sonra da vücudunun tüm tarafına su akıtırdı. Hadis müttefakun aleyhdir. Müslim’in rivayetinde: Ellerini kaba sokmadan evvel
yıkamaya başlar, sonra sağ eliyle sol eline su
döker, taharet alır ve abdestini tamamlar.
166- Hz.Aişe’den nakledilmiştir. O dedi ki:
Resulullah’a boy abdesti soruldu. O da, bütün
vücudu yıkanması demek olduğunu zikretmiştir.
Ümmü Süleym dedi ki: yıkanmsı gereken kadının bütün vücudunu yıkaması gerekir mi? Peygamber: “Evet” dedi, “Zira kadınlar erkeklerin
yarısıdır. Kadınların boy abdesti de erkekler
gibidir.” Hadisi Tirmizi ve Ebu Davut rivayet etmişlerdir.
35
Mayıs 2009
Talha Hakan ALP
Nüzûl-i İsa
Hadisleri:
Mustafa İslamoğlu’nun
bir soruya verdiği cevap
üzerine
Hz. İsa’nın nüzûlü konusu İslam
modernistlerinin İslam algısında kırılma noktalarından birini oluşturuyor.
Bu kesimin nüzul-i İsa ve benzer konulara karşı alerjik tavrını anlamlandırmak için modern düşüncenin,
içeriğinde olağanüstülük bulunan dinî
konular karşısındaki takıntısıyla irtibatı
ayrıca sorgulanmalı elbette. Ama şimdilik şunu söylemek mümkün; İslam
modernistlerinin işbu takıntısı sebebiyledir ki, peygamberlerin mucizelerinden kıyamet alametlerine kadar
ayet ya da sahih hadislerde açık ifadesini bulan birçok mesele bugünün
müminleri için ayrı birer imtihan konusu olmuştur.
Mezkur kesim öncülüğünde televizyon ekranlarına kadar uzanan tartışmalar bu gibi konuları birçok
Müslümanın zihninde çözüm bekleyen
sorunlar haline dönüştürmüş ve haliyle
şu soruyu gündeme taşımıştır: Bir
Müslüman bu konularda nasıl bir tavır
sergilemelidir?
Mayıs 2009
36
NÜZÛL-İ İSA VE BENZER
KONULARDAKİ TAVIR NE
OLMALIDIR?
Yolunu, usulünü ve kaynaklarını
bilen bir mümin için değişen bir şey
yok; dün bu konular ne ifade ediyor
idiyse bugün de onu ifade ediyor. Değişen siyasî, ictimaî ve kültürel şartların temel inançlarımıza yansıması
olamaz; çünkü temel inançlarımız kaynağı vahiy olan tarih-üstü hakikatlerdir. Dün akide kitaplarına[1] kadar giren
bir konu olarak Hz. İsa’nın nüzûlü
bugün de ve bundan sonra da akîde
konusu olmaya devam edecektir.
Akîde kulun belirlemelerine açık alan
değildir; bu bakımdan tarihsel de değildir ve haliyle farklı tarihselliklere
göre içeriğine müdahale edilmesi de
söz konusu değildir. Akîdede aslolan
bir inanç esasının açık ve kesin nassa
dayanması ve aslen içeriğinin imkân
dâhilinde olmasıdır. Hz. İsa’nın nüzulü
içerik olarak imkân dâhilindedir ve
hakkında hem açık hem de kesin naslar bulunmaktadır.
Ancak İslam modernistleri için durum bu
kadar net değil. Genelde bu çevrenin İslamî esaslara karşı evhamlı bir tutum sergilediği bilinmektedir. Sadece Hz. İsa’nın nüzulü değil, mesela İlhami
Güler gibi bazı İslam modernistleri Kur’an’da yer
alan açık kıssaların bile mitolojik birer anlatım olduğunu savunabiliyorlar.[2] Söyleme bakılırsa bu
kesim için ilgili meseleler din telakkimizde birer ur
gibi bünyenin sağlığını tehdit etmekte olduğundan
artık yeni bir kaynak ve yeni bir metodoloji anlayışıyla bu meselelerin ayıklanması gerekmektedir.
Ne var ki henüz ortaya net ve teşekküllü bir sistem
koyabilmiş değiller. Yaptıkları sadece mevcut içinden belli başlı meseleleri irdelemek ve yerli yersiz
vaveylalar kopartarak yapıyı kolay buldukları yerden yıkmaya çalışmaktır. Evet, tam olarak yapılanı
yıkmak kelimesi resmediyor; çünkü yapmak ya da
inşa etmek için ne sahih bir kaynak teklifi ne de
kaynakları anlamak ve yorumlamak için tutarlı bir
metodoloji teklifi ortaya koyabilmişler. Kaynak ve
metot olmadan da haliyle inşa faaliyeti başlatılamıyor.
Son dönemde modernist ilahiyatçı çevrenin
yoğun olarak tefsir ve hadis ilimleri alanında yaptığı
çalışmaları ve bu meyanda özellikle Mutezile üzerine hazırlanan tezleri aslında mevcut yapı içinden
tesis edilmek istenen metodolojiye malzeme ve
mesnet arayışı olarak görmek mümkün.
Modernist ilahiyatçı kesim bu nitelikte tez ve
makalelerle metodoloji tesis etmeye çalışarak işin
atölyecilik kısmını deruhte ederken, bir yandan da
bu çalışmaların piyasaya arzını üstlenen “pazarlamacılar” dikkat çekiyor. Bunlar tabana daha yakın
durdukları için akademik söylemleri tabanın talebine uyarlama konusunda akademisyenlere göre
daha başarılı kimseler.
Müslüman tabanının İslam modernistleriyle
münasebetlerine gelince şimdilik taban daha çok
pazarlamacılarla muhataplık kurabiliyor ve İslamî
telakkilerini de bunların el yordamıyla toparlayabildikleri üzerine bina ediyor.
Pazarlamacıların Hz. İsa ve benzer konularda ileri sürdüğü çözüm de haliyle biraz kotarma
biraz da günü kurtarma kabilinden palyatif öneriler
oluyor. Bu önerileri şöyle formüle edebiliriz: Yolu
bulunursa ilgili nasların reddi, bulunamazsa bir şekilde lafzı tevil etmek.
İşte bu makalenin yazılmasına bais olan
Mustafa İslamoğlu da Hz. İsa’nın nüzulü meselesinde benzer tavrı sergilemiş; kâh tevil yolunu deneyerek kâh İslamî litaratüre geçmiş bulunan bazı
genellemelere sarılarak Hz. İsa’nın nüzulüne iman
meselesinin bir Müslüman için ifade ettiği önemin
üstünü örtmüştür. Konu hakkında hem araştırma
yapan hem de hassasiyet gösteren bir mümin sıfatıyla bu yanlışa dikkat çekmem gerektiğini düşünerek İslamoğlu’nun tutumunu eleştirmek
istiyorum.
Ancak eleştiriye geçmeden önce şu notu düşmekte fayda mülahaza ediyorum: İslamoğlu’nun İslamî bilgi ve tasavvur alanlarında yetkin olmadığını,
dolayısıyla bu alanlarda verdiği ürünlerin yarardan
çok zarar getirdiğini düşünüyorum. Ama bunun yanında öncülüğünü yürüttüğü bazı hayır çalışmalarını takdirle karşıladığımı ifade etmeliyim.
Bu vesileyle gerek yazı gerekse hitabet aracılığıyla Müslüman kitleye şu veya bu ölçüde tesir
eden kimselerin hata ve sevapları karşısındaki tavrımı şu cümlelerle özetleyebilirim: Bu kimselerin
hizmetlerine ya da olumlu yanlarına karşı hakkaniyet ve adalet ölçüleri dâhilinde takdir ve şükran
duygularımı hiçbir surette esirgemem. Ancak bu
duygularım onların özellikle esasa ilişkin yanlış düşüncelerine karşı tepkisiz kalmamı da asla gerektirmemektedir. Aksine Müslüman toplumda az ya
da çok örnek alındıkları için bu kimselerin İslamî
ilke ve hassasiyetlere aykırı duruşlarında başta
ihkâk-ı hak sonra Müslümanların selameti adına
kendilerini ikaz etmeyi bir sorumluluk olarak görüyor ve bu konuda konformizme de riyakârlığa da
prim vermemeyi samimiyetin ve dürüstlüğün gereği
kabul ediyorum. Eğer bu yanlışlar kamuoyuna mal
olmuşsa bunların eleştirilerinin de kamuoyuna deklare edilmek suretiyle aleni biçimde yapılması gerektiğini düşünüyorum.
MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN NÜZUL-İ
İSA VE İLGİLİ HADİSLER HAKKINDAKİ
GÖRÜŞÜ
Bu açıklamalardan sonra İslamoğlu’nun Hz.
İsa’nın nüzûlü konusundaki görüşünün değerlendirmesine geçebilirim. Başlıkta da belirttiğim gibi
değerlendirme İslamoğlu’na yöneltilen bir soruya
kendisinin verdiği cevap üzerinden olacaktır. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için
hem kendisine yöneltilen sorunun hem de bu soruya verdiği cevabın metni olduğu gibi alıntılanmıştır:
37
Mayıs 2009
“Ehl-i kitaptan hiç kimse
olmaz ki, ölümünden önce
ona/İsa’ya iman etmemiş
olsun. O kıyamet günü de onlara şahit olacaktır. (Nisa,
159)” [3]
SORU: Sorum Hz. İsa ile ilgili olacak. Onun
tekrar geleceğine inanan yakın dostlarıma nasıl
anlatayım da veya nasıl cevap vereyim de, birazda
olsa bilgi sahibi olsunlar. Bu konuda bana birkaç
ayet gösteriyorlar, bunlara birazda olsa cevap verebiliyorum ama Buhari, Müslim gibi zatların hadislerini gösterdiklerinde bu hadisler uydurma
diyemiyorum ve yorum yapamıyorum. Çünkü; hadislerin gerçekliğini bilemiyorum. Bana bu konuda
yardımcı olabilir misiniz? Ben gelmeyeceğine inananlardan olduğumu ifade ettiğimde bana itikadımdan bahsediyorlar. Sizden değerli cevaplarınızı
bekliyorum. Allah sizden ve Mümünlerden razı
olsun. (02/03/2007)
CEVAP: Aynen ben de öyle yapıyorum. Bu
doğru olan. Buhari ve Müslim'deki hadisleri izahın
bin bir yolu var. İsa'nın gerçek inancı onu takip
edenlere dönecek de diyebiliriz. Fakat bu hadisler
haber-i vahid. Zan içerir. Yanlış ve yalana ihtimali
vardır. Bu tür haberler akideye konu olmazlar. Bu
yeterlidir.
(Kaynak: http://www.mustafaislamoglu.com/haber_detay.php?haber_id=122 )
İslamoğlu’nun Hz. İsa’nın nüzulü/yeryüzüne
inişiyle ilgili görüşü kabaca yukarıdaki soruya verdiği cevaptan anlaşılmaktadır. Soruyu soran kimse
görüldüğü gibi Hz. İsa’nın nüzulüne inanmadığını
ifade ediyor. Tartışmalar Kur’an ekseninde devam
ettiği sürece nüzul-i İsa’ya inananlara biraz cevap
verebildiğini de belirtiyor. Burada araya girerek
şunu ifade etmek isterim: Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili ayetler, bir yandan sahabe ve tabiînden gelen
Mayıs 2009
rivayetlere diğer yandan siyak-sibaklarına bağlı kalınarak anlaşılmaya çalışıldığında bunların açık biçimde Hz. İsa’nın nüzulüne delalet ettiği
görülecektir. Burada ilgili ayetleri açık ve seçik biçimde ele almak isterdik; ama konumuz İslamoğlu’nun cevabı üzerine bina edildiği için buna
fırsatımız olmayacak.
Soruyu soran kimse daha sonra konuyla ilgili
Buharî ve Müslim’de nakledilen hadisler karşısında
çaresiz kaldığını söyleyerek İslamoğlu’ndan yardım istiyor. İslamoğlu’nun meseleye kendince getirdiği çözüm, Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili olarak
Buhari ve Müslim’de geçen hadislerin inkârı değil,
tevilidir. İslamoğlu’na göre bu hadislerin bin bir tevili vardır. Cevapta ileri sürdüğü tevile göre de hadisler bizzat Hz. İsa’nın nüzulünü değil, kıyametin
arifesinde onun gerçek inancının takipçilerine döneceğini bildirmektedir.
İslamoğlu’nun cevabından üç şey çıkıyor: Birincisi, Hz. İsa’nın nüzulünü bildiren hadisler hakikî/açık anlamlarına yorulmamalı, bilakis tevil
edilmelidir. İkincisi, ilgili hadisler haber-i vahiddir.
Üçüncüsü, haber-i vahidler zan ifade ederler. Bu
bakımdan akîdeye konu olamazlar.
Mesele anlaşıldığına göre sözü daha fazla
uzatmayıp bu üç nokta üzerinden İslamoğlu’nun
görüşünü değerlendirebiliriz.
NÜZÛL-İ İSA HADİSLERİ TEVİL
EDİLEBİLİR Mİ?
Birincisi, Hz. İsa’nın nüzulüne dair varid olan
hadislerin yukarıda arz edildiği gibi tevil edilmesi,
başka türlü anlaşılması mümkün müdür? Bu soruya cevap vermek için önce Hz. İsa’nın nüzulü
hakkında varid olan hadislerden birkaç tanesinin
mealini buraya taşıyalım. Böylece üzerinde konuştuğumuz konu hakkında daha temelli ve net fikirler ortaya koymamız mümkün olabilir.
Kaynaklarda Hz. İsa’nın nüzulüne dair nakledilen hadisler içinde en meşhur olanı Buharî ve
Müslim’de geçen şu rivayettir: Said bin el-Müseyyeb’in Ebu Hureyre kanalıyla rivayet ettiği hadiste
Allah Resulü şöyle buyurmaktadır: “Canım kudretinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, şüphesiz
Meryemoğlu’nun adil bir hakem olarak inmesi/nüzûlü elbette yakındır. O inince haçı kıracak, hınzırı
öldürecek, harbi/cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında mal çoğalacaktır. O kadar ki zekât verilecek
kimse kalmayacaktır. Tek bir secde dünya ve dünyada bulunan şeylerden daha hayırlı olacaktır.”
Daha sonra Hz. Ebu Hureyre isterseniz şu ayeti
38
okuyun dedi: “Ehl-i kitaptan hiç kimse olmaz ki,
ölümünden önce ona/İsa’ya iman etmemiş
olsun. O kıyamet günü de onlara şahit olacaktır. (Nisa, 159)” [3]
Bu konuda varid olan hadislere bir diğer misal
de Hz. Cabir’in Allah Resulü’nden naklettiği şu hadistir: “Ümmetimden kıyamete kadar hak üzere
savaşan bir taife bulunacaktır. Sonra Meryem
oğlu İsa inecektir. Müslümanların emiri ona,
gel, bize namaz kıldır diyecek. O da hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizler birbirinizin emirlerisiniz, diyecektir.” [4]
Bu konuda farklı sahabiler tarafından nakledilen hadislerin sayısı hayli kabarıktır. İlgili hadislerin sadece muhtevasına birer misal olması için
zikrettiğimiz bu rivayetler, Hz. İsa’nın nüzulüne dair
Hz. Peygamber Efendimiz’in anlatmak istediği
şeyin mahiyet ve keyfiyeti hakkında yeterince fikir
veriyor. Şu halde ikinci adımı atarak mezkûr hadislerde yer alan ifadeleri, Hz. İsa’nın bizzat kendisinin nüzulünün dışında başka türlü anlama imkânı
olup olmadığına bakabiliriz.
Meallerine yer verdiğimiz hadislerde ilk dikkat çeken husus olarak, Allah Resulü’nün sadece
Hz. İsa’nın nüzulünü haber verip sözü orada bitirmediğini, bunun dışında detaylı sayılabilecek bilgiler verdiğini de görüyoruz. Yukarıda zikrettiğimiz
hadisler ve diğerlerinde Allah Resulü, Hz. İsa’nın
yeryüzüne nereden ineceği, ne keyfiyette ineceği,
nerelere uğrayacağı, neler yapacağı ve nihayet nerede vefat edip nereye defnedileceği gibi konularda
çok somut bilgiler vermektedir. Bunların yanında
yukarıda mealini verdiğimiz Cabir hadisinde de olduğu gibi Ümmet-i Muhammed’le arasında geçecek olan konuşmaların içeriğine kadar teferruata
da girmektedir.
Bu kadar somut anlatım ve detaylı bilgiyi göz
önünde bulundurursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hz. İsa’nın nüzulünü başka türlü anlamak, hadislerde yer alan ifadeleri mecrasından saptırıp
zorlama yorumlara başvurmadan mümkün değildir.
Çünkü bu haliyle hadisler açık ve net olarak Hz.
İsa’nın bizzat kendisinin nüzul edeceğini gösteriyor.
Biraz daha detaya inerek konuyu dil ve usul
yönüyle ele alalım. Dil ve usul kuralları gereği açık
ifadelerde mecaz, kinaye gibi sözün yan anlam ihtimallerini gündeme getirebilmek için ortada bunu
gerektiren sebep bulunmalı, yani açık anlamın imkânsız olduğunu gösteren delil olmalıdır. Nitekim
usulde “kelamda aslolan hakikattır”, “hakikat mü-
teazzir/imkânsız oldukta mecaza başvurulur” gibi
kaideler de bunu anlatır. Sözgelimi mezkûr hadislerde geçen “nüzûl” kelimesinin açık anlamı bizzat
bedenen inmektir. Farzı muhal nüzûl kelimesini bu
anlamın dışına çıkarmak, ona mecazi anlam yüklemek, mesela bunun Hz. İsa’nın gerçek inancının
onu takip edenlere geri döneceği anlamına geldiğini savunmak için ortada Hz. İsa’nın bedenen inmeyeceğini gösteren ayet, hadis veya kesin aklî
delil bulunması gerekir. Ancak böyle deliller bulunması halinde nüzul kelimesi başka anlamlara hamledilebilir. Peki, sormak lazım, Hz. İsa’nın
yeryüzüne bedenle inmeyeceğini söyleyenlerin
elinde böyle bir delil var mıdır? Bu konuda ileri sürülen gerekçelere bakılırsa nüzul-i İsa’yı inkâr
edenlerin de tevil edenlerin de ellerinde ancak kurgusal öncüller var. Söz gelimi Kur’an’da Hz. İsa’yla
ilgili teveffî kelimesine yapılan atıf sorunludur. Zira
bu kelimenin anlamı aslen kabzetmek/almaktır.[5]
Dolayısıyla kelimenin kaçınılmaz olarak Hz. İsa’nın
ölümüne delalet ettiği söylenemez. Bunun gibi
nüzul-i İsa’yı fizik şartlar açısından imkânsız bulanların iddiaları da, Allah’ın kudretini fizik kanunlarıyla sınırlandırmak suretiyle fiziği mutlaklaştıran
vahim bir yanlışı sergilemektedir.
Ortada sahih bir delil bulunmadığına göre
nüzul kelimesini açık anlamından çıkartıp başka
anlamlara çekmek izah edilebilir bir yol olmasa gerektir.
Dikkat edilirse yukarıda nüzul kelimesini bedenle inmek anlamının dışına çekmekten bahsederken “farzı muhal” tabirini kullanarak nüzulün
başka anlama çekilmesinin usul açısından imkânsızlığına işaret ettik. Zira Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili
hadislerde geçen nüzûl kelimesinin bizzat bedenle
inmek anlamına olan delaletini anlatmaya
açık/zahir kelimesi de yetmez. Bu tür kelimeler
usulcülerin de ifade ettiği gibi “müfesser” niteliğinde
kelimelerdir. Kelimenin kendisi doğrudan bedenle
inmek anlamına delalet ettiği gibi, hadislerin siyak
ve sibakı da bu anlamı pekiştirmekte, mecaz ya da
bir başka ihtimali kökten kazımaktadır. Şu halde
hadislerde yer alan detaylar nüzulün zorunlu olarak bedenle inmek anlamına geldiğini, diğer ihtimallerin hiçbir türlü söz konusu olamayacağını
göstermektedir.
Birinci meseleyi toparlayacak olursak İslamoğlu’nun, ilgili hadisleri Hz. İsa’nın yeryüzüne bedenle inmesi dışında bir anlama çekmesi için
elinde makul bir sebep bulunmamaktadır. Bu bakımdan İslamoğlu’nun mezkûr hadisleri açık anlamlarının dışına çekmesini, bu konudaki peşin
hükümlülüğünden başka bir şeyle izah edemiyorum.
39
Mayıs 2009
NÜZUL-İ İSA HADİSLERİ MÜTEVATİR
DEĞİL MİDİR?
İkincisi, Hz. İsa’nın nüzulünü konu edinen hadisler haber-i vahid midir? Haber-i vahid, yaygın
kullanımına göre, mütevatir olmayan hadisler
demek olduğundan konuya mütevatir hadislerin tarifiyle giriş yapmamız gerekiyor.
Bir terim olarak mütevâtir hadis, örfen, yalan
üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal verilemeyecek sayı ve keyfiyeti haiz kimselerin/topluluğun rivayet ettiği hadis demektir. Biraz daha
müşahhas ifadeyle mütevâtir hadis, ilk kaynağından itibaren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivayet edilen ve rivayet edenlerin normal
şartlarda yalan söylediklerine imkân verilemeyen
hadislerdir.
Mütevatir hadis konusunun detayları burada
bizi ilgilendirmediği için fazla teferruata girme gereği duymuyoruz. Ancak şu kadarını ifade etmeliyiz
ki, tariften de anlaşıldığı üzere bir hadisin mütevatir olması onu rivayet edenlerin sayılarının belli bir
rakama ulaşmış olmasıyla alakalı değildir. Bazı
muhaddislerin bu konuda zikrettiği rakamlar ekseriya usulcüler tarafından itibar görmemiştir. Usulcülerin bu konuda esas kabul ettiği ölçü, hadisi
rivayet eden ravilerin âdeten/normal şartlarda
yalan üzerinde söz birliği etmiş olabileceklerine ihtimal verilememesidir. Bu olduktan sonra ravilerin
sayısının pek bir ehemmiyeti yoktur.
Mütevatir hadislerin tarifinden hareketle
haber-i vahidin tarifini yapabiliriz. Mütevatir haberin
karşıtı olduğuna göre haber-i vahid, normal şartlarda yalan üzerinde söz birliği yapmış olmalarına
ihtimal verilebilecek olan kimseler tarafından nakledilen hadislerdir. Tariflerini gördüğümüze göre buradan Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili rivayetlerin haber-i
vahid mi yoksa mütevatir mi olduğu konusuna geçebiliriz.
İslamoğlu nüzul-i İsa hakkındaki rivayetlerin
haber-i vahid olduğunu söylüyorsa da dayanağının
ne olduğunu ifade etmediğinden bu konuda net bir
şey söyleyemiyoruz. Ancak İslamoğlu’nun hadis
ilimleri konusunda Hayri Kırbaşoğlu’nun fikirlerine
güvendiğini ve takipçilerine tavsiye ettiğini yine
kendisinin ifadelerinden anlıyoruz.[6] Bu durumda
muhtemelen İslamoğlu’nun atölyecisi Hayri Kırbaşoğlu olmakta, onun mütevatir hadisle ilgili fikirlerini
“taklit” etmektedir.
Kırbaşoğlu mütevatir hadislerin ancak sayılamayacak kadar kalabalık kitleler tarafından nakleMayıs 2009
dilen hadisler olduğunu savunmaktadır. Ona göre
ravileri sayıya geldiği için, elli altmış sahabî tarafından nakledilmiş olsa bile senetli rivayet yoluyla
günümüze ulaşan hadisler mütevatir olamazlar.[7]
Kırbaşoğlu’nun bu konuda dayanağı olmadığı gibi,
mütevatir hadisin tarifi de kendisini desteklememektedir. Zira mütevatir hadisin tarifinde bir sayı
tahdidi olmadığını gördük. Sayı tahdidinin olmaması, mütevatir hadis söz gelimi on kişinin ya da
yirmi kişinin rivayet ettiği hadistir, diyenleri yanlışladığı gibi, mütevatir hadis elli kişinin ya da altmış
kişinin rivayet ettiği hadis olamaz diyenleri de yanlışlamaktadır. Çünkü sonuçta her ikisi de mütevatir hadise bir rakam tahdidi yapmaktadır. Biri
doğrudan yaparken Kırbaşoğlu gibileri dolaylı biçimde, tersinden sayı tahdidi yapmaktadır. Kırbaşoğlu söz gelimi elli ya da altmış sahabi tarafından
nakledilen hadisleri mütevatir görmemekle, mütevatir hadisin ravi sayısının asgari olarak ellinin ya
da altmışın üstünde olması gerektiğini zımnen
ifade etmiş olmaktadır. Oysa mütevatir hadislerin
tarifinde de şartlarında da böyle bir kayıt bulunmamaktadır. Şu halde Kırbaşoğlu, mütevatir hadislerin sayısını en aza indirmeye şartlanmış biri olarak
tariflere rağmen kendince bir mütevatir hadis modeli kurgulamaktadır.[8] Bu bakımdan onun savunduğu mütevatir hadis modeli bizi bağlamamaktadır.
Dolayısıyla nüzul-i İsa ile ilgili rivayetleri onun değil,
yaygın mütevatir hadis tasavvuru üzerinden değerlendirmek gerektiğini düşünmekteyiz.
Nüzul-i İsa ile ilgili rivayetlerin hangi kategoriye girdiğini tespit etmek zor değil. Konuyla ilgili rivayetlerin senedlerini ve buna bağlı olarak ravi
sahabilerin sayısını en azından elde mevcut olanları itibarıyla çıkarmak mümkün. Aslında okuyucunun, bu konuda ilgili kaynakları tek tek taramak
zorunda kaldığını düşünerek yılgınlık göstermesine
gerek yok. Modern zamanlarda nüzul-i İsa konusu
tartışılmaya başladığından yakın dönemde yaşayan bir çok muhakkık âlim ilgili rivayetleri kaynaklardan tarayarak ilgilenenleri bu zahmetli işten
kurtarmıştır. Mesela Hindistanlı büyük muhaddis ve
fakih Enver Şâh el-Keşmîrî yaptığı uzun ve yorucu
çalışmalar neticesinde bu konuda et-Tasrîh bimâ
tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh adlı kitabını kaleme almıştır. Keşmîrî bu kitapta Allah Resulü’ne ait/merfu
yetmiş beş, sahabe ve tabiîne ait/mevkuf yirmi altı
rivayet toplamıştır. Bu rivayetler başta İbn-i Mesud,
Aişe, Enes, Huzeyfe bin el-Yemân, İbn-i Ömer, İbni Abbas, Cabir, Ebu Hureyre, Abdullah bin Amr, Ebu
Said el-Hudrî gibi meşhur sahabiler olmak üzere
yaklaşık otuz sahabîden nakledilmektedir. İlgili rivayetler bu kadar kalabalık bir sahabe gurubu tarafından nakledildiğinden öteden beri İslam âlimleri
nüzul-i İsa konusundaki rivayetlerin mütevatir ol40
“Ümmetimden kıyamete
kadar hak üzere savaşan bir
taife bulunacaktır. Sonra Meryem oğlu İsa inecektir. Müslümanların emiri ona, gel, bize
namaz kıldır diyecek. O da
hayır, Allah’ın bu ümmete bir
ikramı olarak sizler birbirinizin
emirlerisiniz, diyecektir.” [4]
duğunu ifade etmişlerdir. Bunlara misal olarak Taberî, Ebu’l-Hüseyn el-Âburî, İbn-i Atıyye, İbn-i
Rüşd, İbn-i Kesîr, es-Seffârînî, Şevkânî, Kettânî,
Keşmîrî, Kevserî ve Ğumârî’yi zikredebiliriz.[9]
Şu halde mütevatir hadisin tarifi esas alındığında, bu kadar sahabînin rivayet ettiği hadislerin
mütevatir olduğunu söylemek için başka ne gerekiyor? Sahabe tabakasında bu sayıya ulaşan rivayetlerin tabiin ve sonraki tabakalarda ulaşacağı
miktarı siz düşünün. Bu kadar sahabinin yalan üzerinde söz birliği etmiş olabileceğine kim neye dayanarak ihtimal vermektedir ki, bu hadislerin
mütevatir olamayacağını savunabilmektedir?
HAYRİ KIRBAŞOĞLU’NUN NÜZUL-İ İSA
TENKİDİNİN ELEŞTİRİSİ
Burada hazır yeri gelmişken Hayri Kırbaşoğlu’nun ilgili rivayetler ve kaynağı bulunan sahabilere dair tenkitlerine değinmeliyim. Bu vesileyle
Hayri Kırbaşoğlu’nun, Hz. İsa’nın nüzulüyle ilgili
hadislere dair kaleme aldığı “Hz. İsa’yı (a.s.) gökten indiren hadislerin tenkidi” isimli bir makalesi olduğunu belirtmem gerekiyor. İlgili makaleyi
okudum, maalesef makalede ilmî sayılabilecek
analitik tespitler göremedim. Asıl konumuz Kırbaşoğlu’nun tenkidinin eleştirisi olmadığı için burada
sadece ilgili makalede göze batan eksiklik ve çarpıtmaları gündeme getirerek tekrar İslamoğlu’na
dönmek durumundayım.
Kırbaşoğlu’nun anılan makalede “Kaynak
metodolojisi” alt başlığıyla yaptığı tespit ve tenkitler gayet sathî ve temelsiz görünüyor. Sözgelimi bu
bölümde Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın nüzulüne dair
Allah Resulü’nden yapılan rivayetlerin birkaçı hariç
neden Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali gibi kendisine yakın arkadaşları ve Hz. Peygamber’in eşleri tarafından gelmediğini bir sorun
olarak gündeme taşıyıp rivayetlerin güvenilirliğini
sorguluyor. Doğrusu bir hadisin onlarca sahabi tarafından rivayet edildiği halde bu sahabiler arasında neden yukarıda zikredilen sahabiler
bulunmuyor, diyerek tenkit edildiğine ilk defa şahit
oluyoruz. Kırbaşoğlu’nun böyle bir ayrıntıyı kaynak
tenkidi gibi ilmi bir faaliyette hem de ilk sırada kullanması doğrusu ilginç. Hadis ilimlerinde sözü edilen sahabilerin neden fazlaca rivayetleri olmadığı
konusunda kendi konumlarına has sebeplere dair
yer alan izahlar Kırbaşoğlu’nun söz konusu tenkidine yeterince cevap teşkil ediyor.
Bu bir yana tenkit ilginç olduğu kadar ciddi bir
mütalaaya dayandığı da söylenemez. Zira kendisi
de hadislerin ravi sahabilerinin listesini veriyor ve
bunlar arasından Hz. Enes, Hz. Abdullah b. Mesud
gibi birkaç sahabi dışındakilerin Allah Resulü’nün
yakın arkadaşları ve fakih sahabiler olmadıklarını
söylüyor[10]. Kırbaşoğlu her ne kadar “birkaç sahabi” diyerek bunların kimler ve ne kadar olduklarını belirsiz bırakmak suretiyle meseleyi
geçiştirmeye çalışsa da biz şöyle biraz daha ayrıntıya girerek iddiasının hiç de sağlam bir temele
oturmadığını yakında görebiliriz.
Kırbaşoğlu’nun da verdiği listede yer alan sahabiler arasında Cabir b. Abdillah, Ebu Hureyre,
Abdullah b. Amr, Abdullah b. Ömer, Huzeyfe b. elYemân, Ammar b. Yasir, Imrân b. Husayn, Ebu’dDerdâ, Osman b. Ebi’l-As, Vâsile b. el-Eska’ gibi
isimler bulunuyor. Şimdi bu sahabilerin Hz. Ebubekir gibi Allah Resulü’nün yakın arkadaşları olduklarını söyleyemesek de bunların her birinin
Allah Resulü’yle yakınlığı bulunduğu bir vakıadır.
Ve hiçbiri Allah Resulü’nü bir veya birkaç defa
görüp memleketine dönmüş bir bedevî değildir.
Hadis ilimlerinde ravi sahabilerin temayüz sebebi
Hz. Ebubekir gibi Allah Resulü’nün çok yakın arkadaşı olmak değildir elbette. Eğer öyle olsaydı elimizde hadis diye sadece mezkûr sahabilerin
rivayet ettiği çok az bir mecmua kalırdı. Oysa hadis
ilimlerinde [ve özellikle usulcülerin nazarında] bir
sahabiyi diğerinden mütemayiz kılan husus, fakih
olmalarının yanında, esasta Allah Resulü’ne olan
mülazemetidir/beraberliğidir. Allah Resulü’yle birlikteliği ne kadardır, onunla savaşa katılmış mıdır,
onunla sefere çıkmış mıdır, özel olarak Allah Re41
Mayıs 2009
Bütün bunlardan sonra
Mustafa İslamoğlu’nun nüzul-i
İsa konusundaki görüşlerinin
herhangi ilmî mesnede dayanmadığını, şartlanmış bir zihinle
meseleyi basitleştirdiğini söylemek durumundayız.
lığı yapacak kadar fakih bir sahabidir. Hz. Ebu Hureyre gibi Vâsile b. el-Eska’ da Ashab-ı suffa’dandır, gece gündüz Allah Resulü’nün yakınında
bulunmuş, karın tokluğuna ilim tahsil etmiştir.
Ammâr b. Yâsir erken dönem Müslüman olmuş sahabilerden biri olarak uzun süre Allah Resulü’yle
birlikteliği vardır. Bunun yanında Allah Resulü’nün,
şahsına dair beyanatı bulunacak kadar da kendisine yakınlığı bulunmaktadır. Nüzûl-i İsa rivayetlerinin kaynağı olan sahabiler içinde bunların
yanında Sefîne ve Sevbân gibi gece gündüz Allah
Resulü’nün beraberinde bulunan onun hizmetçisi
olan sahabiler de vardır.[12] Şimdi bu sahabilerin rivayetlerini Allah Resulü’nün çok yakın arkadaşları
ve fakih olmadıkları gerekçesiyle tenkit etmenin
makul bir izahı olabilir mi?
Mütalaanın ciddiyetine (!) bakın ki, mezkûr
sahabiler arasında Allah Resulü’nün eşleri bulunmadığını sorun eden Kırbaşoğlu bizzat kendi listesinde de yer aldığı halde Hz. Aişe’yi görmüyor.
sulü’yle münasebeti olmuş mudur, bunlara bakılır.[11] Sözünü ettiğimiz sahabilerin her birisi bu özelliktedirler. Allah Resulü’yle savaşlara katılmanın
yanında onun nezdinde önemli mevkii işgal etmişlerdir. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve Ebu
Hureyre gibi isimlere girmek istemiyorum. Bunların Allah Resulü’yle özel münasebetleri, menkıbeleri ve sahabe arasındaki mevkileri tarife gerek
bırakmayacak kadar açıktır. Ben asıl diğer sahabilerden bahsetmek istiyorum.
Bu sahabilerin birçoğu gerek Allah Resulü
gerekse Hulefa-i Râşidîn tarafından stratejik görevlere getirilmiştir. Mesela Osman b. Ebi’l-As bizat
Allah Resulü tarafından Taif’e vali tayin edilmiştir.
Hz. Ömer zamanına kadar bu görevde kalmış,
daha sonra Hz. Ömer kendisini Bahreyn’e vali atamıştır. Imran b. Husayn de fakih olduğu bildirilen
sahabilerdendir ve Hz. Ömer tarafından Basra’ya
gönderilmiş, oradaki halka din eğitimi/tefkîh için vazifelendirilmiştir. Huzeyfe b. El-Yeman, meşhur sahabilerdendir. Allah Resulü’nün kendisine son
derece güveni bulunmaktaydı. Birçok gizli bilgileri
kendisine verdiği için “sahibü’s-sirr” olarak anılırdı.
Hz. İsa’nın nüzulü dâhil kıyamet alametleri hakkında birçok rivayetin kaynağıdır. Hz. Ömer onun
bilgisine güvenir, fitne konusunda kendisine danışırdı. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hz. Ömer tarafından Medâin’e vali atanmıştır.
Ebu’d-Derdâ, Bedir günü Müslüman olmuş,
Uhud’a katılmıştır. “Ümmetimin hakîmidir” gibi bir
medh-i nebevîye mazhar olmuştur. Dımeşk kadıMayıs 2009
Makalede “Dış Tenkid” (isnad tenkidi) alt başlığıyla yer alan bölümdeki tenkitler bizzat senet incelemelerine dayandırılmak yerine hadislerin
birkaçıyla ilgili bilinen tenkitler ileri sürülerek diğerleri de zan altına sokuluyor. Hâlbuki başlığa bakarak bu bölümde ilgili rivayetlerin senetlerini tek tek
inceleyip ayrı ayrı her biri hakkında mülahazalarını
ortaya koymasını, sonra da bu mülahazalar üzerine, genellemeye prim vermeden tutarlı bir sonuç
çıkarmasını beklerdik Kırbaşoğlu’ndan.
“İç Tenkit” (metin tenkidi) alt başlığıyla makaleye yansıttığı tespitlere gelince bunlar tamamen
Kırbaşoğlu’nun hakikat ve doğruluk anlayışını ortaya koyan son derece sübjektif açıklamalar ve pekâlâ tartışılabilecek, pekâlâ aksi söylenebilecek
türden tespitlere dayanıyorlar. Söz gelimi bu bölümde sık sık ilgili rivayetlerin bazılarında yer alan
ifadelerin Eski Ahid külliyatındaki bilgilerle benzerlikler arz ettiğine yaptığı atıfları burada zikredebiliriz. Kırbaşoğlu bunları yadırgayıp ilgili hadislerin
–ki bunlar bir kısmı için söz konusu- belli kültür
havzalarında üretilip Allah Resulü’ne isnad edildiğini düşünmektedir. Bu Kırbaşoğlu’nun zannettiği
kadar kolay mıdır? Pekala, biri kalkıp şunları diyebilir: Eski ve yeni ahid külliyatı toptan batıl ve hurafelerle dolu değildir. Bunlarda hala mişkat-ı
nübüvvetten parıltılar vardır. İş bu bilgiler de korunabilmiş mezkûr parıltılardandır. Allah Resulü ile
diğer peygamberlerin bilgi kaynağı aynıdır, vahiydir. Şimdi siz Ehl-i kitaptaki bilgilerin toptan batıl olduğunu söyleyebilir misiniz? Eğer söylüyorsanız,
neden bu külliyatı hala muharref/değiştirilmiş/saptırılmış, üzerinde oynanmış kitaplar olarak tanımlı42
yorsunuz? Ehl-i kitab’ın dinî bilgisinin tahrif edilmiş
olması zorunlu olarak sahip oldukları bazı bilgilerin hakikat değeri taşıyabileceğini göstermez mi?
Bizim de bu bilgileri tespit etmemiz için güvenebileceğimiz kaynak Kur’an ayetleri ve Allah Resulü’nün hadisleri değil midir? Şu halde Allah
Resulü’nden gelen hadisler ilgili bilgilere paralellik
arz ediyorsa bunu hadislerin uydurma olduğuna mı
yoksa Ehl-i kitabın mezkûr bilgilerinin sahih olduğuna mı delil saymalıdır?
Görüldüğü gibi Kırbaşoğlu burada bir ön kabulden hareket ediyor, hadislerin metin kritiğini de
ihtiyat payı bırakmadan tamamen bunun üzerine
bina ediyor. Şimdi bu metin tenkidine ne kadar güvenebiliriz?
HABER-İ MÜTEVATİRLERİN DIŞINDAKİ
HABERLER SADECE HABER-İ VAHİD
MİDİR?
Üçüncüsü, haber-i vahidlerin akîdeye konu
olamaması meselesine gelince bu mesele de detayları araştırılmadığında kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Detaylara girmeden önce iki noktanın
altını çizelim: Birincisi, Hz. İsa’nın nüzulüne dair rivayetler haber-i vahid değildir, yukarıda da izah ettiğimiz gibi mütevatirdir. İkincisi, nüzul-i İsa
rivayetlerinin mütevatir olmadığı farz edilse bile bu
zorunlu olarak haber-i vahid olmalarını gerektirmez. Zira Usul-i fıkıh âlimleri genelde hadisleri mütevatir, meşhur/müstefîz ve âhâd olmak üzere üç
kısma ayırıp hükümleri itibarıyla her bir kısmı ayrı
ayrı değerlendirirler. Bu değerlendirmeye göre
meşhur hadisler İbn-i Fûrek, el-İsferâînî, Ebu Mansur el-Bağdâdî ve Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî gibi ekser
usulcülere göre kat’î bilgi ifade ederken[13], Debûsî
ve Serahsî gibi bazı âlimlerce tuma’nînet/tatmin
edecek düzeyde bilgi ifade etmektedir.[14] Ama şurası kesin ki meşhur hadislerin inkârı –Ebu’l-Yüsr
el-Bezdevî ve hocası Şemsü’l-Eimme el-Halvanî
gibi bazı âlimlere göre küfür olsa da[15] - en azından bidat kabul edilmekte, bu yönüyle ilgili rivayetlerin akideye taalluku bulunmaktadır. Bu bakımdan
birçok akide ve kelam kitabında da örneklerine
rastlandığı üzere ilgili rivayetler akidede delil olarak kullanılabilmektedir. Özellikle akide ve kelam
kitaplarının sem’iyyât bölümü diye bilinen son bahislerinde bu rivayetlerin sıkça delil olarak kullanıldığını görmekteyiz. Şu da var ki, kelamcılar bu gibi
bahislerde zaman zaman istidlalde bulundukları
bazı rivayetlerin meşhur olduğunu ifade etmişlerse
de bu hüküm her zaman isabetli olmamaktadır.
Zahid el-Kevserî’nin de pek yerinde tespit ettiği
üzere, sözü edilen kelamcıların hadis ilimlerinde ih-
tisasları olmadığı için ilgili hadislerin tarikleri hakkında etraflı bilgiye sahip olmamaktadırlar.[16] Bu
bakımdan onların tevatüre ulaştığının farkına varamayıp sadece meşhur olduklarını ifadeyle yetinmektedirler. Her konuda ihtisas erbabının bilgisine
müracaat etmek gerektiğinden mütevatir hadislerin tespiti hususunda kelamcılardan çok hadislerin
tariklerine aşinalığı olan âlimlerin tespitleri esas
alınmalıdır. Yukarıda bu nitelikteki âlimlerin ilgili hadislere dair kanaatlerini belirtmiştik. Sözün özü
Usul-i fıkıh âlimlerine ait bu taksime göre konuşacak olursak nüzul-i İsa rivayetleri en azından meşhur/müstefîz hadisler kısmına dâhil olmaktadır.
Bizim yukarıda esas aldığımız üzere hadisleri mütevatir ve haber-i vahid olarak ikili tasnife
tabi tutanlar genelde muhaddislerdir. Şu halde
nüzul-i İsa rivayetlerinin mütevatir olmadığını varsaysak bile haber-i vahid olmaları gerektiği sonucu
sadece muhaddislerin tasnifine göredir, usul-i fıkıh
âlimlerine göre değil.
HABER-İ VAHİDLER AKÎDEYE KONU
OLAMAZLAR MI?
Bu girişten sonra bir an için İslamoğlu’nun dediği gibi düşünerek ilgili rivayetleri haber-i vahid
kabul edecek olsak bile bu, mezkûr rivayetlerin
mutlak anlamda akîdeye konu olamayacağını göstermez. Zira haber-i vahidler içinde akîdeye konu
olan rivayetler bulunmaktadır. Nitekim birçok usuli fıkıh kitabında mütevatir haber konusu işlendikten sonra katî bilgi ifade eden haberler başlığı
altında özel bir bahis açılması bunu göstermektedir. Buna bir misal olması için Fahru’r-Râzî’nin “Bir
haberin doğru olduğunda tevatürden başka delalet
eden hususlar” diye başlık attığı bahsi zikredebiliriz.[17] Gerek Fahru’r-Râzî gerekse diğer birçok
usulcü bu ve benzer başlıklar altında katî bilgi ifade
eden haber-i vahid çeşitlerine birçok örnek vermektedirler. Bunlar içinden âlimlerin kabul ettiği
haber-i vahidleri burada özellikle belirtmeliyiz.[18]
Zira Hz. İsa’nın nüzulüne dair rivayetler hemen
bütün İslam âlimleri tarafından kabul görmüş, hadis
mecmualarından akaid-kelam kitaplarına kadar ilgili hadisler kıyamet alametleri sadedinde birer bilgi
kaynağı olarak kullanılmıştır.
Şu halde ilgili hadislerin haber-i vahid olduğu
söylense bile âlimlerin kabulüne mazhar olmaları
bakımından katî bilgi ifade ettiklerini ve tabii olarak
akideye konu olmaları gerektiğini söylemek durumundayız.
43
Mayıs 2009
HABER-İ VAHİDLERİN ZAN İFADE
ETMESİ NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Burada Mustafa İslamoğlu’nun cevabında da
dikkat çektiği gibi İslam modernistlerinin haber-i vahidlerin zan ifade ettiği hususuna dönük bir çarpıtmasına temas etmeliyiz. İslam modernistleri bir
itikad ilkesini kabul etmediklerinde tavırları bellidir;
genelde konu hakkındaki hadislerin haber-i vahid
olduğunu ileri sürerler. Daha sonra haber-i vahidlerin zan ifade ettiği yönündeki prensibi gündeme
taşıyarak haberin içeriğine iman etmeyişlerini kendilerince bir sebebe bağlamış olurlar. Evet, ifade
edildiği gibi haber-i vahidlerin zan ifade etmesi
usulî bir konudur ve katî bilgi ifade etmelerini sağlayan –ve yukarıda bir örneğine yer verilen- herhangi bir karine bulunmadığında söz konusudur.
Ancak burada kapalı kalan ve kapalılığı fırsat bilinerek manipüle edilmeye çalışılan bir konu var.
Haber-i vahidlerin ifade ettiği belirtilen zan zann-ı
galiptir. Yani hadisin durumuna göre yüzde elli bir
ile yüzde doksan dokuz arasında değişebilen güçlü
kanaattir. Şöyle söyleyebiliriz; normal şartlarda
haber-i vahidle sabit bir meseleye inanmak için elimizde geçerli bir sebep olduğu halde onu inkâr
Mayıs 2009
etmek için geçerli bir sebep bulunmamaktadır. Bu
da aksine delil olmadığı zaman haber-i vahidlerin
gereğince inanmak icap ettiği anlamına gelir.
Durum böyle olunca haber-i vahidlerin zan
ifade ettiği yönündeki bu usul prensibini ilgili haberlerin içeriğine karşı güvensizlik telkin eden bir
bağlam ve üslup içinde dile getirmek esasen ilgili
prensibi uygulama hassasiyetinin değil, onu çarpıtmanın işaretidir. Zira söz konusu prensip haberi vahidlerin içeriğinin doğru olması ihtimalinin yanlış
olması ihtimaline karşı daha güçlü olduğunu ve dolayısıyla itibara alınması gerektiğini ifade ettiği
halde burada tam aksi bir amaçla kullanılmakta, ilgili haberin içeriğine imanın lüzumsuzluğuna araç
kılınmaktadır. Nitekim nüzul-i İsa’ya inanmayan
kimse konu hakkındaki hadislerin haber-i vahid olduklarını duyduğunda acaba yanlış mı yapıyorum
diye bir tereddüt duyması gerekeceğine inkârını bir
temele dayandırmışçasına rahatlamaktadır.
Bu durumda haber-i vahidlerin zan ifade ettiği
yönündeki prensibi doğru anlamamız gerekmektedir. Bu prensibi doğru anlayabilmek için önce onun
usul ve kelam kitaplarında ne münasebetle kullanıldığını bilmek icap eder. Usul ve kelam kitapla44
rını inceleyenler görecektir ki haber-i vahidin zan
ifade ettiği, kati bilgi sağlamadığı yönündeki prensip özellikle iki konuda gündeme taşınmaktadır.
Bunlardan biri nasların taaruzu konusu, diğeri tekfir konusudur. Nasların taaruzu konusunda bilhassa Hanefî usulcüler Kur’an’da bulunan tahsis
edilmemiş umumî lafızlar bahsinde bu lafızların
haber-i vahidlerle tahsis edilemeyeceğini ifade
ederlerken ilgili prensibe atıf yaparlar. Bir de usulcüler haberlerin kendi aralarındaki taaruzu bahsinde de bu prensibe dikkat çekmektedirler.
Usulcülerin bu atıfları, haber-i vahidleri delil kabul
etmemeye dönük değil, sadece nasları hiyerarşik
bir sisteme göre anlamaya dönük bir çabanın
ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Tekfir konusundaki atfa gelince bu daha çok prensibe kelam
kitaplarında yapılan atıftır ve haber-i vahidle sabit
meseleleri inkâr ettiği için her hangi birini tekfir etmemek gerektiği anlatılırken gündeme getirilir. Burada da haber-i vahidlerin delil olarak
görülemeyeceğine dair en ufak bir ima söz konusu
değildir. Prensibin gündeme getirilmesi sadece tekfir konusunda ihtiyatın gerekliliğinden kaynaklanmaktadır.
Demek oluyor ki, prensibi doğru yerde uygulamak istiyorsak onu ya nasların taaruzu ya da tekfir konusunda kullanmalıyız. Ayet ya da mütevatir
veya meşhur hadislerin açık ifadelerine aykırı bir
rivayetle karşılaştığımızda ilgili rivayetin sıhhat değerini araştırır, bu meyanda haber-i vahid olduğunu
ve zan ifade ettiğini belirtiriz. Ardından aksini gösteren delillerin açık ayet veya mütevatir ya da meşhur hadisler olduğunu, katî bilgi ifade ettiklerini
söyleriz. Böylece nasları birbirleriyle çatıştırmadan
bir ahenk içinde anlamanın yolunu aramaya çalışırız. Ya da prensibi bir hadisi inkâr eden kimse karşısında uygulamaya sokarız. Eğer inkâr ettiği
rivayet haber-i vahidse zan ifade ettiğini, dolayısıyla söz konusu şahsı tekfir etmemizin doğru olmayacağını anlarız. Yoksa bir mümin Allah
Resulü’nden sahih bir yolla aktarılmış ve müçtehidlerin nasların tespit ve tefsirine dair incelemelerinden geçmiş bir hadis rivayetinin gereğine iman
konusunda uygulanamaz; bu hadis haber-i vahiddir, içeriğine inanmam gerekmez, şeklinde bir savunma geliştirilemez. Maalesef günümüzde
prensip hep bu savunma psikolojisiyle kullanılmakta, nedense hep inkârın kılıfı olarak takdim
edilmekte ve sürekli haber-i vahidler karşısında
Müslümanları hem yersiz hem de yanlış bir tavra
sürüklemektedir. Eğer bu prensibi uygulayanlar
usulü işletme duyarlılığından hareketle bunu yapıyorlarsa aynı duyarlılığın gereği olarak prensibi
yerli yerince de kullanmak mesuliyetindedirler.
Sonuç olarak sözün başından beri anlatmaya
çalıştığımız gibi gerek konuyla ilgili hadislerin mahiyet ve hususiyetleri gerekse muhtelif İslamî ilimlere konu olan prensipler göz önünde
bulundurulduğunda nüzul-i İsa’ya dair rivayetlerin
tevili mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte
ilgili rivayetlerin mütevatir olmadığı yönündeki iddia
başta mütevatir hadisin tarifi açısından temelsizdir.
Haber-i vahidlerin zan ifade ettiği ve akîdeye konu
olamayacağı prensibi de aslen açılımı ve kapsam
alanını sınırlayıcı diğer prensipler dikkate alınmadan peşin fikirlere kılıf üretmek üzere manipüle
edilmeye çalışılmıştır. Son olarak gördük ki, haberi vahidlerin zan ifade ettiği yönündeki prensip günümüzde ne doğru yerde ne de doğru amaçla
kullanılmaktadır. Önceleri nasları bir hiyerarşi
içinde doğru anlamanın ölçüsü olarak kullanılan bir
prensibin bugün nasıl da nasları hayatın dışına
itme aracı olarak istismar edildiğini göstermesi bakımından bu hayli manidardır.
Bütün bunlardan sonra Mustafa İslamoğlu’nun nüzul-i İsa konusundaki görüşlerinin herhangi ilmî mesnede dayanmadığını, şartlanmış bir
zihinle meseleyi basitleştirdiğini söylemek durumundayız.
..............................................................................
Dipnotlar:
1- Akla ilk gelen bir misal olarak selefisinden Eşarisine ve Matüridisine kadar hemen
bütün müminlerin 1100 yıldır başucu eseri kabul ettiği Tahavi Akîde’sinde bu konuda
şöyle denir: Deccal’ın çıkması, Meryemoğlu İsa’nın (aleyhisselam) gökten nüzûlü
gibi kıyamet alametlerine iman ederiz. s. 29.
2- http://www.tumgazeteler.com/?a=2573959
3- Buharî, 3448; Müslim, 306.
4- Müslim, 312.
5- Taberî, Câmiu’l-beyan fî âyi’l-Kur’an, c. 3, s. 395; Kevserî, Nazratün âbira, s. 99.
6- http://www.mustafaislamoglu.com/haber_detay.php?haber_id=338
7- Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, s. 95.
8- Kırbaşoğlu’nun mütevatir hadisle ilgili görüşlerinin tenkidi için bkz., Talha Hakan
Alp, Günümüz hadis tartışmaları bağlamında Mütevatir hadis, Rıhle, Yıl 1, Sayı 2.
9- Abdulfettah Ebu Ğudde, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh, talik bölümü; edDânî, es-Sünenü’l-vâride fi’l-fiteni ve ğavâilihâ ve’s-sâati ve eşrâtihâ, talik kısmı, c. 6,
s. 1246.
10- Kırbaşoğlu, Hz. İsa’yı (a.s.) gökten indiren hadislerin tenkidi, İslamiyat, c. 3, s. 4.
Ekim-Aralık 2000.
11- Suyutî, Tedrîbü’-râvî, c. 2, s. 122; es-Sem’ânî, Kavâtıu’l-edille, c. 1, s. 392.
12- Burada mezkur sahabilere dair verilen bilgiler el-İsabe fi temyizi’s-sahabe adlı
meşhur sahabe ansiklopedisinden alınmıştır. Merak edenler sahabilerin isimleri üzerinden ansiklopedide arama yapabilir ve hayatları hakkında daha geniş bilgi edinebilirler.
13- el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, s. 13.
14- Debûsî, Takvîmü’l-edille, s. 212; Serahsî, Usulü’s-Serahsî, c. 1, s. 292.
15- Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî, Kitabün fîhi marifetü’l-huceci’ş-şer’iyye, s. 33.
16- Kevserî, Nazratün âbira, s. 122.
17- Fahru’r-Razî, el-Mahsûl, c. 4, s. 271.
18- Cessâs, el-Fusûl, c. 3, s. 49.
45
Mayıs 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
RAHMET-İ
İLAHİYYE
PENCERESİNDEN
AHİRET
SARAYLARINA
BİR BAKIŞ
Allah'ın, mahlukatına karşı, şefkât ve merhametini, lütuf ve ihsanını
kerem ve yardımını ifâde eden isimleri
âhiretin vuku bulacağını haber vermektedir. Şöyle ki:
Bu dünya hayatının gidişatına
dikkât edecek olursak, Allah'ın çok
rahîm ve şefîk olduğunu; darda kalmış, yardım dileyen, kendisine yalvaran varlıkların imdâdına sür'atle icâbet
ederek, rahmet ve şefkâtini gösterdiğini görürüz. Çünkü, görüyoruz ki, O,
en küçük bir canlının en küçük bir ihtiyacını, ummadığı vakitte, ihtiyaç
anında göndererek ihtiyacını gidermek
sûretiyle, onu görüp gözetiyor. Yine,
istediği şeyi karşılamak sûretiyle, en
gizli bir mahlûkun en gizli bir nidâsını
işittiğini gösteriyor. Bütün canlılara, en
güzel şekilde rızıklarını veriyor. Bu şefkâti açık bir şekilde görmek için yavruların, bebeklerin, çaresiz canlıların ne
kadar güzel beslendiğine, büyütülüp
Mayıs 2009
46
terbiye edildiğine bakmak yeterlidir.
Yavruların doğumunun ardından, annelerin göğüslerini birer süt çeşmesi
haline getirmek, o rahmetin apaçık delilidir. Adeta, rahmet cisimleşerek süt
halinde annelerin göğsünden akmaktadır. Bununla beraber, insanoğlu bu
dünya hayatında pek çok sıkıntı ve
meşakkatlere maruz kalıyor. Yediği bir
üzüm tanesine mukabil bazen bin
tokat yiyor. Tadıyor fakat doymuyor.
Ağzında tat, kalbinde feryat meydana
geliyor. Ona zevk veren şeyler, veda
dahi etmeden ve hiç sormadan çekip
gidiyorlar. Öyleyse burada insana bu
kadar ihsanda bulunan Cenab-ı Hak,
ihsan ve nimetlerini kesivermekle, nimeti nikmete, lezzeti azaba ve muhabbeti düşmanlığa çevirmeyecektir.
Halbuki bütün bunlar ebedî olmazsa,
nimet nikmet olur, lezzet azap olur,
sevgi düşmanlığa dönüşür. Öyleyse
bu nimet ve ihsanların devam edeceği
ebedî bir alem vardır ve mutlaka olacaktır1.
Hiç şüphesiz, böylesine rahmetli, kerim bir
şefkât, kullarının en büyüğü ve en sevgilisi olan
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in en büyük ve en
çok istediği bir ihtiyacı olan, ebedî cennet hayatı
ihtiyacını karşılamayı iktizâ eder. Bilhassa bu ihtiyaç, umumî olup, bu sevgili zâtın duâsına bütün
mahlukât lisan-ı hâl ve kâlleriyle âmin! diyorsalar;
bu ihtiyacın karşılanmasıyla her şeyin kıymeti a'lâyı ılliyyin'e çıkacak, aksi halde, esfel-i sâfilîn'e düşecekse; bu istek, kâinâtta tecelli eden bütün ilahî
İsimlerin matlûbu ise; bu ihtiyacı görmek, Allah için
göz açıp yummak kadar çok kolay bir iş ise; yaratılış ağacının en faziletli meyveleri olan bütün enbiyâ, evliyâ ve asfiyâ ona tabi olarak, arkasında saf
tutarak, onun hazinâne tazarrularla yaptığı duâ ve
niyazlarına âmin! diyorlarsa ve o zât da Rabbi'nden
Cennet, bekâ, ebedî saadet ve rızâ istiyorsa, kâinâttaki rahmet eserleriyle kendini gösteren böylesine şumûllü bir şefkâtin, böylesine makbûl bir
mahbûbun, böylesine makûl bir matlûbunu reddetmesi, kabûl etmemesi asla mümkün değildir2. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın Rahîm, Kerîm, Raûf gibi
isimleri, gündüzün güneşe delâleti gibi, bir gün âhiretin gerçekleşeceğine, vuku bulacağına delâlet
etmektedirler. Yani mademki Allah Rahîmdir, Raûftur, Kerimdir... O halde insanları tekrar dirilterek onlara sonsuz ikrâm ve ihsanlarda bulunacaktır.
İnsanlara karşı, bir annenin yavrusuna olan şefkatinden çok daha fazla şefkât ve merhameti olan Allah'ın insanı yokluğa atması, bir daha diriltmemek
üzere öldürmesi düşünülemez.
Kendisini, "Allah insanlara karşı çok re'fetli ve merhametlidir" (Bakara, 143) şeklinde
tanıtan Allah Taâla, bir başka
âyette de, "De ki, göklerde
ve yerde olanlar kimindir?
De ki, Allah'ındır. O merhamet etmeyi kendi zâtına farz
kıldı. Sizi varlığında şüphe
olmayan kıyamet gününde
toplayacaktır..." (En'âm, 12)
Cenab-ı Hak insanlara elemsiz, kedersiz,
sonsuz bir hayat imkânı tanımaya muktedir olduğuna göre, O'nun rahmeti, ihsan ve keremi böyle
bir hayatı bahşedecektir. Madem ki, bu dünya hayatı böyle değildir... O halde, başka bir âlemde insanlar, Rableri'nin lütuf ve ihsanının nihayetsiz ve
şaşaalı bir şekilde tecellî ettiği ebedî bir hayata kavuşacaklardır.
İnsana, çoluk çocuğuna, dost ve akrabalarına, hepsinden öte, peygamberlere ve diğer büyük
insanlara karşı sevme duygusunu veren bir Zât'ın
merhameti hiç şüphesiz bu sevgiyi karşılıksız bırakmayacaktır, insanları ve sevdiklerini bir araya
toplayarak, "kişi sevdiğiyle beraberdir"3 hadîsinin manâsını tahakkuk ettirecektir. Aksi halde insana verilen sevgi, şefkât v.b duygular insanın
elem ve azâbını artıran birer zararlı alet durumuna
düşecektir...
İnsanın, bütün sevdikleriyle beraber bir daha
diriltilmemek üzere yokluk uçurumuna atılmasına,
47
Mayıs 2009
Cenab-ı Hakk'ın merhameti asla müsade etmez.
Aksi halde, bu merhameti inkâr etmek lâzım gelir4.
Bütün bu sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak
Kur'ân-ı Kerim'inde pek çok yerde rahmet ve ihsanının âhireti iktizâ ettiğine işârette bulunmuştur. Ezcümle, daha Fâtiha sûresinin başında,
er-Rahmâni'r-Rahîm'den sonra Mâliki yevmi'd-dîn
buyurarak, rahmaniyyet ve rahimiyyetinin bir neticesi olarak kıyamet ve saadet-i ebediyye'nin geleceğini müjdelemiştir. Çünkü, rahmet ve nimet
ancak kıyametin gelmesiyle ve ebedi saadetin
hâsıl olmasıyla gerçek rahmet ve nimet olur. Aksi
halde, en büyük nimetlerden olan akıl, insanın başına en büyük musîbet olur. Rahmet nevlerinin en
latîflerinden olan muhabbet ve şefkât, ebedî ayrılığın düşünülmesiyle şiddetli bir eleme dönüşürler5.
Kendisini, "Allah insanlara karşı çok re'fetli
ve merhametlidir" (Bakara, 143) şeklinde tanıtan Allah
Taâla, bir başka âyette de, "De ki, göklerde ve
yerde olanlar kimindir? De ki, Allah'ındır. O
merhamet etmeyi kendi zâtına farz kıldı. Sizi
varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde
toplayacaktır..." (En'âm, 12) buyuruyor. Bu âyetten anMayıs 2009
laşılıyor ki, Cenab-ı Hak, huzur ve rahatla dolu olan
bir âlemi yaratmayı kendi zâtına gerekli kılmıştır.
Çünkü, O'nun büyük rahmeti ve kesintisiz lütfu, nihayet derecede kemâldeki böyle bir ebedî ve sermedî âlemin îcâdını iktiza etmektedir6.
Razî de mantıkî bir silsile dahilinde, Cenab-ı
Hakk'ın rahmetinin âhireti ve insanların saadetini
iktizâ ettiğini şöyle izâh ediyor: "Allah, mahlukâtını
ya rahat etmeleri, ya yorulmaları ve elem çekmeleri, ya da ne rahat ne de yorgunluk için yaratmıştır (başka bir ihtimal yoktur). Allah'ın, mahlukâtını
yorulmaları ve elem çekmeleri için yarattığı söylenemez. Çünkü, böyle bir şey Muhsin ve Rahîm bir
Zât için câiz değildir. Allah, mahlukatını ne rahat etmeleri ne de yorulup, elem çekmeleri için yaratmıştır da denilemez. Çünkü, o varlıklar yok iken bu
maksad hasıl olmuştu, dolayısıyla bu durumda, yaratılmalarının bir manâsı olmaz. Artık geriye bir tek
ihtimal kalıyor, o da, Allah'ın mahlukâtını rahat etmeleri için yarattığıdır. Bu rahat ise, ya bu âlemde
olacaktır, ya da başka bir âlemde. Rahatın bu
âlemde var olduğu söylenemez. Çünkü, insanın bu
âlemde lezzet zannettiği şeyler hakikatte lezzet değildir, elemin def'inden ibârettir. Bu âlemde cismanî
48
lezzetlerin varlığını kabûl etsek de, azdırlar. Galip
olan, elem ya da elemin def'idir. Öyleyse diyebiliriz
ki, canlıları, bir zerre lezzete nâil olsunlar diye,
elem ve sıkıntılar denizine atmak, hikmete sığmayan bir davranıştır. Mahlukât lezzet ve rahat için
yaratıldığına ve bu maksad bu âlemde hâsıl olmadığına göre, bu maksadın hâsıl olacağı, bu âlemden başka bir âlemin varlığı kat'î olarak gereklidir.
İşte o âlem de, âhiret âlemidir"7.
Bu dünya hayatının gidişatına dikkat eden
kimse görür ki, lezzetler nâkıs, elemler ise, zâildir.
Gece ve gündüz gibi, birbirlerini takîp ve izâle
ederler. Malumdur ki, her şeyin varacağı bir gaye,
nihâî hedef, bir kemâl noktası vardır. O halde bu
dünya hayatında birbirlerine karışmış durumdaki,
hayır ve şerrin, temiz ve habisin... varacağı gâye,
nihâî hedef ve kemâl noktası neresidir? Bu gâye
ve hedefin tahakkuku için, bütün lezzet ve elemlerin kemâl mertebede ayrı mekânlarda toplandığı
başka bir âlem gereklidir. "Allah temiz olanı pis
olandan ayırsın diye..." (Enfâl, 37) 8.
Keza, Yüce Allah'ın sonsuz hazineleriyle beraber büyük bir cömertliği vardır. Işık saçan, pırlanta gibi yıldızlar, güneşler; meyvelerle dolu
ağaçlar onun hazinelerinin sadece bir kaç numûnesidir. Böyle bir cömertlik ve ebedî servetler ise,
ebedî bir ziyâfet mekânını ve kendisine muhtaç
varlıkların devamını iktizâ eder. Çünkü, nihayetsiz
kerem, nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmeyi iktizâ
eder. Bunlar ise, ikram edilenlerin varlığının devamını gerektirir. Ta ki, devamlı olarak ihsanın şükrüne mukabelede bulunsunlar. Aksi halde, herkesin
mukâbelesi geçici ömrünün dakikalarıyla sınırlı
kalır. Böylece kendisine arkadaşlık etmeyen, devamsız şeyin önemi ve değeri kalmaz. Aksine, bu
cüz'î nimetlenme kaybolmakla, keder ve elem
verir9.
............................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle
bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Abdulmecid Ünlükul, s. 61; Abdulhay Nâsih, s. 63-64; Safvet Senih, s. 51-52.
2. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 94; Sözler, s. 69-72.
3. Buharî, Edeb, 96, VII, 112; Müslim, Birr, 165, IV, 2034.
4. Bkz. Figuier, s. 19.
5. Nursî, İşârâtu'l-İ'câz, s. 36.
6. Ahmed Emîn, I, 593-594.
7. Atıf Irakî. Mezâhibu Felâsifeti'l-Meşrık, Kahire, 1987, s. 284-285 (Razî, el-Erbaûn'den)
8. Cevherî, Cevâhir, V,1.cüz, s.110.
9. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 92.
49
Mayıs 2009
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
AHIRDA KUZU DOĞMADAN
ÇAYIRDA OTU BİTER.
Bilindiği gibi Hz. Musa peygamberimiz Allah
Teala (c.c) ile konuşan bir peygamberimizdi. Hz.
Musa zamanında, yaptığı her işi eline yüzüne bulaştıran, ne yapsa para kazanmayı beceremeyen
fakir bir ateist varmış. Bu ateist bir gün Musa peygambere gelerek;
“ Ya Musa, O tapındığın Allah’ ına söyle de
bana da biraz dünyalık versin söz veriyorum ben
de O’na tapacağım” der. Hz Musa ; “Olur, ben
senin için konuşur, neticeden seni haberdar ederim” der. Birkaç gün sonra Musa peygamber
adamı bularak “ Allah Teala(c.c.) ile konuştum ve
bana senin bu dünyadaki nasibinin bir kuru ekmekten fazla olmayacağını söyledi” der. Kabullenmez adam, “ Bak ben çok zengin olacağım
sen de göreceksin” diyerek para edecek neyi
varsa satıp o şehirden ayrılma kararı alır. O zamanki kervanlardan birine katılarak başka bir
şehre doğru yol almaya başlar. Kervanla birlikte
yol alırken bir yerde mola verilir ve herkes istirahata çekilir. Ateist uyandığında ne görsün? Ortalıkta kendisinden başka hiç kimse yoktur. Kervanı
kaçırmıştır uyanamadığı için. Fakat bu onu yıldırmaz ve tek başına yola devam etmeye koyulur.
Su ihtiyacını gidermek için vardığı bir kuyudan su
çekmek üzere kovayı daldırdığında gördüğü
manzara karşısında dona kalır. Kuyunun içi altın
doludur. Çıkarabildiği ve devesine yükleyebildiği
kadar altını alır yola devam eder. Biraz gittikten
sonra kervanı da bulur ve derin bir oh çeker. Belli
bir zamandan sonra gitmek istediği şehre ulaşmıştır artık. Kısa bir süre sonra o şehrin en zengin insanlarından biri olur ve kendince servetine
denk olan zengin bir kadınla evlenir. Gücüne güç
yetmemektedir artık. Gel zaman git zaman Hz
Musa’ nın yolu o şehirden geçer. Ateist tanımıştır
Musa peygamberi. Hemen yanına koşarak “Ya
Musa hani benim bu dünyadaki nasibim kuru ekmekten fazlası olamazdı, hani hep fakir kalacaktım. Bak ben artık çok zenginim. Ne oldu sen
yalancı çıktın gördün mü?” diyerek Hz Musa’ ya
çıkışır. Hz Musa “ Takdirinden sual olunmaz,
bunu da sorarım” diyerek oradan ayrılır. Ertesi
gün adamın yanına giderek “Senin durumunu
Allah Teala (c.c)’ ya sordum ve ne dedi biliyor
musun?” der. Adam ise umursamaz bir tavırla “
Ne dedi?” der.
Hz Musa “ O kulumun dünyadaki nasibi bir
kuru ekmekten fazlası değildir, biz bunca malı
serveti hanımının karnındaki çocuğuna verdik….”
DÜNYA MALI’NA BAĞLILIK
Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin
kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII. yüzyıl)
ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin
bir zat olduğu malumdur. Bu büyük insan, gündüz
öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders
verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi:
- Ya imam, gemin battı!... (İmamın ticari mal taşıyan gemileri mevcut)
İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra
- Elhamdülillah dedi.
- Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip
haber verdi:
- Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin
değilmiş.
İmam bu yeni habere de:
- Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber
Mayıs 2009
getiren kişi hayrete düştü:
- Ya imam, gemin battı diye haber getirdik "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl
hamdetme böyle?
İmam-ı Azam izah etti:
- Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok
olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir
üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah'a hamdettim. Batan
geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de
aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı
bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah'a şükrettim.
50
HZ. NESİBE (r.anha)
Ammare adında oğlu olduğundan, Ümmü Ammare diye çağrılan, Kab kızı Nesibe, geçmişte
aldığı büyük bir yaranın, omuzundaki izini hikaye ediyordu. Resul-i
Ekrem (s.a.v) zamanını idrak etmemiş veya o vakitte küçük olan
kadınlar, özellikle genç kızlar ve
kadınlar, zaman zaman Nesibe’nin, omuzundaki çukuru görüyorlar
ve
merakla
ondan,
yaralanmasına sebep olan o korkunç macerayı soruyorlardı ve
Uhud sahnesinde vukubulan ilginç
hikayesini, şahsen kendi ağzından,
dinlemek istiyorlardı.
Nesibe, Uhud da kocası ve
iki oğluyla birlikte, omuz omuza savaşarak Resul-i Ekrem (s.a.v)’i müdafaa edeceklerini, hiç bir zaman
düşünmemişti. O sadece, savaş
meydanındaki yaralılara su ulaştırmak için bir su kırbasını yüklenmişti ve yaralıların yaralarını
bağlamak için yanında kumaştan
hazırladığı bir miktar da band getirmişti. O gün, bu iki işten başka
üçüncü bir iş de, yapacağını ummuyordu.
Müslümanlar savaş başlangıcında, sayı bakımından çok değildiler ve yeterli teçhizatları da
yoktu. İlkin düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattılar. Düşman kaçtı ve
meydanı boşalttı. Fakat uzun sürmedi ki “Aynen” tepesindeki göz-
cülerden, bir kaç tanesi vazifelerinde gaflete düştüler. Düşman bu
fırsattan yararlanarak geriden
döndü ve gece baskını yaptı.
Durum değişti ve Resul-i Ekrem
(s.a.v)’den, uzakta kalan müslümanların çoğu dağıldılar.
Nesibe, vaziyeti bu şekilde
görünce, su kırbasını yere bıraktı
ve eline de bir kılıç aldı.
Kah kılıçtan faydalanıyordu,
kah ok ve yaydan. Sonra kaçmakta
olan bir adamın kalkanını aldı ve
ondan faydalanmak istedi. Bir an
düşman askerlerinden birinin “Muhammed nerede? Muhammed nerede?” diye bağırdığını gördü.
Nesibe hemen, oraya gitti ve ona,
birkaç darbe indirdi. O adam, üstünde iki zırh giymiş olduğu için,
Nesibe’nin vurduğu onca darbeler
tesir etmedi. Buna karşılık adam
Nesibe’nin savunmasız omuzuna
öyle bir darbe vurdu ki, tedavisi bir
sene sürdü. Resul-i Ekrem (s.a.v),
Nesibe’nin omuzundan fışkıran
kanları görünce Nesibe’nin oğullarından birine seslendi ve “çabuk
annenin yarasını sar” buyurdu. O
da annesinin yarasını sardı. Nesibe tekrar, savaş meydanında,
işiyle meşgul oldu.
Bu arada Nesibe, oğullarından birinin, yaralandığını gördü,
hemen yaralıların yarasını sarmak
için, yanında getirdiği bantları çıkarıp oğlunun yarasını sardı. Resul-i
Ekrem (s.a.v) seyrediyordu ve bu kadının mertliğini gördükçe gülümsüyordu. Nesibe oğlunun yarasını
sardıktan sonra, ona “çocuğum
çabuk kalk ve savaşmaya hazırlan”
dedi. Bu söz, henüz Nasibe’nin ağzındaydı ki, Resul-i Ekrem (s.a.v),
Nesibe’ye bir şahsı göstererek, “çocuğuna vuran budur” dedi. Nesibe, o
adama bir aslan gibi saldırdı, kılıçla
onun baldırına, öyle bir vurdu ki,
adam yere düştü. Resul-i Ekrem
(s.a.v): “İntikamını iyi aldın. Allah’a
şükür ki sana zaferi bağışladı ve gözünü aydınlattı.” buyurdu.
Müslümanlardan, bir çoğu,
şehit oldu, bir çoğu da yaralandı. Nesibe pek çok yara almıştı, sağ kalmasına fazla ümit yoktu.
Uhud vakıasından sonra,
Resul-i Ekrem (s.a.v) düşmanın vaziyetinden emin olmak için, ara vermeden, Hamra ül-Esed’e hareket
etmeleri için, emir verdi. Ordu safları
hareket etti. Nasibe de aynı durumunda, hareket etmek istedi. Fakat
ağır yaralar onun gitmesine izin vermedi. Resul-i Ekrem (s.a.v), Hamra
ül-Esed’den dönünce kendi evine gitmeden önce, Nesibe’nin ne durumda
olduğunu sormak için birini gönderdi.
Onun sağ olduğu haberini verdiler.
Resul-i Ekrem (s.a.v), bu haberden
çok mutlu oldu ve sevindi.
ÖĞÜT
MUHABBET
Birgün Emir Süleyman Pervane, Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra:
- Emir Pervane, Kur'anı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi.
Pervane:
- Evet.
- Ayrıca, Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum.
- Evet doğrudur.
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu:
- Mademki, Tanrı ve onun peygamberinin
sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsan,
benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın.
Pervane, bu sözler üzerine ağlayarak dışarı
çıkar.
Biribirlerine kırılan iki arkadaştan biri,
uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar.
- Kim o? diye seslenir içerdeki.
- Benim, der kapıyı çalan.
- Burada ikimize birlikte yer yok, diye
cevap verir öbürü.
Aradan uzunca bir zaman geçer... Yeni
bir umutla tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını.
- Kim o? diye sorar yine içerdeki.
- Sen'im, der bu sefer. Ve kapı sonuna
kadar aralanır.
Hz. Mevlânâ da;
"Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini
kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz
ki, benliğinizi bırakıp âdeta o olmalısınız" diye
anlatır hakiki muhabbeti.
51
Mayıs 2009
Ka z a ve Ka d er
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
Allah’ın hükmü ve kazasının dereceleri
Allah’ın hükmü ve kazasının dört şekli vardır:
• Nimet: Kulun buna razı olması ve şükretmesi gerekir.
• Belâ: Kulun buna razı olması ve sabretmesi gerekir.
• Tâat: Kulun buna razı olması, Rabbinin nimetini hatırlatması ve ölene kadar yerine getirmesi gerekir.
• Günah: Kulun buna razı olması, tövbe etmesi gerekir.
Hz. Ali (k.v) kazâ ve kadere (rıza) hakkında sorulunca
şöyle buyurdu:
“Kapkaranlık bir gece… derin bir umman… ve Yüce
Allah’ın sırrı! İşte böyle bir durumda Hak’tan razı olan, rıza
sahibidir. O’ndan hoşnut olmayan, rıza sahibi değildir!”
Rivayet edilir ki Hz. Zekeriya (a.s)’ın başına testereyi koydukları zaman, Allah’a sığınmayı arzu etti. O anda şu ferman
geldi:
“Ey Zekeriya! Ya emrime, ya hükmüme razı olursun,
ya da yeryüzünü harap eder, üzerindeki her şeyi yok ederim”. Bunun üzerine Zekeriya (a.s) hiç sesini çıkarmadı ve vücudu ikiye bölünürken dahi sabretti.
Anlatıldığına göre Rabia Hatun (r.a) bir gün hastalanır.
Dostları tabip isteyip istemediğini sorunca, onlara “Bu hastalığı bana kim takdir etti?” diye sorar. Onlar, “Allah Teâla”
cevabını verirler. Bunun üzerine Rabia Hatun şöyle der: “Sahibimin takdirini kabul etmemek bana yakışır mı?”
Bir gün Hz. Ebû Bekir (r.a) hastalanmıştı. Ashaptan bazıları ona tabip getirmek istediler. Bunun üzerine onlara “O, beni
gördü” dedi.
52
Ümmetinin yaptığı ezaya dayanamayan peygamberlerden biri, onları Cenâb-ı Hakk’a şikâyet etti. Bunun üzerine
Allah ona şöyle vahyetti:
“Daha ne kadar şikâyet edeceksin! Sen şikâyet ve
beddua edenlerden değilsin unutma! Hâlin ezelî ilmimizde
böyledir, neden darılırsın? Dünyayı senin uğruna yeniden
kurmamı, hatırın için levh-i mahfuzu değiştirmemi mi istiyorsun? İstediğin ya da istemediğin bir şeyi sana kolaylık
versin diye emredeyim mi? Senin sevdiğin şeyi, ben sevmesem bile emredeyim mi? Kalbinde olan bu düşünceyi
bir daha tekrar edersen, nübüvvet tacını alır, seni cehennemimde yakar da umursamam”.
Hikmet sahibi bir zat der ki “Hoş olan, insanın belâya
sabretmesi değil, belâya rıza göstermesidir”.
Abdülvahid bin Zeyd (r.a)’a “Allah’a ibadet etmek için bu
dünyada kalmak isteyen kimse mi, yoksa O’na kavuşabilmek
arzusuyla bu dünyadan göçmek isteyen kimse mi daha üstündür?’ diye sorulunca şöyle cevap verdi:
“Her ikisi de değildir. Lâkin bütün işlerini Allah’a havale edip dimdik ayakta duran kimse daha üstündür. O
kimsenin; dünyada kalması da hoş, ahirete göçmesi de
hoştur. İşte bu hâller, O’ndan razı olma hâlidir. Ârifin ahlâkı rıza üzeredir”.
Ömer bin Abdülaziz (r.a)’a neyi arzu ettiği sorulunca “Allah’ın hükmünü” cevabını verdi.
Ebû Abdullah Nessâc (r.a) der ki:
“Allah’ın, sabretmekten hayâ edip rıza yoluna koşan
kulları vardır. Ayrıca Allah’ın öyle kulları vardır ki ilahî kaderin nereden geleceğini bilselerdi, onu sevgi ve rıza ile
karşılarlardı”.
53
Mayıs 2009
Umut BULUT
Katre-i
Matem
Kritiği
"Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk"
romanından sonra İskender Pala,
"Katre-i Matem" adında yeni bir romanıyla okuyucularının karşısına çıktı. Birinci
romanının
Bağdat'ın
bombalandığı dönemlere rast gelmesi
belki de edebî açıdan tenkit edilmesinin önünde bir engel gibi durdu. Birinci
romana daha çok duygusal açıdan bakıldığı için, iyi bir satış rakamına da
ulaştı diye düşünüyorum. Bana göre
her kitap gelinlik kız gibidir. On sekizine gelene kadar toz kondurmayabilirsiniz ama görücüye çıktıktan sonra
da her türlü tenkidi anlayışla karşılaşmak zorundasınız. Tabii ki eleştiriler de
hakkaniyet ölçüleri içinde kaldığı müddetçe...
Kendi medeniyet havzamıza
mensup bir yazar olarak, İskende Pala'nın kitaplarının başarılı olması, her
şeyden önce bizleri sevindirir ki; bizim
Mayıs 2009
54
duygusal açıdan yaklaşarak yer yer
subjektif değerlendirmeler yapabileceğimiz ihtimali de sürekli göz önünde
bulundurulmalıdır. Burada, mümkün
mertebe tarafsız bir gözle değerlendirmeye çalışan biri olarak söyleyebilirim
ki; roman ne öyle göklere çıkartılacak
kadar bir şaheser ne de yerin dibine
batırılacak kadar değersiz... Romanda
çok güzel bulduğum taraflar olduğu
kadar son derece vasat bulduğum taraflar da var.
Muhteva açısından ele aldığımızda, belki yazarın divan edebiyatını
iyi derecede bilmesinin verdiği avantajla; zengin bir muhtevaya sahip olduğunu söyleyebilirim. Ama üslup
açısından değerlendirmeye tabi tuttuğumda ise; son derece vasat olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Bizim ülkemizde maalesef edebî tenkit
geleneği yerleşmediği için olsa gerek;
ya eserleri büsbütün göklere çıkarıyoruz ya da haksız yere yerin dibine batırıp bırakıyoruz. Oysa iyi
bir tenkitte, hem olumlu hem de olumsuz yanlar,
yan yana orta yere serilmelidir. Hem iyi hem kötü
tarafarı aynı metin içinde zikretmek, hiç şüphesiz
başarılı bir tenkit için olmazsa olmaz bir kuraldır.
"Katre-i Matem"i, roman tekniği açısından
çok da başarılı bulduğumu malesef söyleyemeyeceğim. Başarısız bulduğum noktaları neden başarısız bulduğumla birlikte sırasıyla söyleyecek
olursam; ilk önce ifade etmeliyim ki bir kere ciddi
bir eksiklik olarak karakter tasvirlerinin zayıf olduğunu ifade edebilirim. Şöyle ki; Kara Şahin ya da
Topaç Yeye dediğimde benim aklımda şimdi bile
güçlü bir karakter resmi canlanmıyor. Burada karakterler yüzeysel geçilmiş, roman sadece olaylar
üzerine inşa edilmiş demeye çalışıyorum. Oysa iyi
bir romanda insanın aklında kalacak güçlü karakterler olmalıdır bana göre... Mesela "Çalıkuşu" dediğimizde, çoğumuzun aklına hemen Feride
gelmektedir. Oysa "Katre-i Matem" kahramanları
olarak sayabileceğimiz öyle birileri aklımızda kalmıyor…
Romanın içeriğine biraz değinecek olursak
diyebiliriz ki roman, altmış altı soruda bir cinayeti
çözmeye çalışmaktadır. Dilenci külhanında iki arkadaşın kardeşleşmesi olayıyla başlayan romanda, muhtevanın zenginliği dikkati çekmekte
olup, tarih, aşk, şiir, entrika, macera gibi hayatın
belki her alanıyla ilgili bir şeyler söylenilmektedir.
"Matem Damlası'" anlamına gelen "Katre- i
Matem", romanda peşine koşulan bir çeşit laledir.
Lale bitkisi üzerinden "Lale Devrini" ve o günün
şartlarını gözümüzün önüne getiren romanda, hem
siyasi hem de edebî tarihimiz açısından bize sağlam ipuçları da verilmektedir. Mekân İstanbul,
zaman "Lale Devri"dir. Yani ihtişam ve sefaletin
koyun koyuna yattığı bir şehirdir o zamanın İstanbul'u...
Yazar romanda çerçeve öykü tekniğini kullanmış. Bu tekniği kullanırken yer yer başarılı olmuşsa da; yer yer anlamsız tekrarlara başvurmuş.
Mesela bazı durumlarda öykü içinde parantez açıp
başka bir öykü anlatmış ve parantezi kapatıp ana
öyküye kaldığı yerden devam etmiş. Bunu yaparken de bazen ana öyküyle bağlantıyı kuramamış.
Yine bunun gibi ikinci zayıf nokta, mekân tasvirlerinin de yüzeysel yapılmasıdır. Ahmat Hamdi
Tanpınar'ı okuyanlar, bu romanı okuduktan sonra
"Katre-i Matem"deki eksik kalan noktayı daha bariz
bir şekilde fark edecektir. Mesela Tanpınar'da bulduğumuz detay tasvirlerini burada bulamıyoruz.
Bir başka ifade ile söyleyecek olursak sanki cümleler tam söylenilmemiş, iddialı orjinal cümleler kurulmadığı için de okurken şöyle ağız tadı ile roman
okuduğunuz hissine kapılamıyorsunuz. Bahsettiğim orijinal cümlelere örnek olarak Balzac'ı gösterebilirim. Balzac'ta hemen hemen her cümlede
orjinal bir taraf bulduğunuz için romanı keyifle okursunuz. Aynı şekilde Vladimir Bartol'un "Alamut Kalesi" adlı romanını örnek gösterebilirim ki; "Alamut
Kalesi"nde insanı kendine çeken bir akıcılık var.
"Katre-i Matem"le üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri
söyler gibi olsa da "Alamut Kalesi"nde aşk, ihanet,
kavga ve felsefe atbaşı gitmektedir; biri diğerinin
önüne geçmemektedir. Oysa "Katre-i Matem"de
herşey kendi yaşanıldığı yerde durmakta, bu da romanın cazibesini yitirmektedir.
Romanı derkenar açarak gelenekten ödünç aldığı
öykülerle beslemiş olması, romana farklı bir lezzet
katmış diyebilirim. Yani bir romanı okurken aynı zamanda Mesnevi'den veya Fuzuli'den alınmış bazı
ibretamiz hikâyeleri de okumuş oluyorsunuz ki;
bence bu romana ayrı bir renk katmıştır.
Mesela Leyla- Mecnun, Yusuf ile Züleyha hikâyeleri belki tek başına okunmazken, yeniden
okuyucuyla buluşmuş oluyor. İhsan Oktay Anar bu
tekniği kullanmış olmakla birlikte İskender Pala'da
bu gerçek, hikâyelerle beslendiği için daha anlamlı
geliyor bana.
Netice-i kelam, İskender Pala divan edebiyatını sevdiren kişi olarak ya da ülkemizde divan edebiyatı alanında çok başarılı işlere imza atmış birisi
olarak, herkesin kendine saygı duyduğu bir isimdir. Ama bu durum onun çok büyük bir romancı olarak herkes tarafından onaylanacağı anlamına
gelmiyor.
55
Mayıs 2009
Hasan BAŞAR
SONSUZLUĞUN
SAHİBİNE
ULAŞMAK
İSTEYEN
YİĞİDO
Aramızdan bir Anadolu yiğidosu
daha geçti, Türk siyasetine ve düşün
hayatına derin etkiler bırakarak. Belki
bir yerlerde makam ve mevki sahibi olmamıştır; ama halkın gönlüne taht kurmayı başarmıştır. Muhsin Beyin bu
kadar sevilmesi niye? Cenazesine bu
kadar insanın katılmasındaki hikmet
nedir? Kendisine siyasi arenada gösterilmeyen ilginin öldükten sonra gösterilmesinde yatan hikmet ne?
Muhsin Başkanı bu kadar bizden
yapan sözü ile özünün aynı olmasıdır.
Çoğu siyasetçimiz lafa gelince mangalda köz bırakmazlar ama iş icraata
gelince- ufacık bir menfaate aldanıp
ya da tehdide boyun eğip- verdikleri
sözleri unuturken, Muhsin Başkan milletine verdiği sözü hep tutmuştur. İşte
Muhsin Başkan bütün bu yalanlar dünyasında dik durmayı başarabildiği için
sevgi ve saygıya mazhar olmuştur.
Mayıs 2009
56
Ona gösterilen ilgi ve alakadan da anlaşılıyor ki Allah’(cc)ında sevgisine
mazhar olmuştur. Çünkü böyle bir cenaze herkese nasip olmaz.
O bizden biriydi ve bizim parçamızdı. O ölünce hep bir yanımız eksik
kaldı. İçinden çıktığı kültüre, Anadolu
insanına ve memleketine âşık bir Anadolu yiğidosuydu. Onda karşılıksız ve
umarsız bir memleket özlemi ve hasreti vardı. O kendisini davasına ve ülkesine adamıştır. Hayatı boyunca bu
kaygıyla yaşayan insanlara nasip olan
bir yaşantı yaşadı. Ve kendisine yaraşır bir şekilde milyonların gözyaşları
arasında ayrıldı aramızdan. O Azrail’e
gülümseyerek bir hayat yaşadı. Azrail’e gülümseyebilenler ancak Allah’tan
korkan ve Allah’ı sevenlerdir. Birde
buna peygambere layık olabilme hasreti de eklenince ölüm insana şeb-i
aruz gelir.
O ölmeden önceki son röportajında Kutlu
Doğum Haftası münasebetiyle Anadolu Gençlik
Dergisinden kendisine sorulan: Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v) ismini duyduğunuzda hissettikleriniz nelerdir? soruya şöyle cevap vermiştir:
“Hüzünleniyorum… Görevini yerine getiremeyen bir kölenin hicabı. Onun arkasında bıraktığı
mirasa, onun istediği gibi sahip çıkamadık. Onu anlatamadık, çünkü onu anlayamadık. Onun adını
duyduğumda bu nedenlerle hüzünleniyorum. Tüm
peygamberlerin şahitlik yapacağı yargı gününde
O’nun ümmetinden olma şerefini ve liyakatini in-
şallah taşırım. Allah onun şefaatinden bizleri mahrum etmesin.”
O Anadolu’nun bağrından çıkmış ama bazıları gibi
birilerinin kuklası olmamıştır. Anadolu kalmayı başarmıştır. Siyasi hırsa kapılıp kendi değerlerine sırt
çevirmemiştir. Türk siyasetinin kırılma noktasında
tarafını milletten yana kullanmış ve içinden çıktığı
topluma ihanet etmemiştir. 28 Şubat için “ Halkıma
yönelen namluya selam durmam.” diyecek kadar
millet iradesine saygılı bir bilgindir. Kendisine
Refah-Yol hükümetine destek vermemesi ve bunun
için meclise girmemesi için tehdit edenlerin yakasına yapışıp: “Benim adım Muhsin ben Allah’tan
başkasından emir almam ve Allah’tan başka kim-
seden korkmam.” diyecek kadar da yürekli bir insandı. O dünyanın geçici makam ve mevkilerine itibar etmemiştir. Kendisini bakanlık teklif ederek
ikna etmek isteyen güçlere : “ Ben satılık
adam değilim.” diyecek kadarda onurlu bir insandı.
Şu dünyada kaç kişi makamın, paranın pulun cazibesine kapılmaz. Bu soruya verilecek cevabı sanırım hepimiz biliyoruz. İşte buna tamah etmeyen
ender kişilerden birisiydi, Muhsin Başkan.
Kavganın en şiddetlisini yaşamıştır. Kavganın, ayrılığın memleketimizde açtığı derin yaraların ıstırabını yaşayan birisi olarak olsa gerek hep
birleştirici olmaya çalışmıştır. Her ne olursa olsun
birlik ve beraberliğimizi kaybetmemiz gerektiğini
savunmuştur. “Sel gider kumu kalır, bu seçimler
biter ve yine bizler aynı yerde kimimiz arkadaş, kimimiz komşu olarak yaşamak zorundayız. Gençlerin nasıl kullanıldığını görmüş ve bunu derinden
yaşamıştır. Masum, saf Anadolu yiğitleri kurnazların, şer odaklarının elinde oyuncak olmuş. Bir paçavra gibi kullanılıp atılmıştır. Bunu bildiği içinde bu
oyunun bozulması için mücadele etmiştir. Ülkenin
üzerine oynanan oyunların parçası olmamıştır. Bilakis karşı gelmeye çalışmıştır. Okyanus derinliğine
sahip ruhu, ufak rüzgârlarla dalgalanmaz, sakindir.
Ama memleketi üzerine oynanan oyunlara karşı da
okyanus dalgası gibi kabarır ruhu.
57
Mayıs 2009
O devletine âşık bir sevdalıdır. Kendisine yapılan haksızlığa karşın affetmesini bilmiştir. Hapishane yıllarında ağır işkenceler altında kaldığı
zamanlarda bile asla isyan etmemiştir. Sabır göstermiş ve Hakk’a sığınmıştır. “İftira ve suçlamalara
karşı nasıl sabrettiğini şu cümlelerle anlatıyor: "Kalbimde yanan ilahi aşk, her türlü isyankâr duyguları
frenliyor. Olanları sabır ve tevekkülle karşılamamı
sağlıyor.” Bütün olanlardan sonra bile kimseyi suçlamamış ve bu yılları günahlarına kefaret olarak
görmüştür.
Üşüyorum
Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Mücadele ettiği alan siyaset arenasıdır. Her
şeyin mubah kabul edildiği bir alandır bu alan.
Herkesin, “siyaset bu, siyasette olur böyle şeyler.”
diyerek her şeyin mubah olduğunu düşündüğü bir
alan burası. Yani zemini kaypak ve yükselmek için
her türlü entrikanın, fırıldaklığın döndüğü siyaset
kulvarında yürüyen bir adamdı o. Ama o inadına
kıvırmadı. “Bir saniyesine bile hâkim olmadığımız
hayatta kıvırmaya ne gerek var.” diyecek kadarda
erdemli bir şahsiyetti. Aslında Muhsin Başkanı en
iyi yine kendisi açıklamıştır bu sözle. Bu sözler
Muhsin Başkanın özetidir.
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Memleketine hizmet etmiş ve elinden geleni
de yapmıştır. Bir arkadaşı “Başkan çalışıyoruz, çabalıyoruz; ama bir türlü ilerleyemiyoruz.” dediğinde
“ Biz bir seferdeyiz, hedefe ulaşırız ama ulaşamayız onu Allah bilir. Ama öbür âlemde sorarlarsa biz
seferdeydik deriz.” demiş. İcraatlarıyla değil ama
düşünceleriyle, siyaset anlayışı ile çok şey öğretti
bu Anadolu gençliğine, Anadolu insanına.
Zikre dalmış her şey
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi, süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Ne hikmetse soğuğun onun hayatında hep
özel bir yeri olmuştur.
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Çeçenistan’da Cehar Dudayev’in çok yakınında bulunan birisi Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
-Muhsin Yazıcıoğlu, paraları olmadığı için kaloriferleri yanmayan parti binasında palto ile oturuyordu. Bana tam 80 bin dolar teslim etti.
Topladıkları bütün para bu kadardı. Parayı kendi
partililerinden toplamıştı. Tek dolarına bile dokunmadan olduğu gibi Çeçenistan’a yolladı. Hem de
kendisi soğuktan donarken..!
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum
Muhsin YAZICIOĞLU
Anadolu’nun bağrından çıkmış, ruhunu ilmek
ilmek İslamiyet’le bezemiş, entrikalar dünyasından
sonsuzluğun sahibine ulaşmak isteyen bilge kişi,
bize kazandırdıkların ve unuttuğumuz yönümüzü
hatırlattığın için sana ne kadar dua etsek azdır. Ey
sonsuzluğun sahibine kavuşmak isteyen bilge
yolcu, yolculuğun hayırlı olsun. İnşallah özlemini
çektiğin peygamberimizin şefaatine nail olursun.
Mayıs 2009
58
İlim İlim Bilmektir
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmez isen
Ya nice okumaktır
Okumaktan mânâ ne
Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmez isen
Ha bir kuru emektir
Okudum bildim deme
Çok tâat kıldım deme
Eri Hak bilmez isen
Abes yere yelmektir
Dört kitabın manası
Bellidir bir elifde
Sen elifi bilmez isen
Bu nice okumaktır
Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden eyice
Bir gönüle girmektir
Yunus Emre
59
Mayıs 2009
Ahmet HALİLOĞLU
Cahar
DUDAYEV...
La ilahe illa Allah seslerinin susmadığı, zikir meclislerinin cihad talimgâhlarına dönüştüğü bir coğrafya
Kafkaslar… Dervişlerin birer mücahid
haline dönüştükleri, imanın vatan sevdasında bedenlendiği, nefis tezkiyesinin
şehadetle
taçlandırıldığı
mazlumlar yurdu Çeçenistan. Rusların
sıcak denizlere inme politikasının bir
neticesi olarak üç – dört asırdır insanlara kan kusturduğu, kadınıyla erkeğiyle,
genciyle
yaşlısıyla
sırf
Müslüman olduğu için şehit ettikleri bir
ülke Çeçenistan. İmam Muhammet ile
çağlayan, Şeyh Şamil ile zirveye ulaşan cihad aşkının bu asırdaki temsilcisini anlatacağız sizlere… Şehid Cahar
Dudayev’i…
Kafkas Dağlarına yolunuz düşerse; göklere uzanan nazlı doruklarda kanlı karları görürsünüz. Kanlı
zirveler Ahıska Türklerinin, Çeçenlerin,
Mayıs 2009
60
İnguşların, Kabardeylerin, Çerkeslerin,
Kırım Tatarlarının, Başkırtların, İdil Tatarlarının son nefeslerindeki ahlarını
arşın ötesine taşıyor gibi mazlumdur,
mahzundur. Kafkas Dağlarının yaşadığı zulmun, şahit olduğu tecavüzlerin,
katliamın dünya tarihinde eşi menendi
yoktur. Üç yüz senedir o coğrafya da
direniş bitmedi, bitirilemedi. Müminler
ölmeye, canavarlaşmış katilleri öldürmeye doymadılar. İmam Muhammed
gitti, Şeyh Şamil geldi. İmam Şamil
gitti, Cahar Dudayev geldi. Dudayev
gitti, Selimhan Yandarbiyev geldi
İkinci Dünya Savaşı sona ermek
üzere… Kapitalizm ile Komünizmin
tüm insanlığı sürüklediği ikinci büyük
felaket biterken; Çeçenistan’da on iki
çocuğu olan Dudayev ailesinin on
üçüncü çocuğu dünyaya gelir. İsmini
Cahar koyarlar. Doğum günü tam belli
değildir; çünkü aile daha nüfusa kayıt
ettirmeden, Cahar on beş günlükken
büyük sürgün başlar. Ama bu sürgün
İmam Şamil’inki gibi bir sürgün değildir.
Şeyh Şamil zamanındaki sürgün halifenin ülkesine gönüllü bir sürgündü. Karşılayanlar kardeştiler, dindaştılar.
Bu sürgün top yekûn bir millete
değil milletlere karşıydı. Aynı anda Sovyetler Birliğinin dört bir tarafında Müslümanlar Almanlar ile işbirliği yapmakla
suçlanıp vatan hainliğinden Sibirya’ya
sürgün ediliyorlardı. Aileler birbirinden
koparılıyor, İkinci Dünya Savaşı için
cepheye gönderilmiş Müslüman askerlerin ailelerini bulmaları imkansız hale
getiriliyordu. Kırım Tatarları, Ahıska
Türkleri, İnguşlar, Çeçenler, Kabardeyler, Karaçay Türkleri, Balkar Türkleri bu
sürgünden nasibini alan mazlumlardı.
Sözde Ermeni Soykırımı iddiaları bu
büyük sürgünün yanında hiç kalır. En
dağlık arazilerdeki köyler bile bir gecede boşaltılıyor, komünizm yüzünden
insanlığını kaybetmiş muhafızlar eşliğinde hayvan taşımakta kullanılan vagonlara dolduruluyordu. Tren katarları;
Sibirya’nın eşsiz bucaksız steplerinde
ilerlerken insani ihtiyaçlar için bile durmuyor, tuvalet molası dahi vermiyordu.
Vagonlara konulan tenekelere insanlar
ihtiyaçlarını gidermek zorundaydı. Bir
an durun ve düşünün: Kayınpederinin
yanında eşinin yüzüne bakmaktan imtina eden Bir Kırım Tatar kadını, mahzun bir Çerkes kızı, utangaç bir Çeçen
hanımı üst üste yığılmış o insan kalabalığının içinde tuvalet ihtiyacını nasıl
giderebilirdi? İmkansız… Nitekim nice
hanımlar erkeklerin yanında tuvaletlerini yapmayıp çatlayarak ölmeyi tercih
ediyorlardı. Komünizmin canavarlaştırdığı muhafızlar cesetlerin vagonlardan
çıkarılmasına bile müsaade etmiyorlardı. Sürgün sonucunda bin yıllık İslam
yurtlarında bir tek Müslüman bırakılmadı. Kızıl çarlar Müslümanlara o
kadar düşmandılar ki; Kırım’ın Arabat
köyünde sürgün edilmesi unutulan
61
Mayıs 2009
Müslüman Türkleri 20 Temmuz 1944’te eski bir gemiye doldurmuşlar ve Karadenizin en derin noktasında geminin ambar kapakları açılarak
batırılmıştı. Sürgünün başında trene binen Tatarların, Karaçayların, Çeçenlerin yarısı bu vahşi, kanlı
yolculuk esnasında hayatlarını kaybettiler.
İbrahim as’a ateşi gül bahçesi yapan Mevla
Teala Cahar Dudayev’i de kanlı sürgün yolculuğunda muhafaza etmişti. Yolculuk şartları nice sağlam bünyeli insanın hayatına mal olmuştu.
Hayvanların nakledildiği vagonların içinde Sibirya
rüzgarı dönüp durmuş; kimisi sıkışıklıktan, kimisi
soğuktan, kimisi açlıktan ebedi aleme göçmüştü.
Kırk günlük bir bebekken bu vahşeti yaşayan
Cahar Dudayev’in ailesinin nasibine Kazakistan’ın
Çimkent Şehri düştü. Hazreti Allah; geleceğin mücahidini, yeni Şamilini bir başka dostuna Hace
Ahmet Yesevi’ye emanet ediyordu.
Sovyetler Birliğinin yetmiş senelik hakimiyetinde en çok çekindikleri isim hiç şüphe yok ki Piri Türkistan’dı. Tesirini azaltmak için Hazretin ks
metfun bulunduğu bin senedir ismi Yesevi olan kasabanın adını Türkistan yapmışlar, merkadına ziyareti yasaklamışlardır. Ama buna rağmen Yesevi
Ata’nın k.s. etkisini kırmayı başaramamışlardı. İşte
Cahar Dudayev ve ailesi Yesi’nin bağlı olduğu Çimkent şehrine sürgün edildiler. Çimkent yılları hayatının en acı devreleridir. Müslümanlara karşı
böl/yönet politikası uygulayan; halkların kardeşliği
sloganını diline pelesenk ettikleri halde halkları birbirine düşman eden Kızıl Çarlar Orta Asya’yı inim
inim inletmektedir. Dudayev ve diğer sürgün edilmiş insanlar bir yandan açlık, bir yandan etnik ayrımcılığın pençesindedir.
Çimkent’te on üç senesi geçer Dudayev’in.
Vatandan, ata toprağından ve milletinden uzak on
üç sene. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Müslümanların en zor devreleridir bu zamanlar. Çocukların
sünnet edilmesi bile yasaklanmıştır. Çocuklara
okullarda ailelerinin Allah’a inanıp inanmadığının
sorulduğu, cevabın müspet olması durumunda
ebeveynlerin çalışma kamplarına gönderildiği bir
dönem. Camilerin ateizm (dinsizlik) müzesi haline
getirildiği bir devrede evladınıza; vatanını, dinini,
milletini unutturmamanın çaresini buldu Müslümanlar. Kırım Tatarından Çeçenlere kadar sürgüne
Mayıs 2009
tabi tutulmuş her aile evlatlarına masal anlatmak
yerine dinlerini, milletlerini anlattılar. Kırmızı Başlıklı Kız yerine ağlayan Kırımı, ıssız Çeçenistan’ı
anlattılar. Ninni yerine ezan dinlettiler. Din bayrak
oldu, bayrak umut oldu, umut güç oldu. ve o güç
Kremlin'in eli kanlı diktatörlerini dize getirdi. İman'ın
asla diz çöktürülemeyeceğini dosta düşmana, uzak
yakın herkese gösterdi.
1957’de sürgün edilen milletlerden Çeçenlerin özyurtlarına dönmeleri için izin çıktı. Eli kanlı,
vicdanı kara Stalin’in yaptığı zulüm böylece daha
Sovyetler Birliği yıkılmadan tasdik ediliyordu. Gerçi
Kırım Tatarlarının bugün bile yurtlarına dönüşüne
izin verilmiyor !!!
Çeçenler sürgün dönüşü yurtlarını tanıyamadılar. Camiler yıkılmış, mezarlıklar tarumar edilmişti. Öyle ya mezar taşları bir yurdun hakiki
sahibini belli ettiğinden komünistlerin tahammülü
yoktu. Evlerine ise Ruslar yerleşmişti. Evlerini işgal
edenleri sopalarla dışarı attılar. Kendi evlerine bile
ancak zorla girebildiler.
Çok zeki ve başarılı bir öğrenci olan Dudayev; 1962 yılında Tambov Askeri Pilot Yüksek Okulu'ndan, 1966 yılında da "Uzak Mesafe Uçakları
Pilot ve Mühendis Yetiştirme Yüksek Okulu"'ndan
mezun oldu. 1974 yılında Gagarin Hava Harp Akademisi'ni de bitiren Dudayev, 1. Sınıf pilot ve mühendis ünvanını kazandı. Bu ünvanı kazanan ilk
müslümandı. Üstelik bu okulları ve ünvanları kendi
milletine ihanet etmeden; Sovyet Rusya’sında normal hale gelmiş olan ayak oyunlarına, dalaverelere
bulaşmadan; kimseye yaltaklanmadan bileğinin
hakkı ile elde ediyordu. Gösterdiği başarılar neticesinde SSCb kendisine 12 madalya vermek zorunda kalıyordu. Ordu’da tümgeneralliğe yükseldi.
Bu Sovyetler Birliği tarihinde bir ilkti. Bir müslümanın böyle bir noktayı elde etmesi imkansızdı. Ancak
Musa (a.s)’ı Firavunun sarayında Firavunun eşine
büyüttüren Allah Dudayev’i de Rus Ordusunda üst
düzeylere getirmişti. Bunda bir babası bir Rus pilot
olan eşi Alla Dudeyeva’nın payı da vardı. Çeçenler
arasında ilk başta eşinin Rus olması yadırgansa da
Cahar Dudayev’in şehadetinden sonra eşi tam bir
Müslüman hanımı olarak metaneti ve basireti ile
imanını gözler önüne serecek ve önyargıların kuruntudan ibaret olduğunu gösterecekti.
62
1988 yılında Çeçen Dağları bir kez daha tekbirler ile sarsıldı. Şeyh Şamil’in halifenin topraklarına hicretinin üzerinden yüz sene geçmişti ki;
Çeçenler bir kez daha istiklal için kıyama kalktılar.
Hoca Ahmet Bisultanov’un liderliğinde protesto
gösterileri başladı. Artık kılıç kınından sıyrılmıştı.
lum milletler hürriyetleri için birbiri ardına harekete
geçtiler. Azeriler, Estonlar, Çeçenler… Zulüm ile
kimse abad olmamıştı. Nitekim yetmiş yıllık kara
imparatorluk yerle yeksan oldu. Bu yıkılmada en
büyük pay sahibi hiç şüphesiz Estonyalıların bağımsızlık gösterilerini bastırmayan Dudayev’indi.
Cahar Dudayev bu sırada Estonya'da Stratejik Hava Kuvvetleri Filoları Komutanıydı. Yetmiş senelik komünist zulmü Baltık Cumhuriyetlerinde de
insanları isyan noktasına getirmişti. Slav ırkından
olmayan Estonyalılar bağımsızlık için halk hareketini başlattılar. Kızıl liderler için halkın isteğinin bir
önemi yoktu. Masum insanların üzerine ateş açılması emrini verdiler. 1989 yılında bir başka bağımsızlık isteyen Azerilerin üzerine Bakü’de Azatlık
Meydanında tanklar sürülmüş ve binlerce Azeri
genci tankların paletleri altında şehit olmuşlardı. Bu
katliam Azerilerin kalbini dağlamış, SSCB Azeri
muhalefetini bir süreliğine de olsa susturduğunu
zannetmişti. Aynı plan şimdi Estonya’da uygulanmak isteniyordu.
27 Ekim 1991 yılında yapılan seçimlerde %
85 oy oranı ile Çeçenistan Cumhurbaşkanı seçildi.
Rusya Federasyonu bu seçimleri tanımasa da
Cahar Dudayev Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ederek göreve başladı. Çeçenistan’ın kendisine ait olduğunu iddia eden Rusya Federasyonu şok
üzerine şok geçiriyordu. Yetmiş yıl boyunca dine
ve diyanete ait her şeyin yasak olduğu bir ülkede
aksakallılar unutulan bir ibadeti gün yüzüne çıkardılar. Sokaklarda devran meclisleri kuruldu. Öyle
ya; madem komünist Rusya’da camiler/tekkeler yıkılmıştı o zaman Kadiri/Rufai Devranları sokaklarda yapılacaktı. La ilahe illa Allah sesleri sokakları
çınlatmaya başladı. Beli bükük eli bastonlu aksakallı ihtiyarlar; zikr halakasında cezbeye tutuluyor;
yolda yürümekte zorlanan dedeler sema da birer
aslan kesiliyordu.
Ama modern tiranların hesap etmedikleri bir
şey vardı. Estonya’da sivil insanların üzerine sürmek istedikleri komutan; Allah’tan korkan, hesap
gününe inanan bir müslümandı. İmanını gizlemişti.
Ehl-i Sünnet itikadına göre ölüm tehlikesi olduğu
zamanlarda iman gizlenebilirdi. Alemlerin Efendisi
Ammar bin Yasir’e Mekke-i Mükerreme’de bu ruhsatı vermişti. Ama şimdi durum değişikti. Kendisinden öldürmesini istedikleri masum Estonyalı
gençler, kadınlar ve çocuklardı. İstekleri de kendileri gibi masumdu. Kendi topraklarında özgürce yaşamak. Kafkas Dağlarında özgürlüğü burcu burcu
içine sindirmiş; kartal bakışlı Cahar Dudayev bu
hürriyet acısını iyi bilirdi. Estonyalı kadın, genç ve
çocukları O’ndan daha iyi anlayacak kimse yoktu.
Zaten dini kadınların, çocukların, yaşlıların, sivillerin öldürülmesine izin vermiyordu. SSCB’nin politbürosundan gelen emri dinlemedi. Birliği ile
beraber Grozni’ye (Çeçenistan’ın başkentine) sürgüne gönderildi. Bu ceza değil ödüldü.
23–25 Ekim 1990 tarihinde Çeçen Halk Kongresi yapıldı. Kongre bağımsızlık kararı aldı. Bu
karar SSCB’yi sarssa da 27 Ekim 1990 tarihinde
Çeçen-İnguş Cumhuriyeti ilan edildi. Bu tarihin
sonrasında olaylar inanılmaz bir hızla gelişti. Maz-
1994 yılının sonlarına kadar Ruslar; her zamanki gibi fitneci yüzlerini gösterdiler. Çeçenleri
bölmek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.
Kah içlerine ajan soktular, kah içeriden birilerini
satın almaya kalktılar. Bildikleri her türlü komployu
uyguladılar. Cahar Dudayev başta olmak üzere
Çeçenlerin önde gelen liderlerine sayısız suikast
teşebbüsünde bulundular. Hatta satın aldıkları gibi
hainler; 25 Kasım 1994’te Moskova’nın desteği ile
başkent Grozni’ye saldırdılar. Ama Cahar Dudayev
ve mücahitleri bir günde hainleri geri püskürtmeyi
başardılar. Bu sefer büyük patron Rusya Devreye
girdi. Rus pilotları Grozniyi bombaladılar. Tüm
dünya bir kez daha imanın yüceliğini, küfrün zilletini görüyordu. Müslüman Dudayev; Hıristiyan Estonyalıları bombalamamıştı ama Hıristiyan Ruslar
sivil Çeçenleri bomba yağmuruna tuttular.
11 Aralık 1994 tarihinde ise Ruslar kara harekatını başlattılar. Kafkaslar bir kez daha özgürlük mücadelesine şahit oluyordu. Süper güç
Rusya’ya karşı yeni devlet Çeçenistan. Yüz elli milyonluk dev ülkeye karşı bir milyonluk bir nüfus. Bir
buçuk milyon askere karşı topu topu birkaç on bin
63
Mayıs 2009
civarında bir mücahit. Ruslar kendilerinden emin
bir şekilde harekete geçtiler. Kısa sürede Çeçenlerin bağımsızlık ateşinin söneceğini düşünen Ruslar ve dünya basını büyük şaşkınlığa uğradı.
Bir avuç kahraman Çeçen; tüm olumsuzluklara rağmen Ruslara Çeçenistan’ı dar ettiler. Dünyanın buradaki katliama, sivil ölümlerine sessiz
kalmasına rağmen Ruslar kar harekatında ağır zayiatlar verdiler. Dünya’ya karşı şişirilen Rus Ordusunun içinin boş olduğu ispatlandı. Kimi yerlerde
Rus komutanlar birkaç rubleye satılan votka karşılığında kendi askerlerini Çeçenlere esir verdiler.
Çeçenlerin Rusya içinde verdikleri baskınlar
ise yetmiş sene de Rusların nasıl bir çöküntüye
maruz kaldığını gözler önüne serdi. Salman Raduyev ve Şamil Basayev gibi kahramanlar imanın gücünü bir kez daha Ruslara ispat ediyorlardı. 1995
yılının Ağustos ayında Rusların Çeçenistan’da kimyasal silah kullandıklarına dair bir takım karineler
ortaya çıktı. Bütün bu katliamların ardında ise iki
neden vardı: Çeçenistan’ın Kafkasya’nın tam ortaMayıs 2009
sında olması ve petrol. 1996 yılına girilirken Ruslar;
Çeçenistan’ın ancak yüzde otuzunu işgal edebilmişlerdi. Sivilleri bombalamalarına rağmen Çeçenler bağımsızlık sevdasından vazgeçmiyorlardı.
Dünya bir kez daha gözlerini Müslüman katliamına
karşı kapatmıştı.
21 Nisan 1996…Can evinden vurulduğumuz
gün. Kafkas Kartalı birebir dövüşmekten aciz Ruslar; uydu telefonundan görüşme yapan Cahar Dudayev’in yerini tespit ettikten sonra uzaktan
fırlattıkları füze ile şehid ettiler. Hayatı iman mücadelesi ile geçen bu kahraman asker kahpe bir saldırıda fani dünyaya veda etti.
Eminim ki; şehit olurken Dudayev umutluydu.
Yüzünde zaferin tebessümü vardı. Çünkü kendisi
Dar-ı imtihan’daki vadesini bir mümine yakışan bir
tavırla sürdürmüş ve bir müslümanın en büyük arzusu olan şehadet ile taçlandırmıştı. Umudu Mehmed Emin Resulzade’nin o içten gelen cümlesinde
saklıydı :” Bir kere yükselen bayrak bir daha
inmez.”
64
ÇEÇEN MİLLİ MARŞI
Gece kurt yavrularken çıktık dünyaya
Sabah kükrerken arslan, ismimiz konuldu
Lailahe illallah
Kartal yuvalarında analarımız emzirdi
At üstünde kavgayı babalarımız öğretti
Lailahe illallah
Halk için vatan için yetiştirdi
Onlara bir zarar geldiğinde yiğit kesildik
Lailahe illallah
Dağların şahinleri zaferle yetişti,
Zorluğun bozgunundan gururla çıktık
Lailahe illallah
Tunçtan dağlar kurşun gibi erise de
Yaşamdan ve savaştan onursuz çıkmayız
Lailahe illallah
Ey kara toprak her zerren baruttan ağlasa da
Hüzünlü bir şekilde sana dönmeyeceğiz
Lailahe illallah
Hiçbir zaman hiçbir kimseye pes etmedik biz
Ecel veya zaferden biridir seçeneğimiz
Lailahe illallah
Yaralarımızı ağıtlarla sararken bazılarımız
Değerli gözlerimiz maharetle canlanır
Lailahe illallah
Açlık kıvrandırırsa ot yeriz
Susuzluk bezdirirse sıkar suyunu içeriz
Lailahe illallah
Gece kurt kuzularken çıktık dünyaya
Hakka, vatana ve Allah'a sadığız biz
Lailahe illallah
65
Mayıs 2009
Ayşe BAĞCİVAN
ALTMIŞ
YAŞINDA
BİR
DELİKANLI
Her zaman ki rutin kontrolleri için
doktoruna gitmişti Can Bey. Lakin bu
kez durum farklıydı: doktorunun ağzından hiçbir zaman duymak istemeyeceği sözler dökülüyordu. Ömür
menzilinin son aylarını yaşamak üzere
olduğunu anlatıyordu sevgili doktoru.
Sinsi bir hastalığın kurbanı olmuştu
Can Bey.
Yarım asırlık hayatı koskoca 60
yılı geçti gözlerinin önünden…14 yaşında idi annesinden ilk ayrıldığın da.
Belki de çıkmazlara doğru ilk yol aldığın da…20 sinde okulunu bitirmiş
mesleğine yeni girmiş,30 unda oldukça kararlı, başarılı, savunduğu düşüncelerini
ileriye
götürmeyi
amaçlayan. 40 ında amaçlarını fazlasıyla yapan her yerde aranan. Lakin
dinine düşman tamamen batıya hayran. 50 sinde ödüllere doymayan,
60ında herkesin takdir ettiği oldukça
aydın bir kişi…
Mayıs 2009
66
Hayatı hep koşuşturmaca içinde
geçmişti. Yakın dostlarıyla gerçek dost
haktan uzak koskoca bir altmış yıl yaşamıştı. Kendince mutlu kendince huzurlu… Hep özenilen hep yerin de
olunmak istenen kişi olmuştu. Şimdi
de o başkalarının yerinde olmayı ne
çok isterdi.
Günler geçtikçe ağrıları da yavaş
yavaş artıyordu. Doktoru artık hastanede yatması gerektiğini ve kemoterapiye
başlaması
gerektiğini
söylüyordu. Can Bey çaresiz hastanede yatma fikrini kabul etti. Ağrıları o
kadar fazlaydı ki çoğu kez dayanılmaz
hal alıyor kriz geçiyordu. Kimsenin onu
bu halde görmesini istemiyordu. Hiçbir dostuna haber vermeden sessizce
gidip yattı hastaneye...
Ağrılı, acılı bir kemoterapi dönemi başlamıştı. Can bey bazen ağrılara dayanamıyor bayılıyordu. Yine
böyle ağrılı ve acılı anında bir ses
duydu, bir ezgiydi bu. Lakin bildiği 6 li-
sandan hiçbirine benzemiyordu. Ezgiyi dinledikçe
ağrılarının hafiflediğini, acılarının geçtiğini hissetmeye başladı. Hemşireyi çağırıp yardım alarak
sesin geldiği yöne doğru ağır adımlarla ilerlemeye
başladı. Yan odanın kapısına gelince durdu. Can
bey istem dışı ağlamaya başladı. Bir türlü susamıyordu bu dinlediği ezgi karşısında !!! Bir süre sonra
duyduğu ezgi bitti. Odanın kapısını çalarak içeri girmek için müsaade istedi. Odaya girdiğinde yatakta
80–90 yaşlarında bir ihtiyar başucunda ise elinde
bir kitapla 25–30 yaşlarında genç bir adam duruyordu. Genç adam can beyi görünce hemen ayağa
kalktı ve elini öpmek istedi. Lakin can bey uzun
süre büyük şehirde yaşadığı için bu tür ananelerden uzak kalmıştı. O na göre bu tarz şeyler gerilikti. Genç adamın elini tutup tokalaştı.
- Merhaba ben Can Akça.
- Memnun oldum efendim. Bende Mehmet
Güzel. Yatan beyde babam Mustafa Güzel.
- Mehmet Bey biraz önce okuduğunuz ezginin
dilini 6 lisan bilmeme rağmen anlayamadım. Hangi
dilde söylediniz bu ezgiyi?
Mehmet Bey tebessüm ederek;
- Efendim söylediğim ezgi değildi. Hak dili
Arapça dan Kur’an-ı Kerim okuyordum.
- Nasıl anlayamadım? Sizin gibi genç birinin ne
işi olur ki asırlar önce inen bir kitapla?
Mehmet Bey bu kısa konuşmadan sonra Can
beyin haktan uzakta batılı yaşadığını anlar. Hakka
haktan habersiz gideceği için çok üzülür. . .
Türkçe bir Kur’an-ı Kerim meali alarak can
beye hediye eder. Can bey kimselere görünmeden,
kuytularda meali okumaya başlar. Okudukça başarılar içinde geçen Ebu Leheb’leşmiş ömrüne
başlar acımaya. Okudukça okumak ister. Hak‘dan
yoksun cahillik için de geçen yarım asırlık ömründe
bir kere bile tatmadığı bu huzuru şimdi ömrünün
son deminde yaşamak ya çok büyük bir talihsizlik
ya da tam tersine büyük bir lütufdu.
Can bey fırsat buldukça Mehmet beyle konuşuyor, ona dini hakkında bilmediği merak ettiği kendisine garip gelen her şeyi soruyordu.
- Mehmet Bey, madem Allah bu kadar bu
büyük ve tüm kullarına kendisine inanmayı emrediyor O halde neden benim O’nu bulmama yardımcı olmadı? Neden bunca yılımın O’ndan
habersiz bir şekilde geçmesine izin verdi?
- Can bey, şu koskoca kâinat yıldızlar güneş
ve biz insanoğlunun bir sudan yaradılışı, Rabbimizi
bulma yolunda, ona ulaşmada size yeterli bir kanıt
değil mi? Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de Secde Suresi 4. Ayetinde diyor ki “Allah O'dur ki, gökleri, yeri
ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra
Arş üzerine hükümranlığını kurmuştur. Sizin için
O'ndan başka ne bir sahibiniz, ne de bir şefaatçiniz
vardır. Artık düşünmez misiniz?”
- Başarılar için de tam altmış yıl geçirdim ben.
Ancak bomboş yaşanmış boşu boşuna geçen bir
altmış yıl imiş. Şimdi kendi kendime diyorum ki
keşke daha erken yaşlarda bu hastalık bende olsaydı da onca boş yılım dolu dolu geçseydi Rabbim bana daha erken dinimi öğrenmeyi nasip
etseydi.
- Can Bey her şey Rabbimizin bilgisi dâhilinde.
O’ndan habersiz ne bir yaprak düşer ne bir yağmur
damlası.
Mehmet Bey gözleri dolarak sesi titreyerek
sözlerine devam eder:
- Rabbimiz o kadar büyük ki bakın size son zamanlarınızda dininizi öğrenmeyi nasip etti.
Can bey yaşlı gözleriyle sadece “Evet” dercesine kafasını sallar.
67
Mayıs 2009
Mehmet Bey ölümün bir son olmadığını aksine sonun başlangıç olduğunu her fırsatta Can
beye söylüyordu. Hatta ölüm meleği olan Azrail’in
(a.s.) bile muttaki kullar için can alan bir melek
değil, gerçek sevgiliye ulaşmada bir vasıta olduğunu söylüyordu. Sevgili yaşlı dostunun ruhunu
şahlandırıyor O’nu hem ölüme hazırlıyordu hem de
ölüm sonrası hayata…
Can bey ağrılarının çok arttığı dönemlerde
Mehmet Beyi çağırtır ondan o eşsiz sesiyle kuran
okumasını isterdi. Dinlerken ne gözyaşlarına hâkim
olabilirdi ne de hıçkırıklarına.
Artık Can Beyin ağrıları dayanılmaz hal almıştı. Çoğu kez ilaçları iğneleri yanıt vermiyordu.
Bilinci kâh kapanıyor, kâh açılıyordu. Lakin bilincini
iyice kaybettiği zamanlarda bile dilinden Allah lafzını düşürmüyor sürekli Allah’ı tesbih ediyordu…
Bir sabah Can Bey hemşiresinden yardım isteyerek abdest aldı. Sanki bu sabah diğer geçen
sabahlardan daha farklıydı. Bu sabah Can Bey de
anlam veremediği bir heyecan vardı. Dostu Mehmet Beyin yanında olmasına rağmen gözleri hep
kapıdaydı. Birini bekliyordu sanki… O sabah Can
Mayıs 2009
Bey bir başka güzeldi. Petrol mavisi gözlerinin içi
gülüyordu. Hastalıktan yorgun düşmüş bedeni dimdik ayakta durmak için çabalıyor. Sanki bir yolculuğa çıkmak için hazırlanıyordu.
Mehmet Bey Can Beyin başucunda sürekli
kuran okuyor kurumuş dudaklarını su ile ıslatıyordu. Nefes alıp vermesi hızlanmış vücudu yavaş
yavaş soğumaya başlamıştı Can Beyin. Mehmet
Bey yaşlı dostunun petrol mavisi gözlerine bakıyor
kelimeyi tevhit getirmesini istiyordu sürekli. Can
bey tebessüm ederek La ilahe illallah diyordu. Bir
ara can beyin gözleri uzun uzun daldı. “Ey beni hakiki sevgiliye götürecek olan sevgili neredesin”diyordu. İşte beklediği an işte sevgiliye götürecek
sevgili. Artık sevgiliye sonsuz sevgisiyle kavuşma
vakti gelmişti. Mehmet beyin biraz eğilmesini isteyerek kulağına yavaşça “ o bana anlattığından
daha genç daha güzel” diyerek gözlerini sonsuzluğun başlangıcına kapar.
Artık o Hakkın huzurunda altmış yaşında bir
delikanlı idi…
68
Efendimiz (sav)’in Dilinden
İlim Öğrenmek
69
Mayıs 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
PEYGAMBER EFENDİMİZİN (S.A.V) ÖRNEK AHLAKI
Peygamber Efendimiz, kendisine başkalarından dedikodu tarzında laf iletilmesini doğru
bulmazdı.
Peygamber Efendimiz, çoğu zaman susar, tefekkür ederdi. Ancak ihtiyaç olunca konuşurdu.
Kendi nefsi için öfkelenmezdi. Bir haksızlık ya da dini meselelerde öfkelendiği zamanlar olurdu.
O’nun kızması sadece Allah içindi.
Temizliğe çok önem verirdi. Elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verirdi. Giyiminde
titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı.
Vakarlı bir şekilde sanki iniş aşağı yürüyormuş gibi dikkatle yürürdü. Ayaklarını yere sürtmez,
sürüyerek gürültü çıkarmazdı.
Düzenli ve tertipli yaşamaya özen gösterir, Müslümanlara da her hususta düzenli olmalarını
ısrarla tavsiye ederdi.
FIKRA
BİLİYOR MUYDUNUZ?
Öğretmen çocuğa sormuş,
- Oğlum elini pantolonunun sağ
cebine attın ve 10 milyon lira çıkarttın,
sol cebinden de 5 milyon lira
çıktı.Senin şimdi neyin var?
- Öğretmen çocuğun 15 milyon
liram var, cevabını beklerken çocuk
cevap vermiş.
- Herhalde üzerimde başka birinin
pantalonu var öğretmenim!
Allah’u Teâlânın emirleri ve peygamber efendimizin (s.a.v) sünnetleri incelendiğinde hepsinin insanın sağlığı için faydalı olduğu görülmektedir. Örneğin
suyu oturarak ve üç yudumda içmek sünnettir.
Sağlık açısından incelendiğinde oturularak ve
en az üç yudumda içilen su, dil ve ağız bölgesinde
daha fazla duraksadığından tükürük bezleri için gerekli olan suyun emilimini artırıp anti bakteriyel etkiye
sahip tükürüğün salgılanmasını artırarak ağız ve diş
sağlığına katkıda bulunduğunu biliyor muydunuz?
BULMACA
1- Yemeğe nasıl başlamalıyız ?
a) Çatalla başlamalı b) Kaşıkla başlamalı c) Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek başlamalı
2- Yemekten önce ve yemekten sonra neleri yıkamalıyız ?
a) Ellerimizi
b) Gömleğimizi c) pantolonumuzu
3- Yemek bittikten sonra ne demeliyiz ?
a) Bu yemeği kim yaptı
b) Elhamdülillah
c) Yemek çok sıcaktı
4- Karşılaştığımız kişilere öncelikle ne vermeliyiz?
a) Çikolata
b) Selam vermeli
c) Dondurma
5- Bize yapılan bir iyilik veya yardıma karşılık ne demeliyiz?
a) Teşekkür Ederim b) Bir daha başkalarına yardım etme c) Neden iyilik yapıyorsun
Mayıs 2009
70
ALLAH'A YAZILAN ÇOCUK MEKTUPLARI!..
Öğretmen minik öğrencilerinden, Allah'a mektup yazmalarını istemiş. İşte mektuplardan
bazıları:
** Sevgili Allah'ım, Turuncunun morla gideceğini hiç sanmazdım. Ama salı akşamı yaptığın
gün batımını görünce fikrimi değiştirdim. Müthişti.
** Sevgili Allah'ım, Babam evde kaba konuşursa, gerçekten cennete gidemez mi?
** Sevgili Allah'ım, Ayrı odaları olsaydı, sanıyorum Kabil Habil'i öldürmezdi. Annem öyle yaptı.
** Sevgili Allah'ım, Büyüyünce aynı babam gibi olmak istiyorum. Ama onun gibi her tarafım kıl
olmasın.
** Sevgili Allah'ım, Bazen seni düşünüyorum. Dua ettiğim zamanların dışında da.
Yaşar ÇIRAKLI
(ilahiyat alemi) Erzurum_1996
www.dinahlak.com
İLİM ÖĞRENMENİN ÖNEMİ
Karanlık gecede yolculuk yapan bir kişinin
ihtiyaç duyduğu en önemli şey ışıktır. Çünkü;
bilmediği ve göremediği bir yolda ilerlerken yolun
üzerindeki engelleri, etraftan gelebilecek tehlikeleri
göremediğinden yolculuk onun için büyük bir tehlike
olabilir.
İnsanlık içinde en büyük tehlike cahilliktir. İlimde
cehalet karanlığını yırtan hakikat yolunu aydınlatan
bir ışıktır. Bu sebeple dinimiz ilme büyük önem
vermiştir. Allah’u Teâlâ âyet-i kerîmede "...Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" 1 buyurarak
ilmin her çeşidini övmüştür.
İslâm’da ilim, Allah’ın rızasını kazanmak ve
amel etmek için öğrenilir. Peygamber efendimiz
(s.a.v), dualarında; “Allah’ım, bana öğrettiklerinle
beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim
öğret, ilmimi artır.” [2] ; “Faydasız ilimden Allah’a
sığınırım.” [3] buyururdu. Görülüyor ki, dünya ve
ahiret saadetinin anahtarı ilimdir. İlim amellerin en
faziletlisidir
1- Zümer: 39/9 2- Tirmizî, Daavât: 128. 3- Tirmizî, Daavât: 68.
71
Mayıs 2009
KUR’AN-I KERİM VE İLİM
Kur’an-ı Kerimi tedebbür ile okumak, İlme talip olmak, Allah (c.c) Hazretlerini memnun etmek için şer’i ilimleri öğrenmek demektir. Pîrimiz Seyyid Ahmed Er Rufâî (k.s) Hazretleri buyuruyorlar ki:
“Kim Kur’an-ı Kerim okumak için, ilim talebinde bulunmak için veya Kur'an'ı ezberlemek için meclislerimizden ayrılır, meclislerimize devam etmez ise, o kimse
bizim tarafımızdan izinlidir. Çünkü Kur’an Allah (c.c) Hazretlerine götüren en kestirme yollardan biridir. İlim talep etmek ise, Allah (c.c)’ın bize farz kıldığı iştir. Kur’an
okuyan, Hakk’ın emir buyurduğu fermanların manevi edebi ile edeplenir. İlim ise,
Allah (c.c)’a yakınlığın anahtarıdır. Şeriat ilmi olmayanın; Hakikatten pâyesi yoktur.”
Şeyhim Azizim Muhammed Mehdi Er Revvâs (k.s) buyuruyorlar ki:
“İlim talep etmek, ilim meclislerinde bulunmak, Kur'an-ı Kerim okumaya devam
etmek her ehl-i imanın yapması gereken hayırlı bir iştir. Kur'an okudukça, mü'min
kalbini Allah (c.c)’ın nuru ile nurlandırır. Şeriatı öğrenmede ve Hakikate ermede, kolaylık bulur. Kur'an'ın belağatindan, fesahatinden kendi ruhuna nurlar sirayet eder.
İlim talep etmek, dinin korunmasında en büyük esastır.”
Rasulullah Efendimiz (s.a.v): “Kıyametin alâmetlerinden en önemlisi de ilmin ortadan kaldırılmasıdır. İlmin ortadan kaldırılması, İlmin kendisinin ortadan kaldırılması demek değildir; Âlimlerin ortadan kalkması ile Allah (c.c) ilmi ortadan kaldırır.
Ta ki insanlar, cahil kimseleri kendilerine rehber edinirler. Hem sapıtırlar, hem de
saptırırlar.”
Bu minval üzere Tarikat-ı Rifaiyye, ilim talebini mühim bir esas görmüştür. ‘Hiçbir cahili Allah (c.c) dost edinmez.’ Düsturunca, cehalet ile savaşmanın ve ilim talebinin gerekliliğini ve önemini ifade buyurmuştur.
İslâm Tarihi boyunca bütün büyük Velilerin Kur’an-ı Azimüşşandan ayrı yaşadığı görülmemiştir. Kur'an'dan ayrılan Rahman’dan ayrılır. Kur’an’ı, Cenabı Allah (c.c)’ın Habibi
(s.a.v)’ne indirdiği vechile almak, manasını hadis_i şerifler ile manalandırmak, Pîrimiz
(k.s)’in emrettiği en büyük esaslardan biridir. Bu konuda şöyle buyurmaktadırlar:
“Efendiler!
Kur’an’ı okuyun! Kur’an’ı okuyun! Kur’an’ı okuyun! Ama okurken sakın ona kendi
görüş ve reylerinizi katmayın. O’nu, en büyük müfessiri olan Rasulullah (s.a.v)’in tefsir ettiği gibi anlayın. Muhkemi ile amel edin. Müteşâbihine inanın. Reyiniz ile tevil etmeyin. Reyiniz ile yaptığınız tevil ve tefsir fitneye sebebiyet verir. Fitnecileri de Allah (c.c) lânetlemiştir.
Kur’an’ı ve İlmi Allah (c.c) için isteyiniz. Kim insanları memnun etmek için Kur’an okur
ve ilmi talep ederse Allah (c.c) ona lânet eder. Kıraat-ı Kur’an’dan ve İlim talebinden Rahman’ın rızasını dileyiniz…”
Ebul Hüda Sayyadi Er-Rifai Hz.
Mayıs 2009
72

Similar documents

türkiye ve rusya federasyonu - SETA | Siyaset Ekonomi Ve Toplum

türkiye ve rusya federasyonu - SETA | Siyaset Ekonomi Ve Toplum Türkiye-Rusya ilişkilerinde dönüm noktası olmuştur. Ecevit’in ziyareti Türkiye’nin Çeçen sorunu karşısında takındığı tavırda değişime yol açmıştır. Türkiye, Çeçen sorununu Rusya’nın bir iç sorunu o...

More information

ESSOP 2010

ESSOP 2010 Moderators; Thea van Zeben, Kadriye Yurdakök

More information

Ehl-i Sünnet vel-Cemaat Selef-i Sâlihîn Akîdesi

Ehl-i Sünnet vel-Cemaat Selef-i Sâlihîn Akîdesi PDF created with pdfFactory trial version www.pdffactory.com

More information