Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transcription
P Pabucu bile etmemek, olamamak : O çok değersiz bir kimsedir, tırnağı bile etmez onun bağlamında “Biraz düşündü, kararsız, fakat ciddi bir sesle dedi ki: -Darılma ama, azıcık da Vehbi Efendi’ye varırsın diye korkuyordum. Mübarek adam, bana öteki gibi değil. Bir türlü yüz göz olamıyorum. -Seni yüzsüz Amca seni. Ben Vehbi Dede’nin pabucu olamam. Hem her sevdiğim adama varmaya kalksam, sana da nikah olurdum.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317) “Namuslu diyorum, duydunuz mu? Siz de Dmitri Fedoroviç, bu ‘aşifte’yi nişanlınıza yeğlediniz, yani nişanlınızın onun pabucu bile etmediği hükmünü kendiniz verdiniz. Aşifteymiş !..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:I, sa:107) Pabucu dama atılmak : Yeni bir şeyin gelmesiyle (bebek) eskiden aynı konumda olan birinin değerden düşmesi, eski eşyanın yeniyle değişimi “Deveyi görür görmez Tartarin’in rengi atıyor, tanımamazlıktan geliyor hayvancağızı. Ama deve duracak gibi değil. Deprenip duruyor rıhtımda. Dostunu çağırıyor, ona sevgiyle bakıyor. Keder dolu gözleri ‘Götür beni!’ diyor sanki, ‘Beni de al kayığına, beni de götür!’ diyor, ‘Uzaklara, bu yapmacık Arabistan’dan, develerin pabucunun dama atıldığı bu ne olacağımı bilemediğim lokomotif ve atlı araba dolu ülkeden çok uzaklara götür beni.’ ” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:134) “Bay Veraguth neşesiz gülümsedi. ‘Eski ekol,’ diye sesini yükseltti biraz sert. ‘Wagner’in pabucu dama atıldı. Yoksa sen aynı aynı görüşte değil misin, Albert?’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:52) “LISETTE - Bundan fazla bir şey öğrenemeyeceğim. Ya çok ahmak biri, ya da çok kibar. İkisi de işi zorlaştırıyor. MARTIN KRUMM - Ha, Lisette kız, nasıl? Bu herif benim pabucumu dama atacak gibi görünüyor!” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:42) “RANDALL - Belki bir hırsız daha çıkagelir. MAZZINI - Olacak şey değil! Tanrı esirgesin! RANDALL - Neden olmasın? İngilteredeli hırsızların sayısı herhalde birden fazladır. MAZZINI, surat asarak. - Ben de kim oluyorum. Unutuldum. Hırsız ortaya çıkınca pabucum dama atıldı.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:96) “Biz böyle ince zenaatın peştemalına sarılmışız. Başımızı kaşıyacak zamanı yitirmişiz. Aman pabuç dama atılmasın, esnaf arasında yere bakmayalım, üstesinden gelelim de, pırava deyerek alnımızdan öptürelim diye debelenmekteyiz.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:40) Pabucu ters giydirmek : Hakkından gelmek, gücünü kanıtlamak, çok zeki olmak “Ona Telli Nigar demişler. Bolu Beyi’ne de, Kel Vezir’e de, oğluna da, Osmanlı Padişahına da pabucunu ters giydirir.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:64) Pabuç, Papuç (gürültüye, olur olmaz adama, tehdide) bırakmamak : Korkmamak, yılmamak “Türkçe konuştuğunu benden başka kimse işitmediği için, bilmiyor, ama öğreniyormuş diyorlar. Ben Türkçesini duydum: Sandalcı Ali it, hergele bir şeydi. Olur olmaz adama pabuç bırakmaz. Garibi iyi Rumca, daha tuhafı çok fena Almanca konuşur.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:84) “Saçma inançlara pabuç bırakacak bir insan olmadığım halde korkudan ne arkama, ne de iki yana bakabiliyor, habire yürüyordum... Başımı arkaya çevirsem ‘ölüm’ denen şeyi hortlak kılığında görüvereceğim sanıyordum.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:54) “-Pek aptalsın, dedi hırçınlıkla İvan, aptal!.. Uydurmaların daha akıllıca olsun bari yoksa yenir yutulur gibi değil. Beni gerçekçilikle yere vurmak, var oluşuna inandırmak istiyorsun ama sana pabuç bırakacak değilim! İnanmayacağım.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cil:IV, sa:231) “Karayel! Ventoux Dağı’ndan aşağıya her zaman beklenmedik ve olanca gücüyle esen, toz kaldıran, ırmak vadisinde öfkeli bir boğa sürüsü gibi uğuldayan bu rüzgarın kükreyişinde ve öfkesinde, Olympos’lu Zeus’u anımsatan bir şeyler vardır..... Bir anda üstünüze çullanır, sözcükleri ağzınıza tıkar, bağlar arasında derviş gibi dönen pek çok toz burgacının oluşmasına yol açar. Ama bu doğagörünümüne aittir, nasıl devler peri masallarının ayrılmaz bir parçasıysa o da buranın ayrılmaz parçasıdır; Provence’lılar bu rüzgara hiç pabuç bırakmazlar.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:449) “İKİZ -... Anladınız mı? Aldo Moro’nun kafasına yediği on beş kurşun da beni korumak içindi. Yoksa başka amaçlar için değil. Devlet hiçbir zaman tehdide pabuç bırakmaz. Benim yerime başka biri düşse bu duruma, ayvayı yer.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:83) “... Kilidin dillerini ne güzel sökmüş. Jimmy bir delikten fazla delmeye hiçbir zaman gerek görmez. Valentine hazretlerini ele geçirmeli, hem bu kez süresini doldurmadan bağışlanma falan yok. Yumuşak yürekliliğe pabuç bırakmayacağım, diye konuştuğu işitildi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:151) “-Peki ya kafam bozulursa? dedi Şişko. Ya sana elimin tersiyle bir patlatırsam? -Kavga yok, dedi çavuş ve sigarasından bir nefes çekti. Şişko, bırak şu kabadayı ağızlarını. -Haklı bir şey söylerse anlarım, ama tehdide asla pabuç bırakmam çavuş, dedi Ufaklık.” (M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:161) “Ama ne doğulu toplumlarının dilenciye ve onun töresine yaşama hakkı tanıyan ahlakını taşıyabilen bir toplum olabiliyoruz, ne de batının hizmetsiz ve servissiz hiçbir ödeme yapmayan ödünsüz tutumunu benimseyebiliyoruz. Her zaman, her yerde olduğu gibi, ne doğulu ne batılı, hep arada hep derede... Arabadaki kadının söylenmelerini duyar gibi oluyorum: ‘O adam çalıştırmayı bilir.’ ‘Güya yutmadı, güya onu kandıramadılar, güya o hiç kimseye pabuç bırakmaz.’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:124) “Sop temsilcisine gelince, susmayı yeğledi, başkan vekili içeri girdiğinde söylemeye hazırlandığı sözleri söylemeye kalkacak olursa, yani, Benim seçmenlerim birkaç zavallı su damlasına pabuç bırakmaz, diyecek olursa, düşeceği gülünç durumu düşündü.” (J. Saramago, “Görmek”, sa:15) “Tanrı’nın bana verdiği sağlam özyapının ister bir iyiliği, ister bir kötülüğü olsun, bu Madame de SaintServe’e yaptığınız iltifatlarınızla sanki yarışırcasına beni şımarttığınız bu az görülür güzelliğe pek pabuç bırakmam ben; onun bununu sürtecek güçlü kozlarım var elimde.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:114) “Chicao, Fabiano’nun tam arkasında durdu, elini rakibinin burnuna doğru uzatıp meydan okuyarak sordu: ‘Bunu hatırlıyor musun, alçak herif?’ Chicao’nun bakışlarına pabuç bırakmayan Fabiano, tepeden tırnağa bir süzdü onu; çiğnediği tütünden bir parçasını kumlu toprağa tükürdü, elinin tersiyle ağzını sildi, sordu: ‘Ya sen oğlum, hala öğrenemedin mi? Gerçek bir erkeğe küstahlık edilemeyeceğini anlamadın mı hala?’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:40) “Nietzsche gibi anıtsal bir kafa, küçük namlulu silah ateşine papuç bırakmaz, yalnız bir patlama, böyle bir beynin granitini parçalayabilir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:83) Pabuçsuz : Fakir, serseri, hiç serverti olmayan (Argo) “PHEİDİPPİDES - Püh! Çulsuzlar, biliyorum. Sen aralarında o sefil Sokrates’le Khairephon’un bulunduğu şu yüksekten atıp tutucuları, şu sapsarı benizlileri, şu pabuçsuz serserileri söylüyorsun değil mi?” (Aristophanes, “Bulutlar”, sa:26) Pabuç yalamak : Köpek gibi sahibine yaltaklanmak “Milan : -Korkak herifler, dedi; aşağılık Alman ulusunun aşağılık örnekleri. Daha dün, pabuçlarımızı yalıyordu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:9) pabulum : (YİY.,BİYO.,KOLL.) <pabu’lum> : Yiyecek, gıda pace : (LAT.) <pey’si> : Müsaadesiyle.. (ters fikirde olan birini ima) pacific : (PSYCH:,DAVR.,KOLL.) <pasi’fik> : -isim- Barışa ait, sulhçu, sakin (Pasifik ve Atlas Okyanusları); pacification <pasifi’keyşın> : -isim- barışma, sulh muahedesi; pacifism <pasi’fizm> : sulhbarış taraftarlığı, savaş aleyhtarlığı; pacifist : öyle bir kimse, pacify <pasi’fay> : -fiil- yatıştırmak, teskin etmek, barıştırmak Paçaları sıvamak : Sorumluluğu alarak hemen işe girişmek “Bunu Bayram Ağa’nın kulağına koydular. Sandılar ki ihtiyar bahçıvan paçaları sıvayacak, yeğenine Rabia’yı almak için Paşa’nın ayaklarına kapanıverecek. Halbuki iş öyle olmadı.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:156) “Benim görevim kulları hak yoluna sokmaktır. Sizleri, balıklama yuvarlanmakta olduğunuz uçurumdan kurtarmak istiyorum. Yarından tezi yok, paçaları sıvayacağım.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:88) “Savcı, oraya bin beş yüz ruble sakladığımı söyledi ya… Mahkemeden döner dönmez paçaları sıvamış. Arasın bakalım kerata!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:435) “Merhumun huyu böyleydi işte. Yok! Bizzat benim paçaları sıvayıp, uşakları toplayıp haydutların ardına düşmem gerekiyor galiba. İlk fırsatta yirmi adam göndereceğim. Bakın nasıl temizleyecekler haydutlara yataklık eden o koruluğu.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:67) “Jandarma teğmeni: -Girin! dedi. Ha, siz misiniz Croulard Baba? Eh, hadi bakalım, paçaları sıvama zamanı geldi.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:76) Paçasını (paçayı) kurtarmak, sıyırmak : Sorundan, sıkıntıdan sıyrılmak, kaçmak Bk.: Kılpayı paçasını kurtarmak “1969’un sonundaki askerlik kurasında 297’yi çekerek askerlikten sıyırdım. Bir kura kartıyla paçamı kurtardım ve yıllardır beni yiyip bitiren karabasan bir anda sona erdi.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:50) “‘-Çok hoşsunuz!’ dedi ve gülümsedi, bu gülümsemenin onu güzelleştirdiğini farkettim. Gözleri daha çok parlıyordu. ‘Ben çok zengin değilim. Size beş bin frank verdikten sonra, ayda yalnızca altı yüz ödemek işime geliyor. Bugün kendi evimde oturmadığım halde, iki bin frank kira ödüyorum. Anlıyor musunuz? Beş bin frankla belki paçayı kurtarırım diye düşündüm.’ ” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:19) “İnternetten bulunabilecek Alibi Company ve Alibi Network gibi şirketler dünya çapında sadakatsiz eşlere paçayı kurtarmanın yollarını sunarak servet kazanıyorlardı. Müşterilerinin kocalarına, karılarına veya çocuklarına hissettirmeden ortadan kaybolmaları için ‘zamanı durdurma’ sözü veren bu şirketler yalan ve kandırmaca konusunda ustaydılar: Sahte iş toplantıları, sahte doktor randevuları, hatta sahte düğünler kurgulayıp, bunları destekleyen sahte davetiyeler, broşürler, uçak biletleri, otel onay formları hazırlıyorlardı.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:480) “Hükumet gerçeğin yayılmasıyla ortaya çıkacak kitle histerisini zarar görmeden atlatamazdı. Geçen yıl ABD topraklarında, kökten dinci grupların planladığı iki nükleer saldırıdan paçanın zor kurtarıldığı haberine halkın nasıl tepki vereceğini kimse bilemezdi.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:40) “ABD Büyükelçiliği yasal olarak müdahale edebilir ve suçlu vatandaşların, avuçlarına ufak bir şaplak yemekle paçayı kurtaracakları Birleşik Devletlere iade edilmesini isteyebilirdi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:74) “O, Philadelphia’ya gidiyor. Otobüs eski bir polis arabası, kirli ve paslı. Le Havre korkunç harap durumda. Hava sıcak ve nemli. Oregon’a vardığımızda bir şilep -büyükçe ama gene de bir şilep- görüyorum. Gümrük, döviz ve ismimizi söylerken kartları kontrol eden bir aynasızın bulunduğu -işgal sırasında bir çok kere paçayı kurtardığım için iyi bildiğim türden- küçük kulübe. Sonra gemiye biniş.” (A. Camus, “Amerika Günlükleri”, sa:14) “Kızlardan biri: -Düzüşmeye mi geldin? diyordu. Adam utangaçca paçayı kurtarmaya çalışıyordu.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:116) “Bu dağıtım yönetiminde tek tek kişilere düşen pay, az oluyordu. Daha bir saat öncesine dek Messalina, hakkında çok başka şeylerin söylediğini duyabilirdi. Şimdi ise Juvenalis’ten birkaç dizeyle, paçayı ucuz kurtarmış oluyordu. Çoğu Zenci kabilelerinin mitolojileri de kadınlara duyulan nefretle yoğrulmuş gibiydi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:501) “Yolculuklarının böyle acıklı biçimde son bulduğunu, planlarının gerçekleşmediğini gören Cecial, Samson Carrasco’ya dönerek şöyle dedi: ‘Öyle sanıyorum ki hak ettiğimizi bulduk; insan her şeyi kolay sanır ve hızla işe koyulur, fakat çoğu zaman paçayı güç bela kurtarır. Sözde, Don Quijote ahmak, biz akıllıyız; fakat o, şu anda sağ salim, tertemiz, keyifli; sizse kederli ve turşu gibisiniz. Şimdi söyleyin bakalım: Elinde olmadan delilik eden mi, yoksa bile isteye keçileri kaçıran mı daha çlgındır?’ ” (M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:497) “Saklanacak yer yok. Hem niye saklanacakmışım ki? Sabahtan akşama kadar meydanı gözlüyor, ahırların arasında geziniyor ya da ağaçların gölgesinde oturuyorum. Ve yaşlı yargıç’ın paçayı sıyırdığı söylentisi giderek yayılıyor, insanların yanlarına yaklaşınca, susmaz ya da sırtlarını dönmez oluyorlar.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:167) “SANIK - Evet, on iki tutuklama... Ama dikkatinizi çekerim komiser bey, hiçbirinden mahkumiyetim yok... Sicilim temiz! KOMİSER - Şey, nasıl oldu da her seferinde bir numarayla paçayı kurtardın bilemem... Ama bu kez sicilini ben bozacağım haberin olsun!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:7) “Yargıtay da aynı değerlendirmeyi yaparak mahkumiyet kararını bozdu. Dünyanın birçok yerinde, bu aşamada bir dava sona erer. Ne var ki, İtalya’da Yargıtay’ın bir sanığın lehine karar vermesi, o sanığın mutlaka paçayı kurtardığı anlamına gelmez.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:9) “ ‘... Ama hiç olmazsa bütün bunlardan paçamı sıyırırken, beraberinde bir tek anı götürüyorum: Görünmez dünyadan bir öpücük!’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:77) “GARDİYAN - Yayalar da daha fazla güvenlikte değiller..... Hapishanede tehlike yok. Bakın, duvarlar ne kadar kalın. Hiçbir şey geçemez. Mikroplar bile. Burada hapissiniz, elbette, ama burada tehlike yok. Kendinizi paçayı kurtarmış sayabilirsiniz.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:186) “İşte bu kez paçayı kurtaramıyordu. Yenilmek üzereydi. Kadife çiçekler dalgalandı, birbirine geçti. Eşyayı ve günün karalığını bir İbsen oyunu kadar kasvetli hissetti.” (S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:148) “Eski kayınperderim ülkede az çok tanınmış bir politikacı ve bir ırkçıydı. Hayatını Orta Asya’dan Anadoluya gelen Türk atalarımızın dünyanın en üstün ve kahraman ırkı olduğunu ispat etmeye adamıştı. Zamanında Alman Nazizmini desteklemiş olan Türkçü geleneğe mensuptu. Belki de güçlü kişiliği ile oğlunun ruhunu parçalamıştı. Çünkü Ahmet, hiçbir risk alamayan, her olaydan paçasını en kısa zamanda kurtarmaya çabalayan, bir kadına, bir çocuğa, bir dosta, kısacası hiçbir şeye sahip çıkmayı beceremeyen, her an ihanet etmeye hazır, belkemiksiz biriydi.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:127) “Bu adam, bilmem nasıl, hırsızlara karşı yasanın gösterdiği sertliği övmeye başladı. Hırsızların nasıl onar yirmişer şurada burada darağaçlarınaa asıldığını sevine sevine anlatıyordu: ‘Böyleyken ne iştir anlamıyorum,’ dedi; ‘sadece birkaç hırsız asılmaktan zor paçasını kurtardığı halde, bugün İngltere’de yine de hırsızlıktan geçilmiyor.’ ” (Th. More, “Utopia”, sa:23) “Vahşi yüzlü Kızılsakal, şimdi onlara hitap ediyordu; bir yandan da aşağı ovadaki bütün köye meydan okuyor gibi parmağını sallıyordu. ‘İşte orada! Orada saklı, çıplak ayaklı, paçavralar içinde; marangozluk numarası yapıyor, sanki o değil. Paçasını kurtarmaya çalışıyor, ama yağma mı var, bizden kaçabilir mi?’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:13) “Araba serin gecenin içinde kayıyordu Emirgan’a doğru. Çeyrek saat sonra, çay bahçelerinden birindeki kuytu masada çaylarını içerlerken, Kudret bey üzerine konuşuyorlardı. Demek Kudret bey ceza evinden kurtarmıştı paçayı?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:235) “Troyekurov’un işi gücü geniş topraklarında yaptığı gezintilerden, sürekli şölenlerden ve her gün bir yenisi uydurulan şakalardan ibaretti. Bu şakaların kurbanı yeni bir tanıdık olurdu genellikle. Bununla birlikte, eski ahbaplar da öyle her zaman paçayı kurtaramazlardı.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:12) “Ayrıca, gözakının solukluğunu fark edecek, dolaşım bozukluğundan kaynaklanan kızarmayı ya da mukozaların ve pigmentlerin renk değiştirdiğini gözlere sahip değildi artık, ki bu belirtiler kaç kez, daha dikkatli inceleme yapmaya gerek göstermeyen klinik bir tablo oluşturarak hastaya tanı koymasını sağlamıştı. Bu kez paçayı kurtaramayacaksın.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:66) “-Ne haber yoldaş ? Yanıt veriyorum: -Tamam! Boku yediler bu kez; bu kez paçayı kurtaramazlar.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:299) “-Ya ben? Benim ekmek paramı da yarının Avrupası verecek herhalde. Longin güneşe baktı, sonra barışçı elini göğe kaldırarak: -Hadi,dedi. Korkma! Senin gibiler nerede olsa paçayı kurtarır.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:90) “ ‘Bu durumda istediğin gibi davranmakta özgürsün!’ diye haykırdı. ‘Şu bozguna uğrayıp kaçan ordunun arasından paçanı kurtarıp sıyrıl. Yana atıl, şurada sağ kolda göreceğin az buçuk açılmış ilk yola sap. Hep ordudan uzaklaşacak biçimde, atını sıkıca sür. Önüne çıkacak ilk fırsatta kendine başıbozuk giysileri satın al. Sekiz on fersah uzaklaşıp da, artık askerlerin hiç görünmez olduğu zaman da posta arabasına atla, iyi, sakin bir kente gidip bir hafta dinlen ve bol bol biftek ye. Orduda bulunduğunu sakın hiç kimseye söyleme. Yoksa jandarmalar seni kaçak diye yaka paça yakalarlar.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:80-1) “... Subayın rahatlığı onu korkutmuştu. Oturduğu yerden, iki yana düşmüş buz gibi elleriyle ona bakıyordu. Kanı ona çekilmiş, soğuktan donmuş gibi geliyordu. Bir yandan da, içindeki her şey kopacak kadar gerilmişti. Bu bir insanı felç eder. Ormandan bir şeyler duyabilmek için tüm gücüyle nefesini tuttu, nefesini kulaklarının pıt pıt atışında hissediyor ve kör beyninin içinde, kendi kendine, istemsizce, oğlunun paçayı kurtarıp kurtaramayacağını soruyordu.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Wondrak”, sa:257-8) Paçası sıkışmak : Dara düşmek, işin içinden çıkamamak, problemi çözememek “NSA çok geçmeden paçasının sıkıştığını fark etti. Karşılaştıkları şifreler artık kalem ve grafik kağıdıyla çözülebilecek basit yer değiştirmeler değildi.. Bunlar, mesajları görünüşte hiç ümit vermeyen, rasgele bir hale getiren, kaos kuramıyla çoklu sembolik alfabeleri kullanan ve bilgisayarların ürettiği karmakarışık fonksiyonlardı.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:22) Paçavra; Paçavracı; Paçavra gibi atılmak, Paçavra haline gelmek : Yırtık pırtık, perişan, giyilemez, lime lime olmuş (giysi) “YAZICI O ad hiç çıkmadı ağzından: kendi kendine konuşarak yeni bir beden yarattı kendine yeniden Babil’de buldu kendini. ----------Bulur çıkarır paçavralar arasından. (P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:17) “BİR LEŞ ----------Kokmuş karında vızır vızırdı sinekler Ordan tabur tabur kara Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer, Bu canlı paçavralara. (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:71) Acıyın sarhoşlara şu Nisan sonu karında Geçen hafta şarkılarını, paltolarını satıp içtiler. Güneşe dokundular, eriyen karların üzerinde gezdiler. Parklarda otururken gördük onları, neşeli Bir ateşin başında, ellerinde paçavraya sarılı Elma şarabı şişesi. Ne yazık, kimileri şimdiden Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler...” (David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03) “KEMAN USTASI Joe Finkl, kasabadaki son anarşist olarak adlandırıyor kendini. elli yılı aşkın süredir burada, kemanlar yapıyor, tam burada (savaşlar hariç) haftanın altı günü, bazen yedi. ‘Dinle aram yoktur. istersem çalışıyorum. Böyle geçiyor zamanımın çoğu, çünkü, anlıyorsunuz, onları seviyorum, bebeklerimi, hmmm.’ Kıymıkların, aletlerin, kuruyup atılmış tutkal kaplarının, yağlı paçavraların arasından uzanıyor bir ağaç kalıbına güzelce oyulmuş bir keman şeklinin çıkarıldığı.” (Michael Cope<d.1952>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.03.06) “Bir şapka avcısı olarak, kimseler Tarascon’lu Tartarin’in eline su dökemez. Her pazar yepyeni bir şapkayla yola çıkar, delik deşik bir paçavrayla dönerdi.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:15) “BOYUNSUZLARA -----------------------Mezarlık ortasında düzenlenmiş kapalı alanların insanları, Çünkü sancaklarla paçavralar birbirine karıştırılmaz. Bunlar gönderlere çivilenir, Ve onlardır ki, alçaltılmış olarak, Öylesine acıklı bir biçimde şakırdar yelinde şafağın Satırın düşerken Durazıs Santes’lerin yankılarını çınlattığı saatte.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:137) “Şimdi, şurada yatan kadındı artık, pis bir paçavra, su oluğuna düşmüş ölü bir kuş, kuş pençesi gibi kıvrılmış eller. Yüreğimde kocaman bir demir kapı sonsuza kadar kapanmış gibi oldu. Ağırdan alan günün doğmasını, beni buradan kurtarmasını zor bekliyordum. Gitmeye can atıyordum.” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:69) “Savaş öncesinde Sloven köylülerini tertemiz giysilerle hatırlayan Methuen, şimdi treni kuşatan paçavralar giymiş kirli kalabalık karşısında şoke olmuştu. Her yerde yeni köleliğin adeta nişanı olan şekilsiz kumaş kasket görülüyordu.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:37) “Onun da, başkaları gibi bir aşk hikayesi vardı. Bir dülger olan babası iskeleden düşerek ölmüştü. Ardından annesi göçmüş, kız kardeşleri dağılmış, bir çiftçi onu yanına almış ve küçük yaşta inekleri gütmeye başlamıştı. Paçavralar altında tirtir titriyor, yüzükoyun yatarak durgun sulardan içiyor, hiç yoktan bol bol dayak yiyordu. Sonunda, kendisinin yapmadığı bir hırsızlık yüzünden çiftlikten kovulmuştu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7) “İşte bu birkaç söz, bir böceğin uçuşunu engelleyen bir ağ gibi, birdenbire sert bir şekilde beni gerçeğin içine attı. O karanlık mahkeme salonu, kan rengindeki paçavralara sarılmış yargıçların nal şeklindeki kürsüleri, üç dizi halinde sıralanmış aptal yüzlü tanıklar, sandalyenin her iki yanında duran iki jandarma...” (V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:32) “ÖRÜMCEK ---------------Açılmış, kıpırdayan, yumuşacık, ılık çamurun, Balçığın doruğunda savrulmuş paçavraTutuyorum sözcükleri kafatasımın içinde Mühürlenmiş, oyulmuş; yine de ellerim Biçim veriyor ustalıkla, hileyle Kurnaz ağa değil, aptal iplere.” (Ruth Miller <1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07) “YAŞAM BOŞ GEZENİN BOŞ KALFASIDIR ------------------------Şeytan bir çakaldır İnsan şekline bürünmüş Kurbanlık bir koyundur, tanrı Yaşam, boş gezenin boş kalfasıdır Bitlerin sardığı Paçavralar içinde!” (Mbongeni Khumalo<D.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08) “Asker açlıktan, yorgunluktan, uykusuzluktan ölmek üzereydi. Kemikleri çıkmış atlar, insana korku salıyordu. Gelenler bozguna uğramış başıbozuk bir kalabalık değildi. Paçavra haline gelmiş üniformalarını üstlerinde taşıyorlar, yırtık bayraklarını yağmur altında ellerinde tutuyorlar, düzenli biçimde yürüyorlardı.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:425) “Bir Tılsım Yapmak İçin ------------------------------Kurusun diye taşın sağır kucağına ser ve umudun son zerresi de oyulup gitsin diye soğuk bir çiviyle iyice kazı onu. Ki soluksuz kalsın ateşlerden ve ısırganlardan, yırtıcı hayvanların törensi tırısa kalkışıyla sarsılsın, eski zaferlerinin aşağılayıcı paçavralarına sarınıp sarmalansın.” (Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05) “Her iş kesiminden müşteri bulunurdu. Kundura tamircileri, dam aktarıcılar, duvarcılar, yol yapımı işçileri, öğrenciler, sokak kadınları, paçavra toplayıcılar. Bir kısmı akıl almaz derecede yoksuldu. Çatıdaki odalardan birinde bir Bulgar öğrenci vardı. Amerika’ya satılan o rüküş ayakkabılardan yapıyordu.” (G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21) “... Bütün gücüyle bir tekme daha yapıştırarak, ‘Kafanı kırarım senin!’ diye seslendi. ‘Kaldırsana yukarı!’ Aşağıdaki adam sesini çıkarmaksızın ölüyü yukarı kaldırdı. Kern öfkeyle, ‘Daha yukarı!’ diye bağırdı. ‘Daha yukarı ulan pis paçavra!’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238) “UMARSIZ PENOLOPE Onu tanımamış değildi ocaktaki ateşin belirsiz aydınlığında; adamın dilenci gibi paçavralar giymesi kendini gizlemek için değildi. Hayır. Onun özellikleriydi bunlar.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yinelemeler”, sa:214) “Sete-Sois, Beira’daki garnizonun Alentojo’daki birliklerin yardımına gitmektense olduğu yerde kalacağı söylentileri ortada dolaşırken çıktı yola. Alentoja’da diğer eyaletlerde olduğundan çok daha ciddi bir boyutta bir kıtlık vardı. Ordu lime lime, ayaklar çıplak, paçavralar içindeydi; askerler çiftçileri soyuyordu, savaşa devam etmeye niyetleri yoktu. Birçoğu orduya baş kaldırdı, diğerlerinden kaçanlar oldu, kaçanlar ana yollardan uzakta kalmaya özen gösteriyordu, karınlarını doyurmak için yağmalıyorlardı, yolda karşılaştıkları her kadına tecavüz ediyorlardı; kısacası, onlara hiç bir şey borçlu olmayan ve onlarla aynu umutsuzluğu paylaşan masum insanlardan alıyorlardı intikamlarını.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32) “... sen bu anlamları ne bilirsin ne de öğrenebilirsin, bomboş, tertemiz ve herhangi bir yüz hareketinden öte bir anlamı olmayan gülümseyişlere inandın, beş yüz yıllık bir birikimi ardında bıraktığını unuttun, hem de bunu sana kibarca hatırlatmalarına karşın unutmayı tercih ettin, şimdi de bu haldesin, onu misafir etmeyi düşündüğün yatağın üzerine bir paçavra gibi serildin, o ise muhtemelen şu anda senin onulmaz akılsızlığını ve üzgün duruşunu hatırlayıp gülüyor sana.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:200) “KIZ - Hadi, söyle söyleyeceğini! AVUKAT - Peki. Bak, ben bir eve girince ilk önce perdelerin duruşuna bakarım. (Pencereye gider, perdeleri düzeltir.) İp gibi ya da paçavra gibi duruyorsa, çok kalmam orada. Sonra iskemlelere bir göz atarım... Mumlar çarpık çurpuk duruyorsa, o evde düzen yoktur!” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42) “Bu barakaların bazıları, bekçi kulübesinden azıcık daha büyüktü. Ayrıca, gaz lambalarıyla aydınlanmış, önüne insanların üşüştüğü, dükkan ya da başka bir ticari uğraşa yönelik paçavradan salaşlar ve çadırlar da bulunuyordu.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17) “Dul Elizabeth, yarı aç yarı tok, paçavralar içinde, Auschwitz’e gidecek son kafileye alındı. Neler olacağını hem biliyor, hem bilmiyordu. Theodore’un bitlenerek zatürreeden ölmesinden bu yana aklı tam başında değildi O... bir doktor!” (E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:189) “BİR ÖMRÜN SUSKUNLUĞU --------------------------------------Bakıyordu her bir köylü kendi işine, her ne işse yaptıkları yağmurlu bir Pazar sabahında. Çığlık atmamıştı bile başına gelenlerin sarsıntısı uyutmuştu çünkü. Düş gördüğünü söylüyordu durmadan kendine farkında olsa da gerçeği duyduğunun sorduğunda adam ona: ‘En son ne zaman düzülmüştün, yaşlı kadın? Zevkini çıkar. Kim ister ki senin gibi eski bir paçavrayı.’ ” (Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.11.07) “BIRAK BENİ HAYKIRAYIM Ben en hakir bir insanı kardeş duyan bir ruhum; Bende esir yaratmayan bir Tanrı’ya iman var; Paçavralar altındaki yoksul beni yaralar.” (M. Emin Yurdakul<1869-1944>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:54) “Fazla sıkı bastırıyorlardı, Fouan’ın, altlarında, yassıldığını, canının boşaldığını hissettiler. Uzun bir ürpertiden, son bir titremeden sonra hiçbir kıpırdanma kalmamış, ihtiyar, paçavra gibi gevşek bir şey olmuştu. Buteau, soluk soluğa, mırıldandı: -Galiba tamam.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:370) “Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17) “… Böylece öğleden sonra onun yalnız başına ahırdan geldiğini gördüğüm gibi, doğruca yanına gittim ve sordum: ‘Raoul, bu ne demek oluyor? Ben size ne yaptım?’ Çocukcağız kızarıp bozardı, mahçuplaştı ve ardından soğuk bir şekilde, ‘Ailemin sözünü dinlemek zorundayım…’ dedi. Ah ve ben onun suratına bir şamar atamadım. Tahmin edebiliyorum. Muhtemelen annesi bana evlenme teklif etmesinden korktu ve onlar kim bilir hangi kontes hazretleriydi, çok parası olan… Ama öyle olsa da bir insanı paçavra gibi bir kenara atmak olur mu?... Bunu asla unutmayacağım, asla.’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:29-30) Paçavracı (çocuk, kadın, erkek) : Tarih boyunca, bugün dahil, ellerinde ucu çivili çomaklar, çöp depolarından giyecek, satacak, yiyecek arayan toplumuın en az gelirli kesimi. Benim çocukluğumda bu ve benzer işleri Roman’lar yaparlardı. Kamulaşan fakirlik ve zorunluluk, şimdi daha orta klasa, özellikle onların küçük çocuklarına kaymış görünüyor. Penceremden hemen her sabah 13-15 yaşındaki erkek çocukların, fütursuzca <zira 1930’larda bizlerde doktor, mühendis gibi büyük adam olma planları vardı, karnımız aç olsa bile tok davranırdık.> hayat mücadelesine gözümle -ve acıyla- ortak olmaktayım.. Aşağıdaki parça, Hugo’nun muhteşem kaleminden, Büyük Fransız İhtilalinden sonraki durumlarda, Paris’te, böyle fakir bir ev kadınının hikayesini gözlerimizin önüne seriyor. Belli ki ‘Sefiller!’ daima mevcut idi, mevcutlar ve mevcut olacaklar! “Burada paçavracı kadın konuşmaya girdi: ‘İşler durgun hanımlar, hem de pek durgun! Çöp yığınlarından hiçbir şey çıkmaz oldu. Artık çöpe kimse bir şey atmıyor, herkes her şeyi kendi yiyor!’ ‘Sizden daha yoksuları da var, örneğin Vargouleme Bacı.’ ‘Doğru lafa can kurban!’ dedi. ‘Benim ne de olsa bir mevkiim var!’.......... ‘Sabahleyin eve döner dönmez küfeyi bir güzel ayıklarım, önce kendi ayıklamalarımı yaparım. Bunlar odamda ayrı ayrı yığınlar halinde durur: Paçavralar bir sepete, sebze koçanlarını bir kovaya, çamaşırları dolaba, yünlüleri konsola, eski kağıt parçalarını pencere kenarına, yenebilecek durumda olanları benim Kasenin içine, cam kırıklarını ocağa, eski paçavralarla terlikleri kapının arkasına, kemikleri de karyolamın altına yerleştiririm.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, sa:407) Paçayı kurtarmak : Bk.: Paçasını kurtarmak Paçayı yırtmak : Sorumluluktan kurtulmak “Kiliseyi beklemekle yükümlü rahip kardeş ihmalkarlığı yüzünden çeleceği cezaya gönülden razı, oracıkta bekliyormuş. Ancak bu ihmalkarlık da açıklama beklemekte, çünkü diğer rahipler üstlerine bulaşan ve koku yayan gazdan dolayı görüp tasdik etmişler ki kayıp olan gaz değil, gaz ayaklarının altında tüm kiliseye yayılmış durumda, gaz değil de sadece gümüş sunak lambaları, lambaların takılı olduğu kancalar hala narince sallanmakta çünklü bakır dilinde şöylece fısıldamaktalar: Nasıl da yırttılar paçayı, nasıl da yırttılar paçayı.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:18) Paçoz : Fahişe (Yunanca patsos’tan), özellikle yaşlı hayat kadını (Argo) “Genç adam, yalnız yakışıklı ve ilginç değil, aynı zamanda akıllıydı da; çalışırken başka şeye bakmıyordu. Kadınları tek tek gözden geçiriyordu..... Herr Puda, aşkla yanıp tutuşan gözlerini kağıtta gezdirdikten sonra: ‘Çok üzgünüm, hanımefendi, ama ne yazık ki tümüyle olanaksız!’ diyordu. Tohumluk paçoz da kendini bir anda dışarda buluyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:161) “Güzel miyop gözlerini Charlot’nun gözlerine indirdi: -Amma boktan iş be.” -Nedir bu boktan iş? -Bir paçoz ayarladı, dedi Mathieu. -Canın çekmiyorsa bize kamanço et kardeşim. -Olmaz, dedi Pinette. Kız bana kesildi bir kez.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:131) padron real : (İSP.) İspanya Kralına sunulmak üzere hazırlanan rapor. Krallığa-Cumhuriyete bir nişan osun diye,isterse kazanılmış milli bir futboltakımı, isterse bir rapor, teskere, daima ‘Real’ ekini alır:’ Real-Madrid’ gibi “...yani İspanya Denizcilik Dairesi’nin başına getirme belgesi; Vespucci’nin eklemeleri ve düzeltmeleri bizzat yapması ve yeni keşfedilen kıyılarla son haline getirmesi gereken bir dünya haritası, bir ‘padron real’ hazırlanmak üzere kral tarafından görevlendirildiğini gösteren bir belge de diğer örneklerdir.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:92) paean : (LAT.,MYTH.,MUS.) <pi’ın, PAN> : Apollo veya Artemis mabutlarına ithaf olunan şükran-teşekkür ilahisi; şükran veya zafer şarkısı Pagan : Tek tanrı devrinden önce insanoğlunun yaşadığı çok tanrılı dönemde (politeism) bu sisteme inanan kimse; putperest, puta tapan, kafir, münkir; dinsiz; paganism : dinsizlik, putperestlik “Kışın güneşin yeryüzünden en uzak olduğu zaman olan gündönümü sırasında yapılan pagan eğlencelerini kaldırmanın zamanı geldiğine birisinin karar vermesi için iki yüz elli yıl geçti.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:54-5) “ ‘Biliyorsun ki, efendim, acıya iyi dayanırım. Çocukken de tek bir kere ağlamıştım: büyük kral Istvan benim pagan soyumu yok ettiği ve ben Tisza kıyısında öksüz kaldığım zaman..... Bizim bahtsız kardeşimiz Yeremya’yı hatırlar mısın? Tanrı’nın gayretli bir kulu olmuştu, sonra nasılsa o Macar hastalığı aklını aldı ve bozkıra kaçtı, şimdi lanetleme paganlarla orada cümbüş ediyor.... Şeytan pençesini uzatıyor sana; pagan bozkırlarında kurt kılığında dolaşan şeyten! Sözünü dinleme onun!’ ” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:16-7) “SAYGI Pagan tarlalarda kimi zaman, bir heykel gün yüzü görür, Yetişkin bir mermer muamma dolu, sonsuz uykusundan olur. Belki bir Tanrıydı, evvel zaman içinde hükümran, Kopmuş koluyla yıldırımları titretirdi her an. Som kristal göklerde bir ışık titrer, Sanki ilk günüymüş yeni yetme dünyanın. Güzel bir halk Latin şivesine döner, Ey yüce Tanrı diye ünler.” (Jean Pourtal de Ladeveze<d.1998-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.03) “Dorothy’nin zihni, bir çözüm olmadığını algılamasına rağmen sorunla mücadele etti. Açıkça gördü ki, inancın yerine koyabileceğimiz uygun bir şey yoktur; yaşamın kendi kendine yeterli gören paganca kabulleniş yetmez; panteistçe neşelendirmeler yetmez, pırıltılı Ütopya vizyonlarıyla, ve çelik ve betondan karınca tepeleriyle yapılmış sahte ‘gelişim’ dinleri yetmez.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:330) “Yüksek sesle, ‘Ramsay karaya çıktı,’ dedi, ‘artık bitti’. Sonra ihtiyar Carmichael gelip yanına durdu; göğsü inip kalkıyor, hafif hafif soluyordu: eli yüzü kıl içinde, saçlarının arasında otlar, elinde asası (elindeki Fransızca bir romandı) ile tıpkı bir pagan ilahına benziyordu.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:334-5) page : (SOSY.,KOLLO.,) <peyc> : Eskiden asılzadelere hizmet eden erkek çocuk, iç oğlanı; resmi kıyafetli uşak, hizmetkar; U.S. Ayan Meclisinde veye Avam Kamarasında üyelere hizmet eden uşak, el ulağı Pagoda : Uzakdoğu ülklerinde, örneğin Çin, Japonya ve Hindistanda görülen, çok katlı piramit kule biçiminde tapınak; Eskiden Hindistanda kullanılan altın veya gümüş sikke “Onun kahkaha sesiyle omurgasında küçük, nefis ürpertiler aşağı yukarı kaynaşır ve birden kendini acıkmış hissederken, Martin hemen atıldı: ‘Diyordunuz ki, bu adam, Swinburne, büyük bir şair olamyı başaramadaı, çünkü... ve buraya kadar gelmiştiniz bayan.’ ‘Gümüş gibi’ diye düşündü kendi kendine, çınlayan gümüş çanlar gibi; ve o anda bir an için, pembe kiraz çiçekleri altında sigara içtiği ve yüksek pagoda’nın saz sandaletli sofuları duaya çağıran çanlarını dinlediği uzak bir ülkeye gitti.” (J. London, “Martin Eden”, sa:15) Paha biçilmez : Çok değerli “Bana paha biçilmez gibi gelen şeyi fethetmek için on yıl verdim: Acıdan arınmış bir yürek. Ve acıyı bir kez aşınca, çoğunlukla yapıldığı gibi, onu bir ya da iki kitaba hapsettim.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:107) “Berlin’de yaşayan yazar Ernst Weiss, yedi aydan beri Kafka’nın dostudur; yazınsal niteliklerine ek olarak, Kafka için paha biçilmez değerde olan bir yanı daha vardır: Felice’ye karşı olan sarsılmaz isteksizliği; Ernst Weiss, işin en başından bu nişana düşmandır.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:218) “SEVEN BİR KADIN -... Bizim sevgimiz birçok şeylere karşın yaşıyordu, onlara göğüs germek, ya beş yıllık bir mutluluğu reddetmek, ya da birtakım tehlikeleri kabul etmek gerekiyordu. Aklımdan bile geçmezdi ki, hayat, herşeyi yoluna koyacak. Ben, paha biçilmez bir mutluluğu çok pahalı ödüyorum...” (J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:12) “Orakçıların şarkısını dinlerdim, sonra, sakin ve güvenli, harmanların, o paha biçilmez azıkların, yükler altında ezilmiş arabalarla gelişlerini görürdüm - arzularımın sorularının bekleyen yanıtları gibi gelişlerini.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:84-5) “Gerçekten böyle büyük bir eğlence para ile düzenlenecek olsa, buna bir hayli para dökmek gerekecekti. Burada sanatçıların, meslektaşlarının hatırı için sarfettikleri gayrete paha biçilemezdi.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:51) “ADUMARADAN (*) ---------------------------- Güzelliğine paha biçilemeyen Adumaradan Palmiye yağımsın sen, övüncüsün çorbamın Dişerin pırıltısını ortaya çıkaran beyazlıksın Boya ağacısın güzellik evinde, ateş kırmızısı Adumaradan, sokul bana Erişmek için varlığımın onuruna.” (*) ‘Yoruba’ dilinde siyah tenli, güzel kadın (Niyi Osundare<d.1947>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.04.09) “Satılık, paha biçilmez bedenler, tüm soylarda, tüm dünyada, tüm döllerde, erkeğin dişisinde eşi benzeri olmayan! Zenginlikler fışkırsın, isteyin! Kelepir elmaslar, kaydı kuydu yok!” (A. Rimbaud, “Illuminations” , sa:86) “Güçlendi benim sevgim cılız görünse bile, Daha az sevmiyorum, bu ters bir görünüştür. Her yere yayılırsa sahibinin diliyle Paha biçilmez diye, aşk pazara düşmüştür. Sevgimiz cıvıl cıvıl, taptaze baharında..” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no.102, sa:245) “Bütün liman, teknelerle doluydu; hepsi de yelkenliydi. Kimileri daha yeni yanaşırken, kimileri de yelken açıyordu. İçme suyu teknelerinde, o paha biçilmez suyu ele geçirmek isteyen ter içindeki, güneş yanığı kadınlar, sarkık memeleri, kırışık elleri ve suratlarıyla bir kadınlar kalabalığı, itişip kakışıyordu. Aralarında yeniyetme, çocuklar, sokak çocukları ve eski denizciler vardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:27) “Günün gazetesinden de şunu çıkarıyoruz: ‘Saat on ikiyi vurduğunda Büyükelçi her yanına paha biçilmez halılar asılmış orta balkonda belirdi. İmparatorluk Hassa alayından herbirinin boyu yüz seksen santimin üstünde altı Türk sağında ve solunda meşaleler tutuyorlardı. Görünmesiyle birlikte havai fişekler göğe yükseldiler ve halktan büyük bir nara koptu, Büyükelçi buna derin bir reveransla <yarı eğilmek> ve marifetleri arasında su gibi konuşmasını sayabileceğimiz Türk dilinde birkaç teşekkür sözcüğü söyleyerek karşılık verdi. Derken Sir Adrian Scrope, tepeden tırnağa İngiliz amiral aniformaları içinde öne çıktı; Büyükelçi bir dizinin üstüne çöktü; Amiral, En Yüksek Bath Nişanı gerdanlığını boynuna geçirdi, sonra Yıldızı göğsüne iliştirdi; bunun ardından diplomasiye mensup bir başka zat azametle ilerleyerek omuzlarına dükalık kaftanını koydu ve kızıl bir yastık üzerinde dükalık tacını sundu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:91) Pahalıya mal olmak, gelmek, oturmak : Tahmin edildiğinden daha masraflı, daha zararlı olmak Bk.: Pahalıya patlamak “DEPREM -----------Selde bir tabutun sürüklendiğini gördü çocuk, anne babasının kemikleri vardı içinde. Duyduğu acı yüreklendirdi onu, birden atladı amansız akıntıya; bu çabası pahalıya mal oldu ona. Kemikleri kurtardı kurtarmasına, ama kaptırdı kendini sulara.” (Bianoros, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:149) “ ‘Şövalyelik rütbesine ulaşmış olsaydım,’ diyordu, ‘ne kadar alçak olduğunuzu gösterirdim size it herifler, size gelince vız gelirsiniz bana. Çekin kılıçlarınızı, hodri meydana gelin, gücünüz yettiğince saldırın, saygısızlığınız ve deliliğiniz sizlere pahalıya gelecek.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25) “İnsanlar bazen övgüleriyle bana yapılan bu haksızlığın öcünü alırdı, ama bu övgüleri ailemle baş başa kaldığımızda bana o kadar pahalıya mal olurdu ki, insanların benimle ilgilenmemelerini, hatta hakaret etmelerini isteyecek hale gelirdim.” (D. Diderot, “Rahibe”, sa:20) “Ne yazık ki, bir öğrenci için ulaşılması en güç şey, kadınlardı. Çok az kız öğrenci vardı ve hala, sevgilisinin üreme organlarının kesilmesine neden olan Güzel Héloise’le ilgili efsaneler ağızdan ağıza dolaşıyordu, aslında öğrenci olmak başka -adın çıkıyordu, ama sonuçta hoş görülüyordu- büyük ve mutsuz Abélard gibi filozof ve tanrıbilimci olmak başkaydı. Para karşılığı aşkla fazla keyif sürülemezdi, çünkü pahalıya mal oluyordu; bu yüzden meyhanede veya handa çalışan etli butlu bir kızın ya da mahalleden bir kızın peşine düşmek gerekirdi, ama mahallede körpe kızlardan çok öğrenci vardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:73-4) “Geçen hafta zengin bir meraklı geldi, yüz yirmilik bir balık satın aldı benden. Bir Çin balığıydı. Paşa tuğu gibi üç kuyruğu vardı... yetiştirmek zor mudur dediniz? Bu da söz mü! Beslenmesi zordur, sık sık da hastalanırlar. Haftada bir kez Vichy suyuna konulmaları gerekir. Bu da pahalıya mal olur. Koymayınca da olmaz: tavşanlar gibi ürerler.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:151) “Mişel maalesef, yaldızlı dipleri görünmeye başlamış olan kutularımı tekrar tekrar bana teslim ettiği zaman: -Bu kutular adeta nişan şekeri kutusu Feride, diye fısıldadı. Masalım bana biraz pahalıya mal olmuştu, ama ne yaparsınız?..” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:51) “Alacağı paşa kızının evine sıradan bir kira arabasıyla gitmek istemiyordu, ama sürücüsü ve ahır masraflarıyla iyice pahalıya oturan bir arabayı satın almak ticari hesaplarına uymuyordu.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:14) “Paul Louis Corurier gibi, <Stendhal> yarımadanın sahaf dükkanlarında ve kitaplıklarda dolaşmakla geçirirdi. Bu yolla, Civitavecchia’ya konsolos olarak gider gitmez, kendisine pek pahalıya mal olan, fakat beklemediği bir nimet ele geçirmişti.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri, Cilt:1, sa:17) Pahalıya ödetmek : Önden iyilik ya da refah olarak sunun şeyin sonradan çok sorun yaratması Bk.: Astarı yüzünden pahalıya gelmek “Bir ara Dr. Kraus, dünyaca ünlü bir çocuk eşyaları firmasının Viyana’daki şubesinin gösterişli virtrinlerinin önünde durdu ve: ‘Bu düzmece refahı günün birinde bize pahalıya ödetecekler,’ dedi.” (A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:15) Pahalıya patlamak : Sonunda pahalıya gelmek, hesaplandığından fazlasına fatura çıkmak “ ‘En pahalıya patlayan sen oldun dostum. Hoş ben de pek ucuza mal oldum sayılmaz. Ama şu sarışın, genç arkadaşımızın hemen hemen hiç masrafı olmadı. Hey...’ Uyuklayan Sarı’yı dürtüyor yanından.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:116) “Yetişkinler bazen..... utandırma ve suçluluk duygusu yaratma yöntemlerini kullanırlar. Bu çok yaralayıcı yöntemler işe yarar gibi görünür, çünkü çocuklar utandıkları zaman, özellikle de herkesin gözü önünde utandırıldıklarında farklı davranırlar. Aslında bu yöntemler gerçekten işe yararlar, ama bu, çocuğun kişiliğinin gelişimi açısından pahalıya patlar.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:85) “En öndeki kuzeyli elinde tırpanla buğdaylara yaklaşıyor, en öndeki güneyli onu kolundan yakalıyor, hantal hareketlerle birbirlerine vuruyorlar, kuvvetli, sert ve kaba, açlık açlığa karşı, sefalet sefalete karşı; ekmek, bize pahalıya patlıyorsun. Kraliyet taburu gelip kavga edenleri ayırdı, tek bir tarafı tuttu, güneylileri kılıç darbeleriyle dağıttı, sanki hayvanlarmış gibi.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:32) Pahasına : Onu hiçe sayarak, fedakarlıkta bulunarak (Hayat, namus, özgürlük vb.) soylu komşular arasında alıp verilmiş barışma mektupları, çeşit çeşit konular üzerine not defterleri, bunlara benzer yazılar doldurulmuş üç dört yüz cildi, hoşuma giden bu koşul atında, gözlerimin bozulması pahasına okudum.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:19) “Nietztsche’nin içindeki psikologluk, bu sertliği ve acımasızlığı kaderden armağan olarak almış değildir, keza o şahin bakışı da öyle: Bunu satın almıştır, bütün hayatı pahasına, huzuru, uykusu, rahatı pahasına.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:103) paidikoi : (YUN.) Çocuksu, çocuğa özgü “Yolculuk esnasında Rahip Williams’ın bazan onun bir çayırlığın kıyısında, bir ormanın eteğinde durup bir bitki (sanırım hep aynı) topladığını saklamayacağım; sonra dalgın bir bakışla onu çiğnemeye koyulurdu. Birazını alıkoyar, büyük gerilim anlarında yerdi. Bir kes, ona bunun ne olduğunu sorduğumda, gülümseyerek iyi bir Hıristiyanın bazan imansızlardan da bir şey öğrenebileceğini söyledi; tadına bakmama izin vermesini isteyince de, tıpkı konuşmalar için olduğu gibi, basit insanlar için, paidikoi, ephebioki <genç, gençlere ilişkin> ve gynaekeioi <kadınsı, kadınca, kadına özgü> söz konusu olduğunu, böylece yaşlı bir Fransisken’e iyi gelen otların, genç bir Benedikten’e iyi gelmeyeceğini söyledi.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:29) Paklamak : Temizlemek, aklamak; Çare bulmak, üstesinden gelmek “Tabii her işin bir usul gaydası var. Var ama o da bilene. Bizim Haceli, işin usul gaydasını bilseydi, bu işler böyle karışmazdı. Gel de pakla şimdi bu kadar pisliği! Paklanır mı?’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:209) “Her yangın dönüşü muhakkak hamama gidilirdi. Yangın dönüşü bir tulumbacıyı ancak hamam paklar, yangında yorulmuş vücutları da ancak hamam dinlendirir. Gündüz yangın dönüşü ise, semtin hamamına alelade müşteri gibi gidilirdi. Yalnız hamamcı tulumbacılardan sabun ve hamam parası alınmazdı.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:92) Pa-kua aynası : Feng-Shui’nin olmazsa olmaz beş ilkesinin ikincisi: “Pa-kua aynası ‘shar’ları <shar’lar genellikle ‘zehirli oklar’ olarak da bilinirler; onlar, şansızlık getiren negatif enerjilerdir. Düz hatlar boyunca hareket ederler.... Komşu evin iki duvarıın sizin evin yönünü gösteren keskin bir köşe oluşturması da bir shar’dır.> geldikleri yerlere geri göndermek için kullanılır. Aynalar yin, yani pasiftirler, ancak pa-kua aynaları yang, yani saldırgandırlar. Bu nedenle son derece dikkatle kullanılmaları gerekir. Önce başka bir şey yapıp yapmayacağınıza bakın, pa-kua aynasına son çare olarak başvurun.” (Richard Webster, “Başarı ve Mutluluk İçin Feng-Shui”, sa:82) pal : (SOS.,PSYCH.,KOLL.) palabres : <pe’l> : arkadaş, refakat (Argo) (İSP.) : <palabres – söz, laf, palavra>; Güney Fransa ve İspanya : (argo) “Gevezelik eden dillerin çok, düşünen kafaların az olduğu küçük bir şehre yeni gelen insanların başına gelenlerin aynısı M. Myriel’in de başına gelmişti. Piskopos olduğu halde ve bir bakıma da zaten piskopos olduğu için başına gelenleri çekmek zorunda kaldı. Ama onun adının karıştırıldığı dedikoduların hepsi, sadece dedikoduydu; kuru sesler, boş konuşmalar, boş sözler, sözün kısası, güneyin o etkileyici deyişiyle palabres.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:17) paladin : (MYTH.,TAR.,SOSY.) <pala’din> : asılzadeden biri; macera peşinde koşan şövalye Eskiden, İmp. Şarlman’ın maiyetinde bulunan on iki Palamar : (Yun.) Bir deniz vasıtasını karaya, şamandıraya vb. bağlayan kalın urgan. “Kahvelerini içtiler. Eşyalarını kayığa istiflediler. Biri palamırı <palamar?> çözüp içeri aldı. Ondan sonra da adamlar küreğin sessiz ve sonu gelmez yakarışına başladılar.” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:59) Palas pandıras : (YUN.) Apar topar, hemencecik, çabucak, yaka paça (1940’larda,1950’lerde İstanbulda çok kullanılırdı, bugünlerde pek işitilmiyor, olası azınlıkların pek ortada olmamalarından dolayı) “O zaman Hıristiyan düşmanı kadın, tehlikeyi görerek kocaman bir çığlık attı: ‘Panayamu!’ <Yun.: ve çocuk birden, yılanbalığı gibi karnından kayıverdi… Bu, bir Pazar günü olmuştu ve şansa bakın ki, ertesi Pazar da benim anam doğum sancıları çekmeye başladı. O zavallının da canı acıyor, böğürüyordu. ‘Panayamu! Panayamu! Diye bağırıyor, ama bir türlü kurtulamıyordu. Babam avlunun ortasında oturuyor, kahrından yemiyor, içmiyordu. Zoru Panaya ile idi Türk kadını Cafer bir kez çağırmış, o da palas pandıras Meryemim> kendisini kurtarmaya gitmişti.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:65) “İlk önce bisikletli adam gidiyor, onu ötekiler izliyor..... dönüp baksalar onlar da birbirlerini görebilecekler, ama yapmıyorlar, bu da kurallardan biri; sonra gizleniyorlar, yani gizlenmiyorlar da, bir vadi onları görüş alanımızdan çıkarıyor.... ya da ilerde bir yerde gözden kayboluyorlar işte, yaklaşmakta olan soğuk yüzünden gözlerimizi kısıp ayaklarımızın durduğu yere bakıyoruz, insan böyle palas pandıras çekip gidemez.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:181) “... bir saatir neşeli neşeli bilmece oyunu oynadığı sırada, birden salondan kaçmış, uşağı da pencereden aşağı atmıştı. İki milyonun lafının geçtiği akşamdan birkaç ay önce, Bonnivet Markizi’nin vermekte olduğu balodan da böyle palas-pandıras savuşmuştu.” (Stendhal, “Armance”, sa:41) Palaspare (giysi) : Ucuz, basit, sıradan, köylü gibi (giysi) “... akşam olup elektrikler yandıktan sonra yanlarından denizde yaptığı gibi yılan kıvrımı ile geçtiği zaman yine aynı kadunların bu sefer çatık ve korkunç birer çehre ile kendi anlayabildiği bir dille küfrettiklerini işitince şaşırdı. Üç gün bu böyle devam etti. Denizde aynı şaka, aynı cilve oluyor, kadınlar, bu genç sportmene hoş görünmek için her türlü hoşgörüyü gösteriyorlar, fakat gece olup ışıklar yanınca palasparelerinin içindeki çocuğu tanıyamıyorlardı.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa :28) Palatski, Frantişek : Modern Çek tarih yazıcılığının kurucusu sayılan Frantişek Palatski <1798-1876>, 19. y.y. Bohemya siyasal yaşamında önemli rol oynamıştır. ‘Bohemyanın Tarihi ve Çek Ulusunun Tarihi’ni yazan Palacky <nick-name’i>, siyaset alanında eşit haklara sahip milliyetlerden oluşan federal bir Avusturya düşüncesini desteklemiştir “Şvayk, oradan uzaklaşırken, Teğmen Dub’un çın çın öten sesini duyuyordu: ‘Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?... Besbelli tanımıyorsunuz beni!.. Yakında aklınız başınıza gelir!.. Benim iyi tarafıma rastgelmişsiniz şimdiye kadar!... Ne zalim olduğumu görmemişsinizdir herhalde!.. Benim kıyıcılığımı bilmeyen yoktur’... Ben adama kan kustururum!......... Asker olduğunuzu bir an bile aklınızdan çıkarmayın.... Çek misiniz siz?. Palatski’nin ‘Avusturya olmasaydı onu yaratmamız gerekecekti,’ dediğini biliyor musunuz siz?.. Rahat!..’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:77-8) Palavra : (DENİZC. MYTH.) : Üst güvertenin orta kısmı “SAHNE --------Sağda, geride, mermer kaplama bir büfe. Büfenin üstünde bir kadının dikiş sepeti. Önde ilerde gemi subaylarının dairesini geçtikten sonra palavraya giden kamara merdivenlerine açılır kapı.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:7) Palavra (atmak, sıkmak); Uzun sakallı palavra dökmek; Palavracı : Havadan atmak, gerçekle ilgisi olmayacak şekilde konuşmak, yalan söylemek; Palavra atan “HOYRAT TÜRKÜ ----------------------İncil, Tevrat denen kağıtları Yıllardır çiğneyip yaladık yuttuk. Palavralardan korkmuyoruz artık. Öbür dünya denen saçmalıklara İnanmıyoruz Papa kıçını yırtsa da Bir avuç suda fırtına yaratsa da. Ekmek gerek bize bu dünyada, ekmek.” (1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:23) “Arka koltukta oturmuş bira içiyorum. Roy bana tek tek Hollis’in aile fertlerini anlatıyor. Roy daha becerikli entellektüel palavralarla, ağzı laf yapıyor. Evlerinin duvarları ilginç fotoğraflarla dolu.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:7) “Ama burada her şey genç insanların yalnızlığını ve kanını ister. Goethe ölürken ışığı çağırır, sözü tarihsel bir söz olur. Belcourt’da ve Bab-el Oued’de kahve köşelerine oturmuş yaşlı adamlar saçlarını yatırmış gençlerin palavralarını dinlerler.” (A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:41) “ ‘Saygıdeğer Şövalye,’ dediler, ‘bizler, hiç de iblis ve ifrit sürüsü değiliz: seyahat eden, önemsiz San Benito rahipleriyiz; arabada da kaçırılmış ya da kaçırılmamış bir prenses bulunduğundan haberimiz yok.’ ‘Boş lafa karnım tok,’ dedi Don Quijote, ‘sizin gibi palavracıları da çok iyi tanırım.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:52) “Palavra. Dünyada, bir servet kazandığını dürüstçe söyleyebilecek on, bilemedin yirmi yıldız vardır. Geri kalanın zenginliği tamamen görünüştedir: Stüdyonun kiraladığı br evde oturur, modaevlerinin hediye ettiği giysileri giyer, ünlü mücevher mağazalarının ödünç verdiği mücevherleri takar, adlarının sosyete hayatıyla birlikte anılmasını isteyen şirketlerin kısa süreliğine verdiği arabalara binerler.” (P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:151) “GENE GELİN ÇAYIRI ----------------------------Doğru değil, doğru değil Hiç solmayacak yanaklarınızın rengi Biter buğday peygamberçiçeği ve karamuk Ve boyunlarınızda öpüşlerin kızarığı Hiçbir şey ölmez ölüm palavra.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:135) “Rex diye baarmaya ve esenyürün elini öpmeye azım bir karış açık kaldı neredeyse çenem kopacaktı çünkü o an kırmızı sakallı o senyürün İmparator Fridericus olduğunu anladım etten ve kemikten karşımdaydı ve ben ona bütün gece aptalın tekiymiş gibi bir sürü palavra atmıştım.” ..... “Ve sonra babasının, böyle güzel şiirler yazabilse ne kadar gururlanacağını biliyordu..... Şair takma adı onun hala gururunu okşuyordu, ama kendini ona ait olmayan bir şerefi sahiplenen bir palavracı gibi hissetmesine de neden oluyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:16-7;91) “ROSA - Yani, ona benim gerçekten Kızıl Tugaylar lojistik sorumlusu olduğumu mu söyleyelim? BENZER - Evet, palavra sıkmalısınız.. bana zaman kazandırmalısınız..” (D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:91-2) “Delikanlı, önce ağzı bir karış açık, Çelkaş’ı dinliyordu. Serserinin palavra sıktığını anlayınca, katıla katıla gülmeye başladı. Çelkaş istifini bozmuyor, bıyık altından gülümsemekle yetiniyordu.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:66-7) “Masal şu: Solon, Krezüs’ü ziyaret eder. Krezüs, kendisinin dünyanın en mutlu adamı olduğunu sanarak, Solon’a dünyanın en mutlu adamının kim olduğunu sorar. O da .....‘Atinalı filan feşmekan vardı; çalıştı, çocukları, torunları oldu, sonra yurdu uğruna öldü, işte o en mutlu adamdı’ der. Krezüs, ‘Eee, ikinci mutlu adam kimdi?’ diye sorar. Solon yine bir sürü uzun sakallı palavralar döker. Sıra üçüncüsüne gelir. O da öyle..... Varılan sonuç şudur: İnsanın mutlu olup olmadığı, ömrünün nasıl sona erdiğine bağlıdır.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:37) “Alfred E. Richs nerdeyse Bill Bassett’in ayakkabılarının tozunu yalayacaktı. -Sevgili dostum. Bu iyiliğini asla unutmayacağım. Tanrı ödülünü verecektir. Ama izninle senden bir ricada bulunacağım; izlediğin bu suç yolunu bırak, dedi. Bill: -Ağabeyciğim. Bu palavralara karnım tok, öğütlerin bana bozulmak üzere bulunan bir bisiklet pompasının son hırıltıları gibi geliyor.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:114) “ ‘... Üstelik çıngıraklı yılanların sesi taa Indiana’dan duyulurdu.’ ‘Kimisi Chiselum haplarını denemiş’ dedi vatandaş. ‘Palavra!’ dedi hırsız. ‘Onları beş ay kullandım. Hiçbir işe yaramadılar.’ ” (O. Henry, “viski soda’, sa:17) “Yeni arkadaş topluluğunda kendimi sürekli yalnız ve ötekilerden farklı hissettiğim ölçüde, topluluktan yakayı sıyırabilmem de güçleşiyordu. Kafayı çekmeler ve palavra sıkmalar gerçekten bana zevk vermemiş miydi?” (H. Hesse, “Demian”, sa:99) “Ve sen, yalancı, palavracı: Rabb’in bütün buyruklarını ayak altına alıyorsun, adam öldürüyorsun, çalıp çırpıyorsun, kadınlarla düşüp kalkıyorsun, derken ah u vah ederek ağlamaya başlıyor, dövünüyor, gitarını duvardan alıp, günahını türküye çeviriyorsun.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16) “... ya da çakıl taşlarını fırlatacaklardı ya, şarapçı gene de çekimserdi bu işte. Herkes fırlatsındı hele. En çok da, günlerdir palavrasından geçilmeyen arabacı Kel Mıstık fırlatsındı. ‘Nasıl? Demedim miydi..? Ulan, bir baktım herife, dedim bunda hacı gözü yok!...’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6) “Longin, Pinette’e kışkırtıcı gözlerle baktı: -Görüyorsun ya, dedi. Başkaları söz konusu olduğa zaman, vuralım gebertelim diye palavra sıkılmaz!” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:59) “Tarih Yurdumuzun Adresidir VI. -------------------------------------burada insan ırkının özüne astar çekmişti umut o andan sonra özgürlük arzusu, bir özgürlük tutkusu kanat açtı yükseldi mavi gökyüzüne sekerek denizin üzerinde benim yurdumda elementlerin kampında oturur gibi gürültülü fırtına inler, inler, inler palavralar atarak palavralar, ishale dönüşür ara sıra” (Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10) “I. PERDE, I. SAHNE “SLY - İnan olsun tepelerim! MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani. SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır: kütüklerde kaydına bakın; biz fatih Richard’la beraber geldik. Anlaşıldı ya paucas pallabris, yani palavra istemez, dünya bana vız gelir: ‘sessa!’ Dilini tut!” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7) “ELLIE - Ama öylesine palavra atmak! Böylesine övünmek. Ne olacak, korkak, tabansız herif.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32) “Hepsi kapıya döndüler. Joel durmuştu, kollarını kavuşturmuş, Gregarao’ya bakıyordu. ‘Son olarak, Zefirino’nun meyhanesinde, dört kişi olduklarını anlatmıştın. Günlerini palavra sıkmakla geçirmek ne acı bir saplantı, Grego!’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:16) “Gereken şey, şaşırtmak, ilk bakışta dikkati kendi üzerine çekmek, içindeki sıkıntıyı ve umutsuzluğu, gürültülü-patırtılı bir takım palavralarla örtbas etmek.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:133) Palazlanmak : Karşı durmak, kafa tutmak; Yıpranmak, aşınmak, eskimek; Şişmanlamak, gelişmek, büyümek (özellikle evcil, yenen ve kurbanlık, hayvanlar hakkında söylenir); (mec.) havadan gelen parayla zenginleşmek (Argo) “Haceli aşağıdan: ‘Getiririm!’ diye bağırdı. Avlu kapısından çıktı gitti. Ayakları kıçına değiyordu giderken.. O kadar hızlı. ‘(Köylük yerinde, biraz palazlanabilmek için, böyle işlere ‘He’ diyeceksin bir zaman.)’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:146) “Bir yığın insan benim kaçırılmamdan çıkar sağlamaya çalışıyor. Bu tip terörist hareketler, tıpkı Napoli depreminin işini görür. Böylece hükumet bunalımları arasında zenginler daha da palazlanır, yoksullarsa iyice ıslatılır.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:67) “Benim çocukluğumda, günün yeni zenginleri, yavaş yavaş palazlanmaya başlayan İstanbullu burjuvalar için Boğaz yalıları çekici yerler değildi hiç.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:64) “Adamın o solgun ve sofu kocaman yüzü kibarlık tasladığı zaman görülmeye değerdi. Marki’nin Milano’ya dönüşünün ertesi günü altı milyonluk yardım üzerinden bana üç arşın çuha ile iki yüz frank verdiler: Yeniden palazlanıp derlenip toparlandım ve hanımlara kavalyelik ettim çünkü balolar başlamıştı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:22) Paldım : At, eşek gibi taşıt hayvanlarında, eğer ya da semerin kaymasını önlemek amacıyla, kuyruk altından geçirilip eyer ya da semere bağlanan kayış “RODERIGO - O paldım dudaklı herif eğer Desdomonayı böylece alıp götürebildiyse ne zengin bir hazineye kondu!” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:5) Paldır küldür : Çarçabuk, aceleyle, hiç hazırlanmadan, koşarak Bk.: Palas pandıras “Arkadaşım: -Hatırlar mısın? derdi. İlk okulumuz Kirazlı Mescit’ti. Bir gün Şeker Hoca derste idi. Bizim Şükrü, minareye sabahleyin kimse görmeden çıkmış, paldır küldür iki teneke devirmişti. Hoca ile beraber sokağa nasıl fırladığımızı hatırlamaz mısın?” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:12) “Şimdi ise, her yanlış adımın ölümcül bir dönüş anlamına geldiği, sarp basamaklarda paldır küldür koşuşturuyordu. Çok aşağılarda Camerlengo’nun yağ lambasının parıltısını görebiliyordu.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:487) “Nasruddin, protesto eden seyircilere ağzına geleni söyledikten sonra ayağa kalkmaya çalıştı, ama paldır küldür yere yuvarlandı. Seyirciler tiksinti içinde salonu terk etmeye koyuldular..” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:99) “Campion da tek ayağının üstünde ondan farklı değildi. Graecen onu rahatlatsın diye usulca Virginia’nın kolunu sıkmıştı, kızın da aynı sıcaklıkla cevap vermesi üzerine içinden kendine lanet okuyordu. Alçak sesle aklına gelen her küfrü saydı. Kapana kısılacağa benziyordu giderek - koşulların da yardımıyla kendi içinde bulunduğu durum yüzünden. Paldır küldür hızlanarak budalaca bir romantikliğe doğru, çaktırmadan yokuş aşağı iniyordu ta ki… ta ki…” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:176) “BAKKALEUREUS, dehlizden paldır küldür gelerek. - Başka kapıları açık buluyorum! İşte şimdi insan artık buraya yaşayanın, bundan sonra küf kokuları içinde, bir ölü gibi çürüyüp gitmeyeceğini ve kendini diri diri gömmeyeceğini, nihayet ümidedebilir.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:95) “Hele babasının gülünç taraflarını bulup çıkarmaya koyulduğu günden beri sanki daha serbestlemiş, daha rahat bir nefes almıştı. Ondan böylece öcünü alıyordu. Babası, öcünün hem aleti, hem kurbanıydı. Bu gülünç halleri takınmaya, böyle ağzı açık paldır küldür yürümeye, döke saça yemek yemeğe onu zorlayan kendisi değildi ya!” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:85) “Evde bizim ihtiyarın yanında daha fazla kalamayacak gibi olduğum zamanlar, dayım bir teselli oluşturuyordu benim için, beni oyalıyordu. Birlikte şarap içmeye giderken, yanı başımda paldır küldür hızlı adımlarla yürüyor, zamanla eğrilmiş sıska bacaklarıyla bana ayak uydurabilmek için telaşlı telaşlı çaba harcıyordu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:161) “ÖĞREMEN : Susun. Yerinize oturun, sözümü kesmeyin... Bir de sesleri çok yüksek biçimde, ciğerlerinizin ve ses tellerinizin tüm gücüyle çıkarmalısınız. Şöyle: Bakın: ‘Kelebek’, ‘Evreka’, ‘Trafalgar’, Babişko’, ‘baba’. Böyle yapınca, çevredeki havadan daha hafif bir sıcak havayla dolan sesler, sağırların gerçek birer uçurum, birer ses mezarlığı olan kulaklarına düşme tehlikesi olmadan uçuşurlar, uçuşurlar..... Yalnızca bir anlamı olan sözcükler düşerler, anlamlarının ağırlığına dayanamayıp paldır küldür ve girerler...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Ders”, sa:101-2) “Hemen gidip sancak tarafındaki korkuluklara atıyorum kendimi, alev alev yanan başımı bir direğe dayıyorum. Oradan merdiven görünüyor, çünkü artık bütün hayatım bu merdivene bağlı, o yukarı alınmadıkça bana rahat yüzü yok: Biri ensemden tutuğu gibi paldır küldür aşağı atabilir.” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:102-3) “AN GELİR an gelir paldır küldür yıkılır bulutlar gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet o eski heyecan ölür an gelir biter muhabbet çalgılar susar heves kalmaz şataraban ölür” (Attila İlhan<1925-2005>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:58) “Gezgin aşağıda tekne sahiplerinden biriyle, açıkta bekleyen buharlı gemiye kendisini götürmesi için pazarlık yaparken, ikisi merdivenleri paldır küldür iniyorlardı, ama hiç ses çıkarmadan, çünkü ses çıkarmaya cesaretleri yoktu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:70) “Ve tam Selma Hanım böyle düşünürken avludan Ömer Efendi’nin kalın ve karık (Oluklu, parça parça) sesi işitildi ve bunu pencerenin arkasındaki üç kadının paldır küldür konuşmaları takip etti. Bir an içinde ihtiyatı elden bırakmışlar ve işi aleniyete vurmuşlardı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:70) “İtka yataktan atladı, delik ceketine büründü ve bana dönüp bakmadan merdivenden paldır küldür indi. Uluma durmadan yaklaşıyordu; pencereye gittim, açtım, hafif kar taneleri dökülüyordu. Herhalde Yunanistan’da sabah güneşiyle dağlar ve kıyılar ışıldıyordu, ama burada çamurlu, hasta bir ışık, üzerine kar yağmış, asfaltta sürünmekteydi.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:373) “Mektuplardan ikisi pembe zarf kağıtlıydı ki, ikisi de ayrı üsluplarda, ama aynı aşk temasını işleyen zarif şeylerdi. Üçüncüsü eski arkadaşlarından Deve’den gelmişti. Rastgele bir zarf kağıt, paldır küldür bir yazı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:146) “Kedi mırıldanır, Poyraz Musa da dalmış gitmişken üç adım ilerden ayak sesleri duyuldu. Zeytinin gövdesinden üstlerine sıcak bir soluk aktı, yüreği hop etti, belinden tabancasını çekti, karartıya doğrulttu, tam bu sırada da burunlarının ucundan büyücek bir kuş parladı gitti. Kanat şapırtısı fırtınanın uğultusunu bastırdı. Karartının ödü patlamış olacak ki, paldır küldür düşe kalka ılgınların dışına çıktı. Soluk soluğaydı, soluğu zeytin ağacının altından duyuluyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:169) “Diğerlerinin sırtında daha belirgin büyük kırmızı daireler ve iiçlerinde büyük, kırmızı, kışkırtıcı, baştan çıkarıcı noktalar vardı; aynı zamanda bir hedef tahtasında olduğu gibi uyarıcı: bir durum olursa buraya ateş edilecek. Adamlar orada duruyor, paldır küldür gelip gidiyor, alçak sesle aralarında konuşuyorlardı...” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:186) “İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların, mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya dökülüp Melquiades’in büyülü demirlerinin peşinden paldır-küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7) “Sarah gittikten sonra Mathieu odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı gene. Üşüyordu. -Şu kadın, dedi gülerek, kasırga sanki. Fırtına gibi içeri dalar, ne var ne yok saçar, savurur, sonra gene fırtına gibi paldır küldür gider.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:274) “MAZZINI -... Çocuklarım beni üst kata çıkarmaya çalışmışlar. Ne de olsa güçlü kuvvetli değil yavrucaklar. Merdivenlerden aşağı düşürüvermişler. Paldır küldür yuvarlanmışım da, ruhum bile duymamış.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:68) “Adam kulaklarımı bıraktı, ben de paldır küldür vagonun ortasına düşüverdim. Tavan epeyce yüksek olduğu için, kemiklerim birbirine geçmiş gibi sızladı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:287) “Koşuşturma artmıştı. Sokak kapıları paldır küldür açılıyordu. Kapıları öyle bir çarpıyorlardı ki, boyaları dökülüyordu. İnsanlar, bir an önce sokağa çıkabilmek için pencereden atlıyorlardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:143) “Sonra, Mart’ın ilk günlerinden bir gün Mrs. Browning oturma odasında hiç görünmedi. Başkaları giirdi, çıktı; Mr. Browning ve Wilson girdiler, çıktılar; öylesine dalgın dı ki giriş çıkışları Flush divanın altına saklandı. İnsanlar paldır küldür merdivenlerden inip çıkıyorlardı, koşuyorlar, alçak sesle fısıldıyor, yumuşak, kendilerinin olmayan seslerle konuşuyorlardı.” (V. Woolf, “Flush”, sa:103) “Türkiye’ye dönüp yeniden bir Çingene olmak isteğini haykırmak üzereydi ki, çapa büük bir şapırtıyla denize atıldı; yelkenler paldır küldür güverteye indirildi ve geminin İtalya açıklarında demirlendiğini fak etti (Düşüncelere öyle bir kaptırmıştı ki kendini, kaç gündür hiçbir şeyin farkında değildi). Kaptan hemen haber gönderip, şalupa’da kendisine eşlik edip birlikte kıyıya çıkma onurunu bahşetmesini rica etti.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:109) “Kadının biri çılgınca bağırıyor, aynı şekilde erkekler de bağırıyor, herhangi bir şey düşüyor yere, bu bir koltuk sesi, dışarıda bir arabadan paldır küldür inenlerin sesleri duyuluyor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:213) “Nietzsche’nin doğruluk tutkusu ne kadar güçlü, ne kadar acımasızca patlak verirse versin, hiçbir zaman vurdum duymaz olmayacak kadar duyarlı, fazla işlenmiştir: Asla paldır küldür koşmaz, asla takılıp kalmaz, tam tersine problemin birine alev gibi sarılır..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:100) “Selamlamama kalmadan lafı ağzımdan kapıp, akıcı bir İngilizce ile: ‘Günaydın, Doktor’ dedi ; aşırı bir akıcılıkla ve önceden hazırlanmış gibi konuşuyordu. ‘Böyle paldır küldür gelişimi bağışlayın.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:21) paletine : (MYTH.,DEV.,GİYSİ,SOS.) <pela’tayn> : Hükümdar sorumluluğu bulunan asılzade, imparator sarayında memur; palatin; Roma’daki yedi tepeden biri; Kadınların omuzlarına koyduğu bir tür kürk; Palatinlik (-saraycık)’te oturan kimse palingenesis : (YUN.MYTH.,BİOL.) <pelin’genesis> : Yeniden doğma, ruh göçü, basülbadelmevt; aynı cinsiyetlerle değişmeden yeniden doğuş palinode : (YUN.,EDEB.,) <pali’nod> : Evvelce söylenmiş olan bir şiirdeki ifadeyi nakzetme, tekzip pall : (DİN,KOLL.) <pa’l> : -isim- Siyahçuha veya kadifeden trabut örtüsü; Aşai Rabbani kasesinin işlemeli beyaz örtüsü; kasvet verici kara örtü; pall bearer : cenaze merasimlerinde tabutun yanı sıra giden veya onu taşıyan kimse: -fiil: yavanlaşmak, tatsızlaşmak; zevkini kaybetmek, bıkmak, bıktırmak; it palls on me : bana gına veriyor, gına geldi; bıktım artık Palladium : (YUN.,YAPI,MYTH.) <Palla’dium> : 1) Atina mabudesi Pallas’ın heykeli, bilhassa Truva’nın güvenliliğini sağlayan heykel; her hangi bir güvenlik vasıtası; Palladian : Atina mabedine ait pallium : (YUN.,GİYSİ,MYTH,DİN) <pe’liım> : Eski filozofların giydikleri aba gibi palto; Katolik kilisesinde papazların omuzlarında dört mor renkli haçla süslenmiş yünlü beyaz geniş şerit; kilisede mimber örtüsü palm: (ANAT.,ZOO.,ÖLÇÜ,DİN) <pa(l)m> : 1) El ayası, avuç içi; geyik boynuzunun yassı kısmı; el boyunda ölçü, dört parmak genişliğinde ölçü; kürek palası ya da benzeri; grease one’s palm : rüşvet vermek; have an itching palm : para hırsı olmak ; 2) Hurma ağacı, yaprağı ya da dalı; zafer, zafer alameti; palm branch : zafer işareti dal; palm oil: hurma yağı; (KOLL.) : rüşvet, bahşiş, Palm Sunday : Paskalya’dan evvel gelen ve Hz. İsa’nın Yeruşalim’e girmesini hatırlatan Pazar günü (Yuhanna 12:13); carry of the palm : galip gelmek, zafer kazanmak; coconaut palm : Hindistan cevizi ağacı; wild palm : yabani hurma ağacı; yield the palm : başkasının üstünlüğünü kabul etmek; 3) Avuç içinde hokkabaz gibi saklamak, el sıkmak, avuç ile dokunmak; rüşvet vermek; off palm : hile ile kabul ettirmek Palmyre - Palmira Mabedi : Romalılar tarafından M.S. 272’de tahrip edilen Suriye’deki antik kent. Harabeleri ancak XVII. y.y.’da keşfedilebilmiştir. (Yeni Redhouse Lügati) “Öte yandan, bizlerin, biz bilginlerin ölmöüş şeyleri alıkoymak ve korumak için gösterdiğimiz çabanın zor ve boş bir çaba olduğunu düşünmek beni üzdü. Yaşamını tamamlamış olan her şey, yeni varoluşların gerekli gıdasını oluşturur. Palmyre mabedinin mermerlerini kullanarak, kendine bir kulübe inşa eden Arap, Londra’nın, Paris’in Münih’in bütün muhafızlarından daha filozoftur.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:68) Palyaço : Sirklerde, cambazhanelerde türlü hokkabazlıklar yapan, rengarenk elbiselere ve takma saç, burun ve şapkalara bürünmüş güldürücü oyuncu; Soytarı Bk.: Soytarı “DOĞMAK 10 ------------Güzümü avuçlamışım sanki bedenimden ayıramadan içinde terk ettiğim o istekler eridikçe zamana yaklaştım belki de şimdi dişlerim yarılıyor veya palyaçonun ipleri belki de yeniden ekilir veya görmeyen gözlerim görür ağzımda yarılan etten uzaklaşmadan” (Abbas Baydun-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.07.05) “Limonatanın arkasından kahve geldi ve ben, Etem’in kendi tabakasından kendi eliyle sarıp bana uzattığı cıgara ile kahveyi höpürdetirken, bizim zavallı arabacı da fesin boyasından, yüzü gözü, ensesi, kulağı, panayır palyaçoları gibi boyanmış ve gözleri faltaşı gibi açılmış olarak çadırların önünde damladı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:51-2) “Alacakaranlık -----------------Bir pencereye yapışık bir şişko. Bir delikanlı bir hoş hatuna gider. Çizmelerini giyer gri bir palyaço Bağırır çocuk araba ve söver itler.” (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) Pamphylia : (COĞR.,KOLL.) <pem’filie> : Antalya bölgesinin tarihsel adı Pamuk ipliğine (ipliğiyle) bağlı olmak : Herhangi bir ilişkiye, öncelikle hayata, neredeyse kopacak bağlarla bağlı olmak “Ama şimdi burada Mabet Kilisesi’nde Langdon kilit taşını kırmakla tehdit ederken, Rémy’nin geleceği pamuk ipliğine bağlıydı. Bu kadar yaklaşıp da her şeyi kaybetmek fikrine katlanamayan Rémy, o cesur hamleyi yapmaya karar verdi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:394) “Küçük gri kapı tekrar yumruklanıyordu. Sertçe ve aralıksız. Güvenlik görevlisi Ernesto Russo öfkeyle homurdandı. Tuhaf, soğuk bakışlı asker anlaşıkan geri dönmüştü ama zamanlaması daha kötü olamazdı. Televizyonda yayımlanan futbol maçı, Fiorentina’da bir oyuncu eksikle uzatmalara kalmıştı ve her şey pamuk ipliğine bağlıydı.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:171) “Böylesine anlayışlı, böylesine iyi insanlar bazı belli ayrılıklar yüzünden, arzularında susmaya başladılar; her biri kendisinin haklı, öbürünün haksız olduğunu düşünür oldu, böylece ilişkiler öyle karıştı ve kışkırtıldı ki, her şeyin pamuk ipliğiyle bağlı göründüğü tekinsiz bir anda düğümü çözmek imkansız oldu.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:154) “Adrian, pek az yiyip içerek, on satte ancak bir saat dinlenerek iki gün iki gece durmadan yazdı. Fincan fincan kahve içiyor, sigarasını ağzından hiç düşürmüyordu. ‘Ulvi’liğini zedelemek istemediği için Anna’nın iltifatlarına karşı hemen hemen hareketsiz kaldı. Anna da dürüst bir insan olduğu için, bütün gizli isteğine rağmen, kadın zevzekliğinin sınırını aşmadı. Ama artık iffeti bir pamuk ipliğine bağlıydı ve Adrian istediği anda onu koparabilirdi.” (P. Istrati, “uşak”, sa:100) “Bu çirkin şeyi söylediği için şimdiye kadar duyduğu bütün üzüntüler yeniden onu sardı, çeneleri kilitlenmiş, konuşamıyor, yemek yiyemiyor, lokmalar boğazına diziliyordu. Pamuk ipliğiyle bağlı bulunduğu bu insanlardan, artık kendisinin olmayan bu evden kaçıp kurtulma isteği içini yiyordu.” (G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:162-3) “Bütün bu konuşmada tek bir sözcük Clélia’yı derinden etkilemişti: Bu da, manastıra kapatılma tehdidiydi, dolayısıyla da tam Fabrice’in yaşamı bir pamuk ipliğine bağlı göründüğü bir anda kaleden uzaklaşmış olacaktı: Çünkü pek yakında idam edileceğinin söylentileri yeniden kentte ve sarayda dolaşmadan geçen tek bir ay yoktu. Ne kadar ince eleyip sık dokuduysa da, genç kız bu tehlikeyi göze almaya bir türlü karar veremedi..... Fabrice’den ayrılmak, bu Clélia’nın gözünde kötülüklerin en büyüğüydü, hiç değilse hemen yakında bulunanıydı.” (Stendhal, Parma Manastırı”, sa:371) “Mme CORDIER , Thérese’i göstererek. - Bak Hidoux, o... HIDOUX - Evet, servet denen şey ince bir pamuk ipliğine bağlı! Böyle şeyler olmalı mıydı yani...” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:10) Pan : Yunan mitolojisinde ormanlar, sürüler ve çobanlar: yarı insan, yarı hayvan tanrısı. Aynı zamanda, ‘Evren’in, ‘Bütün’ün cisimlenmiş hali. Orijinal olarak Arkadia’da insanlarla yüzyüze gelmiş, keçi kafalı bir tanrı. Flütü icat ettiğine inanılır ki, ‘Panpipe’ adı verilirdi. En sevdiği şey Doğa’da birden patırdı, gürültü ve debdebeyle ortaya çıkıvermesiydi. “Abraxas güneştir ve aynı zamanda ebedi boşluk emici, küçük gören ve parçalayan şeytandır..... O hem büyük Pan, hem küçüğüdür...” (Miguel Serrano, “C.G. Jung&Hermann Hesse:İki Dostluğun Anıları”, sa:130) “Usul usul denize girdim, bedenimde bir Pan duyusuyla, tam bu yerin gerektirdiği gibi. Tam öyle, beş duyum öğle güneşinin, maviliğin, deniz tuzunun ve yalnızlığın insanda uyandırdığı şeylere hazırlıklı, suya dalıyordum ki, arkamdan senin alaylı gülüşünü işittim.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:25-6) panacea : (YUN.,TIP.,KOLL.) <pana’sea> : Her derde deva, genel çare Panama şapka : Orta Amerika’dan çıkma, ağaç yapraklarından yapılmış, genellikle açık sarı renginde, yumuşak bir şapka “Kent <Belize> yetişkinler için tıklım tıklım ve boğucu, ama gençler için inanılmayacak kadar ilginç. Denize inen ara sokaklar, meydancıklar, balkonlu evler ve gürültücü ve renkli bir kalabalığın doldurduğu kemerli caddeler; Jamaica’dan ya da Haiti’den gelmiş Antil adalılar, panama şapkalı melezler, mini etekli kızlar ve eti budu yerinde bayanlar…” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:193) Panatene frizi : (MİMARİ) Bk.: İyon biçemi Pancar gibi kızarmak : Genellikle mahcubiyetten ya da sıcak veya aşırı hareketlilikten yanakları kızarmak “Ösip öfkeden kısılan bir sesle: -Ahmak sizsiniz! diyerek göğsünü yumrukladı. -Ben mi ahmağım? Ben ha? Üstelik bunu bana sen söylüyorsun? Böyle derken Gradusov pancar gibi kızardı, titremeye başladı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:70) “O hızla zannederim ki, İstanbul’a kadar giderdim. Fakat kapının önünde Aziz Eniştem karşıma çıktı: -Kız, ne o çehre? Pancar gibi kızarmışsın! Biri mi kovaladı, diye yolumu kesti.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:51) Panç : Roman dilinde: Beş rakkamı (Argo) “-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler var. -Üyle <öyle> ise dinle sayayım! -Kulağım sende, başla! ............ -Peki beş nedir? -Panç : beş’tir: -Anlaşıldı; Farsça’nın ‘penc’i ve Rum’ların ‘pende’sinden alınma. (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162) Pança pança : Avuç avuç “... Aşık Ali, Memet, Memet çocuk, hepsi içtiler. Yusuf boyuna yalvardı. ‘Zehir,’ dedi, ‘ölüm’ dedi. ‘Çoluk çocuğumuz var,’ dedi. Para ettiremedi. Arkalarını dönüp hendeğin kıyısına oturdular. Yusuf edemedi en sonra, o da hendeğe yatıp pança pança içmeye başladı.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:31) pandemic : (TIP.) <pen’demik> : Birden fazla ülkeye yayuılan intani herhangi bir hastalık (Örneğin: Geçmişte Veba, şimdi A.IDS.) Pandit : (HİNT) kültüründe: Din bilgini “Bir kilim üzerinde yan yana oturmuş şekilde, beraber pandit’in ‘Shakuntala’ <1943’de ölen çon ünlü Hint şairi Rabindranath Tagore’un iki çok önemli eserinden biri: ‘Shakuntala’ ve ‘Chitra’> üzerinde yorumlarını saatlerce ara vermeden dinlerdik. Sanskritçe metinden tek kelime anlamıyordum, fakat gizlice Maitreyi’nin elini sıkabiliyor, saçını öpebiliyor, ona şakayla takılabiliyordum. Tüm bunlar boyunca allame <bilgin, çok bilgili adam> -çok kısa görünümlü adam- çevirisini veya sorduğu gramer sorularına verdiği cevaplarını <yanıtlarını> düzeltirdi.” (Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:113) Pandomim(a); Pantomima; Pandomimci : Komikli, gülünç durum; çıngar çıkma, kavga gürültü; Konuşmadan kendini mimiklerle ifade; Bu ifadeleri sergileyen kimse “Halk Adamı Charlie Chaplin İçin Şarkı I -----------------------çok eskiden, daha yirmi yaşında bir delikanlıyken senin pandomimlerine, sevecenliğin ve kahkahanın zaman zaman kopan iplikleriyle bağlanan ve sonunda, epeyce olgunlaştığı için, sana şiir diliyle bir şiir söylemek için ziyarete gelen biri.” (Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.04) “Maitreyi’yi selamlamank için ellerimi alınıma götürdüm. Ciddiyetim kuşkusuz haddinden fazla komikti. Maitreyi’yi arkadaşlarıma takdim ettiğimde pandomim tamamlanmıştı ve o çevik, kararlaştırılmış bir hareketle onlara doğru döndü, ellerini sıktı ve nazikçe sordu: ‘Nasılsınız?’ ” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:33) “Çamura bulanmış bacaklarına, ıslak eteğine bir süre dalgın dalgın baktı. Rengini biraz daha kaybetmiş gülkurusu dudaklarında bir soru dolaştı, durdu, sonra ‘adam sende!’ der gibi omuzlarını silkerek badi badi yürümeye başladı. Şimdi evde üvey annesinden yine bir pandomima kopacak, poposuna bir güzel süpürge yiyecekti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:21) “CİMRİLİK -... Ve mademki bugün bu iş bedavadır, biz de gidip rahat rahat kur yapalım. Fakat bu tıklım tıklım dolu salonda, her kulağa sözlerimin hepsini işittirmek mümkün olamayacağı için, ben akıllı davranarak meramımı pandomima yoluyla anlatmaya çalışacağım.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:46) “Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutlaka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşk pandomimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, açlık haçına takılmış olan kendi öz kardeşleriyle meşketmek <şarkı geçmek> zorundadırlar.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:24) “Dans bitince, Hakkı Bey, madamın elini bir on altıncı asır şövalyesi edasıyla öpmüş, sonra alıp büfeye götürmüştü. Ona türlü ikramlar ediyor ve bir şeyler, bir şeyler söylüyordu. Selma Hanım, bütün bu pantomima esnasında kocasının acayip bir halini daha sezdi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:99) “Karayipli çalgıcılar ve akrobatlar, Türk cambazlar, Faslı ateş yutan hokkabazlar, şarkı söyleyen İspanyol öğrenciler, Fransız pandomimciler, Amerikalı cazcılar, Çingene falcılar, Alman gitarcılar, Macar flütçüler.” (M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:233) “Her akşam istasyonda sarhoşlar, böğürenler, gırtlağını temizleyenler ve kusanlardan meydana gelmiş bir sürü insanla tam bir pandomim seyredilirdi.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:364) Pandora : (YUN.MYTH.,KOLL.) <Pendora> : İnsanlara ceza olarak Zeus tarafından yollanan güzel kadın; Pandora’s Box : Zeus’un gayesi şu idi ki, gerektiğinde bu kadın kutusunu açacak ve tüm dünya, yenilenmek ümidiyle, her tür kötülükler ve muzır şeylerle kaplanacak, tüm dünyaya yayılarak, tek ümit, sansdıkta kalmış ‘ümit’in yeniden yeşermesi ve dünyayı ihya etmesi. <Kişisel Not: Tıp öğrencisiyken, İst.Üniversitesi 4. sınıfında iken, Taksim, Sıraselviler’de, Cumhuriyet Halk Partisi tarafından 19 Mayıs 1949’da Halk Evinde Türkiye çapında bir hitabet müsabakası açılmış idi. Başkan: Ord.Prof. Naşit Erez; Konu: “19 Mayıs ve Atatürk”. Aynı zamanda Milli T.T.B. Münazara Kolu Başkanı olan ben, böyle şeylere çok merark salar ve iştirak ederdim Ve ettim de: Kısa konuşmamda, “Tüm güzel Türkiye’nin dört bucağı, Pandora’nın kutusundaki zararlı böceklerle istila edilmiş iken, herkesin tek ümidi, sandığın dibinde duran Ümit Kelebeği = Atatürk idi!” Alkışlar ve Türkiye birincisi seçilmiştim. İsmail Ersevim.> Panga : Banka (Anadolu lehçesi) “Kadın, hazırladığı azığı heybeye koydu. Gitti, koca defteri getirdi, onu da yerleştirdi. Muhtar: ‘Seçim olacak deye pangadaki gıradomu yünselttiler avrat! Motor alıp tarlaları alt üst ediyorum, habarın olsun..... Hökümeti destekliyorum. Amerikanlardan yana demokratçılık ediyorum. Onlar öyle mi? Aykırı pezevenkler! Bu sebepten de motor alıp goşturuyorum avrat! Hökümetin pangasında gıradom yünseliyor...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:58) Panganot, Pangnot : Kağıt para “LOPAHİN - İlkbaharda bin dönümlük haşhaş ekmiştim, şimdi kırk bin pangnot temiz para kazandım. Haşhaşlarım çiçek açtığında görülecek şeydi.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:164) “Kuşağındaki tütün torbasının üzerine sıkıştırmış olduğu dört panganotu ilk önce çıkartarak çuvalın ağzına tıkmış. Sonra torbasını çıkartmış, sigarasını içmiş, panganotları çuvalda unutmuş. Ben çuvalların birinde para bulunduğunu nereden bilecektim?” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Demet Çiçek”, sa:73) Paniğe kapılmak : Telaşa kapılmak, endişelenmek; korku, sıkıntı, bayılma ya da kendinden geçme gibi psikosomatik şikayetler ergilemek “Polisin, geminin yolcuları arasında Yunanca’yı akıcılıkla konuşan, 25 yaşlarında, v.s., v.s., bir yabancının var olup olmadığını görmek için Pire Limanı’nda bekliyor olması olasılığı büyüktü. Birdenbire paniğe kapıldı Rydal.” (P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:199) Panik; Panik içinde olmak : Belirli yer ya da koşullar altında, ya da hiç beklenmedik anda gelen masif sıkıntı -ankseyete- kitlesi; Sanki yokolacakmış, hiç olmazsa çaresizlik hissi veren büyük bir stres altında olma (Baskın, deprem, yangın vb.) “Bu onu paniğin doruğuna çıkarıyor, ne var ki, yaşamının söz konusu olduğunu, kendini savunmak, savaşmak için, ne pahasına olursa olsun soğukkanlılığına yeniden kavuşması gerektiğini biliyor.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:163) “Kocam şaşkınlıktan sırtını dönmüştü bize. Başını kuma sokup avcıdan saklandığını sanan devekuşuna benziyor, eli ayağı sapır sapır titriyordu. Tam bir panik içindeydi.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:105) “O yoluna devam ettikçe, adımların giderek silinip yittiğini duydukça, Flush’ı bir panik aldı. Miss Mitford aşağı inerken Flush’ın yüzüne birbiri ardınca kapılar kapanıyordu; özgürlüğün üzerine kapanıyorlardı.” (V. Woolf, “Flush”, sa.25) panjandrum : (DAVR.,SOSY.,KOLL.) < pen’jend’rım> : Hayali ya da düzme bir hükümdar-otokrat’ın idare tarzı için kullanılan -Türkiyede çok az bilinen- bir sözcük panne : (GİYSİ,KOLL.) <pe’n> : Kadifeye benzer yumuşakça, elleri gıdıklayan bir çeşit elbiselik kumaş Pannot : Panganot, bankanot, kağıt lira (Anadolu lehçesi) Bk.: Panganot (Argo) “Bayram: ‘Ne yaptın Haceli’yle akşama kadar ana?’ dedi. ‘Ne yapalım?’ dedi Irazca. ‘Gidip geldim, yüreğine korku saldım. ‘Yedi yüz pannot para verdim’ diyor. ‘Muhtar satılığa çıkardı, ben de aldım.’ diyor.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:65) Pano : Reklam konmak için asılan tablo, üzerine resim yapılan malzeme “Jadi yolda Santa Elena’dan birkaç kilometre sonra Consejo köyünü gösteren bir pano gördü, mizah duygusunu hala koruduğunu gösteren bir yorumda bulundu; bu pano bir bakıma onlara doğru yplda ilerlediklerini gösteriyordu. O akşam grup Belize’nin merkezinde, eski köleler mahallesinde köhne bir otele yerleşti.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:193) Panorama : Manzara, görüntü “Olumsuz enerjiyle beslenen duygu ve düşünceler, insanların hakikatı görmesini engelleyip, zamanla onları felakete sürüklüyor. Olumlu enerjiye dönüş yapılamadığı takdirde de, ruhları çürümeye yüz tutuyor. Bu panorama ise, ruhu olgunlaşmamış insanın içsel tükenişi oluyor.” (E. Erentöz, “Adem’in Çocukları”, sa:149) “Gerilere doğru bir ayva ve bir de kiraz ağacı, sanırım bu panoramayı tamamlıyor. Evde bahçeden ne anlayan bir kimse var, ne de çalışacak zamanı olanı. Herhalde doğayla iç içe olacağız burada. Şöyle tekrar bir etrafa bakınca, gerçekten bu zemini taş, çatısı ahşap, gövdesi kerpiç evi beğendiğimi duyumsadım. Taş koridorlarda, yaz sıcağında herhalde yalınayak keyfederiz, belki de Nisa’yla seksek oynarız, bilinmez.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:77) “Reha Beyin bana, ilk fırsatta şatafatlı bir çingene düğünü ile bir mektebe başlama alayı seyrettireceğini önceden kaydetmiştim... Fakat Reha Bey, bunlardan önce bana, dün Lonca’da öyle şatafatlı, öyle dört başı bayındır bir çingene kavgası seyrettirdi ki ben, bu çok canlı ve çok renkli panoramayı ömrüm oldukça unutmayacağım!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:181) pansophy : (ANS.,KÜLTÜR,KOLL.) : Bu sözcü-ansiklopedimizin gayesi olduğu gibi, hemen tüm bilimleri içine alan ilim sistemi pantarei : (AST.) Kozmos’un biricik sabit noktası, Foucalt Sarkacı’nda kanıtlanmış “ ‘Bu, Foucault Sarkacı,’ diyordu oğlan. ‘İlk deney, 1851’de, bir mahzende yapıldı, sonra Observatoire’da, sonra da Panthéon’un kubbesi altında; altmış yedi metre uzunluğunda bir telle yirmi sekiz kilo ağırlığında bir küre ile, 1855’ten beri de burada, küçültülmüş boyutta, şu kirişin ortasındaki delikten sarkıyor.’ ‘Peki, ne yapıyor, sallanıp duruyor mu öyle?’ ‘Dünyanın döndüğünü gösteriyor. Ama, asılma noktası sabit kalıyor....bir nokta... nasıl söylesem... tam merkez noktası, iyi bak, gördüğün tüm noktaların tam ortasında, o geometrik nokta -onu göremezsin, boyutları yoktur; boyutlar olmayan bir şey ne sağa gidebilir ne sola, ne yukarıya, ne aşağıya. Demek ki, dönmez. Dünya döner ama, nokta dönmez. Kendisi bile yoktur.’ Zavallıcık. Başının üstünde kozmos’un biricik sabit noktası, pantarei’nin lanetinden kurtulmuş biricik şey duruyordu da, bunun, kendisinin değil, Sarkaç’ın bileceği şey olduğunu düşünüyordu.’ ” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, sa:17) PANTEIZM, panteist : (FELS.) <panteizm> : Doğatanrıcılık: doğa ile Tanrı’nın aynı şey ve tek gerçeğin doğa, evren olduğunu ileri süren inanış, felsefe; doğa’yı canlı bir varlık olarak tasarımlayan, doğaya tapanların tuttuğu yol. Not.: Çok tanrıcılık, genel olarak doğatanrıcılık temeline dayanır. “Digne piskoposunun yaradılışına ait bu ayrıntılar, ona özellikle şu yaşadığımız zamanda ve halen moda olan bir deyimle, ‘panteist’ bir kimlik verebileceği ve bazen münzevi zihinlerde yerleşen ve dinin yerini alabilecek kadar yerleşip büyüyebilen kişisel felsefelerden birine sahip olduğu sanısını, lehinde ya da aleyhinde uyandırabileceğinden ötürü, hemen şunu ısrarla belirtelim ki, Monsenyör Bienvenu’yü tanıyanlardan hiçbiri böyle bir şeyi düşünme cesaretini kendinde bulamamıştır. Bu adamı aydınlatan şey yürekti. Onun bilgeliği, oradan gelen ışıktan yapılmıştı.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:104-5) Panthéon : (LAT., YUN. MYTH.) : Yunanlıların ve Romalı’ların en büyük tapınaklarına verilen ad; Bir halkın, bir ulusun tüm tanrıları; Vatana büyük yararları olmuş ünlülerin gömüldüğü ulusal anıt “Yaptığımız güzel birşeyler varsa Eğer can vermişsek bu yurt uğruna Ölümüzü Pantheon’a gömerler, Öyle uzun söylevlere gerek yok, ‘Burda bir baldırı çıplak yatıyor’ Diye, taşımıza yazsınlar yeter!” (1789 Fransız Devrimi Şarkıları, E.A., sa:25) Pantomim, Pantomim kopmak : Hengame, kargaşalık; Sözsüz oyun: El-yüz-vücut hareketleri ve mecazlarla oynanan sözsüz oyun “Yolculuk sırasında bir keresinde kompartımana köpekli bir adam girdi ve maymunu farketmeyerek köpeğini yere bıraktı, maymun küçük vahşi burnunu buruşturup yerde zıplamaya başladı. Bir pantomim kopacaktı elbette, ama öylesine beklenmedik bir anda koptu ki oğlanın heyecandan soluğu tıkandı. Şu harika maymun! Köpek üzerine saldırınca, efendisinin kucağına sıçradı, oradan da bagaj rafının üzerine. Daha sonra, o güvenli tüneğinden kötücül zafer çığlıkları atarak işemeye başladı, ölümcül bir şaşmazlıkla çişini tam köpeğin üzerine isabet ettiriyordu ama Walsh aldırmadı. Bu numara öylesine afallatmıştı onu.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa: 207) Papa : Katolik Hıristiyanların en yüksek ruhani Reisi; Baba; Papaz; Alman folklöründe, öğrenciler arasında en fazla içki içebilene takılan lakab; papacy: <papa’si> : Papalık rütbesi; papal : Papaya ya da papalığa ait; papalist : papalık hükümeti tarafgiri; pappist : Katolik; papism : Katoliklik; papistical : Katolik kilisesine ya da ayinlerine dair; papistry : Katolik mezhebi “HOYRAT TÜRKÜ -----------------------İncil, Tevrat denen kağıtları Yıllardır çiğneyip yaladık yuttuk. Palavralardan korkmuyoruz artık. Öbür dünya denen saçmalıklara İnanmıyoruz Papa kıçını yırtsa da Bir avuç suda fırtına yaratsa da. Ekmek gerek bize bu dünyada, ekmek.” (1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:23) “BRENDER - Öf! Ne iğrenç bir şarkı! Bu siyasi bir şarkı! Siz, Roma İmparatorluğunun işleriyle uğraşmak zorunda olmadığınız için, her sabah Allaha şükrediniz! Ben kendi hesabıma, imparator yada başbakan olmayışımı büyük bir kazanç sayıyorum. Bununla beraber bizim de bir elebaşımız olmaması doğru değil. Onun için bir Papa seçelim. Hangi niteliğin ağır bastığını ve insanı yükselttiğini biliyorsunuz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:99-100) “Dışarı çıkmadan önce lavabonun aynasında kendime baktım. Karşıdan bana bakan at, ölü değil cansızdı; papalar gibi kat kat gıdısı vardı, gözkapakları şişmiş, bir zamanlar müzisyen yelesine benzeyen saçları seyrelmişti.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:30) Papağan gibi konuşmak : Çok çok konuşmak, aynı şeyleri tekrarlamak “Adeta tıpkı bir dişi papağana benziyordu, her zamanki gibi, kullandığı sözcükler hep böyle dolaşıp kendine zarar verecek hale gelirdi.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:26) Paparayı yemek : Bir güzel azarlanmak “LADY UTTERWORD - Çok basit, Çocuklar, sinirleri gergin ve yaramaz olunca onları bir temiz döverdim. Ağlaya ağlaya sinirleri boşanır rahat bir uyku çekerlerdi. Uyandıklarında ortalık süt liman. Randall’a dayak atamam. Koskoca herif. Azarlarım, veririm ağzının payını, ta ağlatana kadar. Paparayı yeyince yatışır. Bakın şimdiden uyuklamaya başladı. (Dedikleri çok doğrudur.)” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:115) Papatya falı : Basitliğinden dolayı, küçüklüğümüzde, İstanbulun hemen her sokağında mevcut bol bol papatya yetiştirilen arsaların herhangi birinde, falımızı okumaya çalışıyorduk: ‘Beni seviyor mu, seviyor mu?’, ‘Gideyim mi, gitmeyeyeyim mi?’’Yapayım mı, yapmayayım mı?’. Pratiği basitti: Bir elinizle sapsarı ve dipdiri papatyayı koparır, taç yapraklarını bir elinizle şöye bir siler, sonra da, genellikle ‘olumlu’ dilekten başlayarak, bir olumlu bir olumsuz, sarı taçyapraklarını koparıp atarak sap kalıncaya kadar giderdiniz. Şimdi eski çamlar bardak oldu, yetişkin gençler de artık fala inanmaktansa, otomatik, renkli cep telefonlarının tuşuna basarak kız kaldırıyorlardır herhalde (İ.E.) “Suda eğlenirken, yapayım mı yapmayayım mı diye çok düşündüm. Bir türlü karar veremeyince papatya falı’na baktım, son yaprak ‘Yap!’ dedi. Eh, ne yapayım, benim partalları senin bayramlıklarla değiştirdim. Tiksinmeden giyebilirsin. Geçen hafta Dobrjiş’teki jandarma karakolunda bitleri ayıklandı. Bir dahaki sefere kiminle yüzdüğüne dikkat et. Suda çıplak yüzen katil bile bey gibi görünür.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:220) Papaz : (HIRİS. MYTH.) : Kilisede ayini idare eden, isteyen vatandaşların günahlarını, özel bir kulübede görüşülerek çıkarılmasına yardım eden Hıristiyan din adamı “ (Babam) papazlardan nefret ederdi; bir tanesiyle yolda karşılaştı mı, bu kötü raslantıyı defetmek için istavroz çıkarır ve papaz korka korka ona: ‘Günaydın, Kapetan Mihali!’ diye selam verdiği zaman da: ‘Lanetin üstüme olsun!’ diye karşılık verirdi. Papazları görmemek için, kiliseye ya da tapınağa gitmezdi.” (Ek.: Çevirenin notu: “Yunanlılar ‘lanet olsun sana!’ sözünü çok kullanırlar. Özellikle papazların çok kullandığı bir deyimdir bu. Yazar, burada, papazın bu adeti bildiği için, nasılsa lanetleneceğini anlayan babasının, papazdan önce davrandığını belirtmek istiyor.”) (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:26) Papaz kaçtı, Papaz uçurmak : Cuımhuriyetin ilk yıllarında, yaşları ne olurda olsun, hemen hemen tüm aile fertlerinin bağdaş kurarak oturup eğlendikleri iskambil oyunu. Şöyle ki: 52 kağıtlık desteden, 3 papaz kartı çıkarılır, böylece elde bir tane kalır. Oyuncu sayısına göre, eldeki kağıtlar, sırayla diğer oyunculara dağıtılır. Her kes sırayla, elindekileri bir sonraki oyuncuya, kağıtların içi kendine dönük bir halde, yarı havada tutar; eğer alnda elde bir çift var ise, bunlar oyun dışı olarak yere -sırayı beklemeden de- atılır. Gaye, birinin sonunda, çift yapamayıp, yani elinde papazlı kartı atamayıp oyunun ebesi olmasıdır. Çok yazık ki bu basit ve gerçek aile eğlenceleri olan oyunlar, örneğin ‘yağ satarım bal satarım, ustam öldü ben satarım-topuz!’, ‘tombala’ ve ‘monopoli’, yerlerini daha sofistike uzay kahramanları ya da daha karmaşa elektronik oyunlara bıraktı. (İ.E.) “-Herif seni eski elbise, eski pabuç diye sızdırmak istior. Kim bilir onların arkasından daha neler isteyecek? -Haaa! Dün akşam da bana küçük beyağa! Bir akşam şunun şurasındaki incirlerin altında çilingir sofrasını kurup bir papaz uçuralım! -dedi. (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:20-1) Papel : Kağıt para, lira (Argo) “... Galata meyhanelerinin ağza alınmaz argosu ile açar ağzını, yumar gözünü. ‘Ulan, köpoğlu, der, yarım papel beş saati? Saati eder on patakoz. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin? Sandal su içinde be!.. Çık iki papeli! Gözünü oyarım vallahi, kereste!..’ ” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85) “ ‘Odayı görebilir miyim?’ ‘Kusura bakma. Bu sabah birine verdim. Tutan adam yukarıda uyuyor.’ ‘Nasıl biri?’ ‘Beş papele çok soru sordun ha.’ ‘Boşver,’ dedi Quinn umutsuzca elini sallayarak. ‘Fark etmez.’ ” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:98) “Şimdi o geceyi düşündüğümde, Ustanın bana doğru söylediğinden hala emin olamadığımı görüyorum. Dayımla ve yengemle konuşmuş olabilir, ama bütün bunları uydurmuş da olabilir. Onlarla görüşmüş olduğuna kuşkum yok -onları harfi harfine tanımlamıştı- ama Slim Dayımı iyi tanırım, bu işten üç-beş papel kopartmadan benim gitmeme izin vermiş olabileceğini sanmıyorum.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9-10) “... oradan alışveriş yaptığım elli yıl boyunca, tam olarak elli bir yıl oldu, neden bir kez olsun böyle bir puro vermediler bana? Cimri miyim ben? Asla cimrilik etmedim, bilirsiniz. Gençken on papellik purolar içtim, biraz daha fazla para kazanınca yirmilikleri, sonra yıllarca altmışlıkları.” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15) “Ben de Piotr Aleksandroviç’in arkasından gidiyorum, Pederler. Bir daha da ayaklarıma kapansanız size gelecek değilim. Bin papel gönderdim diye ilikleriniz gevşedi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:134) “Ressam elinden almasın diye kırmızı, iri parmaklarıyla kağıdı özenle katlayıp küçük bir dörtken şekline soktuktan sonra koynuna, yüreğinin üstüne koydu. Sanatçının eline beş papel tutuşturduktan sonra, iyi akşamlar dileyip yalpalaya yalpalaya usulca odadan çıktı.” (A. Fance, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:32) “Flaxman otuz sterlinden karısına söz etmeyi gerekli görmedi. Elbet o Paris gezisinde hayatının en güzel günlerini geçirdi. Şimdi, döneli üç ay olmasına karşın o günlerden söz ederken ağzının suları akıyordu. O günleri Gordon’a tatlı tatlı anlatmaktan vazgeçmemişti. Hatunun varlığından habersiz olduğu otuz papelle Paris’te on gün. Ne ala, ne ala! Ama ne yazık ki yerin kulağı vardı, Flaxman eve döndüğünde kendisini azar, bağrış çağrış bekliyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:34) “Ayrıca epeydir zaman zaman aklıma düşen bir iş daha vardı. Kimsenin -yani aileden kimseninhaberdar olmadığı bir on yedi papelim vardı. Bu da şöyle oldu. Bizim firmada Mellors diye bir herif ‘Astrolojinin At Yarışlarına Uygulanması’ diye bir kitap ele geçirmişti. Bu kitapta, bütün davanın, gezegenlerin jokeyin giysisinin renklerine olan etkisi olduğu iddia ediliyordu.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:9) “Kapıyı kapadı. Daniel onun çevik ayak seslerini dinleyerek: Bu iş bir daha düzelmemecesine koptu, diye düşündü ve birden nefesi kesildi. Ama bir anlık duyguydu bu, çok sürmedi: ‘Bir saniye bile o rahat, ölçülü, kendi kendiyle barışık tavrını bozmadı,’ diye düşündü. ‘Korkmuş, bombok olmuş, ama bu dışarda. İçi gene rahat, gene huzurlu!’ Aynaya dönerek güzel, solgun yüzünü seyretti: ‘Ama eğer Marcelle’le evlenmek zorunda kalsaydı, bu değil beş bine, milyon papele değerdi,’ diye söylendi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:101) “ ‘-Bahçe kapanırken beni gör’ dedindi ya... Borçlanmışım... Kocakarı gelmedi. -Uzatma! Ne kadar? -Bir papel!... -Ulan, bu ne papeli boyna?.. Daha geçenlerde bir papel toslamadık mı?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) “-Demek onun için buraya daha varmadılar. -Belki de gelip geçmişlerdi, emin değiliz. -Yok, duyulurdu. Yalnızca geceleri yol aldıkları için gelememişlerdir. Ben de öyle düşünüyorum, umarım onları Santa Isabel’de yakalarız. Bak Kanau, bu iş çok önemli. Gelmiş geçmiş avların en kazançlısı. Elmasları bulmam için elli bin papel önerdiler. Kanau’nun gözlerinde şimşekler çaktı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:29) Papin, Denis : (ING. MYTH.): Fransız asıllı İngiliz fizikçi (1647-1712); basıçlı tencereyi geliştirmiş ve silindir-piston takımıyla donatılmış ilk buhar makinasının tasarımını gerçekleştirmiştir. Fakat fonksiyonel olarak işleyen silindir-piston mekanizmasını mükemmelleştirerek sanayinin hizmetine sunmak Amerika’da, Pensilvanya’dan buharlı gemi mühendisi, mucit ve ressam Robert Fulton’a <1765-1815> nasip olmuştur. “Kimbilir, belki de cehennemle ilgili çağdaş düşünceleriniz vardır, zamana uyup reformculara takılıyorsunuzdur. Demem o ki, zavallı günahkarlar bundan böyle belki de modası geçmiş kazanlarda değil, P a p i n’in buhar kazanlarında kaynatılacaklar...” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:159) Papyon kravat : Resmi törenlerde, davetlerde boyuna takılması mecburi olan, siyah ya da koyu lacivert, üçgen, kelebek şeklindeki kravat<Fransızca ‘papillion’dan alıntı> Bk.: Kelebek boyunbağı “Dona Lucrecia resimdeki saçları kısa kesilmiş, yüz hatları ince, yüz yılın başlarında moda olan sımsıkı üzerine oturmuş koyu renk elbiseli, ceketinin yakasında bir gül olan ve gömleğinin yakası ve papyon kravatın içinde boğuluyormuş gibi görünen bu sıska yeniyetmeyi dikkatle inceledi.” (M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:30) Para akıtmak : Bol bol para sarfetmek “Adamın ilk kabalığının nedeni olan kırmızı kartı masada bıraktı. Saat ona doğru büroya gelen ve Fahmel’le acilen, acilen, çok acilen görüşmek istiyen beyin adı neydi? Uzun boylu, kır saçlıydı, yüzü hafifçe kızarmıştı, seçkin yemeklere para akıtan birine benziyordu, takım elbisesi de buram buram kalite kokuyordu.” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:13) Para babası : Zengin, cimri adam “Gruşenka’ya gelince - şimdilik hiçbirine kesin bir şey söylediği yok, kararsızlık içinde ondan ona savruluyor. İkisine de yüz vererek işine daha çok yarayacak olanı keşfetmeye çalışıyor. Gerçekten ihtiyar para babasıdır ama nikaha dünyada yanaşmaz.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:119) “FORD - Ne nimet benim için sizinle tanışmış olmak. Ford’u bilir misiniz efendim. FALSTAFF - Bırakın şu kaltabanı. Tanımam zavallıyı. Zavallı demek de hata ya. Söylediklerine göre kıskanç boynuzlu para babası imiş. Karısı bu yüzden pek hoşuma gidiyor. Karıyı deyusun kasasına anahtar olarak kullanacağım. Ondan sonra başlayacağım sömürmeye.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:59) “Mrs. HUSHABYE - Tövbe, tövbe! Neme gerek onu büyülemek? HECTOR - O şişirilmiş tuluma benzeyen para babası Mangan’ı değil, her halde.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:49) “Herif epeyce düşündü. Arkadaşımla beni dakikalarca süzdü. Bizim para babası olduğumuza kanaat getirmiş olmalı ki, gülümseyerek birdenbire boşandı: -Çok değil Baylar, otuz lira diyelim!” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:200) “Ertesi gün Verhaeren’e geldiğimde, alaylı bir gülümseyişle karşılaştım. Şakalaşarak: ‘Paris’te neler geçmiş başından!’ dedi. ‘Fakat en önemlisi, senin böylesine para babası bir oğlan olduğunu öğrenmem.’ ” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:193) Para basmak : Bir işten pek çok para kazanmak; Peşin para kullanmak “Günümüzün medyası budur. Gizliliği savunanların çoğu gizliliği parasal çıkarları için yararlı görenler, ‘bas parayı al mantra’yı’ diyenlerdir.” (İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:10) Para bellum : (LAT.,ASK.,KOLL.) <Para bel’lum> : ‘Savaşa hazır ol!’ “Bahorel bir pencerede onların geçişini seyreden soluk benizli ve siyah sakallı genç bir adam görmüştü. ABC’ dostlarından biri olmalıydı. Hemen ona bağırdı: ‘Çabuk fişek yollayın bize’ Para bellum.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:IV, sa:415) Parabol, parabolik : Odak adı verilen sabit bir noktayla, doğrultman denilen sabit bir doğrudan eşit uzaklıktaki bütün noktaların oluşturduğu eğri; parabolle ilgili; parabolik, ayni zamanda, esrarengiz görünen ya da doğaüstü olayların, mit (myth) ve gelenek (tradition) açılarından tetkik ve anlaşılmasını gerektiren bir çalışma: p a r a b o l a’yı davet etmesi de demek oluyor. “Büyülenmiş gözlerimi, o ermiş kollarla bacakların ve cehennemi kasların o bilmecemsi çoksesliliğinden çıkarken, kapının yanında, derin kemerlerin altında, bazan onları hem destekleyen hem de süsleyen ince sütunların arasındaki boşlukta yer alan pervazların, bazan da her sütun başlığının sık yapraklarının üstünde yontulmuş, oradan da çok kemerli tonoza doğru dal budak sararak uzanan, bakması ürkütücü ve orada bulunmaları ancak parabolik ve alegorik güçleri ya da ilettikleri ahlak dersiyle haklı çıkarabilen başka görüntüler gördüm.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:61) Para bozdurmak : Yüksek değerdeki bütün bir kağıt paranın (ya da metalin) bozdurulup küçük birimlere dönüştürülmesi “İhtiyar kadın paranın üstünü eksik veriyor. Gülümseyerek uyarıyorum. Kadın pek ürküyor ve: ‘Allah korusun,’ diyor. Düşünüyorum ki, Allah’a güveniyorsan işin emniyettedir. Ufaklığı bulunmadığı için kadın karşıki kasaba para bozdurmaya gidiyor. Ben ihtiyarla kalıyorum ve bir sigara yakıyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109) Para canlısı olmak : Her şeyi parayla ölçmek; para hırsı, paragöz olmak Bk.: Paragöz “Aracılık işiyle uğraşıp bir firmanın temsilciliğini yapan Bay Joseph Giebenrath’ın, kendisini hemşerilerinden ayıracak herhangi üstün bir meziyeti ya da da özelliği yoktu. O da hemşerileri gibi iri kıyım, sağlıklı bir adamdı. Ticaret işinde hayli becerikli, ayrıca para canlısıydı.... Tanrıya ve devlet büyüklerine gereken saygıyı göstermekte kusur etmez, orta sınıf vatandaş ahlakının sarsılmaz yasalarına körü körüne boyun eğerdi. ......... Kasabadaki bir derneğin üyesiydi; cumaları ‘Adler’ lokalinde bowling oynamaya gider, ayrıca burada pasta ve çörek, yahni ve sosisli çorba günlerini de kaçırmazdı. İş başında ucuz sigaralar içer, pazarları ise, yemek üzerine iyi cins purolar tüttürürdü.......... Joseph Giebenrath hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Onun sığ yaşamını ve bilinçdışında sürdürülen dramını kalame alabilmek için insanın doğrusu güçlü bir mizah ustası olması gerekiyor.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5-6) “-... Onun her gün yaptığı yürüyüşü düşününce, ben durduğum yerde yoruluyorum. Sadece merkezdeki karakolları dolaşmak bile kilometrelerce yol eder. Pabuçlarının halini gördünüz mü? -Pis cimrinin biri işte, dedi Rebagliati tiksintiyle. B. Pablito dostunu savundu: -Para canlısı olduğunu sanmam. Yalnız biraz kaçık o kadar. Bir de, şanssız bir adam, vesselam.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356-7) MAZZINI, kanapenin öbür ucuna oturur. - Yo. Para yapmak benim harcım değil. Para canlısı değilim, herhalde. Ama para gözlülükte Mangan’ın üstüne yoktur doğrusu. Derdi günü paradır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70) “-Nasıl anlatmalı... Bu bizim Murat... Belli etmemeye çabalar ama, oldum olası, biraz para canlısıdır. -Hiç fark edemedim! -Çünkü belli etmemeye çalışır. Hele gözüne girmek istediklerinin yanında...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:306) Para çekmek : Şu ya da bu gerekçeyle para sızdırmak “MARLOW - Konakların her zaman başına gelen şey. Taşra zenginleri gösteriş içinde ve herkese sofralarını açarak mallarını mülklerini yerler, sonra da konakları böyle han olur, bizden para çekmeye başlar.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:35) Paradan yana : Para bakımından “Babasıyla aynı duygu ve düşünceleri paylaşmaktaydı Marks, paradan yana sıkıntısı yoktu; öğrenci yaşamının zevkini çıkarıyor, şiirler kaleme alıyordu. Ondokuz yaşındaydı ki, Trier’in en güzel kızıyla, kentte görevli hükümet danışmanı Ludwig von Westfalen’ın kızı Jenny von Westfalen’le nişanlandı.” (H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:43) Paradox : Çelişki; birbirine zıt, aykırı düşünce “İki bilgi türü arasında ayrım yaparak bu paradoksu çözdüm. Ben İngilizceyi Erasmus’un Latince’yi bildiği gibi, yani kitaplardan öğrenerek biliyorum; oysa bu dil çevremdeki insanların ‘iliklerine işlemiş’, dedim kendi kendime. Benim anadilim olmadığı halde onların anadiliydi, bu dili analarının sütünü emerken içlerine çekmişlerdi. <John.>” (Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011), sa:78) Para dökmek : Para sarfetmek, para yatırımı yapmak Bk.: Para eritmek “Aradan biraz zaman geçince, sevgilisine üzücü bazı şeyler anlatmıştı: Geçen yıl, askere gitmemesi için ana-babası para dökmüştü. Ne çare ki, bu yetmiyordu; bir gün kendisini alıp götürebilirlerdi. Askeri hizmete alınmak olasılığı onu ürkütüyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9) “Gerçekten böyle büyük bir eğlence para ile düzenlenecek olsa, buna bir hayli para dökmek gerekecekti. Burada sanatçıların, meslektaşlarının hatırı için sarfettikleri gayrete paha biçilemezdi.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:51) Para eritmek : Çok para sarfetmek Bk.: Para ezmek “Bu arada kaprisleri ve ona harcattığı paralar sürüp gidiyordu. Şapkadan sonra Alençon dantelinden yapılmış bir yelpaze ve vitrinlerde rasgele gördüğü bir sürü şey aldırmıştı. Genç adam biriktirdiği paraların yavaş yavaş eridiğini görüyor, ama karşı çıkamıyordu.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:22) Para etmemek : Hiçbir işe yaramamak, etkili olamamak; değeri pahasına satılamamak “Öbürleri övmezler ama bacaklara içi gitmeden bakamazlar. hem iş yalnız bacakla bitmez ki… Gruşenka’yı hor görse bile küçümseme filan para etmez dostum. Hem küçümser, hem ondan vazgeçemez.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:117) “Böyle bir çarpışmayı biz de yakından seyrettik. Döğüş sonunda taşlar tükendiği zaman, taraflar, ellerindeki yaldızlı sepetleri birbirlerinin kafasına atmaya başladılar; orada bulunan jandarmaların araya girmesi de para etmedi, hatta onlar da hücuma uğradılar.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:235) “ ‘Uşak beni tanımıştı. Birkaç gün sonra babamın katibi odama gelerek, baba evini terk etmem gerektiğini bana bildirdi. Buna karşı ne söyledimse para etmedi. Şehrin uzak semtlerinden birinde bana küçük bir oda kiraladılar. Böylece baba ocağından sürgün edilmiştim.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:51) “Aziz Bey, heyecanlı bir kahkahayla: -Ha şöyle, nihayet kafese girdin mi Çalıkuşu? Haydi bakayım, çırpın bakalım, çırpın! Bak, artık para eder mi?” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:427) “-Beni gece haremde kadınların odasına girip saldıracak kadar adi, alçak bir adam mı sanıyorsun? -Benim ne sanışım para etmez. Ben sana gerçeği anlatıyorum. Eğer dün geceye kadar selamlıkta sana benzer Hasan adında bir delikanlı bulunduğundan haberim var idiyse iki gözüm su gibi önüme aksın. Tanrı’nın gazabına uğrayayım.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa:100) Para ettirememek : Söz dinletememek, geçirememek “... Aşık Ali, Memet, Memet çocuk, hepsi içtiler. Yusuf boyuna yalvardı. ‘Zehir,’ dedi, ‘ölüm’ dedi. ‘Çoluk çocuğumuz var,’ dedi. Para ettiremedi. Arkalarını dönüp hendeğin kıyısına oturdular. Yusuf edemedi en sonra, o da hendeğe yatıp pança pança içmeye başladı.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:31) Para ezmek : Gelen tüm parayı yitirmek, çok para sarfetmek “Babasının Piura’dan gönderdiği aylık harçlıkla birlikte, Ulusal Bayram dolayısıyla, dolgun bir ek prim de almıştı ve açıktan gelen bu paracıkları dördümüzün birlikte ezmesine karar vermişti.. -Senin onuruna entelektüel ve kozmopolit bir program yaptım, dedi sırtıma güm güm vurarak...” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:188) Parafin : Petrol, neft yağı, katran gibi maddelerden çıkarılan, beyaz renkli, katı ve yarı saydam, buharı parlak bir alevle yanan bir hidrokarbon. Son asrın savaşlarında, askerden kaçmak için kol ya da bacaklara enjekte edilerek çıkan çıbanlarla çürüğe çıkarılmak için kötüye kullanılmıştı. “İkindileyin, yanlarına yaklaşan bir asker, beş gulden’e <Florin, Hollanda parası> kan zehirlenmesi izlenimini veren bir çıban sağlayabileceğini söyledi. Tanındaki derialtı şırıngasıyla bacaklarına ya da kollarına parafin şırınga edilebilirdi. Böylece en azından iki ay hastanede yatarlardı. Yarayı sürekli olarak tükrükle ıslatırlarsa, bu süre altı ayı bulabilir, dahası çürüğe bile ayrılabilirlerdi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:127-8) paragon : (YUN.,KOLL.,PSYCH.) <para’gon> : Erdem vb örneği, nümunesi; çok yüksek kimse ya da mahiyette şey; mukayese etmek, kıyaslamak; BASK.: İrice bir harf; KIYM.MADEN : Yüz kıratlık ELMAS Paragöz; Para gözlülük : Para için pek haris, para canlısı olmak “Sima Karamfil’in dul karısı ve tek varisi olan Minka Aba, başka türlü davranabilirdi, ama yapmadı. Sima’nın bütün mirasını, bir araba, bir at ve 500 frank para karşılığında, kocasının paragöz ve kalabalık akrabalarına bıraktı.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:124) “ ‘Hayır, kadınlar değil, Gordon! Parayı kadınlar icat etmedi herhalde?’ ‘Kimin icat ettiği önemli değil. Önemli olan, paraya tapanın kadınlar olduğu. Kadınlarda, paraya karşı mistik bir duygu vardır. Kadının kafasına göre iyi ve kötü, sadece para ve parasızlık demektir... Doğru dürüst bir gelirim olsaydı, yarın benimle yatağa girerdin. Bu demek değildir ki sen bir paragözsün.’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:132-3) MAZZINI, kanapenin öbür ucuna oturur. - Yo. Para yapmak benim harcım değil. Para canlısı değilim, herhalde. Ama para gözlülükte Mangan’ın üstüne yoktur doğrusu. Derdi günü paradır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70) “-Güzel gözlerimmiş, benimle alay edin bakalım!.. Ben çirkinim, kendimi bilirim ben! Sonra kalktı, silkindi, para gözlü ve soğuk kız yapmacığını çok ileri götürerek: -Ee, bitti ha! dedi, artık bıktımdı; omuzlarımdan yaman bir yük eksildi!” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:140) Para içinde yüzmek : Servetinin haddi hesabı olmamak, çok zengin olmak “GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim?” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2) “Mrs. HUSHABYE - Öyleyse neden para içinde yüzmüyorsunuz? ELLIE - Bilmem. Bu bana büyük bir haksızlık gibi geliyor. Babam iflas ettirilmişti. Üzüntüden yüreğine inecekti az kalsın.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23) Para kesmek : Çok para kazanmak, özellikle yasa dışı yollardan “BRAND -… Onların ruhları sessiz, dudakları gülümsemesizidir, kalpleri kardeşlerinin felaketine kanamaz. Onların kendilerini de yüreklerindeki aslanı uyandırmadan yere vurabilirsiniz. Bu adamlar durmadan çekiçliyorlar, para kesiyorlar.” (H. Ibsen, “Brand”, sa:217) Para kırmak : Para kesmek, çok para kazanmak “NONNO - Ha? Evet... (Artık yorulmuştur ama hala bağırır.) Burada iyi para kıracağız! SHANNON - Elbette burada iyi para kıracaksınız!” (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:71) Para koparmak : Hile ile fazladan para almak; para istemeği alışkanlık haline getirmek “Galiba, dünyaya gelmesine neden olan adamdan daha o gün hoşlanmamıştı. Yanında pek az kaldı; bir miktar para kopardıktan sonra hemen gitti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:10) “Madam Şarlot gidip Adrian’ın alnından öptü: -Sen iyi çocuksun. Bundan böyle benim şnaps’ımı <alkollü bir içki> sen getirirsin, olmaz mı? -Tabii, hem de en iyisinden. Böyle leş gibi kokanından değil. -Eh! Söylemesi kolay. Bakalım ‘leş gibi kokmayanından’ almak için Anna’dan yeteri kadar para koparabilecek misin? Eli para tutalıdan beri Anna’nın ne pinti olduğunu bir bilsen.” (P. Istrati, “uşak”, sa:17-8) “Artık ocağına düştük diye bizden istediğin kadar para mı koparacaksın.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:201) Para lafı etmek : Paradan bahsetmek, parayla ilgili konuşmak “-Parasını da kıskanıyorum, öyle mi? Bunu da söyle. -Hayır, para lafı etmeyeceğim, seni incitmek istemem.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:121) Paralamak : Parçalamak, yırtmak, didik didik etmek mucizenin hikayesini hatırladım. Çevre köylerden birinden bir çiftçi fırtınalı bir günde El Cobrero’daki ayine katılmak için dağa tırmanmıştı. Ayini düzenleyen, nerdeyse tümüyle inançsız bir keşişti; oraya ulaşmak için kendini paralayan çiftçiyle alay etmişti.” (P. Coelho, “Hac”, sa:211) “Yumurcak birkaç saat pestil gibi yerde serili kaldı.Öfkesinin şiddetinden hep kendi kendini didikledi. Yumruklarını ısırdı. Üstünü başını paraladı. Babasına büyük kin bağladı. Gücü yetse boğazına atılıp onu boğacaktı. Ama insanın kuvveti yetmediği zamanlarda bir fırsat çıkmasını bekleyerek kinini saklamak gerektiğini daha o vakitten anladı.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24) Paralanmak : İş bitirmek için çok koşmak, çaba göstermek; üzülmek, helak olmak “Bu işi ona kasabanın papazı ve yaman bir adam olan Monsieur du Saillard vermiş, birkaç kez de açıklamıştı; bu durumda Hautemare paralanmazdı da ne yapardı! Papaz onun küçük servetini sağlayanların başında geliyordu. Hautemare, onun daha kaşlarını çattığını görünce titredi.” (Stendhal, “Lamiel”, sa:30) “Kamil Bey İstanbul’a ayak bastı basalı, -on beş gündenberi- kendini müzelik olmuş saymakta, ancak astım hastalarının anlayabileceği dayanılmaz bir tıkanıklıkla bunalmaktaydı. Oysa ev sahipleri çok naziktiler, çok da seviyorlardı kendilerini... Paralanıyorlardı.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:34) Para(lar)yı bayılmak : Paraları vermek (Argo) “SANIK -... eğer beş bin liret isteseydim, hiç şüphesiz ‘Pek de iyi bir doktora benzemiyor... Profesörüm diyor ama, yeni mezun acemi biri gibi davranıyor.’ diye düşüneceklerdi. Ama böyle parayı bayılınca, önce küçük dillerini yuttular ve sonra ‘bu da kim, Tanrı mı gönderdi yoksa?’ diye şaşkın bocalarken birden ‘sağolun profesör’ diyerek..... elimi öptüler.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:9) “Bu sefer de bize yarım vagon çıkmış, buna da bereket versin. Çağır Yasef’i, Halil Efendi ver aşağı, tut yukarı, bayıl paraları. Kısa günün karı az olur.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler”, Cilt:II, sa:157) Paraları son meteliğine kadar ezmek : Ceptekini sonuna kadar harcamak, yitirmek, meteliksiz kalmak “Meserret kahvesinde gazeteleri didik didik edişleri, iş yerlerindeki iş kazalarına koşup gidişleri, ceplerinde on para yokken iki, üç taksiye doluşup baskınlara adeta uçuşları, baskınlardan vurduklarıyla geceleri eğlenişleri, ceplerindeki paraları son meteliğine kadar ezip, ertesi gün kahve parası bulmayışları...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:161) Paralar suyunu çekmek : Parasız kalmak, onları son meteliğine kadar harcamak “Laf kalabalığına getirip insanın gözünden sürmeyi çeken yatırımcılarla bir öyle bir böyle konuşan tıbbi malzeme şirketleri arasında sıkışıp kalan adam, sonunda kendi bulduğu cihazı yok bahasına kaptırdı, eline biraz para geçtiyse de içinde yüzülecek kadar değildi, aslında o kadar azdı ki daha bir yıl geçmeden paralar suyunu çekti.” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:127) “ ‘Boş laf bütün bunlar! ‘Quibus’un var mı?’ Fabrice kaygılı görünüyordu. Quibus sözcüğünün ne demek olduğunu bilmiyordu. Gardiyanın karısı bu davranışı görünce paraların suyunu çektiği yargısına vardı, kararlaştırmış olduğu gibi Napoléon altınlarından söz edecek yerde artık sadece franklardan söz etti.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:49) Paralı; Para(lı) pul(lu) : Varlıklı, zengin “... hiçbir zaman <Quinn’in> William Wilson’la aynı adam olduğunu sanacak denli ileri gitmedi. Bu takma ad maskesinin arkasından bu yüzden çıkmıyordu. Onu temsil eden biri vardı ama daha tanışmamışlardı bile. İlişkileri postayla sınırlıydı. Bu nedenle Quinn postanede bir kutu kiralamıştı. Bu yol, Quinn’e ödeyeceği para pul ne varsa temsilcisi aracılığıyla ödeyen Quinn’in yayıncısı için de geçerliydi.” (P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:8-9) “AMES - Öyle! Bu kasaba Ezra ile ne kadar öğünse yeridir. LOUISA - Ama bu söz karısı için pek söylenemez..... Kendini beğenmiş, acayip huylunun biri. Babası New York da doktormuş her halde şöyle böyle bir doktor olacak. Çünkü M. Ezra onu aldığı zaman hiç para pul getirmedi.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:20) “Terasta iki demir iskemle kalmıştı. Daniel birini aldı, kaldırımın kenarına götürdü, koydu, bu savaş ve asker kokan güneşin altında, çocukluğunun anılarıyla kabaran, büyüyen sıcakta, işsiz güçsüz, paralı pullu bir adam gibi oturdu.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:100) “ ‘Onu çok iyi tanıyorsunuz,’ dedi Firmino. ‘Arabadaki bir ilişki sırasında yüzünü bıçakla yaralayan müşterilerinden birine karşı açtığı davada avukatlığını yaptım,’ dedi Don Fernando, ‘sadistin tekiydi ama paralı birisiydi. Wanda ucuz atlattı.’ ” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:209) “ ‘Neden söyleyemem anne? İçten konuşuyorum.’ ‘Beni üzüyorsun oğlum. Ben senin Avustralya’dan paralı pullu, mevki sahibi bir adam olarak döneceğine inanıyorum. Kolonilerde sosyete diye bir şey olduğuna inanmıyorum, yani benim sosyete diyebileceğim herhangi bir şey. Bu yüzden, orda yükünü tuttuktan sonra buraya dönüp Londra’da kendini göstermek zorundasın.’ ” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:76) Paralı asker : Çeşitli ülkelerden derlenmiş, sırf para için insan öldüren, sergüzeşt arayan, zalim kişilikli ayak takımı; Profesyonel eğitilmiş, ücretli, belirli zaman için kontrat yapılmış düzenli erat “(Müthiş, bir Yarı-ölü dev’in başını koparmış) Argalia, tarihi geçmiş bilgilerle yola çıktığını, Altın Alay’ın Fransızları çoktan püskürttüğünü bir süre önce öğrenmiş, sonrasında, Doria’nın Türk’le savaşmak için elinden geleni ardına koymamaya karar vermişti….. denizci kamaları, piştovlar, adam boğmak için kullanılan, garotte denen çelik teller, hançerler denizlere açılmak üzere olduğunu öğrenince, onun askerlerine katılmak için, , kamçılar ve pis laflarla tepeden tırnağa silahlanmış, azgın, paralı askerlerle dolu sekiz Genova kadırgası beş gündür denizlerde yol almaktaydı…. Andrea Doria’ya gelince; iyi huylu bir adam olduğunu söylemek mümkün değildi. Hiçbir ahlak ilkesini tanımaz, fil gibi kin güder ve intikamını mutlak alırdı. Zalim ve kibirliydi. Kana susamış askerleri ellerinden gelse uzun zaman önce ona isyan ederlerdi, ama Andrea Doria müthiş bir kumandan, büyük bir strateji ustasıydı ve korku nedir bilmezdi.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:188-9) paramour : (DAVR.,KOLL.,PSYCH.,SOSY.) <pare’mur> : Aşık, sevgili; gayrımeşru karı-koca Paramparça : Parça parça, tozu dumana katılmış, yok olmuş. “EY MAHPUSHANE KARANLIĞI ------------------------------------------Her gün biraz daha sıksa da kırılmaz bilinen kelepçelerimiz, Paramparça olacaklar. Dayananlar elbette erecek muradına Kapının eşiğindekiler girecekler içeri.” (Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:38) “PARÇALANAN MÜZİK ------------------------------Burda kökler ortasında sıkışmış orda köpekbalıklarının dişleri arasındayız uzayda bile çelişkiler uzlaşamaz bozuldu orgların akordu şimdi paramparça müzikler” (Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07) “ ‘Bakın, kendimi sınırlamam gerektiğini anladım. Bütün sonuçların kati olması için küçük bir alanda çalışmam lazım.’ ‘Öncülün öncülü yani.’ ‘Evet, tastamam öyle. İlkenin ilkesi, işlemin yöntemi. Bakın bayım, dünya paramparça. Yalnızca bir amacımız olduğu hissini kaybetmekle kalmadık, aynı zamanda sayesinde konuşabildiğimiz dili de kaybettik.’ ” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi-, sa:85) “Rima LXVI Nereden mi geliyorum?.. En korkunç ve en geçit vermez keçiyollarına bakın; yalçın kayalar üstünde kanlı ayak izlerine; bakın paramparça olmuş gönüllerin artıklarına dikenlerine takılmış karamuk çalılarının, doğduğum beşiğe götüren yolu gösterecek size.” (Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.07.02) “Katherine Solomon, ‘başka sır olmayacak’ diye düşündü. Nesillerdir bozulmadan duran balmumu mühür, şimdi önündeki masada paramparça duruyordu. Ağabeyinin kıymetli paketinin rengi solmuş sarı ambalaj kağıdını açtı. Yanında duran Langdon son derece huzursuzdu.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:270) “Onları kendi çekim gücü karşısısında uyarmasına karşın, ruhlar yine de gelmekteydiler. Böylece bütün oluşturmuş takımyıldızlar paramparça oluyor, yıkıma doğru yolalan yıldız toplulukları biribiri ardına Schreber’e varıyordu.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:46) “FEDERİCO GARCİA LORCA ANISINA -----------Aşk iç çekmez orada, Hep özgürce güler. Göz açıp kapa büyülendin. Ellerine bak, paramparça yüreğin!” (Philippe Chabaneix<1898-1982>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.01.03) “AYNANIN ŞARKISI <Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den> --------------------------Denizin suyunu düşün, devinimini, ağırlığını. Suyu düşün, beni değil, düşünceyi düşün gelip giden düşünceyi, tıpkı bir ayna gibi. Ama aynayı düşünme, aynayı kır paramparça bir taş atarak, kayaların dayanıklı gönlünü düşün kayaları düşün: gereksiniyorsundur ondan kuşkusuz dayanıklıklarıyla, neşeli ağırlıklarıyla gizemli ve ağırbaşlı duruşlarıyla: kayaları düşün.” (Rafael Courtoisie<d.1958>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”, 14.08.08) “Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan aşağı çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler yapışmış, sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...” (Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6) “Buz gibi kış yağmuruyla ıslanmışçasına ürperdim. Bir başka ses daha duydum; ama bu kez arkamdan geliyordu ve değişik bir sesti; çünkü gördüğüm görüntünün gözkamaştıran yüreğimden değil, yeryüzünden geliyordu; gerçekten de görüntüyü paramparça etti.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:76) “İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA ----------------------------------------------------------------ben bu başına buyruk adayı okyanusun kasırgasından ve yanardağ patlamalarından geçirdim ve paramparça olmak, o parçalanamaz varlığın sırrıydı ki en küçük zerresinden güneşler doğdu” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:106) “Hazırlığımı çabuk tamamlayıp onunla beraber çıktım; ikimiz de hiç konuşmuyorduk. İlk olarak vurduğumuz iki yaban tavuğunu filinta ile değil de av tüfeğiyle vurduğumuz için paramparça ettik, ama bir ağaç altında mümkün mertebe iyi kızartarak sessiz sedasız yedik.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:181) “Paramparça olduğu için, balıkla konuşamıyordu artık. Sonra aklına bir şey geldi. ‘Yarım balık,’ dedi. ‘Bütündü eskiden. Bu kadar açıldığıma üzgünüm. İkimizi de yaktım. Ama bir sürü köpekbalığı öldürdük, seninle ben ikimiz bir sürü de köpekbalığı yaraladık. Sen şimdiye kadar kaç tane öldürdün, ihtiyar balık? Tependeki o kılıç süs değil ya.’ ” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:92) “SAVAŞ ---------Paramparça bulutların yansıması üstüne, Ölü karanlığın soğuk tenhalarına, Yangınla engin engin kurutarak geceyi, Zift ve ateş döker aşağıdaki Gomore’ye.” (Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09) “Yıkılmış vitrinlerin, paramparça olmuş malların, sarkan boruların arasında zar zor ayakta durabiliyordu. Niye bu kadar uzağa gitmek zorunda kalmıştı ki?” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:105) “ESKİ BİR AHŞAP KAPIYA HİTABE ----------------------------------------------Eski sevimliliği mi, unutulup gitmiştir bak. Bu açıklık yeni bir nöbetçi bulsun hemen, Kırlarında inekler gezinmeyecek madem. Gülerler, Eski Ahşap Kapı, edip paramparça Atarlar kanatlarını, yakında çamurlara.” (Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.02.10) “Hasan, ustura gibi kayalıkta uçurumun kıyıcığında, bir ayağı kayıverse, aşağıda paramparça… Paramparça, diye düşünüyor Hasan, hiç bana mısın demiyor.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:117) “MARTHE -... Odayı ışıklandırınca ne gördüm bilir misiniz Bay Yargıç, ne gördüm? Testiyi paramparça olmuş gördüm. Her parçası bir köşedeydi. Kız ellerini uğuşturuyor, şu hantal herif de, odanın ortasında, kudurmuş gibi tepinip duruyor...” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:37) “Ordunun bozguna uğramış bölümleri günlerce kentten geçip gitmişlerdi. Bunlar artık düzenli birlikler değil, dağınık bir sürüydü. Askerlerin sakalı uzun ve pis, üniformaları paramparçaydı. Bir birliğe bağlı olmaksızın sancaksız olarak gevşek bir yürüyüşle ilerliyorlardı.” (G. de Maupassant, “Tombalak”, sa:13) “LEANDROS’UN ÖLÜMÜ <Hero ile Leandros’tan> --------------------------------Hero sevdiğini tanyeri ağardığında. Gezdirip duruyordu bakışlarını geniş denizin üstünde. Olur da görür diye, lamba sönünce yolunu yitiren sevgilisini. Birden görünce ölüsünü Leandros’un kulenin dibinde, görünce paramparça cesedini onun, fırlatıp üstünden incecik işlemeli harmaniyesini, koşarak attı kendini baş aşağı kulenin tepesinden, ölmek için dalgalar arasında ölü sevgilisiyle birlikte; felaketin sonunda bile kam aldı iki sevgili birbirinden.” (Trakyalı Musaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:159-60) “KALBİMİ YARALADI YABANCILIK Kalbim paramparça oldu bu yabancılıktan. Kollarını sıvadı şiir, upuzun bir yol göründü. Zaman geçiyor. Aldatıyor akrep ve yelkovan bizi. Zaman kıymetli, sınırlı dakikalar.” (Abdullah Mecid en-Nueymi, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:80) “YALNIZLIĞA SONE <Acılar Denizi’nden> --------------------------Yalnız düşünceler paramparça Yalnız hatıralar kırık dökük Yalnızlık zor; yalnızlık büyük İnsanın yalnızlığı bambaşka” (Ü. Yaşar Oğuzcan<1926-1984>, Ataol Behramoğlu, “Son Yüzyıl Büyük Şiir Antolojisi”, Cilt:2, sa:78) “COS(T)A NOSTRA <Sessizlik mafyanın doğasının bir parçasıdır> -Maud Webster- -----------------------Kurşunun tabancadan çıkıp delerek bir bedene girdiği zamanki sessizliği, bedenin yere yıkıldığı zamanki sessizliği; yerin bedeni kabul ettiği zamanki sessizliği. Arabanın içinde bombanın patlayan sessizliği; arabanın paramparça olan sessizliği; bunlar olurkan karayolunun sessizliği. Yan sokağın anıtsal sessizliği, polis sirenlerinin sessizliği, evlerin sessizliği.” (Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04) “YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ III ----------------------------------------Bırak bir kere essin rüzgar anıların portakallarını unutturmak için; Bırak iki kere essin dinamit kapsülü gibi kıvılcım çıkarmak için demir kayadan. Bırak üç kere uğuldasın Liakura’nın sedir ormanlarını çıldırtmak için ve yumruğuyla paramparça etsin her türlü zulmü.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:39) “Enis Numan’ın cesedini annesinin evine götüren ordu subayı, görevli amir, kendi adını ve taziyelerini iletmedi. Kanlı, gri bir battaniyeye sarılmış ceset kapının önüne fırlatılıp atıldı, sonra kapı paramparça edildi. Firdevs ak saçlarından yakalanıp yere itildi, oğlunun cesedinin üzerine kapaklandı.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:367) “Yürüdükçe şangırdayan kılıcı ve döküntü kıyafetiyle şu pasaklı herifte, ayakları çıplak ama, bir asker havası var ve adı Baltasar Mateus, Sete-Sois yani namı-ı diğer Yedi Güneş. Jerez de los Caballeros’ta yaylım ateş anında paramparça olan sol eli bileğinden kesildiğinden, orduda artık bir işe yaramayacaktı, atıldı...” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32) “IAGO - Hem belki tek başlarına zayıf görünen diğer bitakım kanıtları da kuvvetlendirmeye yarar. OTHELLO - O kadını paramparça edeceğim. IAGO - Yok, aklınızı başınıza alın: Henüz bir şey yapıldığını görmedik, belki de namuslu çıkar.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:74) “Benim de bu korkuyla güvensizlikten işte Sevgi törenindeki duam aklımdan çıkmış, Sevgimin gücü beni paramparça etmiş de Aşkın bütün yükünü omuzlarıma yıkmış.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:23, sa:87) “KLEOPATRA (Kurnazca bir umut pırıltısıyla.) - Ama Sezar, bunu yaparsanız sizin de sonunuz gelir. (Sezar’ın gözleri cam gibi parlar.) RUFIO (Çok telaşlı.) - Aman ulu Jüpiter! Seni gidi iğrenç Mısır faresi. Bu söz Sezar’ı çileden çıkarmaya yeter. Şimdi tek başına kente giderse görürsün. Bizi burada paramparça ederler.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:144) “O zaman gerçeği gördüğünü, şimdi de yanıldığını kabul edemiyordu; çünkü bunu serinkanlılıkla, sakin sakin düşünmeye başlayınca her şey paramparça oluyordu. O zaman yanıldığını da kabul edemiyordu, çünkü o andaki ruhsal durumuna değer veriyordu.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:680) “Bilhassa yazın, kırların böyle güzelleştiği bir zamanda bu kasaba yıkılmış damları, bahçe duvarları, çöplük haline gelmiş sokakları, üstü başı param parça halkı, sokaklarında dolaşan sarhoş, hasta askerleriyle bir kat daha hazin bir manzara gösteriyordu.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:257-8) “İÇİMİN EN DERİNİNDEN Bu don geliyor en derinden ve kesiyor elmas gibi. Ayna paramparça, görüntüler parçalar kadar... Ölçüsü bir altmış yedi ve sen, nerede buldun sen kazmak için böyle derinliği.” (Kostas G. Tsilimandos-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.06) “Annem, dostluklarında pek titiz davranırdı; yalnızca Harlov’u ayrı bir sevgiyle kabul eder, kusurlarına da aldırış etmezdi. Yirmi beş yıl önce atların yuvarlandığı derin bir çukurun hemen başında arabayı durdurarak annemin yaşamını kurtarmış. Dizginlerle koşumlar paramparça olmuş, ama Martin Petroviç tırnaklarının ardından kan fışkırdığı halde gene de tuttuğu tekerleği bırakmamış.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:15) “Porsuk ağacı gibi yeşilim ben çitin gölgesinde. Saçlarım yapraklardan. Yeryüzünün merkezine salmışım köklerimi. Gövdem bir sap. Sapı sıkıyorum. Ağzındaki delikten koyu bir damla sızıyor usulca, büyüyor, büyüyor. Şimdi göz deliğinden pembe bir şey geçiyor. Bir bakış kayıyor şimdi yarıktan, çarpıyor bana. Gri fanila takımlı bir çocuğum ben. Buldu beni. Ensemden yakalandım. Beni öptü. Her şey paramparça oldu.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:10) “ÖZENLE DAVRANMAK Yarın, eğer, uyanırsam paramparça fırının üzerinde patlamış cam br kase gibi, kırıntılar halinde toplayacak mısın beni, santim santim çekerek eşyaları kenara? (Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.11.07) “Gelecek kuşak nasıl mutlu olurmuş, öyle ya da böyle, komünist olarak ya da faşist ya da sosyalist olarak, bu benim hiç umurumda değil, nasıl yaşadıkları ve yaşayacaklarından bana ne, beni ilgilendiren tek şey, param parça olan yaşamımı yeniden düzenlemek.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:187) Paranın lakırdısı, sözü olmamak : Paraya değer vermemek; Çok paradan dolayı hesabını tutmamak “Lakin ne olursa olsun, ‘şu herifin rızkı boldu vesselam. Geçenki gelişinde hani Mıstık parayla oynuyor mu oynuyordu. Bu gelişinde henüz paranın lafı olmamışsa da, Allah rızktan yana kapıyı açmış, yürü ya kulum demişti.’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25) Paranın üstü : Verilmesi gerektiğinden büyük br para biriminin ödemeden sonra geri kalanı “Ona yanaşan bir orospuyla, istek duyduğu halde yatmıyor, çünkü üstünde yalnızca bin franklık bir banknot var ve ondan paranın üstünü istemeye cesaret edemiyor.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:40) Parantezi kapamak : Bir sözü, bir öyküyü, bir hayatı sonuna erdirmek “Bir yazının sürekli olarak kendini yazdırdığı bir süreçtir bu artık. Seneler geçer, geride kalan onca sözcüğe karşın nerede olduğunuzu bir türlü kestiremezsiniz. Ama sonuç ne olursa olsun, yaşadıklarınızın tümü bir özleme tutsaklıktır, bunu çok iyi bilirsiniz. ‘Parantez kapanır’ , bir nokta konur. Hayat, o insanlar için, olanca hızı ve umarsamazlığıyla devam etmektedir.” (M. Levi, “Bir Şehire Gidememek”, sa:95) Para parayı çeker : Zengin tüccar, sermayesini ortaya koyarak daha fazla para kazanır; hayatta normalde zenginin parası daha çok para çeker, fakir ise ‘düz ovada yolunu şaşırır.’ ” “Dona Maria, haberle birlikte geri geldi:; -Ne mucize, Bay Ze Oroco! Paranız parayı çekti. Rio de Cocolu bir sığırtmaç da Chico Doida’ya iki yüz kruzeiros <Brezilya parası>verdi.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:106) parapet : (ASK.,YAPI) <pera’pet> : siper, istihkam duvarı, alçak duvar; korkuluk duvarı paraph : (İLET.,KOLL.,HUK.) <pe’raf> : İmza’da taklit edilmeyi zorlaştırma gayesiyle çizilen özel çizgiler; paraf Para pul; Para pul almamak : Nakit para ya da taşınmaz mülk; Bedavasına, sevabına yapmak “Kocaman kayıklar, adaya para pul, bir iki çuval un, birkaç kilo et getirirlerdi. O sene kış ne kadar fazla olmuşsa balık da o nisbette az çıkmıştı. Balığın az, kışın çok olması günah çıkartan papazı bile düşündürürdü.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:14) “Rabia, yüzünde sonsuz bir sabırla dinliyordu. Gene o çarpık gülümseme, dudaklarının bir köşesini aşağıya doğru çekiyordu: -Parasından, pulundan bana ne? Ben onun ne asaletinde, ne servetindeyim. Beni isteyen, benimle, benim gibi yaşar...” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:315) “Onu temsil eden biri vardı ama daha tanışmamışlardı bile. İlişkileri postayla sınırlıydı. Bu nedenle Quinn postanede bir kutu kiralamıştı. Bu yol, Quinn’e ödeyeceği para pul ne varsa temsilciliği aracılığıyla ödeyen Quinn’in yayıncısı için de geçerliydi.” (P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:9) “Kimi insan para-pul budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da müzik aşığı... Deli Davud ise adalar karasevdalısıydı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:79) “<Kamala’dan Samana-Sidarta’ya> Madem öğrenmeye yatkın birisin, şunu da öğren o zaman: Sevgi avuç açıp dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir, ama haydutlukla ele geçirilemez.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:69) “-Bizim Gülistan abla ile Büyük Şöhret’i de unutma ama bey baba! -A... Onlar unutulur mu hiç.. Fakat iki gözüm yavrum, onlar başka idi, bunlar başka.. Bu benim dediklerim kalantor, zengin, elleri açık, hanedan kişilerdi..... Onlar böyle, kupa arabaları ile tıpkı gerçek saraylılar gibi takmış takıştırmış, çakmış çakıştırmış; iki dirhem bir çekirdek Kağıthane, Göksü alemleri yapamazlardı. Lakin nedir ki, onların da meziyetleri <erdem>, marifetleri başka idi. Allah, nedense berikilere para, pul vermiş, o sizinkilere de ses vermişti.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:167-8) “Mümkünse biriyle birlikte yattığım, nerede akşam, orada sabah günler. Sanki yaşamım yeterince belirsiz ve karmaşık değilmiş gibi, ayrılmaz dostlarımla paramız pulumuz varmışçasına...” (G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:10) “Para pul düşkünü bir adam değildi aslında. İntikam arzusuyla çok ileri gitmişti. Vicdanı sızlıyordu şimdi. Hasmının, gençlik arkadaşının düştüğü durumu biliyor, artık zafer kıvanç vermiyordu yüreğine.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:35) “Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı; -Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. İcab eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:87) parasang : = 1 mil) parasol : (MESA.,KOLL.) <pera’sen’> : Fersah <3 km.); üç millik mesafe (1852 m. deniz; 1609 m. kara (KOLL.,ALET.) <para’sol> : Güneş şemsiyesi, güneşlik Para savurmak : Parayı heapsızca, plansızca gereğinden fazla sarfetmek; para yemek “ ‘Ama neden? Anlamıyorum.’ ‘Kastro’da çok para savurdum da ondan işte! Çünkü Lola birkaç binliğini, yani senin birkaç binliğini yedi. Unuttum mu sanıyorsun? Onurum var benim, ne sanıyorsun? Kılıcımın üstüne sinek konmasını istemem. Harcadım, ödüyorum. Lola’nın harcamalarını başrahip, manastır ve Meryem çekecek. Plan bu, hoşuna gitti mi?’ ‘Hiç gitmedi. Sen paraları çarçur ettiysen, Meryem’in suçu ne?’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:195) Parasına kuvvet : Para gücüyle her işi yaptırmak “-Yenilerdense bilmem beyim... Şimdi öyle parasına kuvvet hovardalar kalmadı. Eskiden bizi haftalığına, aylığına tutarlar, kapatmalarının emrine verirlerdi.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:249) Parasını sormamak : Kaça alındığını, fiyatını sormamak “- Ama parasını sormayınız... Korkarsınız... Onbeşten aşağı vermedi... Aksi gibi hainlerin <balık> tanesi de üçyüz dirhem geliyor.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:290) Para sızdırmak : Aldatmaca ve hile ile başkasının parasını kötüye kullanma Bk.: Para çekmek, Para koparmak “Gruşenka adına birtakım ipe sapa gelmez tekliflerle para sızdırmaya gelen ‘bu serseriye’ karşı kıskançlık duymuş da olabilirdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:18) “Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Babası, dalkavukluk okulundan birinci çıkmıştı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199) “ ‘O Ekvator’a özgü bir kokato papağanı. Ona sadece ‘Noeliniz kutlu olsun’ demek öğretilmiş. Senin anlayacağın kış için enfes bir kuş... Fiatı sadece yedi dolar. Eminim bir yığın insan benim gibi palavralar sıkarak senden para sızdırmıştır.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:224) “Porfirio hırslıydı, hem sonra önemli kişilerle düzüşmeyi becermişti: Fransız Danielle Darrieux’den tut da multimilyoner Barbara Hutton’a dek... Hem de bir tek çiçek bile armağan etmeden. Tam tersi, karılardan para sızdırarak onların sırtından zengin olmuştu.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:32) Parasız pulsuz : Parası, hiç varlığı olmayan; fakir; Hiç para istemeden, bedava Bk.: Beş parasız “Onun nasıl bir güç olduğunu bilmiyorum, söyleyemem. Fakat bildiğim bir şey varsa o da, onun benim öğretmenliğimi aşıyor olması - ya da Kayın’ınkini veya benim bildiğim herhangi bir cadı veya büyücününkini! Sana bir öğüt vereceğim, parasız pulsuz. Öğüdüm şu: Dikkat et. Gücünü bulduğu gün ona dikkat et! Hepsi bu.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:155) “Durum korkunçtu. Cumhuriyet’in en gözde ordusu Mayence’de kuşatılmıştı. Ve sarılmıştı. Vendée’liler Fontenay’yi ele geçirmişti. Lyon başkaldırmıştı. Cévennes’lılar ayaklanmıştı. Sınır İspanyollara açılmıştı. Bölgelerin üçte ikisi kuşatılmış ya da ayaklanmıştı. Paris aç, yoksul, parasız pulsuz, Avusturyalıların top ateşleriyle dövülüyordu.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:12) “RIDOLFO - Size söyleyeyim; parası pulu olmadığı için düşünecek fazla bir şeyi yok. Onun için başkalarının işine burnunu sokuyor.” EUGENIO - Onu tanımamış olmak büyük mutluluk.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:27) “Ellison’un üç bin koyunu vardı. Bunları kiraladığı otlaklarda veya kendisine ait olmadığı halde parasız pulsuz salıverdiği binlerce dönüm çayırlarda otlatırdı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:261) “ ‘Samanalar’ın yanından geliyorsun, nasıl maddi sıkıntı içinde olmazsın? Samanalar parasız pulsuz insanlar değil midir?’ ‘Demek istediğin buysa, evet, beş parasız biriyim,’ diye cevapladı Sidarta. ‘Ama kendi gönlümle istedim böyle olmayı, yani sıkıntı içinde sayılmam.’ ” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:77) “On iki yaşındaki büyük oğlu küçük kardeşine: -Sen parasız pulsuz, ele güne gereksinen bir yoksulsun; ama babam ölünce ben R.sitten’de yurtluk sahibi olacağım. Sana yeni giysi alman için para verdiğim zaman sen alçakgönüllülük göstereceksin ve elimi öpeceksin, diyordu.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:121) “HARPAGON -... Böyle iki dirhem bir çekirdek gezmek için parayı nereden buluyorsun? CLEANTE - Ben mi, baba? Kumar oynuyorum; talihim var, kazanıyorum, bütün kazandığım parayı üstüme başıma harcıyorum. HARPAGON - Pek fena ediyorsun. Kumarda kazanıyorsan, fırsattan yararlanıp kazandığın parayı maul bir fiatla faize yatırmalısın..... Perukalara avuç dolusu para vermek sanki şartmış gibi; parasız pulsuz kendi saçımız ne güne duruyor?” (Moliere, “Cimri”, sa:46) Para suyunu çekmek : Hiç parası kalmamak “Ne var ki, alacağım ücret üç ay sonunda tarafıma ödenecekti; ben de bu ücreti düşünerek her zamankinden bol para harcayıp rahat yaşamaya başlamıştım, dolayısıyla günün birinde cebimdeki para suyunu çekti, meteliksiz kalıp ister istemez eskisi gibi açlık kürüne başladım.” (H. Hesse, “Pater Camenzind”, sa:55) “HECTOR, kapının tokmağını çevirmek üzereyken. - Seninki büsbütün aklını oynatmış. Mrs. HUSABYE - Hepimiz oynattık! (Hector tekrar kapıya yönelir.) Durun! Buraya gelin ikiniz de. (İkisi de istemeyerek gelir.) Paralar suyunu çekti. Haberiniz olsun.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:54) “Sıtmadan bir türlü yakasını kurtaramıyordu. Gün geçtikçe daha çok zayıflayarak günde on, on beş verstten fazla yürüyemez oldu. Köyüne iki yüz vest kala parası suyunu çekmiş, İsa adına dilenerek kendini köy kolcularının insafına bırakmıştı. İsterlerse köylere de sokmazlardı.” (L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:117) Para tutamamak : Çok para harcamak, paranın kıymetini bilmemek “Annemden fazla iddialı sayılmasa da hayatta yolunu izini bulabilme sanatını, Tanrıya az buçuk bel bağlamayı, fazla konuşmayıp sessizliği sevmeyi, babamdan ise kesin kararlar vermekten kaçınmayı, bir türlü para tutamamayı ve kendimi kaybetmeden bol bol içmeyi.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:22) Paravan, Paravan olmak : Esas gayeyi gizleyen bir görünüm; ona alet olmak “Kohler birden kuşkulu bir sesle, ‘Masonlar kesinlikle satanist değiller,’ diyerek fikrini söyledi. ‘Elbette değiller. Masonlar kendi yardımseverliliklerinin kurbanı oldular. 1700’lerde kaçan bilim adamlarına yataklık ettikten sonra Masonlar farkında olmadan İlluminati’ye paravan oldu.’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:53) “Dükkanın tavanında ölü gibi yanan bir spot vardı, dolapların içindeyse satılacak neredeyse hiçbir mal görünmüyordu; herkesin bildiği, ama bilmezden geldiği kör parmağım gözüne, bir işyeri için paravan görevi bile yapacak hali yoktu.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:26) Par avance : (FR., ZAMAN,KOLL.) <par a’vans> : Peşin, önceden = Beforehand, in advance (İNG.) Paraya düşkün olmak : Para konusunda haris, hırslı olamak; Cimri olmak, paraya kıyamamak “Ne biçim gözümün içine bakmak değil mi? Evet, tutmuş, moda renkte bir ruj getirmiş bugün. Ama çiçeklerim solmuştu. Çiçek de getirebilirdi. Dolu parası var. Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:35-6) Paraya kıymak : Kesenin ağzını açıp çok para sarfederek arzu edilen şeyi almak “ ‘Yoktur bişey, boşuna telaşlanmaktasın Hıdır Ağa... Telgrafında ne denekte Asım Bey? ‘Gazi Paşa bizi kovdu’ demekte mi? ‘Gazeteyi basmayın. Yoldayım, vardım, yettim!’ demekte... Bana sorarsan, haberler zorlu olmasa paraya kıyıp telgrafı çekmezdi, hele kovulsa, kovulduk telgrafına iki metelik vermezdi, senin Asım Bey, ferah ol!’ ” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:23) “PHILOLACHES - Kendi kendime çok düşündüm bu işi…. Herkes: ‘Ah! benim de böyle bir evim olsa!’ der, kesenin ağzını açar, kıyar parasına.” (Terentius, “Hortlak”, sa:9-10) Paraya para dememek : Pek çok para kazanmak “Maria sade kıyafetlerle, çılgınca kıyafetlerle, hatta Rio de Janeiro’daki biricik tanıdığı goril/çevirmen ve eski-emprezaryo Mailson’un göğsünü kabartacak bir bikiniyle poz verdi. Fotoğrafların fazladan birer kopyasını istedi ve İsviçre’de çok mutlu olduğunu yazdığı bir mektupla beraber ailesine gönderdi. Maria’nın paraya para demediğini, herkesi kıskançlıktan çatlatacak kadar giysisi olduğunu, doğduğu kentin en ünlü kızı haline geldiğini sanacaktı herkes.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:49) Para yapmak : Para kazanmak “Azmi Bey sinirli bir tavırla Hüsnü Bey’in sözünü kesiyordu: ‘Almanya’da bile... Lakin azizim, orada para yapanlar böyle ciğeri beş para etmez adamlar değildir. Çekirdekten yetişmiş işadamlarıdır, parayı yaparlar, tutmasını da bilirler.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:213) Paraya tapmak : Para ve maddesel dünyayı yaşam prensibi olarak kabul etmek, parayı herşeyin üstünde tutmak “Staretz gözlerini ona çevirerek gülümsedi. -Bunu kendiniz de biliyorsunuz; yeteri kadar zekisiniz; kendinizi içkiye, şehvete kaptırmayın, dilinizi tutmayı bilin ve en çok, paraya tapmaktan vazgeçin.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:59) Para yatırmak : Bankaya para koymak, havale çıkarmak, bir işe para bağlamak “‘Para yatırdın da niye gidip daha güzel bir yerden almadın? Beni tam dişine göre buldun tabii. ‘Ötekiler dayatırlar, Bayram dayatmaz, Bayram sesini çıkarmaz’ dedin tabii.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:64) Para yedirmek : Bir işin yapılması için haraç vermek, rüşvet yedirmek; Aşırı para sarfetmek Bk: Para savurmak “Folies-Bergere’in yanındaki kahvede Kanadalı orospu: ‘Babam dünyayı gezdi, ben de gezdim..... babam bir mayınla havaya uçtu, erkek kardeşim de, bu işi senin için yapıyorum. Çünkü sen arkadaşımsın, onu bekliyorum, aileme para yedirdiğim yeter artık, tamam yine bu salakla çıkacağım, ah işler kötü gidiyor, kimseyi tanımıyorum.’ ” (A. Camus, “Defterler 3”, sa:199) “ ‘Kırılacak zinciri çeker mi herifler?’ ‘Çözdürmüştür öyleyse.’ ‘Kime?’ ‘Zincir bekçisine para yedirmiştir.’ ‘Zincir bekçisini baban mı sandın?’ 44‘Para ile açılmayacak kapı var mı oğlum?’ ” (O. Hançerlioğlu, “Büyük Balıklar”, sa:35) Para yemek : Çokça para sarfetmek “... Beyoğlunda ne işi vardı? Para yemeğe çıkmıştı. Ah ne diye elinden kaçırmıştı sanki deyyusu! -Bilemezsin, dedi. Öyle dürzüdür ki, içinden pazarlıklı, sineğin yağını hesap eden...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:129) “-Durmadan içiyordu. Sabah başlıyordu içmeye, gece yarısına kadar. İçiyor ve anlatıyordu. Birlikte para yiyorduk, benim için de en kötüsü bu. Üstüme düşüyordu, ondan. Şuraya gidelim, yok buraya gidelim. Sinir ediyordu bu beni.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:136) Parayı sokağa atmak : Yanlış yatırım yapmakla para kaybetmek, bile bile lades oynamak “EUGENIO - Geri kalan parayı ne zaman geri alabileceksiniz? RIDOLFO - Siz bu yönü düşünmeyiniz. Elinizdekileri sarf edin, sonra bir şeyler yaparız. Yalnız dikkatli olun, paraları yerine sarf edin, sokağa atmayın.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:53) “FLORINDI -... Al şu keseyi, içinde on altın var. İşlemeli ipeklilerin en iyisinden, en güzelinden kırk arşın al. Dükkancıya söyle, çırağına verip Rosaura’ya göndersin. Ama kimden geldiğini sakın söylemesin. GRIGHELLA - Yani o kadar parayı sokağa mı atacaksınız?” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:28) “Dergilerde okuduğu acıklı haberlere ağlar, ama yirmi yıldır tanıdığı bir tüccara borç vermeyi kesinlikle geri çeevirirdi. Eli sıkıydı. Bir keresinde Macintosh ona şöyle dedi: ‘Kimse seni parayı sokağa atmakla suçlayamaz.’ ” (S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:26) “... her gün uygarlık denen şeye gidip gelen tıknefes vapurdan çok, bir iniş pisti bulunan en yakın adadaki uçak için yaptım bunu. Yani parayı sokağa atmak için değil.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29) “Onu, artık para vermediği süslü giysileriyle sosyetede yanında gezdirmekten zevk alıyordu. Kocası en çok bu pahalı giysilere karşı çıkıyordu. Geliriyle bağdaşmayan bu süslenme merakı veya işlerinde çok gerekli olan parayı sokağa atma hevesi ne oluyordu?” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:120) Parayla değil : Denemesi bedava “Bu budala köylüler, bütün dünyayı gezmiş, görmüş geçirmiş de olsa, bir sabah sabah sokağa çıktığında şaşırıp kalan, ne yapacağını bilemeyen bir adamı anlayamazlar. İnsan böyle olabilir, çünkü, bunu ne kadar bekliyor da olsa, salıverdiklerinde bir türlü bu dünyadan biri gibi duyumsayamaz kendini ve evden kaçmış biri gibi, vurur sokaklara. ‘Hiç olmazsa gölgeden yürüyelim, nasıl olsa parayla değil,’ diyerek kaldırıma çekiyorum onu.” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7-8) Parayla oynamak : Parası bol olmak, zengin olmak “Lakin ne olursa olsun, ‘şu herifin rızkı boldu vesselam. Geçenki gelişinde hani Mıstık parayla oynuyor mu oynuyordu. Bu gelişinde henüz paranın lafı olmamışsa da, Allah rızktan yana kapıyı açmış, yürü ya kulum demişti.’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25) Para yüzü görmemek : Para kazanamamış olmak, fakirlik “İhtiyarın iskelet parmakları hayrete değer bir hızla liraların üstüne kapandı. Fersiz gözlerinde koyu ışıltılar oluşmuştu. Kaç yıldır sarı para yüzü görmemişti. Alındı ya da teslim, mesken saptama evrakı için gelenlerden beş kuruş koparmak için çekişe çekişe pazarlık ediyordu.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:351) Par ci, par la : (FR.,MEKAN,KOLL.) <par si, par la> : Burada ve orada = Here and there (İNG.) Parça : Mal; Sokak kadını, genel kadın; birisini kötülemek, aşağılamak için, esasında iyi (ya da kötü) bir nitelik ya da meslek olabilecek bir sıfatın, sonuna ‘parçası’ eklenmesiyle aşağılatıcı bir hüviyet kazanması (Argo) “Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline yeni bir parça düşer düşmez hatırlı müşterilerine haberdar eden kadın. Daha önce ne böyle bir şeye niyetlendiğim olmuştu, ne de onun baştan çıkarıcı müstehcen önerilerine kapıldığım. Ama benim ilke sahibi olduğuma hiç inanmazdı o.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:9) “Ona kalsa hemen giderdi güneye, ihtiyarın sözünü ettiği yeni tekniklerin öğrenilebileceği yere. Ama akıl alır şey değildi bu. Bir çırak parçasıydı, yani bir hiç. Aslına bakılırsa böyle demişti Baldini -Grenouille’un dirilişine başlangıçta duyduğu sevincin üstesinden geldikten sonra-, aslına bakılırsa, bir hiçten bile az bir şeydi, çünkü doğru dürüst bir çırak olabilmek için kusursuz, yani evliliğe dayalı bir kökeni olması, zanaatçı ailesinden geliyor olması, bir de çıraklık sözleşmesi olması gerekiyordu ki onda bunlardan hiçbiri yoktu.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:110) Parça bölük; Parça da bölük etmek : Parça parça etmek “Bu onun köydeki itibarı için büyük bir darbe olmuştu. Bunun altından kalkmalıydı. ‘Görsün,’ diyordu. ‘Görsün o ekmeksiz, ipsiz, Ben, ona ne yapacağımı görsün. Parça bölük ederim. Parça da bölük.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:191) Parça parça : Parçalara bölünmüş, paramparça, lime lime “Kızılırmak parça parça olasın Her parçanı bir diyara salasın” (Anadolu Türküsü, “Anonim”, -1942’de Manisa’da ilk işitildi. İ.E.“Bu başladığı tümceyi bitirmeden: -Hani İlkçağ sanatçılarının söyledikleri gibi; ölüler dünyasına gidip seni ta oralarda arayacağım, dedi. Venüs nerede yaşıyor acaba? Onu o denli aradık, ama güzelliklerine parça parça rastladık; işte hepsi bu... Kendisinde tanrılık olan o kusursuz, tam doğayı, yani ülküsel olanı bir an görebilmek için varımı yoğumu vermeye hazırım.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31) “Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan aşağı çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler yapışmış, sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...” (Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6) “Tam o sırada bu atlının atı onu <Veled-i Fahreddin-Şahid> yere vurdu ve bu yolun edepsizlerin, rütbe ve mansıpla gururlananların ibret almaları ve velilerin çabalarından korkmaları kibir ve gururla böyle bir küstahlık ve cürette bulunmamaları için onu parça parça edinceye kadar sürükledi.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:37) “ ‘... Bildiği tek şey cinayetin bir taşla işlenmiş olmasıdır. Ona taşlar gösterildiği zaman yine bir şey hatırlamıyor. Baylar, Z., bir başkasının işlediği suçu üstüne alıyor.’ ‘Fakat elbiselerinin parça parça ve ellerinin sıyrıklar içinde olmasına ne dersiniz?’ ” (Ö. von Hobart, “Allahsız Gençlik”, sa:100) “SİRENLER -------------Kalktı yoldaşlarım, topladılar yelkenleri, sarıp bir kenara koydular koca teknede, sonra asıldılar küreklere, köpük köpük bırakarak denizi parlak, çamdan bıçaklarla. Parça parça etti bıçağımla kocaman bir peteği, yoğurdum onu güçlü ellerimle.” (Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97) “NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR GÖRDÜM <1955> Kızılırmak parça parça olasın Bir parça ekmek siyah on kuruşluk kına kırmızı Taş toprak arasında türküler arasında Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:50) “Salına salına yürüyordu; hani hayvanat bahçesindeki develer ellerindeki parlak ambalajlardan birşeyler atıştıran, bitince de kağıtları parça parça edip yerlere atan kadınlı erkekli ahalinin iki yandan çevirdiği asfalt yol boyunca salına salına yürürler ya, aynen öyle.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:105) ..... parçası (dilenci, hizmetçi, köylü, zenci vb.) : Bir kimseyi, doğal olarak bulunduğu sosyal düzeyinde aşağı görme “ ‘Bana izin vermiştiniz. Bunu da söyledim ona. ‘O dediğin kim?’ ‘Bu işte.’ ‘Bu mu?’ ‘Evet. Annem onun için bir hizmetçi parçası olduğunu, bundan ötürü haddini bilmesi gerektiğini söyledi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:75) “Bir gün önce zabıta amiri bayramlarını kutlamaya eve geldiğinde, karısının onu doğru dürüst ağırlayamadığını anımsadı. ‘Kadın milleti işte... Babasının evinde ne görmüş ki!’ ‘Kendi babanın zamanında siz neydiniz?’ diyeceksin. Topu topu bir hanla ufak bir korusu olan zengince bir köylü parçasıydı benim babam. Ama ben on beş yılda çok iş yapıp para kazandım.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56) pard : 1) (ZOO.) <pard> kaplan -eski-; 2) (TİC.,KOLL.) <pard> : ortak Pardon : (FR.) : Affedersiniz, kusura bakmayın; Pardonnez-moi <pardone mua> : Affedersiniz = Excuse me (İNG.) “... utancını hafifletecek bir mazaret aradı ve yeniden söze başladı: -Ah! Pardon, mil pardon! <Binlerce kez> Kabahat benim değil. Keşfi Bey söyledi: İşte, o beni aldattı. -Zararı yok! Bari bundan sonra sevdiklerinizi çabuk çabuk mezara göndermeyin.” (R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:306) “-Çan, çan, çan... İkinci kampana. -Yürüyelim, yürüyelim, iskele alınıyor! -Pardon... Yol ver, yol ver... -Yağlıboya, yağlıboya, açılalım.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:71) “-Tevatür de laf mı? Öyle konuşanı bu memleket, Mustafa Kemal Paşa’nın Yunan’ı İzmir’de denize döktüğü gündenberi görmedi. Bak, hep biliyorsunuz, ben de o zamandanberi arabacıyım... lakin pardon!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:211) Paré, Ambroise : (FR.) Modern cerrahinin babası sayılan hekim (1510-1590); 1530’larda Paris’e gelerek, Hotel-Dieu’de berber-cerrah çıraklığına başladı. Anatomi ve Cerrahi eğitiminden sonra, orduya cerrah olarak girdi 1552 de Saray cerrahı oldu. II. Henry, II. François, IX. Charles ve III. Henry’nin hizmetinde çalıştı. Kurşun yaralarınu ilk kez ‘sıcak yağ’ yerine Yumurta sarısı, gül yağı ve terebentin karışımıyla iyi etti; kol ve bacak ampütasyonlarında büyük arterlerin dağlanması yerine damarları bağlama tekniğini getirdi; kasık fıtığında hastayı iğdiş etmek yerine ameliyat önerdi; yapay diş, kol, bacak ve göz takma başarısını gösteren ilk hekimdir de. Çok alçakgönüllü ve inançlı bir hekimdi; öümden cerrahi ile kurtardığı hastalardan bahsederken, ‘Ben pansıman yaptım, Tanrı iyileştirdi..’ derdi. “Cerrahinin el yordamıyla çalışna berberlerce yapıldığını görerek, atardamar bağlamayı ilk kez gerçekleştiren ve cerrahiyi bugünkü düzeyine yükselten üstat Ambroise Paré, yaşlılık döneminde, eline bisturi alan tüm acemilerin saldırısına uğradı. Yaşlı hoca, dünyanın en iyi çocuğu olabilecek ama saygı duygusuna sahip olmayan genç bir şımarığın saldırısına uğradığında, ona ‘Mumya, Boynuzlu At, Hayvan Zehirleri ve Veba Üzerine’ adlı kitabında şöyle yanıt verdi: ‘Ondan rica ediyorum, büyük adam diye hitap ediyorum kendisine, tekrar rica ediyorum, verdiğim yanıta karşı görüşler ileri sürmek istiyorsa, düşmanlıkları bir yana bıraksın, iyi bir ihtiyara daha yumuşak davransın.’ Bu yanıt Ambroise Paré’nin kaleminden çıkınca hayranlık vericidir; aynı yanıt, saçı başı çalışmakla ağarmış olup da bir yeniyetmenin alaylarına maruz kalan bir köy çıkıkçısından gelmiş olsaydı bile takdire değerdi.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:118) Pare pare : Parça parça “Aşkım eve dün gece geldi <1945> Aşkım dün gece geldi eve Saçlarında karlar pare, pare. Aşkım artık benim değil. Kalbi ait başka yere.” (Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) par hasard : (FR.,KOLL.) <par ha’zar> : Şans olarak = By chance (İNG.) Parıl parıl : Işıl ışıl ışık saçmak, çok parlamak “Arkasında bir paşa üniforması vardı... Paçaları biraz düşük, omuzlarında apoletler fazla büyük... Belinde bir teneke kılıç, tavus yavrusu gibi kollarını sallaya sallaya dolaşıyor. Beyaz elleri yüzükle dolu bir genç kadın el çırpıyor. Ela gözleri parıl parıl yanıyor.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:198) “ON DÖRDÜNCÜ ŞİİR: Kıyamet gününden sonra Cennetteki ruhların durumlarının ne olacağına dair Süleyman peygamberin yaptığı açıklamayı dinledikten sonra Beatrice ile Dante Merih Gök’üne çıkarlar. Dante, gökün öteki katlarında olduğu gibi buraya da farkında olmadan yükselmiştir. Savaşarak din uğrunda canlarını vermiş olanların ruhları, parıl parıl yanan bir haç yapacak şekilde dizilmişlerdir.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:105) “YOLCULUK II ---------------Bir koca sersem gibi, çamura batıp çıkan Burnu havada, parıl parıl cennetler kurar; Bir Kapu’dur büyülü gözlerine açılan Mumun aydınlattığı her kulübe, her duvar.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:259) “Şimdi, ağaçlar kuşlarla dolmuştu. Toprak gölgeye girmeden önce ağır ağır göğüs geçiriyordu. Az sonra, ilk yıldızla birlikte, dünyanın sahnesine gece inecek. Günün parıl parıl tanrıları gündelik ölümlerine dönecekler. Ama başka tanrılar gelecek. Ve daha koyu olmak için, harap yüzleri topraktan doğacak.” (A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:23) “Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ateş gibi bir güneş, kılıçların çeliğini, tüfeklerin dipçiklerini parıl parıl parlatıyor, insanların tüylerini ürpertiyordu. Azıcık güven duygusu uyandıran bir şey varsa, o da şu yatağan yuvasının temizliğiydi.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:8) “Öğle yıldızları parıl parıldı. Avcı dönmekteydi av çantası balık dolu Kıyıda Seine’in ortasında. Bir solucan dairenin merkezini belirlemekte Çemberin üzerinde.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:30) “Daha önce babama sarıldığımı hiç sanmıyorum. Genellikle gidip annemin göğsünde ağlardım, zavallı kadın, ama bakacağı o kadar çok hayvan vardı ki, beni avutmak için fazla zamanı olmazdı. Friedrich boylu bosluydu, yüzü bizim köylüler gibi kösele rengi değil, beyaz ve kırmızıydı, saçları ve sakalı parıl parıl parlardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:38) “Véronique gelip geçenlerin yetişemeyeceği bir yüksekliğe konulmuş duyar rafına ulaşamazdı. Beppo (Beppo şimdi on beş yaşında fidan gibi bir delikanlıydı), taşlara, sonra bir maden halkaya tırmanarak parıl parıl yanan mumları kutsal tasvirin önüne koyardı.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:19) “O, böyle sızlanırken gün geçtikçe süzülüp solan Nebile’nin ufacık kalmış yüzünde büsbütün iri görünen yaşlı siyah gözleri akşamüstü yağmur altındaki Taksim Meydanı gibi sırsıklam, parıl parıldı. Babasının sesini işittikçe garazdan yüreği burkularak ve öğrendiği İstanbul lehçesimi unutarak memleket ağzıyle söyleniyordu: -Sakalın teneşirde sabunlana!” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183) “Girne Kalesi’nin burçlarının ta tepesinde dar bir balkon vardı. Polis memurları burayı mahfil <toplantı olarak kullanıyordu. Daha sonra öğrendiğime göre, Sabri, özel kuvvetlerde çavuşmuş. Buradan, parıl parıl parlayan liman setinin karşı tarafına, Karaman Dağlarına doğru bakarak, iki imparator gibi yalnızlık ve boşluk içinde oturduk, bu arada masa örtüsünün üzerine şaşırtıcı şekilde art arda soğuk bira bardakları konuyor, bunları lezzetli Kıbrıs yiyecekleriyle dolu tabaklar izliyordu.” (L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:79) yeri> “Zihninde bir kız bul ki yüzü ay gibidir. Mesela o kızın yüzündeki benşer de yıldızlar gibi parıl parıl parlar. Parlak göğsü mutlaka güneş gibidir.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:60) “Ama çok geçmeden, gümüş ağaçların arkasından parıl parıl yanan heybetli bir kapı yükseldi. Kapının arkasında da kubbeler ve kuleler parlıyordu. Giriş yerinin tam ortasında, elinde eğri bir sopayla eşık ve parıltı içinde iri bir vücut duruyordu.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:507) “Aynaya bakıp da kendi yüzünü görünce avazı çıktığı kadar haykıra haykıra uyandı. Güneş odaya parıl parıl dökülüyor, bahçesinin şen ağaçlarında kuşlar ötüyordu.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:92) “Nihayet, la Grande, Palmyre’yi reddeden, onunla asla konuşmayan ninesi, ilerledi: -Galiba ölmüş, dedi. Sonra, sopasıyla onu dürttü. Güneşin parıl parıl aydınlığında, boşalmış, apaçık gözleriyle, ovanın rüzgarına karşı bir karış açık ağzıyla yatan ceset, kımıldamadı. Sızan kan, çenesinde pıhtılaşıyordu. O zaman, nine, eğildiği yerden doğruldu, ekledi: -Tabii, ölmüş... Başkalarına yük olacağına, böylesi daha iyi.” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:340) pariah : (SOSY.,KOLL.) <para’ye, pa’rya> : Hindistanda en aşağı halk tabakası; parya, toplumun dışında bırakılmış kişi; pariah dog : adi sokak köpeği pari delicto : (LAT.,PSYCH.) <pa’ri delik’to> : Eşit derecede suçluluk = In equal guilt (İNG.) pari passu : (LAT.,KOLL.) <pari pa’su> : Eşit adımlarla, aynı hızla; eşit, yanyana; ayni derecede PARİS : (COĞR.,TARİH.,FELS.,SAN’AT) : Dünyanın sanat, ilim, irfan, medeniyet, hürriyet, nezaket, kültür ve yaşam merkezidir derim ben. Tabii taraf tuttuğumu biliyorum, ama orayı bir gören bilir, göremeyen de hayat boyu rüyalar onu, ya da bu ölümlü dünyada neyin ne olduğunu kavrayamadan yaşar gider. Fransız Cumhuriyetiinin kapital şehri, tüm dünyaya örnek olmuş muhteşem bir (1789) başkaldırısındanberi, hürriyetinsanlık ve insan haklarının mihmandarı. Ünlü yazarlardan alınmış parçaları özetlemekle yetineceğim. “ 1935 yılı Fransa için bir dönüm noktası oldu. Faşist ayaklanmasından az önce kurulmuş olan Halk Cephesi, ülkenin öfkesi, sesi, umuduydu. 14 Temmuz’da ve -Solcu yazar Henri Barbusse’ün cenaze töreninin yapıldığı- 7 Eylül’de bir milyon insan Paris sokaklarını doldudu. Hepsi de dövüşmek için yanıp tutuşuyordu. Halk, savaşın bir kabus gibi karşısına dikildiğini ilk kez bütün gerçekliğiyle görmüştü. Almanya, ordularını Ron bölgesinin sınırdaki kesimine sokmuştu; İtalya Trablusgarb’ı boyunduruğu altına almıştı. Fransa, hem çevresindeki ülkelerden hem de kendi halkından korkan iğrenç adamlar tafından yönetiliyordu.... Fransa’nın sipsivri ortada kalacağı gün gittikçe yaklaşıyordu.” (İlya Ehrenburg, “Paris Düşerken”, Cilt:I, sa:10) “bir el bombası (PARİS’te YAKIYORLAR BORSA’YI, KAPİTALİZMİN TAPINAĞINI) Çamlar tepeyi gölgelemekte. Toz ve kuş çığlıkları Yanık akşamüstünde. Bu rezil satırları yazmaktayım.” (O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:61) “..... P a r i s bir bütündür. Paris, insanlığın tavanıdır, bu harikulade şehir, canlı ve ölü bütün örf ve adetlerin bir minyatürüdür. Paris’i gören biri içinde gökyüzü ve yer yer yıldızlarla birlikte tarihin alt yüzünü gördüğünü sanır. Paris’in bir Capitole’ü, Parthenon’u, Notre-Dame’ı, Mont Apentin Tepesi, Saint-Antoine dış mahallesi, Asinarium’u, Sorbonne’u, Pantheon’u, Kutsal Yol’u, Boulevard des İtaliens’i ve kamuoyu vardır ve de işkencenin yerine alayı koyar............ İp cambazları, kılıç yutan adam size hünerlerini gösterir. Şarkıcılar, sanatkarlar ve ceketinize yapışan dilencilere rastlarsınız. Suresner şarabı Albe şarabını hatırlatır................. Paris’te bulunmayan bir şey arayın. Trophonius’un fıçısında, Mesner’in teknesinde bulunmayan hiçbir şey yoktur. Ergaphilas, Cagliostro’da yeniden hayata doğar; Brahman rahibi Vasaphanta, Saint-Germain kontunda kendini yeniden bulur. Saint-Medard mezarlığı, Şam’daki Umumiye Camii kadar güzel mucizeler yaratır. Paris’in Esop’u vardır: ismi Mayeux’dür. Canidie’si de Matmazel Ienormand’dır. Delphe’’ler gibi hokkabazlıklarla ilgilenenler vardır. Dodone’un sephaları çevirdiği gibi masaları döndürürler. Romalı’ların snop kadınları tahtlarına çıkardıkları gibi, onlar da kraliçeler ilan ederler..... Paris, garip bir şekilde Yunan çıplaklığını, İbrani güçlerini ve Gascon şakacılığını bir araya getirip önümüze serer..... Paris her şeyi hoş görür, her şeye güler, çirkinlik bile onun için neş’e kaynağıdır. Eğri büğrülükten hoşlanır. Kötülük onu meşgul eder. Sinikliğin en sonu olan ikiyüzlülüğe kızmaz. Basile’e katlanacak kadar geniş edebi zevkleri vardır. Horace nasıl Piap’ın hıçkırmasına kızmıyorsa, o da Tartüf’ün dua etmesine sinirlenmez. Virgil, Roma’nın eğlence yerlerinden nasıl eksik olmuyorduysa, Paris meyhanelerinde de David d’Anger, Balzac, Charlet görülür. Paris, hakimiyetini sürdürür. Dahiler her yandan fışkırır. On iki yıldırım ve gökgürültüsünden yapılmış tekerleklerin taşıdığı arabanın üzerinde, Adonai’nin geçtiğini görürsünüz. P a r i s demek, e v r e n demektir. Paris, Atina, Roma, Kudüs, Pantin’dir. Bütün uygarlıklar gibi, bütün barbarlıklar da orada özetlenmişti: bütün barbarlıklarda, Paris eğer giyotin’e sahip olmasaydı üzülürdü. G r e v e meydanının da bulunması da iyidir. Tuzu biberi olmazsa bu ebedi bayramın ne tadı olurdu ki..’ “Paris’in sınırı yoktur. Boyunduruğuna aldığı insanları bazen hakaret edercesine alaya alan böyle bir hakimiyet hiçbir şehre kısmet olmamıştır. Büyük İskender: ‘Ey Atinalılar! Sizi memnun etmek ne zor iş!’ demişti. Paris, yasalardan daha önemli bir şey yapar: Moda yaratmak. Modadan da büyük bir şey yaratır: Alışkanlık. Paris isterse nankörlük eder. Bazen lükse kapılır. O aptallaştı mı bütün dünya aptallaşır......... Bu ululukla bu maskaralığın yan yana bulunması, iyi komşuluk ilişkileri içinde olmaları, zavallılığın ihtişamı rahatsız etmemesi, aynı ağzın hem kıyamet günü borazanını, hem kavalı çalabilmesi şaşılaxcak bir şeydir. Paris’in üstün bir neşese vardır. Neşesi yıldırım gibidir...’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:30-33) “Robespierre henüz 36 yaşında ölünce, F r a n s ı z D e v r i m i beynini ve bilincini kaybetmiş oldu. Devrim uğruna, tehlike içinde yaşamayı kabul etmişti. 1792 yılının başlarında şöyle diyordu: ‘Hiçbir ölümlü, yazgısından kurtulamaz. Benim uyazgım da ö z g ü r l ü k adına ölüp gitmekse, bundan kaçmak ne söz, ona doğru koşup gitmeye can atacağım.’ Şöhreti bile, yurdunun şöhreti olmuştur. Fransız Devrimi demek, bir bakıma Robespierre demektir. Robespierre, bir yönteim adamıdır; birlik adına, Sankülot’ların öncü kanadına karşı savaştı. Ama öte yandan, yüce gönüllü ve cesur düşünceleri bakımından, bir öncü kişidir. Çağdaş dünyanın gelişimini, vaktinden önce sezmiştir; öyle diyordu. ‘Dünya değişti, daha da değişmelidir.! Ama, ... zorbalığın cinayetleri, özgürlüğün ilerlemesini hızlandırıyor ve özgürlüğün ilerlemesi de zorbalığın cinayetlerini arttırıyor.’ Robespierre, doğuştan aristokrasiye karşı halkı destekledikten sonra, halkın yanında zenginliğin aristokrasisine karşı savaştı. O, iktisadi olayların büyük öneminin farkındadır kuşkusuz; ama, belleğinde tuttuğu asıl siyasal olaylardır..... Robespierre’in inancı vardır, ama dini hayır. O Voltaire’in formülünü alır: ‘Tanrı yoksa, icat etmeli onu!’ Onun tanrısı, halkın tanrısıdır. Öyle der: ‘Halka karşı önce düşmanı gördüğümde, eskisinden çok daha fazla inandım Tanrıya; çünkü herşeyi yapabilen güç, istese istese iyiliği isteyebilir.!’ ‘Yüce Varlığın gerçek sahibi Doğa’dır, derdi tapınağı evren, ayini erdem; bayramları kutsal kardeşliğin sıcak bağlarını sıkmak ve ona, duyarlı ve saf yüreklerin saygısını sunmak için, gözleri önünde toplanmış bir büyük halkın sevincidir.’ 5 Nisan 1793’te, soylu sınıftan subayların ordudan uzaklaştırılmasına karar verilir. Jirondel’lerin düşüşünden sonra da temizleme hareketi yapılır; Dumouriez ordudan atılır; Custine, Marcy, Houchard Devrim Mahkemesine ve oradan da giyotine yollanırlar. 12 Nisanda, Robespierre, ‘Cumhuriyet’in düşmanlarıyla uzlaşmayı önerecek bir kimse hakkında ölüm cezası’ ister ve 18 Haziranda da ekler: ‘Kendi ülkesinde düşmanla anlaşmaya giden bir halk yenilmiş bri halktır ve bağımsızlıktan vazgeçmiş demektir.’ Böylece, Robespierre’e göre, t e r ö r , ‘hızlı, ciddi ve bükülmez adalettir; Devrim’in yürüyüşünün karşısına dikilmiş herkesin cezalandırılmasıdır... Sert ve acımasız davranışlarından dolayı, Robespierre, kralcıların değil, eski yol arkadaşlarının karalamalarıyal yaralanmış duruma geçer. Köşeye çekilir. Çekildiği köşeden, Büyük Terör’ün dizginlerinden boşandığını şaşkınlık içinde izler.... P a r i s’i bir ‘giyotin tiksintisi’ kaplar hızla ve, Robespierre, devrimci adaletin -hiç de hesapta olmayan- bu uygulamasına karşı çıkar; ‘Bu akın kanı durdurmak gerek’ deyip, kanunu gerçek amacından saptırdıkları için hasımlarını eleştirir. 23 Messidor’da (Ekim ayı) şöyle deyecektir: ‘Ele verilen komplo’ların sahiplerinin düşündükleri tek şey, bütün yurtseveleri ve konvansiyonu harcamaktır. ‘O kişiler hinoğlu hin takımındandır, tertibin başı da da ‘Lyon kasabı Fouché’dir!’ Bu, sonun başlangıcı olur. Baştan aşağı görevlilerden oluşan K o m ü n, Paris halkını artık temsil etmemektedir. Yığınla işçi grev’e girmiştir.. Onun bütün karşıtları ona karşı geldiler, bütün bu olan-bitene bakıp, duydukları ortak korku, onu devirmek için gerekli gücü verdi onlara. Komite’ler, 8 Thermidore’u )’9’a bağlayan gece <Thermidore: Yeni takvime göre 11. ay, 19 Temmuz19 Ağustos> toplanıp, P a r i s silahlı güçler komutanı Henriot ile Komün’e karşı karşı alınması gerekli önlemleri tartışıırlar. Belediye başkanı Fleuriot-Lescot ile Payan da çağrılır. Özetle halka açıklanacak bir bildirinin terimleri saptanır. Oturum, 9 Thermodore günü öğleden sonra 11’de açılır. Taktik: Robespierre ve arkadaşlarının konuşmalarını engellemek. Nitekim öyle olur, ‘Kahrolsun zalim!’ bağrışmaları odayı doldurur. Karar alınır, kardeşi Augustine Robespierre le dostları Le Bas, hep birlikte jandaralar arasında salonu terkeder. Bu arada, akşamın 7’sine doğru, -giyotin’li- Greve alanında sıraya girmiş 3.500 kişilik bir kuvvet de toplanmıştır. Mamafih, o ce yarısına kadar bir karara varılamaz, meydan da boşaltılır. Sadık arkadaşlar bile, evlerine uyumaya giderler. Karar: ‘Suçlularla birlikte Genel Kurul’ salonuna dönmektir. Orada bir kargaşa başlar, birçok üğyeler kaçar; Robespierre silahını çekip canına kıymak ister ve çene kemiğinden ağır bir şekilde yaralanır. Le Bas, canına kıyar; Robespierre’in kardeşi birinci kattan kendini atar ve yaralanır. Halk, şaşkınlık içindedir v Konvansiyon, böulesine hızla zafere ulaşmış olmaktan dona kalmıştır. Ne var ki,ağır hareket edilirse, durum tersine dönebilir; iş hızla bitirilmelidir. Akşamın altısında arabalar, içlerinde ilk mahkumlardan 22 kişilik bir kafileyle hareket ederler. Devrim alanına bir buçuk satte varırlar; Seine kıyısından geçerken, orada Burjuva mahallesinde oturan P a r i s l i l e r, sevinç çığlıkları atarlar. İçinde Robespierre de olmak üzere, getirilenler, g i y o t i n’e çıkarılırlar. Ertesi gün ve onu izleyen gün, yeni kafileler getirilir, Toplam 108 kişi, Robespierre’in kişiliğinde temsil edilen ilkelere bağlılıklarını yaşamlarıyla öderler.. Ne var ki, yüzeysel sırıtan yapay birlik, hızla bozulacaktır. Devrim, geriye çeviriyordu yüzünü artık. 9 Thermidore’la, tutuculuk zafer kazanmıştı. O işte dahli olanlardan Cambon, tepkicilerin, yalnız Robespierre’i ortadan kaldırdıklarını sanırken, aslında, ‘C u m h u r i y e t i ö l d ü r d ü k l e r i n i’ söyleyecektir, çok geçmeden.” (Server Tanilli, “Fransız Devriminden Portreler”, sa:90-107) Bir Cenaze Töreni: General LEMARQUE’ın ölümü ; 1832 baharı, Paris “1832 baharında Paris, bütün zihinlerin üç aydır k o l e r a ile dolu olmasına ve insanları çoktan saran heyecanın yerini geçici bir kaygıya bırakmuş olmasına rağmen, bir şamata’ya hazırdı. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, büyük kentler topa benzer : Doluysalar, ateş almaları için küçücük bir kıvılcımın düşmesi yeterlidir. İşte bu kıvılcım, 1832 Haziranı’nda General Lamarque’ın ölümü oldu........... “Lamarque, ünlü olduğu kadar da etkili bir adamdı. Art arda İmparatorluk devrinde, savaş alanındaki kahramanlık nişanını ve Milli Meclisi kürsüsündeki vekilliği elde etmişti. General Foy’un yerini pekala doldurduğu gibi, şimdi de özgürlüğü yüceltmekteydi. Napoléon’un gönlündeki mareşallerden biriydi........ Can çekiştiği son bir saat boyunca, ‘Yüz-Gün’ Subaylarının kendisine armağan etmiş olduğu bir kılıcı göğsüne sımsıkı bastırarak kalmıştı. Napoléon, ‘ordu’ diyerek ölmüştü; Lamarque da ‘Vatan’ diyerek can verdi. Beklenen ölümü, halk, bir k a y ı p olarak, hükümetse, bir f ı r s a t olarak ürküntü içinde beklemekteydiler. Bu, bir y a s oldu. Acı olan her şey gibi, yas da isyana dönüşebilir. Nitekim öyle oldu.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:IV, sa:378-9) Baykuş Bakışından Paris (1846) : “O sırada PARİS üzerinde bir yarasa ya da baykuş kanadıyla uçan birisi olsa, bakışlarının altında pek üzücü bir görünüm serili bulurdu’ Kent içinde başlıbaşına bir kent olan Halles mahallesi, o kimseye Paris’in ortasında kapkaranlık bir delik olarak görünürdü. Burasını baştanbaşa Saint-Denis ve St. Martin sokakları kesiyordu ve binlerce ara sokak burada iç içe geçmekteydi. İşte burasını lendilerine istihkam ve cephanelik yapmıştı isyancılar.” (Ibid; Cilt:IV, sa:479) parish : (RELİG.) :<pe’riş> : Bir papazın idaresindeki bölge; bir kiliseye mensup cemaat; parish clerk : kilise katibi, papaz muavini; parish school : kilise okulu; on the parish : kilise yardımına muhtaç; parish’ioner : bir kilise cemiyetinin üyesi, kilisenin müdavimlerinden biri Parka : Erlerin eğitim, talim ve manevra esnasında soğuğa karşı korunmak için giydikleri bir tür üstlük “Dağların zirvelerinde hissettikleri geçici rhatlık ve üstünlük duygusu uzun sürmüyordu; çünkü operasyona çıktıkları zaman günler, geceler boyu açık arazide yağmur altında kalıyorlardı; miğferleri, parkaları, üniformaları, yün faninaları, uzun donları, yün çorapları, postalları sırılsıklam durumda, burunlarının ucundan şırıl şırıl yağmur suları akarken, kuru olmanın ne demek olduğunu unutuyorlardı.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:41) Parlamak : Birden kızmak, bağırmak, köpürmek “Bu sefer yolcular parlıyor: -Bu kadarı da fazla! Hasta adamdan ne istiyorsunuz, bayım? Baksanıza, sizde acıma duygusu yok mu? Podtiagin yelkenleri suya indiriyor.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:148) “... arasıra mektuplarımı açmıştı. Temizlikçi, memurlardan birinin kendisini konuşma sırasında ortalıkta dolaşıp kulak kabartırken görünce, ‘o bey’ hakkında ağzını açıp da bir şey söylemeye kalkarsa sınırdışı edileceğini söyledi. Bakkal, olayın bu bölümünü daha önce duymamıştı besbelli, çünkü birdenbire parladı...” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:140) “Şoför sustu sustu, sonra birden parladı: ‘Ne olacak! Ne istiyorsun yani?’ ‘Ulan ne istiyorsun var mı? Öldürdün, bitirdin ulan... Geri dön de şu yolcuların haline bak, insanlık halleri kalmış mı hiç?’ ” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:56) “Mektup, bölge yargıcı Şabaşkin üzerinde çok hoş bir etki uyandırdı. Bir kere, Dubrovski’nin pratikten pek az anladığını, sonra da böylesine çabuk parlayan ve burnunun dikine giden bir adamın kolayca çok kötü duruma düşürüleceğini görmüştü.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:29) “Falcoz parladı: -Onun için böyle kötü söyleme; Fransa dünyadan gördüğü en büyük saygıyı, onun (Bonaparte) saltanat sürdüğü on üç yılda gördü. O zamanlar her yapılan işte bir büyüklük vardı.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:7) parlance : (FR.) <par’lans>; Tabir, konuşma tarzı; parler : konuşmak; Parlez-vous Français ? = Fransızca konuşur musunuz? Oui, je parle : evet, konuşurum; Non, je ne parle pas : Hayır, konuş(a)mam Parmağı ağzında kalmak : Şaşırıp kalmak, hayran olmak “LELIO - Ben sevdiğim için böyle küçük bir serenat söyletmiştim, teşekküre değer mi? Hele günü gelsin, gönlümdekini açıkça söyliyeyim, bakın ben ne güzel ne ince eğlenceler tertip ederim; bütün Venedik’in parmağı ağzında kalır!” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:20) “Çanakkale savaşını, batan gemileri, süngü savaşlarini, ne kadar İngiliz öldürdüklerini, savaş alanının insan cesetleriyle dolduğunu, dünyanın bütün kartallarının, akbabalarının, öteki yırtıcı kuşların savaş alanı üstünde döndüklerini, sonra ölüleri nasıl parçaladıklarını bire bin katarak bir destancı ustalığıyla, coşkuyla anlatıyordu. Çanakkale savaş destanını kim bilir şimdiye kadar kaç kez anlatmıştı da dinleyenlerin parmakları ağızlarında kalmıştı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:27) “Birkaç koldan adamlar gitti Abdış Ağayı çağırmaya. ‘Hele bir gelsin Abdış Ağa... Hele bir gelsin de deyiversin sana halimizi. Hele bir gelsin de sana deyiversin valiye dediğini... Parmağın ağzında kalsın.’ ” (Y. Kemal, Denizler Kurudu”, sa:22) Parmağına dolamak : Israrla üzerinde durmak “O, tedbirini alarak, Kamran’ın arkasına geçerek bana göz kırptı: -Yalnızken böyle konuşmuyorsun ama, dedi. -Yalancı, iftiracı... Bu sefer Kamran, işi parmağına dolamıştı: -Bunu bana da söyleyebilirsin Müjgan, diyordu. Ben yabancı değilim ki...” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:78) Parmağında döndürmek : Birine istediğini yaptırmak, kukla gibi oynatmak Bk.: Parmağının ucunda oynatmak “MAITLAND, kendi kapısından gitmek üzere. - Ah, keşke sık sık misafir gelseydi. Bir şeyi başarmanın insana verdiği o duygu yok mu? LAUREL - Zavallı Maitland, Onu parmağında nasıl döndürüyorsunuz. (Gizli bir düşmanlıkla.) İkimiz niçin misafirden ayrı oturuyoruz?” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:53) Parmağını bile kıpırdatmamak : Yerinden hiç kıpırdamamak, hiç bir inisiyatif almamak “Doktor Trelawney beni çok düş kırıklığına uğratmıştı. Lekelerinin cüzzam olmadığını bildiği halde, yaşlı Sebastiana’nın cüzzamlılar köyüne gönderilmemesi için parmağını bile kıpırdatmamış olması, alçaklık belirtisiydi..” (I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:46) “ ‘Burada bütün kızlar, bu iç şeyden birini arar,’ diye tekrar söze girdi Vivian, ve Marian onun düşüncelerini okuyabildiğinden emin oldu. ‘Serüven desen, hava o kadar soğuk ki insanın içinden parmağını kıpırdatmak gelmez; üstelik seyahatler yapmak için tek kuruş kalmaz bize.’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:41) “Eğer yalnızca bireyin sezgisi doğruysa, aynı nedenler aynı sonuçları doğurur önermesini kanıtlamak güç olur. Tek bir beden, bir yerde soğuk ya da sıcak, tatlı ya da acı, ıslak ya da kuru olabilir; bir başka yerdeyse olmayabilir. Sonsuz yeni varlıklar yaratmaksızın tek parmağımı bile kıpırdatamazsam, tüm nesneleri düzenleyen evrensel bağı nasıl ortaya çıkarabilirim?” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:293) “... milyonlar gelip geçmiştir cebinden ve o birkaç kırıntı olsun alıkoyabilmek için parmağını bile oynatmamıştır. Ne var ki, kendini her zaman ve hep, bütünüyle ve bütün oyunlara, bütün kadınlara, bütün anlara ve bütün maceralara verdiği için, sonunda en iyi şeyi kazanabilmiştir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:56) Parmağını dokunsa altın olmak : Çok şanslı olmak, her işinde çok başarılı olmak “Stone, ‘Bill’de Midas büyüsü var,’ dedi. ‘Parmağını neye dokunsa altın oluyor.’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:75) Parmağının ucunda döndürmek, oynatmak : İstediği gibi kontrol etmek, manipülasyon yapmak Bk.: Parmağında döndürmek “MAZZINI - Evlilik bu, önceden belli olmaz. Ama bana kalırsa Ellie, onu parmağının ucunda oynatır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70) Parmağını (bile, dahi) kıpırdatmamak, oynatmamak : Yerinden hiç kıpırdamamak, umursamamak, yardıma yeltenmemek “Bu zaman içinde tıraş olmuyor, elbiselerini değiştirmiyor, odasından bir yere kıpırdamayı aklından bile geçirmiyor. Yeni raporunu yazma vakti geldiğinde, parmağını dahi kıpırdatmıyor. Bitti artık, diyor, yerde yatan eski raporlardan birini tekmeleyerek, bunlardan bir tane daha yazarsam allah belamı versin.” (P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:66) “NECMETTİN - Onun boşalan bir zemberek gibi havaya fırlayıp denize atılırcasına camın üstüne atılışı bir türlü gözümün önünden gitmiyor. Kırılan camın şangırtısı hala kulaklarımda. A. HAMLET - Bir ten insan, parmağını dahi kıpırdatamadı.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:115) “BENZER - Ben hastanede, yüzüme onun hatlarıyla estetik ameliyat yaptırmak zorundayken isizn o iyi kalpli Antonio’nuz parmağını oynattı mı, bilmek istiyorum sevgili bayan Rosa. Parmağını oynattı mı hiç? Hayır efendim, oralı bile olmadı!” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:83) Parmağını sokmak : Bir işe el atmak “Tepelilerden biri, ‘Bunlar sizin için akıllı Set Beyinizden geliyor, o düşünüp taşınıyor ve sonra da her şeye parmağını sokuyor!’ diye bağırdı.” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:82) Parmağı olmak : Açıkça bilinmesi tehlikeli olabilecek ya da gizli bir ilgi ile, menfaat sağlayan bir işe bulaşmış olmak “Rollebon’un, Birinci Paul’ün öldürülmesinde parmağı olduğu elbette kabul edilebilir. Nitekim hemen bu ölümden sonra, Doğu’da çar hesabına casusluk yapmak gibi bir göreve hayır demedi, demedi ama Napoléon’a çalışıp Alexander’ı aldatmaktan da da geri durmadı.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:22) Parmak hesabı : Eğitimsizlikten dolayı -ya da küçük meblağlar için pratik olsun diye- ezberden yapılmayan basit aritmetik işlemlerinin, parmakların birer birer sayılması yoluyla saptanması “Bellek dehasına gelince, bazı şeylerden kuşkulanmıştı; her olasılığa karşılık, kızılsaçlı adamın konuşmasını aklında tuttu ve bu konuşmanın içerdiği çeşitli noktaları parmak hesabıyla saydı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:365) “ ‘Dün gece Paris’te ölmüş, cesedi uçakla yollayacaklar, cenazesi dört gün kalacak,’ diye ekledi Julia, sesi zar zor duyuluyordu. Stanley parmak hesabı yapmağa koyuldu. ‘Bu Cumartesi mi?’ dedi gözlerini fal taşı gibi açarak. ‘Düğün günümde, öğleden sonra...’ diye mırıldandı Julia.” (M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:17) Parmak ısırmak, ısırtmak : Şaşırmak, hayretler içinde bırakmak “Bu başarı, Türk halkının çoğunluğunun aslında düşünülmesi bile olanaksız bir toplumda, sınıfsız toplumda yaşadığına inandırılmasını sağladı. Dahası, yine parmak ısırtan (!) başarı sayesinde, sınıfsız bir aydın kesimi bile oluşturulabildi.” (A. Cemal, “ Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:43) “Biçare köylünün dinlerken parmak ısırdığı bu bir yığın saçmalığı hayli güzel yakıştırıyordu kendine. Bunun üzerine köylü, Don Quijote’nin keçileri kaçırdığını anladı ve onun bu bitmek bilmez nutuklarından kurtulmak için, adımlarını hızlandırdı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:34) “O akşam İshak Efendi karısının orospuluğunu mahalleye ilan etti. İddiasını ispat için de Hacı Numan’ı tanık tuttu. Biçare Pesent Hanım’ın böyle bir sapıkkanlığa gereken bir yaş ve güzellikte bulunmadığını kimse insafla düşünmedi. Bütün o semt halkı kadının bu azgınlığına parmak ısırdı.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:361) “Her adam övünecek bir olay biliyordu. Herkes şaşırtıcı durumlarda aklını başına toplayarak parmak ısırtan bir ataklıkla bir haydutu korkutmuş, şaşırtmış ve kıskıvrak bağlamıştı.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Yolculukta”, sa:77) Parmak kadar (çocuk) : Küçük, ufacık tefecik (çocuk) “ ‘... Ağlayacaktım az kalsın. Ben ağlamadım ama başka ağlayanlar oldu. Senin anlıyacağın, yalnız kadınların değil, erkek kadın hepimizin hali harap. O parmak kadar çocuk her şeyi açık açık söyledi.’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:41) Parmaklarının arasından kayıp gitmek : Kontrolünde olmayarak, göz göre göre elinden kaçırmak “Boris kendini bir kenara atılıvermiş hissederek ürperdi ve birden korku, müthiş bir korku içini altüst etti: İhtiyarlamak istemiyorum, istemiyorum. Geçen yıl ne kadar rahattı, böyle şeyleri aklına bile getirmezdi, ama şimdi, korkuyordu: Gençliğinin, parmaklarının arasından kayıp gittiğini her an, her an duyuyordu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:35) Parmaklarının ucuna basa basa (yürümek) : Son derece ihtiyatlı, uyandırmaktan çekinerek (yürümek) “Parmaklarımın ucuna basa basa ilerledim ve dudaklarımı hafifçe, sevdiğim anlaşılmaz kızın alnına değdirdim. Uyanmadı. Ben o gece gözümü bile kırpmadım .” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:52) Parmaklarını (birlikte) yemek : Çok lezzzetli bir yemek yemek (Ellerin dokunduğu o lezzetli yemeklerin lezzetinin parmaklara da geçtiği ima ediliyor) “Dur kedi, dur, sana bir buğulama levrek yapayım da gör, öyle bir buğulama yaparım ki sana, levrekle birlikte parmaklarını da yersin. Türkler, bir yemeğin lezzetini anlatmak için böyle söylerler.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:118) “Benim ‘Akağa’ adında bir döğüş kazım vardı. Bana alışıktı. Çağırsam gelir, verdiklerimi hiç çekinmeden elimden yerdi. Sonra çok faydalı yaratıklardır bunlar... Bir tanesinden, iyi beslenirse, iki, iki buçuk okka yağ alınırmış. Ben denemedim. Bu yağdan çeşitli börekler, tatlılar, hele pirinç pilavı yapılırmış ki parmaklarını yermiş insan...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:74) Parmaklıkların arkasına atmak, tıkmak : Hapse atmak “Sophie içini çekti. Demek ki Fache yalan söylüyor. Sophie nedenini tahmin edemiyordu amd şu noktada asıl konu bu değildi. Asıl konu, Bezu Fache’nin bu gece her ne pahasına olursa olsun Robert Langdon’u parmaklıkların arkasına tıkmak istemesiydi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:93) Parnassus : (YUN.MYTH.,SAN.,EDE.) <Par’ne’sıs) : Yunanistan’da, dokuz güzel sanat mabudesinin meskeni olan Parnas dağı; -belirteç ve isim- Parnassian : Parnas dağına ait; -isim- Şair; XIX. y.y. ortalarına ait Fransız şiir ekol’lerinden birine mensup şair Parodi : (Fr.: Parodie; Ing.: Parody) Gülünç, beceriksiz taklit; ciddi bir oyun-piyes’in bir bölümünü ya da tümünü, aradaki koşutluğu <paralelliği> koruyarak alaya alıp, biçimi bozmadan ortaya bambaşka içerik koymak. Paradist : Gülünç taklitlr yazan kimse Tarihte, Roma’da, Batı Kilisesinin ilk döneminin başlıca ilahiyatçısı olan Aziz Augustinus (İ.S. 354430), özellikle ‘amor=sevgi’ kavramını ele alarak, insanı çelişkili davranışlara ve eylemlere yönelten bu impulse-itilim’i parodik şekillerde sergilemekte gerçekten üstattı “Deborah hastabakıcılardan birinin, geceler boyu bazı hastaların saldırısına uğradığını görüyordu. Saldırganlar her zaman koğuşun en hasta kişileri - iletişim kurulamayan, ‘gerçeklik=realite’den uzak hastalar oluyordu. Ancak, hep aynı insana saldırıyordu. Her zamankinden daha şiddetli geçen bir kavganın ertesi günü bir soruşturma yapıldı. Kavga herkese açık bir meydan savaşına dönmüştü; hem hastalar hem de görevliler yara bere ve kan içindeydi, bu yüzden koğuş yöneticisi herkesi sorguya çekmek zorunda kaldı. Deborah dövüşmeleri izlerken, bir hastabakıcının ayağına takılıp düşmesini ummuştu, o zaman küçük bir ‘aziz Augustinus’ parodisi oynayabilir, sonra da, ‘Eh, ayak orada duruyordu, ama adamı onu kullanmaya zorlamadım. İstenç özgürlüğü var ne de olsa – istenç özgürlüğü,’ diyebilirdi.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:69-70) parol : (HUK.) <pa’rol> : Davada savunma ya da itham yollu söz; sözlü, şifahi; söz; Parole d’honneur : <parol d’onör> : Şeref sözü = Word of honor (İNG.) Parola : Önemli ve gizemli yerlere girmek, sınırdan geçmek için özel olarak söylenmesi gereken anahtar sözcük “Birden, çok önemli bir şeyi unuttuğumu fark ettim. Bir an önce oraya varıp sorunu halletmesinin telaşıyla Eski Sözcüğü söylemeyi unutmuştum. Eski Sözcük, Gelenek’e bağlı tarikatların müritlerin kimliklerini saptayan bir çeşit parolaydı.” “P. Coelho, “Hac”, sa:33) “BURÇLAR ZAMANI Şimdiden yitirdin mi parolayı? Kale kapanıyor, zindan oluyor, Mazgalda şarkısını söylüyor güzel Ve inliyor tutuklu zindanında.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:177) “Yapının, zamanın ve insanların yıprattığı önyüüzü iki klasik diziden meydana gelmiş, devrik konsollar ve meşalelerle süslenmişti. Dinsel resimler çekiçlerle vurula vurula ezilmiş, kapının üzerine kara harflerle Cumhuriyet’in ünlü parolası yazılmıştı: ‘Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ya da Ölüm!’ ” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:9) “YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ V -----------------------------------Ormanın damarları eşiklerinin tüten yıkıntısı üzerinde Damarlarda dolaşan kan. Dinleyin! Yabancı değil bu ayak sesi. Kim var orda? Yamaçta yankılanan o bildik kabaralı adamlar. Köklerin belirmesi taşların arasından. Yaklaşan biri var. Parola. Geç. Bizden biri. İyi akşamlar.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:44) parole : (FR.,KOLL.) <pa’rol> : Verilen söz, edilen vaat; bilhassa esir düşen askerin veya bir mahpusun kaçmayacağına dair vediği söz, parol; (ASK.) : muhafızlara ya da nöbetçilere verilen günlük parola, şifre; -fiil- şeref sözü vermesi üzerine savaş esirini serbest bırakmak; on parole : şeref sözü, ve sık çek-ap’slar, örneğin haftada bir karakola gelip imza-tekmil vermek koşuluyla birinin serbest bırakılması (ceza davası devam edebilir!); Les paroles sont faites pour casher nos pensées : <Le parol son fet kaşe no pan’se> : Konuşma, düşüncelerimizi saklamak için icat edilmişlerdir = Speech- words were invented to disguise our thoughts (İNG.) paronomasia : (OYUN,EDE.,KOLL.,YUN.) <parono’mazya> : Kelime oyunu-Tecnis=Cinas: iki anlamlı söz söyleme parricide : (HUK.,TIP,PSYCH.) <pari’sid> : Kendi has ana veya babsını öldürme; vatan haini Parsayı almak, toplamak : Sokak konseri verdikten sonra para toplamak “Tam o sırada Don Quijote’nin sesi yükseldi: ‘Buraya kahraman şövalyeler,’ diyordu, ‘bileğizin zorunu sınayacağınız yer burası; çünkü yarışmaların bütün parsasını saray yanaşmaları alıyor.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:43) “On altı yıl kadar oluyor. Yunanistan’a gitmek için İskenderiye’den ‘Arcadia’ gemisine binmiştim. Gemide, bir Perulu’yla tanıştım. Sporcu tavırlı bir melezdi. Birinci ve ikinci mevki müşterileriyle teklifsizce vakit geçirerek türlü beden hareketleri yapıyor, ancak sonuçta gülünç denebilecek bir parsa topluyordu. Aslında, acıklı halini bana anlattı: parası yoktu ve benim gibi kamarasız, güvertede yolculuk ediyordu.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Ölümsüzlük”, sa:87) “-Bize gösterilen yere oturarak çalıp söylemeğe başladık. Bir iki fasıl yaptıktan sonra, usta, şapkasını eline alıp parsa toplamağa başladı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:492) parsimonious : (PSYCH.,DAVR.) <parsi’monyus> : cimri, aşırı hasis parson : (HIRİS.,KOLL.) <par’sın> : Bir bölge kilisesinin papazı; vaiz, rahip; ZOO.: siyah tüylü kuş; parson’s nose : tavuğun gerisi; parsonage <par’sınıc> : Papazın evi ya da ikametgahı; (İNG.) Papazın iaşesi (geçinmesi, yiyip içmesi> pars pro toto : (LAT.) <pars prototo> : Bütün için bir parça = A part for the whole (İNG.) Partal : Yırtık pırtık (Genellikle giysi), eski püskü giysili; kılıksız “Heybeden yapılmış partal yelekli, şahmerdan makinesinin silindirine sarılmış demir telin ucuna geçti. Dört hamlacı ise ağır ağır, iskelenin direklerini, sudaki balıkları seyrede ede, eğlene eğlene makinenin kollarına yapıştılar.” (S.F. Abasıoğlu, “Şahmerden”, sa:11) “Şimdi karşısında biri, araştırmalarında kullandığı aleti hiç çekinmeden kapatan bir insan, katiller için tipik olan türden bir pantolon giymişti; bumburuşuk, solmuş kan renginden ötürü kırmızımsı parıltılar saçan, içerden dışarı doğru olmak üzere çirkin biçimde hareketlenen, partal ve yapış yapış, kalın, koyu renkte ve iğrenç bir pantolon.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:436) “Ama değerli parçalar ‘öteki’ torunlara giderken, adaşım yalnızca eskicilerin bile dönüp bakmayacakları kadar partal bir koltuğa layık görülmüş.” (A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:204) “Bir anda mahalle dolup taşıyor. Toz toprak içinde partallara bürünmüş, sakil eteklerinin altına pantolonlar ve ayakkabılar çekmiş, başlarına eski çamaşırlar sarmış kadın grupları. Yüksek sesle konuşup gülüşüyorlar. Arkalarında gene partallar içinde, yüzleri güneşten yanmış çocuklar yürüyor. Ellerinde, tarlalardan aşırdıkları çileklerle dolu plastik torbalar taşıyorlar. Gülmüyor, konuşmuyorlar. Yüzlerini yakan güneş dillerini de yakıp kavurmuş.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:102) “Pavel konuşmayacak, ne yapması gerektiğini ona söylemeyecek. ‘Şu küçücük şeyi al ve onu sev’; bu sözcüklerin Pavel’e ait olduğunu bilse hiç soru sormadan yerine getirirdi söylenen şeyi. Ama değiller. ‘O küçücük şey’: En küçük şey soğukta terk edilmş o köpek mi? Kurtarması, yanına alması ve besleyip ilgilenmesi gereken köpek mi, yoksa köprünün altındaki partal kılıklı, pis, sarhoş dilenci mi?” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:94) “Üstü başı partal, kılıksız insanlara raslamadan iki adım ilerlemenin mümkün olmadığı bir gerçek. Fakat bundan dolayı onları serseri ya da yankesici sanmak hata. Hatta aksine: iddia edilebilir ki, Napoli’de fakir halk, diğer şehirlerdekine oranla daha çalışkan ve işgüzar.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:237-8) “Kimseye kin beslemeden, vicdan utandırıcı anıların yükü altında ezilmeden, bazen herkes gibi olmak için bütün olanaklara ve hatta zevke sahip olduktan sonra bir partal şilte üstünde ölürken çok daha güzel olabilir hayat”..... “Cömertliğe tam bir imanla bağlandığı için hayatın onu en yüce armağanıyla ödüllendirmesi yüzünden Adrian bir partal şilte üstünde yaşayıp ölecek belki de. Ödenir bu. İnsan, kanıyla öder mutluluğu.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:11) “Şahadetparmağını ağzına soktu sonunda, çıkardı: ‘Aha işte böyle çıplak, böyle rut... Yoktur başka Paşa efendi. Senin ellerin öperim. Ayaklarını da... Alma benim elbiseleri... Sen çok büyük bir paşa efendisin. Ne yapacaksın benim partallarımı?’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:132) “Örneğin, Rougier’ler vardı. Yaşlı, partallar içinde, bodur bir çift. Değişik bir iş yapıyorlardı. SaintMichel Bulvarı’nda kart-postal satarlardı.” (G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:22) “Kışın kar yağınca arkadaki bahçe daha bir aydınlanıyor. Uzanıp eteğine batık duvarın, uyuz dalların uğultusunu dinliyor ve yan bahçede oynayan işçi çocuklarını seyrediyor. Gözbebekleri yanaklarına düşmüş, partal giysili cılız çocuklar budalalara özgü bir tatlılıkla konuşuyor.” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:11) “Hayatından memnun olan boynuzlu, çifte boynuzludur, diye alaya alamazdı. Koyu renk gözlüklü genç kız doktorun karısının arkasına geçti, daha sonra sırasıyla oda hizmetçisi, doktorun muayenehanesindeki sekreter, birinci körün karısı, kimliği bilinmeyen kadın geliyordu, en sona da hiç uyumayan kadın geçti, böylelikle, kaba-saba, kötü kokan, partallar içindeki kadınlardan oluşan bir kuyruk çıktı ortaya.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:160) “Hoş, üç dört çift kunduranın içinde bir tane bile işe yarıyanı yoktu. Ama o sırada yırtık, eski ayırmak boşunaydı. Onun için, ayağıma uygun bir çift partal kundurayı giydim.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:134) “...Mrs. Swithin, elinde bir çekiçle girdi ,içeri. Partal bahçe pabuçlarıyla, altındaki zemin kayganmış gibi sarsakça yürüyordu; yaklaşırken dudaklarını büzdü, ağabeyine yan yan güldü. Köşedeki dolaba giderek ondan izin almadan çıkardığı çekiçle -avucunu açtı- bir avuç çiviyi yerine koyana kadar tek söz geçmedi aralarında.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:25) “Bu memlekette olup bitenleri anlamak için, Avusturya vagonlarına ayak basmak yeterdi. Yer gösteren tren memurlarının, açlıktan avurtları çökmüş; üstleri partaldı.”.....“Besin maddelerini satan dükkanların önünde uzun kuyruklarda bekleşen kadın yüzlerindeki sonsuz kederi açık gözle rüyadaymış gibi görmekteydim. Yaslı analar, yaralılar, sakatlar ve bir zamanların bütün karanlık korkunçluğu, parlak öğle ışığında, hayaletler gibi geri gelmişe benziyordu. Partal giysiler içinde yorgunluktan bitkin olarak cepheden dönen yorgun askerlerimizi hatırladım.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:354;538) “İşte bu anda, sonsuz ve kardeşce bir acıma duyuverdim bu iki insana ; içimdeki heyecan göğüs kemiklerimi parçalamış da kanıma sıcak sıcak, duygu karışmış gibi olmuştum. Partallar giymiş şu iki aç oğlanın benden, tokluktan patlıyan bir parazit kişiden istediği, birkaç kron, değersiz birkaç kroncuktu.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:166) Parte-cochere : (FR.,YAPI,KOLL.) <part-ko’şer> : Kapı; araba kapısı –Eski Fransızca, bugün pek kullanılmaz“Sokakta ilerlerken, bir parte-cochere altında soğuktan buz kesmiş, on üç on dört yaşlarında bir dilenci kız gördü. Kızın sırtında öyle kısacık bir giysi vardı ki, dizleri görünmekteydi. Boy attığından, elbisesi kısalmış olmalıydı. Büyümenin insana oynadığı oyunlardan biridir bu, çıplaklığın yakışık almamaya başladığı anda, etek kısa geliverir.!” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:216) parterre : (FR.,BİNA,KOLL.) <par’ter> : Düzgün çiçek ekme bölümlerine ayrılmış bahçe; Tiyatro’da zemin katı, parter; (U.S.A.) : Galeri altındaki yer <Kelimesi kelimesine : ‘topraktan’ İ.E.> parthenogenesis : (BİYO,GEN.,TIP) <par’teno’genesis> : Cinsel birleşme olmadan, cinsel hücrenin gelişmesiyle oluşan doğum Parthénon : (YUN. MYTH.) : Atina’da, Akropolis’in üzerinde bulunan ‘Athena Parthenos tapınağı. Tarih boyunca, Akropolis üzerinde daha birçok Athena tapınağı yapıldı. ‘Perikles Parthenon’u, m.ö. 447-432 arasında, birincisinin temelleri üstünde kuruldu. “Attik’te yaptığım her gezintiden sonra, önceleri neden olduğunu bilmeden, Pathénon’u görmek, bir daha görmek için Akropol’e çıkıyordum. Bu tapınak benim için bir sırdır, hiç bir zaman onu iki defa aynı biçimde göremedim; durmadan değişiyordu; bana öyle geliyordu ki canlanıyor, hareketsiz durarak dalgalanıyor, ışıkla ve insan gözüyle oynuyordu. Ama onca yıl hasretini çektikten sonra, yine ilk kez karşılaştığım zaman, öyle hareketsiz haliyle bana çok eski bir canavarın iskeleti gibi göründü.” (Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:127) particeps criminis : (LAT.,HUK.) <parti’seps kri’minis> : Suç ortağı = An accomplice in a crime (İNG.) particularism : (DİN,KOLL.,FELS.) <par’tikyu’larizm> : Özel bir partiye ya da çıkara, millete kendini vakfetme; (THEO.) Allah’ın inayetinin ancak seçilmiş belirli kimselerle sınırlı olmadığını iddia eden düşünce; ayrıntıcılık merakı; bir İmparatorluk ya da birleşik Cumhuriyette, farklı hükümetleri serbest-özgür bırakan kuram; particularıst : böyle bir kimse parturiant : (TIP,KOLL.,FİG.) <par’tiyu’riınt> : Doğurmak üzere bulunan kadın; FİG.: Bir fikir, plan, sanat eseri ortaya atmak üzere olan kimse; parturition : <partu’rişın> doğum yapma, doğurma parvenu : (KOLL.,PSYCH.,SOSY.,FR) <par’venü> : Sonradan görme (kadın) (parvenue); yeni zengin parvis : (BİNA,HIRİS.) <par’vis> : Katedral ya da kilise önündeki avlu; kilise önünde bulunan direkler veya kemer altı (Yeni Redhouse Lügati) Parya : (HİNT) Hindistanda en alt sosyal klas ahali; Köylü Bk.: Pariah “Sepetleriyle boğuşan solgun ve bitkin görünüşlü kadınlar, ağız kavgası yapıp münakaşa ederken çıkardıkları kulak tırmalayıcı seslerle bir histerinin eşiğinde gibiydiler. Bu yeni ve irkiltici bir fenomen-Yugoslav toplumunun bir parya takımına dönüştürülmesiydi.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa.:37) Pas : (FR.,DAVR.DANS) <pa’> : Adım; dansta bir figür; ileri geçme hakkı; <Fr. gramer : Her yapılmayan hareket-fiil için önce ‘normal’i yazılır, cümlenin sonuna da ‘pas’ konur, bu. fiilin yapılmadığını gösterir (İ.E.) Pas a pas : <pa’za’pa> : Adım adım = Step by step (İNG.) Pasaklı : Giyim kuşamına önem vermeyen, kirli, pejmürde kılıklı kimse “ ‘Sana o değerli kardeşinin sarhoş olduğunu söylüorum.’ Sesi soğuk ve kesindi; dudakları bir makine kalıbı gibi her sözcüğün söylenişini damgalıyordu. Karısı içini çekti ve sessiz kaldı. İri ve sağlam yapılı bir kadındı. Her zaman pasaklı giyinirdi ve her zaman kendi etinin, işinin ve kocasının yükleri ile yorgundu. ‘Bu onun içinde var, sana söylüyorum, babasından almış.’ Mr. Higginbotham suçlamasını sürdürdü. ‘Aynı biçimde bir hendekte kıkırdayacak, bunu biliyorsun.’ Kadın başını salladı, içini çekti ve dikişini sürdürdü. Martin’in eve sarhoş gelmiş olduğunda aynı fikirdeydiler. Güzelliği tanımak ruhlarında yoktu, yoksa o parıltılı gözlerin, parlayan yüzün, delikanlının ilk aşk hayatının belirtisi olduğunu bileceklerdi.” (J. London, “Martin Eden”, sa:39) “Ama toprak sahibi, yüzbaşı karısı Bayan Vitalie, işçi mahallesine, yoksullar arasına taşınmak zorunda kalsa da işçilere ve yoksullara karşı. Çocuklarının, oğullarının bu pasaklılarla oynamasını, konuşmasını istemiyor.” (A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:11) “Yürüdükçe şangırdayan kılıcı ve döküntü kıyafetiyle şu pasaklı herifte, ayakları çıplak ama, bir asker havası var ve adı Baltasar Mateus, Sete-Sois yani namı-ı diğer Yedi Güneş. Jerez de los Caballeros’ta yaylım ateş anında paramparça olan sol eli bileğinden kesildiğinden, orduda artık bir işe yaramayacaktı, atıldı...” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32) “Ginny’yi düşün - o nasıldı? Bugün oldukça pasaklıydı. Saçları taranmamış, düz bir şekilde ayrılmamıştı bile, eski bir blucin, birkaç yerden yamalı gömlek. Geçen hafta orgazm olmaya çalışırken ne kadar kötü bir gece geçirdiğini anlatarak girdi söze.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:42) “Kulağını uzatıp Adele’in koridordaki ağır ayak seslerini dinliyordu. Octave şaşkındı: -Onunla da mı yatıyorsunuz yoksa? Trublot bu kez yadsıma yüreksizliğini gösterdi: -Bu pasaklıyla mı? Hadi canım! Beni kim sanıyorsunuz?” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:113) Pasa-Pasa parola : Danışıklı döğüşme, önceden tasarlayarak ve anlaşarak üstüne oturma “ ‘Göz kırpmıştım. Fakat neyse... Mangırları...’ Birden kendisine gelerek, ‘Mangırları pasa ettiysem’ demekten vazgeçti. Ne olur, ne olmaz, başımızdakilerin işine akıl sır ermezdi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6) Pasaport : Keşifler devrinin sonlarında, takriben XVIII. y.y. ortalarına doğru, gerek ‘millet’lerin ‘devlet’ halinde resmileşmesi, gerekse kıtalar ve ülkeler arası ilişkilerinin gezi-turizm, siyasi, ekonomi, kaçakçılık, uluslar arası anlaşmaların huzur içinde yapılabilmesi için, bir tür resmi ‘izin’ evrak’ının ötesinde, kişinin resmi ve kimliği, devletin İç ve Dış İşleri Bakanlığı bürolarından onaylanmış, mühürlü ve imzalı, küçük defterler halinde sunulan belge. Bugün için, çeşitleri: 1) Diplomatik pasaport <yeşil>, 2) Hizmet pasaportu <gri>, 3) Turistik pasaport <Bordo>. Son günlerde, <Haziran 2013), değişik fiyatlarla 150-500 T.L.’na 10 yıla kadar verilebilmektedir. Bunun yerine, gemi adamlarına: Pasavan -gemi adamı cüzdanı- (Zaten pasaport, ilk kez gemicilerin karaya çıktıklarında: pass-a-porte- : ‘Limana çıkış için pas’= izin sözcüğünden çıkmıştır), Demiryolu ve Hava ulaşım görevlilerine verilen ‘geçiş izni’ ve siyasal mülteci-sığınık’lara verilen ‘seyahat’ belgeleridir. “Fabrice, sediola adı verilen bir çeşit araba kiralamıştı. Bu, kırsal yörelere özgü ve yollu araba sayesinde, beş yüz adım gerisinden annesinin arabasını izleyebildi. Fabrice, ‘casa del Dongo’ <del Dongo ailesi>nin bir uşağı kılığına girmişti, çok sayıda güvenlik ya da gümrük görevlisinden hiçbiri ondan pasaport istemeyi akıl etmedi.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:181) Pasaportunu eline vermek : İlişkisini kesmek, kovmak “-... Dün de işlerin amma tıkırında gitmiş ha! Şu var ki, bir memuriyetin korunması, o memuriyetin ortaya konmasından daha zordur. Gayri ona göre çalışırsın. Benim öğretmenlerim kendi öz kızlarım demektir. İlle velakin gayet ciddi olmalı. Bir tanesi geçenlerde bir halt yiyecek olduydu. Tövbeler olsun, Milli Eğitim Müdürü’ne sormadan pasaportunu eline verdim, kapı dışarı ettim.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:247-8) “Kadınların gözünde artık hikayeler anlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Kontes Curlai pasaportunu vermiş eline. Eskisi gibi bir şarkıcııyı metres tutacak parası da yok.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:155) Pasar a donde nascen las especerias : (PORT,) <Pasar a donde na’sen las espeserias>“Aktarların doğduğu yerden geçmek” : Tarihe adı ‘Denizci Henrique’ olarak geçen Portekiz Prensi Henriques’in, ‘gemiyle Afrika’nın burnunu dolaşarak BAHARAT ADALARI’ <Hindistan ve Çin>na varmak üzere M.S.1400’lerde hazırladığı ve başardığı keşif seyahatinin esas felsefe ve gayesi “ ‘.... Prens Henrique, kendisi asla denize açılmamış olsa da, hayatını bu düşe adamış adamış biridir, tüm çabaları bunun içindir: ‘pasar a donde nascen las especerias’. İtalyan ve Flaman tüccarların o zamanlar altınla tarttığı tarçın, karabiber ve zencefil’in yetiştiği Hint ve Baharat Adaları‘na ulaşmak. Osmanlılar, en yakın yol olan Karadeniz yolunu ‘Rumiler’e -yani gavurlara- kapatmış ve bu verimli ticaret kapısını kendi tekeline almıştır. Batı’nın düşmanlarını arkadan vurmak, hem karlı hem de Hıristiyanlığa yakışacak türden bir Haçlı Seferi sayılmaz mıydı? Gemiyle Afrika kıtasının etrafını dolaşıp Baharat Adaları’na ulaşılamaz mıydı? Eski kitaplarda yüz yıl önce Kızıldeniz’den yola çıkıp iki yıllık bir seyahatin ardından Afrika’nın etrafını dolaşmak suretiyle Kartaca’ya dönen bir Fenike gemisinden söz edilmiyor muydu? Bu işi bir kez daha yapmak mümkün değil miydi?’ .............. Yaşlı bilginler, ekvatoru geçmeye yönelik her türlü seyahatin olanaksız olduğunu iddia ederler, düşüncelerini desteklemek amacıyla ilkçağın bilgeleri Aristoteles, Strabon ve Ptolemaios’un görüşlerini öne sürerler. Onlara göre, dönence yakınlarında deniz durgunlaşmakta, ‘mare pigrum’ <LAT.: Durgun deniz> olup çıkmaktadır. Üstelik, gemilerin burada, dik gelen güneş ışınlarının etkisiyle tutuşma ihtimali vardır. Bu bölgede kimse yaşıyor olamaz, değil ağaç, tel bir çalı bile yetişemez. Denizciler açık denizde eziyet çekecek, karadaysa açlıktan ölecektir.’..... Ancak, Büyük Coğrafyacı İidrisi, güneyde, ‘Bilad Ghana’ <Gine> adında verimli toprakların olduğunu uzun zaman önce keşfetmiştir. Mağribiler kervanlarıyla çölden geçerek buraya gelmekte ve kendilerine siyah köleler almaktadır.... Yeni keşfedilen gereçlerle enlemi saptamak mümkün olduğundan ve Çin’den getirilen mıknatıs iğnesi sürekli kutbu işaret ettiğinden, Afrika kıyılarını baştan sona cesaret edilebilir. Daha büyük, açık denizlere daha dayanıklı gemiler inşa edilirse, bu seyahat göze alınabilir. Prens Henrique’in emriyle büyük cesaret sınavı başlar <ve başarır da!...>” (S. Zweig, “Americo”, sa:23) Pas de nouvelles, bonnes nouvelles : (FR.,KOLL.) <pa dö nuvel, bon nuvel> : Hiç haber yoksa, iyi haber demektir = No news is good news (İNG.) Pas de rose sans épines : (FR.,ÇİÇEK,KOLL.) <pa dö roz san z’epin> : Dikensiz gül olmaz = There is no Rose without its thorns (İNG.) Paskal, paskallık : Soytarı, güldürücü kimse; Soytarılık, milleti gülmekten kırdırma sanatı “ ‘Kendinizden utanmayın, hepsinin başı bu!’ derken adeta içimi okudunuz. Bir toplulukta hemen daima herkesin beni paskal olarak gördüğü duygusuna kapılşıyorum. O zaman, ‘Pekala, öyleyse ben de paskallık edeyim’, diyorum. Vızgelir hakkımda düşündükleriniz… Çünkü sizler benden daha aşağılıksınız! Bunun için paskalım; utancımdan paskalım, yüce Staretz…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:59) “Amanın dostlar, bu köçek Şevki ile ağabeysi Paskal Muharrem öyle insanlar ki, ölüyü bile gülmekten katıltıyorlar. Hele Muharrem, görseniz o gün, denizin üstünde ve Kağıthane’de neler, ne paskallıklar yapmadı?” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:191) Paskalya : (Yun.) Her yıl, 14 mart’ı izleyen pazar günü, Hıristiyanların ‘Hz. İsa’nın diriliş günü’ olarak kutladıkları dini bayram “Büyük Perhiz gelmiş, onu Paskalya izlemişti; tarlalarda geziniyordum. Dünya cennet, toprak yemyeşil olmuştu; Olympos’un karları güneşte parlıyordu; kırlangıçlar geri dönmüş, havada, dokuma tezgahının mekikleri gibi ilkbaharı dokuyorlardı. Küçük beyaz ve sarı yaban çiçekleri ufacık başlarıyla toprağı kaldırıyor, onlar da yukarıki dünyayı görmek için güneşe çıkıyorlardı. Herhalde biri üzerlerindeki mezar taşını kaldırıyor da canlanıyorlardı. Biri ama, kim? Mutlaka Tanrı... Ve yüzleri sayısızdı; bazan çiçek, bazan kuş, bağ filizi ve bazan buğday...” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:233) “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) pasqueflower : (BOT.,DİN) <pask’fla’vır> : Paskalya çiçeği, rüzgar çiçeği; ‘Pulsatilla’ Paso : Hepsi bu! Benden bu kadar! Yeter! (Argo); Tramvay, tren, otobüs gibi nakil vasıtalarında ücretsiz geçmeyi sağlayan ‘pas’ = vesika “POZZO - Onu tutmanız gerek. (Susar.) Hadi hadi kaldırın şunu. ESTRAGON - Benden paso. VLADIMIR - Hadi, bir kere daha deneyelim.” (S. Beckett, “Bütün Oyunları: 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:78) “Dadal Efendi, Galata Köprüsü’ne çıkınca, Fatih-Harbiye tramvayının kırmızı arabasını bekledi. (Kırmızı Çünkü pasolu olduğundan aşağıya binmez. Birinciden aşağıya binmemek ayrıca Saray zagonudur. Evet, Dadal Efendi, hem birinciye bindi, hem de önden bindi, ‘Merhaba’ deyip vatmanın yanında durdu.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:53) arabalar birinci, yeşiller ikinci mevki arabalardı!) Paspas : Kolaylıkla elde edilebilen, üstüne basılıp ya da izin almadan geçilebilen kimse “Therese, para destesini havaya kaldırdı; ‘İşte aldım!’ Yeni erkeği, bu paraya hayran kaldı, ama başını iki yana salladı. Therese bir yanıt istiyordu, ‘Hakkım yok mu buna? Hakkım yok mu buna?’ dedi. ‘Beni paspas mı sandındı?’ diye yanıtladı onu kapıcı. ( E. Canetti, “Körleşme”, sa:325) Passagagli(o)a : (ITA., SPA: pasacalle, pasacalle, pasar=yürümek; calle=sokak, puseo=sokakta yürümek, gezinti- promönad). Fr.: passacaille, passecaille. XVII. y.y.’da İspanya’da başlamış <Floransa, G. Montesardo, 1606) bir bas org-gitar melodisi, üç zamanlı bir dans havası; anahtarlar: Si bemol, mi bemol. Notalar birbirlerinden çok aralıklı, örneğin bir cümle, ortalama 75 cm. aralıklarla dört notadan oluşurdu. Erken Barok müziğini kısmen etkilemiş, Almanya, Fransa’ya ‘ritornellos’=dönüşler halinde yayılmıştı. Bugünün Latin Amerika’sının Folk danslarında hala gözükür. (İ.E.) “Ancak eve dönerek akşam yemeğini yiyip odamda bir başıma oturduğum zaman aklıma geldi, dostumdan ne Abraxas <Tanrı-Şeytan alaşımı> ne de Pictorius’la <metin’deki başrahip tabelasındaki isim> ilgili bir şey işitmiştim. Zaten bütün konuştuklarımız üç-beş sözcüğü geçmemişti. Ama onunla evlerine gitmek, onunla beraber olmak çok sevindirmişti beni. Bir dahaki sefer bana eski org müziğinden çok seçkin bir parça, Buxtehude’nin <Dietrich Bextehude (1637-1707); Germ. Besteci, organist. Bach’ın ilham kaynağı olmuştur> bir passacaglia’sını çalacağına söz vermişti.” (H. Hesse, “Demian”, sa:134) passé : (FR.,KOLL.) <pa’se> (dişi: passée) : geçmiş, mazi; modası geçmiş, ‘o iş mazide kaldı!’ passementerie : (FR.,GİYSİ,KOLL.) <pas’mentri> : Sırma veya dantela ya da boncuk gibi elbise süsü passe partout : (FR.,ALET,KOLL.,SAN.) <pas partu> : Bir binanın bütün kilitlerini açan tek anahtar; kağıttan yapılmış camlı hafif resim çerçevesi ^ Pas si bete : (FR.,KOLL.) <pa si bet> : O kadar aptal değil = Not so stupid (İNG.) passim : (LAT.) <pa’sim> -belirteç- Bir çok yerde, bir çok yerlerde (FR.: here and there, partout)-İ.E. Passover : (DİN.MUS.) <pa’sover> : Musevilerin, Mısır’dan çıkışlarını anmak amacıyla her yıl 14 nisan’da yedi gün süreyle kutladıkları h a m u r s u z b a y r a m ı (fısıh); bu bayramda kurban olarak kesilen kuzu. Yedikleri genel şey, ‘mayası olmayan’ ince, bisküi gibi mayasız çörektir. Password : (İNG.) <pes’wörd> : Şifre, parola Pastıra : Kumar arzuzuyla oynanan bir kağıt oyunu (Argo) “Cami duvarı dibindeki Küllük kahvesi yükünü tutmuş... Kahve, çay içen hamgisi, gazos, ayran içen hangisi... Şurda tavlaya kapanmış tavlacılar, cahar (cıhar-dört) atıp şeş (altı) oynamak çabalamasında... Beride pastıraya, cimdallıya, altmışaltıya, başkaca pikete, prafaya ve de dört başlı dominoya yumulmuş kumarcı takımı...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56) Pastırmasını çıkarmak : Pestil edinceye kadar dövmek “Yukarıya doğru baktım. Herif yumruklarını aşağıya doğru sallayıp duruyordu. Yanımdaki vapurcuların kamarota yardım etmeyeceklerini bildim; herifi yine pataklar, pastırmasını çıkarırdım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:475) “-Şimdi senin pastırmanı çıkarırım, dön! - diye kızan subay askere bağıırdı - Yükünle beraber geri dön.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:388) Pastırma yazı : Güz ya da kışa doğru, kısa süreli sıcak, yaz havası “HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA 2-Akşam gezintisi ---------------------------------Mahallenin kedileri kasabın kapısında ve üst katta kıvırcık karısı yerleştirmiş pencerenin pervazına memelerini akşamı seyrediyor. Alaca karanlık, tertemiz gökyüzü, duruyor orta yerinde çoban yıldızı bir bardak su gibi pırıl pırıl. Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı, dut ağaçları sarardıysa da, incirler hala yeşil.” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:29) pasticcio, pastiche : (RES.,MUS.,SAN.,KOLL.,İTA.,FR.) <pas’tiço, pas’tiş> : Çeşitli eserlerden alınarak yapılan müzik ya da resim kompozisyonu Pas tutmak : Uzun süre çalışmamaktan dolayı yeterince etkili olamamak, tam hızını alamamak “HAMLET - Ben orada iken gördükleri itibarı hala görüyorlar mı? Yine o kadar rağbetteler mi? ROSENCRATZ - Yok, nerde, hiç değiller. HAMLET - Ne oldu? Pas mı tuttular?” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:65) Paşa; Paşa baba : Osmanlı İmparatorluğumuzun bir kültür mirası olarak, çok zeki ve çalışkan çocuklar için, iyi niyet elçisi olarak, “Sen ilerde, büyüyünce Paşa olacaksın!” temennisinde bulunurlardı; Osmanlı devrinde gerçek paşa olan baba; Gerçek paşa olmasa da ‘paşa’ gibi hareket eden, sevecen ve eli açık, her masrafı karşılayan, alicenap baba ya da kayın peder “-Biz balıkçıyız, arabacı değiliz kızım. Paşababanınki gibi atımız yok ki yelesi olsun. -Bırak şu tuluat ağızlarını. -Yalan söyleme, bayılırsın a... Ama ufak yollu biz de taş mektep gördük. Olmazsa sorduk araştırdık...” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:12) “Sara’dan Adnan Paşa’ya Mektup: Benim bir yanecik paşa babacığım, Annemle yol hazırlıklarımızı bitirdik. Bir haftaya kadar İstanbul’dan hareket ediyoruz. Seni göreceğim için ne kadar sevindiğimi bilemezsin.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:7) “İTİRAF III Anam, Ben topaç çevirirken sokakta, Benim güzel oğlum Paşa olacak derdi... Halbuki ben hala Topaç çeviriyorum sokakta.” (Rüştü Onur<1920-1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:530) Paşa gönlün dilerse, isterse : (Kibar lisanında) Gönülcüğün arzu ederse “İlk günlerim altın ve gümüş kadar parlak geçti. Birkaç saat gibi kısacık bir sürede dünyaya gelen Edward Pinkhammer bağsız bir yaşam sürmeninin zevkini tattı..... güzel kızlar, neşeli müzik ve insanlığı acayip ve anlamsız abartılarla alaya alan öykünmeler ülkesine uçtu. Zaman ve mekanla, toplum bağlarıyla bağlı olmadan şuraya buraya, paşa gönlünün istediği yere gitti.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:35) “-Gazetemizin yarınki başlığı... Denemedik şimdiye kadar renkli başlık basmayı... Fırsatını düşüremedik... -Olur mu renkli! Nasıl olur? -Basbayağı... Paşa gönlün dilerse, renkli yaparız ki, baş harfleri kırmızı... gerisin mavi yaparız...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:32) Paşa hatun : Paşa’nın hanımı “Ağlayıcılar mersiyeler söylediler. Çelebi hazretleri, Paşa hatunun cenazesinin bulunduğu odaya girip büyük heyecanlar gösterdi. Paşa hatun tahtın üzerinde uyumuş gibi yatıyordu. Onu kucaklayarak günahını affetti ve af dileyip şu rubaiyi söyledi: ‘Ecel kılıcına karşı bütün siperler hiçtir. Bu ululuk, bu gümüş ve altınlar hiçtir.’ ‘Ecel, dermanı olmayan bir derttir. Şah ve vezir de onun fermanı altındadır.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:293) Paşa oğlu, Paşa oğul : Gerçek Osmanlı Paşa’sının ya da Cumhuriyet döneminde, sonradan görme zenginlerin şımarık yetiştirilen öğulları; Küçücük oyun çocuğuna sarfedilebilen sevgi sözcüğü “Zeki İloş, ‘Hasan Abi’sinin de olayı gördüğünü ve hatta onu kurtarmak için koştuğunu söyleyince, anne Hasan’ı sorguya çekmiş ve ‘evet öyleydi, hanım anne’ yanıtını alınca, tatlı bir sesle paşa oğluna’... Sevgilim... Bir daha böyle soğuk şakalar (?) yapma emi?’ diye şakıyıvermişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:166) Paşa paşa oturmak : Sesini, sadasını çıkarmadan, usluca oturmak (Tersi: Hanım hanımcık oturmak) “Oğlum, madem tüccarsın İstanbul’da paşa paşa otur, işlerini yürüt, o lokum gibi karının yatağını boş koyma! Hayır, olmaz! Buraya gelip ağlayacak!” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:353) Paşmina : (GİYSİ) İnce yün ya da sentetik materyalden yapılan, ipekle de karıştırılabilen, boyunu örtmek için kullanılan bir tür şal “23 Şubat sabahı yağmur daha da kuvvetli, hava da inanılmaz derece soğuktu. Yün kazak, üstüne de kalın bir manto giymeme ve boynumu lila rengi paşminayla örtmeme rağmen, üniversiteye gidene kadar içim titredi. Üstelik şapka da giymiş, şemsiyemin altına sığınmıştım.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:74) Pat, Pat diye, Pat pat, Pat-patlamak; Pattadak, Pattadanak (vurmak) : Hemen şimdi, hemen sonra; Yassı (burun); Birdenbire sabahsız selamsız, tepeden inme, beklenmedik bir şekilde; Monoton bir şekilde, bir tahta ya da metalin bir başka cisme çarpmasının oluşturduğu ses; Elle ya da raket gibi bir alet kullanarak, yastık, minder, halı gibi şeylerin tozunu alma “Golf arabasının farlarından çıkan ışık beton duvarlarda kayıyordu. ‘Ana veri bankasında bir virüs var,’ dedi Brinkerhoff pat diye. Susan, ancak duyulabilir bir sesle, ‘Biliyorum,’ diye karşılık verdi. ‘Yardımınıza ihtiyacım var.’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:373) “Kien’in, ‘Sizde kaç para var?’ sorusu ağzından çıktığı an, Fischerle pat diye bulutlardan indi. Dişlerini birbirine kenetledi ve sustu - yanlış anlaşılmasın, iş gereği böyle davranıyordu, yoksa ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösterirdi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:258) “Çocuğun ana-babası oğullarının ‘hiperaktif’ olduğunu bildirmişlerdi; çocuk yerinde duramıyor, sürekli hareket ediyordu. Öğretmenleri de onun son zamanlarda okulda rahatsız edici davranışlarda bulunduğunu söylemişlerdi; çocuk derste kimseyi beklemeden yanıtları pat pat söylüyor, diğer öğrencileri rahatsız ediyor, izin almadan yerinden kalkıyordu.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:46) “Baştan talih güleryüz gösterir gibi oldu: gelişi haber verilir verilmez içeri alındı. ‘Sanki bekliyormuş beni…’ diye geçti Mitya’nın aklından. Salona girince ev sahibi koşar adımlarla içeri daldı, pattadak, onu beklediğini müjdeledi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:35) “DELİ -... Tamam... sana hazırlar, yollarız... Sorgu tutanaklarının kopyalarını da... var, var hepsi burada arşivde. Tabii, ikiniz de bunu doğru düzgün hazırlamak zorundasınız. Yargıç dedikleri gibi; pattadanak gelirse...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:17) “ELIZABETH - Tamam işte... buraya gelip, beni pis kokulu şeylere buluyor... yirmi dakika öyle bekletiyor... kokudan kimsenin yanına yaklaşamazsın... herkes, ‘Ah ne kadar gençleşmişsin,’ deyip pat bayılıyor...” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:26) “Zihninden ardı ardına geçen bu düşüncelerden sonra, şöyle bir soru sordu: ‘Komutan infaz sırasında hazır bulunacak mı?’ ‘Kesin değil,’ dedi subay, bu pattadak soru karşısında çok rahatsız olmuş ve yüzündeki dostça ifade kayboluvermişti.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:39) “Kum rengi geniş L kanapenin yastıklarının kabarıklığını yumruklarıyla patpatlayarak aldıktan sonra arkasına yaslanıp iyice kanapeye yerleşti, evin sessizliğini dinledi. Bu sessizlikten içini yatıştıracak bir dinginlik duygusu almayı umdu. Halbuki bu kez ürkütücü, sinsi, ölü bir şey vardı bu sessizlikte. Sessizlik kendisine yardım edeceğe benzemiyordu. Dışarıda da çıt çıkmıyordu.” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:56) “Pasajdaki birçok meyhane günün bu saatinde yalnızca birkaç müşteri ağırlamakla birlikte, belli ki asıl geceye hazırlanıyor; garsonlar, komiler ‘müşterinin yanında ayıp olur,’ demeden temizlik yapıyorlar etrafta; kapı önlerini süpürüyor, orayı burayı siliyor, ıvır zıvır pat-patlıyorlar.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:273) “Kürkünün yakasını kaldırdı, dikkatle kulak kabarttı. Fırtınanın uğultusundan, oklara pat pat vuran atkının çırpınışından, kızağın önünü döven karların hışırtısından başka ses işitilmiyordu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56) “Tenekeden, yuvarlak bir şeyin, bir teneke kutunun kapağı diyelim, elinizden kayıp düştüğünde, bunun nasıl bir gürültü çıkarttığını hemen hemen herkes bilir. Kapak, hiç de büyük gürültü çıkarmaz, pat diye düşer, yuvarlanır...” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:197-8) “Peder Antonio bir kere daha sümkürdü. Ta kendisi, dedi, ya sen Pereira, sen ne diyorsun bu işe? Böyle pat diye sorarsanız ne diyeceğimi bilemem, diye yanıtladı Pereira, o da Katolik ama farklı bir cephe almış, seçimini yapmış. Nasıl olur da pat diye bir şey söyleyemezsin Pereira, diye haykırdı Peder Antonio, şu Claudel orospu çocuğunun teki, işte o kadar.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:114) “Kürkünün yakasını kaldırdı, dikkatle kulak kabarttı. Fırtınanın uğultusundan, oklara pat pat vuran atkının çırpınışından, kızağın önünü döven karların hışırtısından başka ses işitilmiyordu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56) “Yaşamöykücümüz şu anda örtbas edeceğine açıkça söylemesi belki de daha hayırlı olabilecek bir sorunla karşı karşıya. Orlando’nun yaşamöyküsünü anlatırken şu ana kadar özel gerekse tarihsel belgeler yaşamöykücünün başlıca görevini yerine getirmemizi; yani sağa sola bakmadan, çiçeklerin çekiciliğine aldırmadan; gölge mölge demeden; pattadak mezara düşüp başımızın üstündeki mezar taşına ‘son’ yazılana dek sistemli bir biçimde, hiç durmadan gerçeğin silinmez ayak izlerini izleyerek yürümemizi mümkün kıldılar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:50) “Gelgelelim oda boştu, tertipli, temizdi, aylardır yatan olmamıştı orada – kullanılmayan yedek bir odaydı. Tuvalet masasının üstünde mumlarıyla. Yatak örtüsü kırışıksızdı. Mrs. Swithin, yatağın yanında durdu. ‘İşte burada – evet bu yatakta,’ örtüyü patpatladı hafifçe, ‘doğmuşum ben. Burada.’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:66) Pataklamak, Pataklanmak : Dövmek; Dövülmek (Argo) Bk.: Patlatmak “O zaman Coco yürüdü. ‘Dur, biraz dur,’ dedi. Öteki de, ‘Ne var?’ dedi Coco da o zaman, ‘Seni pataklayacağım,’ dedi. ‘Beni mi pataklayacaksın?’ O zaman elini arkasına attı. O zaman Coco, ‘Elini arkandan çek, çünkü 6-35’i kaparım, ama gene de dayağı yersin.’ ” (A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:55) “Kadını, her yanını kanatıncaya kadar dövmüş. Önceleri onu dövmezmiş. ‘Pataklardım, ama sanki okşarcasına. Biraz bağırırdı. Pancurları kapardım ve iş her zaman olacağına varırdı.’ ” (A. Camus, “Yabancı”, sa:36) “Burada bir rezalet kopmuş, yemeği kimsenin düşündüğü yok. İster misin başrahibi pataklamış olsunlar? Yahut kendileri dayak yedi. Değerdi doğrusu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:124) “FAUST - Bak şimdi, iyice pataklanan ve didiklenen uğursuz anka kuşu, nasıl bu işten zararlı çıkıyor ve o aslan kuyruğu sarkık bir halde, tepedeki ormana düşerek, gözden kayboluyor.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:274) “TRAPPOLA - İşittiniz mi? Karı koca beraber oldukları zaman onları yalnız bırakmalı. D. MARZIO, kendi kendine. - Benim gibi bir adama ha? İçeri girilemez, ısrar etmeyin. Benim gibi bir adama ha? Susacağım, konuşmayacağım, onu pataklamayacağım ha? Alçak! Bana? Bana ha? (Gezinerek.) Kahve getirin bana. (Oturur.)” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:106) “Delikanlı: -Ne halin varsa gör! deyip geri döndü. -Hey, dur hele! Seni kim ıslattı böyle? Fena pataklamışlar ulan...” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:62) “... ‘Kereta’ diye bağırdı. ‘Eriklerimin nereye uçtuğunu, karanlıkta sepetlerinden avuç avuç yok olan mercimeklerin, arpaların nereye gittiğini şimdi anladım. Gösteririm şimdi sana ben.’ Gerçekten de beni pataklamak için üstüme yürüdü.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:48) “Her şeyde ödülle cezayı, tatlı ile acıyı tartardı. Mesela ağaçta koparılması yasak yemişler var, bu yemişleri çalıp da yemenin bir tadı var. Bundan dolayı da bir ödüldür. Hırsızlık sırasında yakalanırsa pataklanacak. Şimdi bu dayağın acısıyla yemişin tadını kafasında karşılaştırır. Hangi taraf üstün gelirse onu yapar.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24) “Aslında baş garson O’Rafferty kendisini ‘garson’ diye çağıran üç kişiyi bir güzel patakladıktan beri kahvedeki sanatçılar bu sözü kullanmaktan çekiniyorlar. Şu sırada kentte serseriler kol geziyor zaten...’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:171) “Hakkı Bey, öfkeden dudaklarını ısırmaya başladı: -‘Vay insafsız herif, vay...’ diye söyleniyordu. ‘Kadın dövmek, kadın dövmek... İşte bu hafsalamın alacağı bir şey değildir. İçimden ne gelir bilir misiniz? Şimdi bizim neferi çağırmak, bu adamı bir ağaca bağlatıp kalın bir sopa ile canını çıkarıncaya kadar pataklamak...’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:71) “Fakat ben Salih Ağa’yı, pestili çıkıncaya kadar pataklamak hıncı içinde kendimden geçmiş bir halde idim.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:166) “Peki Rana, sen şimdi git bakalım, bir çaresine bakarız!... -Nasıl çaresine? O sulu oğlan, ya kızı yolda çevirip pataklar, yahut yaralarsa?... -Burası dağ başı mı yahu, hiç böyle şey olur mu? -Ey, olur, olur! Neler oluyor ki... Zaten onun sarhoşluğu çok çamurdur. Ona sebep, sana çok yalvarırım; bir zaman ne Emine seni görsün ne de sen Emine’yi!...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:268) “BRIGITTE - Bu ha? EVE - Evet, o! Haydi Ruprecht! Dün senin Eve’nin yanındaki o idi! Haydi! Yakala! Bu sefer canının istediği gibi patakla!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:88) “Altını çizerek söylüyorum ki, bizim serviste, pek çok kaba kuvvet gösterisi vardı ve çoğu da, sakin bir yer olan ‘en arka’da icra edilirdi. CLD’den ayrı bir yere konmakla, haykırışlarınızı hiç kimse işitemezdi. Ama, herkes ne olup bittiğinin farkındaydı. Tuhaf olan şey şu idi ki, bu yalıtılış yerde bir güzel pataklandıktan sonra size hala yirmi sigaranızı verirlerdi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:94) “LISETTE - Ya siz, dostum? CHRISTOPH - Ben, ben de onunla birlikte firardayım..... Ne yapabilirdik ki? Düşünün hele; genç, şımarık bir züppe bize hakaret etti. Beyim de tuttu onu devirdi. Başka türlü olamazdı! Biri bana hakaret ederse, ben de ederim, ya da pataklarım. Namuslu biri böyle bir şeyi sineye çekemez.” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:50) “Ola ki siz, gecenin tam ortasında birinin bağırıp sızlandığını işitirseniz, o zaman hemen koşup hırsızı yakalayın ve bir temiz pataklayın.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:93) “-Uyuyamıyorum. -Neden? -Öfkeden kuduruyorum. -İyi ya, dedi Mathieu. Bunda kötülük yok, çok sağlıklı bir şey bu. -Öfkeden kudurduğum zaman, dedi Pinette, birini pataklamalıyım. Pataklamazsam, hırstan geberirim böyle.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:91-2) “Ertesi gün alfabe aracılığıyla yapılan söyleşide Clélia, Fabrice’e çıkışmadı; ona zehir tehlikesinin azaldığını bildirdi. Barbone, cezaevi müdürü sarayındaki mutfak hizmetçilerine kur yapan adamların saldırışına uğramış, neredeyse ölesiye bir temiz pataklanmıştı. Hiç kuşkusuz bir daha mutfakta görünmeye cesaret edemezdi. Clélia bir de, onun uğruna babasından panzehir çaldığını itiraf etti. Bunu da Fabrice’e gönderiyordu. Önemli olan, şimsdilik içinde acayip bir tat bulunacak her türlü yiyeceği hemen geri çevirmekti.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:382) “Nihayet sabah olmadan, herkes daha uykudayken kalkıp kaçmaya karar verdim. Çünkü beş zırtapoz adamla dört kadın ve iki çocuğun hep birden başıma çullanıp beni pataklamaları hiç işime gelmiyordu.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:494) “ ‘... Sonuçta hayvanlar bizim hatunun bahçesine girmişler, yeni diktiği sebzelerin hepsini ezmişler. Bir hengamedir kopmuş. Bizim hanım durur mu, tavukları sopayla kovalayıp bir güzel pataklamış; ben eve vardığımda iş çığrından çıkmıştı. Ben de balıklama daldım kavgaya. Sonunda karakola düştük.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:108) “Candide’in külahıyla Sanbenito’sunda, tersine fışkıran alev resimleriyle kuyruksuz ve ayaksız şeytan resimleri vardı. Buna karşılık Pangloss’un şeytanlarının ayakları ve kuyrukları vardı, ayrıca onun alevleri dikineydi. Bu kılıklarıyla alay halinde yürüdüler ve çok dokunaklı bir vaazla onun ardından çok sesli söylenen güzel bir ilahi dinlediler. Candide, ilahi sylenirken müzikle pataklandı.” (Voltaire, “Candide”, sa:32) “Girdiler, sokaklardan geçtiler, çarıkçıların sokağından geçerken Genç Balıkçı bir su küpünün yanında bir çocuk gördü.. Ruhu, ‘Çocuğu patakla.’ dedi. Balıkçı ağlatıncaya kadar çocuğun pestilini çıkardı.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:75) “İşçiler bir yandan kazma sallarken, bir yandan da uzaktan uzağa onların konuşmasına kulak kesiliyorlar; içlerinden ekip şefi kötü bir oyun peşinde olmasın, diye geçiriyorlar. ‘Bir ekip şefinin bir işçi tarafından pataklanması ilk defa olmuyor ki...’ ” (K. Yacine, “Nedjma”, sa:14) Patakoz : Bütün para, bozukluk olmayan para, örneğin beş kuruş. Kaygılı’ya göre, Patakoz ve Oski (Lira, papel>sözcükleri asıl kerizci ağzıdır; sünnet düğünlerinde filan çalgı çalanlar, karagöz, orta oyunu oynatanlar bunları çok kullanırlar. “... Galata meyhanelerinin ağza alınmaz argosu ile açar ağzını, yumar gözünü. ‘Ulan, köpoğlu, der, yarım papel beş saati? Saati eder on patakoz. Sen aklını peynir ekmekle mi yedin? Sandal su içinde be!.. Çık iki papeli! Gözünü oyarım vallahi, kereste!..’ ” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85) “Şüphesiz, bu işin içinde Etem’in de parmağı vardı. Köpoğlu herifin, kendi başına benden sızdırdıkları yetişmiyormuş gibi, şimdi de Gülizar’la bir olup ve onu alet ederek beni adamakıllı vurmak istiyordu. ...... Kızın ağzına bir iki parmak bal daha çaldıktan sonra cebimden iki gümüş çeyrek çıkarıp uzattım: -Hele sen şimdi şu iki patakozu al, kulübene git; ben seni yine bir gün çağırır, o gün de seni ayrıca memnun ederim!” (O.C.Kaygılı, “çingeneler”, sa:176) Patakuta : (ANTHROP.) Osmanlı devri tulumbacılarının giysilerinden: kollu yelek “(Tulumbacılarda) mintanların yakası düz yapılır, tulumbacı ağzı ile Patakuta denilen kollu yelek şeklinde bir şeydir. Mintanların ilk bakışta hangi semtin olduğunu ayırt etmek için kendilerine mahsus işaretleri, alameti farikaları bulunurdu. Omuzlarına dikilen apuletlerde de mensup <ait> olduğu tulumbanın tepeliğindeki resim, şekil yahut da bir yazı bulunurdu.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:73) Pata küte : Bağıra çağıra, ite kaka (Argo) “DELİ - Söylentiye göre, anarşistin son sorgusu sırasında, geceyarısına birkaç dakika kala, buradakilerden birinin sabrı tükenmiş ve anarşistin boynuna ağır bir darbe indirmiş..... Ben tutayım mı? Sen tuttun mu? Derken, pata küte aşağıya...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:67-8) Pataren düşünce, Patarenler : (DİN) Hıristiyan Katoliklerin bir dalı. Brescia’lı Arnaldo tarafından kurulmuştur; taraftarları daha ziyade yoksul ve güdülmeye muhtaç kısımdan oldu “ ‘.... Breschia’lı Arnaldo’nun yaydığı düşünce: Roma’da iki yüz yılı aşkın bir süre önce, kırsal yığınları soylularla kardinallerin evlerini yakmadı mı? ‘Arnaldo, belediye başkanlarını reform hareketine çekmeye çalıştı. Onu izlemediler, o da yoksular ve dışlanmışlar arasında destek buldu. Onun daha az yozlaşmışş bir kent çağrısına şiddet ve öfkeyle cevap vermelerinden o sorumlu değildi. ‘Kent her zaman yozdur.’ ‘Kent bugün sizin, bizim çobanı olduğumuz, Tanrı’nın kulları’nın yaşadığı yerdir. Zengin din adamlarının, yoksul ve aç insanlara erdem üzerine vaaz verdikleri bir rezillik yeridir. Patarenlerin çıkardıkları karışıklıklar, bu durumdan doğmuştur. Hüzünlüdür Patarenler, ama anlaşılmaz değildirler. K a t a r’lar daha başkadır Onlarınki, Kilise öğretisinin dışında bir Doğu sapkınlığıdır..... Evliliğe karşı olduklarını, cehennemi yadsıdıklarını biliyorum...... ‘Katar’ların Pataren’lere karışmadıklarını, her ikisinin de yalnızca aynı iblisçe görünümün sayısız yüzlerinden ikisi olduklşarını mı söylüyorsunuz?’ ‘.... Bazı insanların çoğu kez, öğretiler konusunda fazla bir şey bilmediklerini söylüyorum. Çoğu zaman basit insan yığınlarının, Katar öğretisini Pataren’lerin öğretisiyle, bunu da genellikle Tinciler’in öğretisiyle karıştırdıklarını söylüyorum..... Hastalık ve yoksulluk altında ezilmiştir onların yaşamı, bilgisizlikle dili bağlanmıştır. Birçokları için bir sapkın gruba katılmak, çoğu kez kendi umarsızlıklarını Haykırmanın başka bir yoludur. Bir kardinalin evi, din adamlarının yaşamını yetkinleştirmek <yetkisiz hale getirmek > için de yakılabilir, onun hakkında vaaz verdiği cehennemin var olmadığına inandıkları için de...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:179) Patates kafa : Saman kafalı, boş kafa “Delikanlı, ‘Yok canım?’ diye atıldı. ‘Peki bu afur tafurun nereden geliyor. Patates Kafa? Biz bu çöplükte canımızı dişimize takıp çalışırken, sen nasıl oluyor da ellerini cebine sokup öyle dikiliyorsun?” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:139) Patavatsız; Patavatsızca; Patavatsız olmak; Patavatsızlık etmek : Düşüncesizce sarfedilen söz ya da hareketlerle bilmeksizin saygısızlıkta bulunmak “Şövalye, Sancho’nun böyle yerli yersiz, patavatsız, söze karışmasına kızıyor, düşese bayılıyordu. Neyse, Don Quijote, seyisi susturdu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:640) “Yine gülümsedi; bir profesöre, bir Egor’a bakıyordu. ‘Evet, parkta uzun uzun dolaştım, ama tek başıma dolaştım...’ dedi Egor yavaşça. ‘Patavatsızlık ettim galiba...’ diye özür diledi doktor.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:106) “ ‘Daha ne olsun, çirkin olmayı umursayıp umursamadıklarını sordum. Çok patavatsızsın doğrusu.’ ‘Ooo, sahi mi! Herhalde ağzımdan kaçmış: iyi ki başka şeyler de söylememişim.’ ” (G. Eliot, “Silkas Marner”, sa:162) “Bir Rock müziği kulakları çınlatıyor ve gençler, her zamanki patavatsızlıklarıyla, yüksek sesle gülerekten, kızlardan, arabalardan ve sarfettikleri paralarden bahsediyorlardı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:171) “Yaşlı Niemeyer, sürüp giden bu dokunaklı, uygunsuz ve patavatsız sözler üzerine öfkeden ne yapacağını şaşırdı ve yine de bir hizmetçiyle evlenmiş olduğu için yakındı.” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, s:33-4) “Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla şap! şap! diye tapu senedi damgalarcasına, adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince, Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuştüyü kesileceklerine, kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Bırakılmış Bir çiçek”, sa:81) “Hayatımın ve bizimle eğlenen olayların anlamını kavramaya çalışarak, hayatı yaratanın bir beyinsizden başkası olamayacağı kanaatine vardım. Yeryüzünü, yeraltını ve suları bir sürü aciz yaratıkla doldurmuş olmasını gene affedebilirim; gücü çok olanın patavatsızlıkları da çok olur: Ama bu yaratıkları yaratılışlarına hiç uymayan bir yaşam sürmek zorunda bırakması, işte hoş görülmeyecek olan budur.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:13-4) “Herif çalıştığımız koğuşun mutfak malzemesi satan deposuna gelir; eli nereye eriştiyse, Allah ne verdiyse: mısır gevreği, kremalı bisküiler ve daha neler neler alır giderdi. Eğer gelip de onu zamanında yakaladıysanız, o patavatsızca şöyle derdi, “Allahın belası, ne istiyorsun? Ümit ederim ki bunlar için benden bir şey istemeyeceksin, çünkü zaten bir şey alamazsın.’ ” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:118) “ ‘Gene ne patavatsızlıklar yaptı?’ diye sordu Don Rigoberto merakla. ‘Bana el attı…’ diye utanarak kaçamak bir yanıt verdi Dona Lucrecia. ‘Justiniana’nın neredeyse ırzına geçiyordu.’ ” (M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:75) “Buraya gelişlerinin öyküsü buydu işte, merak edip soranlara Bay Klöterjahn bu öyküyü kendsi anlatıyordu. Kazancı da, midesi de sağlam olan bu adam gibi, yüksek sesli, patavatsızca, keyifli bir konuşması vardı.” (Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:17) “ ‘Ee peki, bir patavatsızlık yüzünden!...’ diyordu. Guigard’ın içni neredeyse dayanılmaz bir sevinç kapladı: Bu güçlü ve sağlam sırt kendisininkiydi!’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:226) “Bakın, dedi Pereira, yapılacak en iyi şey, doğrudan sansür kurulunu aramak, belki Binbaşı Lourenço ile görüşebiliriz. Binbaşı Lourenço mu, diye haykırdı dizgici bu isimden ürkmüş gibi, doğrudan onunla mı? Dostumdur, dedi Pereira sahte bir patavatsızlıkla.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:162) “... bütün alaya karşı, hepimize karşı her yönden kabahatlısınız. Bakınız nasıl: Bari bu işte ne yolda hareket edileceğini biraz düşünüp taşınsaydınız, başkalarına danışsaydınız; halbuki siz ulu orta, hem de subayların yanında patavatsızlık ettiniz. Alay komutanı şimdi ne yapsın?” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:314) “ ‘Resme ilgi duyduğunuza göre, bana söyler misiniz lütfen?’ dedi Bartholomew suskun konuğa dönerekk, ‘neden bir ırk olarak bu soylu sanata karşı bu kadar hevessiz, kayıtsız ve duyarsızız?’ – şampanyanın etkisi sonucu açılan diliyle alışılmadık üç heceli sözcükleri peş peşe sıralamıştı – ‘oysa Mrs. Manresa bile, patavatsızlığımı ihtiyarlığıma versin, Sheakespeare’i ezbere bilir.’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:53) “ ‘Hanımefendi çok haklı,’ dedi Bay Podgers, küt parmaklı, küçük, tombul ele bakarak.... Uzun bir ömür süreceksiniz Düşes ve çok mutlu olacaksınız. Hırs... çok ılımlı, zeka çizgisi abartılı değil, kalp çizgisi...’ ‘Şimdi, lütfen patavatsız, boşboğaz davranın, Bay Podgers!’ diye haykırdı Leydi Windermere.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:10) paten : (DİN,) <pa’ten> : Aşai Rabbani ayininde ekmek koymak için kullanılan tepsi; yuvarlak ve yassı maden parçası Patenlemek : Motorlu araçların kaygan yolda kaymaları “Vay anam!.. Önümüzdeki Benz, amma patenledi haaa! Gördün mü beyim, parti lafının başında tosluyorduk az kalsın.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:316) pater : (DİN,SOSY.,LAT.,KOLL.) <pa’ter> : Baba, keşiş; pater familias, çoğul: patres familias <patres familias> : Aile babası; pater patriae : Eski Romalı’lar tarafından ünlü vatanperverlere verilen ‘yurdun babası’ ünvanı Paternoster duası : (LAT.) R a b b i n d u a s ı . Luka İnciline göre Hz. İsa’nın öğrencilerine öğrettiği dua. Bu, Hristiyanlıktaki duaların en kutsalı sayılır; Our Father : The first words of the LORD’S PRAYER; Vulgate, Mathew, VI, 9 / Ttesbih; Kancalı kısa iplerle bağlı ve ucu kurşunlu balık oltası Bk.: White Paternoster (V harfi) -tüm dua, Türkçe“Narziss’in belirlediği tövbe ve istiğfara göre, Goldmund dört hafta perhiz hayatı yaşayacak, her sabah kilisedeki ilk ayinde hazır bulunacak, her akşam üç kez Paternoster duasıyla bir Meryem Ana ilahisi okuyacak, bu sürenin bitiminde de komünyona kavuşup günahları bağışlanacaktı.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:347) Patır patır : Gürültülü, sanki kavga edermiş gibi “Akulina Teyze oğlunu kucağına alarak: -Arkama takıldı, dedi. Bırakacak kimse de yoktu. -Şimdi biz kocaman bir tavşan ürküttük. Patır patır kaçınca öyle korktuk ki!... Akulina oğlunu yere indirerek; -Yok canım! dedi.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:112) Patır(d)tı; Patır(d)tı gürültü etmek : Şamata ederek, gürültü çıkararak ortalığı velveleye vermek; kavga çıkarmak “Dört yıldır Matriyona ile ben çok sakin, çok düzgün bir hayat geçirdik. Kiracılarımızın bunu bozmasına izin vermedik. Pavel öldüğünden bu yana gürültü patırtıdan başka bir şey olmadı. Bir çocuk için iyi değil bu.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:188) “Fakat bu sırada sekretere aşık olan diğer kadın ve sorguya çekilmekte olan kadının asıl aşığı, kıskanarak araya giriyorlar, öteki kadınlar da bunları izliyor, patırdı gürültü yeniden başlıyor, hakaretlerin, iğneli sözlerin arkası gelmez oluyor ve evvelce limanda oluşan olaylar şimdi mahkeme salonunda yineleniyor.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:132) “Olup bitenlerle ilgisizmiş gibi umursamayan tavırlarla mercimek ayıklamaya devam eden kızla karşı karşıya kalmıştım. Bakkal patırtıyla tekrar içeri girdi. ‘Hey Tanrı’nın cezası, söyle bakalım, kızımla ne işin var?’ dedi.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:48) “Çıplak Yatakta, Platon’un Mağarasında Çıplak yatakta, Platon’un Mağarasında, Yansıyan far ışıkları yavaşça duvarda kaydı, Marangozlar çekiç salladı gölgeli pencerenin altında, Rüzgar bütün gece perdelerin başını ağrıttı, Bir konvoy yokuş yukarı zorlandı, uğuldadı, Yükleri örtülü, her zamanki gibi, Tavan aydınlandı yeniden, eğik resim Yavaşça yukarı kaydı. Sütçünün patırıdısını duymak, Merdivenlerden tırmanma çabası, şişeler çınlar, Kalktım yataktan, bir sigara yaktım” (Delmore Schwartz-M.Ş.Ş./Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08) Pati, pati atmak : Kedi, köpek eli ayağı; pençe atmak “DUBLİN’İN YORK CADDESİ’NDE İKİ ANATOMİ DERSİ <Birinci Ders> Gebe kızın babası kendini kaybetmişti, bedenleri akşam trafiğine takılmış iki araba gibi bir mutfakta iki kişi Kız gözlerini oğuşturuyor tek patisiyle yüzünü temizleyen bir kedi gibi Burnundan soluyan babasının küfürleri bitmek bilmiyor.” (Leland Bardwell-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04) “Sarmanların çok hareketli olabildiklerini biliyordum. Onun da içinde çokça bastırılmış enerji olduğu aşikardı. Okşamak için yanına gittiğimde, zıplayıp bana pati attı. Bir yerden sonra oldukça canlanıp deli gibi sağı solu tırmalamaya başladı, neredeyse elimi çiziyordu.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:13) “BOŞ İNANÇ Kedim yıkanıyor Sol patisiyle. Bir savaşımız daha olacak. Çünkü dikkat ettim Ne zaman Sol patisiyle yıkansa Uluslararası gerilim Çok artıyor.” (Marin Sorescu<1936-1996>-Baki Yiğit; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.02.10) “Ağır ağır, gözleri karanlığa ancak alışarak, epeyce kokladıktan, patileriyle yokladıktan sonra Flush çeşitli eşyaların dış çizgilerini derece derece ayırdetmeye başladı. Pencerenin yanındaki o kocaman şey gardırop olmalıydı. Onun yanındaki şeyin şifonyer olması akla yakındı.” (V. Woolf, “Flush”, sa:24) Patika : Keçi yolu, üzerinden araç işlemeyen dar yol “Şiirim Ben <1939> Hiç kimsenin yazmadığı şiirim ben Ben yakılmış bir mektubum ebediyen. Bir patika ki kimse yürümedi, Şarkısız bir melodi. (Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “Daha içten dönemlerde savaş bakanlığı olarak adlandırılan, son dönemde ise savunma bakanlığı olarak anılan ilgili bakanlıktan gerekli talimat(lar) verilerek sınır boylarına yerleştirilen ordu birliklerinin görev alanları yalnızca anayollarla, özellikle de komşu ülkelere giden otoyollarla sınırlandı, böylelikle tali yollar kuş uçmaz kervan geçmez bir hal alıyor, doğal olarak ara yollar, patikalar, keçiyolları da kontrol dışı kalmış oluyordu.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:59) “Miss Mitford yürüyüşüne başlar başlamaz her keresinde kendiliğinden ileriye doğru atılmaz mıydı? Burada neden tutsaktı? Durdu. Burada, diye düşündü, çiçekler eski evde olduğundan çok daha sıkışık; dar tarhlarda yan yana dimdik duruyorlar. Tarhlar sert, kara patikalar halinde bölümlenmiş. Parlak silindir şapkalı adamlar bu patikalardan bir aşağı bir yukarı uğursuz uğursuz yürüyorlar.” (V. Woolf, “Flush”, sa:31) patio : (YAPI,KOLL.,İSP.) <pa’tiyo> : Evlerde üstü açık iç avlu Pat küt : Düşe kalka “Biz motorla pat küt yol alırken, doğudaki dağların başı ağarıverdi. Motorcu gazı kesti.Göl hafif dalgalı. Beşik gibi usul usul sallanıyor.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:193) Patlak, pırtlak gözlü : İri iri gözleri dışarı fırlamış kimse “Rakım’ın gözleri korkuyla açılmış, olduğu yerde mıhlanmış, kalmıştı. Fakat kendini çabuk topladı. Müşterinin etrafında dönmeye başladı. Pırtlak gözlü adam ayağının altında sürünen cüceye bir solucanmış gibi baktı: -Tevfik’in dükkanı burası mı? -Evet Efendim, evet Efendim. Bu patlak gözlü kurumlu herife Rakım’ın korkuyla bakması Rabia’nın da sinirine dokunmuştu. En aksi sesiyle sordu: -Ne istiyorsun?” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:169) “ ‘İnce Memed dedikleri de kim, nasıl bir adam? Adı İnce onun, zebella gibi, kaba, iri, domuz gibi, çirkin, patlak gözlü bir adam. Böyle çirkin adam ne şu dünyaya gelmiş, ne de gelir.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:230) Patlak vermek : Kötü bir durumun örneğin kavga ya da savaş birden ortaya çıkması “Çoban güldü: Akbar’ın valisi bile olsaydın, kaçınılmaz olanı önleyemezdin. -Vali, vadiye birkaç birlikle geldiklerinde Asurlulara saldırabilirlerdi. Ya da savaş patlak vermeden, onlarla barış görüşmeleri yapabilirdi.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:180) “Ama Petrus bir konuda haklıydı: Olumsuz düşüncelerim büyük ölçüde azalmıştı. Yine de, bu içimdeki şeytan hikayesi hiç duymadığım bir şeydi; bunu kolay kolay içime sindiremezdim. ‘Bugün köprüyü geçmeden, bizi uyarmaya çalışan birinin varlığını güçlü bir biçimde hissettim. Ama uyarı benden çok sanaydı. Pek yakında bir savaş patlak verecek ve senin yürekten savaşman gerekecek.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:71) “ ‘Bunca acıya dayanmak için, insanın sinirleri çelikten olmalı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, Allahın ayyaşları sövüp sayıyorlar adamcağıza. Bugün savaş patlak verdi, gönüllü yazılıp İmparator Hazretleri uğruna kanımın son damlasına kadar savaşmazsam ne olayım!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35) “Derken etrafa heyecan veren yeni bir olay patlak verdi, yaratıcısı ve baş aktörü yine tüm muzipliklerin tezgahlayıcısı gözüyle bakılan Heilner idi.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:124) “Hans ve babası arasında öteden beri süregelen geçimsizlik, Hans’ın annesinin ölümünden sonra öylesine patlak vermişti ki, Hans babasının dükkanından ayrılarak yurtdışına gitmiş, orada kendisine önerilen küçük bir işi adeta ne yaptığını bilmeyerek kabul etmiş, babasıyla tüm bağlarını kopartmış..” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:113) “Daha da kötüsü hayati olarak gördüğümüz bir oyunu (gerçek bir futbol maçını) taklit eden bir bilya maçının sonunda gurur ve onur nedenlerinden çıkan kavgalar artık doğrudan hayatla ilgili gurur ve onur sorunlarından da patlak veriyordu.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:280) “Gelgelelim fırtına kafamın içinde patlak verdi, hem de beynimde kanın gelgitini kabartan bir kozmik başağrısı biçiminde. Ve Bellini’nin ‘Norma’sının müziğiyle patlak verdi, kendilerini büyük sanatçılar sayan o başarılı el sanatçılarının tüm yapıtları gibi tumturaklı ve küstah bir müziktir bu.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:265) Patlamak : Malolmak; İnfilak etmek; Son derece canı sıkılmak (Fig.) Gelişmek, birden açılmak “Yaptığı sefahat alemleriyle bütün şehir çalkalanıyor. Bundan önce bulunduğu garnizonlarda baştan çıkardığı her namuslu kız ona birer ikişer bine patlıyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: I, sa:103) “Alan G. Thomas’a, Bellapaix, Kıbrıs (1954) Sevgili Alan, Girne’deki yerel kitapçı, dükkanının yeniden düzenlenmesine yardım etmek için başımın etini yiyip duruyordu. Birden fark etti ki Korfu büyüklüğündeki Girne’de… fiatlar yükseliyor, insanlar geliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse dergi satılan bir kırtasiyeci. Bir patlama olacağının kokusunu aldı ve bir ya da iki yıl içinde burada dükkan açmak isteyen daha başka girişimcilerin bulunacağını aklı kesti.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:148) “Matmazel Baptistine, dallı çiçekli sarı Utrecht kadifesi kaplı, kuğu boynu tarzında maundan kanepesi de olan bir salon takımı satın almayı düşünüyordu. Ama bu, en azından beş yüz franga patlayacağından, oysa bu işi için beş yılda ancak kırk iki frank, on sou biriktirebildiğinden, sonunda bu isteğinden vazgeçmişti.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:46) “Genç kadın, beş senelik derin bir yakınlığın verdiği etkili bir bakışla pek iyi fark edebileceği bu mutsuzluğun yok olması için artık yeterli gelemediğine teessüf eder gibi, acılı bir sesle sordu: ‘Pek sıkılıyorsun galiba? ‘Evet, sorma... Patlıyorum... Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı...’ ” (M. Rauf, “Eylül”, sa:11) Patlangaç : Yere çarpılınca patlayan bir tür şenlik fişeği; Sert ağaç dalı ya da kamıştan yapılı, çitlembik <Karağaçgillerden, kayın gibi sert, büyük bir ağaç. Mercimekten biraz büyük, buruk lezzette, yuvarlak, siyah ve benzeri sert taneli meyveleri vardır>. Bu kurumuş, sert dal, pistonlu bir el tabancası mekanizması haline getirildikten sonra, çocuklar tarafından silah gibi patlatılan -tehlikeli- bir oyuncak olarak kullanılır “-Buralarda hırsız olur mu? -Ey... orman bu... bilinmez. Bakarsın, beş on adım ötede, bir iki kişi ellerinde altı patlangaçlarla çıkmış karşımıza... -Ağzını hayıra aç be!... -Haydi hayırlısı mevladan <Tanrı> ama, ne olur ne olmaz, var mıdır zatınızın üzerinde silaha benzer bir şeycik?...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:106) Patlatmak : Birinin suratına anide bir şamar ya da yumruk indirmek “KOMİSER - (Taklidini yaparak Okyay’a.) - Deli değilim... Ulan bu değilim deyişin bile ben deliyim diye bar bar bağırıyor. Susss, yine jik’(tik)lerine başlama, patlatırım. 43 yaşında adam böyle dişi ile erkek arası giyinip üstelik de koku da sürerse ona deli derler...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:106-7) “Öteki elini arkaya atmadı. Coco da patlattı bir tane, bir tane, iki değil, bir tane. Öteki yerdeydi, ‘Ua, ua’ diyordu. O zaman millet geldi. Kavga da başladı. Biri Coco’ya doğru yürüdü, iki, üç. Ben de ‘Kardeşime mi vuracaksın?’ dedim. ‘Kardeşin kimmiş?’ dedi. ‘Kardeşim değilse de kardeşim gibi,’ dedim. Bir tane patlattım.” (A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:55) patois : (FR.,DİL,KOLL.) <pa’tva> : Bir mahale özge yerli lehçe, bozuk lisan Pat pat sesi : Yaklaşan bir araç, özellikle motorlü kayığın sesi “Papaz beyaz yatağın yanıbaşında büyük bir çenesidüşüklükle dua ederken Fonvisin dünyanın bütün nesnelerinin tazeliği ve sevecenliğiyle dolu, balkonda duruyor, çocukluğundan beri hiç söylemediği bir şarkıyı kendi kendine mırıldanıyordu. Köyde köpekler havlamaya başlamıştı, anlaşılmaz bir şeyler söyleyen bir erkek sesi duyuluyordu. Köyden bir motorun pat pat sesleri geldi, birkaç dakika sonra hala çırpıntılı olan sulara burnunu vermiş Christ’in teknesi göründü, Korfu’ya yönelmişti.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:291) Patria cara, carior Libertas : (LAT.,KOLL.) <patri’a ka’ra, kari’or liber’tas> : Memleket sevgili’dir, fakat özgürlük daha azizdir = My country is dear, but liberty is dearer (İNG.) patria potestas : (LAT.,SOSY., KOLL.,HUK.) <pat’ria potes’tas> : Baba hakimiyeti, ev reisliği patriarch : (YUN.,SOSY,AİLE,MAKAM) <pet’riark> : Bir aile veya kabilenin ilk üyesi; ata, hürmete layık yaşlı adan; Patrik; patriarchal : Patriğe ait, hürmete laik; patriarchate : <patriarkeyd> Patrik makamı veya rütbesi; pederşahilik patrician : (ROMA MYTH.,KOLL.) <pat’rişın> : Asılzadelere ait; Eski Roma’da asılzade sınıfından biri; patrimony : babadan kalma miras; kilise vakfı; patriot : vatanperver, vatanını seven kimse; patristic <pat’ristik> : Eski kilise babalarına veya yazılarına dair (Yeni Redhouse Lügati) Patron : Bir işin sahibi, en üst düzey yönetici, bir işin ustası, en üst düzey otorite; Sokak takımının dilenirken daha üst sınıfa hitap şekli “Patron ona masa başı işi verdi mi, Kahverengi’ye, ben Sherlock Holmes tipi detektif değilim, derdi hep. Dişime göre bir iş ver bana. Şimdi kendi kendisinin patronu olduğunda, başına gelene bak: Hiçbir şey yapmamayı gerektiren bir vaka.” (P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:12) “Başkatip: -Silin bakayım onu, dedi.Harç kesecek yargıç defterde böyle şeyler görürse amma baştan savma iş yapmışlar der... Patronun canını sıkacaksınız. Haydi, bir daha böyle saçmalıklar yapmayın. Mösyö Huré! Bir Normandiyalı baştan savma dilekçe yazmamalıdır. Dilekçe, hukukçuların alfabesidir.” (H. de Balzac, “Albay Chabert”, sa:4) “OKYAY - (Yanındakilere.) Geliyormuş... Geliyormuş... (Hepsi ayağa kalkarlar.) NECMETTİN - Hayır gelmiyor, rahatınıza bakın... Daha bir süre gelmeyecek. Bizim onun gelmesinden önce yapacak bazı işlerimiz var. Şimdi bayanlar, baylar, patrondan aldığım emre göre hepinizin ifadelerini saptayacağım. Şu kağıt kalemi alayım. Şöyle oturayım.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:33) “Brinkerhoff odanın diğer tarafında, masasının arkasında heybetle ve öfkeyle oturan patronuna baktı. Bu onun tanıdığı müdür değildi. Onun tanıdığı müdür, titiz, kılı kırk yaran biriydi.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:267) “Kırk beş dakika içinde, ritüelin bütün aşamalarını yerine getirmişlerdi; adam kulübün patronuna, ‘Bütün gece benim,’ dedi. ‘Üç müşteri parası ödeyeceğim.’ Patron omuz silkti ve yine, genç Brezilyalı kızın aşk tuzağına düşeceğini geçirdi aklından.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:116) “ ‘Allah kahretsin benim balıkları,’ dedi çocuk, yine ağlamaya başladı. ‘İçecek bir şey ister misin?’ diye sordu patron. ‘İstemem,’ dedi çocuk..... Birazdan dönerim.’ ‘Üzüldüğümü söyle.’ ‘Sağol,’ dedi çocuk.” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:99) “Kitabevinin köşesini dönünce, Makedonya Lokantası’yla karşılaştı, girdi ve doğruca, patronun bulunduğu kasaya gitti. ‘Daçya vapurunda çalışan sakallı bir tayfa olan Sotir buraya uğrar mı?’ ‘Evet, her zaman, ama yemeklerden sonra, kahve içip laf etmek için.’ ” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101) “Trene yetişse bile, patronun bir öfke nöbetine yakalanmasını önleyemezdi, çünkü onu karşılamak için saat beş trenini beklemiş olan ve mağazanın ayak işlerine bakan görevli, onun treni kaçırdığını patrona çoktan haber vermiş olmalıydı.” (F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:12) “Deve üstündeki, ince kumda onlara doğru yaklaşıyordu. ‘O! O!’ diye bağırdı balıkçı. ‘Gözün aydın patron, oğlun hoş geldi!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:146) “Omuzlarını kaldırdı: ‘Sen ne anlarsın, patron? Dedi. ‘Sana bütün sanatlarda çalıştığımı söylemiştim. Bir kez de çanakçılık yaptım. Bu sanatı delicesine seviyordum. Sen bir toprak çamuru alıp ondan ne istersen yapmanın ne olduğunu bilir misin? Çark fırr der, çamur şeytan çarpmış gibi döner ve sen onun başında şöyle dersin: Sürahi yapacağım, çanak yapacağım, kandil yapacağım, şeytan yapacağım! Ben sana derim ki, bu, insan olmak demektir: Yani, Özgürlük..’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:27) “Yanındaki garsonuna heyecanla döndüyse de kendini tam zamanında tuttu. Tutmayıp aklına geleni söylese, hinoğlu hin belki de yanından yılan gibi ayrılıp ‘Benden duymuş olmayın; bizim patron diyor ki...’ diye yayıverirdi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7) “Dr. Loweg Clem’e benimle birlikte olması için bir toplantı ayarlamasını istemiş. Neredeyse daha kapıdayken sevgili Dr. Loweg bana hiddetini kusuyordu: ‘Biliyor musun seni arabama koyup Carstairs’e geri atmaya yetkim var? Tabii öyle yapmayacağım, ama bu işte kimin patron olduğunu sana hatırlatmak isterim!’ ” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:142) “ ‘Aman Tanrım!’ dedi. ‘Bu sıcakta! Patron büroya geliyor... biz, sekiz kişi, çevremizde uçuşan sinekler gibi oraya buraya uzanmış, sigaralarımızı tüttürüyorduk, sinekleri belki kaçırırız diye. ‘Aman Tanrım! Siz ne yapıyorsunuz böyle?’ dedi patron. ‘Çalışmıyor musunuz, baylar?!’... ‘Hayır patron!’ diye yanıt verdi Johnny Thunderstrom. ‘Görüyorsunuz işte!’ Bunu söylerken hep birlikte ağzımızdaki dumanları patronun yüzüne üfledik. Aman Tanrım, neydi o!” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:242) “Mr. Cheeseman zor bir insan değildi, kötü bir patron değildi, gerekli olan tek şey, Kıyamet Günü’ne dek çalışsanız bile asla ve asla zam almayacağınızı anlamış olmaktı. Söylemeye gerek yok, Gordon’un para aşırdığından kuşkulanıyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:231) “KENTİN ANAHTARLARI ----------------------------------Ben bir çocuğun çıplak yoksul ayaklarını görüyorum Ve yaz mevsiminin kalbi Kışın buzlarında sıkışmış hala Savaşın yıkıntılarını görüyorum toz duman içinde Ağır endüsteri şövalyelerini görüyorum Takların altında gösteri yapan Bir sirk müziğinde Hafif süvari alayını görüyorum Ve demirhane patronlarını” (Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.05.02) “Max durumu anlayınca ortam aniden değişiverdi. Karanlık adeta gerildi, sıkılmış iki yumruğa dönüştü. Finkenberger sigarasını attı, nefes alıp verişinden anlaşıldığı kadarıyla, öfkesini kontrol etmek için çaba harcıyordu. Sonunda konuştu: ‘Le Patron, Molsheim’dan ayrılıp s.ktirdi Paris’e gitti, çünkü işçilerin nankörlük ettiğini düşünüyordu. Eski ekolden biridir o.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:191) “JOHANNA - Bunca zahmete neden gerek duyuyordu ki? LENI - Bize korkacak kadar zaman tanımak için. JOHANNA - Peki ya tersanede? LENI - Patronlar hep en son gelir.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:12-3) “Vercingétorix Sokağının ortasında, iriyarı bir adam Mathieu’yü kolundan yakaladı. Karşı kaldırımda da bir polis bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu. ‘Bana birkaç kuruş ver, patron, karnım aç.’ Birbirine yakın gözleri, kalın dudakları vardı. Alkol kokuyordu.” (J.-P. Sartre, “İlk Uyanış”, sa:9) “ELLIE -... birçok arkadaşı kendisine güvenip işine para koymuştu. İşin yürüyeceğine yüzde yüz inanıyordu. Dediği çıktı sonunda, ama neye yarar? Hepsi meteliksiz kalmıştı. Mr. Mangan olmasaydı ne yapardık, bilmiyorum. Mrs. HUSHABYE - Ne? Bütün parası çarçur edildiği halde patron gene imdadınıza koştu ha?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23) “Kız koşarak Maria’ya telefon etmeye gitti. O evde yalnızdı; patronları denize gitmişlerdi. Maria ‘Hemen geliyorum,’ dedi. On beş dakika sonra kapıdaydı. Tir tir titreyen Rossella onu salona aldı.” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:120) “Stepan Arkadyeviç telgrafı aldı, aynanın önüne otururken, -Mahkemeden evrakları getirdiler mi? diye sordu. Marvey, efendisinin yüzüne soru dolu bakışıyla, içtenlikle bakarak: -Masanın üzerindeler, dedi. Bir an bekledikten sonra kurnaz bir gülümsemeyle ekledi: -Arabacı patron adam yolladı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:9) Patroniçe : Kadın patron, genellikle erkek gibi davranan, sert, kabaca, kadınsı olmayan giysi ve görünüşlü “Mrs. Swithin’e kendi aralarında ‘Çıtkırıldım’ dedikleri gibi Miss La Trobe’a da ‘Patroniçe’ adını takmışlardı. Sert hareketleri, kunt gövdesi, kalın ayak bilekleri, hantal pabuçları; gırtlaktan çıkan sesi - hepsinin ‘kafasını bozuyordu’. Ama işleri düştü mü ona koşuyorlardı. Birinin başı çekmesi gerek.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:60) Pattadak, Pattadan, Pattadanak : Aniden, beklenmedik bir şekilde, damdan düşercesine “Ama sen itiraf etmek istemesen de bir terslik var; çünkü 2002 yılındasın ve bu yıl beklenmedik öyle çok tatsız bir olay geldi ki başına, usta sürücülüğün de ne diye bir anda ve hiç nedensiz terketmesin seni? Başına gelenlerin en beteri de, Mayıs ortasında annenin -kalp krizinden- ölmesi oldu; çok sağlıklı göründüğü için, yetmiş yedi yaşındaki insanların öyle pattadanak ölüvereceklerini bilmediğin için şaşkına döndün…” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:23-4) “İstifa etmesinin nedeni de buydu ya. Müzede ölmesi yakışık almazdı. ‘Aniden olabilir,’ demişti doktor, sonra da eklemişti: ‘Pattadan.’ Graecen’ı çok etkilemişti bu söz. Yanlış yere konmuş toprak bir çömlekle ilgili müze müdürü yardımcısıyla konuşurken farkına varmadan ağzından çıkıvermişti. ‘Düşüp kırılabilir - pattadan’ ” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34) Pauca sed bona : (LAT.,KOLL.) <Po’ka sed bo’na> : Az olmalı, güzel olmalı; miktar değil nitelik! = A few things, but good. Not quantity but quality (İNG.) Paucas pallabris : (LAT.) <Po’kas palbris> ‘palavra istemez’ “MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani. SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır: kütüklerde kaydına bakın; biz fatih Richard’la beraber geldik. Anlaşıldı ya paucas pallabris, yani palavra istemez, dünya bana vız gelir: ‘sessa!’ Dilini tut!” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7) Pauca verba; Pauca verbis : (LAT.,KOLL.) <Pov’ka ver’ba, Pov’ka ver’bis) : Birkaç kelime, birkaç kelime içinde = A few worsds, in a few words (İNG.) paulownia : (JAP.,BOT.,KOLL.) <polov’nia> : Japon’yadan Avrupaya getirilmiş ‘Scrophulataceae’ cinsinden, çiçekleri mor bir süs ağacı, Polonya ağacı pauvre diable : (FR.,KOLL.) <Povr di’yabl> : Fakir şeytan, fakir adam = Poor fellow (İNG.) pavan(e) : (İSP.,DANS,MYTH.) <pa’van> : XVI. XVII. y.y. İspanyol dansı. Orijini’nin İtalya’dan geldiğinehiç şüphe yoktur. Venedik’te 1508’de Petrucci tarafından basılmış DALZA’nın “Intabolatura di lauto” adlı eseri beş ‘alla venetiana’ ve dört ‘alla ferrarese’ bunun Padua-İtalya’dan başladığını kanıtlar gibi ise de, orijini’nin İspanyolca ‘pavon’ = tavuskuşu’nun kuyruğunun asilane hareketlerine benzediğinden, İspanya’dan alıntı olabileceğine dair de bir şüphe vardır. Her neyse, ‘pavan!’, daha ziyade bir ‘başlangıç’ olarak çalınır ve oynanırdı; iki basit ileri, ve bir çift adım geri şeklinde ayarlanmıştı. ‘Çift zaman’ üzerine tempolanmış olup, ileri sol, geri ise sağ ayakla alınırdı.” (Grove Music Dictionary, Cilt:14, sa:311) pavé : (YAPI,KIYM.TAKI,FR.) <pa’ve> : Kaldırım, kaldırımlanmış; Pırlanta ve benzeri değerli taşları, yüzük v.s. üzerine yan yana kakma pavonine : (LAT.,ZOO.,KOLL.) <pa’vo’nayn> : Tavus kuşu’ <peacock - pavon>a ait; onun kuyruğu gibi pırıltılı Pavurya; Pavuryalamak : Bir omuzunu eğme; O şekilde külhanvari yürümek; Açık denizlerde yaşayan bir tür yengeç (Onun yan yan yüzüşüne kinaye) “-Hanım evladıma bak!.. Bir omuzunu pavuryalamış, bize tulumbacılık satacak. Böyle itlere, para emdiren kahpelerin... Töbe hey Allah!..” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:59) pax : (ROMA MYTH.,DİN.,KOLL.,LAT.) <paks> : Selamet; Salim olma, kurtulma); Eski Roma’da ‘Selamet Mabude’si. Üzerinde kutsal bir resim bulunan ve Katolik Kilisesi ayinlerinde kullanılan levha; papazın bu levhayı öpmesi; Pax est bonum! = <paks est bonum> Barış iyidir ; Pax in bello : Peace in war; half-hearted conflict : Yarı-kalbinizi verebileceğiniz güçlük; Pax tecum + Pax vobiscum (When spoken to more than one person) : Sulh sizinle birlik olsun, size selamet olsun = Peace be with you (İNG.) “Jorgensen döndü, bana eski kale duvarlarıyla yaralar içindeki akropolü, Roca Grande’yi, kale gibi üç katlı, büyük Aziz Francesko tapınağıyla Asisi kilisesini (Bk!) heyecanlı bir tavırla gösterdi. ..... Jorgensen, Françeskan usulüyle selamını alırken: Pax est bonum, dedi.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:366) pax orbis terrarum : (LAT.,DÜNYA,KOLL.) <paks or’bis tera’tum> : Dünyanın sulhü = The peace of the world (ROMAN koin’lerinde bulunurdu!) (İNG.) Paydos (edilmek, etmek, yapmak; öğle-akşam paydosu) : İşi bitirmek, ara vermek; Bir daha yapmamaya söz vermek ya da yapılmakta olan şeyi o anda durdurma, bitirme komutası:‘Bitti, yok artık’ “Öküzle inek yola düzülmüşlerdi. Eşek, sabanla boyunduruğu sürüyerek ardından yürüyordu. Saban oku süründükçe: ‘Irr ırr’ bir ses çıkarıyordu. Demiri de çıkarıp boyunduruktan yana sarmıştı Bayram. ‘Nadas paydos, dur hele...’ diyordu.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:9) “Geçip giden insanların dikkatini çekmektense, Bob’u izlemekle meşguldüm. Orada hareketsiz ve her şeyden ilgisiz bir halde yattı. Doğal olarak çok fazla insan bağışta bulunmak için durmadı. İki saatten daha az bir süre sonra paydos ettim. Bob yeniden kötüleşmemişti, ama iyi olmadığı da kesindi. Onu eve, dairenin sıcak ve kuru ortamına götürmeliydim.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:148-9) “Ama paydosa on dakika daha vardı, paydosa on dakika kala çalıyordu sirenler; çünkü herkes şimdiki devlet başkanının ‘Mutluluk ve Sabun’ parolasına uymak ve işi bırakmadan on dakika adamakıllı yıkanıp temizlenmek zorundaydı.” (H. Böl, “Cüce ile Bebek”-Üzgün Yüzüm”, sa:18) “Kirli pabuçlarla kanapelere uzanmak, oraya buraya ceket, palto, pijama atıp terlikleri salonun ortasında unutmak, yatakta örtüleri çekiştirip kendi üzerine alarak... Bencil! Yok, yok... Bütün bunlar paydos.” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:13) “-Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz? -Ama eskiden gücenmiyordu ki... Bunları kendi iyiliği için söylediğimi biliyor, sesini çıkarmıyordu. Büyüklerine, velinimetine karşı gelmenin günah olduğunun bilincindeydi. Ama ne zaman emniyette göreve girip yazıcılığa başladı, artık hepsine paydos.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65) “-Bir kadeh daha içtiniz; yeter artık. -Yoo, bir tane daha, sonra bir daha içer, paydos ederim.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:204) “Ana oğul, sabahın alaca karanlığından gecenin zifiri karanlığı çökünceye kadar, canlarını çıkarasıya çalışırlar, hem de hiç konuşmazlar ve mahzun mahzun düşünürlerdi, sadece. Bu iş, köy sofularını çileden çıkaracak bir hale gelir, hatta pazarları ve bayram günleri bile paydos edilmezdi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:4) “SOLANGE - Susun! Sabahçı sütçünüze, şafak habercinize, tadına doyum olmayan tehlike çanlarınıza, sevimli ve soluk yüzlü aşığınıza paydos artık! Balo için herkes yerini alsın!” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:70) “Paydos zamanı, büyükbabam, dayılarım ve işçiler atölyeden yorgun argın, elleri santalla boyanmış bir halde mutfağa gelirlerdi. Hepsi de mutfağın köşesinde kararmış ikonlara benzerdi.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:18-9) “On verst kadar uzaklaşmıştık ki, Şakro: -Artık çalışmaya paydos! Bunu satıp her şeyi alacağız! Bizi Tiflis’e kadar götürecek! Anlıyor musun? diye bağırarak koynundan bir tomar ipek kumaş çıkardı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:138) “Deborah sonuncu aldatmayı o denli uzun bir süredir bekliyordu ki, gelişiyle rahatlamıştı neredeyse. Doktorun bürosuna gitmeden önce, Koro, tanrılar ve Yr’de başka kim varsa Yr’nın ufkuna doluşmuşlardı. ‘Bu kez gürültüye pabuç bırakmayacağım,’ demişti onlara, ‘bu kez değil. Cesur ve yardımcı olmayacağım. Oyunlara paydos. Oyun arkadaşlığına paydos. Bu oyuna katılıp sanki ne olduğunu bilmediğim bir şeymiş gibi bu ölüme gitmeyeceğim.” (J. Greenberg, “Ben Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:146) “ ‘Yine mi paydos?’ diye sordum. ‘Elbette, neredeyse tabanlarım patlayacak.’ ‘Peki ama, bunun bir mezarlıkta mı olması gerekiyor?’ ‘Çok hoş olur. Gel Tanrı aşkına.’ ” (H. Hesse, “Knulp”, sa:58) “‘Öğrenmek isterdim doğrusu nasıl oldu? Bir ara bir yerde oturup bir bira içeriz, siz de anlatırsınız, ha?’ ‘Olmaz, Bey. Bir akşam işi paydos ettikten sonra atelyeye uğrar, ne var ne yok diye sorarsınız, o zaman başka. Ama beni alaya almanızı istemem.’ ” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:126) “Sultanahmet’te, Hapishanenin yanındaki kahveyi bilirsiniz. Buraya, en çok, Tapu dairesinde işleri olanlar ve öğle paydoslarında Tapu memurları falan çıkarlar. Öğle paydosları zamanı ile akşam paydosundan sonra bu kahvenin ön ve arka bahçesi çok kalabalık olur. Ben, hele, yaz günleri, Böyle kalabalıklardan hiç hoşlanmadığım halde, evvelki yaz, öğle vakti, bir işim dolayısıyla nasılsa o o kahvenin ön bahçesine oturmuş, birisini bekliyordum.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:321) “Paydos olmuştu. Özgür bırakılan çocuk seli kaldırımlı avludan geçerek demir parmaklıklı kapıdan dışarı akıyor, sonra sağa ve sola dağılıyordu.” (Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:63) ‘Paydos’ -diyecek bize bir gün tabiat <doğa> anamız,‘gülmek, ağlamak bitti çocuğum...’ Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak: görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:38) “AKŞAM KARANLIĞI Yaz akşamlarında o anı bilirsiniz kapalı odada, tavanın döşemelerinden sızan o belirsiz pembe ışığı ve masanın üzerinde yarım kalmış şiiri - hepsi iki dize, ---------------------------Dışarıda, sokakta, şimdiden gecenin çekiciliği, tanrıların, insanların, bisikletlerin ağırlıksız gölgeleri, yapı yerlerinde paydos saati gelip genç işçilerin aletleri, nemli parlak saçları.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:145) “PAYDOS Paydos bundan böyle çılgınlıklara; Sert konuşmaya başladı aynalar. Yetişir komşum aşkın peşi sıra; Bitirdi beni bu içki, bu kumar.” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:156) “Öğlen paydos ettiğimizde, kalabalık bir öğrenci grubu etrafımı sardı. ‘Gel, sana nineleri gösterelim,’ dediler. ‘Gel, tarlalarda oyun oynamaya gidelim...’ Ağır, aptal bakışlı, iri yapılı küçük bir kız da vardı.” (D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:53) “Başka bir şey söylemedi, ama Romulo’nun inanamadığı sözleri, hala kulaklarında yankılanıyordu. -Yeniden zenginiz. Bir hafta içinde kente geri dönebiliriz. Yoksulluğa paydos!...” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:103) “Camura sevinçle ellerini ovuşturdu: -Vay be, inanılacak şey değil, bir mucize bu, desenize açlığa paydos artık. -Senin bilmediğin daha neler var neler! Duyduğuma göre buraya uçak inecekmiş. Hatta yakında araziyi temizlemeye başlayacaklar.” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:17) Paye vermek : Önem, değer, rütbe vermek “Saklambaç Oyunu <sözsüz piyes> ---------------------N-mekanda (yedi bölümlük dinamik bir süreç) 7. ---------------------dile paye veriyorsun sen parole’yi langua’yla eşitleyerek ve aniden vuruyor usuna hayatın solungaçları kabarcık yutmaya gece şiirleri okumaya açılmışlar orada” (Sergey Biryukov<d.1950>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.07.07) Paylamak, paylanmak : Azarlamak, azarlanmak “... daha önce tanıdığım bütün insan toplulukları içinde yabancılarla konuşmaktan en az çekinenlerin Brooklynliler olduğunu keşfettim. Brooklynliler başkalarının içine burunlarını sokmaya bayılırlar -yaşlı kadınlar çocuklarını sıkıca giydirmediği için genç anneleri paylar, yoldan geçenler köpeğini yürüyüşe çıkaranlara tasmaya fazla asılıyorlar diye çıkışır.-” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12) “ ‘Yine de,’ diyordu Jonas. Ele aldığı her işi bileğinin gücüyle sonuçlandıran Rateau, bir temiz paylıyordu dostunu: ‘Ne demek yine de? Pazarlık etmelisin.’ Ama boşuna Jonas, içten içe, yıldızına şükrediyordu. ‘Nasıl isterseniz öyle olsun,’ dedi tablocuya.” (A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:5) “ ‘Ben seni daha akıllı sanırdım,’ diyerek neredeyse yumuşak bir dille payladı beni Franz. ‘Centilmen insanlar dürüst davranır. Senden haksız yere bir şey istemiyorum, bikliyorsun. Al şu meteliklerini, sok cebine. Ama o, anlıyorsun kimi kastettiğimi, benimle pazarlık etmez, trink öder hemen.’ ” (H. Hesse, “Demian”, sa:34) “Çok geçmeden Belediye’nin karşısında Büyük Tiyatro’nun bulunduğunu öğrendim; tüm Varşova’nın, hatta tüm dünyanın en iyi, en güzel tiyatrosu. O günden zonra ne zaman önünden geçtimse, daha binanın dış görünümüyle bayağı gözlerim kamaştı. Ama bir gün, evde Büyük Tiyatro’ya gitmek için daha ne kadar bekleyeceğimizi sorup öğrenmeye kalkınca paylandım : Bir Yahudi çocuğu tiyatroya ayak atmaz, Yahudi çocuklarına yasaktır tiyatro; tiyatroya yalnız Gojim’lerle zındıklar gider.” (F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:147) “..... Haydi bakalım Rana abla, sen de tak zillerini de Emine ile birlikte fırla ortaya!... Rana, Tornavida’yı <Hasan’ı> fena halde payladı: -Efendilerin meclisinde, uşaklara söz düşmez!... Tornavida, olduğu yerde put kesildi. Emine şimdi Nazlı’nın omuzlarına başını dayamış, -Ne düşünüyorsun öyle hazin hazin Nazlı abla?, diye soruyor, Nazlı da melul melul benim yüzüme bakarak, -Geçen yazı düşünüyorum, geçen yazı... diyordu.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:240-1) “Dorothy’nin tepeden tırnağa her yeri ağrıyordu ve genelde sabahları kalkma zamanında onu ele geçiren sinsi, aşağılık bir kendine acıma duygusu kafasını örtülerin altına gömmesine, nefretlik sese karşı kulaklarını kapatmaya çalışmasına sebep oldu. Ama bitkinliği ile mücadele etti, her zamanki gibi kendini ikinci tekil şahısta keskin sözlerle payladı.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7) “Annesi bunun üzerine öylesi bir kahkaha atıyordu ki, neredeyse pencerelerin camlarını yere indirecekti. Bir yandan da büyükanneye ne kadar iyi göründüğünü söyleyip duruyor, sonra, yalnız kaldıklarında, çocuğu paylıyordu. Anne Disney’e gitmek istemiyordu besbelli.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9) “-Tamam, susuyorum. Zaten, ikimiz de biliyoruz, aklına bir şey koydun mu... -Doğru ve bu kez, inanmayacaksın ama, itici güç sensin, bir süredir kışkırtıyorsun beni. -Ben mi? -Evet sen, paylamalarında ‘dikkatli ol!’ öğütlerinde... geri getiriyorsun şeyi... beni geçmişe itiyorsun.” (N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:7) “Bay Fleurier, Lucien’e fabrikanın işleyiş biçimini anlattı. Götürüp ona önemli binaları gösterdi. Lucien uzun uzun işçilerin çalışmalarını inceledi. ‘Ben ölürsem,’ dedi Bay Fleurier, ‘hemen ertesi gün fabrikanın yönetimini eline alabilmelisin.’ Lucien babasını payladı ve ona, ‘Babacığım, böyle konuşmasan iyi olur!’ dedi. Ama er geç kendi sırtına yüklenecek sorumlulukları düşünerek sonraki günler daha ağırbaşlı davrandı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:197) Paytak paytak : İki yana sallanarak, ördeksi (yürümek) “Ufak tefek adam paytak paytak yürüyerek rafların arasından ilerliyor, koridora gelince sağa dönüyor, bir sıra, ardından ikinci bir sıra rafın önünden geçip yeniden sağa saparak Ortaçağ Fransız tarihi bölümüne giriyor.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:82) “Sessizlik. Çeneni tutarsan sıkılmaya başlayacak, dedim kendi kendime, bir zaman paytak paytak yürüyüp güçten düşen kurmalı ördekler gibi.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa: 191) “Graecen ağzı açık kalakalmıştı, bir eli güm güm çarpan yüreğinde konuşmaya çalıştı. Arkadaşı her zamanki paytak yürüyüşüyle çimleri ağır adımlarla geçerek yanına yaklaşıyordu.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:183) “KUMSALDAKİ PENGUEN Havasını bulmakta acemi, Denizde-yaralanmış, kazazede manken Yürüyor terzi kesimi, etek-kuyruklarıyla paytak paytak.” (Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07) “Serçeler zıplaya zıplaya yanına gelip ekmek kırıntılarını topluyor, sonra serçelerden görerek birkaç güvercin paytak paytak sıraya yanaşıyor, kara gaglarını vura vura, ısırılıp atılmış sardalye kafalarını parçalamaya çalışıyorlardı.” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:53) “Akulina Teyze’nin arkasından, sırtında yalnızca gömleği olan, başı açık, fırlak karınlı bir oğlan çocuğu kalın, çarpık bacaklarıyla paytak paytak yürüyerek geliyordu. Akulina Teyze kucağına alarak; -Arkama takıldı, dedi. Bırakacak kimse de yoktu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:112) “ ‘... Keşke General Boulanger hiç konuşmasaydı. Düşes herhalde yoruldunuz, öyle değil mi? ‘Hiç de değil, sevgili Gladys,’ diye yanıtladı Düşes, kapıya doğru paytak paytak yürürken. ‘Çok eğlendim ve şiropodist, yani demek istiyorum ki şiromanist <el falcısı> çok ilginçti.’ ” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:16) “Yirmidört yaşında, üniversite arkadaşları daha öğrenci çılgınlıkları yapar, geniş bira bardaklarıyla birbirlerine bira içirir, sokaklarda paytak paytak yürürken, Nietzsche yerine yerleşmiş bir profesördür, ünlü Basel Üniversitesi’nde kürsü sahibi bir filolog’dur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:111) Pazar günü : Dini inaçlara göre, Tanrı dünyayı yaratmak için altı gün uğraşı vermiş ve Pazar günü de dinlenmiş. İslam’da bu ‘Cuma’ya tekabül eder. Bebek yaşında küçük bir çocuk olarak, 1930’un ilk yıllarında, Cumhuriyet dönüşümünün normal bir dönüşümü olarak ben o günü, Cihangir’in Marmara’ya ve Sultanahmet’e bakan manzarası içinde, engin bir duyu selinin içinde, ne de olduğunu pek bilmeksizin duyumsamıştım. Halk arasında da, ‘Pazar; gavurlar azar, <Ee, ne de olsa Hıristiyanlardan alma idi!>, Türkler kazma kazar - hala da çalışır!> sözü geçer dururdu. İng.: sunday, Fr.: dimanche, İta.: domenica, İsp.: domingo, Alm. sonntag. Kimi için dua, kimi için dinlenme, kimi için özgürlük günü (İ.E.) “O gün pazar’dı ve beceri işliği kapalıydı. Neredeyse her şeye hafta sonlarına özgü bir terkedilmişlik havası sinmişti. Hastanenin güvenli ortamında bile Pazar günlerine katlanmak çok zordu. Carla, ‘dışarda’ çalışırken, Pazar günlerinin nasıl bir işkence kaynağı olduğunu anlatmıştı ona. Kendisi de, dünyanın dünyanın pazar günlerini ne denli tehlikeli ve kötücül kıldığını biliyordu. Hafta içi günlerde, Gizleyici’yi bir perde gibi gövdesinin ve zihninin önüne çekebiliyordu; ama pazar günü kendini Dinlenme ve Özgürlük günü olarak nitelendiriyor ve insanı savunmasız bırakıyordu. Pazar günü, boş zaman, huzur, kutsallık ve sevgi vadediyordu. İnsanların kusursuzluk özleminin bir başka anlatım biçimiydi bu olgu.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:233) Pazar kıyafeti : Pazar yerinde iş yapan kimsenin günlük çalışma kıyafeti; (Ender olarak) pazarları tatil ve olası gezme, ziyaret -Hıristiyanlarda- kiliseye gitme- günü de olduğundan, daha derli toplu, yarı resmi kılık “Ölürken yapılan ayin boyunca üç yaşlı kadın yöresini çevirmişlerdi. Félicité, Fabu ile konuşmak istediğini bildirmişti. Fabu pazar kıyafetiyle gelmiş, bu acıklı hava içinde sıkılmıştı. Félicité kolunu uzatmak için çabalayarak: ‘-Bağışlayın beni!’ diye özür dilemişti. ‘Loulou’yu sizin öldürdüğünüzü sanıyordum!’ ” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:45) Pazularına güvenmek : İri kaslı, pehlivan yapılı olduğunu görüp herkesle kavgaya, özellikle savaşa kendini hazır sanmak “Avazı çıktığı kadar bağırarak, topallaya topallaya ve bastonunu havada sallaya sallaya grubun arasına girdi. -Pazularına güvenen gururlu delikanlılar beni dinleyin, diye konuşmaya başladı. Dövüşmeye çok istek duymayın. Ben zamanında çok döğüştüm. Savaşın ne demek olduğunu hepinizden iyi bilirim….. Savaşmanın güzel bir ata binmekten, genç kızlar tarafından çiçeklerle uğurlanmaktan, bir kahraman gibi eve dönmekten ibaret olduğunu sanırsanız çok yanılırsınız. Savaşta insan açlıktan geberir, susuzluktan yanar, rutubetli yerlerde yaşamaktan hasta olur. Hastalanmasanız bile bağırsaklarınız yok olur. Dizanteri ve buna benzer korkunç hastalıklar insanı berbat eder, canına okur.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi geçti”, sa:151) Peace : (PSYCH.,ISRA.,DAVR.,KOLL.) <pi’s> : huzur, sükunet, rahat, barış, sulh, selamet, uzlaşma; peace! : sus, sükut et; peace be with you : selametle kalın; peacemaker : barıştırıcı, sulh yapıcı; peace offering : sulh ve selamet temin etmek için verilen şey (İsraili’ler); peace pipe : Amerikan Hintlilerinde sulh sembolü olan tütün-barış çubuğu; peace time : hazar, barış; peace to his ashes : Allah rahmet eylesin; at peace : sulh halinde; rahatça ölmüş; hold one’s peace : susmak, bir şey söylememek; in peace and war : Hazarda ve seferde; justice of the peace : sulh hakimi (evlilik o.k.’ini de o yapar); keep the peace : sulhu koru; make peace with : biri ile barışmak pea-jacket : (GİYSİ,KOLL.) <pi’ja’kıt> : Göğsü çift-düğmeli, kalın yünden gemici caketi peccable : (DAVR.,DİN,KOLL.) <pe’kabl> : Günaha eyilimli, günah işleyebilir; peccability, peccancy : günah işleyebilme yeteneği, günah; peccant : günahkar, bozuk, hastalık getiren, bozucu <fasih> peccadillo : (İSP.,DAVR.,KOLL.,HUK.) <peka’dilo> : Hafif suç, kabahat Peccavi : (İNG.,DAVR.,HUK.,KOLL.) <Peka’vi> : “Suç işledim, hata ettim!’ itirafı!” : 1843’de Sir Charles NAPIER, ‘Sind’ Emirini peşpeşe iki kez denizde maplup ettikten sonra bu cinaslı mesajını onun memleketine göndermişti = In 1843, when Sir Charles Napier defeated the amirs of Sind in two decisive battles, he sent this punning message to his government (İNG.) (Yeni Redhouse Lügati) Peçelemek : Örtmek, maskelemek “ ‘Doğrusu,’ dedim, ‘çok basit bir nedenden ötürü beni bulamıyordu, çünkü adımı değiştirmiştim. Ve bu adı bulgulamayı başarıyor. Temelde, bulgulamak olanaksız değil, çünkü bir zamanlar onunla ilişkili bir addı. Ne ki bu adı tersyüz edip peçelemiştim. Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama sonuçta anladı.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:103) Pédaque, Kraliçe : (MYTH) : Ortaçağ söylencelerine göre, Fransa’da, ayak parmakları, Kaz ayağı gibi, ince bir zarla birbirine bitişik olan bir azize varmış. Tüm hayatını, başkalarını, özellikle fakirleri beslemeye atamış. Bu nedenle, Fransa’nın birçok yerlerinde, onun adını taşıyan aşhane-lokanta’lar açılmış. “Adım Elme-Laurent-Jacques Ménétrier. Babam Léonard Ménétrier, Aziz-Jacques Sokağı’nda bilindiği gibi, ayak parmakları kaz ve ördeklerinki gibi birbirine bitişik bir Kraliçe Pédauque varmış, tabelası işte o kraliçenin adı taşıyan dükkanda- kebapçıydı.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:11) pedant : (DAVR.,KOLL.,PSYCH.) <pe’dınt> : Bilgiç taslağı, bilgi satıcı; tafrafuruş; gereksiz ayrıntı konusunda ısrarlı bilim adamı; pedantize : bilgi satmak; pedantry : bilgiçlik satma Peder : (SOSY.,DİN,AİLE) <pe’der> : Baba, baba değerinde yaşlı erkek; Rahip; Tanrı “Dağın tepesi öyle yüksekti ki göz oraya kadar uzanamıyordu. Öte yandan yokuş ta, dairenin dörtte birinin merkezini ortasındaki nokta ile birleştiren çizgiden çok daha dikti. Yorulmuştum. Dedim ki: -Sevgili pederim, arkana bak da durmazsan nasıl yalnız kalıyorum, gör.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:29) “Bunu söyler söylemez de son kurtuluş zamanının geleceği, cehennem ateşlerinin söneceği ve Kurtuluşu Olmayan Oğul’un, yani şeytanın göğe çıkacağı, Peder’in elini öpeceği ve gözlerinden yaşlar akacağı şeklindeki, belki de suçlu olan üçlü düşünce, kafamda şimşek gibi çaktı. Şeytan: ‘Günahkarım!’ diye bağıracak, Peder de kucağını açıp ona: -Hoşgeldin! diyecek; hoşgeldin oğlum! Sana bu kadar işkence ettiğim için beni bağışla! Fakat düşüncelerimi dile getirmeye cesaret edemedim.” (N. Kazancakis, “El Grego’ya Mektuplar”, sa:215) “ ‘Amin!’ diye cevap verdi İsa pes br sesle. Yaşlı Zebedi elini göğsüne götürdü ve konuğu selamladı. ‘Hangi rüzgar attı seni evime Peder?’ dedi.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:410) “İriyarı, siyah gözlüklü bir ihtiyar, tahta sıralardan birine çıkmış, bir eliyle bir şişe kırmızı şarabı gösteriyor, öbür elinde maşrapayı havaya sallıyordu: -Bir bardak şarap, arkadaşlar, bir bardak şarap, barışın şerefine. -Buraya, buraya! Diye bağırdı çilingir. Buraya! Yaşasın barış. -Ah, muhterem Peder, sizi öpmeme izin verin. Papaz bir adım geri çekildi, ama ihtiyar kadın ondan önce davranmış, dediğini yapmıştı.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:425) “-Sözkonusu olan eniştem değil, benim Peder; hem sakın yardım istemek için size koşmuş olmasın... -Hayır, hayır kızım, hayır! -Söylediklerine göre günah çıkarma kulübesinde bol bol çöpçatanlık ediliyormuş, siz rahipler de işi nikah memurluğuna döküyormuşsunuz...” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:76) pederast : (PSYCH.,TIP, KOLL.) <pedi’rest> : Kulampara, Luti; eşcinsel (Bk.:) pedigree : (GEN.,TIP,KOLL.) <pe’digri> : Necep, soy, asıl; nesep şeceresi peel : (DAVR.,KOLL.) <pi’l> : 1) -isim- Fırıncı küreği, DEN.: Kürek palası; 2) -fiil- Kabuğunu soymak, derisini yüzmek; ARGO : Soyunmak; Peeler : Polis peep : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pi’p> : -fiil- civciv ya da fare gibi cırtlak bir sesle konuşmak; bir yarıktan dışarıya bakmak, gözetlemek; peephole : gözetleme deliği; peep of the day : gün ağarması; peep show : mercekli küçük bir delikten, resim, (porno) muvi vs. seyretmek peer : (SOSY.,KOLL.,İNG.,DAVR.) <pi’r> : akran, emsal, arkadaş; İngiliz asılzadesi; peers of the realm : Lordlar Kamarası’nda bulunma konumundaki İngiliz asılzadeleri; House of Peers : Lordlar Kamarası; peeress : bir asılzade karısı; -fiil- gözetlemek, merakla bakmak, bir delikten bakmak ya da çıkmak; peer out : aralıktan bakmak, çıkmak Pegasus : (YUN.MYTH,ŞİİR,,ZOO,AST.) <Pe’gasus> : Medusa’nın kanından doğuş kanatlı at; Helikon dağının yamaçlarında Pegasos’un eşindiği yerden Hippokren kaynağı fışkırmıştı; Müz’ <Güzel sanatlar, şiir, tarih ve müziğin dokuz mabudesinden biri>ler-peri’lerle olan yakın ilişkisinden dolayı, şiir konusunda şairlerin yaratıcı zihninden hiç düşmedi; Kanathat takımyıldıızlarından biri (Yeni Redhouse Lügati) Pehpehlemek : Pohpohlamak, beğendiğini abartıyla belirtmek “Atatürk’ün yaptığı iş, en aşırı dalkavuklarının pehpehlerinden çok ötedir. Ne yazık ki, Amerika’yı keşfettiğinin farkında olmayarak ölen Kristof Kolomb gibi, Atatürk de, Üçüncü Dünya’yı açtığının farkında olmayarak aramızdan ayrıldı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:13) peignoir : (GİYSİ,KOLL.,FR.) <peyn’uar> Kadınlara özgü rob-döşambr, sabahlık Pejmürde (kılıklı) : Üstü başı pılı pırtı olan kimse, kılıksız “NATALYA STEPANOVNA -... Affedersiniz, karşınıza böyle pejmürde kıyafetle, göğüslükle çıkıyorum... Kurutmak için biraz nohut ayıklıyorduk. Niçin çoktanberi bize gelmiyorsunuz?” (A. Çehov, “Teklif”, sa:14) “ ‘Vahşi,’ dedik. Bu sözcüğü açıklayalım. Devrin kaosu içinde dünyanın yeniden yaratıldığı günlerde saçları başlarında diken olmuş, pejmürde bir halde, uluyarak, öfkeyle, kafa kırıcı havada, mızrak yukarda, heyecan ve şaşkınlık içinde Paris’e saldıran bu adamlar ne istiyorlardı?’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:63) “Öfkeli pejmürde kılıklılar Zebedi Baba’ya baktılar, aralarından biri, en sıskası ileri atıldı. ‘Hey, Zebedi,’ diye seslendi, ‘Tanrı’ya inanıyorsun değil mi? Elin taş kesilecek şimdi, korkmuyor musun? Bir daha düşün.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:203) “Bird; yirmi yedi yıl dört ay yaşamış bir adam. Ona Bird <İng.: Kuş> lakabını taktıklarında on beş yaşındaydı. Sonrasında o hep Bird’dü; şu an vitrinin camında oluşan karanlık ve mürekkep rengi gölün ortasında pejmürde kılığıyla suyun yüzüne vurmuş ceset gibi haliyle bir kuşu andırıyordu. Çelimsiz ve sıskaydı Bird.” “Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:12) “Cam, ‘Sanki pencerede oturan bir hanıma çiçek uzatan kelli felli bir İspanyol efendisi,’ diye düşündü tavrı o kadar nazikti. Ama peynir ekmek yerken, ne pejmürde, ne basit bir hali vardı; yine de onları peşinden büyük bir yolculuğa sürüklüyordu.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:330) “Bu arada Orlando ve Prenses saraya ayrılan bölüme yaklaşmışlardı..... Birlikteliklerini sona erdirmek ve kendilerini tetikte bekleyen keskin gözlerle karşılaşmak istemeyerek orada, çıraklarla, terzilerle, balıkçı kadınlarla; at tacirleri, tavşan avcılarıyla; açlıktan nefesleri kokan mekteplilerle, başörtülü hizmetçilerle, portakal satan kadınlarla, küfürbaz barmenlerle ve her zaman bir kalabalığın eteklerinde bulunup insanların ayakları arasında bağrışan, itişip kakışan, pejmürde çocuklarla omuz omuza oyalandılar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:44) Pekala : Hiç şüphesiz, iyiden iyiye, çok açıkça, çok iyi ve doğru olarak “LENI - Titreme öyle! (Kabaca ve şiddetle.) Geberecek! Evet, bir köpek gibi geberecek! Sen de pekala biliyorsun Werner. Kanıtı apaçık ortada: Johanna’ya her şeyi anlatmışsın. JOHANNA - Hayır Leni, yanılıyorsunuz. LENI - Hadi canım! O sizden sır saklamaz.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:15) Peki : Öyle olsun, elbette öyle; Kabul ama... bağlamlarında “ ‘Çıkıp sokakta onu bekleyeyim,’ dedi Firmino, ‘bugün hava özellikle güzel, doğanın kokusunu duydunuz mu, avukat bey?’ ‘Peki aldığınız burs?’ diye sordu Don Fernando.” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:212) Pekiştirmek : Sağlamlaştırmak, perçinlemek “Mabel birşeylerin yolunda gitmediğine ilişkin ilk ciddi kuşkuya pelerinini çıkarıurken kapıldı, ona aynayı tutan, fırçalara dokunan, böylelikle belki de dikkatini çok açık bir şekilde tuvalet masasının üzerindeki saç, cilt, giysi düzeltmeye, şıklaştırmaya yarayan ıvır zıvıra çeken Mrs. Barnett da kuşkuyu daha bir pekiştirmişti...” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:53) Pekmeze düşmüş sinek gibi saplanmak : Bir işe, bir yere saplanıp kalmak (Buz, çamur, kum, su) “KAMAROT -... Buz... buz... buz... Allah onunda belasını versin, buzların da.... Hemen hemen bir yıl oldu, bir yere kıpırdanamıyoruz. Gözlerimizin buzdan başka gördüğü hiçbir şey yok. Pekmeze düşmüş sinek gibi saplandık kaldık.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:9-10) Pek pek : Çok çok, olsa olsa “... yalnız başına sürdüğü bu koyunlar, dört yüze yakındı. Sürü, ağustos ayına kadar, kabayonca ve yonca ekili, dinlendirilen topraklarda ya da yollar boyunca varolan kıraçlarda otluyorlardı. Çoban Soulas, hasattan sonra sürüyü, eylülün yakıcı güneşi altında, biçilmiş buğday tarlalarına yayalı pek pek üç hafta oluyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:7) Peksimet (YUN.-FR., SYMBOL.) : Pişirildikten sonra, dilim dilim kurutulmuş, güç bayatlayan ekmek; (Fig.) XIX. asırda, Fransız İhtilalinden sonra, ‘Hukuk’ tarihinde bir sembolizm: Hapishane, dava v.s.’lerde, uzun süre izleyicilik yapan kimse, o kadar gayretten olumlu bir sonuç çıkmayacaksa, yani ‘iş yok!’ izlenimine varıldığında, müşterisine bir ‘peksimet’ hediye edermiş “Eponine, Plumet Sokağı’na gitti, parmaklıklı kapıyı ve bahçeyi tanıdı, evi inceledi, gözetledi, kolladı ve birkaç gün sonra Clocheperce’de oturan Magnon’a bir peksimet götürdü. Magnon da bunu, Babet’nin Salpétriere’deki metresine ulaştırdı. Hapishanelerin karanlık sembolizminde peksimet: ‘İş yok’ anlamına gelir..” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV. sa:87) Pelagian : (FELS.,DİN,KOLL.,DEN.) <Piley’ci’ın> : -sıfat,isim- İnsanın günahsız olarak yaratıldığı kuramını öğreten papaz Pelagius’a inanan ve onu izleyen kimse; Pelagianism : Ona inananların kurduğu mezhep; engin denizlerde yaşayan, pelagic : engin denizlere ait pelisse : (FR.,GİYSİ,KOLL.) <pe’lis> : Özellikle tüm kürkten yapılmış kadın mantosu; çocuk pelerini Pel pel (bel bel) bakmak : Bön bön, aptal aptal, anlamsızcasına bakmak “Derken bölmeden yaşlı adamın öğlu, gelini, kızı da geldi. Çocuk onlara bir hoş, pel pel baktı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:16) “Sonra kalabalık gittikçe arttı. Deli Hüseyin köpürdü. Halka döndü: ‘Ne öyle pel pel bakıyorsunuz? Deve kalktı!’ ” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:99) Peltek peltek : Dili sürçerek, titrek ve ürkek; ‘s’ ve ‘z’ seslerini çıkarmakta güçlük yaratan, dili dişler arasında almış gibi ses çıkartan konuşma tarzı “Uzaklaşmaya davrandı, ama adam tekrar yakaladı. Peltek peltek: -Mutluluk dilemekle olmaz yani, dedi. Bu kadarı yetmez… -Ya daha ne olacak? -Sana bir şey vermek isterdim…” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:5) peltri : (ZOO,KOLL.) <peltri> : Genellikle tüm hayvan derileri ya da postları Pelvan : Pehlivan (Anadolu lehçesi) “ ‘Aferin komşular!’ dedi muhtar. ‘Dahile karşı dirlik, harice karşı birlik! Bu böyle sürüp gittikçe, bizim Ömer pelvan her güleşte yenilse de Karataş köyünün sırtı yere gelmez arkadaşlar.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:79) “-... ben içeri girdiğim zaman, ne sende pes ettirmiş pelvan hali vardı ne de kadında, koçu beğenmiş marya gevşekliği... Sakın Kocamustafapaşalılar’ın namusunu iki paralık etmeyesin elin ayağın kesilip? -Eli ayağı kesilene, ‘Yarın ben seni ararım’ derler mi?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:155) Pembe dizi : Televizyonlardaki hafif, komedi, dram, ya da aşk içeren heyecan verici diziler “ŞUBAT AYI: CAPE TOWN <1993> 2. bir moloz alanıdır ülkem savsözlerin, ayrıcalıkların, uyumların. Pazarlıklar geveze tüfekler teslim ediyor müstehcenliğe, pembe dizilere.” (Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07) Pencerelerin camını yere indirmek : Ev içinden ya da dışından gelebilecek ileri derecedeki gürültü, kavga, şiddet v.s.’den pencere camlarının etkilenerek sanki çerçevelerinden fırlayarak yere inmelerine gönderme “Sergio her akşamüstü, içeri girer girmez neden iyileşmediğini soruyordu büyükanneye; iyileşirse Disney’e gideceklerdi. Sağlığına çabucak kavuşması için yalvarıyordu, n’olur, n’olur. Annesi bunun üzerine öylesi bir kahkaha atıyordu ki, neredeyse pencerelerin camlarını yere indirecekti.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9) penal : (HUK.,PSYCH.,KOLL.) <pi’nel> : cezaya mahsus, ceza kabilinden; penal colony : mahkumların gönderildiği sürgün yeri; penal servitude : -zarf- ağır hapis; penally : ceza kabilinden; penalize : -fiilcezalandırmak; penalty : ceza, para cezası; oyunda ceza veya handikap, -futbol- penaltı penance : (DİN,PSYCH.,HIRİST.) <pe’nans> : Bir günahtan dolayı hissedilen pişmanlığı gösterir hareket; itiraf’tan sonra günahın cezası çekilsin diye papaz tarafından verilen ceza; to do penance : kefaret olarak ceza penates, Penates : (DİN,MYTH.,DAVR.,PSYCH.) <pi’neytız> : Aile ve ev mabutları penchant, penchant : (FR.,DAVR.,PSYCH.) <pan’şan pan’şan> : Meyil, şiddetli arzu, eyilim Pençe pençe (kızarmak) : Genellikle yüzde oluşmuş geniş ve yer yer lekeler “Kızardı, güzel gözleri dumanlandı, yüzü pençe pençe oldu, yüzünde ekseriya görünen o sevimsiz mazlum ifadeyle kendini Mlle Bourienne ve Liza’nın iradesine bıraktı.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:47) pendentelite : pendragon : (LAT,HUK.,KOLL.) <pendenti’layti> : Davası görülürken (TAR.,İNG., HÜK.,KOLL.) <pen’dre’gon> : Eskiden İngiltere’de hükümdar ya da başbuğ (Yeni Redhouse Lügati) Pénélope : (YUN.MYTH.): Ithaka’nın efsanevi kralı Odysseus <Romalılar:Ulysses diye adlandırır. Hileci ve hünerlidir. Truva kuşatması sırasında gerek dövüşmesiyle, gerekse akkıllı öğütleriyle dikkati çekti. Karısı kendini Ithaka’da beklerken, POSEİDON-Deniz İlahı, onun on (yirmi?) yıl dönmemesi için kıyıdan kıyıya dolaşmasını sağladı. Dünyanın en eski ve en ünlü şairi HOMER, onun serüvenlerini Odyssey adı altında, yirmi dört kitaplık destan halinde yazdı>’un karısı. Ailesi yeniden evlenmesi için sıkıştırdığında, ‘İşlediğim bu gergef biter bitmez evleneceğim,’ deyip gündüz işlediğini geceleri sökerek onları oyalıyordu “(Elodie) bir anda düşüncelerine ve nakışına ara verdi: ‘Evariste yurttaş, sizin hoşlanmadığınız bir eşarp bana da zevk vermez. Lütfen yeni bir örnek çizin de işleyeyim. Bu ara, Pénélope gibi, siz yokken işlenen kısmı sökmekle uğraşayım ben de,’ dedi.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:41) penetralia : (LAT.,DİN,PSYCH.,MYTH.) <penit’re’lia> : Özellikle bir mabedin en iç saklı yerleri; giz, gizli, esrarlı şeyler; aile’ye özgü sırlar Penis : Erkek cinsel organı, kamış “Miles, kadınlar dünyasına açılmış vadesiz bir kredi <herzaman açık, kullanılabilir mevduat>, Bing içinse yasak bölge. Ama o dikelmiş penisin azap veren gücü, Bing’in başka seçenekleri göz önüne almasına, merakını gidermek için başka denemeleri düşünmesine yol açtı; arzuladığı tek erkeğin Miles olmasına karşın, kendisinin kim ve ne olduğunu -erkekler için yaratılmış bir erkek mi, kadınlar için yaratılmış bir erkek mi, hem erkekler hem de kadınlar için yaratılmış bir erkek mi, olduğunu- anlamanın tek yolu olarak bir erkekle denemeye girmenin zamanı geldi mi diye merak eder oldu. Sorun, bu denemeyi nerede yapacağıydı. Orkestradakilerin hepsi ya evliydi ya da kız arkadaşlarıyla yaşıyorlardı; Bing’in aklına gelen hiçbir eşcinsel arkadaşı yoktu, gaybarlarda birine takılmak fikri de kanını donduruyordu.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:222) “İnsanın aklına Bay Boş’un bu onur kırıcı pozisyonda yakalanmaktan (donu aşağıda, cılız penisi çırçıplak, sıska bacakları arasından sarkmaktadır) mahcub olacağı gelebilir, ama durum öyle değil. Bay Boş’un Anna’nın yanında hissettiği, sahte bir alçak gönüllülük değildir.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:26) “İtalyan hükümetine hizmet etmesi için inşa edilmiş bina, ziyaretçilerine gözdağı veren erkeksi heykeller sunar. AMMANNATI’nin Neptün Çeşmesi’ni taçlandıran kaslı Neptün heykeli, denizden fırlayan dört güçlü atın tepesinde çıplak bir şekilde yükselir.. Bu, Floransa’nın denizlerdeki eğemenliğinin bir sembolüdür. MICHELANGELO’nun Davut heykelinin bir replikası <kopya> -dünyanın en ünlü çıplak erkeğitüm haşmetiyle saray girişinde durur. Davut’a, Herakles ve Casus adlı iki devasa çıplak adamın heykelleri de eşlik ederler. Böylece, Neptün’ün satirleriyle <yergi, hiciv>birlikte toplam bir düzine penis, saraya gelen ziyaretçileri karşılar.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:185) “Baird sıkılmaya başlamıştı. ‘Schwabe, İngilizlerin ne edebiyatı ne de penislerini hak ettiklerini söyler ikisine de pek önem vermezler,’ diye soğuk bir espri yapmaya kalktı. Campion gözlerini kocaman açmış ona bakıyordu, bakışlarından aynı anda hem küstahlık, hem de dobralık okunuyordu. ‘İngiliz tarzı yetiştirilmenin kurbanı olarak galiba kendimi savunmam gerekiyor,’ diye ekledi Baird. Campion artık ona kulak vermiyordu. Sandaletin içinde ayaklarını gerdi. ‘Bir bağnazlar ve şapşallar dünyası,’ dedi usulca.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61) penology : (DAVR.,HUK.,KOLL.) <pino’logi> : Ceza ve Hapis Bilimi; penology : bu bilimin uzmanı pentacle : (MYTH,ASTR.,KOLL.) <pen’takl> : Tılsım olarak kullanılan beş uçlu yıldız; pentagram : <pentegram> Beş köşeli yıldız Pentateuch : beş kitabı (YUN.,DİN.,MYTH) <penteyt’yu’k> : Kitabı Mukaddes’te Eski Ahdin <Ahdi ataik> ilk Pentecost : (YUN.,MUSE.,HIRİST.,MYTH.,KOLL.) <Pentekost> : 1) MUSEVİ’lerin ‘Haftalar’ ya da ‘Biçme’ Bayramı; Tevrat’ın verildiği gün; ‘Fısıh’ Bayramından elli gün sonra kutlanır; ‘g ü l b a y r a m ı’; 2) HIRİSTİYAN’ların Paskalya’dan elli gün sonraki H a m s i n-Şavuot bayramı, çok duygusal ve tutucu inançlar ifade edilir; (Resullerin İşleri 2:1,41); Eski Yun.: hemera - pentekoste : 50. gün Pentelic : (SAN.,YUN.) <Pentelik> : Atina çevresinde, mermer i ile ünlenmiş Pentelikos dağı penthouse : (YAPI,KOLL.) <penthaus> : Sundurma, çekme kat, sayeban, gölgelik; önü açık ve bir tarafı duvara yapışık eğik çatı penult, penultimate : (GRAM.,KOLL.) <pi’nalt, pin’alti’meyt> : Sondan bir evvelki; sözcüğün sondan bir evvelki hecesi penumbra : (ASTR.,MYTH.KOLL.) <pi’nambre> : Güneş ya da ay tutulmasının başında ya da sonunda görülen yarı aydınlık yarı karanlık hafif gölge penury : (SOSY.,KOLL.) <pen’yuri> : fakirlik, yoksulluk, sıkıntı, gereksinme (Yeni Redhouse Lügati) Per : Kanat, <Fr.: Pair (m): Krala bağlı derebeyi, Yüksek Meclis ve (İng.) Lordlar Kamarası üyesi; Paire (f): Çift, iskambil oyunlarında aynı iki kağıt; Aller de pair: Atbaşı gitmek, başabaş, eşit olmak, travailler au pair: Boğaz tokluğuna çalışmak; Su değirmenlerinde çarkın kepçesi “Bu sırada yukardan önlerine bir serçe cücüğü <yavrusu> düştü, Ali Hüseyin başını kaldırınca Ağaefendinin parmağındaki on iki perli (kanatlı) yüzüğü gördü, afalladı, bir cücüğe baktı, bir Musa Kazıma. Ayağa kalktı, destur pirim dedi, cücüğü yerden aldı koşarak ağaca gitti ağaca tırmandı, cücüğü usulcana koynundan çıkardı, yuvaya koydu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:113) per : (LAT.) -edat- vasıtasıyla, eliyle, tarafından; per annum : senelik, yıllık, her sene; per accidens : Kazara, tesadüfen; per ambages : by circumlocution : beating around the bush = eveleyerek, geveleyerek; per angusta as augusta : mahkemelerle büyüklüğe eriş = Through trials to grandeur; per annum : yıllık; per aspera ad astra : sıkıntı ve güçlüklerden yüksek gayeye, umutlara; per capita : nüfus başına, insan başına; per consequence : tesadüfi olarak = consequently; per contante : Para için = For money; per contra : öbür yandan, taraftan; diğer yönden = On the contrary, on the other hand; per diem : her gün, günde, günlük; per fas et nefas : (HUK.) haklı veya haksız olarak; per mensem – per mese : ayda bir, her ay; per piacere (İTA.): lütfen; per saltum : bir atlayışta, birden; per se : kendiliğinden; haddizatında; per pro (ya da p.p.) : namına imzalarda kullanılır(Yeni Redhouse Lügati) peregrine : (SOSY.,KOLL.) <per’igrin> : Ecnebi, yabancı, göçebe; ZOO.: Yeni doğan kuş perennial : (ZAM.,KOLL.) <per’eni’ıl> : Bütün yıl devam eden, uzun süren, daimi; İki yıldan fazla yaşayan, çok yıllık; BOT.: Yıldan yıla yaşayan bitki Pera : (COĞR.,YUN.) <Pe’ra) : Beyoğlu, İstanbul Peral : Abla (ROMAN dilinde) “Arkadaş, artık işin tam kıvamına geldiğini anlamıştı. Cebinden armoniği <ağız mızıkası> çıkarıp dudaklarına yanaştırdı; çingenelerin şaşkınca bakışları arasında bir gece önce çadırın kenarında dinlediğimiz o ezgin, baygın nağmeyi tutturdu... Önce birkaç saniye kadar bundan pek bir şey anlamayan çingene çocuklar biraz sonra birdenbire afalladılar ve hep analarının, ablalarının yüzlerine bakarak bağıırdılar: -Hoy miday, hoy miday! <Hey anne, hey anne>; hoy peral, hoy peral!’ (Hey abla, hey abla), bu ne çalar, bu ne çalar?” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:15-6) per aspera ad astra : (LAT. MYTH.) yüreklendirici bir deyim. <per aspera ad astra>: ‘Sabreden derviş, muradına ermiş’ babında, “Üçüncü kez şarkıya başlayıp yine sonunu getiremeyen Lucius, kemanı çenesinden çekip aldı, kolunu sarkıtıp: ‘Yapamayacağım,’ dedi. ‘Ama zaten bu sonbahardan beri çalışıyorum ancak,’ diye ekledi ardından. ‘Güzel, Lucius!’ diye sesini yükseltti müdür bey. ‘Gösterdiğiniz çaba için teşekkür ederiz. Sakın peşini bırakmayın, sürdürün çalışmalarınızı!’ per espera ad astra!” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:96) Perçem : Kakül, kıvırcık saç ucu “Hala damlıyor tuzlu deniz perçemlerinden, Lysidike, sen mutsuz kız, boğulan deniz kazasında, çalkalanmaya başlayınca deniz, üürküp düştün boş kayıktan. Yazıyor şimdi mezarında senin ve yurdun Kyme’nin adı; oysa dalgalar yıkıyor kemiklerini soğuk kumsalda...” (Ksenokritos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:29) Perdahlanmak : parlatma Cam, fildişi, mermer, sedef gibi narin nesneleri ya da takı için kullanılan değerli taşları “Düşes hayretten bir türlü kurtulamıyordu, sokakta geçerken görse Fabrice’i dünyada tanıyamazdı. Onu gerçekte ne ise öyle görüyordu: İtalya’nın en güzel erkeği. Özellikle pek sevimli bir yüzü vardı. Düşes onu Napoli’ye gözünü daldan budaktan sakınmaz bir atılgan olarak göndermişti. O zamanlar elinden hiç bırakmadığı kamçı, varlığının adeta bir parçasıymış gibiydi. Şimdi daha soylu, yabancılar karşısında daha ölçülü bir hali vardı, başbaşa kaldıkları zaman da da düşes onda ilk gençliğinin bütün ateşini buluyordu. Perdahlanmakla hiçbir şey yitirmeyen bir elmastı o.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:156) Perendebazlık : Biriyle, yanındakiyle yarışmaya girmek “HAMLET, mezardan çıkardığı kafatasını fırlatan Birinci Soytarı’ya hitaben: Bir tane daha. Neden bu kafa da bir dava vekilinin kafası olmasın? Kelime oyunları, söz oyunları, davaları, mülk koşulları, perendebazlıkları şimdi nerede acaba?” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:162) perfidious : (PSYCH.,KOLL.) <per’fidius> : -sıfat- hain, sadakatsiz; -isim- perfidiousness : hainlik, sadakatsizlik; perfidy : -isim- hıyanet, hainlik, vefasızlık, sadakatsizlik Pergamum, mus : (TAR.,COĞR.) <Per’gamum, -mus> : Bergama’nın eski ismi Peri (Dağ, iyilik, karanlık, orman, su perisi); Peri kızı; Peri ru: Peri suretli (yüzlü) : Masallarda rastlanan ince yapılı, düşsel, çok güzel dişi mahluklar Bk.: Esin perileri “Gözyaşları Birbirine Benzer <Tk.:1994> Fayanstan meleklerin külrengi göğünde Külrengi göğünde boğuk hıçkırıklarını O Mayence günlerini bir bir anımsarım Peri kızları ağlardı kapkara En’de” (Louis Aragon <1897-1982>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.06.05) “IRMAK ---------- Belli ki bir su perisi can katıyor coşkusunun güzelliğine... Hem akıllı, hem de kurnaz bu yosma bana tuzak kurarak hemen gitmemi, canımı kurban etmemi bekliyor kendine.” (Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.12.05) “GÜZELLİĞE İLAHİ ------------------------Şeytan, Tanrı, ne olursan ol, Melek, Siren, -Işık, uyum, ıtır, sen kadife gözlü peri, Tek kraliçem - daha katlanılır bir evren Sağla bana, hafif kıl daha saniyeleri.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:59) “KAÇAMAK AŞK Gördüm geçen sabah, Genç bir tanrıyı, çimenlikte Peri giysileri içinde, Cin gibi zıplarken.” (Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06) “BAŞKA DOĞUŞ ---------------------Ben Kederli küçük bir peri kızı tanırım Bir okyanusta yaşayan Ve tahtadan bir kavalla Kalbini gizli gizli alaya alan Bir küçük peri kızı kederli Gelen gece ile ölür bir öpücükten Ve bir öpücükle dirilir şafak vakti.” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.08.05) “UYKU -------bu karanlıktan bu suskunluktan yorgun dedim ki ey uyku, başparmağın yeşil bahçenin anahtarı gözlerin, dinginliğin balıklarının karanlık havuzu ağlayan çocuğumun yarattığı yükü çekip al ve beni unutmanın peri suretli ülkesine götür” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:30) “Munise’yi birkaç güne kadar çarşafa sokuyorum. Şöyle böyle on dördüne giriyor. Boyu şimdi tam benim boyum kadar..... beyaz küçük yüzü, günün saatlerine göre değişen lacivert gözleriyle güldükçe yanağında güller açan, ağladıkça gözlerinden inci dökülen peri kızlarına benzerdi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:355) “HERKESİN BÜTÜN ÖĞÜTLERİNE KARŞIN ----------Anımsar mısın tekneyi gökyüzünden düşen tam Büyükannenin bahçesine, aynen iki küçük kız gibi, ceviz koruluğunda yolunu kaybetmiş bir daha periler diyarını hiç ziyaret etmeyecek olan?” (Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06) “ ‘Vallahi, geceleri adeta bizim gibi konuşuyorlar, gülüşüyorlar, şarkı söylüyorlar, tepinip oynuyorlar. Bazı da bir kavga, bir dövüştür gidiyor,’ diyordu. Perilerle cinlere yuva olan bu odaların kapıları hiç açılmazdı ve karanlık basar basmaz Cenan Kalfa’yı öldürseler bile önlerinden geçmezdi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:196) “ATİNA --------Bir ışık öpücüğüyle parlıyor ilk yıldız. İlisus’tan esen bir yıl sevdalanıyor titreyen defnelere, kızaran orman perilerine.” (Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.08.02) “ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ -----------------------------------------Öğretmenler çocuklara Dağdan kopan olağanüstü bir ışık gösteriyor Ama çıka çıka bundan bir lağım çıkıyor sonunda Ortasında koleranın karanlık perileri bağrışıyor Öğretmen sofuca tütsülü iri kubbeleri gösteriyor.” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:72) “DÖRT ŞARKI III. Flütlerin Ağıdı ---------------------Duyuyoruz biz onları, geveze çam ağaçlarını Gece kuşlarını, orman perilerini çok uzaklarda... Karşılık versem mi çağrılarına, daracık deliğimden, kabuğumdan çıkarak arınmak için kayalıklara, uçurumlara doğru sürünsem mi kendi başıma?” (Christopher Okigbo<1932-1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.12.08) “Böyle Birisi --------------Sıcak mağaralar buldum ağaçlar arasında, tavalar, oymalar, raflarla doldurdum gömme dolaplar, ipekler, bir sürü öte beriyle; akşam çorbası pişirdim kurtlar için ve periler: yola getirdim yoldan çıkmışı.” (Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06) “SİYAHLAR GİYİNMİŞ PİLGRİM Yabancı dünyalardan geliyorum ben, peri kızlarının çok sevdiği rahip, kimsesizin biri Hak’la söyleşen, yıldız avcısı, kahin vasfına sahip.” (Teodor Trayanov<1882-1945>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.04.09) perioeci : (LAT.,ASTR., KOLL.) <peri’oyki) : Aynı enlem derecesi üstünde (İstanbul ve Japonya gibii birindr gece diğerinde gündüz) ve birbirlerine karşı alanlarda yaşayan ahali; FİG.: Isparta’da hür, fakat siyasal hak ve hukuktan mahrum vatandaşlar Peri padişahı; Peri padişahının kızı : Olağanüstü güçlere sahip masal kahramanı bir padişahın çok güzel düşsel kızı “Kızlar İki kızı vardı peri padişahının Suya dönüştü biri Geceye dönüştü öteki Birbirini göremeden yıkadılar” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:41) “ ‘Babacığım, babacığım görmüyor musun karşıda Peri padişahının kızlarını loşlukta?’ ‘Görüyorum oğlum, görüyorum iyice, İhtiyar söğütler parıldıyor gece.’ ” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, sa:117) “İki üç gündür, burada öyle bir düğün hazırlığı var ki, sanırsınız, masallardaki peri padişahının kızı ile eski Hindistan hükümdarlarından birinin oğlu evlenecek... Halbuki, yaşlı bir lavtacının <lavta: -mızrapla çalınan ut yavrusu bir halk çalgısı- çalgısını çalan sanatkar> oğlu olan kemancılardan biriyle eski bir zurnacı’nın kızı evlenecekler...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:201) “Peri padişahının kızlarını işittin ya! Ne şeker şeylerdir. Bu peri padişahının kızları Hint veya Yemen padişahının oğluna aşık olurlar. En büyük kız pek güzel olduğu halde ortanca ondan daha güzel, hele en küçük hem en güzel hem de en akıllıdır.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:29) Perişan : Mahvolmuş, çok kötü, düzensiz, karmakarışık, harap olmuş “Babam, General Augereau’dan bağışlanmamı istemek üzere, üç günlük bir süre almayı başarmış, General de beni bağışlama iyiliğini göstermişti. Böylece Prosper Magnan’ı Andernach tutukevine girdiği zaman görmüş ve ona çok acımıştım. Yüzü çok solgun, üstü başı perişan ve kan lekeleri içinde olmasına karşın, insanın dikkatini çeken saf ve suçsuz görünüşü vardı.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:80) “Colandrino’nun ölümünden sonra, belki aylar sonra, kendimizi birtakım dağların eteklerinde bulduk; bu dağları nasıl aşacağımızı bilemiyorduk..... Üstümüz başımız perişandı, güneşten yanmış, bir deri bir kemik kalmıştık, yanımızda sadece silahlarımız ve heybelerimiz vardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:474-5) “KÖRDÜĞÜM ----------------Bu kaygılı günlerimde bir zaman Sana görünmemeyi yerinde buluyorum. Orda burda, tek başıma, perişan Dolaşıp duruyorum. (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:16) “Londra’da Bir İmarethanenin Önünde Duran Çocuklar Uzun bir çocuk alayı gördüm, dizilmişler ikişer ikişer bir imarethanenin önünde. --------------------- Batmışlardı kirlere, perişandı üst başları yapışıyordu bedenleri duvarlarına evlerin.” (Ernst-Maria Richard-Stadler,<1883-1914>-Danyel Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “19.10.09) “Stepan Arkadyeviç karısını düşünürken içi rahat olabilir, Matvey’in deyimiyle her şeyin düzeleceğini umabilir, sakin sakin gazetesini okuyabilir ve kahvesini içebilirdi. Gelgelelim, karısının bu perişan durumunu , ıstırap kaplı yüzünü gördükten, kadere boyun eğmiş umutsuz sesini işittikten sonra nefesi kesilir gibi oldu, boğazına bir şey düğümlendi sanki.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:22) periwig : (FR.,VÜCUT,KOLL.) <peri’vig> : Peruka, takma saç perjure : (PSYCH.,HUK.,KOLL.) <per’jür> : -fiil- yalan yere yemin ettirmek; perjure oneself : yalan yere yemin etmek; perjured : yalan yere yemin etmekten suçlu; perjury : -isim- : yalan yere yemin; şahit sıfatıyle yalan yere yemin etme; -nadir- : yemininden dönme Permeperişan : Perişanlık içinde, her yanı bitik “Gün iyice ikindiye devrilmişti. Orağı koluna takmış, Bayram çıktı geldi. Toz toprak içindeydi. Ter, saçlarını alnına yapıştırmıştı. Ter, kulaklarından aşağı, boynuna sızıyordu. Avurtları da birbirine geçmişti. Güldüğü zaman dudakları çatlayacak gibi oluyor, derisi geriliyordu. Üstü başı perme perişandı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:72) “Üstü başı permeperişandı. Yalın ayaklarının altı kalın bir nasır bağlamıştı, otomobil lastiği gibi. Hösük: ‘Ölmek var, dönmek yok,’ dedi.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:9) pernickety : (PSYCH.,DAVR.,KOLL.) <perni’kiti> : Titiz, kılı kırk yarar, nazik perron : (YAPI,KOLL.) <perın> : Binanın önünde ya da bahçede bulunan merdivenli sahanlık, çıkış - binek merdiveni PERSEUS : Argos kralı Akrisios un torunu, Danae’nin oğlu; Grogon MEDUSA’yı öldürmek için gittiği Hades ülkesindeki maceralarını okumak için Bk.: Danae persiflage : (DİL,PSYCH.,KOLL.) <persi’flac> : Şaka, takılma, hafif alay Persona : Jung’un psikolojik kavramlarından biri: Bireyin, ‘kişisel bilinçdışı’ndan doğma, topluma karşı takındığı ‘sosyal maske’ arketipi. “Dışadönük ya da içedönük bir davranışın ve bir işlevin gelişmesi, yaşantımızın, kendimizi dünyamıza uyumlu kılma, dünyada kendimizden bir iz bırakma sürecinin bir bölümüdür. ... Bizden beklenilenlere uygun davranma, aldığımız eğitime ve toplumsal baskıya yanıt verme ve kabul edilen davranış biçimlerine uyma yönünde içimizde güçlü bir eğilim vardır. Persona, kolektif bir olgu, kişiliğin aynı oranda bir başkasında da ait olabilecek bir yönüdür. -Persona, genellikle, yanlış bir biçimde, kişiye özgü olarak anlaşılmaktadır.- Persona , dünya ile ilişkilerimizi sağladığımız bir gerekliliktir. Diğer insanlardan neler bekleyebileceğimizi göstererek ilişkilerimizi basitleştirir ve onları, iyi giysilerin biçimsiz bedenleri güzelleştirmesi gibi, daha hoş kılar. Persona geliştirmeyi savsaklayan insanlar kaba, huzursuzluk yaratan ve dünyadaki yerlerini bulmakta zorluk çeken eğilimler sergilerler.” (Frieda Fordham, “Jung Psikolojisi”, sa:59-60) “İki manzara arasındaki fark Patan’daki kadının manzaranın bir parçası olmalıydı. Korkunç feryatlarına rağmen orada değil gibiydi, sanki kolektif zihnin bir parçasıydı. O geleceğe aitti, kendi tanrılarının kanıyla ve efsanenin sıcak ruhuyla bağlantılıydı. Zürih’in eski meydanındaki manzara ise tamamen ıssız bir çözülmeydi. Elleri paltosunun cebindeki adam her şeyden kopuktu, kendi peyzajından ayrı duruyordu. Kimsesizliğin bir imgesiydi; persona’yı ve onun ölüm korkusunu simgeliyordu. Öğlene kadar geçerliğini yitiren bir sabah gazetesi kupürüne benziyordu.” (Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse”, sa:105) Persona grata : (LAT.,PSYCH.,DİPL.,KOLL.) <pe’sona gra’ta> : Özellikle diplomasi’de ‘şayanı hürmet, şerefli, saygıdeğer’ anlamlarında : Bir diplomat’ın, kabul edilmeğe layık olduğu hakkında Persona nongrata : (LAT.,PSYCH., DİPL.,KOLL.) <per’sona non-grata> : Pek teveccüh - hayranlık, saygı gösterilmeyecek diplomatik kişi - Kabul edilmeye layık olmayan diplomat per speculum et in aenigmate : (LAT.) <per spe’kulum et inenigmati> : ‘Aynadan ve bilmece gibi’ “Ama Ermiş Bernardo haklıydı: Tanrı’nın yarattığı mucizeleri per speculum et in aenigmate açıklamak için, canavarlar ve hilkat garibeleri betimleyen insanoğlu yavaş yavaş kendi yarattığı hilkat garibelerinden hoşlanmaya ve zevk almaya başlar; bu nedenle de, artık yalnız onlar aracılığıyla görür.” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:102) persuadable : (PSYCH.,HUK.,KOLL.) <per’sui’dıbıl> : -isim- Kandırılabilir, ikna olması mümkün; -fiil: kandırmak, gönlünü yapmak, ikna etmek; persuader : -isim- kandırıcı; persuasible <per’sui’sibl> : -sıfatiknaı mümkün; persuasion : -isim- <per’sui’jın> kandırış, ikna; persuasive : -sıfat, isim- kandırıcı, ikna edici pert : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pert> : -isim- arsız, şımarık, yılışık; canlı, şen per totam curiam : (LAT.,HUK.,) <per to’tam ku’riam> : Tüm mahkemenin kararı ile = Unanimous decision (İNG.) perturbation : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <per’tür’bey’şın> : -isim- rahatsızlık, ıstırap, karışıklık, heyecan; ASTR.: Göksel bir cismin hareketi halinde, başka semavi bir cisimde bu etkinliğin etkili olduğu bir nizamsızlık peruke : (SAÇ,VÜCUT,KOLL.,FR.) <piruk, pe’ruk> : Peruka, takma saç perusal : (EDE,KÜLT.,KOLL.) <peru’zıl> : Okuma, mütalaa; peruse <pe’rüz> : -fiil- okumak, mütalaa etmek; FİG.: tetkik etmek, incelemek (Yeni Redhouse Lügati) Pervane gibi dönmek (çevresinde, etrafında) : Hizmet için birinin etrafında fır dönmek, her daim hazır olmak “Ben heyecandan altüst olmuş, susup ellerimi ovuşturduğum için, kızlar çoktan çevremde pervane gibi dönmeye başlarlardı: Kızlardan biri, kokusu hafif de olsa, parfümlerin kokusunu almayı önlemesin diye ceketimin yakasındaki ilikten gardenyayı çekip alır(dı).” (I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12) Pervasız : Korkmaksızın, çekinmeksizin, cesurca, gözüpek “Soylu, eliaçık ruhlu kadınlar vardır; büyük bir adamın yanında acılara katlanır, onun yoksulluğunu paylaşır, türlü huylarını, heveslerini anlamaya çalışırlar; bazı kadınlar nasıl pervasızca süslenir, duygusuzluklarını nasıl pervasızca gösterirlerse, onlar da sevmekten, çile çekmekten öylece çekinmezler. Gillette, işte o kadınlardandı.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:34) “Spendius ise, tersine, daha pervasız, daha şen bir hal alıyordu. Çardaktan meyhanelerde, askerler arasında nutuk çekerken görülüyordu. Eski zırhları onarıyordu. Hançerleri havaya atıp tutarak hünerler, marifetler gösteriyor; hastalar için kırlardan otlar, kökler topluyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:47) “Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101) “Lakin bir yandan da tedirgindi. Genç bir erkekle ilk kez gizli, sıkı fıkı ilişkilere giriyordu. Durumun yakışıksızlığı korkutuyordu onu. Pervasız davranışından ötürü kendini azarlıyor, ne yapacağını bilemiyordu.” (A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:131) “Aslında, küçük gördüğü birtakım insanlarla muhatap olmuştu. İş dedikleri, Brancoric’in cepheden ya da yurtdışından kaçakçılıkla temin etttiği şeylerdi, yasak olan şeyler. Bunu suç ortaklarıyla yapıyordu. Brancoric’in rahat ve pervasız tutumu nedeniyle dehşete kapılmıştı. Ne yapmalıydı? Ama hiçbir şey yapamazdı. Taşıdığı soyadı nedeniyle eli kolu bağlıydı.” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:169) perverse : (PSYCH.,DAVR.,KOLL.) <per’vers> : -sıfat- ters, aksi, yoldan çıkmış; ahlakı bozuk, kötü huylu; perversion : -isim- azdırma, ayarlama; azma, delalet, ters anlam verme; pervert : -fiil- ayartmak, azdırmak, ifsat etmek, delalete sürüklemek; ters anlam vermek, yanlış açıklamak; perversive : -sıfat- yanıltıcı; pervert : <pervert> -isim- sapık, delalete düşmüş kimse; iğri yola sapmış; perverted : -sıfat- doğru yoldan çıkmış kimse, sapık Pes dedirtmek : Karşısındakine yenilgisini kabul edinceye kadar ısrar etmek “İnanmak istemediler, ben yemin edip doğruluğu üzerinde direttim söylediklerimin, güldüler, ben de içerledim. Bana inanmayanlara hodri meydan dedim ve gerektiğinde hepsine birden pes dedirteceğimi açıkladım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:41) Pes demek : Yenilgiyi kabullenmek, teslim olmak “Layev: -Petya, iki gözüm, diyor. Benden pes! Öyle yoruldum ki, beş dakika sonra yatağa girmezsem ölüm çıkar.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105) “İsa’nın yüzü parlıyordu. ‘Tanrı’yla güreşmeyi bıraktım, pes dedim,’ diyordu. ‘Dost olduk. Çarmıh yapmayacağım artık. Hamur tekneleri, beşikler, karyolalar yapacağım.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:528) “MADAM T. - Bildiğim bir tek şey var. Dünya artık fazla bozuldu. GLUMOV (Gorodulin’e döner.) - Ya siz İvan? Siz ne dersiniz? GORODULİN - Pes derim. Size hayranım. Tebrikler!” (A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:126) Pes doğrusu : Bu kadar da olur mu yani, nasıl olur da bunu yaparsınız bağşamında “Bakın şu Marino’ya! Sokağı, katı, merdiveni anımsamıyor... koskoca avluyu anımsamıyor... ama bir banyonun yarım metre genişletilmiş olduğu gözünden kaçmıyor! Pes doğrusu!” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:60) “Yahu, koca sülalede, Nazmiye ne oldu acaba, diye biri olsun, ağzını açıp bir şey söylemedi..... Suat, halasını sever, bilirsin. Bir şey yapamadığımızı görünce hepimize gücendi, küstü vallahi... Pes doğrusu...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:58) “Mrs. HUSHABYE, resmi. - Yüzünüz hiç yabancı değil. Sizi gözüm ısırıyor. Acaba nerede tanışmıştık?” LADY UTTERWORD - Babam burada olduğumu söylemedi mi yoksa. Pes doğrusu. Artık bu kadarı da fazla. (Surat asıp kendini koltuğa atar.)” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:16) “Prens içinden: ‘Eee, pes doğrusu!’ dedi. ‘Ne güzel ders almış! İşte iyi yetiştirilmiş bir kuş; Sanseverina’nın fikri bu.’ Prens bu işte ayak direyerek, yılmadan büyük bir ustalıkla Fabrice’i bu pek tehlikeli konuda konuşturmaya çalıştı. Tehlikeyi sezerek davranan genç adam, bereket versin ki hiç açık vermedi, harika yanıtlar buldu: ‘İnsanın kralını sevgisini göstermesi hemen hemen küstahlıktır,’diyordu. ‘Krala sadece itaat edilmelidir.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:158-9) peseta : (İSP,EKON.,KOLL.) <pe’seta> : İspanya’nın kullanıdğı para birimi peseta-gümüş lira Pes etmek, Pes vallaha : Yenilgiyi, rakibin üstünlüğünü kabul etmek (Savaşta, güreşte); Yüksek takdirini belirtmek “Becker, kendini emniyete almaya çabasıyla, açıklığın iç tarafını sıkıca kavradı. Ayaklarını atmaya çalıştı. Vücudu kurşun gibi ağır geliyordu kendisine; biri bacaklarına bir halat bağlamış onu aşağıya doğru çekiyordu sanki. Pes etmedi. Dirseklerini çıkıntıya koymayı başardı.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:353) “Langdon sert bir ses tonuyla konuşmaya başladı. ‘Ajan Brüder, bu durumda olmamızın sebeplerinden biri de Sienna Brooks’un bütün gün benimle oyun oynamış olması. Ve söylediğin gibi, virüs çoktan hepimize bulaşmış olabilir. İstesen de , istemesen de sana yarım edeceğim.’ Brüder, bir süre ona baktıktan sonra pes etti.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:502) “Bazı insanlar pes etmezler. Çukur bile onları yola getiremez. Joe Statz onlardan biriydi. Sürekli çukurdaydı (Hapishanede pislik çukuruna hapis edilmiş olmak.) Gardiyanın örnek kötü oyuncusuydu.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:51-52) “Ayrı düşmüş olanlar ilk evrede, aslında hiçbir zaman pes etmediklerini. Mektupların gelmesi, vebanın durması, orada olmayan kişilerin kente sızıvermesi gibi şeyler umduklarını farkederler.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:66) “Eğer küçük yaşta başarısızlığa uğrarsa pes edebilir (indigo çocuk) ve öğrenme konusunda kalıcı engeller geliştirebilir.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:44) “Don Quijote bütün bunları kımıltısız seyrediyordu. Adamın yere düştüğünü görünce, atından atlayıp üstüne çullandı, kılıcını gırtlağına dayayıp pes etmesini, yoksa kellesini uçuracağını söyledi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:59) “İlk başta, bu ona çok güç gelir. Söyleyecek bir şeyi olmadığını düşünür, anlamsızca gevezelik edip duracağını sanır. Böyle bile olsa savaşçı pes etmez. Sabahtan akşama kadar yüreğiyle konuşur. Aklına yatmayan şeyler söyler, saçma sapan konuşur.” (P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:33) “ ‘... Sen tüm geçmişime yolculuk yapmama neden oldun. Nerede yanlış yaptığımı gördüm, nerede durduğumu, Esther’i kaybettiğim anı gördüm, Meksikalı Kızılderililerin Yol göstericisi -pes etme noktasıdedikleri şeyi yaşadım.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:303) “İkinci belgenin ne olacağını henüz bilmiyorum. Bir vasiyetname mi? Biyografi mi? İtiraflar mı? Sınırda geçen otuz yılın tarihi mi? Bütün gün masamda trans halinde oturup boş beyaz kağıda bakarak sözcüklerin gelmesini bekliyorum. İkinci gün de aynı şekilde geeçiyor. Üçüncü gün pes ediyor, kağıtları çekmeceye geri koyuyor ve yolculuk hazırlıklarına başlıyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:78) “ ‘Nerede kalıyorsunuz? Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz? Dostlarınız kimler? Bunlar sorulan ve yanıtlamanız gereken sorular. Ve kızınızın başına ne geldi? Brezilya gibi geniş bir ülkede bile bir kız havaya karışıp yokolmaz. Siz onu ararken, onun da sizi araması mümkün mü? Bu kadar soru yeter. Sonunda pes ediyorsunuz.’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:90) “Oğlunun ölüm haberini aldığındann beri içinden bir şey dışarı akıyor, bubub sağlamlık olduğunu düşünüyor.Ölen benim, diye düşünüyor, daha doğrusu ben öldüm ama ölümüm bana gelemedi. Kendi bedeninin sağlam, güçlü olduğunu hissediyor, kendi istemeye pes etmeyeceğini düşünüyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:27) “Sigara içmemize izin yokmuş, gardiyan bize sigara verdiğini görürse onu hücreye atarmış. Dedim ya, üç gün dişimizi sıkıp dayandık, ama dördüncü günün gecesi pes ettik, nefsimize uyduk.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) “Bu döneme ilişkin belgelerden bazısını okudum, boyunduruk altına alınan uluslardan, yakılıp yıkılan kentlerden daha çok o dönemdeki entelektüellerin tutum ve davranışı ilgimi çekti. İşleri kolay değildi entelektüellerin, çoğu dayanamayıp pes etti. Gerek bilgin, gerek dindar kişiler arasında hayatlarını feda edenler vardı, onların bu fedakarlığı ve örnek davranışı dehşet ve mezalime alışmış o dönemde bile etkisini gösterdi.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:354) “Yüzünde ölümcül bir korku okunuyordu Hans’ın, ama babası farkında değildi. Öfkeli öfkeli gülerek: ‘Sus, sus!’ dedi. ‘Bırak bu deli saçmalarını. Liseye ha? Sen beni parababası mı sanıyorsun yoksa!’ Babası eli ‘git, gözüm görmesin seni!’der gibi öyle sert biçimde oynattı ki, Hans pes edip kolu kanadı kırılmış bir halde odadan çıktı.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:30) “Bizim kasabanın erkekleri ve kadınları da onlara benziyordu, kolay pes etmez, çatık kaşlı ve az konuşur kimselerdi, içlerinde en az konuşanları da en çok seçkinleriydi kuşkusuz.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:7) “AMEDEE - Tabii, yaşam var onların önünde... Belki bu ötekiler kadar kötü değildir. Yaşarken kötü bir kimse değildi, herhalde... MADELEINE - Hadi sen de! Bunların hepsi birbirine benzer. Durmadan büyüyor diyorum sana. Çevreye mantarlar saçıyor. Bu da kötülük değilse, pes!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:58) “Peder Yannaros, iyice şaşkın, koca kafasını sallayarak uzaklaşıyordu. ‘Sağ ol Ulu Tanrım! Beni savaşın en amansız yerine yerleştirdiğin için sağ ol. Hepsini seviyorum, içlerinde beni seven tek kişi yok, ama dayanamıyorum. Yine de Tanrım, bana pek yüklenme; ne meleğim, ne de hayvan; insanım, eninde sonunda bir insanım; daha ne kadar dayanacak güç bulabilirim? Belki bir gün ben de pes ediveririm.’ ” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:13) “İdris de en az halktan biri kadar hayrandı: -Yahu seni bu kadar yıldır tanırım ama, bu kadarını kaabil değil, aklımın kıyısından bile geçiremezdim. O ne talakat (konuşma üstatlığı), o ne insanı sözlerinin cazibesine kaptırmış. Pes vallaha...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:198) “Birden pencereden ayrılıp odaya dönen Komutan: ‘Tamam artık... istediğinizi yapın. Ben karışmıyorum. Bu Rus ailemizi ikinci kez pes ettiriyor...’ diye öfkeyle söylendi. Kocasının kızgınlığını anlayan Bayan G... ayağa fırladı, gidip onu öptü.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:30) “Üç gün geçmiş olmasına karşın savaş bütün gücüyle sürüyordu. Savaşanların yürekleri kan, hınç ve özveriyle alev alev yanıyordu. Ahmet birden herkesi şaşırtan bir buyruk verdi: Kuşatma kaldırılıyordu. Bu buyruğu onaylamayıp eleştiren genç bir Oranlı’nın kafası anında uçuruluverdi. Topal’ın bu denli çabuk pes ettiğini ve kuşatmayı kaldırdığını görmek beni çok şaşırtmıştı.” (A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:215) “Ne var ki Butros hemen pes etmiyor. 31 Ağustos 1920’de General Gouraud, kısaca ‘Büyük Lübnan’ adlandırılacak tasarıyı ilan edip, yeni Devlet’in -yeni tayin ettiği- Fransız genel valisi Georges Trabaud’nun yolu Baskinta kasabasına düştüğünde, bizim köyden yaya bir saat mesafedeki bu yere dedem onu karşılamaya gidiyor, bu ‘Evrensel Okul’ hakkında, çok ‘emek sarfederek’ hazırladığı bir söylev veriyor.” (A. Maaloof, “Yolların Başlangıcı”, sa:324-5) “Kurtz sırtına yaslandı. Pes etmek üzereydi. Nell Ranney çay getirince Bayan Healey’nin gözlerinin sımsıkı yumduğunu fark etti. ‘Hizmetçiniz başyargıcı sağ bulduğunuzu söylüyor. Ama adli tıp memurumuz Bay Barnicoat’a göre bu bilimsel açıdan olanaksız. Yani bir halüsinsyon.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:26) “Pandit Kaul da kendi adını sevmiyordu..... ve bir gün artık Pandit Kaul Turpoyni, yani Soğuk Sulu Pandit Kaul olarak çağrılmak istediğini açıkladığı zaman, buna kimse şaşırmadı...... Fakat ne yazık ki, Pandit Civan Soğuksu manasına gelen Pandit Pyarelal Turpoyn da benimsenmeyince, sonunda pes etti ve adı konusunda kaderine razı oldu. Numan, Pandite Cici Dayı diyordu ama, aralarında kan ya da inanç bağı yoktu.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:65) “MÜDÜR -... Bulaşıkçı kadın durumlarını bunların yüzlerine vurdu. Söylenen onları hemen tuz buz etti; gerçekti de ondan; inkar edemezdim. İhtiyar (annem), pes etmek zorunda kaldı. Çünkü mülkünü karşılık gösterip para kaldırmıştı. Şimdi paranın faizini ödemek için dokuz doğuruyordu.” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:80) “-... ben içeri girdiğim zaman, ne sende pes ettirmiş pelvan (pehlivan) hali vardı ne de kadında, koçu beğenmiş marya gevşekliği... Sakın Kocamustafapaşalılar’ın namusunu iki paralık etmeyesin elin ayağın kesilip? -Eli ayağı kesilene, ‘Yarın ben seni ararım’ derler mi?” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:155) “Gene de pes etmiyordum. Bu rahatsıızlıktan sonra öfke doğuyordu. Kazdım ama, diyordum kendime, yetmedi, düzensizlik yeterli değil, hala üstünde kapağıyla kaynayan tencereler var.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:46) “Ürküntü ve korku içinde hiçbir şey geri çevrilmemeli. Bu (konuşan kişiler arasında okuduğum) sayfayı yazmış olan ozan pes etmiş. Ne nokta var ne de noktalı virgül. Uygun uzunluklarda gitmiyor dizeler. Çoğu düpedüz saçmalık. Kişi kuşkulu olmalı, ama rüzgarlara uyarılar yollamalı; kapı açıldığında da ne gelirse gelsin tümden benimsemeli.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:154) “Hesse pes etmez, karşılaştığı engeller kamçılar kendisini, hatta açıkladığına göre, tamamen özgür olsa şimdikinden daha çok okuyup çalışamayacaktır.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:43) pesky : (İNG.,DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pes’ki> : Sıkıcı, sinirlendirici (U.S. slang) peso : (İSP.,PARA,KOLL.) <pe’so> : Küba’da ve Orta Amerika’da 1 dolar değerinde gümüş para; Filipin Adalarında elli sent-yarım dolar değerinde gümüş para Pespaye : Düşük nitelikli, beş para etmez, aşağı (Argo) “Dünya dünya olalı gelmiş geçmiş bütün düşkün kadınların adları dile geliyordu onun ağzında. Hayvanlar gibi erkeğin yaşlısını, gencini ayırt etmeden kendilerini teslim eden, düşük, pespaye dişiler kafilesi.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:122-3) “Belki on sene boyunca maaşsız papaz yardımcılığı yaptıktan sonra, okul öğretmenliğine geri dönecekti... kuşkusuz kendine daha iyi bir yer bulabilirdi. Ama en azından üç aşağı beş yukarı pespaye, üç aşağı beş yukarı hapishane gibi bir okul olurdu; ya da belki daha kasvetli, daha da az insanca bir tür angarya.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:327) “Ölümden... Ölümden korkmuş değilim hiç pespayeliğinden kırılgan gerçi elleri. Tek korkum insan özgürlüğünün mezarcının ücretinden ucuz olduğu bir ülkede ölmek.” (Ahmed Şamlu<1925-2000>-Ayşegül Sütçü/Hamit Toprak; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.04.07) Pes perdeden : Frekansı düşük, kaba, kalın sesten “Derken art arda birçok kez kesik kesik, hızlı hızlı, pes perdeden havladı. Belki de Dr. Mitford’un tazılarını ava sürmek için kışkırttığını duymuştu. Sonra kuyruğu sallandı alık alık.” (V. Woolf, “Flush”, sa:130) pessary : (TIP,KOLL.) <pe’seri> : Rahi ağzına konan yuvarlak lastik halka, peser pessimism : (TIP,PSYCH.,DAVR.,KOLL.) <pesi’mizm> : -isim- kötümserlik, bedbinlik, kötü yorum yapma; METAFİZ.: Dünyanın esasında fena olduğu kuramı: her şeyin kötü sonuç vereceğini düşünme alışkanlığı, pesimizm; pessimist : -isim- Bedbin, herşeyin karanlık tarafını gören kimse, pesimist; pessimistic : -sıfat<pesimistik> : bedbin, köümser; pessimistically : -belirteç- bedbince, bedbin görüşle Pestenkerane(i) : Aşağı nitelik, ipe sapa gelmez, güvenilmez, saçma “Baron acınacak hale geliyor. Ertesi gün, Georges, beyine yaranmak için, ‘Beyefendi neden böyle pestenkerani adamlar kullanıyor?’ diyor. ‘Bana söyleselerdi, o kadını bulurdum ben kendilerine; çünkü, yaptıkları tarif yeter bana. Paris’in altını üstüne getiririm.’ ” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:185) “Dün gece Ayvansaray’ın en meşhur, en gözde klarnetçisi İnce Mehmet’le, onun çiftenağracı Kahraman’ı alıp Balat’taki selatin meyhanelerden birine gitttik.... Ben İstanbul’da bu kadar klarnet dinledim; fakat, bunu kadar kıvrak, oynak, şakrak çalanına rastlamadım. Kaba’sı <müziğin pes kısmı>, tizi <müziğin ince, yüksek perdesi> kabasından daha mükemmel....... Hatta kemanım yanımda olsuğu için dün akşam İnce Mehmet’le ve onun çiftenağracısı <biribirine yapışık iki küçük dümbelek sanatkarı> meşhur Kahraman’la birlikte birkaç marş, polka, vals, kadril, mazurka çaldık..... Herifçioğlu bildiğimiz o çiftenağra ile adeta davul trampet çalıyor ve masanın üstüne koyduğu boş bir su bardağı ile de arada bir orkestra zili nağmeleri yapıyor..... Ne yazık ki böyle yüksek istidatlar <yetenekler> birtakım pestenkerani şarkılar, keriz havaları, çiftetelliler arasında ziyan, sebil olup gidiyor.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:155) Pestil gibi ezilmek, yerde serili kalmak; Pestili çıkmak : Kalabalıkta sıkışma, ezilme; bitap düşmek, son derece yorulmak “Jabba son lehim işini bitirdiğinde rahatlayıf nefesini verdi. Havyayı kapattı, minik el fenerini yere koydu ve merkezi işlem biriminin karanlığında bir süre öylece yattı. Pestili çıkmıştı. Boynu ağrıyordu.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:301) “KABUS YİYEN - (Homurdanarak.) Zır zır dın maraks, siz insanlar adamı amma da yorarsınız! Hadi gel, çık omzuma, ben seni taşırım sırtımda! KRAL - (Onu taşıyabileceğinden şüphelenir.) Denemekten başka çarem kalmadıysa, umarım pestilin çıkmaz altımda.” (M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:9) “Yumurcak birkaç saat pestil gibi yerde serili kaldı. Öfkesinin şiddetinden hep kendi kendini didikledi. Yumruklarını ısırdı. Üstünü başını paraladı. Babasına büyük kin bağladı. Gücü yetse boğazına atılıp onu boğacaktı. Ama insanın kuvveti yetmediği zamanlarda bir fırsat çıkmasını bekleyerek kinini saklamak gerektiğini daha o vakitten anladı.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24) “Pazar günü olması nedeniyle tıklım tıklım dolu olan tramvaya önce çocuklar sokuluyor, daha sonraları da kendileri biniyor ve tramvayın tekerlerinin çıkardığı takur tukur sesi dinlerlerken, pestil gibi ezilmiş olarak ayakta dikiliyorlar.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:176) Pestilini çıkarmak : Eşek sudan gelinceye kadar dayak atmak, dövmek (Argo) “Arkadaşım kıpkırmızı olmuştu. Nefret, öfke ve üzüntü dolu bir yüzle arkaya döndü. Hiçbir şey söylemeden dik dik baktı. Eminim ki, öğretmen bıraksa bu karıncaya dokunmayan çocuk, koca adamın oracıkta pestilini çıkaracaktı.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Zemberek”, sa:71) “KOMİSER - Rica ederim işime karışmayın benim... Yeter artık! Vazife benim, sorumluluk benim! A. HAMLET - Karar da benim... KOMİSER - Ne haddine! Kafanı parçalarım, dişlerini sökerim... Gözlerin patlar... Belini kırar, bacaklarını lime lime ederim..... Bana komiser Kocabıyık derler. (Bağırarak.) Komiser Kocabıyık derler bana... Elimden pestilini çıkarmadığım suçlu geçmedi... Sen de kurtulamayacaksın serseri...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:133) “ROSA - Evet ama, neden öyle olduğunu hemen anladım. Birlikte olduğu o kız pestilini çıkarttı. Ona “footing” (Dünyanın farklı yerlerinde, yeni işe giren birine yaptırılan ekstra işler ya da ödetilen para. ‘ayakbastı parası’ gibi.) yaptırıyormuş, biliyor musunuz? O yaşta uzman bir işçiyi üstünde “ALGIDA” yazılı kırmızı bir eşofman, ahmak kafasında “PİRELLİ” yazılı kasket ve “MARLBORO” ayakkabılarıyla koşarken düşünebiliyor musunuz?” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:10) “Fakat ben Salih Ağa’yı, pestili çıkıncaya kadar pataklamak hıncı içinde kendimden geçmiş bir halde idim.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:166) “İşte böyle olurdu erkek dediğin. Karısına bağırıp çağırmayan, hak ettiği zaman Allah yarattı demeden pestilini çıkarmayan erkek mi olurdu? Kadın, saçı uzun aklı kısaydı. Erkeğin aklı elbette kadından çok fazla ererdi herşeye.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:243) “On altı yaşında, küçük bir hayduttu; Arcachon’da kumun üzerine yatmıştı, okyanusun kocaman, yassı dalgalarına bakıyordu. ona taş atan bir Bordolu’yu dövmüş, pestilini çıkarmış, kafasını kumlara sokmuştu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:53) “FALSTAFF - Hepsi yerin dibine batsın. Ben battım ya. Sopa da yedim..... İnce nüktelerle beni tartaklayıp armut kurusu gibi pestilimi çıkarırlar. İskambilde hile yapalı beri belimi doğrultamadım. Ah, dua etmeye yetecek kadar soluğum olsa tövbe ederdim.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122) “Girdiler, sokaklardan geçtiler, çarıkçıların sokağından geçerken Genç Balıkçı bir su küpünün yanında bir çocuk gördü. Ruhu, ‘Çocuğu patakla.’ dedi. Balıkçı, ağlatıncaya kadar çocuğun pestilini çıkardı. Sonra şehirden çıktılar.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:75) “Sohbetin bana düşen tarafını elden bırakmadan şen bir tavırla, ‘Nasıl gitti?’ diye sordum. Elva öne doğru eğildi, sanki odada bulunan birini dışarıda bırakmak ister gibi elini ağzının yanında tutarak bana görülmemiş sayıda kocaman dişler gösterdi ve, ‘keratanın pestilini çıkardım,’ dedi.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:169) “Kız bayılmamıştı bile. Ayağa kalktı, ötesini berisini yokladı, acıyan diz kapaklarına bakmak için, etekliğini, fütursuzca, butlarına kadar sıvadı; hala, öyle soluk soluğa idi ki, konuşamıyordu. -Bakın, şurası işte, acıyor... Ama, kımıldatabiliyorum, bir şey olmamış... Aman ne korktum! Yol üstünde olsaydım pestilim çıkardı!” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:7) Peşinde fır dönmek : Üstüne çok düşmek, peşinden koşmak “ROSA - Tugay’ların içinde, Via Fatebenefratelli’de saklanıyordum. KOMİSER - Ulusal Güvenlik’in peşinde fır döndüğü değil mi bu?” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:77) Peşinden koşmak : Birini (ya da bir şeyi) elde etmek için ısrarla ardından gitmek “HJALMAR - Onlarda hizmet ettiğin vakit Werle ile aranda bir ilişki olduğu doğru mu, söyle, olası mı? GINA - Hayır, doğru değil… O zaman yoktu… O zaman Werle peşimden koşardı. Bu doğru. Karısı da bunu bir şey zannetti, el çabukluğu marifet, rezalet çıkardı, beni azarladı, dövdü, ben de çıktım gittim.” (H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:116) Peşine düşmek : İzlemek, ısrarla takip etmek “MARLOW -… yalnızca kendisi peşime düşmekle kalmıyor, eski kafalı karısını da arkama takıyor. Akşam yemeğini de bizimle birlikte yiyeceklerinden söz ediyorlar. Sonra da bütün aile halkıyla uğraşmak zorunda kalacağız sanıyorum. Ne büyük belaya çattık?” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:46) Peşine takılmak : Asılmak, izini izlemek “Tren ile Kemah’a gittik,i gezdik. Herkes bize, Perihan’a bakıyor. Peşimize çocuklar takıldı. Arkamızda onlar, Kale’ye çıktık. Kapısı kapalı.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:524) Peşi sıra : Hemen ardından “KOMİSER - (Peşi sıra koşar.) Allahın cezası! Deli numarası yapıp paltoları çaldı... Hey, sen! (O esnada içeri giren polis memuruna.) koş, şu deliyi yakala... Daha önce burada gördüğün deliyi...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:21) “... Ama belki de beni daha önceden farkederek telaşa kapılmıştı, çünkü hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı kapıdan. Cam kapı çat diye arkasından kapandı. Hemen peşi sıra seğirttim; kapının önüne çıkınca, baktım kayıplara karışmıştı.” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:10) “Tek kelime söylemeden salonu geçti, lambayı yaktı, koltuğuna oturarak Temps gazetesini yirminci defa açtı. Bu gazeteyi her zamanki gibi dikkatle okumaya başladı. Adrienne babasının peşi sıra salona girmiş, başka bir köşeye çekilmişti. Az sonra salondan çıkıp odasına gidebileceğini umuyordu.” (J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:137) Peşkeş çekilmek, çekmek : Başkasına yaranmak için açıktan bir şeyler sunmak (para, mal, kadın) “CLAIRE - Aşığına, beyefendiye eşlik ediyordun..... Sevgilin için her şeyi göze almaktan, uğrunda küçük düşmekten, mendilinle onun terini silmekten, ona destek olmaktan, sevgilini el üstünde tutsunlar diye gardiyanlara kendini peşkeş çekmekten mutluydun.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:26-7) “Bana öyle geliyordu ki, suskun yakarışlarıyla kendisini bana peşkeş çeken yeryüzünü bu yoldan biraz olsun sevgiyle kucaklayabilecektim; ama sonradan bu düşünceme gülmeden duramıyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:57) “Bir kız mı evleniyor, anne ve baba imago’sundan kopması ve baba imago’sunu <imaj> kocasının üzerine yansıtması istenir. Kızın babasından kopmasını sağlamak için, eskiden Babil’de de özel bir seremoni uygulanırdı. Tapınak orospululuğu seremonisiydi bu; seremoni uyarınca, namuslu ailelerin kızları, tapınağı ziyarete gelip belki sonradan bir daha o yöreye yolları düşmeyecek yabancı bir erkeğe kendilerini peşkeş çeker ve geceyi onunla geçirirdi. Ortaçağ’da bizim burada da benzeri bir seremoniye başvurulduğunu görmekteyiz. ‘İlk gece hakkı’ <jus primae noctis> denen bu töre uyarınca, evlenecek köle kızlar, zifaf geceleri efendileri olan derebeyin koynunda geçirirdi. Tapınak orospuluğu seremonisi, evlenecek kızda, evlenmek istediği erkeğin imago’suyla çalışan etkin bir imago’nun doğmasını sağlardı. Dolayısıyla, ilerde evlilik yaşamında birtakım düzensizlikler başgösterdiğinde kızda kendini açığa vuracak bir ‘gerileme’ (regresyon) to gidip baba imago’suna kadar uzanmıyor, tapınakta bir gece koynunda yattığı o yabancıya, bilinmedik ülkelerden gelmiş bir sevgiliyle sınırlı kalıyordu.” (C.G. Jung, “Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri”, sa:210) “-Peki peki, gülün ne çiçek olduğunu biliriz. Şaka bi yana, karı bildiğin gibi değil, adamakıllı hızlı.” Deve göz kırptı: -Ne biliyorsun? -Tecrübemle sabit oğlum! -Yani bana metresini peşkeş ha? -Şeriat nikahıyla be! (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:261) “Sen de bunu kulağına küpe et Gök Hüseyin Ağa da bir daha nişanlı kızları peşkeş çekme korkudan elin Ağasına, Paşasına. Kulağına küpe olsun. Duydun mu?” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:205) “Karanfil beni ekerler Beylere peşkeş çekerler Alur saksıya dikerler Kangımız a’la çiçektir” (Kangı: Hangi) (Aşık Ömer-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:234-5)) “Rolfe (Hadrian VII yapıtının yazarı papaz Frederick Rolfe) acıklı bir hayat sürmüştü..... Yaşamı da Venedik’te eşcinsellerin muhabbet tellalı olarak noktalandı; mektuplaştığı ve sık sık Venedik’e gelen zengin bir İngiliz’e peşkeş çekebilmek için erkek çocukları kandırıyordu.” (A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:30) “Çıkınlarını toplayacaklar, hedefsiz, amaçsız, yollara döküleceklerdi; suyu olan herhangi bir yere doğru….. İçlerinden birçoğu, buralara da gelecek, boşuna bir sığınak arayacaklardı….. İnsanların bu geçidini öbür çiftlik sahipleri de üzgün bakışlarla izliyorlardı; bu insanlar onlardandı, topraklarının bir parçası olmuşlardı, şimdi yok olup gidecekler, yoksulluğun kara gölgeleri altında batının ateş güneşine doğru yürüyecek, yürüyecekler, uzayıp giden yolların korkunçluğuna peşkeş çekeceklerdi: Yaprağı dökülmüş ağaçlar altında uyumaya, ağızdan çıkan her soluğu boğan susuzluğa, açlığa, adam öldürmekten bile çekinmeyen tutkuya…” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz”, sa:94) “Kadın bulmak için aracılık yapan herkes, her genelev koruyucusu, bu ünlü kadın avcısını rahat rahat soyup sovana çevirebilir; mezhebi geniş her koca, kızkardeşini peşkeş çekmeye hazır olan her erkek, onu en kirli işlere bulaştırabilir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:61) “Çektikleri işkenceler yüzünden acı içinde kıvranan İnsanların anlatıldığı kutsal ezgileri duyuyor ilk defa, Ve işitiyor adam ilk defa Küçüklerin, zayıfların, erkeklere peşkeş çekilen kadınların, Duygularıyla alay edilen genç kızların seslerini.” (S. Zweig<1881-1942>, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:147) Peş peşe : Ardı ardına, birbirini izleyerek “Born bana yeniden kibar davranmaya başladı ve şarabı peş peşe yuvarlamaya devam etmesine rağmen, kaprisli, yarı-çatlak evsahibim yeniden parlamadan ya da hakaret yağdırmadan yemeğin sonunu bulacağımıza inanmaya başladım.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:40) “ ‘E Posta’lar postayla gönderilen mektuplardan daha çabuk geliyor ama sonuçta onlar da mektup yazmanın bir başka türü değil mi,’ der. ‘Bing böyle örnekleri peş peşe sıralar.’ Bu fikirleriyle arkadaşları çıldırttığını, uzun konuşmalarıyla onların canını sıktığını bilir ama bunlar onun için önemli konular olduğundan bir kere söze başladı mı, durmayı beceremez.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:74) “Son saatimizi, pansiyondaki odamızın yamuk döşememizin üzerinde geçirdik, damda oturur gibi iskambil oynadık, odada iskemle de yoktu masa da; bavullarımızın ortasında, açık pencerenin önünde oturduk, çay fincanları yanı başımızda, döşemede dururken, Dorset Sokağı’nın canlı gürültüsü içinde kupa valelerini, maça aslarını peş peşe kovaladık.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:137) “Byron’ın ölümünden sonra geçen yıllarda onun arkadaşları peş peşe anılarını yayınlamışlar, bu anılarda Byron’ın mektuplarından yararlanmışlardır. Teresa’yı kocasının elinden aldıktan sonra, Byron çok geçmeden bıkmış kadından; onu boş kafalı bulmuş; sorumluluk hissettiği için onun yanında kalmış, bir gemiye binip Yunanistan’a ve ölümüne gitmesi, Teresa’dan kaçabilmek içinmiş.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:209-10) “Böylece Marki, sahip olmaktan büyük keyif duyduğu birçok şeyi peş peşe elde etmiştir.” ..... “... bağlanmak için gerçek ya da hayali nesnelere gereksinme duyduğundan sofu bir insan olup çıkmıştı. Buna karşın, bizi hala bütün kalbiyle seviyordu. Ama herhalde peş peşe iki oğlunu kaybetmeseydi, onu bir daha asla Paris’te göremeyecektik.” (D. Diderot, “Rahibe”, sa:259) “Katırlar peş peşe uzun ve düzensiz bir hat oluştururken, bu partiden sorumlu olduğu anlaşılan bir adam Methuen’in yanına geldi. İri cüsseli bir Sırp oduncuya benziyordu.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:131) “İşe başlamadan önce tanrının kollarını denemek iyi olacaktı. Parmaklarından başlayan ince zincirler omuzlarına çıkıp arkadan iniyordu. Buradaki adamlar zincirlere asılıp tanrının açık duran ellerini dirsek hizasına dek kaldırıyor; eller, kesik sarsıntılarla peş peşe birkaç kez kımıldadı. Sonra, çalgılar sustu. Ateş gürül gürül yanıyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:332) “Gazete ve dergi alıp bir kahveye oturdum. Gazeteler yine Türkiye’nin iç karartıcı haberleriyle doluydu. Ekonomik kriz, birbirini suçlayan politikacılar, sütunlarını meslektaşlarına çatarak dolduran köşe yazarları... Bunları peş peşe okumak insanın bütün neşesini kaçırıyor, içini karamsarlıkla dolduruyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:419) “Tüm bu ayrıntıları hatırlamıyorum. Ama emin olduğum bir şey var, hiç de senin cesaretini kırmaya çalışmıyordum. Tam tersine, binanın girişinde beni öpmeni istemiştim, bunu yapacağına emindim ve yapmayınca hüsrana uğradım. Bunu unutmadım işte.’ ‘İçimde hala pişmanlık sancısı duyuyorum. Düşünebiliyor musun? Kaç yıl sonra?’ ‘Saymayı boş ver! Geçen sadece yıllar olmadı, ömürler, peş peşe ömürler geçti...’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:105) “... hiç takılmadan, kısa bir süre önce, 1835 yılında, yüce ve bilge senatonun onayıyla gözden geçirilerek yeniden yayımlanan din öğretisi kitabının ruhuna sadık kalarak bütün paragrafı ezbere okudu. İnsan ezberlediği şeyleri peş peşe sıralamaya başlayınca, kışın erkek kardeşleriyle birlikte küçük kızaklarıyla Jerusalem Dağı’ndam aşağıya doğru kayıyormuş gibi bir duyguya kapılıyor...” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:9-10) “Saraybosna’da Kanlı Paskalya, Kanlı Bayram kanlı paskalya sabahı kanlı paskalya sabahı doğdu saraybosna’da ---------------------------------------çocukluk yıllarımın bir kısmını geçirdiğim başçarşıya düşüyor şarapneller peş peşe” (Yosip Osti<d.1945>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “10.03.05) “-Odamı gösterin lütfen, dedi. Garson duvardan iri bir anahtar aldı, peş peşe merdiveni çıktılar.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Hayat”, sa:183) “Buğdaylar boyunca kayıp gidişlerini gördüğü dört asker tarlanın çevresini dolaşıp, yola çıkmışlardı; çayırın sınırında peş peşe yürüyorlardı şimdi.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:175) “Saatler, ben saydıkça geçiyor da peşpeşe. Nurlu gün, bakıyorum, çirkin geceye göçmüş; Görüyorum soluyor, yaşlanıyor menekşe. Kapkara büklümleri kaplıyor apak gümüş.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:12, sa:65) “Peşpeşe gelen şanssızlıklara karşın Candide, yedi, içti ve uyudu. Ertesi gün yaşlı kadın ona kahvaltı getirdi, sırtını yokladı ve başka bir merhemle Candide’in bedenini kendi elleriyle oğdu.” (Volatire, “Candide”, sa:33) Peşrev ateşi : Savaşta, ardından daha ağır hamleler gelecek başlangıç-açılış ateşi. “‘Köprüyü ateşe verecekler mi vermeyecekler mi? İlk olarak kim davranacak? Yetişip ateşleyebilecekler mi, yoksa Fransızlar peşrev ateşi menziline sokulup onları imha mı edecekler?’ ” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:342) Peşrev çekmek : O anlama gelmek, ona yöneltmek, ima etmek “İKİNCİ TÜFEKÇİ - Haşa ağam. O nasıl söz öyle? Böyle bir muradım yoktur. Lafım o manaya peşrev çekmez.” (M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:67) Peşrevi geçmek : Sözü uzatmadan sadede gelmek “SOLANGE - Ne güzelsiniz! CLAIRE - Hadi başla hakaretlerine! SOLANGE - Ne güzelsiniz! CLAIRE - Geçelim, peşrevi geçelim. Hakaretlere gelelim.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:68) petit a petit, fait l’oiseau son nid : (FR.,KOLL.) <pöti a pöti, fe l’uva’zo son ni> : Yavaş adımlarla kuş yuvasını yapıyor = Little by little the bird builds its nest (İNG.) petitio principii : (LAT.,HUK.,KOLL.) <peti’şio prinsipi’ay> : Tartışmaya konu olan bir problemin, hiç bir dele gereksinme olmadan doğruluğunu kabul prensibi petticoat : (GİYSİ,SOSY.,KOLL.) <peti’kot> : İç etekliği -nadir-, kadın; petticoat government : kadın üstünlüğü, hakimiyeti; in petticoats : (Lütfen hatırlayın U.S.A. dizisi : Pettycoat junction): fistan giyen küçük çocuk peu a peu : (FR.,MİKT.,KOLL.) <pö a pö> : Azar azar = Little by little (İNG.) Peydahlamak : Usulsüz ya da toplumca pek kabul edilmeyen bir şey elde etmek (genellikle gebe kalmak ‘çocuk peydahlamak’), birinin eşini ya da partnerini ele geçirmek, arzu edilmeyen biriyle arkadaşlık etmek, yasa dışı mal mülk sahibi olmak, bir adet ya da huy edinmek “Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını: -Belki de bu yosma, İspanya’dan döndükten sonra artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol’dan sonra, bir subay peydahladı.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19) “Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür. Tanrı’nın her günü, aynı saatte Fontanka’da rasladığım ufak tefek bir ihtiyarla da nerdeyse ahbaplık peydahladım. Görkemli, dalgın bir görünüşü olan bu ihtiyar, sol elini sallayarak hep kendi kendine bir şeyler mırıldanır...” (F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12) “ ‘Mısır ormanı bebekleri’ ise yalnızca bu ayda çiçek açabilirlerdi, çünkü tümü de, su baskını sırasında, sevdalı çiftlerin yüksek mısırlarla kaplı yaylada fazlaca dolaştıkları anda, çardaklar çağında peydahlanmışlardı.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:123) “ ‘... Karı kancıktan da şansı çok açıktır. Hele karı ayrılmak için müracaat ettiğine göre, etekleri zil çalıyordur hergelenin. Hemen, hemen yeni bir, veya birkaçını peydahlamıştır.’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:129) “... Meğer İmam’ın çini işini bilirmiş. Bundan başka bildikleri de varmış. Meğer bu Kariye imamı, ‘Parayı toptan kazanmalı. İki çiniyi satmaktan hiçbir şey çıkmaz.’ diyerek bir makine peydahlamış... Kuyu kazan makine. Toprağı delip su çıkartan makine.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:107) Peyda olmak : Birden ortaya çıkmak, oluşmak, ortaya çıkmak, belirmek “Çelebi Hüsameddin, İhtiyareddin İmam’a anlatmıştı: Hüdavendigarın (Mevlana) son gününde, mübarek başı ucunda oturmuştum. Hüdavendigarım ve şeyhim bana yaslanmıştı. Birdenbire odaya güzel yüzlü bir adam peyda oldu. Mevlana hemen yerinden kalktı, onu karşıladı ve ‘Yatağı kaldırınız!’ diye emretti. Ben, gencin yanına gidip: ‘Ne var, sen kimsin, ne istiyorsun?’ diye sordum. O da: ‘Ben, kesin karar verme meleği Azrailim, Mevlana hazretleri ne buyuracak’ diye (ulu) celil olan Tanrı’nın emriyle geldim.’ dedi. ” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:9) “-Ya İshak, ben de merak ettim. Yanında bir delikanlı peyda oldu. Kafir dilber mi diber..... karınız yalnız değildi yanında yüzleri çıplak, kolları çıplak, göğüsleri çıplak genç genç hanımlar vardı. -Neuzübillah... Neuzübillah... -Canım, dedim, söyle nereye çıktı bu kadınlar? -Ficehenneme zümera.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:360) Peygamber çiçeği : (BOTA.,EDEB.,KOLL.) : Ayni zamanda b e l e m i r ve m a v i k a n t a r o n olarak da bilinen, Anadolumuzda da buğday tarlalarında yetişen, mavi-mor renkteki çiçekleriyle göz alan bir Bileşikgil. Bizim edebiyatta pek rastlayamadığımdan, size, ‘Sefiller’den, rahibelere mal olmuş bazı mısraları naklediyorum (İ.E.) “O sıra Fantine, karyolasının tavanına bakmaktaydı. Bir şeyler hatırlamaya çalışır görünüyordu. Birden, bir nefes gibi zayıf bir sesle şarkı söylemeye başladı. Rahibe onu dinliyordu. Fantine’in söylediği şarkı şuydu: ------------------------------------------“Oldukça güzel şeyler satın alacağız Kenar mahalleler bouyunca gezinerek Kutsal Meryem, ocağımın yanına Kurdelalarla süslü bir beşik koydum Tanrı en güzel yıldızını bana verecekti Oysa ben senin verdiğin çocukları seviyorum ‘Bayan, ne yapacağız bu kumaşla?’ ‘Yeni doğan bebeğime çeyiz düzün.’ Peygamberçiçekleri mavidir, güller ise pembe Peygamberçiçekleri mavidir, aşklarımı seviyorum.” -----------------------------------------(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:407) Peygamber gibi adam, Peygamber yüzlü : Çok dürüst, helal süt emmiş, hiç kimseye zarar vermeyen, daima iyilik eden, sakin, erdemli, güvenilebilir insan “Ondan bahsedenler: ‘İyi adam... Peygamber gibi adam... Elini öp... Dua ettir... İlimden bahsettir... Şiir okut... Ne yaparsan yap... Fakat iş isteme,’ derlerdi.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:13) “Bu kurumun tüysüz üyeleri arasında arkadaşlarından daha yaşlı bir öğrenci, otuz yaşlarında, çok uzun boylu, çok zayıf, bıyıklı, gülünç tavırlı ve peygamber yüzlü, Haralambo adında bir ‘babalık’ vardı. Kenarda durur, güreşleri devamlı bir dikkatle seyreder, habire sigara içerdi. Bizim Perulu <spor hocası> ona tahammül edemez, hayli içerler ve ‘öğrenme’ sırası ona gelince, melez, adamcağızın kemiklerini kırardı.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:92) Peygamberlik mührü : Mühr-i mübüvvet : Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’nın, iki omuzunun ortasında bulundurduğu söylenen ben “Tanrı’nın salatı <namaz> ve selamı onun soyuna olsun; kainatın efendisi, varlıkların övüncü, dünya halkının rahmeti, insanların seçkini, zaman devrini tamamlayan <Peygamberliğin Hz. Muhammed’le sona ermesine gönderme> ey Muhammed Mustafa!... İnsanlar ve cinler emrindedirler, Şefaat sahibi, yüce Peygamber! Güler yüzlü, herkese açık eli, Peygamberlik mührüyle nişaneli...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:21) Peygamber taslağı : Ağzına daima ‘sevgi’ sözünü alarak sözüm ona insanları Tanrıya yaklaştırmaya çalışan kimse “ ‘Yazar olacak sen!’ diye konuşmaya başladı Tanrı. ‘Sen Umbria’lı ermişin öğrencisi! İnsanlara sevmeyi öğretmek ve onları mutlu kılmak isteyen seni peygamber taslağı! Esen rüzgarlar, akan sularda sözde benim sesini işiten sen hayalperest!’ ” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:138) Peylemek : Elde etmek, sahip olmak, ayarlamak “ ‘Yemeği ben pişiririm,’ diyordu. ‘Çünkü, Murat’ım benim yemeğimden başka kimsenin pişirdiğini yemez. Zaten adamakıllı ahçı bulmak da kolay mı burada? Şöyle, besleme gibi ufak bir kız bile peyliyemedik..’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:36) Peynir ekmek gibi satılmak : Pek çok satmak, yüksek tirajlı, popüler “Son birkaç aydır Özgürlük Hayaleti başyazılara ve Pazar vaazlarına konu olmuştu. Tele-röportajlı radyo programlarında ondan söz edilmiş, politik karikatürlere malzeme olmuş, kimi zaman toplum için bir tehlike, kimi zaman halkın sesi diye tanımlanmıştı. Özgürlük Hareketi tişörtleri ve iğneleri peynir ekmek gibi satılıyordu.” (P. Auster,”Leviathan”, sa:220) Pezevenk : Tam anlamında, kadınları satılığa çıkaran adam ya da erkekleri pazarlayan kadın; bir küfür, aşağılama sıfatı (Argo); Batı edebiyatında, özellikle satranç oyununda ‘Şah’ (Bk.) “-İsmi ne idi? -Pakize. -Sonra Hidayet? -Sonra abi... Hava karardı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap içmeye koşardım. Afyon mu katardı pezevenk kahveci nedir, içer içmez Pakize karşım dikiliverirdi capcanlı, ısıcacık.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:10) “Kadın, hazırladığı azığı heybeye koydu. Gitti, koca defteri getirdi, onu da yerleştirdi. Muhtar: ‘Seçim olacak deye pangadaki gıradomu yünselttiler avrat! Motor alıp tarlaları alt üst ediyorum, habarın olsun..... Hökümeti destekliyorum. Amerikanlardan yana demokratçılık ediyorum. Onlar öyle mi? Aykırı pezevenkler! Bu sebepten de motor alıp goşturuyorum avrat! Hökümetin pangasında gıradom yünseliyor...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:58) “ ‘Bruno, denedim! Yemin ederim Bruno, elimden geleni yaptım!’ ‘Seni pis kancık!’ O sesi tanıyordum. Tokat sesi değildi. İyi pezevenklerin çoğu kızların morarıp şişmesini istemezler. Ağız ve gözlerden uzak durur, yanağa tokat atarlar. Bruno’nın ahırı genişti anlaşılan. Kesinlikle başa atılan bir yumruk sesiydi duyduğum.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:26) “Yumruklara dökülemeyen yaşlılık öfkesi, şaşkınlık verici taşkın bir kabalıkla ortaya seriliyor: ‘Pislik Boynuzlu - Aşağılık salak - Numaracı - Pezevenk.’ ” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:103) “Kendisinden daha bağımsız olan kız arkadaşları, kendilerini toplumsal derecelemenin en tepesine oturturlar ve vezire orospu, şahaysa pezevenk derlerdi.. Düzenli gelen beyefendisi sayesinde en alt basamağından biraz yukarı tırmandığı, şimdiki düzene sıkı sıkıya sarılan tek kişi Emekli’ydi. Başka zaman olsa, en gözüpek şakaları yapan o, şaha karşı olanlara katılmazdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:223) “ALTINCI MİMOS ---------------------METRO Peki, nerden biliyor senin evi, sevgili Koritto? Ölümü öp, doğruyu söyle. KORİTTO Sepici Kandas’ın karısı Artemis yolladı bana. Evi o göstermiş. METRO Nerde yenilik, orda Artemis! Pezevengin şarabını bile içer o! İkisini birden alamadın, bari, kim ısmarlamış şu kamışlı, onu öğreneydin.” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:36) “Cabbar vardı, Recep Çavuşun ellerine sarıldı öptü. ‘Kusura bakma, bir daha şaka yok.’ Recep Çavuş: ‘Şeytan tüyü var bu pezevenkte,’ diye güldü.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:236) “Sabah, beni sarsan bir elle uyandım. Yatağın ayak ucunda bir adam ve bir kadın dikilmişti. ‘Burada ne olup bitiyor ulan?’ diye bağırarak sordu adam. Ben de ‘Burada genç bir adam vardı!’ diyecek oldum. ‘Ah o pezevenk!’ diye haykırdı adam. ‘Kalk ve defol!’ ” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:61-2) “... yaz akşamları şehrin en büyük meydanlarında sarhoş bir turist bulurum diye kaldırımları aşağı yukarı arşınlayan sabırlı pezevenklerden, kış akşamları alelacele vapura yetişen kalabalıklardan, akşamları eve bir türlü dönmeyen kocalarını beklerken perdeleri aralayıp sokağa bir bakış atan kadınlardan..... söz ediyorum.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:96) “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin.....bir çıkından başka bir şeyi olmayan bir kölesin. Göze gireyim diye pezevenklik edecek yaratılışta olan sen, alçaklığı da, namussuzluğu da, hayasızlığı, düzenbazlığı da kişiliğinde toplamış bir fırlamasın, kancık oğlu kancıksın.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57-8) “KİRLİ MANZARA <Jackstraws-Mikado’nun Çöpleri’nden> -----------------------Bir tepenin ayıp görünümlü başı Pembe işret bulutları içnde Aralarından zaman zaman Etrafı kesen güneş, bir pezevenk gibi.” (Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05) “ ‘... Ulan namussuz sen Sungurlu pazarına icat mı çıkaracaksın? Pazarlıksız mal mı satılır pezevenk? Banka mı oldun? Dananın karnında çömlekle Ceneviz altunu mu var?’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:106) “Çünkü, parayı versem nolacak! ‘Şu dümbüğün, bunaltıp aldığımız parasıyla bir papaz uçuralım!’ diyecek teres... Parayı verirken, ‘Oh, deli pezevengin canına değsin’ diyeceği de cabası... dedim!’ ” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:100) “Bütün söylentilere karşın, kentin kaldırabileceğinden çok daha fazla sayıda pezevenk kadın vardı burada. Ah ah, daha bir genç olsaydı!.. Ama işte, önünde sonunda buradaydı ve ne yapıp yapıp yolunu bulması gerekiyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33) “Kendi yıpranmış, onyıllardır çalışıp didinmekten neredeyse cinsiyetini yitirmiş bedeninde hiçbir arzu barınmadığından, birkaç gün sonra ikinci bir kadın, hemen arkasından bir üçüncüsü yatak odasına girerken onların arkasından gözlerini kırpıştırarak bakmaktan ve efendisine pezevenklik etmekten keyif alıyordu.” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Loperalla”, sa:164) Pharmacon : (YUN..TIP) <Farmakon> : İlaç; zehir “ ‘........ Şimdilik bilmek istediğim Severinus,burada insan öldürmeye yarayacak bir şey olup olmadığı.’ Severinus bir an düşündü, hatta verdiği yanıtın açık seçikliğine bakılırsa, gereğinden fazla düşündü: ‘Birçok şey. Söylemiştim, zehirle ilaç arasındaki sınır oldukça imcedir; Yunanlılar ikisine de pharmacon derlerdi...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:131) phenix, phoenix : (MYTH.KOLL.) <fe’niks> : Arabistan’da beş altı yüz yıl yaşadıktan sonra kendi kendini yakan ve sonra, küllerinin arasından tekrar hayat bulan esrarengiz kuş; FİG.: Emsalsiz kimse Bk.: Anka kuşu, Zümrüdü Anka Phi Beta Kappi : (YUN.,EĞİT.,KOLL.) <Fi Beta Kapi> : En eski Yunan-Grek edebiyat kardeşliği birliği. Philosophia blou kubernetes: Felsefe hayatın rehberidir <yol göstericisidir> = Philosophy is the guide of life (İNG.) philanthropic, -cal; (PSYCH.,DAVR.,KOLL.) <filentro’pik, -al> : -sıfat- İnsanlık sevgisine ait; hemcinsine karşı sevgi gösteren kimse; philanthropically : -belirteç-: hayır işleri için, hayırseverlikle; philanthropist <filan’tropist> : -isim- İnsanlığı seven kimse, philanthropy : -isim- iyilik, hasenat, çoğul: phlanthropies Philos : (KOLLO.) <Filos> : Eski Yunanca: filos: Sevgi, ilgi; ‘aerophyl’: ‘aerofil’: hava seven, onu kullanan; ‘hydrophyl’ : ‘Hidrofil’: su seven, suyu kullanan) “ ‘Ne tür bir sevgiden bahsediyorsunuz? Eros (şehevi) mu, Philos (beğenme, sevme) mu, Agape (uhrevi, Tanrısal) mi?’ Adamcağız Petrus’a boş boş baktı. Petrus yerinden kalkıp bardağını doldurdu, kendisiyle birlikte yürümemi istedi. ‘Yunanca’da sevgi anlamına gelen üç sözcük vardır,’ diye söze başladı. “Bugün iki insan arasındaki Eros’un, aşkın bir belirtisini görüyorsun.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:98) phon(e)y : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <fo’ni> : asıl olmayan, sahte, yalancı, dolandırmalık Pılı pırtı; Pılı(sını)(yı) pırtısını (pırtıyı) toplamak : Malını mülkünü, nesi var nesi yoksa toparlamak; Bölük pörçük, orda burda “Bu görüşü biz öylesine benimsedik ki, binyılların alacalı bulacalı pılı pırtılar gibi sırtımıza giydirdiği gelenek ve görenek süslerini atıyoruz üstümüzden, kulak vermez olduk dinlerin, inançların ister tanrıdan, ister insandan gelme avutucu ninnilerine.” (Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:6) “Güz Temizliği Yürek evimi derledim topladım dikkatlice: gereksiz ve kullanılmaktan yorgun düşen pılı pırtıyı attım, def ettim başımdan uzamın tazeliğini kapatan ıvırzıvırı-” (Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08) “Bu ülkeden nefret ediyorum. Bu ülkenin her şeyinden nefret ediyorum, bir tek sen hariç; senin gücün de beni burada tutmaya yetmez. Rudolf artık beni istemezse, pılımı pırtımı toplayıp Paris’e, memleketime dönerim.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:47) “PIERRE - Bayanlar, baylar, lütfen yerlerinize dönün. Verdiğimiz tüm bu rahatsızlıktan ötürü özür diliyorum......<PIERRE dikkatini bir kez daha, hala barda dikilmekte olan IZZY’ye çevirir. Sakin ancak buyurgan bir kararlılıkla konuşur.> Sen, yıkıl karşımdan, gözüme gözükme! Pılını pırtını topla ve burayı terk et. Kovuldun.” (P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:79) “Komşum bana, kendisine üç aylık kira borçlu olduğum mal sahibinin beni kapı dışarı ettiğini haber verdi. Ertesi sabah, pılıyı pırtıyı toplayıp gitmem gerekiyordu.” (H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:124) “... hastalık derecesinde temiz olan bir çocuğa bütün bu döküntü manzarası oldukça itici gelmiş olmalı, üstelik onun gözünde tanrısal bir güce ve güzelliğe sahip olan bir başkasının yerini almışken. Arkadaşları kıza pılısını pırtısını toplayıp gitmek istemeyen o iç sıkıcı ziyaretçi hakkında sorular sorduğunda acaba nasıl bir yanır veriyordur?” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:78) “ Lucy, Lucy, sana yalvarıyorum! Geçmişteki hataları telafi etmek istiyorsun, ama bunu yapmanın yolu bu değil. Şimdi bu işe cesaretle girişmezsen bir daha asla başını dik tutamazsın. Pılını pırtını toplayıp gitmen daha iyi olur. Polise gelince, onları şu anda çağırmayacak kadar hassassan, o zaman neden bu işe bulaştırdık ki onları.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:155) “Bu yoldan gelip geçenler Kozyavka deresinin kıyısında tek başına duran Andreyev’in değirmenini çok iyi bilirler. Köhne değirmen her an yıkılmaya hazır gibidir; kamburu çıkmış, pılı pırtı içinde, ufak tefek, yaşlı bir kadına benzetilebilir.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:36) “Son lokmayı mideye indirir indirmez ayağa kalktı. Meyhaneciye teşekkür etti. Kocakarıyı dostça kucakladı, talihsiz Noiraud için son bir kaç damla gözyaşı döktü ve pılıyı pırtıyı toplayıp hemen o gün güneye gitmek kararıyla Cezayir’e döndü.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76) “Bir gün bize balık çorbasına gel ama önceden haber ver. Şey… dur, dur, ben sana demin, pılınla pırtınla hemen bugün buraya taşınmanı söylememiş miydim? (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:188) “Bir kaç kişi tabhaneye (Kış evi, kış odası; Hastane) kaçtılar ve Şeyh Bahaeddin, ‘Vallahi benim haberim yoktu. Bu benim kabahatim değildi, af buyurun.’ diyerek çaresiz kalmış bir adam gibi yerekapanıp kapanıp ağlıyordu. Çelebi Arif hazretleri, ‘Olan oldu. Şimdi pılı pırtıyı toplayıp gitmeye bak.’ dedi. O da bir ah çekerek düşüp bayıldı.” (Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:349) “ELIZABETH -... buradaki, bu odadaki feryatlarıma. Nasıl öğrendi bunları bu Shakespeare? Kim buradaki casus Marta? MARTA - Bak eğer benim olduğunu sanıyorsan açıkça söyle, hemen pılımı pırtımı toplarım.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:11) “SOLANGE - Elimden geleni yaptım. Kelimeleri ağzımda tutmaya çalıştım. Yoo, suçlamaları evirip çevirmeye kalkma. Ben her şeyin başarıyla sonuçlanması için uğraştım..... Bir sürü taksiye rastladım ama çağırmadım. En sonunda, ne yaptığımı bilmeden, birini durduruvermişim. Meğer ben, zamanı çekip uzattıkça, sen boşuna vakit geçirmişsin. Hanımı kaçırdın. Bize artık kaçmak düşüyor. Pılımızı pırtımızı toplayıp kaçalım.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:63) “Sorgulama kısa sürdü. Kediyi, on beş gün kadar önce yazıcıların en genci Zwiebelfisch’in içeri aldığı saptanınca, bahtsız delikanlı pılısını pırtısını topladı ve kıdemli yazıcı tarafından tutukevine gönderildi. Albayın ikinci bir emrine kadar orada kalmasına karar verilmişti.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:427) “Biraz param kalmıştı daha, edebi yükümlülüklerimi şimdilik bir yana iterek bahar gelir gelmez pılımı pırtımı toplayıp yola çıkmaya hazırlandım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:156) “BUCAK MÜDÜRÜ - Tamam. İşte her zamanki gibi yine zayıf noktamız. Ödünç vermeye gelince bütün iyi niyetler yok oluyor. Eğer siz de benden yardımınızı esirgeyecek olursanız, pılıyı pırtıyı toplamaktan başka çarem kalmayacak.” (H. Ibsen, “Brand”, sa:134) “Gerçi, bizlere bıraktıkları bolluğu bazen pahalıya ödüyoruz. Çünkü iki sevgili kesin bir yenilgiye razı olmadılar. On yılda bir eski düşlerini anımsarlar, hiçbir şeyin durduramayacağı bir kasırga gibi coşup taşarlar. O zaman biz, pılıpırtımız, hayvanlarımız, kümeslerimiz, kedilerimiz, domuz yavrularımız ve yoksulluğumuzla işe yaramaz insanlar gibi silinip süpürülürüz.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:6) “Bu gibi alemlerin bizim evde sık sık tekrarlanması için annemin yüzüne öyle gülüyor, ona öyle tatlı diller savuruyorum ki... Fakat annem de kaçın kur’ası? Hiç böyle şeylere yanaşmak istemiyor, boyuna bana çatıyor. Zavallı hatuncağız, bu Nevruz gecesinin ertesi günü bana demesin mi ki: -Haydi artık, bahar geldi, biz yine pılıyı pırtıyı buradan toplayıp eski yerimize, Topçular’a gidelim!’ ” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180) “Genç, yüzünde ıstırap, gerilme. ‘Sekiz yüz lira da sağa sola pılı pırtı borcum var..... Bu paraları sen bana ver. Ben de bu üç tarlanın ikisini tek başına ekmek için sana vereyim...” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:141) “BOŞLUKTA SOLUYAN HÜCRELER 2. --Bir kelebek çiçek açar üstünde bir düğün çiçeğinin, Pılı pırtı yığınından birdenbire pırıldar bir ispinoz” (Galway Kinnell<d.1927>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.07.04) “Rugan Kundura Düşündü şair: Hay seni, bıktım bu pılı pırtıdan! Yosmalar ve tiyatrolardan, şehirayından, Gömlekler ve sokaklardan, dedikodulardan. (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı: “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “Terbiyesizce bir zorbalık yoktu; hiçbir türden kabadayılık gösterisi de yoktu; öfkeli bir halde gözdağı vermeler ve dairenin içinde oradan oraya itişli kakışlı koşuşturmalar; Barbleby’ye pılısını pırtısını toplayıp defolup gitmesi için sarsaklayarak sert bir dille emir yağdırmalar yoktu.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:52) “Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlar da bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak.” (Th. More, “Utopia”, sa:28) “Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için <2 mayıs 1933> Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için Yelken aç her şeyin her yerde rastlanan olumsuzluğuna Görkemli bayraklarla donanmış o düşsel, Çocukluğunun o renk renk minyatür gemileriyle. Topla pılını pırtını Büyük Yolculuk için! Fırçaların ve makaslarınla ulaşılamayan O çok renkli uzaklığı da unutma. Topla pılını pırtını bir daha dönmemek üzere!” (Fernando Pessoa<1888-1935>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08) “Çığlık, patırtı, Çingene nakaratları, Ayının homurtusu, onu bağladıkları Zincirlerin dayanılmaz şakırtısı, Pılıpırtıların parıldayan alacalığı, Yaşlıların ve çocukların çıplaklığı.” (A. Puşkin<1799-1837>, “Bakır Atlı”, sa:52) “Yenilirsek, Almanlaşacağız : Ama inan bana, Almanlar düzeni kuracaklardır. Komünistler, masonlar, Yahudiler, hepsi pılıyı pırtıyı toplamak zorunda kalacaklar.” (J. P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:414) “HAMLET -... Bir taşla iki kuş vurmak hoş olur doğrusu. Bu adam bana pılıyı pırtıyı toplatacak. Şu barsak torbasını <ölü Saray nazırı Polonius’u> yan odaya sürükleyeyim. Anne, geceniz hayrolsun.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:122) “S. ANTIPHOLUS - Haydi, koşa koşa limana git. Eğer kıyıdan herhangi bir tarafa rüzgar esiyorsa bu geceyi bu şehirdegeçirmeyeceğim..... Madem ki herkes bizi tanıyor, biz kimseyi tanımıyoruz; pılıyı pırtıyı toplayıp kaçmanın zamanıdır.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:53) “ ‘... Nermin hanıma ne demişler? Ankara düşerse adam yedi yıl yatar!’ demişler. Onun sinirleri kim bilir ne haldedir. Bu Temmuz sıcaklarında, Nişantaşı’nın apartmanlarını gözümün önüne getiriyorum da... İnsan bunalır. Biz bu işi, daha önce akıl edecektik. Pılı pırtıyı toplayıp çoktan bize göçeceklerdi.’ ” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:282) “İster istemez dışarı çıktım. Bu münasebetsiz adamın evinde bir gün bile kalmamaya karar verdim. O niyetle aşağıya indim. Pılımı pırtımı toplamaya başladım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:449) “Ze Oroco, Kızılderilinin pılısını pırtısını kayığa yerleştirmesini bekledi. -Nasıl bir şeydi nişanlın?’ Siroe Larrori bir an durdu ve canı sıkkın karşılık verdi: -Bilmem.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:170) “ ‘Ama yine de asıl mesele bu değil,’ Breuer, elinde olmadan devam ettiğini gördü, ‘msele başka!’ İçimde daha şeytansı bir şeyler var. Biliyor musun, çekip gitmeyi düşünüyorum; pılımı pırtıyı toplayıp çekip gitmeyi... Bunu asla gerçekleştiremeyeceğim; ama Mathilde’yi, çocukları, Viyana’yı her şeyi arkamda bırakıp gitmeyi düşünüp duruyorum. Bu çılgınca fikir hep aklımda, biliyorum, bu çok çılgınca bir şey...’ ” (Irving D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, SA:138) “Bütün apartman, bu insanlardan, ortak bir iç güdüyle nefret ediyordu. Günün birinde bir şey oldu da – sanırım adamı hırsızlık yüzünden hapsettilerdi- hepsi pılı pırtılarını toplayıp taşınmak zorunda kaldı ve herkes rahat soluk aldı.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:181) Pırava, Pıravo : ‘Bravo’dan bozma: Aferin, iyi ettin “Cemile, Esme’yi bırakıp yerine oturdu. Öteki karılar: ‘Eferin!’ çektiler. ‘İkinize de eferin. Zorlu pehlivanlarsınız. Doğuran kısraklar yenilmesin. Akşamları döşşekte de böyle güleşiyorsanuz pıravo!’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:19) “Biz böyle ince zenaatın peştemalına sarılmışız. Başımızı kaşıyacak zamanı yitirmişiz. Aman pabuç dama atılmasın, esnaf arasında yere bakmayalım, üstesinden gelelim de, pırava deyerek alnımızdan öptürelim diye debelenmekteyiz.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:40) Pırıl pırıl : Parlak, ışıklı, tertemiz, yepyeni “-Belli, belli amca, dedi. Suratında nur kalmamış. Kızdım. -Nurum içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç olmazsa bu akşamlık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalancıdır, aldatır.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:15) “O tiyatrolarda, o koltuklarda oturdum ki, etrafımda beyaz kadınlar dünyanın en kokulu lavantasını dürmüşlrtdi, erkellerin yüzlerinde ise bir tek kıl yoktu. Herkes, her şey pırıl pırıldı. Ama neden her zaman küçük, alçakgönüllü köşeler aradım? Dostlarımı , en sevdiklerimi bu çarşı içlerinin kara çocuklarından seçtim.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:13) “HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEDİ ----------------------------------- Hiçbir işaret göstermiyor Altıncı Bölge, diye: ama biz biliyoruz nereye ait olduğumuzu. Dayıyorum burnumu pırıl pırıl vitrine, biliyorum, konukları görmeden ben, donatılacak masalar” (Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06) “ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA ----------------------------------------------------Durmuş bakıyordu tanrı Hephaistos üsütünde düz bir kayanın, yaslamıştı güçlü omzunu balyozunun sapına; Zeus’un karısı da bakıyordu pırıl pırıl gökyüzünün üstünde...” (Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:23) “ ‘Bir ilerleme kaydedebildiniz mi?’ ‘Çok büyük adımlar attım. Aslına bakacak olursanız, şu anda çok önemli bir hamlenin eşiğindeyim.’ ‘Bunu duyduğuma sevindim.’ ‘Rahatlatıcı bir duygu evet. Hep benim aklım ve pırıl pırıl zekam sayesinde.’ ” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi-, sa:85) “BEN <1901> Ben ağır Rus dilinin zarafetiyim, Önümdeki şairler selefimdir ama, Benim keşfimdir bu dildeki her eğim, Duyduğum her öfkeli ve şefkatli çınlama. Ben, bir kırık çizgisi, Ben, şuh gök gürültüsü, Ben, pırıl pırıl dere, Herkese, hiç kimseye.” (Konstantin Balmont<1867-1942>-Kanşubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.09.03) “Şimdi o başı, cılız, çelimsiz bir vücudun üstüne koyun, bir balığın sırtı gibi karışık işlemeli, pırıl pırıl beyaz bir dantelayla sarın; siyah yeleği üzerine ağır bir köstek takın; merdivendeki loş ışığın bir kat daha gizemli bir renk verdiği bu adamı hayal meyal görmüş olursunuz.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13) “GÜZEL GEMİ -----------------Senin hiçe sayan kolların genç herkülleri Pırıl pırıl boa yılanlarından kalmaz geri, Yarar sanki sıkıp ezmeye Aşıkını, gönlüne damgası çıksın diye.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:111) “HAPİSHANEDE BİR SABAH TÜRKÜSÜ ---------------------------------------------------Hayatım benim, kırk yıllık hayatım Seni başarabildiğimce dürüst yaşadım İçim burada da pırıl pırıl şimdi Geçer, güzelim, bu günler de geçer Sökülüp atılır dikenli teller Koparır halk bir gün zincirlerini” (Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:345) “DEĞİŞİMLER Eski gecekondu semtlerinin değiştiğini görmüşüm ben. Evlerin renk değiştirdiğini, arka avluların Babil bahçelerine dönüştüğünü görmüşüm. -----------------genç kuşağın doldurduğu krom kaplı café’lere dönüştüğünü görmüşüm. Karısını öldüren bir adam, elinde kanlı sopasıyla geçmişti burdan. Pırıl pırıl gözlü bir sivil polis işte tam orda öldürülmüştü.” (Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06) “Toz ve kir heykelin yüz hatlarına özgün bir soyluluk vermişti -ancak o üflemeye devam etti, dikkatlice ve özenle üfleyerek yüzüne dökülen pırıl pırıl saçlarını, göğsünü, dalgalanan giysisini ve elinde tuttuğu alçıdan yapılmış zambağı kir ve tozdan bütünüyle arındırdı-.” (H. Böll, “Melek Sustu”, sa:8) “Genç kadın dirseklerini masanın üstüne koyup çenesini avuçlarının içine almıştı. Kahverengi, yumuşak gür saçları, zeki görünümlü ve sevimli bir yüzü vardı; çocuksu ve güzel gözleri pırıl pırıldı.” (H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:11) “Boyanın kokusunu şimdi duymam ne tuhaf... o sıralarda, bahçenin çitini boyadıkları sırada yedi yaşında var yoktum: Tatilin ilk günüydü, Hans Enişte yolculuğa çıkmıştı, gece yağmur yağmıştı, şimdi ıslak bahçe pırıl pırıl güneşin altında. Ortalık olağanüstü güzeldi, yattığım yerden bahçenin, boyanın kokusunu alıyordum, çünkü boyacılar çoktan gelmiş, bahçenin çitini yeşile boyamaya başlamışlardı.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:109) “FIRTINAYA TUTULMUŞ KERUBUS -----------------------------------------------Sonu gelmiyor çığlıklarının, bu ölüm şenliğinde kendini yabancılıkla doldurmaktasın... Kasırgada yüzüyorsun tadını çıkararak, iri titreşimlerle, fırtınada ağırlıksız noktalar gibi, havada asılı kalmışçasına dinlenen pırıl pırıl deniz kuşlarından birisin sanki...” (Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.08.03) “Mirsat onları karanlık parkın içinden geçirirken, ‘Bu taraftan!’ diye seslendi. Ayasofya <Eski Yun.: Erdemli> arkalarında kalmıştı ve Sultanahmet Camii’nin masalsı minareleri karşılarında pırıl pırıl parlıyordu.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:496) “Gümüş kaşıklar, et yerken kullanılan çomaklar, yedi kollu büyük şamdanlar yüksekteki kırmızı direklere asılı fenerlerin ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Büyük bir tepsinin üzerine, esrarengiz bir anlamı olan şeyleri de kendisi dizmişti.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:10) “Her şey pırıl pırıldı, beni orda yardımlarını isterken terk ettiklerinde her şeyi kavramıştım.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:21) “Eau Claire, Wisconsin’de, anaokulu çocuklarına çatışmaları çözüme kavuşturma konusunda bir ders verirken sınıfa şunu sordu: ‘Şiddet nedir, çocuklar?’. Gözleri pırıl pırıl parlayan bir kız şöyle yanıt verdi: ‘Onlar güzel mor menekşelerdir. Ben onları her gün koklarım ve bu beni mutlu eder.’ ” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar’, sa:117) “CHAUSER’IN PARA KESESİNE SİTEMİ ---------------------------------------------------Ne olursunuz, lütfen, bu gün veya bu gece İşiteyim o şen, o şakrak sesinizi, Ya da güneşe benzeyen yüzünüzün O altın sarısı pırıl pırıl rengini.” (Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05) “ ‘Bu, gecenin bittiği anlamına geliyor. Birer birer kalkıyoruz, yavaş yavaş yürüyoruz. Sanki bir rüyadan uyanmış gibiyiz. Güneş doğarken, ‘Gökyüzünün Evleri’nde çocuklarla Marikua’nın hazırladığı kamata nurhité içmeye gidiyoruz. Yorgun değiliz. Birbirimize bakıyoruz, etrafımıza bakıyoruz, bize her şey yeni geliyor, pırıl pırıl, doğru. Kendimizi iyi hissediyoruz.’ ” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa149) “Yere diz çöküp egzersizi yapmaya başladım. Kollarımı uzatıp güneşi hayalimde canlandırmaya başladığım ana kadar her şey olagandı. O noktaya vardığımda, koskocaman güneş karşımda pırıl pırıl parlarken, kendimden geçercesine bir coşkuya kapılmakta olduğumu hissettim.” (P. Coelho, “Hac”, sa:45) “Raflar boşaltılmış, silinmiş ve cilalanmış. Çalışma masasının farklı renklerde küçük bilyelelrle dolu bir tabak dışında boş olan yüzeyi pırıl pırıl parlıyor. Oda tertemiz. Köşedeki masadaki bir vazoda duran çingülleri odayı hoş bir kokuyla dolduruyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:110) “Şafak gibi doğan neşe! Ama çok kısa sürüyor. Kısalığın nedeni bu yeni, pırıl pırıl gökyüzünden bulutların geçmeye başlaması değil yalnızca. Güneş bütün görkemiyle doğarken bir başka güneş daha doğduğu için, gölge bir güneş, ilk güneşin üzerinden kayarak geçen bir anti-güneş.” (J.M. Cotzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:79) “Odanın ortasında bir tabut duruyordu. Mavi alevin parlaması uzun sürmemişti, ama tabutu açık seçik görmüştüm. Tabutun pırıl pırıl parlayan, sırma işlemeli pembe bir örtüsü, bunun üstünde de ışıl ışıl yaldızlı bir haç vardı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:55) “KARA ŞARKI Ölüyor ve pırıl pırıl doğuyorum ben Çok karışık, düzensiz bir ruhum kendimce, gün boyu yaptıklarımı hiç dinlenmeden, amansızca yıkıyorum hemen o gece.” (Dimço Debelyanov<1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.06.07) “KAÇAMAK AŞK Gördüm geçen sabah, Genç bir tanrıyı, çimenlikte Peri giysileri içinde, Cin gibi zıplarken. Altından ve zümrütlerden pırıl pırıldı, Yayı yoktu, ne oku ne de sadağı, Sinsi sinsi, şiirler mırıldanıp, Çekip gidiyordu dört dönerek.” (Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06) “O öğleden sonra saat dörtte Merkezi Haberalma Dairesi’nin parlak, eski moda arabalarının özel dairenin önüne çekildiğini gördüm, Devlet Bakanı’nın kendisinin pırıl pırıl Rolls’u oradaydı. Yapılacak son dakika hazırlıkları vardı hala, benim arabama özel korumayı ve bizimle gelecek olan Sir John Mardin’i alması söylenmişti.” (L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:212) “Dirseklerimin altındaki küpeşte demirinin tuzlu yapışkanlığını hissederken dürbünü deniz çizgisine ayarladım, yavaş yavaş kuş yuvası limanıyla Kouloura’nın Agni’ye doğru kaydırdım. Kuşkusuz beyaz evi arıyordum... ama acaba şimdiye kadar çoktan yağmurlar yüzünden pas lekeleriyle kararmamış mıdır? Hayır, eskiden olduğu gibi pırıl pırıl ve el değmemiş halde görüş alanının içine girdi; üstelik orada hiyeroglif biçimleri gibi duran köylü dostlarım vardı. Athenaios evin önündeki gri kayanın üzerindeydi, eskiden hep yaptığı gibi güneşin doğuşunu seyrediyordu.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:360) “ ‘Çarpışma’ sözü tam ağzından çıktığı sırada İngiliz Büyükelçiliği’nin pırıl pırıl aydınlatılmış bahçelerinin önünden geçiyorlardı. Justine hafifçe yerinden sıçrayıp Nessim’in kolunu dürttü, çünkü yeşil çimenlerin üzerinde dalgın dalgın yürüyen ince, uzun, pijamalı, tanıdık bir karaltı gözüne ilişmişti.” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:297) “Ama, sırta varır varmaz, farklı bir manzara gördü, sanki tüm çevrede, tepede ve diğer vadilerde, hava pırıl pırılmış da, yalnız önündeki ova yoğun bir sisle, hani şu ara sıra yolda karşına çıkan ve çevreni sarınca hiçbir şey göremediğin, sonra geldiği gibi giden gri yığınlarla kaplanmış gibiydi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:163) “ ‘Ah, biliyorsunuz, çok karanlık zamanlarda yaşıyoruz şimdi.... İki yüzyıl önce, görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç manastırımız şimdi miskinlerin sığınağı oldu.’ ” ..... “Onun yanında bir başkası, Toledo’lu Rabano, parşömeni masanın üstüne gerip iki yanına metal bir uçla incecik delikler delmiş, şimdi de aralarına incecik yatay çizgiler çiziyordu. Az sonra bu iki sayfa renkler ve biçimlerle dolacak, kakma mücevherlerle pırıl pırıl parlayan bir kutsal andaca dönüşecekti.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:64;265) “... Akdeniz kromozomlarından gelen bir melankoli taşıyan, yetenekli bir delikanlıydım. Karşılaştığım genç kızlar beni yapayalnız gecelerinin dünyevi acılarına götürerek, yeni tomurcuklanan döl yataklarının bütün şiddetiyle arzu ederlerdi. Kendim de bambaşka bir tutkunun korkunç pençesinde olduğum için, pek anımsama o kızları; gözlerim, batan günün eğik ışığında, ipek gibi, belli belirsiz ayva tüyleriyle pırıl pırıl yanaklarını okşayıp geçerdi yalnızca.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17) “Egor odanın yarı karanlığında Sanda’nın gözlerine baktı. Pırıl pırıldılar. Belki de bu bir davettir diye yaklaştı, Sanda’yı belinden kavramak istedi.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:5) “Ola ki biz Ada’da başka evde otururduk. Yılını pek bilemeyeceğim ama bir yaz Nizam’ın bir yan sokağında güzel bir evde kaldığımızı anımsarım. Bahçesinde renk renk camlı bir kameriye vardı, yusyuvarlak, pırıl pırıl bir evcik. İşte o benim evimdi.” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:28) “Profesör Lombardo uyandığında saat yediyi on geçiyordu. Gün, banyodan yeni çıkmış bir güvercin gibi pırıl pırıldı. Tüm bulutlar sanki geleneksel maratonlarını bitirmiş, sessiz sedasız geldikleri yere dönmüşlerdi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:97) “Elinde iki kanun vardı; biri eskice, altı çatlak değil ama çizik, mandalları tam değil ama çok güzel sesli olan. O, elli lira. Diğeri, Bursa’da yeni bir usta tarafından yapılmış, pırıl pırıl, dokuzlu ve dörtlü tüm mandallarıyla tam bir sanat eseri. O da yüz yirmi beş lira.... Uzatmayalım, ustayla elli lirada karar kıldık. Beş lirası peşin ödenecek, diğer kırk beşi de aylık taksitlerle dokuz ayda ödenecek. Senet, sepet ve faiz yok. Ermeni usta faize inanmıyor.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:156-7) “Şu var ki, sanatta tutku, yartıcı bir öge olduğu kadar, yıkıcı bir rol de oynamaktadır; öyle karmaşık bir kuvvetler yığın yaratmaktadır ki, ancak pırıl pırıl bir zeka bu karmakarılık bir yığının içerisinden ebedi şekilleri bulup çıkarabilmektedir.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:19) “PENCEREDE -----------------Ova pırıl pırıl sabah çiyinde gümüş damlalarla kaplı dört yarım. Bir damla halinde yarın kendim de bu maviliklerden parlayacağım.” (Evtim Evtimov<d.1933>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.06.09) “MEPHISTOPHELES - Bazan da bedava olarak zevk aldığınız içn, hiç canınız sıkılmamalıdır. Şimdi, yıldızlarla dolu olan gökyüzü pırıl pırıl yanarken, gerçek bir şaheser dinleyeceksiniz. Onu daha emin bir şekilde kandırmak için, ahlaki bir şarkı söyleyeceğim. (Gitar çalarak şarkı söyler.)” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:195) “Yücel öyleyse pırıl pırıl Ey ışıklı yol, inanla! Acıdan hızla çarpıyor kalbim Geceler mutlu, baht üstü bir bahtla.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Doğmakta Olan Dolun Aya”, sa:22) “İvan İvanoviç’in çok güzel kürklü bir kaftanı vardır! Olağanüstüdür! Hele kürklerine bir bakın! Aman Tanrım, ne kürkler! Gümüş gibi pırıl pırıl! Eğer başka birinde bunun benzeri varsa, nesine isterseniz bahse girişirim.” (N. Gogol, “Ivan Ivanoviç ile Ivan Nikiforoviç’in Öyküsü”, sa:27) “Dağınık saçlarımın arkasından pırıl pırıl yanan yeşil gözleri bende garip bir kin; bir işkence eğilimi uyandırıyordu. Kuvvetle dizlerimi bükerek salıncağa çılgın bir hız verdim. Şimdi her gidiş ve gelişte başımız yaprakların içine dalıp çıkıyor, saçlarımız birbirine karışıyordu.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:85) “Ne mi düşünürsünüz? Bir pencerede pırıl pırıl bir camı, camda bir gün ışığını, bir küçük dere peyzajını, yahut belki de gökte mavi bir yarık vardır, onu! Fazlasına ne gerek!” (K. Hamsun, “Pan”, sa:14) “Lozan’a geldik. Orta sınıf bir otele yerleştik. Sokaklardan geçerken de, otelin araba kapısına girdiğimiz sırada da, durmadan yağmur yağmıştı. Yakasında pirinçten nişanlar taşıyan otel kapıcısı, asansör, yere serili halılar, muslukları pırıl pırıl parlayan bembeyaz lavabolar, pirinç karyola, büyük ve rahat yatak odası, Guttingenler’in evinden sonra pek lüks geliyordu bize.” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:278) “Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:21-2) “Akşam yemeği sona ermiş, mısır kabuğundan sigaralarını saran kampçıların üstüne bir sessizlik çökmüştü. Kara topraktaki su birikintisine gökyüzü yansımış, o küçük göl ay ışığıyla pırıl pırıl olmuştu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:5) “Hem bu yüzden, hem de gençlik yıllarına artık veda etmek üzere olduğum için, o yazın yaşantılarından henüz hatırlayabildiklerimi şuracığa yazıyorum. Kaygısız geçen son yaz tatilimdi o benim; henüz öyle çok uzaklarda olmadığı halde, belleğimde pırıl pırıl şimdiden; kayıplarda bir cennet bahçesinden bakar gibi ışıl ışıl seyrediyor beni.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:29) “Klingsor dikkatle ağzına baktı büyücünün, onun bir zaman şevkle yanıp tutuşan saatlerin birinde içindeki hüznü boğup atan, onu dişleyip cehenneme yollayan pırıl pırıl dişlerine baktı. Bu büyücü müneccimin üstesinden geldiği şeyin kendisi de üstesinden gelebilir miydi?.....Müşteri yıldızı kendisine bir başka türlü bakıyor, Tanrı onun sazının telleinden daha değişik nağmeler döktürmek istiyordu.” (H. Hess, “Klindsor’un Son Yazı”, sa:185) “İnsanların pırıl pırıl dünyasında yaşayan bir deri bir kemik çakallar. Çevrelerinde, sessiz bir tutkuluk, bitirici bir çalışma, kendine acımayı bilmeme havası vardı.” (H. Hesse, “Siddharta”, sa:36) “MEZARDAN ÇIKMIŞ DON KİŞOT <Öteki Şiirler, 1951-1983> Halıyı ters çevirdim, Yaşamda da aynı yapağı var, aynı ilmikler Burası Mancha, geniş ve kurak bugün pırıl pırıl giyinse de.” (José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.03) “Yağmurlu öğleden sonraları çalışırken onu merakla pencereden izleyen Mercedes, bazan korkmuş bir kelebeğin Senor Serra’nın şiirlerinden birine sığınmak ister gibi, pencerenin kuru camı üzerinde dolaştığını fark ederdi. Bahçede yaşıyoruz, biz kelebekler, pırıl pırıl güneşte neşeliyiz çünkü bir gün parlak kanatlarımız taşıyacak bizi yukarıya ve biz yanmayacak serpilip gelişeceğiz.” (O. Hiijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:12) “Yüksek tavanlı geniş şövalyeler salonunda şimdi tek başıma oturuyordum. Tipi artık dnmiş, fırtına uğuldamaz olmuştu; gökyüzü açılmış, pırıl pırıl bir ay ışığı, geniş kemerli pencerelerden süzülüyor ve bu garip yapının, odada yanan mumların ve ocağın sönük ışığının sokulamadığı bütün karanlık köşelerini bir biçimde aydınlatıyordu.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:26) “MİDAS’IN MEZARI (Epigrammaları’ndan) Tunçtan bir bakireyim, duruyordum Midas’ın mezarında; aktıkça sular, çiçek açtıkça ulu ağaçlar ışıyıp durdukça güneş ve pırıl pırıl ay çağladıkça ırmaklar, deniz kabardıkça durup nice gözyaşlarının mezarında diyeceğim hep gelip geçene: Burada yatıyor Midas.” (Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:99) “GECE <Deniz Soneleri’nden> ------Çoktan son uykuya uzanmış tabur, kaygısız ruh, kaygısız düş peşinde; deniz bir annedir ninniler okur, gökler pırıl pırıl neşe içinde.” (Kiril Hristov<1875-1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.08.06) “İçler acısı hayatında nice kesikler, sıyrıklar. Kaç kez kan içinde, yaralı, parça parça, nurlanmış, yüreği keder içinde, ruhu huzura kavuşmuş olarak doğrulmuştu. Yenildiği halde kendini, yenmiş gibi görüyordu. Vicdanı, onu parçaladıktan sonra, üzerine dikilir, korkunç, pırıl pırıl, sakin bir sesle ona, ‘Şimdi, huzur içinde yürü,’ derdi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:329-30) “Her taraf temizlikten pırıl pırıl. Hep ‘kibar insanlar’. Katostromatos’lar yok burada. Lüksün son mertebesi. Il magnifico!” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:102) “Hele bugün, sabahın beşine kadar süren bir suarenin ertesi günü, bu öğle vakti uyanışında, her zamanki bir tereddüdü adeta bir şaşkınlık derecesini buldu. Burası neresidir? Bu zengin ve pırıl pırıl şeyler kimindir?” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:95) “BU GECE ------------Deniz dökme altın salıvereceğim sulara gördüğüm düşü ışıldayan bir kayıkla. Bir pırlanta gömeceğim çakıllara, pırıl pırıl.” (Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.08.02) “Mavi bir göl uzanıyordu. Kırağı örtüsünü üzerinden atarken gülümsüyor, ışıldıyordu. Çakıllı kıyılarının çevresinde ve ekin tarlalarının ortasında, içi dolu, koca koca yuvalar -köyler ve köycükler- pırıl pırıldı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:13) “Aynı gün, yurdun hemen her yanından çiçekler, defne dalları, bayraklarla donatılmış trenler, otobüsler, taksi, özel ya da uçaklar davul zurna sesleri ve alkışlar arasında milletin pırıl pırıl umutlarını ardlarında bırakarak, Ankara’ya hareket etmişlerdi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:314) “İki misli, üç misli daha çalışır, didinir, ölür biter de çocuklarının kılına hile getirmez. Getiremez. Şu yoksullukta, şu bela içinde bile Hasan’ın çocuklarına bir bakınca hayran kalırsın. Pırıl pırıl, tertemizdir üstleri başları.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:”77) “... at arabaları, biçerdöverler, cipler, pırıl pırıl son model ağa otomobilleri, öbek öbek, boyunlarını içeri çekmiş ırgatlar geçiyorlardı. Şimdiye dek Çukurovada görülmemiş bir gürültü dolduruyordu ortalığı. Bir hay ü huy sürüp gidiyordu.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:22) “Ertesi sabah bizi erkenden yola çıkardılar. Tren pırıl pırıl yaz gününde banliyö istasyonunun kapısının önünden geçti, üstü ve yanları kapalı kiremit kırmızısı vagonlardan oluşan bir yük treniydi. Her vagonda altmış kişiydik, ayrıca yüklerimiz ve pazıbentlilerin yolculuk için verdikleri şeyler vardı: yığınla ekmek ve büyük kuru et konservelerinin kiremithane sakinleri için bir lüks olduğunu kabul etmeliyim.” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:64) “Bahar Alışkanlığı ----------------------Ama kaldırıyor silahını ateş ediyor edebildiğince, düşmeden önce gökyüzünü kaplayacak kadar kocaman görünse de gövdeleri yenmezler çok ufacıktırlar yine de atılıyorlar bir torbaya bu pırıl pırıl sabahta” (Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06) “Dişi Aslan Dişi aslan sana olan aşkım, kumral dişi aslan pırıl pırıl derisi, altın rengi gözleriyle. Hep benimle yürür; soluklanmak için oturduğumda uzanır yanıma yüzünü bacağıma yaslar, sadık bir köpek gibi.” (Barbara Korun<d.1963>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.01.08) “ESMA’NIN HİKAYESİ ----------------------------Bir bakışı vardı Esma’nın Kavak yaprakları gibi pırıl pırıl Koynundan çıkardığı çağlayı Yemesi başka olur...” (Cahit Külebi<1917-1997>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:471) “Sağ tarafında pırıl pırıl, uçsuz bucaksız mavi bir deniz uzanıyordu. Arada bir geçtikleri kasabalarda, mola verdikleri benzin istasyonlarında, yol üstü lokantalarında gördüğü kızların kendisine benzemediğini görüyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:261) “Justiniana, başını öbür yana çevirip gözlerini pırıl pırıl parlayan parke döşemeye dikti, boğuk, hüzünlü bir sesle, ‘Öyle bir dolap çevirdin ki, sonunda baban kadıncağızı köpek gibi kapının önüne koydu,’ diye mırıldandı. ‘Yalan söyledin, önce Dona Lucrecia’ya, sonra da babana. Ayrılsınlar diye yaptın, oysa ne kadar mutluydular.’ ” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:131) “... o sırada paniğe kapıldığımı hissettim ve saatin sekize vurmaya başladığı ilk çan sesiyle, korkudan terler dökerek, karanlık merdivenlerden el yordamıyla aşağı indim, yaş günümün arife gecesinde pırıl pırıl açık havaya çıktım.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:23-4) “Irak İçin Yirmi Beş Ağıt Bir köpekbalığının boynu gibi Pırıl pırıl Yüzlerce kişiye gelen melek Hamariya’ya sığınmış.” (Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03) “Her akşam sahne önünde aşıklara özgü bir şıklıkla göründüğüm tiyatrodan çıkıyordum. Bazan her şey dolu, anlamlı, bazan her şey boştu orda. Yalnızca otuz kadar zoraki meraklının oturduğu arka koltuklarda, modası geçmiş şapkalar ve gece giysileriyle bezenmiş localara göz gezdirmek ya da her koltuğu çiçekli tuvaletler, pırıl pırıl mücevherle ve parlak yüzlerle taçlanmış salonun bir parçası olmak benim için pek önemli değildi.” (G. Nerval, “Sylvie”, sa:21) “NOSTRADAMUS Kahve makinasını icat ettim bu gece. Utku kazanmış gibi, pırıl pırıl dikiliverdi olduğu yerde, metalden bir deniz feneriydi sanki, ay ışığıyla yıkanan ıssız bir ovada homurdanıp aksırarak fokur fokur” (Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04) “HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA 2-Akşam gezintisi ---------------------------------Mahallenin kedileri kasabın kapısında ve üst katta kıvırcık karısı yerleştirmiş pencerenin pervazına memelerini akşamı seyrediyor. Alaca karanlık, tertemiz gökyüzü, duruyor orta yerinde çoban yıldızı bir bardak su gibi pırıl pırıl. Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı, dut ağaçları sarardıysa da, incirler hala yeşil.” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:29) “DOĞDUĞUM EV ----------------------Bir kız bana hep el sallardı karşıki kont konağında... Köşk o zaman pırıl pırıldı bugün miskin uykuda.” (Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.03) “Pırıl pırıl çiy yağıyor güller açsın, kekikler koksun yoncalar yeşersin diye;” (Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:59) “Asansörle, kapıcının önünden geçmeden garaja kadar indiler ve arabayı hemen buldular. Saat neredeyse on olmuştu. Şef, arka kapıyı kendisine açan ikinci yardımcıya, ‘Arabayı sen kullanacaksın,’ dedi. Birinci yardımcı öne, sürücünün yanına oturdu. Hoş bir sabahtı, güneş pırıl pırıl parlıyordu.” (J. Saramago, “Görmek”, sa:205) “Yokuş aşağı koşuyorum, yeşilliklerin btiminde, ulu ağaçların arasında pırıl pırıl görünen Isere’e doğru inen, küçücük dağ çiçekleriyle beneklenmiş, kısa ama sık çimenlerde yuvarlanıyorum... ırmağın kıyısında diz çöküyorum, ellerimi berrak sularına daldırıyorum, yüzüme su çarpıyorum, sırtüstü uzanıyorum...” (N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:211) “Fransa’da bir yerde Pierrette tarzında pırıl pırıl bir genç kız vardı, çiçek gözlü, taşralı bir kız, kendini onun için el değmemiş olarak saklıyordu; bazı bazı gelecekteki efendisini, bu tatlı sert adamı düşlüyordu. Kızoğlankızdı.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:229) “Bir çocuğun, yıpranmış, silinmiş, hor görülmüş, bir köşeye atılmış ve sözü edilmemiş bütün temel özellikleri, ellilik bir adamda yaşar durur. Çoğunlukla karanlık içinde yassılaşır onlar, ama fırsat beklemekten geri kalmazlar; biraz dikkatsizlik etseniz, kafalarını dikerler; kılık değiştirmiş olarak pırıl pırıl günışığına çıkarlar.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:187) “Piktor’un çevresi küme küme yabani çiçeklerle doluydu. Hepsinmin yüzü insan yüzüne benziyordu. Bazıları mutlu mutlu sallanırken, bazıları anlayışla gülüyordu. Ama aralarında hiç gülmeyen ve kıpırdamayanlar da vardı. Kendi parfümlerinden sarhoş, dalıp gitmişlerdi. Çiçeklerin bazıları Piktor’a şarkı söylediler; birisi leylakların arzulu şarkısını söyledi, diğeri koyu mavi bir ninni. Bir çiçeğin gözleri sert safire benziyordu; diğeri ona ilk aşkını hatırlattı; ama bir başkası çocukken evin bahçesinde gezindiği annesini çağrıştırdı. Çiçeklerin çoğu pırıl pırıl gülüyordu.” (Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:31) “BAHAR GÜNÜ Sıcacık altın gibi pırıl pırıl bir gün Tüm şehrin gözü kamaşmış güneşten Yeniden, yeniden gencim işte Sevdalıyım, sevinçliyim yeniden” “İgor Severyanin<1887-1941>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:58) “Hitap Ben alevim ancak, susamışlık ve çığlığım ve yanan. Ruhumun sar çukurlarından akar zaman fışkırarak -------Sen ama o aynasın, yuvarlak çevresinin Üstünden yürüyen tüm alemin dereleri, Ve arkasında altınımsı kaynayan dibinin Ölü nesnelerin pırıl pırıl dirildiği.” (Ernst-Maria Richard-Stadler,<1883-1914>-Danyel Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “19.10.09) “Onun için, ey iyiliksever okuyucu! Burada, dokunaklı, akıcı, moda duygulara taptaze anıştırmalarla pırıl pırıl bir üslup arama, özellikle George Sand’ın romanlarındaki sürükleyici heyecanları bekleme!” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:20-1) “Gözalıcı güzelliklerinin örtüldüğü ve yolun başka günlere göre ıssız olduğu Pazar günleri bile burası sokaklarla karşılaştırılınca, sanki ormanda parıldayan bir ateşi andırırdı. Yeni boyanmış kepenkleri, pırıl pırıl parlatılmış pirinç tokmakları, genel temizliği ve neşeli durumu gelen geçenlerin hep gözüne çarpar, hoşa giderdi.” (R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:17) “SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ ? <1953> Sizin hiç babanız öldü mü Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum -----------------------------------------------Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak Şöylelemesine maviydi kör oldum Taşlara gelince hamam taşlarına Taşlar pırıl pırıl ayna gibiydi” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:16) “Derken ortalık aydınlandı: Pırıl pırıl bir gündü ve Apuleius, Roma’da arkadaşı Lucius ile Forum boyunca yürüyordu. Bir yandan söyleşiyor, bir yandan da pazarda dolaşan güzel esir kızlara bakıyordu.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:23) “Sesi, bedeniyle aynı zayıflayışı gösteriyordu, günden güne daha güçsüzleşiyordu. Yalnızca düşünce gücü değişmemişti, zihni pırıl pırıldı, sözcüklerindeki seçilmişlik, her zamanki gibiydi.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:252) “Birkaç yıl önce gene bir ekim ayında arkadaşlarımla Abruzzo Ulusal Parkı’na geziye gitmiştim. Dağda, sonbahar insana olağanüstü günler armağan edebilir ve gerçekten de o pazar, öyle günlerden biriydi. Gökyüzü pırıl pırıldı, hava birazcık serindi, akçaağaçlar ve kayınlar yapraklarının sarıdan turuncuya ve kırmızıya uzanan renkleriyle manzarayı coşturuyordu.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:16) “Daha altta, pırıl pırıl, hiç bozulmamış olarak Augusto’nun böcekleri, büyüteci, onları toplamak için kullandığı aletleri duruyordu. Az ilerdeki bir şekerleme kutusunda, kırmızı kurdeleye bağlı olarak Ernesto’nun mektupları vardı. Sana ait hiçbir şey yoktu. Sen gençsin, yaşıyorsun, tavan arası henüz sana göre bir yer değil.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:146) “Banka mesaisini bilirsin belki, yahut duymuşsundur. Camlı bölgelerde pırıl pırıl masalar; daktilo makineleri, kalın kalın defterler, türlü türlü fişler, hesap makineleri ve sözümona iş iş iş. İş hakikaten o kadar çok mu? Ne gezer! Bazı aylar ve zamanlar istisna edilecek olursa, günde üç-dört saatlik bir mesai normal bir bankanın işlerini başarmaya yeter.” (C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:146) “BAY POPE Alexander Pope gezindiğinde kentte Pırıl pırıldı inci ve altın renkli tahtırevanlar. Acımaktan çok korkuyla eğildi hanımlar Çünkü insandan çok keçininki gibiydi Pope’un dar sırtı” (Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02) “Ne romanlara konu olan aşklarda, ne pırıl pırıl yolculuklarda, ne şu kadar yüz bin liraya satılan giysilerde, ne parmak ısırtan gösterişlerde, ne büyük yürekliliklerde gözü vardı. Her şeyini hiç kullanılmamaış tertemiz bir yazgı giibi saran sıcacık evlilik yorganı ona hiçbir zaman tam olarak uyanmak ve tam olarak uyumak istemeyeceği bir duruluğu sağlamaktaydı.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:7) “Prens, prenslerin arasında bile az görülen sağlam bir bünyeye sahipti. Spor ve vücut bakımıyla bünyesini o kadar kuvvetlendirmişti ki, eğlencelerde aşırıya kaçtığı halde kocaman, yemyeşil, pırıl pırıl bir Hollanda hıyarı gibi taptazeydi.” ..... “‘Bu belki senin için değil, ama başkaları için söz konusudur bu duygu. ‘Dinsiz Bedevi’lerin boyunduruğu altında inleyen pırıl pırıl insanların öyküleri hala yaşamaktadır halk arasında.’ ” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:671; Cilt:III-IV, sa:715) “ ‘Ama o bir Alman!’ ‘Kendi kızım bana o lanet olası ırkın <Musevilik> bizim pırıl pırıl Aryan <Bk.:Aryanizm> ulusumuza ait olduğunu söyleme küstahlığını mı gösteriyor?’ ” (Eva Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:73) “Dipteki Taş ---------------Babamın soluğu kesilirken pencere camlarının saydamlığı dışarıda bir dünyanın olduğunu hatırlatıyor bana. Pırıl pırıl ışıyan şehri düşünüyorum, gelip geçen arabaları, köşede sevgilisiyle buluşan delikanlıyı, geçmekte olan bisikletliyi” (Manuel Ulacia<d.1955>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.04) “Peder Santa Helena, iki yanında çömezleriyle birlikte, ağır ağır kutsal eşya odasından çıkıp geldi; müthiş şişman, sıcaktan kıpkırmızı kesilmiş, pırıl pırıl ve kat kat giysilerin altında boğulacak haldeydi.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:29) “Bu yepyeni, şakır şakır yağmur tadı, kuruyan kabuklar için iyiydi. Yıldırım, ağaçların tepesinde asılı kalmaktan korkuyordu; her şimşekte, kapkara, ıslak ve pırıl pırıl ortaya çıkıyordu ağaçlar. Yağmurun içine işlediği toprak, binlerce kuru yaprak ve çiçeğin kokusuna karışan acı bir koku çıkarıyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:65) “Çevresine bakınca Basil Hallward’ı öldüren bıçağı gördü. Kaç kere temizlemişti bu bıçağı, üzerinde hiç leke bırakmamıştı. Bıçak pırıl pırıldı, ışıldıyordu. Ressamı nasıl öldürmüşse ressamın yapıtını da, bu yapıtın olanca anlamını da öylece öldürecekti. Geçmişin canını alacaktı; geçmiş öldüğü zaman da Dorian özgür kalacaktı. Bıçak şu iğrenç, şu ürkünç ruhun yaşantısını sona erdirecekti; portrenin uyarıları kesildiği zaman da Dorian dirliğe kavuşacaktı. Bıçağı aldı, resme sapladı.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Potresi”, sa:251) “ ‘Işık adacıkları yüzüyor çimenlerde,’ dedi Rhoda. ‘Ağaçlardan dökülmüşler.’ ‘Yapraklar arasındaki tünellerde kuşların gözleri pırıl pırıl,’ dedi Neville.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:8) “Sonra birden daha da korkunç, daha da akıl karıştıran bir şey oldu. Flush duvardaki bir delikten gözlerini dikmiş kendisine bakan gözleri pırıl pırıl, dili dışarda başka bir köpek gördü! Olduğu yere çakıldı, kaldı. Korkuyla, hayranlıkla ona yaklaştı.” (V. Woolf, “Flush”, sa.24) “Neden Mrs. Manresa gibi pırıl pırıl bir kadın, böyle ipsiz sapsızları takar kuyruğuna - yani Dodge gibileri? diye sordu Giles içinden. Onun suskunluğu da konuşmaya sindi. Başını salladı Dodge, ‘Bu resmi çok beğendim.’ O kadarla yetindi. ‘Haklısınız,’ dedi Bartholomew. ‘Biri -şimdi adı aklıma gelmiyor- bir enstitüde çalışan biri, bizim gibi soylu ailelerden yetişmiş soysuzlara bedavadan danışmanlık yapan biri demişti ki... şey demişti...’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:49) “Saatler geçti, gece olmuştu; ağır sessizlik ardına dek açık bırakılmış pencereden içeri gireen kızgın bir temmuz gecesiydi. Karanlık gökte pırıl pırıl yıldızlar kaynaşıyordu. Saat on bir suları olsa gerekti; artık son dördün dönümünde incelmiş ay, ancak gece yarısına doğru doğacaktı.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:11) “... kır yolları, her şey sarı, son derece kirli sarı bir renkte görünüyordu. En hafif bir rüzgar esse, kalın toz bulutları uçuşuyor, bayırlarla çitleri külrengine bürüyordu. Mavi gök, pırıl pırıl güneş, bu üzüntülü manzaraya ayrıca bir hüzün katıyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:8) “Normandiya yolculuğu insanı bıktıracak kadar uzamıştı, ancak daha Courbépine’deki ilk gününde eski neşesine kavuştu. Yerinde duramayan, kıpır kıpır, sürekli şeyler peşinde koşan ruhu, kırlarda yaşanan o pırıl pırıl yaz günlerinin kucağına kendini atıverdi.” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Bir Çöküşün Öyküsü”, sa:9) “Artık yapılacak ufak tefek işler kalmıştır, ama bunlar da tutarlı ve titizce yerine getirir, her işte pırıl pırıl, hiçbir korku ya da tutkuyla altüst olmamış bir kafa fark edilir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:69) “Henüz genç ve güzeldi. Çiçek beyazı vücudunda henüz gençlik yıllarının pırıl pırıl parlayan tazeliği vardı; yumuşak, neredeyse çocuksu bir yuvarlaklığı olan göğüsleri titriyor, içten gelen güçlü bir heyecanın etkisiyle, ritmik bir biçimde ilerleyen bir çizgi oyununda hafif hafif ve yumuşakça yükselip iniyordu......Peki bütün bunlar, rüzgar tarafından koparılıp götürülen bir çiçeğin güzelliği, insanlığın uçsuz bucaksız tarlalarındaki içi boş bir tahıl tanesi gibi değerlendirilmeden ve meyve vermeden geçip gidecek miydi?” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:138) “Pembe bir elbise içinde orada oturuyordu; sakatlığını ne bir örtü ne de bir kürkle gizlemişti. O keyifli ortamda kimsenin de bunu düşünecek hali yoktu. İlona’ya gelince; bence hafiften çakırkeyifti, gözleri pırıl pırıl parlıyordu ve güzel omuzlarını gülerken geri attığı zaman bir rastlantı yaratıp çıplak kollarına dokunmaktan kendimi zor alıkoyuyordum.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:77) Pırıl pırtık : Eski püskü, yırtık pırtık Bk.: Yırtık pırtık “... örneğin Eyüp Sultan Camii ve benzeri, sürekli olarak; Ramazanlarda hemen her cami önünde ve sokak başlarında, nereden geldiği bilinmeyen, pırıl pırtık elbiseler içinde adeta kaybolmuş, doğal ya da yapay yöntemlerle sakatlanmış el ve ayaklarını teşhir eden...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:141) Pırnayı çekmek : Rakı içmek (Pırna: -Yun.- Rakı) “Bir gece, kahvede oturuyorum. Sizden saklamam, kafa tütsülü... Bizi bir efkar basmış, delikanlılık bu, çekmişiz pırnayı... Bir kere ağzınız bulaştı mı, gayrı dur, durak aramayacaksın.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:109) Pır pır (etmek, olmak, titremek, yanıp sönmek) : Heyecandan, güzellikten etkilenip (Kuş kanadı gibi) çarpmak -genellikle kalp-; Mum ya da kandilin sönmek üzere olan ışıkları; Tarım alanlarının ilaçlanması için kullanılan tek pervaneli küçük uçak Bk.: Yüreği pır pır etmek “Geceleri köydeki evimizin penceresinden baktığımda, liman pır pır eden ışıklarıyla, uzaklardaki başka bir ülke gibi görünüürdü bana o zamanlar. Orada, içinde birçok sır barındığını düşündüğüm gemilerin ışıkları bir hayal perdesini aralar, hayatımı sonsuza kadar değiştirecek bir maceranın hazin öyküsünü göz kırparak anlatırdı sanki bana.” (Erhan Ceylan, “Mübadele Öyküleri” <Kör Bir Durakta>, sa:17) “ÇİÇEK <Günümüz Japon Dörtlükleri - 1992> İçeri gel Dedi çiçek Kanatlı böcek korkudan Kanatlarını pır pır titretti.” “Eizo Hanada<d.1929>-İnan Öner; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.05.04) “Kalbi taş kesmiş, başı ensesine yıkılmış Knecht pır pır eden gözlerle oracıkta dikiliyordu, dehşete kapılmış, ama doyumsuz bakışlarla değişip çığrından çıkmış gökyüzüne bakarak, gözlerine inanamayarak, ama yine de korkunç bir şeylerin gerçekleştiğinden kesinlikle emin.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:466) “Gelgelelim, benim içimde, derinlerde korkuyla dolu bir ruh yaşıyor, ürkek ve çekingen, pır pır edip duruyordu.” (H. Hesse, “Demian”, sa:98) “Başrahip çölün seslerini dinledi, dinlerken birden ürperdi ve döndü. Görünmeyen bir varlık girmişti hücresine! Baktı. Şamdanın yedi noktası pır pır ediyordu, sönmek üzereydi.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:120-1) “Sonra, kayıkla birlikte yalpalayan adam kendine geldi. Yüzü bir iyice aydınlandı, kendi kendine güldü, biraz önceki bitkin, gülümsemeyi bile unutmuş yüz, açıldı, sevinçten şakıdı….. Kürekler, kayık, adam, hep birlşikte bir sevinç uğuntusunda kıyıya koşuyorlardı. Vasili de kendini bu sevince kaptırmış, o da sevinçten apaydınlık, pır pır olmuş uğunuyordu. O sırada kedi de geldi omuzunun üstüne oturdu, boynunu yalamaya başladı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, sa:119) “BROWN SİYAH’SA Rap Brown için Siz değil misiniz pır pır etmeden yanan ışık katiller korkuttuğunda yaz aşklarını çağımızın” (Keorapetse Kgositsille<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası - Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07) “-Uyandım baktım ki bir sabah, Güneş vurmuş içime; Kuşlara, yapraklara dönmüşüm, Pır pır eder durur, bahar rüzgarında.” (M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:26) “Sadece Bir Kez Sadece bir kez bildim yaşam ne için. Boston’da, öyle aniden anladım; Charles Nehri boyunca yürüdüm oraya, kendilerini kopya eden ışıkları izledim, ağızlarını opera şarkıcıları gibi kocaman açan, pır pır yanıp sönen neonları; yıldızları saydım, küçük yol arkadaşlarımı, yaralı papatyalarımı, ve bildim yürüttüğümü onun gece yeşili yüzünde aşkımı...” (Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06) Pır pır etmek, pırpırlanmak : Yüreği çarpmak, hızlı hızlı atmak, uçar gibi ses çıkarmak; Heyecanlı bir yaşantının gözler önüne gelerek bir an için yineleyip kaybolması “Ateşe bir kütük ve koku versin diye bir kucak defne dalı attım, tekrar Homeros’a eğildim ama, Akhalılardan, Truvalılardan, Olympos’un tanrılarından ötürü kafam karışmış, güneş altında yıkanan manzara gözlerimin önünde pırpırlanıp kaybolmuş ve yine içimin ağlama sesi duyuluyordu.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:231) Pırpırı kılık kıyafet : Osmanlılarda, Yeniçeri ocağına bağlı tulumbacı <yangıncı, yangın söndüren> Gençlerin klasik giyim kuşamı “Bir diz çakşır’ı <don> üstünde bir kuşak ve çıplak gövde üstünde bir yelek, yahut bir camedan <camadan, yelek> veya bir gömlek; düğmeler mutlaka çözük ve kollar mutlaka sıvanmış. Sine <gövde, vücut> uryan <çıplak>, memelerin görünmesi şart. Çakşırın paçası diz kapağının dört parmak üstünde; bacaklar, baldırlar çıplak; ayaklar mutlaka yalın, çorap asla giyilmez; yalın ayağa Galata Yemenisi geçirilir, bu yemeninin ön üst kısmı gayet dardır, parmakları yalnız uçlarından tutar, parmak aralarının üst kısmı mutlaka görünecektir. Başta keçe külah: Külaha üç arşın <68 cm.lik ölçü>, beş arşın şal sarılır ve şalın bir ucu omuza sarkar. Kucakta bir kulaklı bıçak veya pala mutlaka bulunacaktır. Pırpırı kıyafet, Yeniçeriliğin son devrinde, yangın tulumbacılarının günlük şehir kıyafetidir.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa58) Pırtı : İşe yaramaz, eski püskü (genellikle giysi); Öteberi çamaşır “TRANIO, Theuropides’in evinden çıkar - Çenen pırtı be! Nedir bu senin ettiğin gürültü? Dağların ayısı!” (Terentius, “Hortlak”, sa:5) “-Evet! Cuma günü pırtı yıkamış... Sermiş, kimseye görünmeden, kuyruğunu omuzlamasıyla, yallah! Gidiş o gidiş... Tam üç güm üç gece...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:284) Pısırık; Pısırıklık etmek : Beceriksiz, girişken olmayan, inisiyatifi zayıf kimse; İnisiyatif gösterememek “ ‘... Zamanın düşüncesine pek ala da karşı durabilir ve bir ekmekçi tarfından hapse tıktırılmaya katlanabilirdim. Yerimi de bırakabilirdim. Fakat gitmek istemiyorum. Tam emekliliğimi elde etmek için yaş sınırını beklemek niyetindeyim!’ ‘Ne parlak düşünce! diye aklımdan geçirdim. Bir baba gibi yüzüme bakarak: ‘Beni pısırıklıkla suçluyorsunuz,’ diye devam etti. ‘Hayır, hiç de böyle düşünmeyiniz. İnsanlığın yüce kıyılarına ulaşmak için didinen bizler bir şeyi unuttuk; çağı, içinde yaşadığımız çağı unuttuk.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:20) “Çocuklarım --------------Büyüyüp güçlendiler mi hiç? Ey, pısırık kararsızlık! Ey, titreyen kutsal-pörsük eller! Ey, her şeyin karışımı sevinç! Benden önce yaşlanmış Benim çocuklarımdır hepsi de, kuş yavruları gibi çaresiz.” (Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05) “Bu işte ne Semi’nin ne de Bilal’in bir suçu vardı. Başarısızlığım için bir sorumlu bulmam şartsa, beni fazla terbiyeli, insanların hoşuna gitmemekten ödü kopan, hem kitaplarına hem de düşlerine fazla gömülmüş bir canlı -şu pısırık canlı!- haline getiren eğitimimi gösterebilirdim ancak.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:178) “Noel tatillerinde <annem> arkadaşlarıyla gergef işler, hayır kermeslerinde klavsen çalar, göz kulak olsun diye yanına katılmış bir teyzeyle pısırık yerel aristokrasinin neşeli dans partilerine katılırmış...” (G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:13) “... her defasında da yaşlılar gibi düşünmeyi öğrenememiş doksan yaşında bir adamım ağzından yazıyordum. Aydın kesim, her zamanki gibi pısırıklık etmiş, kendi arasında bölünmüştü, hatta en akla gelmedik yazıbilimciler bile el yazımı rasgele analiz ederken anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Kamuoyunu bölen, polemiği kızıştıran, nostaljiyi moda haline getiren de onlar oldu.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67) Pıslamak, pısmak : Sinmek, korkuyla ses çıkaramamak, gizlenmek Bk.: Pusmak “Oysaki kocası zimmetine para geçirmekten yakalanmış; ellerinden çiflikleri neleri varsa almışlar, kibirli hanımefendi birden pıslayıvermiş, bir daha da kafası doğrulmamış.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:240) Pışpışlamak : Bebeklere yapıldığı gibi, ergin kimselere, çoğu sağlıklı olmayan nedenlerle arka çıkmak, kusurlarını yüzüne vurmamak ya da düzeltmemek “Baldini, yanlışını bulup göstersin diye, ardından da bir gayret, düzeltiyordu yanlışını. Böyle ce Grenouille, Baldini’yi, her şeylerin aslında gene de olağan gittiği yanılsaması içinde pışpışlamayı başardı. İhtiyarın dünyasını yıkmak istemiyordu ki.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:97) Pıt(ır) pıt(ır) (atmak, düşmek, yağmak) : Düzgün aralıklarla hafiften bir ses çıkararak (düşmek, yağmak); nefes ya da nabız atımının kişi tarafından heyecanı dorukta iken kaydedilmesi “Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yalnızlığın Yarattığı İnsan”, sa:22) “Aldığın Her Nefes Sonra ses şöyle der: Kapat aklını, aç kanatlarını ve tırman göklere..... Tuhaf yaratıklar, melankolik maymunların çaldığı kemanlar, şeffaf balık sürülerinden bir yumak. Geçmişe özlem. Bu kayada, bu rüzgarda, çakmak gözlü yunuslar, pıt pıt atan kuş sürüleri.” (Barbara Korun-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.08) “Soğuk, insanın içine işliyor, ısırıyor, kurutuyor, ağaçları, bitkileri, böcekleri, küçük kuşları ökdürüyordu: Bu zavallıcıklar, tünedikleri dallardan pıtır pıtır sert toprağa düşüyor ve hemen, düştükleri toprak kadar sertleşiyorlardı.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:95) “İnsan şak, şak, kayalara çarpan suların, pıt pıt düşen damlaların sesini işitiyordu; başıboş, durup dinlenmeden atlayan, taklak atan, eğlenip oynayan..... durup durup kayalara çarpan dalgaların çıkardığı ıslığa benzer birtakım sesler, hışırtılar insanın kulaklarına kadar geliyordu.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:332) “... Subayın rahatlığı onu korkutmuştu. Oturduğu yerden, iki yana düşmüş buz gibi elleriyle ona bakıyordu. Kanı ona çekilmiş, soğuktan donmuş gibi geliyordu. Bir yandan da, içindeki her şey kopacak kadar gerilmişti. Bu bir insanı felç eder. Ormandan bir şeyler duyabilmek için tüm gücüyle nefesini tuttu, nefesini kulaklarının pıt pıt atışında hissediyor ve kör beyninin içinde, kendi kendine, istemsizce, oğlunun paçayı kurtarıp kurtaramayacağını soruyordu.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Wondrak”, sa:257-8) Pıtrak; Pıtrak pıtrak : Tropikal iklimlerde, tarlalarda yetişen, dikenli tohumları olan otsal bir bitki türü; Çok miktarda “AMPARO -----------Öğle oldu mu selvilere bakıyorsun, dalları pıtrak gibi kuş dolu selvilere; gergefine harfler işliyorsun yavaşça.” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Sabri Altıner, “aşk şiirleri”, sa:114) piacular : (DAVR.,DİN,KOLL.) <pay’kiu’lır> : Kefaret eden, günah çıkartan, günahlı Piaget, Jean : Ünlü Fransız Psikolojisti , Bk.: Oyun pianissimo : (MUS.,KOLL.) <pian’isimo> : -isim, zarf- Çok hafif sesle (müzik); pianississimo : olabildiği kadar yumuşak ses ile piano, pianoforte : (MUS.,KOLL.) <pi’eno, pieno’forti> : Kuvvetli sesle (müzik); piano stool : vida ile alçaltılıp yükseltilen piyano iskemlesi; cottage piano : küçük düz piyano; grand piano : kuyruklu piyano; player piano : özel otomatik tertibatı olan piyano; upright piano : Düz, dik piyano Piarist : (HIRİS. MYTH.) <Pia’rist> : 1597 yılında Roma’da kurulan bir Katolik cemaatın üyesi “Dinibütün papaz, serseme dönmüştü, bir konyak daha yuvarlayıp gözlerini kırpıştırarak rahip Katz’a sordu: ‘Demek, Bakire Meryem’in Tanrı’dan gebe kaldığına ve kendisini yaratan Tanrı’yı doğurduğuna inanıyorsunuz! Demek Vaftizci Yahya’nın, Piarist Manastırı’nda saklanan başparmağının gerçek olduğuna da inanmıyorsunuz! Peki, Tanrı’ya inanıyor musunuz? İnanmıyorsanız, neden papaz oldunuz?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:160-1) pibroch : (İSKOÇ,MUS.,KOLL.) <pi’brok> : Gayda <piobair piper> ile çalınan İskoç savaş musikisi <Gal’ik piobaireachd> picador : (İSP,OYUN,FİG.) <pi’kador> : İspanyada oynanan Boğa Güreşlerinde boğayı kargı ike kışkırtan atlı pehlivan; FİG.: Herhangi bir tartışmada, mahir kimse picayune : (FR.,İSP,U.S.A.,PSYCH.,PARA,DAVR.) <pika’dor> : Eskiden Amerika’da kullanılan küçük İspanyol parası; Önemsiz, ehemmiyetsiz kimse, şey; adi, hakir; a picayune policy : adi bir siyaset; not worthy a picayune : -isim- on para etmez, değmez; tümüyle değersiz; picayunish : -belirteç- adi, basit, hakir piccolo : (İTA.,MUS.) <pi’kolo> : Tiz sesli küçük flüt <harfi harfine : İta.: küçük>İ.E. picklock : (PSYCH.,DAVR.,KOLL.) <pik’lok> : Anahtarsız kilit açan kimse: hırsız, maynuncuk pickpocket : (PSYCH.,DAVR.,KOLL.) <pik’po’kıt> : yankesici (Yeni Redhouse Lügati) pictura est laicorum literatura : laik’lerin edebiyatıdır’. (LAT.) <piktura est laykorum literatura> : ‘Resim, kilise mensubu olmayan “Gözlerimiz sonunda alacakaranlığa alışınca, insanın gözüne ve imgelemine hemen ulaşabilen, çünkü: ‘pictura est laicorum literatura’ oyulmuş taşın dilsiz söyleşisi birdenbire gözlerimi kamaştırdı ve beni, bugün bile dilimin güçlükle betimleyebildiği bir görünümün içine attı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:57-8) Piç; Piç oğlu piç : Babası belli olmayan ya da gayrimeşru ilişkiden doğmuş çocuk; haylaz, çok yaramaz çocuk Bk.: Piç kurusu “Ulan bu çiviyi de kim koymuştu cebine? O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli, esmer yüzlü, badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:11) “Bu konakta, şimdiki 6 numaralı odada doğmuş. Anasının lohusa yatağında öldüğünü, Keçecilerin bir yakını olan babasının bırakıp gittiğini söylerdi. Belki de Rüstem Bey’in babasının bir beslemesinin piçiydi.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:34) “Başkanın odasına dönmemizden az sonra, içeriye New Jersey Eyalet Polis Müdürülüğü’nden, Albay Birand ya da Brant adında biri girdi. Kırk yaşlarında, asker tıraşlı, çenesi iri kemikli, komando operasyonuna hazırlanan deniz piyadesi bakışlı biriydi. Addonizio’nun elini sıktı, bir koltuğa oturdu ve şöyle dedi: Bu şehirdeki bütün zenci piçleri tek tek avlayacağız. Belki şaşırmamam gerekirdi, ama beynimden vurulmuşa döndüm.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:79) “SONSÖZ TASLAĞI ------------------------Kurtulmuş ilkelerin, piç edilmiş yasaların, Çalımından geçilmez anıtların, sisler asılan, Güneşten alev alev metal kubbelerin, Tiyatro kraliçelerin, sesleriyle gönül çelen, Alarm çanlarınla topların, sağır eden orkestra, Büyülü kaldırımların, surlar gibi yükselen.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:325) “... ve sonra alamanların hep bahar olan ve belki Libanus limonlarının açtıı bir yerden geldiklerini bildimi söyledim ama bizde Paleada sis var dedim ve bu siste şarlmanla sabaşan arabitzlerin torunlarının torunu olan piçler dolaşır ve kötü insanlardır...” (U. Eco, “Baudolino”, sa:13) “LUCIA - Pişkin herif! Pisliksin sen... Nasıl hala senin gibi boynuz takan bir piçle birlikteyim. Bunu sonra konuşacağız. Sen hikayene devam et. O Franklin Mint’e benzeyen heriften söz ediyordun.. Orospu çocuğu.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:9-10) “Baba tarafımdan herkese Gauguin dendiğini anlatsam şayet, bunu son derece çocukça bulursunuz; piç olmadığıma ikna etme düşüncesiyle sizi konuyla ilgili olarak aydınlatmaya kalksam, kuşkuyla gülümsersiniz.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:12) “Düşünüyordu. Elbette onunla eğleniyordu. Fakat onun yerine kendşn olsaydın, kendi ülkende, seni anayolda ateşe tutsalardı, sonra, bir köprü uçurulmuş olsaydı, sen önünde büyük bir güç olduğunu, ya da sana pusu kurulmuş olduğunu düşünmez miydin?..... Oysa yalnızca bizler varız. Fakat o bunu bilemez. Şu küçük piçe bak.” (E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”, sa:506) “ ‘Al sana bir tane daha!’ diye homurdandı Zebedi, kudurmuş gibi. ‘Kahrolasıca! Güya Partizanmış da, İsrail’i kurtaracakmış, pis suratlı mendebur! Dilerim cehennemde cayır cayır yanar, piç oğlu piç! Eee?’ ” “N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:195) “Babam o aile ile çok dostçasına görüşüyordu ve ben daima, esasında McLaughlin’lerin bir çocuğu olup annemim beni ailenin içine getirdiğine dair hisler beslemiştim. Özet olarak, ben bir piçtim.” ..... “‘Seni piç oğlu piş, senden nefret ediyorum!’ diye düşündüm ama söyleyemedim, ağlamaya başladım. Annem de ağlamaya başladı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:53;64) “Hayır. Reilly’ye de, öteki orospu çocuğu, İspanyol piçi Piskopos Panal’e de hesap sorma günü henüz gelmemişti. Günü gelince ödeyeceklerdi elbet. Şimdilik, her ne kadar kıçına çifte atmaya çalışsalar da piskoposların kılına dokunulmamalıydı. 25 Ocak 1960’ta -o günden bu güne bir buçuk yıl geçmişti bile- ülkenin bütün kiliselerindeki Pazar ayinlerinde bir Piskopos Bildirisi okutarak Katolik Kilisesi’nin rejime savaş ilan ettiği günden beri sürdürüyorlardı bu kampanyayı. Mendeburlar! Leş kargaları!” (G.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:30-1) “Kızları hayrete düştüler ve Ellan’a soru sormak için döndüler. Gerald bir filozof gibi başını ağır ağır salladı. -Bakın! Kuşkusuz onun ölmesi çok iyi oldu. Zavallı piç... -İş işten geçti artık. Hemen duamızı yapmış olsaydık.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:94) “Ama sessizlik çöker çökmez ses yeniden işitildi -oğlunu çağıran kadının sesi, rüzgarın uğultusuyla insan sesine hiç benzemez olmuştu: ‘Pale! Pale!’ İşte bunun üzerine arkadaşım elindeki değneği fırlattı ve aceleyle şöyle dedi: ‘O piçler. Yılan onu ararken adımı öğrenirse, sonradan tanır.’ ” (C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13) “Artık çok yoksul olduğumuzu biliyordum, çünkü ancak çok yoksul kimseler hastaneden piç alıyorlardı. Okulda oynarken bana piç dediklerinde, önceleri bu sözcüğün alçak gibi, serseri gibi bir sözcük olduğunu sanıyor, gereken karşılığı veriyordum.” (C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:10) “ ‘Bir kadın o durumda ne yapsın isterdin? Kadınların başka çıkış yolu yoktur. Soyut düşünemezler...’ ‘Poli sorumsuz piçin biri...’ ‘Bilmiyor muydun?’ dedi Pieretto. ‘Nerede yaşıyorsun?’ ” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:134-5) “ÇİÇEKLERİN TANIKLIĞI -----------------------------------Tanrının yolunda akıyoruz Döküldüğü yere dökülüyoruz Ne dinleniyoruz Ne de yavaşlıyoruz Ayrı duran kapıyı bölüyoruz Seni koklayanı keserek Zaferimizi zamanla örtüyoruz İki piç gibi yürüyoruz Bizi hakimler takımı arar Diktatörlüğü güzelleştirecek Ağlamayı güzelleştirdiği gibi tomurcuklanan bitkilerde” (Abdelmanum Ramdan-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.12.04) “Eyvah, fukaranın beli büküldü Meded ticaretin gücüne kaldı İyiler alemden göçtü, çekildi İşler zemanenin piçine kaldı” (Meded(t): Çare, ilaç; Zemane: Zamanımızın gününü gün eden insanı) (Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:479) “PETRUCHIO -... Nerde önden yolladığım aptal kerata! GRUMIO - Burdim efendim; gene eskisi kadar budalayım. PETRUCHIO - Seni yabanın dangalak köylüsü, seni kahbenin piçi, seni hantal değirmen beygiri, sana bu alçak kerataları da alıp beni bahçede bekle demedim mi ben?” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84) “Yanakları, eskiyi gösteren bir harita: Güzellik, doğar yaşar, ölürdü çiçek gibi. Bugünün süsü püsü, piç izleri doğup da Olmamıştı yaşıyan alınların sahibi;” “Benim başım ikbalden rastgele doğmuş olsa Belki, babası yoktur, Talihin piçi denir;” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:68, sa:177 & no:124, sa:289)) “George gözlerini sulara dikmiş, küskün bakıyordu. Güneşten gözlerinin kenarları kızarmıştı. Nihayet öfkeyle: -Şu otobüs şoförü olacak piç herif ne söylediğinin farkında olsaydı, pekala otobüsle çiftliğe kadar gitmiştik, dedi. Bir de ‘buradan birkaç adımlık yol, buradan birkaç adımlık yol,’ diye tutturdu. Halbuki Allah kahretsin, neredeyse dört mil vardı.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:11) “Konta: ‘Sizin soyunuz o genç adamın ait olduğu Farnese’lerinkinden daha mı eski?’ diyordu. ‘Ne demek istiyorsunuz siz? Onun kadar eski miymiş! Benim ailemde hiç piçlik yoktur.’ ” (Özel not: Bu soylu aileyle ilintili bir bilgi: Farnese ailesinin ilk hükümdarı, erdemleriyle pek ünlü olan PierreLois <Yasa-Pierre> bilindiği gibi Papa III.’nün gayrimeşru oğluydu.) (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:259) “Hıçkıranlar Laure’la Jules’dü; gürültüden uyanmışlar, kapısı açık duran odadaki bu alev alev aydınlığı görünce, yataktan fırlamışlar, arkalarında entarileriyle oraya gelmişlerdi. İçerde olan biten şeyleri görmüşlerdi, korkudan ağlaşıyorlardı. Buteau, çocukların üstüne saldırdı: -Ulan cenabet piçler! diye haykırdı, eğer boşboğazlık ederseniz, ikinizi de boğarım. Alın size, kulağınıza küpe olsun.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:372) Piç etmek : Berbat etmek, bozmak, gölgelemek, engellemek “ ‘Seni orospu çocuğu,’ diye bağırdı yaşlı bir adam yatağından, ‘sus da uyuyalım biraz.’ ‘Bağışla yoldaş,’ dedim, ve kendimi kaybettim. Hemşire öfkeliydi. ‘Sana yatağının yanlarını indirme demedim mi orospu çocuğu? Gecemi piç edip duruyorsunuz pis herifler!’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:69) “ELIZABETH, konuşmasını keser. -... Okşamakmış, sen onu kıçıma anlat!..... Böyle bir şey yaptığınızı söyleseniz benim size kızmam, hakaret etmem ve sizi yasalara teslim etmem gerekir. Aslında sizin göreviniz bana söylemeden bildiğinizi yapmaktır. Allahaşkına Egerton, günümü piç ediyorsun!” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:13) Piç gibi (ortada) bırakmak : Yüz üstü, yardımsız ortada bırakılmak “Birbirlerine bakmaktan korkuyorlar sanki. Brunet, Schneider’e bakıyor, gülümsüyor. Yerde küçük ses patlamaları: Sarı, kıvırcık çocukla tartışan çavuşun sesleri bunlar. Sarı, kıvırcık çocuk: ‘Hepsi’, diyor, ‘hepsi! Otomobil, kamyon, motosiklet, ne buldularsa basıp gittiler, yüz üstü bıraktılar bizi, piç gibi bıraktılar’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:267) “-Sizin gazete Halk Partisini tuttuğundan belki konuşmazdı. Yarın gazetesine bakarsan, hastaymış. Laf! Utandığından, ‘Hastayım’ diyerek yorganı kafasına çekivermiştir. Kolay değil... Bunca insanı bıraktı piç gibi ortada...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:315) Piç kurusu : Anasının gözü, cibilliyetsiz, soysuz, problemli (çocuk) (Argo) “Diktatör yaptılar piç kurusu Pittakos’u şu şanssız, ödlek kentin başına şimdi göklere çıkarıyorlar onu halkın önünde” (Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:135) “Maria yüzünü buruşturdu, sanki zehir vermişler gibi dondurmayı tükürdü ve ‘iğrenç’ dedi. Sonra yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve hırsını alamayarak dondurma külahını Sachs’a fırlattı. Külah Sachs’ın karnına çarptı, gömleğini berbat etti. Sachs gömleğinin haline bakarken, Lillian yerinden fırladığı gibi Maria’nın suratına tokadı patlattı. ‘Seni gidi piç kurusu!’ diye bağıırdı. ‘Seni gidi huysuz, nankör piç kurusu! Öldürürüm seni, anlıyor musun! Şuracıkta, bu kadar insanın gözü önünde öldürürüm seni,’ ve Maria’nın ellerini kaldırıp yüzünü korumasına fırsat bırakmadan bir tokat daha attı.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:201) “-Çijov’u mu döveceksin? Dayağı sen yeme de… Ahmağın birisin herif! -Çijov’ değil, Çijov’u anan kim be zehir karı, o piçkurusunu ıslatacağım. Getirin onu buraya getirin alay etti benimle!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:30) “ANTONIO - Harika bir suç ortağıyım! Hatta kaçırma olayının baş organizatörü... Ey Tanrım! Ne mankafalık. Git, git iyilik yap sen! Git, hayatınla pişti oynar gibi oynayan patronların hayatını kurtar. Piç ku ruları.” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:20) “ELIZABETH -... Bu da nesi?.. Marta neden her yeri kapalı tutuyorsun?..... Ah! Stuart, lanet olasıca! (Masanın üzerinden kamayı alır.) Defol! Korkmuyorum senden... (Elindeki kamayla kıpırdayan perdeye doğru atılır.) Senden de. Gördüm seni piç kurusu. Deşeceğim seni. (Kamayı perdeye batırır)” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8) “ANTONIO - Ne demek bayağı? O piç kurusu sürekli sakat olduğunu söylersek benim bütün kıdem tazminatımı, sigorta paramı ve evimi alacak. Dolandırıcı! Yo, hayır, üzgünüm ama ben bu baklayı ağzımdan çıkaracağım.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:43-4) “Çakırcalı Efe, ‘kullandınsa göster hünerini.’ Hançerli Efedir, sağ dizini yere koymuş, ‘Söyle Efem, neyi vurmamı istiyorsun?’ Efe, kızanlarına buyurmuş: ‘Gidin de şu ağacın gövdesine bir küçük halka çizin.’ Ağaç ne uzak ne de yakınmış. Kızanlar bu piç kurusunun tavrına kızmış, bir tanesi gitmiş küçük bir halka çizmiş ağacın gövdesine. Hançerli Efenin bu kadar küçük bir hedeften gözü korkmuş ya ne yapsın, ‘gez, göz, arpacık’, beş kurşunu halkanın tam ortasına üst üste geçirmiş.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:222) “Bu beni cidden çok rencide etti. Smith ekmeği geri koydu. Bakışlarıyla sanki beni öldürecekti. Ben de bundan hoşlanmamıştım ama, yapmak zorundaydım. O günkü çalışmadan aldığım yegane haz, görevli hemşireye dükkanın anahtarlarını teslim ettiğim andı. ‘Hey, hemen yatağa gitmeye bak,’ dedi bana. ‘Bugün, çok yoğun bir gün geçirdin, öyle değil mi piç kurusu?’ ” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:158) “Üçüncü soy atam dünyaya geldiği zaman babası bir tilkinin peşinde koşuyormuş. Doğum olayı Jan Darvil’i yolundan alıkoyamamış; sadece bir küfür savurmuş: ‘Bu piç kurusu avın sonunu bekleyemez miydi yani!’ diye bağırmış.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:70) “Karısı geldiği andan itibaren Gerald’ın yüzü, sihirli değnek değmiş gibi birden canlanmıştı: -Piç kurusu vaftiz edildi mi? diye sordu. -Evet. Kısa bir süre sonra da öldü. Zavallı çocuk... Ben Emmie’nin de öleceğini sandım ve çok korktum.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:94) “KAATİL - Kocan nerde? LADY MACDUFF - Dilerim tanrıdan, senin gibilerin ulaşacağı uğursuz bir yerde bukunmasın! KAATİL - Hainlik etti o. ÇOCUK - Yalan söylüyorsun, kıllı herif! KAATİL - Ne, piçkurusu! (Çocuğu bıçaklar.) (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:69) “... hiç kimse büyük olmayı isteyen sosyeteden daha intikamcı ve daha sahtekar olamaz. Şu Trenkwitz gibi kendini beğenmiş bir piç kurusu, bir posta memuresine kibar davrandığı için on yıl da geçse kendini affettirmeyecektir.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:123) “Dudaklarını kanatırcasına dişleyerek, tek başına, çaresizlik ve acı içinde, bir hayvan gibi çıplak zeminde çocuğunu doğurdu. Neyse ki yatağına sürünecek gücü kalmıştı. Oraya yıkılıp kaldı, bitmişti; ıslak, kanlı bir kitle halinde ertesi güne kadar uyudu. Neden sonra içeri giren ışıkla uyanarak neler olduğunu düşündü ve bir anda, ne yapması gerektiğini hatırladı. İnşallah piçkurusunu öldürmek zorunda kalmazdı, inşallah çoktan ölmüştü.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, s:241) pidgin English : (Harfi harfine): ‘Güvercin İngilizcesi! : (ÇİN,DİL,ZOO.,İLET.,) <pi’jın Eng’liş> : Çinlilerle Avrupalılar arasında konuşulan ve Çinli gramer kurallarına göre uydurulmuş İngilizce pie : (FR.,ZOO..KOLL.,YİYE.) <pay> : Saksağan kuşu; Kıyma ya da meyve ile yapılan börek piebald : (RENK.,PSYCH.) <pay’bold> : Alaca, iki renkli; FİG.: Karmakarışık Pierian : (YUN.,SAN.,KOLL.,EDE:) <paii’rian> : Şiir ya da edebiyata ait; Eski devirlerde, Dokuz Güzel Sanat Mabudesi’nin oturduğu, Teselya-Yunanistan’da Pieria yöresi Pietism, pietist, pietistic : <Piyetizm okunur> Luther’ci Alman Kilisesinde, XVII. y.y. sonunda, Kilisenin aşırı ‘doğmacı’ prensiplerine karşı bir tepki olarak Protestanlar arasında doğan ve ‘dindarlığın yenilenmesi’, öerneğin dinin özünü duygusal yaşantıda gören, pratiğe yönelik, başkalarına sevgiyle el uzatma amacını güden bir akım; bu akıma katılan ruhban ya da inanç sahipleri; bu felsefenin görüşlerine uygun düşünce ya da davranış “Ayakkabıcı Flaig Usta idi bu. Hans, kimi akşamları gidip bir saat kadar Flaig Ustanın yanında vakit geçirirdi. Ama hanidir böyle bir şey yaptığı yoktu artık. Flaig Ustayla yürümeye koyuldu, bu sofu piyetist’in konuştuklarını yarım kulakla dinledi.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:13) Pifpaf : Ateşli bir silahın çekilen tetik sesi “...yok, sinek tamam, bir sineğr, sivrisineğe, böceğe ancak gücün yeter, ama sıcak kanlı bir şeyi, yarım kilo çeken, güvercin gibi sıcak kanlı bir varlığı asla öldüremezsin, bir insanı yere sermek daha kolayına gelir, pifpaf, ondan çabuk ne var, ufacık bir delik, altı milimetrelik bir delik açar etinde, temiz iş, yasal, nefsi müdafaaya izin var, silahlı koruma görevlileri hizmet yönetmeliğinin birinci maddesi, hatta yönetmelik emreder bunu.” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:16-7) Pigmy, Pygmy : (ANTHR.,YUN., AFRİKA) <Pig’mi> : Cüce, çok kısa boylu olan Orta Afrika zencileri Pigstick : (SPOR,ZOO.,KOLL.) <pig’stik> : Mızrakla yaban domuzu avlamak pikeman : (ASK.,SİLAH,,KOLL.) <payk’men) : Eski devirlerin silahşörü : Kargılı asker Piket : (FR.) (MYTH.): Franszı kaynaklı, otuz iki kağıtlık desteyle, iki kişi arasında oynanan bir kumar türü. Nasıl oynanacağını tarif etmek zor da olsa, özet verelim. İki (veya fazla) kişi masaya oturur; 32 karttan 24’ü işleme girer, 8‘i tersine çevrilir değişim için ortaya konur. Karşılıklı olarak ortadan kağıt çekilir; elinde resim olmayan kişi bunu hemen deklare eder ve 10 puan kazanır. Oyunda esas,üç bileşimi en üst düzeye çıkarmaktır:1. bileşim: ‘sayı’: <aynı suit), 2. bileşim: ‘dizi’ <birbirini izleyen rakamlar>, 3. bileşim: ‘takım’ <benzer kartların artması 10’lula.r, J-Vale’ler vs.>. Ortadaki kağıtlar bitince, kağıt dağıtmayan oyuncu elini açar ve sonuçlar karşılaştırılır. Fazla ‘bileşimi’ olan kazanır. Basitliğinden dolayı bugün oldukça demode <modası geçmiş> bir oyundur. Zihni büsbütün dağılmış zamane insanı, ilkel insan beklentilerine dönüşmüştür: Sihir, büyü cinsinden bir araç kullanmak, dolayısıyla Tarot kartları ve yorumları -ki gerçekten ekspertiz ister-, insanoğluna yeni ümit (?) kapıları açmaktadır. “İskambil kağıdının icadını çok eskilere götürmek gerekir.... Bunun Keldani kökenli olduğuna inanıyorum. Fakat şimdiki şekliyle piket oyunu, Kral VII. Charles’dan daha öteye götürülemez; çünkü Séez’deyken okuduğumu anımsadığım bilgince yazılmış bir yazıda denilenler eğer doğruysa, ‘kupa kızı’ amblemsel şekilde güzel Agnes Sorel’i simgelemektedir, maça kızı da Pallas adı altında Jeanne Dukys’den başkası değildir. Bu kadına Jeanne d’Arc <Joan of Arc> (Bk.!) ismi de verilmiştir; kahramanlığıyla krallığın işlerini yoluna koyan, sonra da İngilizler’in Rouen’de bir kazanda yaktığı kızın ismi.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:125 “Cami duvarı dibindeki Küllük kahvesi yükünü tutmuş... Kahve, çay içen hamgisi, gazos, ayran içen hangisi... Şurda tavlaya kapanmış tavlacılar, cahar <cıhar-dört> atıp şeş <altı> oynamak çabalamasında... Beride pastıraya, cimdallıya, altmışaltıya, başkaca pikete, prafaya ve de dört başlı dominoya yumulmuş kumarcı takımı...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56) Pikeye geçmek : Sanki bir savaş avcı ya da bomba uçağının tepeden hızla hedefine iniş yapması; yırtıcı kuşların, arı ya da sivrisineklerin -mecazi anlamda- ani saldırmaları “Üşüştü kokuya elliden çok bokböceği vızıldayarak. Kimi saldırıyor, kimi pikeye geçiyordu (?)..., kimisi de (dişlerini biliyordu?)..., berikiler de kapıların üstüne düşüyordu... Cephanelik’te...” (Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:65) Pilatus, Pontius : İmparator Tiberius döneminde (M.S. 26-36) Hz. İsa’yı çarmıha gönderen Roma - Yahuda valisi. Mamafih adı, zulme yönelik her karardan sorumlu tutularak, ya da benzetme yapılarak, örneğin ağır iş yükleyen idareciler, akıl hastanelerinde hastalara hükmeden (?) hemşireler, doktorlar arada sırada literatürde bu isimle nitelendirilir “ ‘Koğuş doktoruna anlattın mı bunu?’ diye sordu Furi. ‘Evet, o da bana Gülümsemeli Üç Numara : ‘evet-evet’i uyguladı.’ Deborah, daha etkili yatıştırıcı ilaç istemeyi onuruna yedirememesinin gülünç olduğunu düşündü. Hiç değilse ona çok pahalıya patlayacak bu olaya karşı destek olacak bir şeyler olsaydı keşke. ‘Biliyorsun, ‘ dedi Furi, ‘sizin koğuşunuzun yönetimiyle bir ilgim yok. Koğuşun politikasına karışamam.’ ‘Koğuş politikasının değiştirilmesi gerek demek istemiyorum,’ dedi Deborah, ‘bu politika tulum içindedeki hastaları dövmek değilse tabii.’ ‘Koğuş personelinin disiplini konusunda da bir şey söylemeye yetkim yok,’ dedi Furi. ‘Burada herkesin soyadı Pilatus mu acaba?’ ” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:112-3) “Roma İmparatorluğu’nun Kudüs’teki görkemli günleri geri gelmişti sanki. Tutuklular, nezarethaneden alınıp zemin kata indiriliyorlar, 1914 yılının Pontius Pilatus’larının huzuruna çıkarılıyorlardı. Dosyalar arasında kaybolan sorgu yargıçları, daha doğrusu günümüzün Pontius Pilatus’ları, görevlerini onurlu bir biçimde yerine getireceklerine, Teissig Lokantısı’ndan gulaş ve Pilsen birası getiriyorlar, dosyaları durmadan başsavcınuın önüne yığıyorlardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:48-9) pile : (ASK., ELEKTR., ZOO.,TIP> <pay’l> : 1) Eski Roma askerinin mızrağı; kazık, kazık kakmak; pile driver : kazık varyosu, şahmerdan; 2) Yığın, küme; büyük meblağ; ELEKT.: pil, elektrik bataryası; (Orta Çağlara ait) Ölüyü yakmağa mahsus odun yığını; yığmak, küme haline koymak; 3) Kuş, kuş tüyü, hav; 4) -çoğul- piles : Basur memesi Pilgrım; Pilgrim : Hacı; Yolcu, gezgin; Kutsal bir yeri ziyaret eden kimse; U.S.A. nıon tarihsel gelişiminde, Avrupa’dan göçmenlerin Massachusetts’in güney su kıyılarına, Plymouth civarına yerleşen Avrupalı göçmenler ki ‘Thanksgiving’= Şükran gününü tesbit edeceklerdir <1621 ve sonraki yılların ekim aylarının son perşembesi> “SİYAHLAR GİYİNMİŞ PİLGRİM Yabancı dünyalardan geliyorum ben, peri kızlarının çok sevdiği rahip, kimsesizin biri Hak’la söyleşen, yıldız avcısı, kahin vasfına sahip.” (Teodor Trayanov<1882-1945>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.04.09) Piliç : Genç kız (Argo) “... telefonun sesi uyandırdı beni ve Rosa Cabarcas’ın paslı sesiyle gerçek hayata geri döndüm. ‘Sende eşek şansı varmış,’ dedi bana. ‘İstediğinden ala bir piliç buldum, ama bir sakıncası var: Olsa olsa on dört yaşlarında’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22) Piliç gibi kızarmak : Ateşte yanmak “Piçler! ‘Hey, bu da ne demek oluyor? Ben sizi piliç gibi kızarmaktan kurtardım, sizse bana ateş ediyorsunuz,’ dedim. Arabayı üzerlerine sürdüm, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Eğer yolun kenarına atlamasalardı hepsini yerle bir edecektim.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:11) Piliç siklet : Pek zayıf, narin, hafif ağırlıklı (Argo) “İşte, bu duruma dayanabilen olmazdı doğrusu! Karaoğlan, piliç siklet bayanı bir üfürükte tüy gibi uçurmak üzere göklerin havasını, bulutlarını, yıldırımlarını bağrına toplamaya koyuldu.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:59) Pimpirik : Yaşlanmış ve güçsüz kalmış kimse (Argo) “Onu hatırlamam hiç de zor olmamıştı. Okulun en iyi futbolcusuydu, gittiğimiz ilk genelevlerin de şampiyonuydu. Hatırlamadığım bir sırada artık görüşemez olmuştuk, beni o kadar pimpirik görmüş olmalıydı ki, çocukluğundaki bir okul arkadaşıyla karıştırmıştı.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:100-1) “Çılgın sevinç, neşe, zevk-sefa, üzücü ya da akla yakın bütün duyguların unutulması öyle bir noktaya itildi ki, Fransızların Milano’ya girdikleri 15 Mayıs 1796’dan, Cassano savaşından sonra kovuldukları Nisan 1799’a değin bütün bu süre içinde üzgün olmayı ve para kazanmayı unutan yaşlı tüccarları, pimpirik tefecileri, ihtiyar noterleri gösterebildiler.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:23) “Şimdi içi daha rahattı. Gulyabaniyle savaşmak üzerine gecenin ortasında düşündüklerini bir iş savaşımı düzeyine indirmeyi başardıktan sonra içine taze bir cesaret, hatta gurur geldiğini hissediyordu. Korkunun son kırıntısı uçup gitmiş, kendisini pimpirik bir bunakmış gibi yiyip bitiren, ne yapacağını bilmemekten gelen kahırlı kaygı yok olmuş, haftalardır yolunu görmesini engelleyen karanlık sezgiler sisi dağılmıştı. Bildiği topraklardaydı ve her şeye meydan okumaya hazır hissediyordu.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:205) Pimpon : Bk.: Pinpon pinafore : (ÇOC.GİYS., KOLL.) <pina’for> : Çocuk önlüğü pinchbeck : (KIYM.MAD.,SANAYİ,KOLL.) <pinç’bek> : Altın taklidi olarak kullanılan Bakır (Cu) ve Çinko (Zn) karışımı; taklit şey, ucuz, adi Pineklemek : Uyuklamak, boş vakit geçirmek (Argo) “Daha kapılar açılırken kütüphaneye ilk gelen o olmuştu. Mermer salonların sessizliği rahatlatmıştı onu, sanki bir yeraltı sarayına giriyormuş da her şeyi unutacakmış gibiydi. Girişteki masanın arkasına oturmuş pinekleyen görevliye eski mezun kartını çabucak gösterdikten sonra, kitabı raflardan bulup çıkardı.” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi-, sa:48) “Ablan iş buldu bile..... New York’a gelir gelmez şehir merkezindeki büyük bir ticari yayınevinde editör yardımcısı olarak işe başlayacak. Oysa sen her zamanki dağınık, sallapati tavrınla iş aramayı son dakikaya bıraktın, kravat takıp haftada kırk saat bir ofiste pineklemek istemediğin için de önüne çıkan ilk fırsata balıklama atladın.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:78) “Kızılderili suratlı Beto. Beni çöplüğe ilk götüren o oldu. Satabileceği bir şeyler arayıp bulmak için oraya her gün gisiyor. Yolun altındaki bir köşe başında bir devrim askerine benzeyen, sactan bir damın altında pinekleyen bir ihtiyarın açtığı bir pazar kurulmuş. Alan da satan da o. Çocuklar ona jantı çıkmış bir kamyon lastiği, paslı bir teneke levha, plastik bidonlar, çatlak cam kavanozlar, elektrik kabloları, musluklar, eski kartonlar getiriyor.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:111) “Dul Bayan Mimrina’nın Piatisobaçyi Sokağı’ndaki evinde düğün şöleni düzenlenmişti. Çağrılıların sayısı 23 kişiyse de bunlardan 8’i mide bulantısını ileri sürerek ağızlarına tek lokma koymuyorlar, masa başında pinekleyip duruyorlar.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:73) “... yaz vakti, döğene binmek, bağlardan üzüm tırtıklamak, annelerle birlikte damlara kurutmak için patlıcan, biber yaymak; kışın ise evde pineklemek. Bu her çocuğun dekorunu bizimki de yaşadı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:24) “FAUST - Vay! Ben hala bu zindanda mı pinekliyorum? Ne uğursuz ve bunaltıcı bir duvar deliği burası... Göklerin sevgili ışığı bile boyalı camlardan içeri sızarken bulanıyor!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Vol:I, sa:25) “... bir dansa katılırsam ve buna benzer başka şeyler yaparsam, kendimi pek iyi hissediyorum; yalnızca kullanılmaya kullanılmaya çürüyüp giden ve sıkı sıkı saklamağa çalıştığım daha bir sürü gücün içinde pineklediği akla gelmemeli.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:28) “Kesede para yok ki İstanbul’un tadını çıkarsın. Enişteden alacağı beş on lira harçlık Beyazıt kahvelerinde pineklemeye bile kafi gelmez. Meteliksiz İstanbul, İstanbul değildir.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:103) “Böylesi bir tedavinin bana hiçbir yararı olmayacağı bir yana, beni ancak daha da edilgen, çevreme karşı daha da ilgisiz yapardı. Uzaklara da gidebilirdim - yollarda, yolculukta avare avare dolaşıp kafasızca uyuklayıp pineklemem daha az sinirime dokunurdu.” (P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:9-10) “Az sonra Hermine geldi. Davranışlarımı beğenmemişti. Beni azarladı, oraya asık bir yüzle masada pineklemek için gelmemişim, kendimi toparlayıp dans etmek gerekirmiş.” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:119) “Hans, birkaç kez daha balık tutmaya gitti. Başı çatlayacak gibi ağrıyor, yaptığı işe doğru dürüst dikkatini veremiyor, sonbahar öncesinin açık mavi göğünün sularında yansımaya başladığı ırmağın kıyısında pinekleyip duruyordu. Bir zaman tatile neden bu kadar sevinmiş olduğuna akıl erdiremiyor, tatilin sona erip manastır okuluna gideceğine, okulda bambaşka bir yaşam, bambaşka bir öğrenim süreciyle karşılaşacağına seviniyordu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:58) “Bazen biliyordum ki, yaşamdaki amacım annemle babama benzemek, onlar gibi aydınlık ve temiz, üstünlük duygularıyla donatılmış biri olmaktı. Ne var ki, o zamana değin uzun bir yol vardı geride bırakılacak, o zamana değin okullarda pineklemek, ders çalışmak, testlerden geçmek ve sınavları vermek gerekiyor, izlenecek yol da hep öbür karanlık dünyanın yanı başından, hatta hemen içinden geçiyordu; üstelik bu dünyaya dalıp dışarı çıkamamak, içinde gömülü kalmak hiç de olmayacak şey değildi.” (H. Hesse, “Demian”, sa:16) “Goldmund okulda pineklemektense, kendisini tam gönlüne göre bir görevle gönderildiği, birkaç saat kırda çiçek toplamaya yolladığı için Peder Anselm’e teşekkür etti. Duyduğu sevincin dört başı mamur olması için ahırlara uğradı, atlara bakmakla sorumlu seyisten atı Bless’i ahırdan aldı, kendisini büyük bir coşkuyla karşılayan atına atladığı gibi tırısa kaldırdı onu, sevincinden içi gülerek kendini manastır dışındaki ışıl ışıl sıcak günün kucağına attı.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:87) “Beri yandan, okulda pineklemek bana artık zevk vermez olmuştu. Omuzlarım alabildiğine gelişiyor, yüzüm ve ensem güneşte kararıyor, vücudumun dört bir yanındaki kaslar gelişip güçleniyordu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:31) “ ‘Vazgeç tabii, vazgeç! Yıllar ve yıllarca karınla savaşıp duracaksın, Pierre’i de zor alacaksın elinden.’ ‘Olabilir. Ama biliyor musun Otto, elimde kala kala bir Pierre kaldı! Yıkıntılar ortasında pinekliyorum; bugün ölsem senden ve bilemedin birkaç gazeteciden başka kimsenin umurunda olmayacak.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:69) “Sevgili Fuska! İyi misin? Biliyorum, bana çok kızgınsın... Ame benim hiç suçum yok! Beni kandırdılar; senin o küfenin içinde olduğunu söylemişlerdi.Yola çıkacağımız sabah her yerde seni aradım, kümesin yanındaki odunların arasına bile baktım. Az kalsın pis bir kemeyi <keme: iri fare> sen diye yakalayacaktım ama çıplak kuyruğu elimden kayınca... Onu çoktan öldürmüş olmalıydın Fuska; son zamanlarda uyumaktan başka bir şey yaptığın yoktu. O sabah da bir yerlerde pineklediğini düşündüm.” (Hakkı İnanç, “Mübadele Öyküleri-Dora’nın Kedisi”,sa:59) “Bir saat oturdum bekledim ve belki kurnazca bir yüz takındım bu arada. Olduğum yerde kendimi rahat hissettim ve ileride sık sık buraya gelmeye karar verdim. Bekleyişimin ikinci saatinde, Tapınan için burada böyle pineklemeyi saçma buldum.” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:10) “PANTOLONLU BULUT’tan <Giriş> Pelteleşmiş beyninizde kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatmış semiz bir uşak gibi pinekleyen düşüncenizi, kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim, dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dili.” (Vladimir Mayakovski<1893-1930>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:88) “… sahildeki lağım borularının boşaldığı yerden donlarıyla denize giren ve ısınmak için asfalta uzanan çocuklardan ve kıyıda balık tutanlardan ve kotraların içinde pinekleyenlerden…” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:57) “Ve Mathieu yardım edemiyordu, edemezdi. Ivich, Laon’a gidecekti, orada bir ya da iki kış pinekleyecek, sonra biri çıkacaktı ortaya, bir adam, genç bir adam ve alıp götürecekti.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:266) “Peki, ama bu kadının nesine gerekti, savaş olmuş, olmamış, ona neydi? Kasabanın birinde, her gün biraz daha yağlanarak pineklemekte devam edecekti nasıl olsa.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:132) “Francillon inatla: -Savaş bitmedi, dedi. Savaş bitti diyenler yalancıdır, köpektir, vatan hainidir, anladın mı? Dövüş neredeyse senin de orada olman gerek; Fransa’da kalıp pineklemeye hakkın yok!” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:64) pinguid : (ESTET.,TIP,KOLL.) <ping’vid> : Şişman, semiz, yağlı; özlü toprak pink : (BOTA.,RENK, TIP, DEN.,KOLL.) <pink> : 1) Karanfil; pembe renk; tilki avcısına ait kırmızı caket; tilki avcısı; in the pink of health : en mükemmel sıhhatte; pinkeye : at nezlesi; insanlarda çok bulunan bir göz ağrısı; pinkish : -sıfat- pembemsi; pinkness : -isim- pembelik; 2) DEN.: Dar kıçlı yelken gemisi; 3) Ufak delikler açmak; kağıt ya da bezin süs için kenarını kertikli kesmek; kılıçla kesmek; pinking sheares : kumaşın kenarını kertikli kesen makas : (SAN.,DAVR.,KOLL.) <pi’nekl> : Bina ve duvar üzerine süs için yapılan sivri tepeli kule; dağ tepesi, zirve; en yüksek yer veya devre; en yüksek dereceye çıkarmak Pinpon : İhtiyar, yaşlı kimse (Argo) “İşte o zaman karşında, büyük koltuklarının içine gömülmüş iki yaşlının, hem de adamakıllı yaşlı iki pinponun, sana kollarını açtıklarını göreceksin.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:90) “Evlenir ya! Nişanlısını, o eşsiz güzellikte, zengin, asil albay kızı Katerina İvanovna’ya bırakarak pimpon bir tüccar, ahlaksız bir mujik ve belediye reisi Samsonov’un kapatmasıyla evlenebilir.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:119) “MADELEINE - Yani benim suçum mu? Bunu mu demek istiyorsun?... Şurası besbelli ki benim suçum değildi!... AMEDEE - Özür dilerim. MADELEINE - Bir kere, yirmi yaşında genç bir adamın damarları esnektir, iç kanamasından filan ölmez; kanı da yaşlı bir pinponunki gibi koyulaşmıştır...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:84) “Çakır Emine bile bir gece Reha Beyin bahçesinde bana çıkıştı; Reha Beyi işmarlayarak <kaş, göz, vücut lisanını kullanarak -tenkid etme->, -Sen, dedi, bu kaşarlanmış pinpon’a <ihtiyar> bakma, onun içi zaten Apostol’un meyhanesindeki <Eski İstanbulun Haliç’te en şöhretli meyhanelerinden biri> rakı fıçısına dönmüş... Sen ise daha gençsin, sana yazıktır; bu kadar rakı, sonra günün birinde seni Çarşambalı Aziz Beybabaya <İstanbulun eski, ünlü ayyaşlarından biri> döndürecektır. Benzetmek gibi olmasın ama, o da senin gibi böyle kendini genç yaşında bu alemlerde rakıya kaptırdı, çok sürmedi, sonunda perişan oldu, sürüm sürüm süründü; en nihayet sokaklarda çoluk çocuk maskarası kesildi.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”,sa:254) “Kadın kalkmıştı bile, ibriği ateşe koymuş, sabah sütünü hazırlıyordu. Şimdi günün az buçuk ışığında ona abkıyordum: Pinponun biri; kurumuş, kamburu çıkmış, ayakları şiş. Her adımda duraklayıp solumaktaydı. Yalnız simsiyah iri gözleri ihtiyarlamamış parlıyordu. Gençliğinde kim bilir ne kadar güzeldi, diye düşünüyor ve insanın çöküşüyle kaderine lanet ediyordum.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:173) Pint : (İNG.,FİZİK,KOLL.) <pint> : Yarım litre’lik galonun sekizde bir hacim ölçüsü. Amerika’da: =.473 Lt., İngiltere’de : =.550 Lt. Pinti : Cimri, hasis, malını parasını esirgeyen “Madam Şarlot gidip Adrian’ın alnından öptü: -Sen iyi çocuksun. Bundan böyle benim şnaps’ımı <alkollü bir içki> sen getirirsin, olmaz mı? -Tabii, hem de en iyisinden. Böyle leş gibi kokanından değil. -Eh! Söylemesi kolay. Bakalım ‘leş gibi kokmayanından’ almak için Anna’dan yeteri kadar para koparabilecek misin? Eli para tutalıdan beri Anna’nın ne pinti olduğunu bir bilsen.” (P. Istrati, “uşak”, sa:17-8) “EPIFANIA -... Ne kadar zengin olursam olayım, beni dört yüz otuz lira zarara soktuğu için Alastair’i güç affederim. ALASTAIR - On altı şilin yedi peni’si de var, pinti hayvan. Ama ödeyeceğim. PATRICIA - Ödeyeceksin cicim. Sigortamı satar, karşılığını sana veririm.” (G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:39) “Biri, ‘Amma da cinfikirli kadın ha!’ diyordu. Başka bir çiftlik sahibi sözlerinde daha az incelikli davranarak, ‘Yaman bir düzenbaz! Yatağı yumuşak yapar, ama üzerine yatmak zor olur,’ diye homurdanıyor; bir üçüncüsü de, ‘Hem de ne pinti!’ diyordu, ‘Bize yalnızca biraz havyarla, birer kadeh votka ikram etti. Olur şey değil!’ ” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:103-4) Pipi : Küçük erkek çocuk ya da bebek penisi “… biraz önce çişin geldi, idrar torbandaki baskı giderek artıyor, arka koltukta kıvranmaya başladın, daha ne kadar tutabileceğini kestiremeden elini pipinin üstüne bastırıyorsun. Annene, ‘sıkıştım’ diyorsun, annen de on dakika daha sabretmeni söylüyor.” (P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:22) “Ayakkabıları kirlenen Bird, saksıların arasından çıktığında, başhekimin yüzünde az önceki abartılı davranışından kaynaklanan pişmanlık yüklü bir ifade vardı. Tombul elini Bird’ün sırtına koyarak, çok önemli bir sır veriyormuş gibi, ‘Erkek. Evet, gördüğüm şey pipisiymiş,’ dedi.” “Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:40) “Babasının erkek kardeşinin tecavüzüne uğrayıp bekaretini yitirdiğinde on bir yaşındaydı. Dokuz ay sonra bir hilkat garibesi doğurmuş, onu görürse kızının gelecekten nefret etmeye başlayacağından korkan annesi, bebeği gizlice götürüp boğmuştu. ‘Esasen endişelenmesine gerek yoktu,’ dedi Mohini, ‘çünkü doğuştan soğukkanlı bir mizaha sahiptim ve yine doğuştan cinselliğe öyle meyilliydim ki, o bamya pipili tecavüzcü manda gibi düşkünlüğüme etki edemezdi. Ama hiçbir zaman sıcakkanlı biri olmadım ve Man Bai Hanımdan gördüğüm insafsızıktan sonra etim iyice buz kesti.’ ” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:77) Pir; Pir sakallı : Yaşlı, ihtiyar; İşin ehli; Bir tarikat ünlüsü, kurucusu ve halihazırda başı; Beyaz, uzun, sivri sakal “Baş Kahraman <1986> Sadece dedikodularda baş kahramanım ben, Bayat sohbetlerdeyse haberin şahanesi. Bellenecek iki şey var meyhane pirlerinden: öksürük -tepki demek, tebessüm- suç ifadesi.” (Naci Ferhadov<d.1940>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.12.04) “Şarapçının heyecanı artmıştı: -Vay anasını... -Bir pir sakallı gelmiş, Mıstık, herife karşı olanlara katılma, hakkında hayırlı olmaz demişti.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:19) “Bu sırada yukardan önlerine bir serçe cücüğü düştü, Ali Hüseyin başını kaldırınca Ağaefendinin parmağındaki on iki perli yüzüğü gördü, afalladı, bir cücüğe baktı, bir Musa Kazıma. Ayağa kalktı, destur pirim dedi cücüğü yerden aldı koşarak gitti ağaca tırmandı, cücüğü usulcana koynundan çıkardı yuvaya koydu. Yavru artık büyümüş uçmayı denemiş ama becerememişti. Yavru öbür gün uçacaktı. Ali Hüseyin ağaçtan iner inmez Ağaefendiye koştu, sağ ayağını yere koydu pirin elini öpüp niyaza durdu. Ağaefendi delikanlıya sordu: ‘Sizin ocağınız ne zamandan bu yana var?’ ‘Horasandan bu yana var diyorlar. Belki de bin yıldan daha çok.’ ‘Ya Boyacılar ocağı?’ ‘Dedelerimizin dedeleri bile bilmiyorlarmış. Ben de bilmiyorum pirim. Bizim dedelerimiz seyittir, yani Peygamber <Hz. Muhammed> soyudur. Onlardan bazıları da keramet sahibidir.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:112-3) “İki Melek Moritz Baba’nın koluna girdiler. Sonra bu ihtiyar yolcu, mültecilerin piri, tesellisini bulmuş olarak büyük kapıdan içeri girdi. Ansızın üzerine gittikçe hızlanarak renk renk gölgelerin döküldüğü uçsuz bucaksız bir ışığa doğru yürüdü.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:510-1) Piraeus : (YUN.,COĞR.) <Pay’ris> : Yunanistan’ın Pire limanı Pirelenmek, pirelendirmek : Şüphelenmek; Şüphe yaratmak “Zamana hiç değer vermeden ya tozlu yollarda taban teper, ya da furgonlarda kurum kurum kurularak yol alırdı. Gittiği kent yüreğine kadar giren bu yabancıyı kucağına alarak kulağına eğilip gizlerini dökmeye başlayınca Ragges pirelenir, yeni bir sevgili peşinde yine yollara düşerdi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:130-1) “İlk zamanlar, onun işe başladığını gören saf kullar; ‘İşte zengin olmak isteyen gözüpek bir adam,’ demişlerdi. Ayni saf kullar, onun kendinden önce şehri zenginleştirdiğini gördüklerinde de şöyle dediler: ‘Hırslı bir adam.’ Bunu özellikle olası gösteren şuydu ki o, dindar bir adamdı, hatta dindarlığını uygulayarak gösteriyordu. Bu o devir için çok beğenilen ve geçerli olan şeydi. Her pazar, aksatmadan bas sesle okunan ayin duası dinlemeye gidiyordu. Bölgenin her yerinde rekabet kokusu sezen bir milletvekili, çok geçmeden bu dindarlıktan pirelenmeye başladı.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:267) “Bunu yalnızca kendisiyle ilgili bir şeyden dertleniyormuş gibi söylediği için, öteki kolu geçirirken: ‘Evlilik tarihi kesinleşti, ama ben bu işten pirelenmeye başladım,’ dedi.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:427) “Şimdinin üçbuçuk baldırı çıplak kaç para! Benim sözüme kulak vermeli, dülger ustası omuz vermeli değil... Ben geçenki Londra konferansından pirelendim iyicene... Bu İngilizin işinde bir iş var ya bilmem nasıl bir iş var!” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:83) “Osman Ağa bu hale çok şaşmış gibi iki yanında oturanlara baktı: -Ulan biz ne diyoruz, bu tırnaksız ne anlıyor. Şart olsun, bunun niyeti bozuk... Ben pirelendim. Papelmiş... İki günde bir papel... Ulan, ben bugüne bugün, İkinci Kısmın Padişahıyım, haftada iki papel borçlanmıyorum.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) Pireyi bile nallayan : Son derece pinti, eli sıkı; herkesi yok parasına (eşek gibi)çalıştıran “Zorba bana kağıdı yırtan o kalın ve ağır kalemiyle şunları yazardı. ‘Burada <Aynaroz Manastırı, Yun.> iş olmuyor, patron; burada keşişler pireyi bile nallıyor, kaçacağım.’ Birkaç gün sonra da başka bir kart: ‘Lotaryacalık <Loto> için, elimde papağanı taşıyarak manastırları dolaşamıyorum; bunun için tutup onu meraklı bir keşişe hediye ettim.’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:289) Pireyi bile sektirmemek : Pireyi bile sektirmeden vuracak derecede keskin nişancı “ ‘Hiçbirisinden korkmam bunların. İçlerinde Dörtyollu diyorlar, bir jandarma var. Bir de bizim köyden Kara Mustan var. Onlar olmasın içlerinde, yarar çıkarım. Onlar, pireyi bile sektirmezler, vururlar.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:157) Pireyi deve yapmak : Çok abartmak, bir olayı gereğinden fazla büyütmek Bk.: Habbeyi kubbe yapmak “Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazan alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan, kimseden kötülük görmediğini, kırgınlığı kafasından uydurup, laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60) “Yüzyıllar boyu her yerde olduğunca, burada da ‘Gerçek bir kurtuluş’ arayan kalabalıklar, önceleri ceza evi duvarları içinde ‘Aradığını bulmuş’casına ona dört elle sarılmış, pireyi deve yaparak onu göklere çıkarmış, sonraları bu tevatür ve hayal gücü, ceza evi duvarlarını aşarak şehre yayılmaya başlamıştı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:155) “... telefonda Elisabeth’in sesi duyuldu. Çok tediirgin gibiydi. Titreyen bir sesle, ‘İlk önce, nişanlanmana ne kadar sevindiğimizi söyleyeyim!’ dedi. O halde neden böyle ağlar gibi konuşuyordu? ‘Ama Richard, çok kötü haberler var!’ ‘Nedir? Ne oldu?’ Elisabeth zaten pireyi deve yapan bir insandı. İnşallah Laetitia’nın durumu kötüleşmemiştir, diye düşündü Richard.” (Eva Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:60-1” Pireyi (gözünden) vurmak : Çok keskin nişancı olmak “Oldum olası, hep geyik avına giderlerdi. Memed’in üstüne bir avcı daha yoktu köyde. Pireyi vururdu. Öyle de atıcıydı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:64) Pirincin taşını ayıklamak : Bk.: Ayıkla pirincin taşını Piriz : Rakı (Roman dilinde) (Argo) “Ensesi, yanları kahve renkli saçlarla örtülü ve ön tarafı uzunca perçemli olduğu halde tepesi ustura ile kazınmış başına elle vurarak: -Bacamız yok ta ona sebep tütmez! Haçan olsaydı buracıkta bir baca, sen görürdün nasıl tüterdi dumanım o zaman!... -Arkadaşa dönerek- Yine huylandı damarcıklarım bu avşam <akşam>... Ah, şinci <şimdi> olsaydı birazıcık piriz de, kaysaydık ona şuracıkta tatlı tatlı? Hani ya, getirmedin mi bu avşam kemançeni <keman> birlikte?...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:24-5) Pirü pak : Temiz, imanlı, lekesiz, günahsız ve kusursuz insan “GECEDE GÖRÜŞME --------------------------öyleyse tahta süngülerine yaslanan bu piyadeler o rüzgar bacaklı atlılar mı? ve bu zayıf, kamburlu afyonkeşler o yüce düşünceli, pirü pak arifler mi?” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:65) Pis; Pis hayvan, herif, kancık, koku, pis pis koku, sarhoş, yer : Hakaretlerin en hafiflerinden biri; kaba, düşüncesiz, kılık kıyafetsiz, bakımsız kimse “MCMXXI -----------Ve olağanüstü yaklaşıyor, yaklaşıyor Pis, çökmüş evlere doğru... Olağanüstü, kimsenin bilmediği, Ama hepimizin nicedir istediği.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:50) “... Kolları titremeye başladı; gözleri büyüdü. Kapıya doğru koştu; sendeledi; sıra kıyısında oturan birine tutundu. ‘Ne oluyor be? Pis sarhoş!’ dedi adam; itti. Geçide yıkıldı, birkaç kestane düştü yere.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:117) “Asker Prosper’e yavaşça: -Mendebur alçak, hiç olmazsa Cumhuriyet’in onurunu korumak için şu pis Almanların önünde doğru yürümeye çalış, dedi.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:78-9) “OKUR’A ----------Günahlarımız inatçı, gevşek tövbemiz; İç döker, acısını çıkarırız bol bol, Ve dönerken sevinç verir bize batak yol, Kirlerimiz pis yaşlarla yıkanır deriz.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:19) “Ona teşekkür ettim. -İlkeleri severim, diye ekledi, utangaç bir gülümsemeyle. Onları alaya alanlar da var, tabii. Bence, ilkesiz bir yaşam düpedüz pis bir şey.” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:9) “Güzel, kirli kadınlar beyaz göğüsleriyle pencerelerden sarkıyor, pis meyhanelerde kafa çeken adamların söylediği tuhaf, uyarıcı, tekdüze şarkılar yükseliyordu çevrelerinden...” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:6) “İçerisi pis pis kokuyordu. Cebimden sigaralarımı çıkardım, birini yaktım. Kız, elektrik düğmesini çevirdi; aydınlıkta her şeyin ne kadar temiz olduğunu görünce şaşırdım.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:36) “ ‘Bruno, denedim! Yemin ederim Bruno, elimden geleni yaptım!’ ‘Seni pis kancık!’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:26) “Erken yatıp evden dışarı adımımı atmayınca insan haliyle sağlıklı oluyor. Anam olacak o pis cadaloz bile öldüğünde yetmiş dört yaşındaydı. Üstelik de hasta olduğu için değil, fakat açlıktan kuyruğu titretti. Yaşlılığını düşünerek birkaç kuruş ayırmak hiçbir zaman aklına gelmemişti. Eline geçeni har vurup harman savurdu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:86) “Pavel konuşmayacak, ne yapması gerektiğini ona söylemeyecek. ‘Şu küçücük şeyi al ve onu sev’; bu sözcüklerin Pavel’e ait olduğunu bilse hiç soru sormadan yerine getirirdi söylenen şeyi. Ama değiller. ‘O küçücük şey’: En küçük şey soğukta terk edilmş o köpek mi? Kurtarması, yanına alması ve besleyip ilgilenmesi gereken köpek mi, yoksa köprünün altındaki partal kılıklı, pis, sarhoş dilenci mi?” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:94) “ADAMLAR Pis huylu adamlar İki elimin adamları Kuşluk vakti adamları” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:121) “Şimdi, şurada yatan kadındı artık, pis bir paçavra, su oluğuna düşmüş ölü bir kuş, kuş pençesi gibi kıvrılmış eller. Yüreğimde kocaman bir demir kapı sonsuza kadar kapanmış gibi oldu.” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:69) “Böylece, keder katlanarak çoğalıyordu. Kadınlar dört bir yandan akın akın gelmeye başladılar. Kimileri şimdiden yas kılıklarını giymişlerdi -koyu mavi pamukludan pis bir örtü. Yüzlerini çivitle boyamışlar, salınmış saç örgülerine kül sürmüşlerdi.” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:345) “Anarşi hüküm sürdüğü zaman, diyordu Şair, herkes kral olabilir. Bu arada para bulmak gerekiyordu. Bir sürü badireden (olumsuz olaylardan) sağ salim kurtulmuş olan bizim beş kafadar hırpani, pis ve çaresizdi. Cenevizliler onları canıyürekten kabul etmişti, ama dedikleri gibi misafir balık gibiydi, üç gün sonra kokardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:488) “ ‘Pis fraticello, osurukçu Minorit!’ diye bağırdı aşçı ona. ‘O dilenci rahip kardeşlerinin arasında değilsin artık! Tanrı’nın çocuklarına yiyecek vermek Başrahip’in merhametine kalmış bir şey!’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:179) “Kedim vardı benim. Kocaman bir kediydi, adını ben koymuştum Pisiağalar..... Pisiağalar benden hiç ayrılmazdı, bütün gün oynardık birlikte, yalnız akşam oldu mu yok olurdu ortadan. Dadım onu aramaya koyulur, homurdanır, söylenirdi ararken: ‘Pis hayvan, gene bir yerlere saklanmış olacak, gene girecek çocuğun yatağına!’ Pisiağalar benim göğsüme uzanacak ve beni boğacak diye korkarlardı aptallar! Kıs kıs gülerdim bu hallerine.” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:14) “Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki, sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ Cézanne paletini kapıyor, bıçağıyla Mösyö’nün pis çamurunu delik deşik ediyor. Sonra bir an sessizliğin ardından, son derece harika bir biçimde dönüp, ‘Ah, nasıl da rahatladım!’ diyor.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170) “Kapıya vurdum, cevap veren olmadı. Kapıyı itip içeri girdim. Oldukça geniş, fakat son derece sefil bir odadaydım. Duvarlar sivri çatının eğim açısına göre yapılmıştı. Kapının yanında pis olduğu kadar karmakarışık bir yatak vardı. Her yanda düzensizlik hüküm sürüyordu.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:30) “Dün, çiçek bozuğu suratlı pis bir bankacı bir bankacı lütfedip kendisini yatağa buyur etmiş de, ondan! Kadın dediğin ota da konuyor, boka da, yazık!” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:431-2) “Adrien onu severdi. Dayı da yeğenini severdi. Arkadaştılar aynı zamanda. Kimi zaman küçük arkadaş, büyük adama, acımasızlığı için sitem eder, eşini dövdüğü için onu kınardı. O zaman o büyük arkadaş: -Böyle konuşman için henüz çok erken, bir evlen seni de görürüz. Kadın, pis iş, derdi.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:95) “Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum. Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi.” (A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179) “Burası köyün ortası idi, bir meydandı. İleride çardaklı iki kahve, bir bakkal dükkanı, bir de nalbant görünüyor, bütün adamlar peykelerinde, iskemlelerinde uyuşmuş, oturuyorlardı. Dört beş köpek, gezinen tavuklar arasında yere yatmış uyuyor, etrafa küme küme yığılan gübrelerle pis bir lağım yatağı kenarında ördekler, kazlar dolaşıyordu.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Cer Hocası”, sa:157) “Kızılsakal cevap vermeden çekicini savurdu. Ne diyebilirdi ki ona. Bu pis köpek ne istiyorsa o oluyordu. Yanındakinin dertlerini nasıl anlayabilirdi ki?” ..... “‘Bak namert. İsrail topraklarını çiğnediği süre, yumruğumu aşağı indirmem, bunu aklından çıkarma. Yiyecek getir, pis at postu!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:187;332) “Nefise boşandı: -Sanki larşısında yarım pabuçlu bir mahalle karısı varmış gibi, başını kaldırıp yüzüme bakmadı be! Masasının önünde dikil dikil dikil. Akıl, önündeki hokka takımını kap, kafasına geçir dedi ama, kör şeytana uymadım gene de..... Pis herif.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:299) “-... Onun her gün yaptığı yürüyüşü düşününce, ben durduğum yerde yoruluyorum. Sadece merkezdeki karakolları dolaşmak bile kilometrelerce yol eder. Pabuçlarının halini gördünüz mü? -Pis cimrinin biri işte, dedi Rebagliati tiksintiyle.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356-7) “SESLER Bir daha de bakayım! (Çıngar çıkar, kapışmak üzere olan iki adamı ayırırlar.) İtiş kakış yok! Bu geceEsas adam kimmiş gör! Pis Hollandalı!” (Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8) “ALTINCI SAHNE - Saat üç. Ormanın içinde açılmış bir yer. Ağaçların dalları bu yerin üzerinde birleşerek topraktan beş ayak kadar yükseklikte alçak bir tavan meydana getirmiştir..... Bu şekilde kapanmış yer, eski bir geminin pis kokulu ambarı gibidir.” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55) “Neden lafı dolandırıyorsun be adam? Şunu düpedüz söylesene, ‘Senin berbat şiirlerini istemiyoruz, desene! ‘Biz sadece Cambridge’de birlikte okuduğumuuz dostlarımızın şiirlerini basarız. Siz proleterler, yerlerinizi bilin, uzak durun,’ desene! Pis iki yüzlü aşağılık herifler.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:91) “Bazen durum dayanılmaz derecede kötüyse kükürt yakıp yandaki odaya kaçırtılırdı. Ancak komşu odanın müşterisi de aynı şeyi yaparak hayvanları geri yollardı. Pis yerdi ama, insan kendini evinde hissederdi.” (G. Orwell, “Paris ve Londa’da Beş Parasız”, sa:21) “Taklitten sonra hep birlikte Galip, Rüya ve Celal gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir yağmurla iyice ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve sigara kokan dolmuşta bir sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra...” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:22) “... Bütün gücüyle bir tekme daha yapıştırarak, ‘Kafanı kırarım senin!’ diye seslendi. ‘Kaldırsana yukarı!’ Aşağıdaki adam sesini çıkarmaksızın ölüyü yukarı kaldırdı. Kern öfkeyle, ‘Daha yukarı!’ diye bağırdı. ‘Daha yukarı ulan pis paçavra!’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238) “PENCERE ------------Ben sık sık rastlamışımdır bu cesede, bu insana, özellikle ay ışığında dolaşırken biraz solgun, ama her zaman genç - rıhtımda ya da boyalı kadınları, aç köpekleri, paslı tenekeleri, traşı uzamış denizcileri, çürümüş meyveleri, küfürleri, sıkılmış limon kabukları, yeşil çinko leğenleri, tuvalet tasları, mumları, gaz lambalarıyla o pis genelevlerin olduğu yukarı sokakta.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:80) “... bir erkek organı, bir giysi altındayken, yumuşacıktır, iri bir çiçek gibidir. Ama gerçekte hiçbir zaman bu biçimde ele gelmez, böylesi yalnız dingin kalınca olur, ama bir hayvan gibi kıpırdar, sertleşir, bu beni ürkütür, sertleşmesi, dimdik havaya kalkması, hoyratça bir şey; pis olan bu aşk. Bense Henri’yi seviyordum, çünkü, küçük zımbırtısı hiç sertleşmiyordu, başını hiç kaldırmıyordu, gülüyordum, bazen onu öpüyordum...” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:103) “Sokak, döküntülerle ve içi boş konserve kutularıyla dolu. Ötede beride pis su birikintileri göze çarpıyor. İki tane testiyi çeşmeden dolduran yırtık elbiseli ihtiyar bir kadın ağır adımlarla yürüyor. Testilerin ağırlığı altında beli iki kat olmuş. Birkaç pis ve sefil kılıklı çocuk, arkın içinde oynuyor..... Nihayet pis bir bakkal dükkanı önünde kuyruk yapan fakir kılıklı bir sıra kadının yanına yaklaşınca, Pierre ev numaralarına baktı ve durdu: -Burası. Bu ev bütün ötekilerden daha sefildi.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:104) “LORD - Tıpkı insanı olmayacak düzeylere yükselten bir rüya, yahut bir saçma hayal gibi. Hadi bakalım şimdi yerden kaldırın, alayı iyi kollayın; yavaşcacık benim en güzel odama götürüp duvarlara en şatafatlı resimleri asın; pis kafasını sıcacık, kokulu sularla temizleyip yattığı yerin güzel kokması için buhurlar yakın...” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:9) “Dişi cin, cehennemde beni yok etmek ister, Meleğimi gönlümden ayırtmaya çalışır, Onun saf varlığını pis kibriyle büyüler, Kutsal ruhu şeytana çevirmeye kalkışır.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:144, sa:329) “Sıcak bir gün başlıyordu, yılın o zamana kadarki en sıcak günüydü. Pis olan olmayan cinsten binlerce koku, patlayıp açılmış binlerce çıbandan yayılır gibi yayılıyordu. Yaprak kımıldamıyordu.” (P. Süskind, “Koku”, sa:247) “İspanyol din adamlarının üst kademesindekiler; başlarında da Toledo Başpiskoposu Kardinal Goma, bütün dünyadaki piskoposlara açık mektup gönderme kararı aldılar, doğru anladın Pereira, bütün dünya dedim, sanki bütün dünya piskoposları da kendileri gibi pis faşistmiş gibi.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:114) “Canavar her zaman olduğu gibi durduğu yerde tepiniyor, köpek gibi havlıyor, onun üstüne yürümeye hazırlanıyordu. Defol dedi canavara, korka korka bir taş aldı yerden, fırlattı. Taş canavarın hiçbir yerine gelmedi. Canavar yavaş yavaş doğruldu. Pis hayvan, dedi adam, ikide birde karşıma çıkıyor.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:153) “Vronski o kış albaylığa yükseltilmişti. Alaydan ayrılmış, evinde yalnız kalıyordu..... Dehşetten zangır zangır titreyerek uyandığında, hava kararmıştı, çabucak mumu yaktı. ‘Ne oldu?’ Ne? Korkunç bir şey gördüm düşümde galiba? Evet, evet. Ayı bastırıcısı, ufak tefek, pis, sakalı karmakarışık köylü öne eğilmiş, bir şeyler yapıyordu...’ ” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:675) “Vişne renkli sert kumaşın üstünde bıraktığı çizgileri anımsıyorum. Salyangozun geçip giderken bıraktığı çizgilere benzerdi. Kışlık, pis bir paltom vardı.” (D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:10) “-Salaklar! Salaklar! Ahmaklar! Domuzlar! Pis herifler! Siz busunuz işte. Kentte saygın bir hayat sürmektense bok yalamayı yeğlersiniz. Bizler zengin olduk, salaklar!..... Bu pisliğin içinde çıkıp benimle birlikte kente geri dönmelisiniz.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:173) “Tanrım, nasıl da anlatılmaz ölçüde iğrenç yaşam! Ne pis oyunlar oynuyor bize, bir an özgür; bir sonra bu. Burada, ekmek kırıntıları, lekeli peçeteler arasındayız yine. Bıçak daha şimdiden yağdan buz kesiyor. Düzensizlik, alçaklık, çürüme kuşatıyor bizi. Ağızlarımıza ölü kuşların bedenlerini tıkıştırıyorduk. Salyalarımızla birlikte, peçetelere akmış bu yağlı kırıntılarla ve küçücük cesetlerle bir şeyler kurmak zorundayız.” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:226) “Jean, bir felaket olacak korkusuyla: -İpi bıraksana! diye haykırdı. Kız dinlemiyor, soluk soluğa koşuyor, öfke ve dehşet dolu bir sesle sövüp sayıyordu: -La Coliche! Duracak mısın, la Coliche!... Hay, pis murdar hayvan!... Hay! Miskin cenabet!” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:7) “... ama şanssız bir rastlantıyla bu hırslı ve boş kafalı delikanlı, ona güvenilmediğini ve arkasından bir sürü dolap çevrildiğini anladı galiba. Belki de benim yokluğum sırasında habercilerden biri, kararlaştırıldığı gibi ‘Baron Bern’ diyecek yerde, dikkatsizlikle ‘Majesteleri’ dedi ya da pis herif açması yasak olan mektupları açtı.” (S. Zweig, “Satranç”, sa:40) Pis-aller : (FR.,KOLL.) <pi-alle> : Gidilecek son yer = Last resort (İNG.) Pisboğaz : Devamlı, herşeyi yiyen; bir türlü doymak bilmeyen “YOLCULUK VI Kadın, o iğrenç köle, burnu havada, ahmak, İğrenmeden bayılan kendine, gülmeden tapan; Erkek, dediği dedik, pisboğaz, azgın, yalak, Kölenin de kölesi, akan dere lağımdan.” (Ch. Baudelaire<18211-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:263) “Daha ötede oburluğuna doyum sağlamak için elinde olanı toplayan ve yakında bir kuru ekmeği bile olmayacak olan bir pisboğaz; yahut da en yüksek mutluluğu boş gezmekte ve uykuda bulan bir tembel.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:88) “Pisboğaz karı koca hala ‘etli çorba’ adını taktıkları maydanoz haşlamasını öve öve bitiremiyorlardı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:379) Pisi : Kedi, kedi yavrusu; özellikle bir kediyi çağırırken: ‘gel pisi pisi’ sözcükleri kullanılır “Soğuk ve karanlık koridordan sonra, pisi için daire beş yıldızlı otel gibiydi. Orada olduğu için çok memnun görünüyordu. Mutfakta karnını doyurduktan sonra salındaki kaloriferin yanına kıvrıldı.” ..... “Geceyi televizyon izleyerek geçirdim. Pisi, görünüşe göre halinden memnun, kaloriferin kenarına kıvrılmıştı. Bir tek ben yatmaya giderken hareketlendi; kalktı, beni yatak odasına kadar takip etti ve topak olup ayakucuma uzandı.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:12, 13) Pisidia : (TAR.,TURK.) <Pisidia> : Burdur havalisinin tarihsel adı Pisi pisine (ölmek) : Bir hiç uğruna, boşyere (hayatını yitirmek) “(AMEDEE, divanda ya da koltuğunda, büyük bir yorgunluk belirtisiyle, yüzü seyircilere dönük oturmaktadır; hiç ses çıkartmadan kabullenir.) MADELEINE - (Bir sessizlikten sonra konuşmasını sürdürür,) On beş yılın boşu boşuna, pisi pisine geçip gitmesini oturup seyrettin... Tam on beş yıl... Artık bizim evde acayip bir şeyler olmadığına kimse inanmaz...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:79) “Sabahleyin komşusu derviş Fuat Bey telaşla gelmiş, Düzce’de isyancıların yirmi dördüncü tümeni esir ettiklerini, tümen komutanı yarbay Mahmut Bey’i öldürdüklerini söylemişti. Perişandı. Çerkes Mahmut Bey’in, Çerkes isyancıların elinde pisi pisine ölmesini aklı almıyordu. Savaş boyu, bütün çarpışmalarda beraber bulunmuşlar, belki yüz kere ölümün tırpanı altından geçmişlerdi.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:75) Pis kaltak : Sosyal klası düşük bir kadına söylenilen bir sövgü (Argo) “RUPRECHT - Ayağa kalkınca, ellerimi mi kirleteyim, dedim, açtım ağzımı: ‘Pis kaltak!.,’ dedim. Bu sözün ona az bile olduğunu düşündüm.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:48-9) Pis kerata : Çocuk ya da yakınlara sevgiyle, bazan da öfkeyle söylenen bir hitap “ABEL. - Oh, biraz daha… Bir yudumcuk daha. BUTLER, azimle. - Olmaz. ABEL, cansız ağlayarak. - Pis kerata.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:6-7) Piskopos : Hıristiyanlıkta, özellikle Katolik’lerde, papazlığın en yüksek kademesine erişip belirli bir bölgenin dinsel işlerini yöneten kimse. Bu düzeye gelmek için rahiplik andını içmeleri gerekir ve evlenemezlerde. Buna karşılık çok değerli ve fakat ‘korumalı gençler’, ‘Monsignor’ <Monsinyor> ve ‘Prélat = Yüksek onurlu papaz’ <Prela> olabilirler, mor çorap giyerler; bu grup rahiplik andı içmez ve evlenmek isterlerse mor çorapları çıkarıp halkın düzeyine inebilirler. “Kont daha sonra da: ‘Eğer olur da, emirleriniz benim önerimi değişmez kararlara dönüştürürse,’ diye ekledi, ‘koruyucu kanatlarımızın altına aldığımız delikanlıyı Parma, küçük bir servet içinde görmemeli. Eğer onu burada sıradan bir papaz olarak görürlerse, Fabrice’in varsıllığı herkesi şaşırtabilir. Parmada’da ancak ‘mor çoraplarla’ ve şahane atlar koşulu görkemli bir araba içinde görünmeli. İşte o zaman herkes yeğeninizin piskopos olacağını anlarr, hiç kimse de buna şaşmaz.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:143-4) Pislik; Pislik torbası : Temiz olmayan, pislik dolu yer, durum; Kötülük, sevgisizlik, adaletsizlik; Sevilmeyen, aykırı davranışları olan kimse; bir tür yankesici; bir nevi küfür, aşağılayacak söz (Argo) “Şunu bilmelisiniz ki, yeryüzünde bu Ben Salem ulusu kadar namuslu, her türlü pislik ve kötülükten arınmış bir ulus olamaz. Dünyanın erdemi bu ulustur.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:62) “Sokağın gürültüsünü ve pisliğini seviyordu kadın. Kafa tutmak geldi içinden, işten ayrılmayı düşündü; izbe bir avludaki pis bir dükkanda çalışsaydı, elektrik kablosu, baharat, ya da soğan satılan bir yer...” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:8) “Yumruklara dökülemeyen yaşlılık öfkesi, şaşkınlık verici taşkın bir kabalıkla ortaya seriliyor: ‘Pislik Boynuzlu - Aşağılık salak - Numaracı - Pezevenk.’ ” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:103) “Tabii her işin bir usul gaydası var. Var ama o da bilene. Bizim Haceli, işin usul gaydasını bilseydi, bu işler böyle karışmazdı. Gel de pakla şimdi bu kadar pisliği! Paklanır mı?’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:209) “Ubertino devam etti, ‘Oysa ne oldu, biliyor musun, onlara karşı gereğinden güçsüz davrandığım için suçlanan ben oldum, sapkınlığımdan kuşkulanıldı. Sen de kötülükle savaşmakta gereğinden çok güçsüz davrandın. Kötülük, William, kutsal kaynağa ulaşmamızı engelleyen bu lanet, bu pislik hiç bitmeyecek mi?’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:97-8) “LUCIA - Pişkin herif! Pisliksin sen... Nasıl hala senin gibi boynuz takan bir piçle birlikteyim. Bunu sonra konuşacağız. Sen hikayene devam et. O Franklin Mint’e benzeyen heriften söz ediyordun.. Orospu çocuğu.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:9-10) “Karşılayıcı, yani yabancılarla ilgilenen keşiş geldi, resimlere korkuyla baktığımızı gördü. İnce, sarı dudaklarını açtı; bizim iyi giyinmiş iyi bir yaşantı içinde ve tam gençlik çağımızda olduğumuzu gördü, sanki içini bir nefret kapladı; kötü niyetle dudaklarını aralayıp konuştu: -Gözlerinizi iyice açın, suratınızı buruşturmayın: Bakın! Bakın! İnsanın vücudu ateşler, şeytanlar ve fahişelerle doludur; şu gördüğünüz pislikler cehenneme ait değildir, insanın içinin pislikleridir.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:210-1) “BROWN SİYAH’SA Rap Brown için -------------------------Artık oyun bitti, demiştik, değil mi? vardığımız anda biz, yolun sonuna pislikler doğruluyorlar alevlerden, demiyor muyum?” (Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07) “Rugan Kundura --------------------Gecelerle faytonculardan ve şu pencereden, Kahkahadan sokak lambaları ve cinayetlerdenGerçekten de bıktım bütün bu pisliklerden, Kör şeytan! Olursa olsun... hiç de umurumda değil.” (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “Spiker ‘Miraflores çıyanına’, ‘Venezuelalı pislik’e sövüp sayıyordu, hem de bir ibne’den söz ederken vermesi gereken tınıyı vererek. Başkan Romulo Betancourt’un Venezuela halkını açlığa sürüklemekle kalmayıp, üstelik ülkesine uğursuzluk getirdiğini söylüyordu. Daha geçenlerde, Venezuela Hava Yolları’nın bir uçağı kaza yapıp altmış iki kişinin ölümüne neden olmamış mıydı? O deyyus istediğini yapamayacaktı.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33) “-Şekerim, haydi sen git yat! Üşümüş olmalısın! Bak titriyorsun, haydi yat! -Bütün bu pislikler ne zaman sona erecek? -Bize oy hakkı ne zaman verilirse, şekerim. Güney uğruna micadele eden bir Güneyli ile, bir demokrat için kutuya oy pusulalarının serbestçe atıldığı zaman sona erer.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:836) “ÖFKE Öfke de duygumuz bizim Aşk gibi, sevgi gibi, şefkat gibi Üstelik hepsinden daha haklı Bu pisliğin ortasında Öfkeni tutma, öfkeni yaşa” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:16) “Epeyce patırtılı bir yerdi. Yine de bu gürültü ve pisliğin içinde, alışılagelmiş saygıdeğerlilikleriyle Fransız dükkancılar, fırın, çamaşırhane ve benzeri yerleri işleten kimseler, başkalarına pek karışmadan yaşamlarını sürdürüyor, bu arada, sessiz sedasız, ufak servetler ediniyorlardı.” (G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:20) “Ginia, giderlerken, Amelia’nın Rodrigues ile kavga ettiğini düşünüyordu. -O hep aynı pislik, dedi Amelia. Sana o mu söyledi? Onun hayatını kurtardığımı düşünecek olursan...” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:106) “ ‘Kafesler Mahallesi’, kafamda canlandırdığımdan daha beterdi. Ünlü bir fotoğrafçının kimi fotoğraflarından tanıyordum bu mahalleyi ve kendimi insan sefaletini korkusuzca karşılamaya hazır hissediyordum, ama fotoğraflar göze görüneni bir dörtgen içine kapatırlar. Çerçevesiz görünen ise bambaşkadır. Üstelik bu görünenin pis bir kokusu vardı. Daha doğrusu, bir sürü pis kokusu vardı.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17) “... Bence mahpusluğun en zor yanı, külhanbeyi dediğimiz pislikle bir arada bulunmak, cıvık argo ağzıyla konuştuklarını duymaktır. -Sizin de sinirinize dokunuyor değil mi? -Yalnız sinirime dokunsa aldırmam! Kendimden iğreniyorum.” “Ben, kendi hesabıma, aklıma bile getirmedim. Bunu hiç aklına getirmemiş herifin Binbaşı Burhanettin denilen pislik torbasını keyfince kırbaçlayabileceği kuruntusuna kapılması maskaralık değil de nedir?” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:200;283) “‘Baban hakkında böyle konuşma, buna izin veremem.’ ‘Peki neden böyle konuşmayacakmışım ki?’ diye yanıtlıyordum onu. ‘Sen gerçeği söylemeye korkuyorsun, ama ben hayır. Gerçek, onun bir pislik olduğudur.’ ‘Böyle konuşmayı nerden öğrendin sen?’ ‘Nereden mi? Bunu gerçekten bilmek istiyor musun? Bil bakalım, zorla biraz kendini. Babam olacak o pislikten.’ ” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:26) pismire : (İNG.,ZOOL., KOLL.) <pis’mayr> : karınca Pis pis (bahis tutuşmak, düşünmek, sırıtmak) : Çaresizlik, umutsuzluk içinde düşüncelere dalmak; alaycı bir şekilde birine bakmak “Bir erkek ne kadar yaşlıysa insanlar onun ilişkilerini o kadar tuhaf görmeye başlar, ölen bir hayvanın spazmları gibi. Demir gibi bir adam ya da aziz gibi bir dul rolü yapamam. Pis sırıtmalar, şakalar, çok bilmiş bakışlar - ödemeye razı olduğum bedeller bunlar.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:45) “Birbirlerine yaralarını gösteriyorlar; savaşlarını, yolculuklarını, yurtlarındaki avları anlatıyorlar; yırtıcı hayvanlar gibi bağırıp sıçrıyorlardı. Derken, sıra pis pis bahis tutuşmalarına geldi.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:16) “... karakterindeki bazı zayıf noktalara karşın bizim en hayat dolu üyelerimizden biriydi, öyleyken Leo’nun ortadan kaybolmasından sonra pis pis düşünmeye başladı, bunalımlara girdi, güvensizliğe kaptırdı kendini..” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:89) “Bir hüzün çullandı üzerime, birkaç hafta kendime güvensizlik duydum, umut ve isteklerime aşırı ölçüde abartılmış gözüyle baktım. Vaktimin büyük bir bölümünü açık havada avare dolaşarak geçiriyor, eskisi gibi gece yarılarına kadar şarap içip pis pis düşünüyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:125) “Etem, önündeki ikinci küçük şişeyi de bitirip üçüncüye başladığı zaman değişti. Deminki neşesini ve birkaç aylık tabii <doğal> halini kaybedip pis pis düşünmeğe; ikide bir elini dizine vurarak, -Hey gidi kavanoz dipli dünya hey!, diye sızlanmaya başladı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:285) Pis pis (düşünmek, gülmek, okşamak, sırıtmak) : Arsız arsız, birinin sinirine dokunacak şekilde, yok yere, boşuna, lumsuz bir şekilde (dokunmak, gülümsemek) “Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti. -Yağmur yağmış, dedim kendi kendime. Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu ile balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yalnızlığın Yarattığı İnsan”, sa:20) “BEATRİS -----------Eşsiz bakışıyla gönül sultanımı ben Ki yıkılmama gülerdi uyup onlara Ve pis pis okşardı hepsini arasıra.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:223) “İjitsa pis pis sırıttı, Vivertov’u taklit edercesine: -Binbaşım! Binbaşım! dedi. Şakanın sırası değil şimdi. Ben ayağı incinen atımla uğraşıyorum, siz ‘binbaşım’ diye tutturmuşsunuz.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:89) “KOMİSER - Bu dolçevita tipi herif niye bana yumruk atacakmış? DELİ - Bırt yaptığın için... KOMİSER - Ne bırtı? DELİ - Evet, hatta iki defa, telefonda... bir de pis pis gülmüşsünüz ha, ha... hatırlayamadınız: ha, ha!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:20) “Smerdyakov pis pis sırıtarak, kısık bir sesle, -Pek doğru efendim… diye mırıldandı, her ihtimale karşı kendini geriye atmaya hazırlandı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:191) “Etem, önündeki ikinci küçük şişeyi de bitirip üçüncüye başladığı zaman değişti. Deminki neşesini ve birkaç aylık tabii <doğal> halini kaybedip pis pis düşünmeğe; ikide bir elini dizine vurarak, -Hey gidi kavanoz dipli dünya hey!, diye sızlanmaya başladı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:285) “Birkaç dakika geçmişti ki hizmetçi kadın yanımıza gelip, ‘Patron yine kahve istiyor, Türk kahvesi!’ dedi. Bu kez sıra Ayşe’deydi, o yapıp götürdü kahveyi. Geldiğinizden bu yana ‘Şu Türk kızlardan biri yapsın!’ diyerek bizden kahve ister, istemeye istemeye yapıp götürdüğümüz kahveleri içerken de bizi tepeden tırnağa süzer, pis pis sırıtırdı.” (Hulya Sarıkaya, “Mübadele Öyküleri-Merguşe Laleleri”, sa:205) “Askerlerin kıskıvrak yakaladıkları Federico Garcia Lorca cücenin yüzüne tükürdü. Cüce pis pis sırıttı ve askerlerine, çıkarın şunun pantolonunu, diye bağırdı. Sonra, sen bir karısın, dedi, karılar pantolon giymemeli, evlerinde oturup başlarını örtmeliler. Cücenin bir işareti üzerine askerler Lorca’yı bağladılar, pantolonu çıkarıp başına bir şal örttüler.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:67) Pistol(e) : Fransa İmparatorluğu zamanında bir para birimi HARPAGON - Pek fena ediyorsun. Kumarda kazanıyorsan, fırsattan yararlanıp kazandığın parayı maul bir fiatla faize yatır malısın..... Perukalara avuç dolusu para vermek sanki şartmış gibi; parasız pulsuz kendi saçımız ne güne duruyor? İnan olsun bu perukalarla kurdelalar yirmi ‘pistol’ (on bir livres=frank, 1 Louis altını) eder; en az yüzde sekiz faizle yatırsan yirmi pistol senede on sekiz frank, altı metelik, sekiz mangır (Eski Osmanlılarda: Lira, kuruş, para) getirir.” (Moliere, “Cimri”, sa:46) “Buteau, köylü kadına sordu: -Ey, söyle bakalım analık! İneği kaça veriyorsunuz? Kadın, deminki fiskosu görmüştü, fütursuzca yanıt verdi: -Kırk pistol.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:233) Pistonu olmak : Arkasında kuvvetli bir dayanağı, kayırıcısı, torpil yapıcısı olmak “Nefes aldırmıyordu, bereket kuvvetli bir pistonum vardı, ayrıca bütün şehir beni tutuyordu. Bu yüzden bana pek diş geçiremiyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:167) Pisuar : (Fr.: ‘Pisoire’dan) Genel meydanlarda, lokantalarda idrar-etmeye -işemeye- yarayan, beyaz fayanstan yapılı, duvara, dolayısıyla genel pis su boşalım sistemine bağlı yapıt Kırklı ellili yaşlarında emektar bir caz müzisyeni olan IZZY MAURER, pisuarlardan birine işemektedir. Kameralara sırtı dönüktür. Burası, duvarların alçısı ve boyası dökülmüş, izbe bir mekandır.” (P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:15) Pişirip kotarmak : Özenle yemek yapmak “... anasını üzmemek için çoğu zorla yediği, Kadriye Kalfa’nın iki beslemesinin yardımıyla pişirip kotardığı çeşitli yemeklerin - sonunda konuşmalar tavsamaya başlayıncaya kalkar, anası dönüşünü beklemesin diye önce odasına girer, uzanır, aşağıda ışıklar söndürülüp el ayak çekilince dışarı çıkar, ırmak kıyısında düzlüğe yakın bir yere otururdu.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:134) “BİR LEŞ ----------Güneş parlıyordu pişirip kotarmaya Üstünde bu çürüntünün, Geri verebilmek için büyük Doğa’ya Çattığından yüz kat üstün.” (Ch. Baudelaire<1831-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:71) Pişkin; Pişkinliğe vurmak : Aşağıdan alan, kendisine değer verilmediğini anladığı halde bunu bilmemezlikten gelen vurdumduymaz kimse; yüzsüz, arsız; Usta, olgun kimse; Öyle davranmak “Senin anlayacağın amca na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara’ya gitmiş. Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce bir tek kelime söylemedi. Bir kenara oturdu. Karı da pişkinmiş, o da sanki odada kimse yokmuş gibi bir bana bir kendisine, bir herife dayadı rakıyı.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:15-6) “LUCIA - Pişkin herif! Pisliksin sen... Nasıl hala senin gibi boynuz takan bir piçle birlikteyim. Bunu sonra konuşacağız. Sen hikayene devam et. O Franklin Mint’e benzeyen heriften söz ediyordun.. Orospu çocuğu.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:9-10) “-Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, yanıtını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi. Madam, saçları pişkin bir alıcı eliyle bir yokladıktan sonra: -Yirmi dolar, dedi.” (O. Henry, “New York’u Neden Sevdi?”, sa:23) “Koskoca, yepyeni Sarıkum Oteli’nin çok değişmiş bir Sarıkum’un ürünü olduğunu düşünmemiştim bile. Fakat halime daha da çok şükredecek durumda değildim. Oda ayırtmadan, son trene binip böylesine gelmiş olmayı pişkinliğe vurup yattım.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:9) “Beriki <Başsavcı Rassi>, hiçbir hakaretin yaralayamayacağı bir adamın kusursuz pişkinliği ve bir hukukçunun şaşmaz mantığıyla şöyle sürdürdü: ‘Önce, adı geçen del Dongo <Fabrice>’nun idamı söz konusu olamaz. Prens cesaret edemez! Zaman çok değişti! En sonunda da, sizin aracılığınızla soylulaşan ve baron olmayı uman ben buna el vermem. Çünkü Ekselanslarının çok iyi bildikleri gibi, cellat ancak benden emir alabilir. Size yemin ederim ki, şövalye Rassi, sayın del Dongo’ya karşı böyle bir emri hiçbir zaman vermeyecektir.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:345) “Bacaklarını oynattıkça aklım da beraber oynuyordu. Sırtımda duyduğum hafif bir soğuk başımı birdenbire arkaya çevirtti. Kapının ardına kadar açık olduğunu ve biletçinin de küçük mavi gözlerini genç kızın bacaklarından ayırmadığını görünce gülümsemekten kendimi alamadım. Babacan bir adam olan biletçi, tebessümü pişkin bir göz kırpışla iade etti.” (C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Tramvaydaki Adamlar”, sa:77) Pişkin pişkin gülmek (sırıtmak) : Kendinden emin, olgun, umursamaz bir şekilde gülme “Ahmet, elinde olmadan kızardığını hissederek kendi kendine içerledi. Kaymakam pişkin pişkin gülüyordu: ‘Doğru değil mi? Yalnız dikkat et ha... Kadıbaba’yı fena gücendiriyorsun.’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:16) “Sonunda Sabit Bey, Murtaza Ağanın yalvarmalarına dayanamayıp, o küçük ücreti söyledi. Söyler söylemez de Murtaza Ağanın dudakları uçukladı. O küçücük ücret bir servetti ve Murtazaın cebinde şu anda o kadar para yoktu. Pişkin pişkin gülerek: ‘Evden gönderirim,’ dedi, azıcık sıkılmış, utanmış.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:301) Pişmek; Pişmiş olmak : Olgunlaşmak; Herhangi bir işte ustalaşmak, beceri kazanmak “Annemi yitirdiğimde on beş yaşındaydım; babam benimle ilgilendi ve bir an yanımdan ayrılmaksızın tutkuyla beni yetiştirmeye koyuldu. Daha o zamanlar Latince ile Yunancayı iyi biliyordum; babamın katkısıyla İbraniceyi, Sanskritçeyi ve sonunda Acemce ve Arapçayı çabucak öğrendim. Yirmi yaşına doğru öylesine pişmiştim ki, babam beni çalışmalarına ortak etmekten çekinmedi.” (A. Gide, “Ahlaksız”, sa:17) “Orta tabakadan Vikulov adlı bir arkadaşım vardı. Oldukça zeki, hoş bir çocuktu. Ama kendisinin de söylediği gibi yaşamda ‘pişmiş’ bir adamdı.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:105) Pişmiş istakoz gibi kızarmak : Utanç ya da heyecandan kıpkırmızı olmak “Mitya, umutsuzca her şeyin bittiğini anladı. -Gruşenka’dan daha çok koparmayı umduğun için tükürüyorsun… Pis beleşciler! -Hakarete bakın! Boysuz Pan birdenbire pişmiş istakoz gibi kızardı, dehşetli öfkelenerek hızlı adımlarla odadan çıktı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:114) “Sahanlıkta, uşak Mitka’nın pişmiş istakoz gibi kızararak üflediği semaver artık kaynamıştı. Dışarda hava, kokulu bir gübreden yükselen buhar gibi sisli ve nemliydi.” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:13) Pişmiş kelle (gibi bakmak, sırıtmak) : Aptal aptal bakmak ya da sırıtmak “S. ANTIPHOLUS - Arasıra sana soytarı muamelesi yaparak yakınlık gösteriyor ve seninle gevezelik ediyorsam, küstahlığın, sana gösterdiğim yakınlıkla alay mı edecek? ..... Benimle şakalaşmak istersen yüzüme iyi bak. Durumunu görünüşüme göre ayarla. Yoksa bunu o pişmiş kellene dayakla sokarım.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:27) Pişpirik : Pişti; 52’lik iskambil destesiyle, hemen her kültürde, on yıllardanberi oynanan en kolay sayılan masa iskambil oyunu. Herkese, sıradan birer birer, toplam dört kağıt dağıtılır, dört de yere gider. Vale, en değerli kağıttır: ortaya dağıtılrken o görünürse, destenin en altına konur. Yere açılan kağıtlar üstüste konarken, benzer kağıt hepsini kaldırır. Yine vale, hepsini her an götürür. Boş ortaya kağıdını atandan sonraki kişinin elinde aynı cins (numara ya da resim) varsa, sevinçle yerdeki tek kağıdın üstüne vurarak: ‘pişti’ der ve iki kağıdı yana koyar. Son sayımda pişti’ler on, Vale’nin piştisi yirmi, karo’nun onlusu üç <güzel on’lu>, sineğin ikilisi <güzel iki’li> ve as’lar birer sayılır., üstüne üstlük, elinde en çok kartı olan <kağıt ıspat> ekstra üç sayı alırdı. Bizim çocukluğumuzda, tüm İstanbul piştiyi zevkle oynuyordu <1930-40>. Sonra, İkinci Dünya Savaşı geldi, hepimiz büyüdük. (İ.E.) “Artık Kodunski’yi dinleyen yoktu, Şvayk’la Vanyek, pişpiriğe oturmuşlardı. Subay mahfelinin okülist aşçısı, yeni bir teosofi <Bk!> dergisi çıkarmaya başlamış olan karısına bitmek bilmeyen bir mektup yazmaktaydı. Balon’a gelince, o da oturduğu yerde uyuklamaktaydı. Yeni telefoncu Kodunski de ne yapsın, ‘Evet, o olayı asla unutamam...’ dedikten sonra yerinden kalktı, kağıt oynayanları seyre koyuldu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:16-17) Pithecanthropus : (YUN.,GEN.,) <Pite’kantropus> : Darvin’in ‘Gelişim’ kuramına göre, insanla maymun arası olduğu düşünülen insan ; Java Man Pixy, pixie : (MYTH.) <pik’si> : Peri Piyasa : Arz ve talebin yüzyüze cenkleştiği yarışma alanı; Ticaret bakımından tüm alışverişin nasıl gttiği; ekonomik değerlendirme “Piyasaya gerçek bir inanç besleyenler için, hemcinslerinizle yarışmaktan hoşlanmayıp çekilmeyi tercih ettiğinizi söylemek anlamsız. İsterseniz çekilebilirsiniz, derler, ama rakiplerinizin çekilmeyeceği muhakkak. Silahlarınızı bıraktığınız an mahvolursunuz. İstesek de istemesek de herkese karşı açılmış bir savaşa kilitlenmiş durumdayız. Halbuki piyasanın Tanrı yapısı olmadığı kesin – Tanrı veya Tarihin Ruhu. Madem onu biz yaptık, bozup daha sevecen bir biçimde tekrar yapamaz mıyız?” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:127) “ ‘Neden bunu benden daha vakitlice istemedin?’ ‘İlham perisi geleceğin önceden haber vermiyor ki,’ dedim. ‘Ama dur bekle bakalım,’ dedi kadın, her zamanki gibi herhangi bir erkekten daha bilgiç edasıyla, piyasayı şöyle adamakıllı bir yoklayabilmek için hiç değilse iki gün beklememi istedi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10) Piyasa vakti; Piyasa yapmak, etmek : Eski İstanbulda, özellikle Beyoğlunda, Moda, Boğaziçi sahillerinde; İzmir’de Kordonboyunda, Ankara’da Kızılay’da) kuşluk vakti (sinema öncesi) grup halinde gidiş geliş ve etrafı, özellikle karşıt cinsten gençleri gözetleme, caka satma zamanı “Bazen, bakın hele, Ridotto’(Venedik’te, Dandolo Sarayı’nda bir gezinti, toplantı yeri)ya giderdik; arasıra piyasa yapmaya çıkardık, bazan alandaki falcı kadınlara veya kuklaya çıkardık..” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:16) “Yüzüm deniz tarafına dönük olduğu için beni pek istedikleri gibi göremiyorlardı. Bazıları da dalga serpintileriyle ıslanmayı göze alarak önümüzde piyasa ediyorlardı. Nitekim genç bir jandarma subayı, bir geçit resminde yürür gibi vakur, sert bir eda ile geçiyor, yan gözle bana bakıyordu. Rıhtımın kenarında kırılan bir dalga müthiş bir serpinti yaptı, adamcağızı tepeden tırnağa kadar ıslattı.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa: 18) “SÖZ Aynada başka güzelsin, Yatakta başka; Aldırma söz olur diye; Tak takıştır, Sür sürüştür; İnadına gel, Piyasa vakti, Muhallebiciye.” (O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:371) Piyastos edilmek : Gözaltına alınıp karakola götürülmek “Onlara kalsa, Boğaz’daki lokanta terasında piyastos edilip içeri tıkıldıktan sonra onu kendi kaderine bırakmalıydılar. Hakkında ihbar vardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:199) Piyaz : Palavra; Bir çıkar uğruna içten gelmeyerek övme (Argo) “Kamil Bey, içinde bulunduğu ruh haliyle bu çağrıdan duygulanarak kalktı: -Rahatsız etmiyorum ya? -Bırak piyazı... Geç şöyle...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:120) Piyon, Piyon olarak kullanılma : Pion (Fr.): Satranç’ta <Le jeu d’échecs (Fr.) - Chess (Ing.) - das Schach (Alm.) - scacchi (İta.) - Ajedrez (İsp.) >; kişinin iki sıralı savaş elemanlarının ön safı oluşturan sıradan taşları; Piyade; Satranç taşları gibi, başkaları tarafından oyuna getirilip ön planda kullanılmaya alet edilme “ ‘Benim bu husustaki kaygılarım gayet basit,’ dedi Pickering. ‘Benim için çalışan kimseleri korumak görevim ve onlardan birinin siyasi bir oyunda piyon olarak kullanılabileceği olanağı bile hoşuma gitmiyor.’ ” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:30) “... her ne olursa olsun, daha ilk piyon yerinden oynatılmadan, seyirciler, bu adamın birinci sınıf bir oyuncu olduğuna ve hepsinin içten içe gizlice bekledikleri bir mucizeyi gerçekleştireceğine, yani o yörenin satranç ustasını alaşağı edeceğine kesinkes inanmışlardı.” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:24) “ ‘Sence Fransa da katılacak mı? Savaş durumunda Fransa yalnızca bir piyondur, satranç oyunundaki piyadedir, böyle bir görev üstlenmesi düşünülmüş olmasa bile. Tüm bunların arkasında Rusya vari tüm bunların arkasında onun politikasının insanları, çeteleri var….. Ancak karşı koymak gerekir. Özellikle de sosyalistler. Onlarda ‘Humanité’ <Fr. İnsanlık> vardır. Benim ne olacağımı düşünmeye gerek yok. Evet, ben ayakkabı tamircisi olmaktan başka bir şey istemiyorum. Ama böyle bir örnek verilebilir. İnsan ne yaparsa yapsın olaylara dahildir. Gördüğün gibi insan böyle çeker cezasını. Yaptığı en ufak şey bile insanı bağlar. Bir şeyler öğretmesi bile insana sorumluluk yüklüyor. İnsan kendisinden daha öte bir şeyler olmak zorundadır. Seni tanımadan önce neyim vardı: Yapayalnızdım. İki kişi olunca dünyanın üstesinden gelinebilir.’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:94-5) Place aux dames ! : (FR.,KOLL.) <Plas o dam !> : Kadınlara yol açın = Make way for the ladies; ladies first (İNG.) Placebo : Fransızca’dan alınma bir sözcük. “Placez beau!=Daha iyisini yerine koyunuz, yer değiştiriniz!’ anlamına gelir; “Double-blind-Çifte körlük” ilaç araştırma yönteminde bazı hastalara ‘bilinen’, bazı hastalara da ‘yeni denenen’ bir ilaç verilir, hasta ne aldığını bilmez. Belirli bir süre sonunda sonuçlar karşılaştırılır. Hastalar arasında, ‘Aldığınız ilaç şeker bile olsa, ona inanıyorsanız, placebo etkisi yaparak sizi iyileştirir’ diye bir inanç vardırki kısmen doğrudur -hemen her şey, o/o 10 iyi gelir- Teselli ilacı olarak da bazı hastalık kastalarında, bilerek, zararsız bir kimyasal madde verilebilir; Hıristiyanlıkta, ölüler için akşamları karşılıklı olarak okunan duanın ilk kısmı. “Doktor, Deborah’nın annesini kapıya kadar geçirirken, onu biraz rahatlatmış olmayı umuyordu. Gelişigüzel avuntu vermek, tıbbın başka dallarında işe yarayabilirdi (plasebo, doktorların itiraf ettiklerinden daha sık yazılıyordu reçetelere) ama Dr. Fried’in bütün yaşamm deneyimi ve eğitimi buna karşıydı.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:185) “placebo teselli yerine geçecek ilacı birbirine benzemeyen günlerin kaybolmanın kardeşliğinde” (M. Mungan<d.1955>, “Timsah Sokak Şiirleri”, ‘Placebo’, sa:53) placet : (LAT.,DAVR.,KOLL.) <pley’sit> : Tasvip, kabullenme, uygun görme (Kabul oyu!) placket : (GİYSİ, KOLL.) <ple’kit> : Eteklik; eteklik yırtmacı; eteklik cebi plague : (PSYCH.,TIP,FİG.) <pleg> : Bela, musibet; Taun = Veba; FİG.: Can sıkıcı, baş belası; başına bela kesilmek; fesat ocağı; plague take it! : Allah belasını versin; black plague : kara veba; white plague: verem plaintiff : (HUK.,DAVR.,KOLL.) <plen’tif> : Davacı, müddei : dava eden Planya, planyala(n)mak : Marangoz testeresi; bu testereyle kabası alınmış ağacın, ahşabın, kerestenin üzerinde işlemek “Oraya vardığında yaşlı adamı, sarayın bir bölümünde yaşadığı konutun mutfağında, itinayla planyalanmış tahta bir masada oturrurken buldu. Babası gömleğinin kollarını kıvırmış, önüne kenarları kırmızı işlemeli lacivert bir örtü açmıştı. Elindeki kocaman kahve fincanından dumanlar yükseliyor, güzel kokular mutfağa yayılıyordu.” (Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:14) plastron : (TAR.,MYTH.,GİYSİ,ZOOL.,SPOR) <plas’tron> : Orta çağlara (savaşa) mahsus maden göğüslük; eskrim göğüslüğü; Kadın elbisesinin göğüs süsü; kolalı frenk gömleği göğsü; Kaplumbağa kabuğunuın göğüs kısmı plateau : çoğul : -teaux, -teaus ; (FR.,MODA,GİYSİ,KOLL.) <pla’to> -çoğul da ayni-; Yüksek ova, yayla; süslü tepsi veya tabak; sofra ortasına konan tepsi-sini; düztepeli kadın şapkası Platonik : Araya maddesel ilişki girmeyen ‘uzaktan’, ‘gerçek’ sevgi, karşılık beklenmeyen aşk: (Fr. L’amour poor l’amour=aşk için aşk!); Platonism : Eflatun-Platon’dan gelme; onun felsefesi taraftarı; idealleştirme “…anımsadığım kadarıyla, Dulcinea’nın okuma yazması yoktur; bütün ömrünce, ne benden, ne başkasından mektup almış, ne de yazımı görmüştür. Aşkımız, başından beri platoniktir, bakışmalardan ileri geçmemiştir. Üstelik, bu bakışmalar bile nadiren olmuştur; şu fani gözlerimin ışığı oluşundan beri, yani on iki yıl içinde, hepi topu dört kez gördüm onu; onunsa beni fark bile etmediğine iddiaya girebilirim…” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:179) Kurnaz anlatıcı <Silvio Pellico> bir Moravio hapishanesinin sevimli bir tablosunu çizer: Burası, büyük insani sorunların sevimli gardiyanlarla tartışıldığı, hapislerin platonik olarak da olsa genç hanımlarla flört ettiği, haşaratın evcil hayvanlara dönüştüğü namuslu bir dinlenme yeridir.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:73) Play : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.,MUS.,TİYAT.,İNG.) <play> (1) - fiil- : Oynamak, su (fıskiye) fışkırtmak, sallanmak, kıpırdanmak;; MUS.: Çalgı çalmak, TİYAT.: Rol oynamak; temsil etmek; kumar oynamak; ateş ettirmek; gezdirmek; Rol oynamak, şaka yapmak; play at soldiering : asker oyunu oynamak (çocuklar); Gönülsüz askerlik etmek; play fair : doğru ya da hilesiz oynamak; play false : hilekarlık etmek; play fast and loose : kaygısızca hareket etmek; işinin ya da yaptığının sonunu düşünmemek; play first : oyunda ilk oynamak (Baseball’da kalede oynamak); play high : yüksek kumar oynamak; play into one’s hands : birine çıkar sağlayacak şekilde hareket etmek; play off a tie : berabere bitmiş bir oyunu sonradan bitirmek; play on : durmadan çalmak, çalmaya devam etmek; play on, or, upon : istismar etmek; play second fiedler : ikinci <kemancı>derecede rol oynamak; play the fool : ahmahça davranmak, aptalı oynamak; play the game: dürüst hareket etmek; play the man : dürüst davranmak, mertçe hareket etmek; play together : beraber oynamak; play up : elinden geldiği kadar iyi oynamak; belirtmek; üzerinde durmak; yaltaklanmak; play up to : sahnede başkasına yardımcı rol oynamak; played up : bitkinleşmiş, işi bitmiş; a smile plays upon his lips : dudaklarında bir gülümseme var. (2) Play : -isim- Oyun, eğlence, şaka, latife; fiil, hareket, faaliyet; play actor : aktör, sahne oyuncusu; playbill : tiyatro ilanı-programı; playbook : piyes-oyun kitabı; play-day : Tatil günü; play-fellow : oyun arkadaşı; playgoer : tiyatro tiryakisi; playground : oyun sahası; playhouse : tiyatro, çocukların içinde oynadıkları küçük ev; playmate : oyun arkadaşı; plaything : oyuncak; playtime : oyun zamanı, tatil saati; playwork : oyun kabilinden iş, kolay iş, sahne işi; play-write : piyes yazan kişi; a play upon words : kelime oyunu; at play : oynamakta, oyunda; child’s play : çocuk oyuncağı, çok kolay iş; come into play : meydana çıkmak, kullanılmaya başlamak; fair play : oyunun hakçası, doğru oyun; foul play : hilelei oyun, alçakçasına iş; suikast; in play : top oyunda! ; şaka olarak; out of play : oyundan çıkmış, çıkarılmış. (Yeni Redhouse Lügati) plea : (HUK.,DAVR.,KOLL.) <pli> : Dava, müdafaa, murafaa=mahkemeye getirme, mazaret, özür; Court of common pleas : medeni hukuk mahkemesi; special plea : asıl davadaki maddelere ek olarak meydana konan yeni şikayet plead, pleaded - plead, or pled : (HUK.,DAVR., KOLL.) <plid, pled> : Dava açmak; itham (ya da savunmak); yalvarmak, rica etmek; -fiil- deliller göstererek itham (ya da savunma) yapmak; plead guilty : <plid gilti> suçu kabul etmek; plead not guilty : <plid not gilti> suçu reddetmek; pleadable : davada yanıt ya da delil veya özür olarak gösterilebilir; pleader : avukat, savunma vekili; pleadingly : yalvararak; pleadings : layihalar plebe : (TAR.,U.S.ASK.,ROMA,KOLL.) <p’leb> : Eski Roma’da avam’dan biri, pleb; U:S:A: West Point Savaş Akademis’nde ya da Annapolis Deniz Kolejinde en aşağı-başlangıç sınıfının öğrencisi; plebeian : Eski Roma’da avam sınıfına ait biri; plebeianism : avam halkın davranışına dair plectrum : (MUS.,KOLL.) <plekt’rum> : mızrap Pleistocene : (JEOLO..,KOLL.) <Pleis’tosen> : Zamanımızdaki devreden önce gelen ‘buzullar’ devri Plenilular : (JEOLO.,KOLL.) <Pleni’lunar> : Ay’ın bedir haline <dolunay> ait Plenum : (JEOLO.,KOLL.LAT.) <plenum; çoğul : -nums, -na> : Doluluk; bir madde ile dolu yer; Gereğinden fazla, bolluk; atmosfer’den daha yüksek basınçlı yer; SOSY.,SİYAS.: Üyelerin hepsinin (ya da çoğunluğun) hazır bulunduğu toplantı (Yeni Redhouse Lügati) Pleroma : Gnostik’ler (Bk!) için herhangi bir ad ya da sıfatın ötesinde, derinlik ve sessizlik anlamına gelen ışık alemi “Dipte, kocaman bir camekanın içinde, bir yılanla boğuşan, doğal büyüklükte, üç boyutly bir aslan. Burada bulunmasının görünür nedeni, tümüyle cam hamurundan yapılmış olmasıydı, ama gizli bir nedeni de olmalıydı....... Belki de Conservatoire, tümüyle bir imgeydi: Ogdoades’in, ilk ilkenin, Sarkaç’ın doluluğundan, Pleroma’nın <Valentinus’un gnostik kuramında, Yüce Varlık’tan türeyen eon’ların bütünü> parıltısından, eondan eona geçerek katmanlaştığı; ‘kötülük’ün hüküm sürdüğü, o aşağılık sürecin imgesi. Öyleyse, o yılanla aslan, benim erginlenme <Bir tarikata, gizli bir örgüte alınan kişinin kabul edilme töreni. FR. ve İNG.: initiation : inisiasyon, inişieyşın; OSM.: Takris, TR.: Başlangıç, kabul edilme töreni> yolculuğumun daha şimdiden sona erdiğini, az sonra dünyayı yeniden, olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi göreceğimi söylüyorlardı bana.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, sa:26) “Bizim tanımadığımız bir tanrı var. İnsanoğlu onu unuttu. Onu ismiyle çağırıyoruz, Abraxas diyoruz. O. Tanrı ve şeytandan daha belirsizdir... Abraxas etkidir. Hiçbir şey onun karşısında duramaz, sadece etkisiz durur; bu yüzden etkili doğası özgürce kendisini açığa vurur. Etkisiz bunu yapamaz, böylece ona direnemez. Abraxas güneşin ve şeytanın üzerinde durur. O, olası olmayan olasılıktır, gerçek olmayan gerçekliktir. Eğer pleroma bir varlık olsaydı, Abraxas onun manifestosu olurdu. O, kendi başına etkilidir; özel bir etki değil, genel olarak etkidir.” ............. “ ‘Abraxas’, ‘Pleroma’ya karşıt yaratığın <şeytanın> belirtisidir ve onun hiçliğidir.’ ” (Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları”, sa:129) Pluviose : (FR. MYTH.): Büyük Fransız Devrim Takviminde yılın beşinci ayı : 22 ocak – 20 şubat “Bir pluviose gününde, lapa lapa kar gökyüzünü karartıp gürültülü bir kentin üstüne inerken, evde yalnız kalan Gamelin Kadın, kapının çalındığını duydu: birkaç aydan beri en küçük gürültüden bile ürküyordu. Kapıyı açtı. On sekiz, yirmi yaşlarında başı şapkalı bir delikanlı girdi içeriye. Üç katlı yakası bütün bedenini, göğsünü kaplayan yeşil bir redingot giymişti. Ayağında İngiliz biçimi kıvrık çizmeler vardı.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:226) plimsoll, plimsoll’s mark : (DEN.,TİC.,KOLL.) <plim’sol, plimsol’s mark> : Denizcilik yasalarına göre, seksen ton <1 ton : 1,000 kilogram>’dan fazla her gemide, taşınan su mikyartının sınırlanması için çizilen beyaz çizgi plinth : (YAPI,SAN., KOLL.) <plint> : Duvar etekliği, etek tahtası, etek silmesi; duvar v.s.’nin çıkıntısı; bir heykel ya da vazo altına konan taş levha plod : (DAVR.,KOLL.) <p’lod> : -isim- ve -fiil- Ağır ağır ve zahmetle yürümek, yaşlı yürümesi; isteksiz ve zahmetle, esir gibi çalışmak; zahmetli yürüyüş ya da iş; plodder : -isim- <pla’dır> : Bu işi yapan kimse; -belirteç- ploddingly : ağır ağır ve sebatla çalışarak Pluto : (ROMA MYTH.,,ASTR.;KOLL.) <Plu’to> : Ölüler Diyarı Mabudu; Gökte bir gezegen; Plutonian : Ölüler diyarına ait, cehennemi pluvial : (LAT.,) <plu’vial> : Yağmura ait, yağmurlu Pnömatik’ler : (YUN.MYTH.,PSYCH.) : Gnostik’ler arasında yaygın bir kurana göre, i n s a n t ü r ü üçe ayrılır: (1) İ l i k’ler (Bk!); (2) P s i ş i k’ler (Bk!), ve (3) P n ö m a t i k’ler. “Yalnızca p n ö m a t i k’ler <ki Yunan’ca: zihin, us, r u h anlamına gelen p n e u m a sözcüğünden gelir> , Tanrı’nın özünü açıklayarak b i l g i’ye (GNOSİS - Tanrı’nın kendisi) erebilirler.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe,619) poco a poco : (İTA.) <poko a poko> : -belirteç- azar azar, yavaş yavaş Podagra : (İTA.,TIP.) <Po’dagra> : (FR.: Goutte = Gut; Nikris) hastalığı : Kulak memelerinde, vücudun yumuşak yerlerinde Ürik asit toplanmasıyla acılar çektiren bir hastalık <Özel Not: Tarihte, Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ondan çekmiş ve sekiz yıllık bir saltanattan sonra: (1512-1520), yerini Kanuni Sultan Süleyman’a terketmişti. İ.E.> Podesta : (İTA.,TAR.,HÜK.,) <podes’ta> : İtalya’nın şehir idarelerinde vali ya da yargıç (Yeni Redhouse Lügati) Pofur pofur (buhar çıkmak, kaynamak) : (Ağzından) buharlar saçmak ve gürültülü gürültülü fıkırdam ak “ ‘Leğen su dolu. Şimdi bu suyu ısıtalım,’ dedi Arzruni ve yeniden büyük bir ateş yaktı. Birkaç dakika suyun kaynamaya başlaması beklendi, ardından önce hafif, daha sonra güçlü bir uğultu duyuldu ve küre, desteklerinin üzerinde dönmeye başladı; bu arada boruların ucundan pofur pofur buhar çıkıyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:314-5) Pofyoz : Ne yazık ki! esefle söyliyeyim ki! “TONY, hala elindeki mektuba bakarak. - ‘Ömrümde böyle karışık, belalı yazı görmedim…… (Okur.) ‘Anthony Lumpkin’e.’ Çok tuhaf şey, zarfların üstünde adımı okuyabiliyorum, fakat açıp içlerini okumaya gelince.. pofyoz! Bu kötü, çok kötü bir şey. Çünkü mektupların asıl kaymaklı yerleri içleridir.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:88) Pogrom : (RUS, TAR.) İkinci Dünya Savaşı zamanlarında, Almanya’da Hitler’in bayrak açtığı ‘Antisemitizm’= Yahudi düşmanlığı akımına paralel olarak, Rusya’da da, daha küçük çapta Musevi ırkı temizliği başlamıştı; burada bahsedilen POGROM da, bu gayeyi güden bir halk hareketidir; katliam “-Dünya sana ne yaptı? Neden onu yıkmak istiyorsun? -Sen galiba hiç aç kalmadın, hiç köprü altında yatmadın, pogrom’da ananı öldürmediler; öyleyse sormaya hakkın yok. Bu dünya, senin dünyan adaletsizdir, namussuzdur, ama yüreğimiz değil; ben de onu yıkmak ve yüreğimizi utandırmayacak yenisini kurmak için, yıkan arkadaşlarıma yardım etmek istiyorum...” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:348) Pohpohla(n)mak : Hakkından övgüyle bahsetmek; Çok methedilmek -genellikle layık olmadan“İşte böyle oldu. Kendisi ortada olmayan bire adamın pohpohlamasına teslim oldum ve o zayıf anımda peki deyiverdim. Fanshawe’un yazdıklarını okumaktan memnun olacağımı ve elimden geleni yapacağımı söyledim. Mutluluktan mı yoksa düş kırıklığından mı pek anlayamadım ama Sophie gülümsedi ve kanapeden kalkıp bebeği içeriki odaya götürdü.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:16) “O zaman, ancak otuz sekiz yaşında bulunan ev sahibesinin, bu gibi içten pazarlıklı insanlarda zamanla dehşet verici bir ‘kendini beğenmezlik’e dönen kimi düşünceleri ve ‘hüsnü kuruntuları’ vardı. Piskopos danışmanı, Matmazel Gamard’la hoş geçinmek için ona hep aynı ilgileri, aynı gurur okşayıcı pohpohlama siyasetini göstermek, ‘kusursuz ve yanlışsız’ olma bakımından Papa hazretlerinden daha ileri olmak gerektiğini anladı.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:49) “Asla itiraf edilmeyen kusurlar vardır. Öteki kusurlarını kabul etmekten bir zarar gelmez. Sahte bir alçakgönüllülük içinde elbette! ‘Doğru, öfkeliyim, oburum.’ Böylece, bir anlamda, bu kusurlar pohpohlanmış olur.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:89) “Yoksa Kien’e oyun mu oynuyordu? Belki de kendisine güven duymasını sağlamak için onu pohpohlamaktaydı. Kien’in kitaplığı ünlüydü. O güne dek dünya üzerinde başka bir nüshası bulunmayan bazı kitapları için kaç kez kitapçıların saldırılarına uğramıştı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:63) “ ‘Dün gece ne kadar içmek zorunda kaldın sen?’ ‘Bunun yanıtını bile bilmiyorsun, öyle değil mi? Bütün akşam senin yanındaydım ve bir şey içip içmediğim hakkında hiçbir fikrin yok! Sadece söylediğin bir şeyi onaylamamı istediğinde ya da seni pohpohlayan bir hikaye anlatılması gerektiğinde benimle konuştun!’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:228) “Onu yatağa oturtup soymaya başlamak dünyanın en doğal şeyi gibi geliyor. Omzunun hafif hareketleriyle biçimli gövdesini soymama yardım ediyor. ‘Seni nasıl da özledim!’ diye inliyor. ‘Geri dönmek ne büyük zevk!’ diye fısıldıyorum. Ve böyle pohpohlayıcı yalanlar işitmek ne büyük zevk!” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:57) “ ‘Aynı İblis, Pavel’in içinde de vardı herhalde, yoksa neden onun çağrısına yanıt vermiş olsun ki? Pavel’in hınç duymadığını düşünmek güzel, ölüleri hayırla anmak güzel. Ama bu onu yalnızca pohpohlar. Duygusallığı bırakalım, günlük hayatında Pavel de herhangi bir genç adam kadar kinciydi.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:128) “Kesedar peşinden gider ve kendisiyle süklüm püklüm konuşurdu... Bu pohpohlar karşısında, Pere Gaucher, geniş kenarlı şapkasını bir ayla gibi arkaya itmiş, alnını sile sile, çevresine portakal ağaçları dikilmiş büyük avlulara..... ikişer ikişer dolaşan keşişlere gülümseyerek baka baka yürürdü.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:79) “Bu karabahtlı köpek dadıları, sokak köpeklerini kucaklayanlar, karışık soyluları okşayıp, Pomeranya köpekleri pohpohlayıp, finoları ferahlatanlar, teryerleri terleten, kısa bacaklıları beşikte hoplatan ve beyaz yüylüleri gezdiren adamlar Circe’in buyruklarını utana sıkıla yerine getirirler.” (O. Henry, “viski soda”, sa:45) “Ve ben Harry, orada sokakta, pohpohlanmış, dost canlısı adamın miyop gözlü iyi yüzüne şaşkın ve kibarca gülümserken, öteki Harry de yanıbaşımda sırıtıp duruyor, sırıta sırıta ne denli garip, hasta ve namussuz olduğumu...” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:73) “Biri durup ona cevap verdi. ‘Yeni Peygamber, Ananias. Şu karşında gördüğün beyazlı adamın bir elinde ölüm, bir elinde hayat var, dilediği gibi bölüştürüyor onları. Benden sana öğüt Ananias, pohpohla onu, iyi davran.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:228) “Buraya dek dinginlik içinde yaşadım ben. Mutluluk ve erinç içinde, her mevsim biraz daha göbek bağlıyor, biraz daha zenginleşiyordum; elimin ulaşamayacağı hiçbir şeye göz dikmiyordum; komşularım kıskanmaktan çok pohpohluyorlardı beni.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:11) “Bana doğru dönerek insanı telaşlandıracak bir dikkatle inceledi beni. ‘Hiç değişmemişsin,’ diye içini çekti, hüzünle. Ben de onu pohpohlamak istedim: ‘Sen değişmişsin, ama iyiye gitmişsin.’ ‘Ciddi söylüyorum,’ dedi, ‘hatta o ölü at suratın bile canlanmış.’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:27) “LA FLECHE - Affedersiniz ama sen daha senyör Harpagon’u tanımıyorsun; o, bütün insanlar içinde insanlıkla en az ilgisi olan insandır; ölümlüler arasında ondan daha katı yüreklisi, ondan daha eli sıkı olanı yoktur..... İltifat mı dedin, pohpoh mu, sevgi mi, laftan ibaret kalmak koşuluyla canının istediği kadar. Ama iş paraya geldi mi, hava alırsın...” (Moliere, “Cimri”, sa:65) “MADAM G. - Sus Allahaşkına. Başım ağrıyor. Bu da nesi? Kuryaçev neymiş, neymiş?... Bir criminel <suçlu> mi? GLUMOV - Hayır, bir liberal. Bu sersemleri, bu aptalları pohpohlarken ne yapacağım, biliyor musun anne? Bir yere içimi boşaltmam gerek, yoksa çıldırırım.” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:23) “İSMENE ----------kendi içine bakabildi, daha önce görmediği şeyleri birer birer hatırlayabildi, ve belki de böylece onları gerçekten görebildi; çünkü o güne kadar, korkulu uyrukların gözünde (tabii pohpohlanan) kendi zorba kişiliğini görebilmişti ancak.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:193) “Marcelle kızardı, ayağıyla yere vurarak: -Elinde değil, insanı pohpohlamadan duramaz, dedi. İkisi de güldüler.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:160) “Duruyordu Corcoran: İşte düşman! Yuvasına dönmek için şan ve şerefinin, insanlığın irkilerek uyanıp beni yardıma çağırmak ve Kutsal Ruhun, şu şaşırtıcı sözlüklerle ‘Bulmasaydın aramazdın beni,’ diye kulağıma fısıldamak için geçtiği an, işte bu heyecanlandırıcı andı. Bu pohpohlamalar kaybolup gidecekti: Yiğit Corcoran’dan başka onları duyacak hiç kimse yoktu burada.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:182-3) “Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama ‘yine’ ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakarlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:93) “MAZZINI - Pohpohlamak için söylemiyorum. Başka nerede böyle rahat rahat pijamalarımla oturabilirdim? Bazan düşümde görürüm, çok seçkin kişilerin yanına gitmişim, sırtımda pijamalarım var.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134) “O akşam, göze çarpan bir sevimlilikle, bir kaç vals yapmıştı. Annesi onun kazandığı beğeniden, hayranlıktan pek memnundu. Kendisi de bunu bilmezlikten gelemezdi. Güzellikleriyle toplumda büyük ün yapmış birkaç kadın ona en pohpohlayıcı sözleri söylüyorlardı.” (Stendhal, “Armance”, sa:41) “Bütün bu düşünceler kafasından geçerken, Sansfin genç dükü pohpohlamaya başlamıştı bile; Ecole Polytechnique’i coşturan ruh konusunda ondan uzun uzadıya bilgi istiyor, bu okulu kuran Mogne, La Grange ve öteki büyük adamları göklere çıkarıyordu.” (Stendhal, “Lamiel” Cilt:II, sa:27) “Beyinsiz, güzel bir yaratık; kışın seyredecek çiçeğimiz kalmadığı zaman, yazın da aklımızı serinletecek bir şeye gereksininme duyduğumuzda burada olmalı. Kendi kendini pohpohlama, Basil, ona zerrece benzemiyorsun sen.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:11) “Loperolla’nın pohpohlayıp beynini yıkayarak yavaş yavaş kandırdığı bu on altı yaşındaki çıtır çıtır, sarışın kız, aşçı kadının iteklemeleriyle, yanakları al al, kıkır kıkır gülerek çıktı ortaya.” (S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:166) “Bundan sonraki yıllar hakkında herhangi bir bilgimiz yok ve bu hazin enkaz yığınının, tam bir derbederliğe düşmeden önce hangi kirli yollardan geçtiğini kimse bilmiyor; yalnızca eski maceralarının son bir defa olmak üzere Avrupa’da başıboş dolaştığını, soylulara yaranmaya çalıştığını, zenginleri pohpohladığını, eski hilelerine başvurduğunu biliyoruz.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:90-1) point : (KOLL.,İNG.) <point> : Sivri, uç, burun; nokta, sivri uçlu şey; Çoğul -points- : at v.s.’nin iyi soydan olduğuna dair nitelikleri; demir yolu makası; Bir sözün altındaki gaye; özel yer, hususi bir hal; problemli an, tam zaman; hedef, gaye, maksat; iğne ile örülmüş iplik, dantela; iaşe <yiyecek, içecek> v.s. kuponu; oyunlarda bazı oyuncuların mevkii; derece-ısı; bazı oyunlarda sayı puanı; (DENİZ.) pusula bölümlerinden biri, kerte; (BASKI): harflerin büyüklüğünü belirten ölçü, punto; (BORSA) : Anlık yükseliş, alçalış ölçüsü; point-blanc : doğruca hedefe atılmış ve vurmuş mermi; (FİG.) : doğrudan doğruya, açık; point lace : iğne ile yapılmış iplik dantel; point. of intersection : (MATH,GEO.) kesişme noktası ; point of resistance : direnç noktası; point of view : görüş noktası, bakım, noktainazar; pointsman : (demiryol) makasçı; trafik polisi; point system : görme kusurlulara özgün yapılmış kabartma yazı sistemi; fiyatları noktalarla tayin etme yöntemi; point-to-point race : belirli bir noktadan, belirli diğer bir yere saptanmış yarış; a point of honor : şeref medelesi; at all points : her hususta, her noktadan; at the point of death : ölüm halinde; boiling point : kaynama derecesi; cardinal points: pusulanın dört kardinal noktası; ana yönler; carry one’s point : gayesine varmak, istediğini elde etmek; come to the point : sadede gelmek; critical point : nazik, problemli nokta, tehlikeli hal veya devre; dead point : bir krank v.s.’in ölü-sıfır noktası; differ on that point : o mesele konusunda farklı düşünmek; finite point : (GEO.) mesafesi düşünülebilen nokta; freezing point : donma derecesi, noktası; give points to : yarış v.s.’de rakibine avantaj vermek; his strong point : onun kuvvetli yönü; in point : uygun, yerinde; in point of : bakımından; it came to the point : o reddeye geldi; make a point of : bilhassa özen göstermek; melting point : erime noktası; on point duty : trafiği idare noktasındaki polis memuru; on the point of going : gitmek üzre; (HUK.) possession is nine points of the law : (bir şey, sahibi olsun olmasın, uzun süre elinde bulundurma) : zilyetlik, mülkiyet <bir şeyin sahibi olma> hakkının en büyük delilidir (kanıtıdır); salient point : göze çarpan, belli durum, husus; stretch a point : hatır için izin ver, müsaade et; you don’t see the point : siz kilit noktayı görmüyorsunuz (Yeni Redhouse Lügati) Poisson d’avril : (FR.,KOLL.) <pua’son d’avril> : Nisan balığı : 1 Nisan’da, milletin birbirini kandırma ile ‘Nisan Balığı yutturma’ manevrası = April fool - fish of April (İNG.) polacca, polacre : (İSP.,DEN.,HÜK.,KOLL.) <po’laka, po’lakr> : Akdeniz’e özgü üç direkli yelkenli Pole : (COĞR.,KOLL.) <Pol> : Leh, Polonyalı Polemik, Polemiğe girmek: Siyasal, ekonomik ya da edebi alanda ciddi, sert tartışmaya girişmek; karşılıklı atışma; münazara “Konuşmasına izin vermiştim. Öyle heyecanlı, öyle samimi, benim de beslediğim fikirlere karşı öyle gönül okşayıcı bir hali vardı ki, onunla polemiğe girmek istemiyordum. O sırada yaşadığımız gürültülü tartışmalara rağmen, ona hayrandım gerçi, tüm kalbimle seviyordum, manevi namusundan veya entelektüel birikiminden bir an bile şüphe etmemiştim.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:253) “... her defasında da yaşlılar gibi düşünmeyi öğrenememiş doksan yaşında bir adamım ağzından yazıyordum. Aydın kesim, her zamanki gibi pısırıklık etmiş, kendi arasında bölünmüştü, hatta en akla gelmedik yazıbilimciler bile el yazımı rasgele analiz ederken anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Kamuoyunu bölen, polemiği kızıştıran, nostaljiyi moda haline getiren de onlar oldu.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67) Polly : (ZOOL.,KOLL.) <po’li> : Kalıtsal olarak ‘papağan’lara verilen üniversal isim Pollux : (DİN,YUN.MYTH.,KOLL.,ASTR.) <Pol’lüks, Pol’laks> : Mabud CASTOR’un ikiz kardeşi; ‘İkizler’ burcundaki parlak yıldız Pollyanna : (EDEB.,MYTH.,PSYCH.,KOLL.) <Pollianna> : Amerika’nın ünlü yazarlarından E.H. Porter’ın aynı isimdeki romanındaki “dünyayı hep güllük gülistanlık gören kız” kahramanı. Pollyanna’cılık oynamak : (PSYCH.) Hayatta öyle davranıp acı çekmek, mağduru oynamak Polyglot : (DİL,KOLL.) <poli’glot> : -isim- Bir çok dilleri bilen; çok dillerde yazılmış olan; bir kaç dilde basılmış kitap; polyglottism : birçok dilleri bilme Polymath : Birden fazla san’at, edebiyat ve benzeri dallarda yaratıcılığa sahip kimse “İsim Rönesans’tan geliyor ama aslında dünye tarihi, Aristoteles’ten Goethe’ye kadar yüzlerce polymath’la, yani çeşitli dallarda eser veren yaratıcılarla dolu. Mesela Ömer Hayyam hem şairdir hem astronom hem matematikçi. İbni Sina da polimath’tır, Farabi de, El Harizmi, hatta İmam Cafer Sadık ta.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:76) Polytheism : (DİN, KOLL.) <poli’teizm> : Bir çok ilahlara, tanrılara inanma ve tapma; çoktanrıcılık; polytheist : bu doktrine inanan kimse Politik orgazm : Birinin mağduriyetini politik olarak aleyhinde kullanmak, politik fiyasko “BENZER - Doğru söyledin! Elektrikli sandalyedeyim, yargısız bir infazcı görse, sevinçten çıldırır! Üç kez politik orgazm olur. Rosa, güçlü olmalısın. Bu neredeyse hayat memat meselesi.” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:73) pompadour : (SAN.,ANAT.,KOLL.,MODA) <pom’padur> : Saçı alnından yukarı doğru kabarık stil. Fransa Kralı XV.Louis’in metresi Mme de Jeanne Pompadour’dan geldiği iddia edilir pompous : (DAVR.,PSYCH,KOLL.) Saltanatlı, debdebeli, azametli gururlu; -isim- pompousness : azamet, ihtişam pomum Adami : (LAT.,BİYOL.,KOLL.) <po’mum Adami> : Adam -Adem elması; bazı insanlarda boğazda, dıştan görülebilen (tiroid) çıkıntısı : A thyroid projection in the neck of every man. There is a pretty story to the effect that EVE’s apple stuck in Adam’s throat (İNG.) * poncho : (SPA.,GİYSİ,KOLL.) <pon’ço> : Güney Amerika’da (Arjantin,Peru> giyilen baştan geçme kepenek, yağmurluk pons asinorum : ‘Bridge of asses’ (İNG.) = Eşekler Köprüsü; (LAT.,GEOM.,ZOOL.,KOLL.) <pons azinorum> : Öklid’in ünlü kaziyesi: ‘İkizkenar üçgenin tabanındaki iki köşe açıları birbirine eşittir’ ibaresi Geometri’ye ilk başlayanlara anlaşılması güç geldiği için, öğrenemeyen öğrencilerle böyle alay edilirmiş Ponton : Geniş ve üzeri dümdüz bir tür suda (nehir ya da deniz) yüzebilen sal <İtalya> “... Tiber nehrini izlerken, sığ ve kapkara sularda yansılanan ışıkların titreştiğini görmek için zaman zaman duracak, kıyıdaki duvara yaslanıp bakacaksınız, bu sırada üzerlerinde dansedilen ponton’lardan, akşam rüzgarıyla uzaklara savrulan beylik bir müziğin yankıları gelecek kulağınıza...” (Michel Butor, “Değişme”, sa:96) popinjay : (DAVR.,KOLL.) <popin’cey> : kendini beğenmiş lafazan kimse, papağan population : (SOSY.,KOLL.) <İNG: popü’leyşın; FR.: popülasyon> : Ahali, bir memleketin nüfusu; sekene <sakin’ler>; iskan <yerleşme>; exchange of populations : ahali mübadelesi; populus <popu’lus> : sekenesi-ahalisi çok, meskun, kalabalık (Yeni Redhouse Lügati) Popo : Kıç (Argo) “IZZY - Bu pantolon da yakışmış sana. HANNAH (Omuzunun üzerinden) - Hiç heveslenme dostum. Bu pantolonun içindeki şeyin mutlak dokunmazlığı var. IZZY - Merak etme. Bir an eski günlere gidip geldim, hepsi bu. Sen ve ah senin şu küçük, tombul, çıkık popon! İlk bir iki yıl boyunca benim için dünyanın en ilginç yeri olmayı başarmış olan popon!” (P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:31-2) “Sokaklarda popomun donmasıı dünyanın en eğlenceli şeyi sayılmaz, o nedenle Bob’la (Kedi) oyun saatlerimiz yoldan gelip geçenleri eğlendirmekten daha fazlası olmuştu. Benim için zamanın geçmesine yardımcı oluyor ve günlerime biraz neşe katıyordu. İnkar etmeyeyim, insanları dergi almaya da teşvik ediyordu.” (James Bowen, “Bob’un Dünyası”, sa: 23) “Hizmetkar tutulmamış ve odun alınmamıştı, çünkü iki yorgan geceleri rahat rahat yeterli oluyordu ve para daha akıllıca harcanmıştı, çünkü akşamlar, çok iyi ısıtılmış meyhanelerde geçiriliyordu ve oralarda, derslerde geçen bir günün sonunda, hizmet eden kızların popolarını elleyerek, iyi karın doyurulabiliyordu.” ..... “ ‘Abdül’ün kütüphanelerle ne ilgisi olduğunu anlatabilmek için bir adım geriye gitmem gerekiyor; Soylu Niketas. Evet, bir sabah, her zamanki gibi ısıtmak için parmaklarıma hohlayarak ders izliyordum, popom da donmuştu, çünkü samanlar o kış günlerinde tüm Paris’te olduğu gibi buz kesilmiş zemini fazla korumuyordu.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:72-3;76) “Kapı çalındı, hizmetçi açmaya gitti ve birden karşımızda birbirine sokulmuş bu iki küçük yoksul arzı endam etti, taraz taraz keçeleşmiş saçları, nezleli gözleriyle güneşte sırıtırken, ayaklarının ucunda yükselerek sarayın içini görmeye çalışıyorlardı. Küçük kız, küçük erkek kardeşini gömleğinin kolundan çekiyor, küçük oğlansa poposuna düşen pantolonunu bir eliyle tutmaya çalışıyordu.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:103) “Çamura bulanmış bacaklarına, ıslak eteğine bir süre dalgın dalgın baktı. Rengini biraz daha kaybetmiş gülkurusu dudaklarında bir soru dolaştı, durdu, sonra ‘adam sende!’ der gibi omuzlarını silkerek badi badi yürümeye başladı. Şimdi evde üvey annesinden yine bir pandomima kopacak, poposuna bir güzel süpürge yiyecekti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:21) “KADIN -… Bezlere bak kat kat… sülük gibi yapışmış… Yuvaya yediden önce varmazsak seni almazlar. (Bu arada çocuğu soymaktadır.) Şimdi anneciğin minik poponu yıkayacak…” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa :61) “EGERTON - Yine kiminle alıp veremediği var? MAMA, fısıldar ama giderek ses tonunu artırır. - Omlet’ten (Hamlet’i kastediyor) bir bölüm oynuyor. Poposunda tüy takılı bir nonoşmuş, kraliçeyi hicvediyormuş…” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:42) “Özellikle sağrısı diyorum. Poposu, kalçaları ya da kıçı değil, sağrısı. Çünkü ona ne zaman binsem, öyle bir duyguya kapılıyorum ki, kadofe donlu, kasları gergin, oynak ve uysal bir kısrağın üstünde gidiyorum sanki.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:17) “ ‘Gel be ahbap!’ diye üsteledi. ‘Nazlanma, yürü. Bardaki yeni kızı görmedin sen. Tam sana göre bir şeftali!’ Gordon, Flaxman’ın sarı eldivenlerine soğuk soğuk bakarak, ‘Senin meselen bu aslında, değil mi? Bu yüzden süslendin sen, ha?’ dedi. ‘Kesinlikle ahbap! Nasıl leziz bir şeftali, bilsen!..... Masanın yanından geçerken küçük poposunu nasıl salladığını görecektin. Kanımın akışını hızlandırıyor kız!’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:35) “Etkilendiğini şimdi gizlemeye çalışan, ama sahte kayıtsızlığına karşın, istemeye istemeye uzaklaşıyormuş gibi görünen baron, bir gidip bir geliyor, gözlerinin güzelliğini en çok ortaya çıkaracağını düşündüğü şekilde boşluğa bakıyor, kendini beğenmiş, aldırmaz, gülünç bir havaya bürünüyordu. Hep bildiğim alçakgönüllü, iyi yürekli görünümünden bir anda sıyrılmış olan Julien ise..... abes bir küstahlıkla elini beline dayıyor, poposunu sergiliyor, orkidenin, mucize eseri gelen yaban arısına yapacağı cilvelerle poz veriyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11) “İyi bir adamla birlikteydi. Onu seviyordu. Penceresinin önündeki ağaçlarda Japon fenerleri asılıydı. Onların aşağısında ve ötesinde, şehrin alev alev ışıkları vadiden yükseliyordu. Bütün o elektrik sadece onun keyfi için, yatmadan önce bu debdebeli gösterinin keyfini çıkarmak için sarf ediliyordu. Çenesini kapayıp patlamış mısırını yemeli, Kope’nin poposunu, sonra Leno’nun çenesini, arkasından yeni çocuğu, yüzünü ekşiten uzun boylu Kilborn’u izlemeliydi.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:472) “TELEFON KONUŞMASI ---------------------------------“ ‘MÜREKKEP BALIĞINI BİLMİYOR MUSUNUZ?” ‘Siyahımsı’ ‘SİYAHSINIZ DEĞİL Mİ?’ ‘Tamamen değil. Yüzden siyahım, ama Hanımefendi, diğer yanlarımı da Görmelisiniz. Ellerimin içini, ayaklarımın peroksit sarısı Tabanını. Oturunca meydane gelen sürtünme Aptalca değiştirdi popomun rengini.” (Wole Soyınka<d.193 4>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) “Daha ayaklarım yere bile değmezken işte buraya oturmuş ve anneme şöyle sormuştum : ‘Şeytan var mıdır ?’ O bulaşık yıkıyordu, arkası dönüktü ve ben poposunun az yukarsında bağlanmış önlüğünün kuşağını görüyordum. ‘Neler geliyor böyle aklına!’ demişti sanki şaşkınlıkla.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:17) “-Elmaları popona sürtüyorsun, sonra da yiyorsun. -Temizlensin diye yapıyorum. -Şu kadına bak, dedi Boris. Geçerken bir hallendi ki görme!” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:235) Poposuna çimdik atmak : Kıçını çimdiklemek (Argo) “Sabahları evden çıkıp, güzel otobüsüne bin, otobüstekiler hep tanıdığın kişiler mi? Hiçbiri… İttirip kaktırıyorlar, popona çimdik atıyorlar, cüzdanına uzanıyorlar. Ama hiç olmazsa kendini yalnız hissetmiyorsun.” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:103) Poposuna tekme atmak : Bir yerden yurttan, işten kovmak “Bir zamanlar elmas yüzüklerle süslü elleri kirli işlere bulaşmıştır; acı ve zehirli yazılar yazarak önüne geleni karalamakta, sağa sola çamur atmaktadır; öyle ki, sonunda Venedik hükümeti bile, ortalığı karıştıran ve gerçekten can sıkmaya başlayan bu adamın poposuna bir tekme atıp kurtulmuştur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:90) Popüler : Herkesçe kabul edilelen, sevilen ve sayılan, genel beğeniye uygun, ünlü “Aylık popüler bir bilim dergisini yönetmesi için Avrupalı bir basın grubu tarafından işe alınan Dolores, dergiyi haftalık çıkarma riskini göze almak istemişti. Davasını o kadar iyi savunmuştu ki, patronları onu desteklemiş ve emrine hatırı sayılır olanaklar vermişti.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:123) Por favor : (İSP.,KOLL.) <por fa’vor) : Lütfen = Please (İNG.) Pornografi : Sanat ve yazın alanlarında, gerçek amacı cinsel dürtülere yöneltilmiş, toplumun aktüel etik ve ahlak kurallarıyla bağdaşmayan yapıtlar; Fahişelik hakkında yazılmış kitaplar, çekilmiş fotolar, müstehçen (açık saçık) yazılar, çiziler “Pornografik bir film, seyirciyı cinsel eylemlerin görüntüsüyle tatmin etmek için tasarlanır, ancak, bir buçuk saat süreyle aralıksız olarak cinsel eylemleri gösteremez, çünkü böyle bir şey oyuncular için yorucudur ve sonuçta seyirciler için de sıkıcı hale gelecektir. Öyleyse, cinsel eylemleri bir öykünün gelişim süreci içine dağıtmak gerekir.” (U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:73) “Benim için erotizm töresel, filozofik, cinsel, psikolojik ya da politik bir sorun olmaktan çok estetik bir sorundur. Bu ayrımı yapmaya bile gerek yok aslında, çünkü asıl önemli olan zaten estetik. Pornografi, erotizmin sanatsal içeriğini yok ediyor, örgenseli <organisite, organik> ruhsal ve ussaldan üstün tutuyor.” (M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:228) porridge : (YEMEK,KOLL.) <po’ric> : etli veya sebzeli çorba; karmakarışık (zihin) portamento : (İTA.,MUS.,KOLL.) (porta’mento> : Bir porte (notaların yazıldığı beş paralel çizgi) üzerindeki bir perdeden, bir diğerine atlama, kayarak geçme stili Porte : (BİNA-Kapı;FR.,HÜK.,KOLL.) : Osmanlı İmparatorluğuna Fransa Devleti tarafından verilmik bir kimlik: ‘Porte = Kapı’; Babıali : Sublime portes (aliyülala kapılar -mekanlar, kaynaklar-. İ:E.) porte-cochere : (FR.,YER,KOLL.,) <port-koşer> : Araba kapısı; konaklarda arabanın girip çıkması için mevcut büyük kapı; konak kapısı önünde arabaya binip inmek için binaya bitişik, üsüt kapalı yer; portemonnaie : <port-mone> para taşıyıcı - ufak para cüzdanı PORTEKİZCE : lütfen! Roman dillerinden biri. Konuşmayı öğrenmek ister misiniz? Önce: “Dil” sözcüğünü okuyun ROMAN Dilleri : V PORTEKİZCE PORTEKİZCE, Avrupa’da, İberik yarımadasının Atlas Okyanusuna bakan penceresinde, Trakya kadar bir araziyi işgal eden bir ulusun kullandığı dil olmakla beraber, Güney Amerika’da Brezilya başta olmak üzere, Afrika’nın eski sömürgelerinde ve Asya’nın doğu sahilinin bazı kısımlarında (Macao) hala kullanılan, İspanyolca’ya oldukça benzeyen bir lisandır. Amerika’da bulunduğum yıllarda 1967-1990, Massachusetts Eyaletinin güney doğusuna, Rhode Island’a doğru uzanmış bölgesinde yerleşmiş birçok Portekiz ailesiyle tanıştım. Daha ziyade ayakkabıcılık ve el işlerine dayanan küçük sanayi ile meşgul olurlardı. Dini festivallerine davet ederlerdi beni. Sade giyinir, sade konuşur, ilişkilerinde yüzeysel gibi davranan çok içgörülü insanlar olarak tanıdım onları. SALEM Üniversitesinde İspanyolca kursları aldığımdan, onlarla İspanyolca konuşmaya çalışırdım, ama gülümseyerek, söylediğim sözlerin Portekizcesini tekrarlarlar, dolaysız tenkit edeceklerine, konuşmayı hemen bir şarkıya döndürürlerdi. Siz ısrar ederseniz, sizi İngilizce konuşmaya davet ederler. (Aynı davranışı “Fransız milli gururu” olarak nitelendirdiğim durumlarda da görebilirsiniz. Montreal’de bir lokantaya gidiyorsunuz, ve Fransız garson hanıma, oldukça iyi bir Fransızca ile menü’den bir yemek istiyorsunuz, aldığınız yanıt İngilizce’dir!) Geçmişlerine ve yaşam adetlerine çok bağlıdırlar. Şimdi gelin, PEI’nin bilimsel araştırmaları ve benim kişisel temaslarımla Portekizce’yi daha yakından analiz edelim. Bir kez, f o n o l o j i (ses birimlerini, dil yapısı bakımından inceleyen dilbilim kolu) yönünden, Fransızların ‘burun’-nazal (nasal) tonuna benzer bir tinnitus ile konuşurlar, özellikle üzrine ‘vurgu’ yapmak (stress) zorunda kaldıkları zaman. İngilizce’de örneğin “measure” (ölçü) sözcüğünü telaffuz edililirken kullanılan dil-‘damak’ kombinasyonu, moderrn İspanyolcada hemen hemen hiç görülmemesine karşın, Portekizcede bol bol kullanılır. “Heceleme” (spelling), Portekizliler için adeta bir moda değişimi gibi, obsesif-tutku halini almış bir dil pratiğidir. Her iki üç senede bir, Portekizli ve Brezilyalı akademisyenleri bir araya gelip, dil fonetiğinde yapılan ‘reform’(?)lar konusunda bir araya gelir giderler. (Son yüzyılda, Norveç Dil uzmanları da hiç olmazsa dört kez bir araya gelerek gereken revizyonları yapmışlardır!) Özet olarak, Portekiz dilbilimcileri, ısrarlarında bir “archaism” - ‘eski sözcük ve terimleri kullanma’ alışkanlığı sergilerler. Pei’nin görüşüne göre, hemen bütün diğer Romans dillerinde önem, sözcüğün ‘tümü’ne odaklandığı halde, Portekiz bilgibleri hala sözcüğü olulşturan orijinal parçaların yeniden inşaı ve ifadesiyle meşguldürler. Örneğin, “to have=malik olma” fiilini alalım, ve <chamarei> = ‘I shall call’ (onu çağıracağım!) ı söyleyeceğimizi düşünelim; onlar, “chama-lo-ei” yi (I shall call him), etimolojik olarak : “to call-him-I have”i tercih eder. ‘Gelecek’(future) ve ‘future perfect subjunctive’ (şartlı mükemmel geleceği) kullanmayı yeğlerler: <parti depois de terem falado” = I left after day had spoken 0 Onlar konuştuktan sonra ayrıldım” diyeceklerine, kelimesi kelimesine, <I left after to have-they spoken = malik olduktan sonra- onlar konuştular> derler. Nesne zamirleri (object pronouns), Franszıca, İspanyolca ve İtalyanca’da adet oolduğu üzere, fiilden evvel kullanılmazlar, ama Portekizce’de, hala eski form izlenir. Örneğin, İspanyolca’da: <le hablo = onunla konuşuyorum>, İtalyanca’da <gli parlo>, Portekizce’de: <fallo-lhe> olarak ifade edilir. Vokabüler de daha sert yankı verir; birbirleriyle çok ortak sözcükleri olduğu halde, İspanyolcadaki <pencere = ventana –ventillasyonla ilgili->, Portekizcede <janela>dır. İspanyolcadaki <yemek yemek = comer>, Portekizcede <jantar>dır. FİİLLER PORTEKİZCE’de : Portekizcede fiiller, ü ç şekilde biterler: 1st Conjugaçoa (Primeira konjugazo) : A M A R = sevmek (Indicative Present) -Şimdiki zaman- (Imparfait) - <anpurfé> -Yakın geçmiş zaman- (Future) - <futor> -Gelecek zaman- a r ile sonlanırlar ame amas ama amamos amais amam Seviyorum amava amavas amava amavamos amaveis amavam Seviyordum amarei amaras amara amaremos amareis amarao Seveceğim ARTICLE - ARTIGO (Harfi tarif): <Artigo Definido> = é, le, la, les le pao = ekmek; le menino = çocuk <Artigo partitivo> = E, de, de la, des 2nd Conjuguçao <Segunda Conjuguçao> BEBER : bebo vinho e agua = ben şarap ve su içiyorum er ile sonlanırlar İçmek (Indicative present) -Şimdiki zaman- bebo bebes bebe bebemos bebeis bebem (Imparfait) - <anpurfé> -Yakın geçmiş zaman- bebia bebias bebia bebiamos bebieis bebiam (Future) - <futor> -Gelecek zaman- beberei beberas bebera bebereamus bebereis beberao İçiyorum - İçiyordum İçeceğim ADJECTIVO (Sıfat) Belo = İyi, güzel; pl.: belos Adjectivos e pronomes demonstrativos : Um : Bu, Orada : la O que = o que fala = konuşan budur Adjectivos possesivos 3rd Cunjugaçao <Terceira conjugaçao> UNIR : Birleştirmek o meu jardim e a minha caoz = benm bahçem ve evim E um libro : Benim kitabım, sao livros : Senin kitapların i r ile sonlanırlar (Indicative Present> -Şimdiki zaman- uno unes une unimos unis unem (Imparfait) - <anpurfé> -Yakın geçmiş zaman- unia unias unia uniamos unieis uniam (future) - <futor> -gelecek zaman- unirei uniras unira uniremos unireis unirao PRONOME : Zamir Pronomes complemento directo : (me,te,se; nous,vous,ils) Que – pronom demonstrativeQui – Quem : (Kimi?) Qual – Quel (Ne?) Cujo (değiller-don’t) Dele (ondan...) nisso : (orada...) - Birleştiriyorum Birleştiriyordum Birleştireceğim Ben seni görüyorum : vejo-te O sizi görüyor : ve-vos O livro que lelo : Okuduğum kitap! Em quo pensus? : Kimi düşünüyorsun? qual é o nome dele? Onun ismi ne? Aquele cojos filhos estero aqui? Bunlar onların burada olmayan çocukları Falo dele : Ben ondan bahsediyorum... estou nisso : Ben oradayım... -devam edecek- İ.E. Pos bıyık, bıyıklı : Uzun, iri, kıvrık bıyıklı “Yıl Rumi 1328. Eşref pos bıyıklı, yirmi yaşlarında yağız bir delikanlı. Yolcu treninin arkasına bağlanan göçmen kara vagonlardan birinin kapısına oturmuş, bacaklarını aşağıya sarkıtmış, uyumakta olan yer ve göğün sessizliğini bozan düzenli, ritmik tik-tak’lar içinde, güzel kasabasını, Filibe’yi izliyor.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57) “Pos bıyıklı, hardal rengi suratlı iri yarı bir adam olan Kurtz, kendisinin de titrediğini fark etti. Wide Oaks’a at arabasıyla gelirken bu görüşmesinin provasını yapmıştı.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:16) POSİTİVİSM : (FELS.,DAVR.,KOLL.) -poziti’vizm> : Pozitivizm, Müspetçilil-Olumluluk; AugusteCompte Felsefesi ; Bk.: O l g u c u l u k Pos ormanları : Sedir ağacı topluluğu; Sedir, kozalaklılardan, ortalama 40 m. yüksekliğinde, yeşil renkte ve iğne yapraklı, yapraklarını dökmeyen, yapı ve özellikle gemi gövdesi, direkleri inşasında kullanılan ulu bir ağaç “ ‘<Arsen Sediryan>…Babam hem demirci hem de marangozdu. Pos ormanlarını babam kadar bilen bir usta daha yoktu. Eskiden beri bu dünyada pos ormanları kadar büyük bir sedir ormanı daha yokmuş. Kadim <eski> zamanlardan bu yana bütün Akdenizin büyük tekneleri, teknelerin direkleri pos ormanlarının sedirlerinden yapılırmış. Onun için bize dedemden, dedemin dedesinden dolayı Sediryanlar diyorlar.’ ” (Y. Kemal, Bir Ada Hikayesi 3, “Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:178) Posset : (İNG.,İÇKİ,KOLL.) <po’sıt> : Şarap veya bira ile kesilmiş sıcak ayran Possunt quia posse videntur : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <Po’sunt kuia po’se viden’tur> : Yapabilirler, çünkü yapabileceklerini düşünüyorlar : They can, because they think they can (İNG.) Posta : Sefer, kez; Mektup, evrak “Eve dönüp elime bir içki aldığımda saat altı olmuştu. iyice sarhoş oldum. canımı öyle sıkmışlardı ki Kathy’ye 3 posta gittim. bir pencere camı kırdım. kırık cama basarak ayağımı kestim.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:85) “ ‘... Bence acıklı bir zaaftır ki, Köpek hırsızı Taylor’a arka çıkıyorsa, rehberden rastgele seçtiği isimlere kara çalarak zavallıların gırtlaklarını kesmelerine ya da ülkeden kaçmalarına sebep olan Mr. Bernard Gregory gibi bir şantajcıya da dolaylı olarak arka çıkıyor demekti. Ayrıca durum tartışma kaldırmayacak kadar açıkken neden felsefe yapıp duruyoruz?’ Mr. Browning işte böyle esip savuruyordu New Cross’dan, günde iki posta.” (V. Woolf, “Flush”, sa:77-8) Posta arabası; Posta atı : Eski devirlerde, kent-kasba-köy arasında mektup, paket, telegraf vb. iletişimi sağlayan atlı araba ve at “Neyse ki posta arabasının sahibi onları ortadan kaldırıp ahırlarını donatacak kadar işe yaramaz beygirleri toplayacak zamanı bulabilmişti. Hemen gidip atların saklandığı bataklıklardan iki at getirdiler. Üç saat sonra da Fabrice kırık dökük ama güçlü kuvvetli iki posta atı koşulmuş küçük bir arabaya bindi.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:95) Posta edilme, Postalanma : Arzusuna karşın gönderilme, hemen yollanma “Kızılsaçlının kendisini fark etmediğini görünce, gizli bir şey söylüyor havalarında kulağına eğildi ve tümüyle ondan yana olduğunu açıkladı. Yirmi altı yıldır, üç çocuk babasıydı kendisi. Korkunç bir yumruk, onu kayar adım Therese’ye postaladı. Şapkası yere düştü.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:332) “Böylece, ortaokuldan mezun olur olmaz, Hasan, hayatında üçüncü kez bir yerlere postalanıyordu. Gönlü huzur dolu idi. Bu sefer, bilinmeyen ülkelere, hem de uçakla gidiyordu. Gideceği aile, kendi öz benliğine, yani sosyal ve ekonomik klasına daha yakındı.” ..... (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:173) “Nitekim en son Boğaz’daki otel teftişinde korktuğuna uğramıştı. Nasıl da hiç ekini belli etmeden, nasıl da şip-şak oluvermiş, nasıl da posta edilivermişti.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:39) “Ne olduğunu kendisi de anlamıyor. Kaskatı kesilmiş alnının arkasında, haince indirilen darbenin acısını hissediyor, ama bu darbeyi kimin indirdiğini bilemiyor. Ona birşeyler olmuştu, buradan postalanıyordu, ama nedenini bilemiyordu.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:140) Posta güvercini : Haberci, köstebek “1. POLİS - Ekip-7 arıyor. (ANTONIO girer. Yanında 2.POLİS vardır.. Beli kırılmış gibi hareket etmektedir. Her tarafından su fışkırır, eğer mümkünse, kulaklarından bile..) ROSA - İşte benim posta güvercinim de geldi! Biraz daha dikkatli olamazdın değil mi?” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:73) Postal : Hizmetçi olarak kullanılan kızlar, sıradan kimseler, kendini genç ve kibar satmak isteyen kimse; asker çizmesi “Kırdığım potu o zaman anladım. Meğer konuk genç kızlar sanıp dansa davet ettiğim postallar, biraz önce bana da hizmet eden kızlarmış. Şampanyanın etkisi olmasa kim bilir ne kadar sıkılacak, utanacaktım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:119) Posta tatarı : Eski toplumlarda mektup, haber ileten atlı ulak “Üniformalarından anlaşıldığı kadarıyla bir grup kayıkçı ya da posta tatarı, delikanlıca bir meydan okumayla avaz avaz avaz avaz en yakası açılmadık meyhane şarkılarını söylerlerken bir ağaca doğru savrulup dudaklarında küfürlerle sulara gömüldüler. Yaşlı bir asılzade -kürklü kaftanından ve altın kösteğinden anlaşılıyordu asil olduğu- Orlando’nun durduğu yerin yakınında, son nefesinde bu şeytanlığı planlamakla suçladığı İrlandalı asilere lanetler okuyarak dibi boyladı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:48) Postayı kesmek : Selam sabahı, görüşmeyi, ziyareti yitirmek “Üç gün, kesesini diğerlerinin verdikleriyle doldurmayı başardı. Ama çok geçmeden onlar da postayı teker teker kestiler.” (O. Henry, “viski soda”, sa:234) posthumous : (PSYCH.,KOLL.) <post’jumıs> : -sıfat- Babasının ölümünden sonra doğmuş; müellif <yazar>ın ölümünden sonra yayımlanmış; birisinin ölümünden sonra oluşmuş postliminium, postliminty : (KOLL.,HUK.,) <post’limini’ım; pos’limini> : Savaşta alınmış esirlerin ve yağma ve çapulculuk edilmiş şeylerin savaşöncesi yerlerine ya da hukuk sahiplerine iade edilmeleri post tenebras lux : (LAT.,ZAM.,) <post teneb’ras lukis> : Gün batımından sonra = Down (İNG.) Postu atmak, sermek : (Çoğu zaman izinsiz, bir kargaşadan yararlanarak) Yerleşmek, bir yere sahiplenmek “O zaman Antoine, Périgueux’deki yeğeni Achille Orly lehine tahttan feragat eder ve bedeleri tarafından bahşedilmiş onurla ölür. Ama I. Achille, bendelerine kavuşmayı düşünmez. Paris’e gelir, postu kibarlar alemine serer, kabul ettiği İmparator ünvanıyla, bu çevrede tatlı hayat sürer.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:207) “İhtiyar bu gülümsemeden sarsıldı, dudakları titredi, minnetinden ağlamaya başladı. O günden sonra evsiz barksız ihtiyar sığıntı Gruşenka’ya postu serdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:92-3) “Eski ev, içeriye postu atan, ölünün odasına doluşup sessiz cesedin etrafında toplanan, tüyler ürpertici ölüm çığlıklarını yineleyen, dayanılmaz, hayvanca bir esrikliğe girmiş acuzelerin acı feryatlarıyla çınlıyordu.” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344-5) “Martin Holub, hemen geldiği gün, çiftlik idaresiyle anlaşmaya varmış, karısı ile iki çocuğuna ve gündelikle tuttukları bir kaç işçiye yapacaklaını gösterdikten sonra, postu meyhaneye sermişti.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:3) “Teğmen Lukaş, göğüs geçirdi, Şivayk’ı yan odaya götürüp kapıyı kapattı, masaların arasında voltalamaya başladı. Sonra birden durup Şvayk’a, ‘Kadın, senin domuzun teki olduğunu yazmış,’ dedi. ‘Ne halt ettin, çok merak ediyorum.!’ ‘Hiçbir şey yapmadım, komutanım. Kendisine son derece saygılı davrandım, ama o eve postu sermeye kalktı. Sizden bu konuda bir emir almadığım için hanımefendiyi içeri bırakmadım. İnanır mısınız, babasının evine döner gibi iki bavulla geldi hem de.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:197) Postu kurtarmak : Öldürülme tehlikesinin üstesinden gelerek kurtulmak; Herhangi kötü ya da sorumsuz bir konumdayken vartayı atlatmak “ ‘Çölde doğdum ben; bedevi granitinden yapılmışımdır. Hepiniz de yaltaklandınız ona, yeminler, öpücükler: Ha, bacaklara kuvvet! Bütün derdiniz postunuzu kurtarmak. Ama ben, -o vahşi, o şeytan, o boğazkesen ben- onu terketmeyeceğim.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:325) postulant : (DİN,HUK.,,FELS.,KOLL.) <postu’lan> : Talip, taleb eden <isteyen>, aday, istiyen; Papazlığa namzet kimse; postulate <pos’tü’leyt> : Dilemek, talep etmek, kanıtsız kaziye olarak kabul etmek Postumus : (LATİN MYTH) M.S. 258 yılında kendini Galya İmparatoru ilan ettirip, M.S. 268 yılında kendi askerleri tarafından öldürülen Romalı asker; Bk.: Post-humous “ ‘Dostlar, neşeyle yiyip içelim Lambada yağ olduğu sürece: Öteki dünyada görüşüp görüşmeyeceğimizi kim bilir? Kim bilir, öteki dünyada da bir meyhane olup olmayacağını?’ ‘Horace da dostlarına böylesi öğütler verirdi. Siz, Postumus, onları kabullendiniz. Siz, Leuconoé <ROMA Tanrıçası Minée’nin kızlarından biri>, geleceğin sırlarını bilmek isteyen isteyen isyankar güzel kadın, işittiniz onları.’ ” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:32) Postu(nu) (sudan) kurtarmak : Hayatını kurtarmak “ROSA - Ne yani, ona Kızıl Tugay’ların operasyonu içinde yer aldığımı mı söyleyeyim? Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. İKİZ - Gerçekten hiçbir tehlikesi yok bu işin. Eğer kartlarımızı iyi oynarsak, postu kurtarabiliriz. Belki Antonio’yu da bu işten sıyırabiliriz.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:72) “Ben yirmi yaşında, postunu sudan kurtarmış bir insanım, canım nasıl isterse öyle yaşarım.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:128) pot : (KAB, KUMAR, GEOM., SPOR,GİYSİ,KOLL.) <po’t> : Kab, madenden ya da topraktan yapılmış yuvarlak kab, kavanoz; bir kab dolusu; istakoz vs:yi tutmaya özel sepet; baca başlığı; kumarda bir defaya mahsus ortaya konan başlangıç parası; bir nehrin dibinde akıntının açtığı yuvarlak çukur; bu çukurda bulunan çakıl; pot hat : melon şapka; pot lead <po’t led> : yarış kotrasına hız vermek için tekneye sürülen siyah kurşun boyası; pot shot : sadece çantayı doldurmak için avlama; kısa mesafeden silah atma; pot valiant : sarhoş ılduğu için kabadayı olan kimse; pot walloper : İngiltere’de 1832’ye kadar oy verme hakkı, ev sahibi olmasına bağlı olan kimse; DENİZ ARGO: Ahçı yamağı; chimney pot : baca başlığı, ocak külahı; chimney pot hat : silindir şapka; coffeepot : sofra kahve ibriği: flowerpot : saksı; glue-pot : tutkal kabı; go to pot : <slang-argo> bozulmak, mahvolmak; inkpot : mürekkep hokkası; in one’s pots : sarhoş; keep the pot boiling : geçimini kazanmak; lobster pot : ıstakoz sepeti; tea-pot : çaydanlık potation : (İÇKİ, KOLL.) <po’teyşın> : içki, -sıfat- potatory : içmeye ait, içme kabilinden potbelly : (TIP,KOLL.) <pot’beli> : Büyük ve şiş karınlı insan potboiler : (EDE.KOLL.) <pot’boilır> : Yalnız geçim parası kazanmak için yazılan kitap pothouse : (İÇKİ,KOLL.) <pot’haus> : alelalade meyhane (Yeni Redhouse Lügati) Pot kırmak; Pot üstüne pot kırmak : Hatalı söz söylemek ya da öyle davranmak, yanlış yapmak “O gece, bir kayalığın yanına uyku tulumlarımızı serdikten sonra uzanıp eline dokunuyorum. Yavaşça elini çekiyor, evli olduğunu söylüyor. Saçma sapan bir pot kırdığımı anlıyorum; sonra, kaybedecek bir şeyim olmadığından çocukken gördüğüm hayalleri, dünyada sevgiyi yaymakla ilgili yüklendiğim görevi, doktorun sara teşhisini anlatıyorum ona.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:194) “ROSA -... unuturuz, herşey eskisi gibi olur... geçmişe sünger çekeriz... (Yaralı inler.) yo Antonio, yanlış anladın, süngeri sana çekmeyiz. (Kendi kendine.) Aman Tanrım, pot kırdım. (Doktora.) Ama çenesi de yok olmuş... ne büyük bir delik açılmış...” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:14) “Şu Mozambik’lerde ne tuhaf bir hava vardı. Şehirliler onlara kendi görgülerini aşılayacakları yerde itaatli bir öğrenci gibi onların görenekleri altına giriveriyorlardı, öylesine bir itaat ki... en küçük bir pot kırmamak için içleri titriyordu.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:51) “-Ah more Marco diye bağırdı zavallı amiral; bu dert sürüp gitmez böyle! Ölüyorum ben ölüyorum! Nerrantsula, kırdığı pota kendi de şaşmış, saf saf yüzümüze baktı..” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:75) “Gidiş o gidişti. Ne ertesi günü, ne daha ertesi günü ve gece hiç görünmedi. Üçüncü gün, köprünün Boğaziçi iskelesinin üstünde kendisi ile karşılaştık. Koltuğunda keman kutusu vardı..... Uzaktan beni gördü, görmemezliğe geldi. Anladım, kızgınlığı daha geçmemişti. Yanımdan geçerken seslenecek oldum için bundan caydım..... Belki de benim kendisine seslenmem ile köprünün ortasında herkese karşı bar bar bağırarak koskoca bir pot kırar, hem kendini, hem beni oracıkta maskara eder, bırakırdı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:45-6) “Dr. Don Barreda y Zalvidar öykünün burasına gelince, şikayeti kayda geçirirken, Buenos Aires’lilerin doğal ihtiyaçlarını da yemek yedikleri ve uyudukları yerde görme alışkanlıklarının Huanca Salaverria ailesinde de uygulandığını istemeden açıklamış olan polis memurunun kırdığı pota gülümsedi.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:102) “Doğduğu ülkede işler gerçekten böyle mi yürürdü? Adam pek emin değildi. Ama öne sürülen gerekçe karşısında eli kolu bağlanmıştı. Her göçmen pot kırmaktan çekinir ve ülkede kalmış olanlar onda gülünç düşme korkusunu ve sıradan bir turiste dönüşmenin utancını kolayca uyandırmayı başarabilirler. Adam parasını cebine koydu.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47) “En iyisi, artık hiçbir şey söylemeyip susmak. ‘İşle ilgili bir sıkıntım olursa, sizi arayabilir miyim?’ diyor. Böyle pot üstüne pot kırdığım durumlarda hep olduğu gibi, saçmalamayı sürdürüyorum: ‘Elbette,’ diyorum. ‘Böyle yeteneklere yardım etmek vazifemiz.’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:515) “Kırdığım potu o zaman anladım. Meğer konuk genç kızlar sanıp dansa davet ettiğim postallar, biraz önce bana da hizmet eden kızlarmış.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:119) potla(t)ch : (U.S.A.,MYTH.,) <pot’laç> : Amerika Yerli Kabilelerinde zengin bir adamın kabile efradına hediye kabilinden verdiği ziyafet potpourri, potpuri : (MUS.,FR.) ‘Pot-Po(u)rri’den alıntı; aralarında resmi bir ilinti olmaksızın bir araya gelen çeşitli nağmeler topluluğu <medley of tunes> -alaturka ‘taksim’e benzer-; bir odaya güzel koku vermek için kavanoz içinde biriktirilen gül yaprakları ve baharat; EDE.: Kısa edebi şah’eserlerin bir araya getirilip okunması, yaşanması “Meyhaneci mutfağa küçük bir masayla iki iskemle getirdi, yeşil fanuslu bir gaz lambası da yaktı. Bu arada meyhanedeki müzik dolabında tekrar plaklar dönmeye başlamıştı. Askeri marşlar potpurisi kulağa geliyordu. Tabii içlerinde Radetzky Marşı’ndan trampetler de vardı.” (Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:129-30) pouncet box : (İNG.,SOSY.,KOLL.) <paun’sit baks> : Tepesi delik, eski bir çeşit lavanta kutusu pound : (EON.,FİZİŞK,KOLL.) <pa’und> : 1) İngiltere lira’sı; 2) İngiltere’de: 454 gr.’lık ağırlık pour acquit : (FR.,PARA,KOLLL.) <pur aki> : Ödeme yapıldı = Payment received; paid (İNG.) pourboire : (SOSY.,KOLL.,FR.) <pur’buar> : Bahşiş <kelimesi kelimesine : içmek için>; pourparler : ilkel tarzda karşılıklı konuşma, müzakere <kelimesi kelimesine -mot-a-mot : konuşmak için> powwow : (U.S.A. MYTH,KOLL.) <pau’vau> : Amerika yerlileri arasında sihirbaz; bir hastalığı iyi etmek için veya av bulmak için yapılan sihirli ayin; bu yerlilerle müzakere için yapılan toplantı; toplantıda müzakere Pox : (TIP,KOLL.) <Paks> : Frengi, çiçek gibi bulaşıcı hastalıklara genellikle verilen isim; (Bk.: Frengi, Napoli illeti!> ; chicken pox : su çiçeği; cowpox : ineklerin çiçek hastalığı <ki Dr. Edvard Jenner, (17491853), hemşirelerin mabudesi Florence Nightengale’le, 1796’da, Türkiye, Trakya’da, Sarah Nelmes adındaki bir sütçü kızın parmaklarından inek çiçek’ine bağlı ineklerden aldığı döküntü örneğindeki canlı mikroplardan yaptığı bir solüsyonu, sekiz yaşındaki James Phipps’e aşılar; onda hafif bir ateş ve döküntü görülür, 1 Temmuz’da ondan alınan madde örneğiyle geröek hasta ve diğerleri şifa bulur. Ana Britabbica, Cilt:17’den kısmi alıntı.İ.E..>; small pox : çiçek hastalığı (Yeni Redhouse Lügati) Poyraz : Genellikle kuzey’den esen, sert rüzgar “Poyraz daha sabahtan esmeye başlamıştı, ama gemiciler yelkenleri ancak saat ikide yisa edebileceklerdi. Gemi, yalnız yelkenlilerin girebildiği Rio Açu Nehri’nin ağzında bekliyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:11) Poz; Poz kesmek, yapmak : Gösteriş amacıyla bir tavır takınmak, yapay sunu “Dışarı çıkar çıkmaz, anlaşılan enikonu bir neşeye kaptırmıştım kendimi. Sanki bir dostum köşeyi dönmüş de kayıplara karışmış gibi sokak içerisine bir isim haykırdım. Sıçrayıp havaya fırlattım şapkamı ve çalımlı bir pozla yeniden yakaladım.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:7) “Günlük hayatı sürdürebilmek için herkesin öyle kafayı fazla takmadan, -belki de hiç takmadanyapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da ‘poz yaptığım’ için kendimden nefret etmem gerekiyordu?” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:300) “Etkilendiğini şimdi gizlemeye çalışan, ama sahte kayıtsızlığına karşın, istemeye istemeye uzaklaşıyormuş gibi görünen baron, bir gidip bir geliyor, gözlerinin güzelliğini en çok ortaya çıkaracağını düşündüğü şekilde boşluğa bakıyor, kendini beğenmiş, aldırmaz, gülünç bir havaya bürünüyordu. Hep bildiğim alçakgönüllü, iyi yürekli görünümünden bir anda sıyrılmış olan Julien ise..... abes bir küstahlıkla elini beline dayıyor, poposunu sergiliyor, orkidenin, mucize eseri gelen yaban arısına yapacağı cilvelerle poz veriyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11) “PENCERE ------------Bence bir bakıma fotoğraflar da dayanamaz çerçeve camlarının ardında, nasıl poz verilmiş olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun duruşları, hayatlarının durdurulmuş bir anında, gururlu bir saflık içinde.” (Y. Ritsos, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:75) “HECTOR -... Sonunda hepimizi alteden, aileden kadınların kafalarında yarattıkları kahramanlardır. Hem kıskançlık, sizin şu görmüş geçirmiş, efendi adam pozunuza yakışmıyor. RANDALL - Rica ederim, Hushabye, insan poz kesmekle suçlandırılmadan da çelebi olabilir.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:110) Pozisyon : Durum, vaziyet; (Koll.) Bir kimsenin işinde ya da resmi ödevinde derecesi; (Cins.) Sevişme şekli “Sevişmeye başladıklarında, birleşmelerini her zamankinden yırtıcı, bir yangın kadar muazzam hale getirmeye zorladı kendini. Ama sessiz bir sevişmeyle (çünkü soluk soluğa fısıldanmış birkaç coşkulu sözcük dışında daima sessiz sevişirlerdi) nasıl yapılabilir bu? Evet, nasıl yapılmalıydı? Hızlı ve sert devinimlerle mi? İnlemelerin ses perdesini yükselterek mi? Pozisyonları durmadan değiştirerek mi? Başka usulleri bilmediğinden bu üçüne başvurdu. Özellikle ve kendi inisiyatifiyle her an pozisyonunu değiştiriyordu: Kah dört ayak üstüne çömeliyor, kah erkeğin üzerine biniyor, kah hiç denemedikleri, tamamen yeni ve son derece zor yeni pozisyonlar icat ediyordu.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:182) POZİTİVİZM = OLGUCULUK; (OSM.: İspatiye; FR.: Positivisme; İNG.: Positivism; ALM.: Positivismus; İTA.: Positivismo; <İSP.: Positivismo) : Sadece o l g u’ların bilinebilir olduğu inanç sistemi “Imanuel KANT (1724-1804) ve İskoçya’lı filozof David HUME’ (1711-1776) un kurduğu, hemen sonra Auguste COMTE’ (1798-1857)un biçimlendirdiği p o s i t i v i z m, sadece, “olguların” bilinilebilir olduğunu prensip kabul eden varsayım. Hume, ‘İnsan Doğası Üzerine’ ve Ahlak İlkeleri’ adlı inceleme eserleriyle, “aklın ilkeleri alışkanlık ve tekrarlamaların güçlendirdiği fikir bağlantılarıdır; dolayısıyla, bilimsel yasaların gelecekle hiç bir ilgisi olamaz” bildirisini vermişti. Tüm idealistler de, doğrudan ya da dolaylı olarak bu akımla ilgilenmişlerdir. Comte, “insan kafasının soyutlanmasından doğan m e t a f i z i k, deney, dolayısıyla bilgi alma dışındadır” demişti. CONDILLAC’ (1715-1780), olguları, duyumlara indirgemeye çalışmıştır. Zaten, bu felsefi görüşe olan itirazlar üç kademelidir: 1) Sistem, ‘bilimcilik’ savına karşın, ‘bilimdışıdır’; 2) ‘Bilim, Eski Yunanlılarda aritmetik’le başlamış, matematiğe ulaşmış, bugün, hemen en üst düzeye: tolumsal fizik Sosyoloji’ ye kavuşmuş, fakat, sosyoloji, metafiziği aşamamıştır. Zaten Kant da, “Olgular, genel duyumculuğa uygun olarak, spiritüalizm’in insan us’unu kavrayamayacağını, tümüyle bilemeyeceğini savunmuştu.’ ” (Orhan Hançerlioğlu, “Felsefe Sözlüğü”, sa:289) pozzolana, pozzuolana : (İTA.,SANAYİ,KOLL.) <pozo’lana, pozuo’lana> : İtalya’nın Vezüv civarındaki volkanik arazisinde bulunan ve çimento sanayiinde kullanılan kırmızı toprak : puzolan Pöf : Pis bir koku duyumsandığında, genellikle eli de buruna götürerek, yüzü eşkiterek sergilenen davranış “Tüm gücüyle asıldı; iki eliyle biraz tırmanmayı başardı. Sabit bir destek noktası vardı artık, bacağını kurtarmayı becerdi ama hala acıyordu. Duvara doğru atıldı, tümbedeniyle balkona girmeyi başardı. Kapıyı itti. Evden çıkan buğu onu yutacaktı sanki. Çok kötü kokuyordu. Jasmin’i içeri almak için kapıya koştu. -Pöf, dedi kız. -Hiç yıkanmayan bir ölü. -Nerede? -Bilmem.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:170-1) Pöh : Umusamazlık, önem vermezlik sayhası “... ‘Ne o? açgözlü herif? Bu saatte hala daha zıkkımlanmayı mı düşünüyorsun?’ Bolda, tiz sesiyle gülerdi: ‘Evet, leş kargası, daha karnım aç. Var mı bir diyeceğin? Bunu gene Bolda’nın tiz gülüşü ve büyükannenin, sanki bir tiksintiyi dile getirircesine, boğuk sesle çıkardığı ‘Pöh!’ sesi izlerdi. Çoğu zaman da yalnızca fısıltı halinde konuşurlardı.” (H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10) “ ‘Monsenyör, bunlar sizi soyarlar.’ ‘Soyulacak hiçbir şeyim yok.’ ‘Sizi öldürürler.’ ‘Acayip şeyler mırıldanarak geçen yaşlı bir rahibi mi? Pöh! Neye yarar ki?’ (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:54) “ ‘Pöh! Kendi karakolumuzda ölen bir adamın kimliğini bile tespit edemiyorsunuz! Herhalde kocamın ölmeye hak ettiğini de düşünüyorsunuz Şef Kurtz!’ ‘Ben mi?’ Kurtz panikle yardımcısına baktı. ‘Neler diyorsunuz bayan!’ ” (M. Pearl, “Dante kulübü”, sa:72) Pörsük : Kurumuş, buruşmuş, gevşeyip sarkmış (Deri, vücut, yüz) “Şimdi, Doğulu kocakarılar ve pörsük bedenli polislerin çevresinde, bir üçüncü çember daha olduğunu fark etti, yaşlı kadınlar gibi saat yönünde dönen ve elektronik ses postasını andıran sesleriyle özlemle dolu, yalvaran bir şarkı söyleyen arkadaşlarından oluşan bir dış çember.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:408) Pörtlemiş, Pörtük pörtük : Patlayıp dışarı pırtlamış (göz, meyve), yer yer dökülmüş (deri), fışırmış (su) “Akşam olunca camlı kapının kepenkleri çekilir. Sıvası pörtük pörtük ak badanalı yüksek duvarları boyunca çakılmış askılara tüfekler, av çantaları, bataklık çizmeleri asılır.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:90) “Binbaşı kan ter içinde kalmış, boyun damarları şişmiş, iri mavi gözleri pörtlemişti. Sol ayağını onların önüne uzattı, pantolonunu yukarı sıvadı: ‘Şu bacağıma bakın, ne bacağımda ne de başka bir yerimde kurşun yarası yok. Dağa çıkıyorduk, bir bora fırtına başladı ki, dörtte üçü donmuş taburumuz geriye döndü, düzlüğe indik, göbeğimize kadar kara gömüldük, yerimizden kıpırdayamadık. Gerisini hatırlamıyorum….. Gözlerimi bir açtım ki,…. Benim iki bacağım yok…. Köyün cerrahı kurtardı bir bacağımı. Bu bacakla Kurtuluş Harbine gönüllü katıldım. İstiklal Madalyası daha bana gelmedi. Beni derhal unuttular.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:127) Pösteki saydırmak : Son derecede titizlikle bir işin denetimini yaptırtmak, sevimsiz ve gereksiz bir işi yinelemek “-... Çünkü bu akşam kasa ile defter birbirini tutmadı, sen bize pösteki saydırırsın. İşine gelirse böyle... Gelmezse... İşte iki yüz elli bin liralık çek... Al git, hangi taş katıysa başını ona çal!’ deyip resti çektiler!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:192) ppursi muove : (LAT.) <pursi muove> : “Her şeye rağmen dünya dönüyor!” (Galileo GALİLEİ) Pracnaparamita : Bk.: Sutra praetor, pretor : (ROMA TARİH., HUKUK,) <pre’tor> : Eski Roma’da, hükümetin başında bulunan iki cumhurbaşkanından sonra gelen en yüksek hakim : p r e t o r Prafa : Üç kişi arasında otuz ikilik desteyle oynanan bir kağıt kumarı (Argo) “Cami duvarı dibindeki Küllük kahvesi yükünü tutmuş... Kahve, çay içen hamgisi, gazos, ayran içen hangisi... Şurda tavlaya kapanmış tavlacılar, cahar (cıhar-dört) atıp şeş (altı) oynamak çabalamasında... Beride pastıraya, cimdallıya, altmışaltıya, başkaca pikete, prafaya ve de dört başlı dominoya yumulmuş kumarcı takımı...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56) PRAGMATİZM : (FELS., KOLL.) <pragma’tizm> : Pragma’cılık, d o ğ r u l u ğ u ve g e r ç e k l i ğ i tek yanlı olarak ve yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile doğrulandıran, mantığa göre açıklayan öğreti Pranga; Prangaya vurulu : Eskiden ağır cezaya çarptırılmış mahkumların ayaklarına vurulan kalın zincir, halat “GÖRÜŞ GÜNLERİNDE SÖYLENECEK <1985> -------------------------------------------------Dört duvar arası volta atarlar ezgili birer türkü taşırlar dudaklarında ve yürekleri prangalıdır kimilerinin uykularını uyuyamadıkları için gece kuş uçurmasınlar diye şafaktan önce” (Hüseyin Alemdar<d.1962>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:170) “ELEJİ <1870> O mu? Hadi söyle! Hiç tınmıyor halk. Pranga seslerinden korkunç ve derin ne mümkün özgürlük sesini duymak: öfkeli halk gösteriyor gizlice, kaputlu safını seçkin türlerin, güdülen cüppeli bakar körlerce.” (Hristo Botev<1848-1876>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.02.06) “Çılgın çocuk Öbür evdeki çılgın çocuk Prangaya bağlanmıştı. Geceleyin öyle oldu ki Onun ulumasını dinledik. Yatağımda fısıldadım: Ulu Tanrım teşekkürler! Hiç değilse ben hürüm.” (Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “BİZ Biz, dedi biri, içimizden biri Kayıp kuşağız. Nafakamız uğruna dolandırdılar bizi Hakkımız olan çoktan paylaştırılmış Yalan biberonuyla büyütüldük Sahterkarlık mamasıyla beslendik Geçmişin kırbacıyla terbiye edildik Duvardaki Şeytanla korkutulduk Korkudan kırana dek prangayı” (İnge Müller<1925-1966>-Meral Asa; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.04) “YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ IV -----------------------------------Nasıl oldu da kapandı kapıları bağlarımızın? Nasıl karardı damların, ağaçların üstündeki aydınlık? Kimin dili varır demeye? Neden toprak altında yarısı? yarısı prangaya vurulu? Bak nasıl iyi günler diliyor güneş sayısız yapraklarla ve uçuşan bayraklarla dolu gökyüzü, gene de prangaya vurulu kimi, kimi toprakta.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:41) “DENİZDE YENİLGİ -------------------------çılgın gelgitleriyle aklının, gözdağı verdi köpürerek öfkeden gövdesini yıpratan denize gıcırdatıp dişlerini öykünürcesine ona: ‘Şimdi sende küstahlık sırası, oysa önceden bir prangan vardı kendirden zorba boynunda.’ ” (Timotheos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:43) Prater : Viyana’nın ‘Leopoldstadt’ bölgesinde bulunan, orman ve çayırlıktan oluşan bir dinlenme ve eğlence alanıı. İçindeki lunapark’ta bulunan büyük dönme dolap, Viyana’nın sembollerinden biridir. “Prater’e gitme yolundaki ilk kararlarından hemen caydılar, çünkü muhteşem parkın ağırbaşlı sükunetini bozan tiz sesli, gürültülü pazar curcunasından korkuyorlardı. Onların Prater’i, ihtiyar kestane ağaçlarıyla geniş, bakımlı caddeler, kavisler çizen ve karanlık ormanlarda biten geniş, yeşil düzlükler, doygun ışıkta güneşlenen ve çok yakındaki nefes alıp inleyen milyonluk şehirden haberi bile olmayan aydınlık çimenliklerdi. Fakat tatil günü bu büyü kaybolmuş, akın akın gelen kalabalıkların ardına saklanmıştı.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:103) preclude : (DAVR.,KOLL.) <.prek’lüd> : Menetmek, mani olmak, dışarda bırakmak, imkansız kalmak preclusion: <prek’lü’jın> : menetme, dışarda bırakma predella, çoğul: -le; (DİN,YAPI,KOLL.,İTA.) <pre’della, -le> : Mihrap-altar basamağı; bu basamağın üzerindeki resim; ardındaki raf gibi çıkıntı prejudice : (PSYCH.,DAVR.,HUK.) <pre’ju’dis, pre’je’dis> : Gerçeği tamamiyle bilmeden karar veya hüküm verme; tarafgirlik, haksız hüküm; HUK.: zarar, ziyan, birine tesir ederek ziyan vermek; prejudice against : haksız hüküm; prejudice in favor of : birinin kazancına-lehine (?haksız) hüküm vermek; without prejudice : lehte ya da aleyhte etki altında kalmamak; Prejudicial : Zarar verici, ihlal edici (Yeni Redhouse Lügati) Prelude : (MUS.,SES,KOLL.) <pre’lüd> : Batı Müziğinde, ses ya da saz eserine giriş parçası ; prelüd; mukaddeme; prelusion <pre’lü’jın> : aynen “Hatta <Sol Major Prelüd>’de bu notalar, o uçucu eşlik partisinde incelikli ve üstü örtük bir çağrıyla verilenlerin, biraz daha aralıklı yazılmış aynılarıdır. Bunun farkına varmak ve neredeyse belli belirsiz biçimde duyurmak iyi olur; buysa, virtüözlerin yaptığı gibi, bu prelüd katlanılmaz bir hızla çalındığında mümkün olmaz. Ne kolaylık! Ne dinginlik!” (A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:41) premillennial : (DİN,HIRİST.,KOLL.) <pre’mile’niıl> : Hz. İsa’nın bu bin seneden evvel geleceği nazariyesi : (FR.,DAVR.,KOLL.) <prö’ne gard !> : (Kendinizi) kollayın; etrafına bak’ Gard’ını al! = Take care, watch out (İNG.) Pre-Raphaelit’ler : (ING. MYTH.) : Ön-Raffaelloculuk’a ait. Raffaello’nun seleflerinden <daha önce gelen ressamlar> ilham alan estetik doktrin. 1848 yılında, İngiltere’de bir grup genç İngiliz sanatçısı ve edebiyatçısı: Holman Hunt, Millais, D.G. ve W.M. Rossetti tarafından oluşturuldu. Sanat ve edebiyattaki yeni geleneklere karşı çıkan grup, örneğin resimlerini ‘Doğa’dan yapar ve özellikle Raffaello’yu hiçe sayar göründükleri için eleştirilmişlerdir “Ansızın bir hayal gelip dikilmişti yine, yüce ve saygıdeğer bir hayal; ah, içimde hiçbir gereksinim, hiçbir dürtü, bir kimseyi ululamak, bir kimseye tapmak kadar derin ve güçlü değildi! Ona Beatrice adını taktım. Dante’yi okumamıştım ama, bir İngiliz ressamının röprodüksiyonuna sahip olduğum tablosundan biliyordum Beatrice’i. Pre-raphalit’’ler dönemindeki bir İngiliz kızını canlandırıyordu, kol ve bacakları hayli uzun ve kendisi de boyluydu.” (H. Hesse, “Demian”, sa:104) prerogative : (HUK.,KOLL.) <pre’rogativ> : Öncelik (takaddüm) hakkı; imtiyaz; HUK.: royal prerogative : kralın şahsi önceliği; Pres; Prese girmek : Baskı, bastırmak; Basında kitap-dergi basmak; Top oyunlarında karşıt oyuncuyu aceleye getirtmek; Eski zamanlarda ve halen Anadoluda üzümden şıra yapmak için çıplak ayaklarla, oluklu bir tekneye yerleşitirlmiş çuvala konmuş ya da açıktaki üzümü çiğneyip suyunu çıkartmak “Bu arada dört ızbandut, dikkatle bacaklarını kazıyarak temizlemişler ve prese girmişlerdi. Dizlerine kadar batmış, üzümleri çiğniyorlar, üstünde tepiniyorlar, arasıra eğilip avuç avuç yiyorlar, ağızlarını dolduruyorlardı. Bazan çığlık atıp zıplıyorlardı. Şıra kokusu sarhoş etmişti onları.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:187) presage : (MYTH,PSYCH.,KOLL.,FR.) <Fr.: pre’saj; İng.: pre’sic> : Geleceği bildiren kehanet, fal presidio : (İSP.,ASK.YAPI,KOLL.) <pre’sidio> : Garnizonlu küçük kale; İspanya kolonilerinde sürgün yeri prestidigitator : (OYUN,KOLL.) <presti’dicitatır> : Hokkabaz; el çabukluğu ile hüner gösteren kimse presto : (İTA.,MUS.,DAVR.,KOLL.) <pres’to> : Çabuk, birdenbire, derhal; hazır; Presto maturo, presto marcio <mar’siyo> : Çabuık olgunlaşan, çabuk çürür = The sooner ripe, the sooner rotten (İNG.) presumptuous : (DAVR., PSYCH.,KOLLL.) <pri’zamp’şııs> : Küstah, arsız, mağrur, kibirli; lasten yapılan pretence, pretense : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pritens> : Gösteriş, nümayiş; hile, bahane; sahte tavır; false pretences : sahte gösteriş, sahte tavır; make a pretence of : yapar gibi görünmek, yalandan yapmak; on the slightest pretence : en ufak bir bahane ile pretend : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pri’tend> : yapar gibi görünmek, yalandan yapmak; gösteriş yapmak, bahane etmek; yalandan hasta olmak; temaruz; pretend to be a scholar : alimlik iddiasında bulunmak; alimlik taslamak; pretend to a lady’s hand : bir kadına izdivaç-evlilik teklif etmek için kendini layık görmek; pretend to the throne : hükümdarlık tahtına hak iddia etmek; pretender : değeri ve hakkı olmadığı halde bir şeye-yere sahip olma iddiasında bulunan sahtekar; pretension : -isim- hak iddiası, haksız iddia, gösteriş (Yeni Redhouse Lügati) Pretos Velhos : (MYTH.,ANTHR.) : ‘Umbanda’ tapımında, E g u n’ların (Bk!) bir bölümünü oluşturan ve AFRİKALI ATALARI temsil eden y a ş l ı b i l g e l e r. “Bunlar, ‘beli bükük’, ‘yaşlı zenciler’ olarak yansıtılırlar. Erkekler: ak sakallı, kadınlar: tombuldurlar. Söylencesel bir Afrika’yı, çok eski zamanlarla g e l e n e k s e l b i r b a ğ ı simgelerler.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 620) prevail : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pri’veyl> : Galip gelmek, yenmek adet olmak, hakim olmak; prevail on : arzu etmek, ikna etmek, gönlünü yapmak Prezervatif : Kondom: Cinsel birleşmede hücrelerin bir araya gelmelerini engelleyen mekanik plastik tüp “Ablan doğum kontrol hapı alıyor, ayrıca çekmecesinde sperm öldürücü kremler ve jeller, senin de prezervatiflerin var; ikiniz de korunduğunuzu, o ağza alınmaz olasılığın söz konusu olmadığını, bu yüzden de hayatlarınızı zehir etmeden birbirinize her istediğinizi yapabileceğini biliyorsunuz. Bunu hiç dile getirmiyorsunuz.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:115) “BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER ÖLSÜN ----------------------------------------------------------Zava’da prezervatiflere, kaputlara ihtiyacımız var, Anneler doğum yapıyor uluorta fundalıklarda, Geleceği belirsiz kız-anne çocuğun, Zaferin kesin olduğunu, Halkın yöneteceğini söylediniz bize... Bay Başkan, hastaneniz bir beyaz fil oldu, Bir katliam evi.” (Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06) “Adam, ‘Ah, evet!’ diye alay etti. ‘Daha da büyük bir Katolik misyoner ordusu hemen arkanızdan gidip Afrikalılara, prezervatif kullanırlarsa cehenneme gideceklerini anlattı. Şimdi Afrika’nın yeni bir çevre sorunu var: Kullanılmamış prezervatif dolu araziler.’ ..... Adam alycı bir ifadeyle dudağını büktü. ‘Bu, yaklaşan astroide <göktaşı> sinek kovucu sıkmak gibi birşey. Saatli bomba artık çalışmıyor. (Durdu.) ve zorlayıcı tedbirler alınmazsa, ‘üstel matematik’ yeni Tanrınız olacak... ve bunun, intikamcı bir tanrı olacağı kesin. Dante’nin hayalindeki cehennemi Park Caddesi’nin hemen önüne getirecek... Kendi dışkılarının içinde yuvarlanan insan kalabalığı. Doğanın şefliğindeki küresel bir ayıklama işlemi.’ ” (D. Brown, “Cehennem”, sa:131,134) “Sorgu -------Karanlık bir duman tütüyordu yanan lastik tekerlerden. Kendi kokusuydu burnuna gelen bu yanık kokusu. Kırık camlar ve kullanılmış bir prezervatif... Naylon çorap geçirilmiş bir yüzün çıkıntıları. Gladstone Barında görürdüm onu Yabancılara bira çekerken, kir pas içinde nerdeyse kusursuz parmakları.” (Ciaran Carson<d.1948>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04) “Polis ve Sağlık Bakanlığı, kızların bulaşıcı cinsel hastalık taşımadığından emin olmak için, her ay kan tahlili isterdi. Gerçi kıstasa uyulup uyulmadığını denetlemenin hiçbir yolu yoktu ama, prezervatif kullanmak da zorunluydu. Kızlar asla skandala yol açmamalıydılar; Milan, evli barklı, çocuk sahibi bir aile babasıydı, hem kendi adının, hem de Copacabana’nınkinin üzerine titrerdi.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:68-9) “PREZERVATİF TAKMAMAKLA SUÇLANAN PAPAZ Kırk iki yaşındaki mahalle papazı -Peder Francey MulhollandGezici Ceza Mahkemesi’nde suçlandı dün Prezervatif kullanmamak ve Bilerek istenmeyen bir hamileliğe neden olmaktan. Peder Mulhalland sorumluluğu kabul etti iki suçlamada da. Hoşgörü için yalvararak, Peder Mulholland’ın avukatı Belirtti papazın prezervatif kullanmakta bilgisiz olduğunu” (Paul Durcan<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06) “Attığımız her adımın kontrol edilip kayda geçirildiği, büyük mağazalarda kameraların bizi gözetlediği, insanların geçerken biirbirine sürekli sürtündüğü, insanın, ertesi gün araştırmacılar ve anketçiler tarafınndan sorguya çekilmeden sevişemediği (‘nerede sevişiyorsunuz?’ ‘haftada kaç kez?’ ‘prezervatifle mi, prezervatifsiz mi?’ ” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:8) Priapos; Priapism : (YUN. MYTH.) <Pir’yapos; Pir’ya’pizm> Büyük bir cinsel organı olan adam biçimindeki bereket tanrısı; Ağrılı ereksiyon : Priyapizm (Tıp) “Abraxas, aynı söz ve hareket içinde doğru ve yalan, iyi ve kötü, ışık ve karanlık doğurur. Dolayısıyla Abraxas korkunçtur...... O hem büyük Pan, hem de küçüğüdür. O priapos’tur...” (Miguel Serrano, “C.G. Jung&Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları”, sa:130) priggish : (DİN,DAVR.,KOLL.) <pri’giş> : -sıfat- Ahlak-adabı muaşeret problemlerinde fazla titiz; kibirli priggism : -isim- ukalalık, kendini beğenmişlik Prima donna : (ITA.,OPER.,KOLL.) <pri’ma dona> : Operadaki 1. leydi; Genellikle, üst sosyal klasta dikkat arayan bir kişi = The term is often applied to a temperamental person who demands excessive attention (İNG.) prima facie : (LAT., DAVR.,HUK.) <prima fe’şii> : Dış görünüşe göre; yüzünden; ilk bakışta; HUK.: prima facie evidence : karşıtı kanıtlanıncaya kadar primiparous : (TIP,KOLL.) <primi’par, -ıs> : İlk defa çocuk dığuran kadın (hayvan da olabilir> primo : (ITA.,MUS.,KOLL.) <pri’mo> : İki ya da üç kişinin çaldığı ve şarkı söylediği bir ‘trio’da baş ses primum vivere, deinde philosopari : (LAT.,FELS.,KOLL.) <pri’mum vive’re, dayn’de filozo’fari> : Önce yaşa, sonra felsefe yap ! = First live, then philosophise (İNG.) primus inter pares : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) olan = The first among equals (İNG.) Princess une tell : <primus inter pa’res> : emsalleri-benzerleri arasında birinci (FR.) <Pren’ses ün tel> : Birilerinin söyledikleri falanca Prenses Probabilism : (FELS.,DAVR.,HUK.,KOLL.) <proba’bilizm> : Hayatta hiç bir şeyde kat’iyet-mutlak böyle olacak- olamayacağı düşüncesiyle, şüphe doğurabilecek her ‘inanç ve işte’olabilirlik’ mütalaası ile yeterli olma felsefesi : “ihtimaliyun felsefesi”; R.C.-HIRİST. görüşü : Bir yasanın açıklaması konusunda kat’iyet imkanı bulunmadığı zaman, kişinin kendi muhakemesine-irdelemesine göre hareket etmesini caiz gören doktrin probation : (HUK.,DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pro’bey’şın> : imtihan; deneyim; imtihan ya da deneme müddeti; HUK.; tecil, koruma altında bekleme, cezayı infaz etmeyerek o süreyi ‘koruma’ altında geçirmek; future probation : (PROT.) Bazı Protestan mezheplerine göre, ahrette imana gelmeleri için insanlara verilebileceği farzolunan fırsat; probation officer : hafif bir suçtan dolayı belirli bir periyod için ahlaksalsosyal bir murakabe-gözetme’ye tabi tutulan kimselere atanan memur “PROBATION (İNG. <pro’bey’şın>. FR.: Probas’yon), sözcük olarak ‘k o r u m a’ demektir. Yeni Çağ’ın sonlarına doğru, fertleri her zman her yerde cezalandırmak yerine, insani ve medeni bir düşünüşle, layık olabilecek süje’lere, bir şans verilir. Evet, genel olarak tüm dünyada ‘recidivism – residivizm = suçtan dolayı hapishaneye dönüş oranı 0/0 89-93 civarındadır, ama toplumun da örnek alabilmesi için bu tür mantığa mutlak gereksinim vardır, yeterki, bu rehabilitasyon şekli adilane ve eğitici bir şekilde uygulansın. Probasyon, bir veya iki yıl süreyle verilir; bu süre zarfında suç işleyen kimse, derhal hapishaneye döner.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:89) probatum est : (LAT.,HUK.,KOLL.) <pro’batum est> : Kanıtlanmıştır ! = It had been proved (İNG.) pro bono publico : (LAT.,SOSY.,KOLL.) <pro bono publico> : umumun yararına, menfaatine pro confesso : (LAT.,DAVR.,PSYCH.) <pro konfe’so> : ihsan ya da hediye gibi sahiplenmek : To take something as granted or conceeded (İNG.) procrustean : (YUNAN MYTH.,DAVR.,) <prok’ras’teın> : Zor ve cebir’le yola getiren; procustean bed -bed of Procrustes : misafirlerinin boylarını yatağına uydurmak için onları çekip uzatan ya da kırpıp kısaltan efsanevi eşkiyanın yatağı prodigal : (DAVR.,SOSY.,DİN,PSYCH.,KOLL.) <pro’digıl> : müsrif, çok bol; müsrif kimse; prodigal son : (Luka İncili, 15:11-32) müsrif oğul; eli açıklık, aşırı cömertlik pro et con (Pro et contra’dan) : (LAT.,KOLL.) <pro et con> : Onun için ve ona karşı = For and against (İNG.) profanum vulgus : (LAT.,SOSY.;DAVR.,) <pro’fanum vul’gus> : Avam, adi halk tabakası proffer : (PSYCH.,SOSY.,KOLL.) <pro’fır> : arzetmek, teklif etmek (Yeni Redhouse Lügati) Profil : İnsan yüzünün yandan görünüşü; Kısa biyoğrafi “Ne kadar çok gri-yeşil battaniye sıska omuzlara sarınmıştı, ne kadar çok sert hatlı profil gördüm, kimi rahibin dikleştirilmiş yakasında da gerekebilir diye yanlamasına tutturulmuş ve üstünde takılı iki, üç, dört iğnenin yavaşça sallandığı çengelli iğneler gördüm...” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:17) pro forma : (LAT.,TİCA.,KOLL.) <pro forma> : Şekil meseleri olarak; TİC.: pro forma invoice : geçici fatura Pro hac vice : (LAT., KOLL.) <pro hak vike> : Bu fırsat için = For this occasion (İNG.) Projection : (İng.: Procekşın, Fr.: Projeksiyon; Yansıtma) (PSYCH.): Bk: Ego’nun Savunma Mekanizmaları Projective İdentification : (İng.: Projektif Aydıntifikeyşın, Fr.: Projektif İdantifikasyon; Yansımalı Özdeşim), Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları prolegomenon, -ous : <proli’gominon, -nıs> : Mukaddeme-Kitap önsözü, önsöz kabilinden; uzun ve lüzumsuz sözler söyleyen prolepsis : (RETOR.-sözbilim-, SÖZ SAN.,PSYCH.,KOLL.) <pro’lepsis> : İki konuşandan konuşulan <muhatap>, itiraz etmeden, itirazı sanki oplmuş farzederek yanıt verme sanatı, retorik; bir sıfat ya da unvanın <mesleki derece> vaktinden önce kullanılması; proleptical : olayı, olmasından evvel düşünme kabilinden proletarian: (ROMA,SOSY.,EKON.) <proliter’yan> : Eski Roma’da mülkiyetten mahrum ve emeği ile geçinen sınıftan olan kimse; ücretle çalışan sınıftan; emekçi, proleter; proletariat <proli’teri’ıt>: Eski Roma’ da, emeği ile geçinen sınıf; avam; amele sınıfı, proleterya; proletary : Proleter sınıfından kimse Proleter(ya) : Emekçilerin: amele-işçilerin oluşturduğu sosyal sınıf “Nasıl oluyor da, Rusya’da yaşamı boyunca kendini her şeyden önce bir proleter olarak gören bir Yahudi, bir gün her şeyden önce Yahudi olduğunu kavramaya başlıyor? Hangi dinden olduğunu göğsünü gere gere vurgulamak bir zamanlar uygunsuz olarak görülürken, nasıl oluyor da günümüzde, hem de aynı zamanda ve ne çok ülkede doğal ve meşru kabul ediliyor?” (A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:75) “Neden lafı dolandırıyorsun be adam? Şunu düpedüz söylesene, ‘Senin berbat şiirlerini istemiyoruz,’ desene! ‘Biz sadece Cambridge’de birlikte okuduğumuz dostlarımızın şiirlerini basarız. Siz proleterler, yerlerinizi bilin, uzak durun,’ desene! Pis iki yüzlü aşağılık herifler.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:91) “Emekçi sınıfın çektiği ıstıraplar konusunda yoz bir edebiyat yapılır. Bense proleterlere o kadar da üzülmem. Siz hiç işten atılanı düşünerek gözüne uyku girmeyen bir amele duydunuz mu? İşçi kesimi fiziksel olarak ıstırap çeker, fakat çalışmadığı zamanlarda o hür bir insandır.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:15) “Yok, doğuştan ya da Tanrının gözünde proleterya sınıfına aitseniz, hemen bir kimsenin çıktığı özel okulun kravatını takmasına dudak bükmeyin; o adetin altında, kullanmasını bilene yararlı olan birtakım bağlar yatar.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:297) Prometheus : (YUN. MYTH.) : Grek Mitolojisine göre, Prometheus, Titan Lapetus’un oğlu olup yarı-tanrılar sınıfındandır. Kil ve topraktan insanı yarattı ve kendisini savunabilmesi için tanrılardan ateşi çaldı. Zeus, onu cezalandırmak için, onu bir kayaya zincirletti ve bir kartal, onun her gece yenilenen karaciğerini gagalayıp durdu. Herakles’i güç simgesi HERKÜL, o kartalı öldürerek bu işkenceye son verdi. Prometheus, ateşi, içi boş bir baston içinde, tanrılar ülkesinden çalarak insanlara getirmişti. Bu, Zeus’un hakimiyetine bir isyandı. (Analitik yönden, içi boş baston=iktidarsız penis olarak yorumlanabilir ve Prometheus, Zeus’un promisküis aşırı cinsiyetini kıskanmış olabilir, tıpkı Ödipal bir çocuk gibi, babasının penisine sahip olmak istiyebilir!) Freud, 1931’de yayımladığı “Ateşe Sahip Olma” (The Acquisition of Fire) makalesinde (Collected Works, Vol.22) bunu açıkça böyle yorumlamadı, ama orada, Antik Grek Tanrılarının, insanoğlunun sahip olma istediği herşeye sahip olmak istediklerini açıkça yazdı, e n s e s t dahil (Human desires, are divine privileges - İnsani arzular, tanrısal ayrıcalıklardır). Yine Freud’e göre, eski Yunan Tanrıları, “süperego” olmalarından ziyade, “dürtü”lerin (instincts) temsilcileridirler. P r o m e t h e u s Hakkında: (Azra Erhat’ın “Mitoloji Sözlüğü”nden -Remzi K., İstanbul 2000- özetlenmiştir) : “AISKHYLOS’a göre, P r o m e t h e u s, Titan’ların soyundan gelir: Baba: Iapetos, anne: Klymene (Oceanus’un kızı, nymph, yarı-tanrıça). Bu birleşmeden dört oğul doğar ki hemen hepsi Zeus tarafından cezalandırılmış ya da lanetlenmiştir: Atlas, gök kubbesi onun omuzlarındadır; Menoitios, yıldrım tarafından çarpılmış ve yere gömülmüştür; Epimetheus, kadınlarla başı sürekli beladadır, Pandora hikayesi ondan gelir; Prometheus, öyküsü aşağıda belirtileceği üzere, cennetten ateşi çalar ve insanlara verir; sonuçta, Zeus tarafından cezalandırılarak bir kayaya zincirlenir ve karaciğerini kartallar yer. Prometheus, etimolojik olarak, ‘kahin, önceden gören’ anlamına gelir. Zeus ile devamlı müsabaka hatta düello halindedir, onu akıl gücü ile yenmeye çalışır. Aiskhylos’a göre o KLYMENE’nin değil GAIA’nın (Adalet tanrıçası) oğludur, o yüzden Zeus ona kızgındır. Prometheus, insanlardan yanadır; Zeus’la kurulan OLYMPOS tanrılar saltanatının sona ermesini arzular. Hesiodes’a göre, Zeus, insanlara ateşi vermez. Prometheus onu çalar ve insanlara verir; Zeus aldatılmış ve küçük düşürülmüştür. İnsan, Prometheus’la, kendi gücünün bilincine varmış ve tanrıya karşı ayaklanmıştır, “Asıl yaratıcı insanın kendisidir”. Prometheus, insan “bilinç” ve “özgürlüğü”nün temsilcisidir, “Bile bile yaptım!” demiştir, “isteye isteye suç işledim!”. Kendisi (ve onu izleyen insanoğulları) doğacak tüm tepkilere, sonuna kadar dayanacaktır.”Yalnız ölüm kurtarabilirdi beni; kader, ölmeme de izim vermiyor benim!” demişti Prometheus. CHORUS, özellikle büyükbaba OCEANOS, ona yardımda bulunmak ister: “Sözünü sakınmıyorsun, başına gelen boyun eğdirmiyor sana. Yine de uslanmış değilsin, diretiyorsun. Benden öğüt dinlersen, dikine gitme!”. Burada politik bir sorun vardır: özgürlük-kölelik sorunu. Prometheus, bir köle gibi (desmotes) zincire vurulmuştur. Onu başka bir mitolojik kahraman, HERAKLES kurtarır. K r a t o s , Prometheus’u kayaya çakan güçtür. Her varlık çoktan bir kaderle yükümlenmiştir ve ZEUS’tan başkası özgür değildir. Ona yardım etmek isteyen HERMES ve OCEANOS birer dalkavukturlar. Akıl gücü, kaba güçten daha yüce olmalıdır. Prometheus, dünya başına yıkılıp ölünceye kadar esirlik hakkında konuşur. Böylece 3. devrim başlamıştır.” Titan’lardan başlayan Yunan Mitolojisi’ne tekrar şöyle bir göz attığımda gördüm ki, Hz. İsa’nın “Immaculate Conception” sonucu doğuşu, Klasik Grek Mitolojisi’nde de mevcuttu. Şöyle ki: Tanrıçaların tanrıçası, Ana Tanrıça GAIA, Zeus’un dışında, erkeksiz olarak birçok Tanrı’lar doğurmuştur: URANUS (Gök Tanrısı); D a ğ l a r , PONTOS (Deniz, yeraltı tanrıları; NEREUS, KETO ve PHOKYS). BIELSCHOWSKY, “Goethe’nin Hayatı ve Eserleri” adlı üç ciltlik eserinin (MEB, İstanbul 1992), birinci cildinde, onun Prometheus için yazdığı eser hakkında -hayretimi mucip olacak kadar sade ve eksikbirinci cildinde gayet silik olarak şöyle bahsediyor: “GOETHE, kafiyesiz, serbest vezinler halinde bitirilmemiş iki perde PROMETHEUS yazdı. Buna 1773’de SPINOSA’yı etüd ederken esinlenmişti. Özü şuydu: ‘Allah ve Dünya birdir. Herşey, dünya uluhiyetinin bir parçasıdır’. Ve bu eseri, “insan hayatının uyanışına bir giriş” oluşturdu diye yazdı. Goethe, Prometheus mit’inin sonu ile pek tatmin edilmemişti. Olaya ‘sembolik’ bir çözüm bulmak, genç şair için pek uzaktı (?).” Ed. Phillip B. ZARRILLI’nin “Acting Reconsidered, Theories & Practices” (Routledge, London, reprinted 2001) adlı kitabında; 1967-68 yıllarında Etienne DECROUX ile çalışmış Deidre MINSE’nin, Decroux’nun 1920’lerde öne sürdüğü “Corporeal Mime” (Vücut Mimi)nden bahsediyor. O zamanlar Decroux, aktörlerin vücutlarının kontrollarını mükemmel olarak el altında bulundurmaları konusunda küçük bir gruba hitap etmişti; O, ‘mime’ için,“Mim, poetik bir sanattır,” demişti, O, Politik oluşu dolayısıyla, P r o m e t h e u s ile eşanlamlıdır. İnsan, mağarada yaşamaktan mutlu değildi. Prometheus, insanlarlara, birşeyler yapması gerektiğini belitmişti. İnsan bunu s a n a t t a yapıyor. İnsan, herşeyleri yaratan Tanrı’nın rakibidir. O (İnsan), heykeller yapar ve Tanrı’ya demek ister: ‘Senin yaptığın insan, güzel değil. Ben bir tane daha yapmaya gidiyorum. Senin yarattığın manzara güzel değil. Ben bir heykel yapacağım’ (1978)”. (Rodin ’in ‘Düşünen İnsan’ına benzeyen, kasları kabarmış ve vücut mim’leriyle sanatı ifade etmeye çalışan iki siyah-beyaz resim de eklenmiştir.) Antropolog Sherry B. ORTNER, P r o m e t h e u s’ un DECROUX için “insanı özetleyen bir anahtar sembol” olduğunu iddia eder. Bu, “değişik birçok fikirlerin, bir imaj’da yoğunlaşması ve o imaj’ın gene tüm kompleks’i sembolize etmesi” demektir. Grek Mitolojisi’nde P r o m e t h e u s , ‘güneş’ ve ‘yıldırım’ın ateşini çaldı, böylece Olimpian tanrılarla yarışa girdi. Bu, hem bir “ateş”ti; onu, insanların ocağına yemek pişirmesi, ısıtma ve benzeri gereksinimlerde kullanmaları için getirdi ki, bu nitelikler, insanları hayvanlardan ayırdeder. Aynı zamanda, hiç çalışmayan Tanrılardan farklı olarak bizleri ç a l ı ş t ı r d ı . Böylece Prometheus’un hediyesi, insan koşullarını tarif etti. * BULLFINCH’in “Mythology”sinde, Prometheus hakkında şunlar yazılıdır: “Roma’lıların PROMETHEUS hakkındaki ‘alternate’ yorumu şudur: Prometheus, insan ırkını kökünden silmek isteyen Olympian’lara karşı, insanı kilden yarattı. (İslam inancındaki “Tanrı, Ademi balçıktan yarattı!” inanışının orijini, Çok hayrete düştüm. İ.E.) Her iki yorumda, Prometheus Tanrılara isyan eder ve bu isyankarlığı için ZEUS tarafından cezalandırılır. İnsanoğlu, gayesi uğruna sürekli olarak savaştığı sırada, aksiyon’larından dolayı ıstırap çeker. DECROUX’nun dünya görüşü, estetik ve fiziksel tekniği; Prometheus’un sembolize ettiği uğraşı, isyan, heroik aksiyon, çektiği ıstırabı temsil eder. Prometheus’un kaya’ya, bir kelebeğin canlı olarak thataya iğnelendiği gibi zincire vuruluşunu, insanın ‘ne’ olduğu ile ‘ne yapmak’ istediği arasındaki zıtlık olarak görür. Prometheus’un XIX. yüzyıl Avrupa düşünürlerinde çok etkin bir yeri vardı. GOETHE, Z e u s’a hitap ediyor: “Here I sit, shaping man After my imaj, A race that is like me To suffer, to weep, To rejoice and be glad, And like myself To have no regard for you! -Ben burada oturmuş, insanoğlunu düzenlerken -Kendi imaj’ımın ardından -Benim gibi bir ırk ki -Istırap çekmeye, gözyaşı dökmeye, -Neşelenmeye ve mutlu olmaya, -Ve ben kendim gibi -Sana hiç saygım yok! GOETHE’nin Prometheus’u, isyankar insanın kaderini kabul eden ölümsüz prototip’idir (Kerenyi, 1963). NIETZSCHE de, Prometheus’u, bir s ü p e r m e n , “T i t a n i c I n d i v i d u a l” olarak görür (übermensch). Nietzsche, “Tragedya’nın Doğuşu”nda, bu ‘Prometheus Erdem’ini, ‘masculine’ (erkeksi), ‘active’ (faal) bir ‘sin’ (günah) olarak görür. Bunun zıddı: ‘Biblical Sin’ (İncil’in yazdığı günah), ‘feminine’ (kadınsı) olup, ‘suggestibility’ (kolaylıkla etki altında kalabilme)’yi içerir. P r o m e t h i k h u b r i s , kendi heroik ıstırap çekme’sini satın alan Nietzsche’nin ‘titanik individüal’i için elzemdir. Albert CAMUS de, “Sisyphos Söyleni”sinde der: “İnsan kendinde başlayıp kendinde biter. P r o m e t h e u s , çağdaş fatihlerin ilkidir. Tanrılara karşı her zaman bir devrim olur.” * “Sanata Felsefeyle Bakmak”, Ioanna KUÇURADI, Ayraç Yayınları, İstanbul 1999 3. baskı, sa:34-5 Konu: PROMETHEUS “Yaratıcı, var olanı konuşturmakla, ona aracılık etmekle, onu hem “varlamış” hem de “aşmış” olur. Ama var olanı aşmak yaratıcının haddi mi? ‘Yaratıcıyla’ ‘var olan’ arasında sürekli bir çatışma vardır. Biri üstün gelirken, diğerinin boyun eğmesi gerekir. Ateşi insanlara götürmekle Prometheus, Zeus’a karşı geldi. İnsanların çözemeyeceği Sphinks’in bilmecesini çözmekle Oidipous, Anagke’ye karşı geldi. Haddi miydi Prometheus’un, Oidipous’un haddi miydi bunu yapmak? Ölümlü Plaethon Güneşin arabasını ne hakla sürdü? Ölümlü İkaros ne hakla güneşe yaklaştı? Eski Yunanlıların hybris dedikleri bütün bu türlü eylemler, karşılıksız kalamazdı. P r o m e t h e u s Kafkas dağına çakıldı; Oidipous korkunç bir suça düşürüldü; Phaethon ve İkaros denizin derinliklerine gömüldü. Yaratıcı, üstünlüğünü ödemek zorundadır. “İnsanlığın, elde edebileceği en iyi, en yüksek şeyi, bir suçla elde etmesi gereklidir; o zaman da sırasıyla, bu suçun sonuçlarına katlanması gerekir.” P r o m e t h e u s’un suçu etkin bir suçtur; o, bile bile hybris işler, özgürlüğünü kazanır. Bu yüksek değeri yok ettiklerini bilen trajik kişilerin durumu, genel olarak yaratıcının durumu, Prometheus’un durumuna benzer. Bunlar, karşı koymakla, nedensel oluşa ve rastlantılara karşı gelmekle özgürlüklerini yaşarlar. Oidipous ise, Sisyphos gibi durumuna katlana katlana, kendini yene yene doğayı aşar, özgürlüğünü kazanır. O da, Prometheus gibi, trajik bir insandır. İstemedem işlenen ve cezasına katlanarak ödenen suç bir zafer olur. Bu dayanma Anagje’ye karşı bir çeşit ayak diremedir. P r o m e t h e u s ve Oidipus’un mitosları birer çember çizer; her yenilmeyi bir yenme kovalar, onu da başka bir yenilme ve başka bir yenme. P r o m e t h e u s’un Kafkas dağından çözülmesi, Zeus’un kendini koruyabilmek için ona başvurması anlamlı bir olaydır. P r o m e t h e u s , var olanın temelindeki çatışmanın bir örneği, bu çatışmanın sınırlar kazanmasıdır. O, Scheler’in suçsuz suçlusudur, “Var olan şey, hem haklı, hem de haksızdır; ama her iki durumda aynı derecede haklı çıkar.” Bu kısa tümce, Nietzsche’nin trajik anlayışını özlü bir biçimde dile getirir. “Geldi zamanı, sıyrılın ey arkadaşlar karanlıklardan: Seni ey Tantolos, susuzluğunla; Ve sen Sisyphos, taşıdığı taşla ezilen Ve sen, akbabaların didiklediği Prometheus; Alevli çarkında habire dönen İksion Yorulmak bilmez Moira’lar, sizler de gelin; Acınızı acıma katın ve eğer, Şu bedenim bunu hak ettiyse, Kefenden mahrum zavallı bedenim, En eşsiz onurları bağışlayın; Cehennem zebanisi üç başlı Kerberos ile Khimaira’lar, Ölüm yüklü ezgileriyle tutsunlar matemimi....” (M. de Cervantes, “Don Quijote- Merhum Çobanın Acılı Dizeleri”, sa:82-84) “NİETZSCHE, P r o m e t h e u s’un etkin suçu karşısına Adem de Havva’nın ilk günahını koyar. Onca, bu günah bir ayartmanın sonucudur. Ama, bu ilk günah mitos’una başka bir açıdan, Faustça bir açıdan da bakılabilir. B i l m e k için çırpınan insan, bilmesini ödemek zorundadır. Ödemesi, Oidipousça bir ödeme, yenmesi de bu katlanmasındadır. “ (İ. Ersevim, derleyen; birçok referanslar, tekst’lerin içindedir.) “Öfkelerime ve kaygılarıma karşın, insanlık serüvenine hala hayranım; canu gönülden seviyorum, kutlu sayıyorum ve meleklerin ya da hayvanların yaşamına hayatta değişmem onu. Bizler Prometheus’un çocuklarıyız, yaratıyı devam ettiren emanetçileriz, evreni yeniden biçimlendirme işine giriştik ve yukarıda yüce bir Yaradan varsa, onun öfkesini olduğu kadar, övüncünü de hak ediyoruz.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:205) pronaos : (DİN,YUN.MYTH.,MİMA.) <pro’neıs> : Mabetlerin önündeki revak (sundurma, önü açık, üstü kapalı yer) pro patria : (LAT.) <pro patria> : vatan aşkına, vatan uğruna; Pro patria per orbis concordiam : Dünya sulhü yoluyla vatan için : For the Country through world peace> : CARNEGIE ENDOWEMENT (gelişim) for INTERNATIONAL PEACE (Uluslararası sulh için> motto’su (İNG.) prophet : (DİN) <pro’fet> : Peygamber; nebi, resul; Allah için söz söyleyen kimse; kahin, kehanet sahibi; false prophet : yalancı peygamber; major prophets : Kitabı Mukaddeste : İşaya, Yeremya, Hezekiel ve Daniel peygamberler; minor prophets : Kitabı Mukaddeste Hoşea’dan Malaki’ye kadar olan on iki peygamber; prophetess : kadın peygamber, nebiye propinquity : (GEN.,SOSY.,PSYCH.) <propin’kuiti> : Yakınlık, karabet, hısımlık, akrabalık Propontis : (TAR.,COĞR.,YUN.) <Pro’pontis> : Marmara denizinin eski ismi propylon : (ESKİ MISIR,DİN) <pro’pilon> : Eski Mısır’da mabet avlusuna açılan büyük kapı pro rata : (GEO.,MİM..,KOLL.) <pro reta> : nisbet (oran) üzerine pro re nata : (KOLL.,LAT.) <pro re neta> : Olup bitmiş iş için, icaba, duruma göre prosaic, -ical : (EDE:,SAN.,KOLL.) : (pro’zeik> : Nesir kurallarına uygun, nesir kabilinden; sıkıcı, adi, cansız, ruhsuz, şairane olmayan prosecution : (HUK.,KOLL.) <pro’sekyu’şın> : Takip, itham etme, dava açma, davacı : müddei proselyte : (YUN.,DİN) <DİN,SOSY.,PSYCH.) <pro’sı’layt> : Bir dine katılan, mühtedi <htida eden>; dininden çevirmek; başkalarını kendi dinine sokmaya çalışma pro se quisque : (LAT.,KOLL.) <pro se ku’is’ke> : Herkes kendisi için = Everybody for himself (İNG.) prosit : (LAT.) <pro’sit> : (İçerken kadeh kaldırarak başkalarını kutlama) : Sıhhate! Afiyete! Şerefe! Prosit Neujahr : (ALM.,KOLL.) <Pro’zit Noy’yar> : Yeni Yılınız kutlu olsun = Happy New Year (İNG.) prosody : (EDE.,ŞİİR) <pro’zodi> : Şiirde vezin tekniği, şiir yazma kuralları, aruz prosopopoeia : (YUN.,KON.,SAN.) <proso’popi’iya> : Başkasını temsil ederek söz söyleme sanatı; cansız bir şeyi <kukla> konuşturma : intak prosy : (EDEB., PSYCH.,KOLL.) <pro’zi> : -sıfat- Nesre ait, nesir kabilinden; -belirteç- can sıkıcı surette (Yeni Redhouse Lügati) Proteus : (YUN. MYTH.) <Pro’teus>: Eski Yunan Mitolojisinde deniz tanrısı Poseidon’un oğludur. Kahindi, ancak çok kez kehanetlerini söylemekten sakınıır ve ısrar edenlerden kurtulmal için de kendini ‘çeşitli şekillere sokardı’. “Bu haydutlar, dördü birlikte bir tür proteus oluşturuyordu. Polis teşkilatının arasından bir yılan gibi süzülür,... çeşitli kılıklara girerek kaçıp kurtulmaya çalışırlar; birbirlerine adlarını, dalaverelerini ödünç verirler, kendi gölgelerine kaçıp saklanırlar; birbirlerine sırdaşlık, sığınaklık ederler; maskeli, baloda takma burun değiştirir gibi kişiliklerini değiştirirler....” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:241) protist : (BİYO,KOLL.) <pro’tist> : tek hücreli hayvan ya da bitki Protokol : Resmi, örneğin devletler, şirketler arası ticaret, tören ya da etkileşim konusunda evvelden elde mevcut olması gereken kural ve hiyeraşi sistemi; Herhangi bir oyun, özel etkileşim, bir düzende yaşamda önceden belirlenmiş (yazılı ya da yazılmamasına rağmen alılşılagelmiş bir şekilde sergilenen) usul, adet ve örf kurallar “Akşam yemeğinde en çok Hollanda peynirini severdim, karpuz boyunda kırmızı top peynirler alınırdı eve, ama büyükanne o peyniri tepesinden başlayarak kağıt gibi ince dilimlere böler, herbirimize bir dilim uzatırdı. Çok güzeldi, ama tadına doyamadan eriyiverirdi peynir ağzımda. Bir dilim daha istesem mi, istemesem mi? Hiç protokol yoktu Kesselerlerin sofrasında, yemeğini bitiren kalkar işine giderdi. Ben de yarı aç, yarı tok kalkar, içim açlıktan çok bu sevdiğim yemekleri yiyip yutmak için gösterdiğim çabadan burkulurdu.” (A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:125) Prova etmek : Bir gösteri, konser ya da sahneye çıkmadan evvel; özel elbise, gelinlik vb gibi seçkin kıyafetlerin dikilmesi esnasında, hazırlık olsun diye daha önceden, rahat bir ortamda ve bilinen kişilerin gözleminde yapılan ön deneme “Kız göründüğü anda bizim Mike şeytan tüylerini takınıverirdi. Sanki kızın geleceğini biliyormuş gibi sanki ona ne söyleyeceğini daha önceden prova etmiş gibi, her zaman hazırlıklıydı.” (P. Auster, “Cebi Delik”, sa:20) provenance, provenience : (FR:,GEN.,KOLL.) <pro’venans, pro’venians> : Menşe, kaynak, asıl memba provisor : (R.C.,DİN,COLL.) <pro’vizor> : Bir din kurumunun vekilharcı, dışarda temsilcisi provost : (SİY.,İDAR.,HUK.) <pro’vost> : Resmi amir; İskoçya şehremini; bazı koljlerde müdür; Fransa’da ikinci derecede hakim; provost guard : ASK. Askeripolis; provost marshall : inzibat amiri, adli subay, hapishane müdürü: prow : (DEN.,KOLL.) <prav> : Geminin başı, pruva prowl : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <pravl> : Hırsız gibi sinsi sinsi dolaşmak, sinsi sinsi gezinmek, av izlemek proxy : (HUK.,SOSY.) <prok’si> : Vekalet, vekil, vekaletname prude : (PSYCH.,DAVR.) <prud> : Aşırı iffet taşıyan kimse, gururlu, kendiyle iftihar eden prudent, prudential : (PSYCH.,DAVR.) <pru’dent, pru’den’şııl> : Basiretli, alıllı, erdemli; sonunu düşünen; gözü açık, uyanık, hesabını bilir; ihtiyatlı Pruva; Pruva hattı : Geminin baş yönü, ön bölümü; gemilerin birbirlerinin ardısıra gitmeleri için başlarını bir hat üzerine dizer gibi çevirmeleri “Demir alınmış, bir buçuk yüzyıl önce Akdenizdeki uzak geçmişinden Portekizli denizciler tarafından koparılıp getirilmiş, daha sonra da Latin adları almak zorunda kalmış üçgen yelkenler direklere çekilmiş, yelken takımının ilk gıcırtısının ardından gemi, yaşlı denizcinin söylediği gibi, pruvasını doğuya, Cenevize çevirmişti.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:136) psalm : (DİN, YUN.,PAL.)KOLL.) <salm> : Davud Peygamberin kavalla çaldığı Mezmur’lar Psalterion : (Myth.) (YUN.) <salteri’yın> : Eski yunanlıların, ‘arp’ d ahil, telleri çekilerek çalınan sazlara verdikleri genel isim; psaltery <sal!teri> : santur; psalterium <sal’terium> : (ZOOL.) : Geviş getiren hayvanların üçüncü midesi “Eğer kilisece ermiş ilan edilen Pelagie, sizin bildiğiniz viyel’ci <Bk!> Jeanette’in geçinmek için AzizBeno’te-Bétourné’nin sundurması altında yaptığı mesleği hiç yerine getirmemiş olsaydı, bu azize o yüzden büyük bir pişmanlık duymaz ve pek olasıdır ki sıradan ve aşağılık bir namusluluk içinde bir hanımefendi yaşamı sürdükten sonra, şimdi sizinle konuştuğum şu anda, kilisede, Azizler Azizi’nin şanıyla dinlendiği kutsal dolap önünde, psalterion çalıyor olmazdı.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:89) pseudepigrapha, -phae <çoğul> : (DİN,PSYCH.,HUK.,YUN.) <siyu’de’pigrafa, -e> : Sahte ya da taklit yazı; özellikle Kitab-ı Mukaddes’in -sahte- yazarları tarafından yazılğı iddia edilen ve fakat kanıtlanamayan yazılar pseodonym : (GRAM.,EDEB.,) <sü’donim> : Müstear-takma isim; namımüstear (OSM.) Psikodrama : (TİYAT.) Drama-terapi Bk.: Oyun Psikopomp : (YUN.,MYTH.,PSYCH.) : Yunanca ‘r u h l a r ı y ö n e t e n’ anlamına gelen bir terim. “Ö l ü l e r’in ruhlarını HADES’ <Yeraltı Tanrısı>’ e götürdüğü için Yunan Tanrısı HERMES’i belirtmek için kullanılır.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 620) Psilanthropism, psilanthropy : (DİN,HIRİST.,KOLL.) <saylın’tropizm; -tropi> : Hz. İsa’nın sadece bir insan olduğunu iddia eden akım Psişik : (PSYCH.) : 1) Ruhsal. 2) G n o s t i k’ler arasındaki yaygın bir kurama göre, i n s a n t ü r ü üçe ayrılır: (1) i l i k’ler (Bk!), (2) P s i ş i k’ler, (3) P n ö m a t i k’ler (Bk!) “P s i ş i k’ler, Varoluşta t r a n s a n d e n t a l’in (aşkın olanın) belirleyici varlığına inanırlar, t i n s e l l i k’le uğraşırlar.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe: 619) Ptolemaic:, Ptolemy : (TAR,YUN.,KOLL.) <Ptole’meik, Pto’lemi> : Btlamyus’a ait; Ptolemaic system : Dünya’nın sabit olduğu ve gökteki tüm cisimlerin dünyanın etrafında döndüğü kuramı; Ptolemy=Batlamyus: Eski Mısırda, M.S.II.y..’da yaşamış ünlü coğrafyacı ve astronom puck : (MYTH,SPOR.) <pak> : Peri, yaramaz peri; Buz hokeyinde kullanılan lastikten disk pudgy : (BİYO,KOLL..) <pa’ci> : Bodur, şişman, hantal pudicity : (DAVR.,KOLL.) <pyu’disiti> : -isim- namus, iffet, ar, haya Puf : Ottoman; Özel yumuşak tüylü koltuk “Pembe duvar kağıtlarıyla kaplı, hüzün saçan bir lambanın yandığı konuk odasına geçerek masaya oturdular. Kadın divana geçti. Piyotr İvanoviç ise yayları bozulduğu için altında bir türlü düzgün durmayan pufa ilişti.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:27) Pufkurmak : Püf diye gülmek, merakla karışık alay “Dikkatle vücudundan ayrı tuttuğu ağır tesbihi elinde, kırıta kırıta yürüyordu. Kolları, koltuklarının altında birer zaviye-i kaime (dik açı) hasıl edecek derecede kabarmıştı. Arkasındaki maiyeti paltosunu, şemsiyesini, bastonunu taşıyordu. Kendimi tutamadım. Pufkurdum. -Ayol, bu ne? -Dikkatli bak.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:83) Pufla; Pufla gibi yere yığılıp kalmak : Yumuşak tüylü yastık, yatak, yorgan (Kuzey Kutba yakın, İskandinav ülkelerinde yaşayan ördeğe benzer bir kuşun tüylerinden yapılma); Hiç bir direnç göstermeksizin olduğu yerde süzülüp yığılmak “... o anda, gördüğünüz dağınıklığa benzer bir dağınıklık içinde giysilerinizi, şuraya buraya atılmış, koyu al kadife koltukların, diğer mobilyaların üzerinde görür gibi oluyordunuz, pufla yatak örtüsünün ve battaniyelerin altına sizin için serilecek çarşafların hiç kirlenmeyeceğini düşünüyordunuz, nitekim kirlenmeyecek, ara kapı sabaha dek açık kalacak çünkü... sadece sabahleyin, orda yattınız sanılsın diye, çarşafları biraz buruşturacaksınız.” (M. Butor, “Değişme”, sa:140) “Koğuş safi kulak, safi göz kesilmiş, büyük çiftçi Kemal ağanın koğuş başköşesindeki pufla gibi yataklarına buyur edilen oturaklı adama bakıyor, adamın gerçek kimliği üzerinde fısıldaşıyorlardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:65) “Sanki kendisi de kauçukla kaplıymış gibi son derece hoş bir şekilde yere düştüğünü hissetti. Bir an bekledi, sonra her yanına dokunarak kendini yokladı. Hiçbir şey olmamıştı..... Aynı duygu. Bunun üzerine daha fazla karşı koyamdı. Başını ileri doğru uzatıp takla atıverdi. O pufla gibi yere yığılıp kaldı ve kıpırdamaya korkarak öyle durdu.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:66) pugnacious : (DAVR.,KOLL.) <pag’ni’şıs> : -sıfat- Kavgacı, hırçın, geçimsiz puisne : (FR.,HUK.) <püi’ni> : İkinci gelen, madun, sani, küçük; HUK.: İkinci hakim Pul pul dökülmek : Eskimiş, tozlanmış, küflenmiş, paslanmış vb. zamanın gazabına uğramış kitap cildi, kumaş, perde, korniş’in dokunulduğunda lime lime dökülmesi “Sergio, çatıyı çevreleyen beton korkuluğun üzerinden atladı. İki eliyle kornişe tutunup inmeye çalıştı; 4-B’nin balkonunda ayağıyla bir destek aramaya çalıştı. Demirler pas kokuyordu, korniş pul pul dökülüyordu.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:169-70) Pul pul ışıldamak : Küçük ve ince parçalar halinde -yıldızlar gibi- ışıldamak “... yirmi dört saatlik bir yoldan sonra, bitkin, Palermo’ya ya da Siraküza’ya varsalar bile, varana dek yine gizlenecek bu kollar, ama oraya ayak basar basmaz ister sabah ister akşam insinler, Claude’un tablolarındaki gibi pul pul ışıltılı derinlikleri yeşil ve menekşe moru, görkemli bir denize kavuşacaklar, mis gibi kokan havayı içlerine çektiklerinde öylesine serinlemiş ve rahatlamış olacaklar ki...” (Michel Butor, “Değişme”, sa:122) pun : (EDE.,KOLL.) <pan> : -isim, fiil- Kelime oyunu, nükteli söz söylemek punchinello : (DAVR.,BİŞYOL.,İTA.) <pan’çi’nelo> : Palyaço, soytarı bodur ve şişman kimse Punç : (İÇKİ) Yapısını teşkil eden beş (Hint dilinde ‘beş’) eleman: şeker, tarçın, çay, rom ve limon’dan yapılan ve alkolü buharlaştırılıp yakılan içki, özellikle Amerika Birleşik Devletlerde ve Rusya’da yaygın “Bir masanın önünde büyük bir aralıklı iskemle vardı. İçtenlikli ev sahibim, üzerinde sacdan bir kazan bulunan ve henüz sönmemiş olan küçük sobaya birkaç kömür atarak, ‘Biraz geçsin, hemen parlar, sonra bir bardak punç kaynatırım, bu zihni açık tutar!’ dedi.” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:71) pundit : (HİNT.,PSYCH.) <pandit> : Alim, üstat, özellikle Sanskrit dili - Hindu dili bilgini Punduna getirmek; Pundunu bulmak : Biçimine getirmek, yolunu bulmak “KORO -------Bir öfkeye kapılmış o, Yumuşamaz bir kinle Uranos soyunu ezmek istiyor, Doyasıya öç almadıkça durmayacak, Meğer ki başkası punduna getirip Bu ulaşılmaz tahtı elinden ala.” (Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:48) “Mahallenin kızları, başları açık, kol kola girmişlerdi. Delikanlılar punduna getirip karşılarına çıkıyor, yanlarından geçerken laf atıyor, kızlar da, başlarını çevirip gülüşüyorlardı.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:29) “... bir arkadaşımdan gelen mektuptan beni pek ilgilendiren bir haber aldım: bizim yarbayın başında kara bulutlar dolaşıyormuş, üstleri kendisinden mutlu değilmiş, bazı yolsuzluklarından şüpheleniyorlarmış. Kısacası, düşmanları onu bir punduna getirip, alaşağı etmeye bakıyormuş.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:170) “DELİ - Önyargı mı? S. KOMİSER - Evet, bir pundunu bulup, bizi suçlu çıkaracaksınız diye. DELİ - Ne münasebet... Tamamiyle tersi oysa.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:42) “Kız somurttu önce, ama bir punduna getirip amcasına sarıldı, kocaman bir öpücüğü konduruverdi yanağına.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:38) “Vesikacılıktan mahrum kalan bazı açıkgöz arkadaşlar iaşe dalaverelerine dahil oldular, fakat paşam bir türlü bunun pundunu bulamadı. Bu kabiliyetsizliği az kaldı aile politikasını da bozuyordu. (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayerler, Cilt:II, sa:158) “Kimi ceplerini çalınmış nesnelerle doldurmuştur tıka basa, üstelik asker kaçağıdır, ama bir polis gördü mü dayanamaz, gider, bir ‘Merhaba!’ çeker, birşeyler sorar, punduna getirip bir şaka yapar; kimi de dünyanın en sağlam adamıdır..... etliye sütlüye karışmaz, gazete bile okumaz.” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8) Pupa yelken : Yelkenler rüzgarla şişmiş; neş’e dolu, tüm hızla “Bu gemi ile deniz kenarına gidilir, bu geminin arkasındaki bandıra direğine bir ip bağlanır ve bu geminin yelkenleri rüzgarla şişer ve bu geminin sahibi, yelkenleri pupa gidenin arkasından neler, ne başka vatanlar, ne başka sular düşünebilirdi.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos”, sa:18) “ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA ------------ Derken, yakaladı yine yeniden Argonautlar rüzgarı ve yol aldılar pupa yelken. Geçtiler tez zamanda Thrinakia çayırlıklarını Helios öküzlerini besleyen...” (Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:23) “Hissizleşme sahneleri. Dalgalı bir denizde güneye doğru pupa yelken giden büyük geminin kıç tarafında ayakta dikilmek ve mart rüzgarlarıyla kamçılanan tuzlu suyun geniş kokusunu koklamak. Arkasından insanlar geçiyor. Konuşuyorlar. Ayakkabılarının altında makinelerin itici gücü. Kumla ovulmuş tertemiz güverte. Altlarında kayıp giden köpüklü suların uzun, güzel kemerleri.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:276) “İşte böyle. Ben daha dört yaşımda bile değilim. Çişimi her sabah yatağa bırakıyorum; bu buna öyle keyif veriyor ki, deme gitsin. Arka pencereden bahçedeki nar ağacına uzanan iplere serilen iç çamaşırlarımın sabah rüzgarıyla pupa yelken kucaklaşması bana haz veriyor. Ben de keşke uzaklara yelken açabilsem. Nereye? Bilmem... Bir yerlere!” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:5) “KULE BEKÇİSİ - Donanmış kayık, serin akşam rüzgarının altında, nasıl neşeli bir eda ile pupa yelken geliyor! İçinde yığılı duran sandıklardan, kutulardan ve çuvallardan, onun başarılı bir sefer yaaptığı nasıl da belli oluyor!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:300) “ROMA AĞITLARI - XVIII ---------------------------------Çok sıkıcı bulurum gece vakitlerinde yalnız bir yatağı. Ama çok iğrençtir, pupa yelken giderken aşka doğru Korkmak yılanlardan, veya şehvetin güllerine saklı zehirden.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:77) “Geçimimi kendim sağlayabiliyordum, almakta olduğum can sıkıcı bursa lanet olsun dedim ve pupa yelken küçük bir profesyonel yazarın aşağılık yaşamına doğru ilerlemeye koyuldum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:70) “DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden> --------------------------Böyle deyip çıktı geminin direğine ve açtı üst yelkeni. Gerdi gemiciler yelkeni, iki yandan şişirince rüzgar. Birden, olağanüstü şeyler olmaya başladı. Baldan tatlı, mis kokulu bir şarap akmaya başladı pupa yelken giden siyah gemide, Güzel kokular yükseldi her yanda. Şaşakalmıştı bütün gemiciler.” (Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:101) “Herkes yerindeydi, ama Nerrantsula hendeğin üstünden atladığı gibi kayığın burnundan kıçına, kıçından burnuna sıçrayıp duruyor, avaz avaz bağırıyordu: Nerrantsula fundoti! Nerrantsula fundoti! -Gemimi batıracaksın! diyordu ona Epaminonda pupa yelken yol alırken. (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:73) “Toprağın derinliklerinden fışkıran serin bir su. Dönüp bakmıştı. Ayağında kırmızı sandallar, örgüsüz saçlı, ayak bileği kordelasıyla, bilezikleri ve küpeleriyle tepeden tırnağa süslenmiş Magdalena duruyordu karşısında, haham amcasının biricik kızı Magdalena, pupa yelken giden bir yelkenli gibi baştan başa donanmıştı.” ..... “Natanael içini çekti. ‘Bak Filipus, durumum öyle iyiydi ki, o kadar çok sipariş almıştım ki. Bak şy iskarpinlere, sandalların hepsi de elimden öpüyor. İşim pupa yelken gidiyordu, şindiyse...’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:35;383) “Şimdi de pupa yelken, kentten, uygarlıktan ve kendisini kuşatan kurallardan kaçıp kurtulmaya çalışıyor ve eskiden beri bildiği bir ıssız adanın kıyısında gecelemeyi planlayarak, şarap rengi akşamüstü denizinin yüzeyinde fış fış kayıp gidiyordu. Bir rüyaydı bu.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:118) “... pupa yelken giden görkemli bir gemiye benzeyen yatağımızda kamışımın Lucrecia ile kazandığı zaferlerden övünç duyduğumu söylediğimde, şaka ediyorum sanıp bir kahkaha patlatmıştı. Oysa şaka etmiyordum.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18) “ ‘Evlen onunla, evlen, Bohem bozuntusu, evlen, artık akıl çağındasın sen, onunla evlenmen gerek!’ Bir gemi girecek limana Otuz toplu pupa yelken Bir sabah erken.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:184) “Beni tutup yüzdürür en sığ yardımın bile O, senin derin sessiz dibinde ilerlerken; Ben boraya tutulsam tekneciğim nafile, Ama o, sapasağlam, mağrur, dik, pupayelken.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:80, sa:201) “Bu, her gece rüyasında kendini kurtarmak için birçok gemilerin pupa yelken geldiğini gören zavallı, eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk seneden ziyade geçmişti.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:137) Purim : (İSR. MYTH.) : Şubat ya da mart ayına rastlayan, Yahudi kavminin düşmanı olan Ahasuerus başrahibi Haman’ın asılması anısına yapılan Musevi bayramı “Eeee?’ ‘Eesi, kafamda garip bir şey yapıyorum. Bana yakın olabilmeleri için onları Yahudiye dönüştürüyorum’ ‘Nasıl yapıyorsun bunu?’ ‘Şey, onların bizim soyumuzdan olmadığını – bize hep anlatıldığı gibi, sonunda ihanet eden kişiler olduklarını – unutmanın ötesinde, Yahudi olmadıklarını da unutmak zorunda kalıyordum. Dün, Carla biri hakkında ne düşündüğümü sordu bana. Ben de, ‘Bu tipleri bilirsin – adam özel bir tip olmak istiyor, onun için Purim boyunca haykırıp dövünüyor,’ dedim. Birden şaşaladı.’ ” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:219) purl : (GİY.,DAVR., İÇKİ,KOLL.) : <pörl> : -isim, fiil- 1) Bir tür dantela kenarı, yün örgüsünde ters iğne; dantela için sırma teli; elbisede kıvrım: pli; knit one purl on : bir düz bir ters örmek; 2) çağıltı-çağıldayarak akmak; girdap, dalgacık; kıvrılarak hareket etmek; 3) Alkol ve şeker karıştırılmış sıcak bira purlieu, purlieux (çoğul) : (ÇEVRE,KOLL.,FR.) <pur’liyö> : Dış mahalle, varoş, etraf, şehirdışı, hudut, civar purloin : (DAVR.,HUK.,KOLL.) <pur’luan> : Çalmak, aşırmak, suç işlemek purview : (DÜŞÜN.,HUK.,KOLL.) <pur’viyu> : Meal, mefhum, mana, sade; HUK.: Bir yasanın hüküm kısmı; alan, genişlik Pus; Pus gibi çökmek : Sabah erken saatlerin, görüşü hafif engelleyen az nemli sis perdesi; Sis basmak; (Ing.): İnç’in <2.54 cm.) Fr. eşdeğeri: Pus; Bir ayak <foot> uzunluğunun onda biri “Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler (Donde habite el olvido) ------------------------------Denizin üstüne bir pus gibi çöküverir sonuçta, Geleceğin yıldızlarına değin Yükselen bir mavimsi telaş, Dalgaların dayandığı bir merdivenle Uçurumlara iner göksel ayaklar, Senin kendi büründüğün biçim de Melek olsun, şeytan olsun, düşlerde görülen bir sevda” (Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.07.02) “... zayıf suratlar, geceyi uykusuz geçirmiş gözler, babası çay tezgahında boşuna bir çabayla bira almaya çalışırken çamaşır sepetinde biberonunu emen bebek. Sabah güneşi beyaz badanalı evleri ağır ağır pusun içinden çekip aldı, bir deniz feneri gemiye karşı kırmızı-beyaz parladı, gemi ağır ağır soluyarak Dun Laoghaire Limanı’na girdi. Martılar gemiyi selamladılar.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:17-8) Puslu bir güneşle ve havanın uyuşukluğunu hareketlendirmeden dolaşan bir tutam esintiyle, California’nın yazdan kalma bir günü, değişen mevsimin derin sessizliği ile ürperen güzel bir sonbahar günü geldi. Buhardan değil ama, rengin örülmesinden dokunmuş şeffaf mor puslar tepelerin oyuklarında gizlenmişti. Francisco, kurulmuş olduğu tepeler üzerinde bir duman lekesi gibi uzanıyordu. Araya giren koy, erimiş bir madenin donuk parmaklığındaydı. Üzerinde yüzen tekneler, hareketsiz yatıyor ya da tembel tembel sürükleniyorlardı. Uzakta gümüş bir pus içinde görülen Tampalpais, batıya yönelmiş güneşin altında som altın bir patika olarak görünen Golden Gate tarafından muazzam bir şekilde genişletilmişti.” (J. London, “Martin Eden”, sa:210) Pusarık : Puslu, sisli, hafif yağmur çiseleyen hava “FENERLER --------------Michel-Ange, o pusarık yerde Herküller Görülür İsa’lara karışan ve yarı Karanlıkta dev gölgeler dinelir yer yer Kefenlerini yırtıp gergin parmakları.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37) “ ‘Böyle pusarık bir havada gelmişler buraya, rahmetli Faruk Efendi ile cehennem topçu Cemil amca... Teğmen Faruk Efendi de, benim duygularımla mı baktıydı acaba yol boyu, bu harap Erenköy semtine?.. Yağışlı havanın verdiği kederle?..’ ” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:321) “SONBAHAR AKŞAMI <1830> Güz akşamındaki bu loş aydınlık gizemli, zarif bir güzellik saklar... Ağaçların meşum şavkında artık görülmez bir hüznü inler yapraklar; titrerken göklerin pusarık alnı, siyahlar örtünüp kararırken yer, hoyrat bir el dolaşarak her yanı bazen yakın fırtınayı müjdeler.” (F.İ. Tyutçev<1803-1873>- Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.05.05) Pusmak , Sus pus olmak : Susmak, sessizleşmek, sinmek, gizlenmek; Sesini tamamen kısmak “‘Bir de şemsiye ayarlamak tabii,’ dedi ağabeyi. Lucy kızardı. İnancına yine taş atmıştı ağabeyi. O ‘dua’dan söz ederken, ‘şemsiye’yi yapıştırıvermişti. Haçını gizledi azıcık parmaklarıyla. Sindi, pustu; gelgelelim bir dakika sonra neşeyle haykırdı: ‘Bakın geliyorlar, bizimkiler-canlarım benim!’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27) Pusula : Prensip olarak gemicilikte, orman-kırlık gezilerinde, kuzey ve güney arasında mıknatıslı bir iğnesi olan yön göstergeci. Çinlilerin icat ettiklerine inanılır; Üzerine kısa bir not ya da bildiri (örneğin, lokantalarda fiyat göstergesi) çiziktirilen küçük kağıt “Pancurların arkasına gizlenen Fausta, onun dönüşünü bekliyordu. Herkesi kıskanan M... kontu Bay Joseph Bossi’yi özellikle kıskandı ve gülünç sözlüklerle öfekelendi. Bunun üzerine, kahramanımız her sabah ona şu sözleri içeren bir mektup gönderdi: ‘B. Joseph Bossi, rahatsız edici böcekleri yok eder ve Larga sokağı, No.79, Pelegrino hanında oturur.’ Büyük servetinin, mavi kanının ve otuz uşağının kahramanlığının kendisine her yerde sağladığı saygı gösterilerine alışan M.... kontu bu küçük pusulanın dilini anlamamazlıktan geldi.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:255) Pusulasını, Pusulayı sapıtmak, şaşırmak : Ne yapacağını bilememek, yolundan ayrılmak, yolunu kaybetmek “İskoçya kıyısında tan ağarırken. Edimbourg: Kanallarda kuğular. Uydurma bir akropolün çevresindeki kent gizemli ve puslu. Kuzeyin Atina’sı, pusulayı şaşırmış. Princess Street’te Çinliler ve Malezyalılar. Burası bir liman.” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:209) “Acı şimdi ruhunu sarıyor, güçten düşürüyordu sanki. Çünkü beş yıldızlı bir otelde, önünde votka ve havyar, bacaklarının arasında bir kamçıyla çırılçıplak tiyatro yapmak başkaydı; taşlardan parçalanmış çıplak ayaklarla soğukta yürümek başka. Pusulasını şaşırmıştı artık.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:178) “YALNIZ İHTİYAR -------------------------Eskiden binlerce makarasında musonlar eserdi. Artık pusulayı sapıtmış şaşkın gemi, Seferde, dalgaların yararsız oyuncağı, Eski kaşifi, yeşil Avustralya’nın! Tek tayfası kalmamış artık serende, Fora ederken yelkenleri şarkı söyleyen Kırmızı yıldızlı hiçbir fener çakmaz uzakta, Yalpalar durur yapayalnız dev dalgalarla.” (Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06) “CLAIRE - Ben ihtiyatlıyım, meraklı değil. Ben komodinin kilidini zorlamak, doğru belgelere dayanan bir hikaye uydurmak için halının üzerine diz çöküp de her şeyi göze alırken, sen suçlu, cani ve sürgün aşığının hayaliyle pusulayı şaşırmış yapayalnız bırakmıştın beni.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:28) “Akşamüstü kendini dehşet içinde buldu. Uğultudan, gürültüden afallamış, pusulayı şaşırmış, korkmuştu. Yenilmişti. Öbür kentler hiçti. Onların abecesini okumak, köy kızlarını anlamak, ıstakozlu kokteyller yuvarlamak, dergilerin ‘yanıtla birlikte sürdürüm bedellerini gönderin’ bulmacalarını çözmek kadar kolay olmuştu.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:133) “-Demek Nazlı tılsım da yapar ha? -Ha ha!... Onun yok mu o bulanık bakışı ilen kara gözleri, o bir keret <kere> bu gözlerini kökünden dikti miydi bir insanın yüzüne, o ister erkek, ister kadın olsun, apışır kalır karşısında... Hem, yalnız insanları değil, ayvanları bilem <hayvanları bile> bir bakışta susta durdurur karşısında... Bizim köpekler, ayılar, maymunlar, sıpalar, atlar hep Nazlı’nın bir bakışı önünde şaşırırlar puslayı...” , (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:253) “... böylece fenerin ışığı bir daha geçtiğinde transatlantik yeniden görünmüştü, ama artık pusulayı şaşırmış durumdaydı, okyanusun neresinde olduğunu bile bilemeden...” (G.G. Marquez, “İyi kalpli Erendıra”, sa:66) “MANGAN, teslim olarak. - Pekala, pekala. Teslim bayrağını çektim. Dediğiniz gibi olsun. Yalnız rahat bırakın beni. Hep birden üstüme varıp pusulayı şaşırtmayın.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:128) “Düşes hiçbir zaman bu kafar hafif, kıvrak ve güzel olmamıştı. Yirmi beş yaşında bile göstermiyordu. Halılara belli belirsiz dokunan hafif, hızlı adımlarını görünce zavallı emir subayı iyiden iyiye pusulayı şaşırdı, aklını laçıracak gibi oldu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:278-9) “ŞAŞKIN DÜNYA Değil işlerimiz yolunda değil Kaybettik eski düzen havasını Dağda çoban denizde kaptan dahil Şaşıran şaşırana puslasını” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:201) “Dolaptan dışarı çıkamıyordum. Alt kattan tekrar ayak sesleri gelmeye başladı. İşte o zaman ben de büsbütün pusulayı şaşırdım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:354) Puşlavat : Puşt, pezevenk takımı; it uğursuz (Argo) “Bu söze her zaman gülen Fayrap sonra çıkıştı: -Açılın ulan!... Açılın puşlavatlar!.. Yol verin!.. Kamil beye göz kırptı: ‘Daldın iyice Hafız! Ayıp salladın şimdicik... Hele karnın iyicene acıksın da bizim kümese öyle yeşillen!..” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32) Puşt : Edilgin eşcinsel erkek (Argo) “Onu gördük ki, dev gibi Yusuf Bey, bu kapıdan fırladı. Sağ eliyle boğazının şah damarına yapışmış, gövdeli adam olduğu için, damarın kanı bir minare boyu sıçrıyor. Şu basamaklara indi, iki üç adım attı. Bir yandan da, ‘Yediler beni puştlar... Yediler,’ diye böğürüyor. Nah şuraya yıkıldı, yıkılmasıyla ruhunu teslim etmesi bir oldu.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:94) “Kimse karşılık vermedi. Hepsi de merminin hedefini şaşmayacağını biliyordu. ‘Burada bir tek erkek yok mu?’ Yeni bir sessizlik. Yaşlı Rogério yere tükürdü, bir adım attı: ‘Puşt alayı!’ Dönüp yürüdü. Yaşlı beygirine bindi, güç bela uzaklaştılar. Bir yıkıntıya binmiş başka bir yıkıntıydı bu.” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:30) Put; Put gibi (kımıldamadan) durmak, oturmak, susmak : Taş, tahta ya da topraktan yapılı, Tanrıyı ya da doğaüstü kudretleri temsil eden dikine çalılmış yapıt; Kımıltısız donup kalmak Bk.: Put kesilmek “AYŞE - Ne merhametsiz adam... Kardeşi bu... Kardeşi için söylüyor. NECMETTİN - Hayır, bari derhal kapıda onu görür görmez birimiz meseleyi anlatıverseydik. Mesela patron ‘kardeşim’ diye ona doğru ilerleseydi. A. HAMLET - Hayır, hepimiz put gibi durduk kaldık.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:117) “Güneş hala kafamın içinde uğulduyordu; merdivenlere tırmanmak, kadınlarının yanına gitmek için çaba sarf etmeyi göze alamadım. Ama, hava da öylesine sıcaktı ki, gökkubbeden düşen kör edici ışık yağmuru altında put gibi durmak da güçtü.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:60) “DÖRT BOYUNSUZLAR ------------------------------Oturdular mı krallardan da görkemli otururlardı Ve dimdik geçerken onlar önlerinden Putlar haçlarının arkasına saklanırlardı.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:123) “HAKİKAT *** Tepeden tırnağa silahlı zalimler Işığın karşısında put gibi duruyorlar. Karanlıkta yola koyulmuşlar, Önlerinde, debdebeli kibirli şeytan.” (İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:63) “İrfan’ın bu ters ters cevapları üzerine ben artık sustum, hiç çenemi açmadan birkaç dakika öyle put gibi durdum ve biraz sonra canım sıkılmaya başlamış olduğu için kalkacak oldum: -Ey artık bana müsaade, ben kaçıyorum!...” (O. Cemal Kaygılı, “Çingeneler”, sa:81) “‘Zimoure’u unut!’ dedi Stanley, vitrine doğru bakıyordu. ‘Ne o, aradığını hemen buldun mu?’ ‘Sakın bakma, vitrinin gerisinden bize bakan adam tam bir afet!’ ‘Hangi adam?’ diye sordu Julia, kıpırdamaktan korkarak put gibi duruyordu.” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:292) “Bütün ışıkları kendine çekip yine kendi bağrından fırlatan, varlıkların iskelet ve organlarıyla çevrelenmiş olan parlak taçlı put, tekerlek biçimindeki on sekiz koluyla kesik kafa, el ve ayaklardan yapılmış bir kemerin üstünde kayalardan fırlamış gibi duruyordu.” (Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:56) “Bunun üzerine gitmeme izin verdi de çıkıp farları söndürdüm. Geri döndüğümde, önünde, biri avukatlardan biri benden gelen mektup put gibi oturuyordu. Bu arada ben sinirlerime biraz olsun hakim olmayı başarmıştım.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:267) “Öte yandan kadın onu evinin önünde de bekliyor olabilir; dudaklarında bir gülümsemeyle mektubu verebilir, Buyrun, söz verdim, sözümü tutuyorum, diyebilirdi. Ama ne yazık ki kadın orada da yoktu. Viyolonselci eve put gibi döndü, elini kolunu kaldıracak dermanı kalmamıştı adeta, onu karşılamaya gelen köpeği itti, viyolonseli öylesine, herhangi bir yere bıraktı ve gidip yatağın üzerine uzandı.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:200) “Ben kimim ki kıskanıp kuşkulanıp sorayım Kimle içli dışlısın, nedir yaptığın işler; Derdim günüm put gibi düşünmeden durayım, Mutlu kıldıklarını bilmek içime işler.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:57, sa:155) “Put gibi kımıldamadan duran, yaşlı bir kadın vardı köşede. Kaşlarını garip bir şekilde havaya kaldırmış başka bir kadınsa onun kulağına bir şeyler fısıldıyordu. İri yapılı, uzun redingotlu genç bir papaz, yüzünde, ‘Dünya bana vız gelir!’ diyen bir anlatımla bağıra bağıra dua okuyordu.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:24-5) “-Ah hanımefendi, sormayın put kesildi. İçinde ruh denen şey yok mu acaba? Ablası Anna, eh, herşeyi gerektiği gibi yaptı. Zeki kızdır. Evlampiya ise hiç. Oysa niye saklamalı, onu her zaman üstün tutardım..... Demek ki artık bu dünyayla ilgim olmadığını anlıyorum. O ise bir söz bile söylemeden put gibi duruyor.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:53) “Atalarımız bizden daha akıllıymışlar. Onların masallarında olan yıldızlı dilberler pencerenin dibinde oturur ve put gibi susarlar. İşte böyle olmalı.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:67) “O müthiş yağmurda kapı aralığında put gibi duruyordu. Dakikalar geçtikçe dizleri hafifçe büküldüler. Sağanak olanca hızıyla sürüyordu. En cıvcıvlı anında adeta ağır silahlar patlıyor, meşe ağaçları kırılıp parçalanıyormuşçasına korkunç gürültüler duyuluyordu. Ayrıca vahşi çığlıklar ve insanlıkdışı iniltiler de geliyordu. Ama Orlando St. Paul’ün saati ikiyi çalana dek orada öylece put gibi durdu ve sonra, müthiş bir alaycılıkla, otuz iki dişini göstererek, ‘Jour de ma vie’ <Fr.: Hayatımın günü> diye avaz avaz haykırıp feneri yere çarptı, atına atladı ve nereye gittiğine bakmadan doludizgin atıldı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:47) Puta tapınmak, Putperest : İlkel toplumlarda, semavi, olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanılan çeşitli Tanrılara, ya da inanç sisteminin temsilcilerini insan, insana benzer ya da haç ve benzeri sembollere döndürerek günlük tapınma yapma, dolayısıyla Onların gölgesinde, himmetinde korunma ve huzur içinde yaşama inancı; Bu inancın sahibi kimse. “Putlara tapınmanın ilk nedeni, kuşkusuz nesnelerden korku, ama, buna bağlı olarak, nesneleri gerekliliğinden korku ve buna bağlı olarak nesnelere karşı sorumluluktan korkuydu. Bu sorumluluk öylesine dayanılmaz bir şekilde ortaya çıktı ki, insan onu bir tek olağanüstü insanın omuzlarının üstüne yıkmayı göze alamadı, çünkü bir tek aracı da insanın sorumluluğunu azaltamayacaktı, yalnız bir tek varlıkla ilişkisi, gereğinden fazla sorumluluğu insanın, bir yük gibi, sırtında taşımasına yol açacaktı, işte bundan dolayı her nesnenin sorumluluğu nesnenin kendisine verildi, daha da ileri gidilerek nesneler, en çok insanlardan sorumlu tutuldular.” (F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:92, sa:60) Put kesilmek : Korku ya da heyecandan put gibi kaskatı, kımıldamadan durmak “Onun üzerine, yanımızda duran yabancı bir gençle konuşmak istedim; Fransız olmasına karşın kendini burada pek rahat hissetmediği belliydi; çünkü o da, diğer konuklar gibi put kesilmiş, bir sözcük bile konuşmamıştı.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:198-9) “..... Haydi bakalım Rana abla, sen de tak zillerini de Emine ile birlikte fırla ortaya!... Rana, Tornavida’yı <Hasan’ı> fena halde payladı: -Efendilerin meclisinde, uşaklara söz düşmez!... Tornavida, olduğu yerde put kesildi. Emine şimdi Nazlı’nın omuzlarına başını dayamış, -Ne düşünüyorsun öyle hazin hazin Nazlı abla?, diye soruyor, Nazlı da melul melul benim yüzüme bakarak, -Geçen yazı düşünüyorum, geçen yazı... diyordu.” (O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:240-1) “-Ah hanımefendi, sormayın put kesildi. İçinde ruh denen şey yok mu acaba? Ablası Anna, eh, herşeyi gerektiği gibi yaptı. Zeki kızdır. Evlampiya ise hiç. Oysa niye saklamalı, onu her zaman üstün tutardım..... Demek ki artık bu dünyayla ilgim olmadığını anlıyorum. O ise bir söz bile söylemeden put gibi duruyor.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:53) Püf : Pis bir koku duyumsandığında, genellikle el buruna gider, yüz ekşir ve bu sözcük fırlatılır; bazen de karşısındakine, onu küçültecek hakaretamiz bir hitap şeklini alabilir “Bir gece dayısının kızı Sourdis Düşesi’nin evinde dük tarafından basılınca, ondan kurtulmak için sığındığı Beautreillis lağımında bir bataklıkta boğuldu. Düşes, bu ölüm kendisine anlatıldığı zaman, küçük esans şişesini isteyerek onu koklaya koklaya ağlamayı kesti. Bu durumlarda aşkın pek önemi yoktur, çirkef onu yok eder. Hero, Leandro’nun ölüsünü yıkamaya yanaşmaz. Thisbe de Püramos’un karşısında burnunu tıkayarak ‘püf’ der.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:197) Püf noktası, püf tarafı : İşin en önemli, dönemeç, giz noktası; esrarı; en ince, can alıcı noktası “Maria, ‘özel müşterilerin’ kimler olduğunu henüz bilmiyordu; sadece ilk akşam bahsi geçen bu konu hakkında kimse onun önünde konuşmuyordu. Yavaş yavaş mesleğin birtakım püf noktalarını öğrendi; örneğin bir müşteriye asla özel hayatı hakkında soru sormamalı, mümkün olduğunca az gülümseyip konuşmalı...” (P. Coelho,”On Bir Dakika”, sa:76-7) “Hoş, bu olay gençliğimde olmuş bir şey. Ama sevgili okuyucularım, asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor musunuz? Durumumun püf noktası, bütün rezilliği burada ya... Benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:14) “-Avukat beni benden iyi bilemez, beni benden daha iyi müdafaa edemez! -Orası öyle ama, gene de bir avukat... Çünkü yasaldır, yasaların püf taraflarını avukatlar... Kadının sözünü sertçe kesti: -Benden daha iyi bilemezler!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:182) “Ansızın ortada inşaatçılar bitiverdi; Platt’ın Çayırı’nda evler yükselmeye başladı. Hesperides’ten feryatlar yükseldi; kiracıların hakkını savunmak için bir birlik kuruldu. Ama faydasız. Crum’ın avukatları bizi beş dakikada nakavt ettiler ve Platt’ın Çayırı imal edildi. Oysa işin püf noktası tümüyle sanal ve beni Crum’ın baronluğu hak ettiğine inandıran asıl incelik de bu.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:17) “KLEOPATRA -... Bu mutluluk değil, ama büyüklük. Sezar nasıl benden üstünse, ben de çevremdeki budalalardan üstünüm. POTHINUS (Onu dikkatle süzerek.) - Kleopatra bu belki de gençlik gururu. KLEOPATRA - Hayır, hayır. Ben çok akıllı değilim ama çevremdekiler öyle aptal ki. POTHINUS (Düşünerek.) - Doğru, işin püf noktası da bu zaten.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:118-9) “Kafasında bir ışık parıldar gibi oldu: -İşin püf noktası buymuş meğer; budala insanlar şu eniştemle teyzem! diye bağırdı.” (Stendhal, “Lamiel” Cilt: I, sa:59) “Baldini... daha bundan kırk yıl önce, Ligurya’nın güneye bakan yamaçlarında, Luberon’un yükseklerindeki kırlarda açık havada lavanta damıtmıştı o imbikle. Sonra, Grenouille damıtılacak maddeyi ufalarken Baldini bir acele -çünkü çabukluk işin püf noktasıydı- tuğladan örülmüş bir ocağı yakar, üzerine, dibini bolca örtecek kadar su konmuş bakır imbiği yerleştirirdi.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:99) “Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki, kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu -ki ahlakın temelidir-, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:27) Püh : Pöh. Vay anasını be. Yok be! (Argo) “PHEİDİPPİDES - Püh! Çulsuzlar, biliyorum. Sen aralarında o sefil Sokrates’le Khairephon’un bulunduğu şu yüksekten atıp tutucuları, şu sapsarı benizlileri, şu pabuçsuz serserileri söylüyorsun değil mi?” (Aristophanes, “Bulutlar”, sa:26) Pür dikkat (dinleme, kesilme) : Dikkati çok yoğunlaşmış, dikkat kesilmiş “İpek gazetenin birinci sayfasını pür dikkat okumaya başlayınca Ka tıpkı İstanbul’da gördüğü eski arkadaşları gibi onun için de tek gerçeğin Türkiye’nin içler acısı, sefil siyasal dünyası olmasından, Almanya’da yaşamayı aklının ucundan bile geçirmeyeceğinden korktu.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:37) “Mareşal, bir köy evinde aceleyle kahvaltı yaparken, ayaklarının altındaki toprak zemin hafifçe sarsıldı. Hepsi birden pür dikkat kesildiler. Ses, boğuk boğuk ve gittikçe zayıflayarak duyuluyor; bunlar uzaklarda, çok çok üç saatlik uzaklıkta ateş eden topların sesidir.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:109) Püriten : Prütan; Ahlak, din konularında sofu olan Protestan; İngiltere’de Kraliçe Elizabeth I hükümranlığında, dinde yapılan reformları yeterli bulmayan ve dini törenlerde daha sadelik taraftarı Protestan kimse. “‘Neden (pasaport) alabileceğime o kadar emindin? Ben kendi adıma hiç ummuyordum.’ ‘Çünkü,’ dedi Ruth, ‘sözünü geçirebilecek mevkideki bir Püriten hanımefendi, başı derde girmiş bir Püriten hanımefendinin derdinden anlar. Püriten hanımefendiler, öbür Püriten hanımefendilerin yalan söylemediğine inanmak zorundadırlar.’ ” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:79) “Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2) “Ama bu dalaşmalar, kahverengi parmaklıklarla ve kurumuş kan renginde incecik kübik binalarla çerçevelenmiş Manhattan sokaklarında, boş arsalarda gerçekleşiyordu. Bütün bunlar büyülüyordu beni; mekanın adeta yiyip yuttuğu ve altındaki bozkırı zar zor saklayabilen püriten ve kanlı bir kent hayal ediyordum: Cürüm ve erdemin ikisi de kanun dışıydı orada; her ikisi de özgür ve egemen olan katil ve adalet adamı, akşamları bıçak darbeleriyle anlaşıyorlardı.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:160) Pürpüzlenmiş : kıvrım kıvrım büzülmüş, donanmış “Gülünç görünüşüne, önü pililerle kaplı pürpüzlenmiş gömleğine ve düğümü bir yana kayan ince siyah boyun bağına rağmen, binbaşı, Bayan Vardeman’ın seçkin pansiyonunda diğer konuklar tarafından seviliyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:97) Pürtelaş : Telaş içinde, telaş dolu, telaşlı “... tıpkı Champs Elysées’de dizginlerin birden çekilmesiyle atlı arabamın tanınmış bir dükkan tabelasının önünde durduğu zamanlardaki gibi; ben pürtelaş arabadan iner, baştan aşağı aynalarla kaplı hole girer, tek bir harekette kolsuz paltomu, silindir şapkamı, bastonumu, eldivenlerimi hemen onları almaya gelen kızların ellerine bırakırdım.” (I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12) “Pürtelaş onu karşılamaya gelen Orlando’nun bir parça düş kırıklığına uğraması kaçınılmazdı. Şair orta boylu sayılırdı; boyu bosu vasattı; zayıf, azıcık kamburdu ve girerken köpeğe takılınca hayvan onu ısırdı. Dahası, insan milleti olanca bilmişliğine karşın Orlando, bir türlü onu nasıl sınıflandıracağını bilemiyordu. Ne uşakla ne esnafla ne de soyluyla bağdaşan garip bir şey vardı adamda.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:62) Pürtül pürtük : Cilt ya da meyve kabuğuınun üzerinde gelişmiş küçük çıkıntı ve kabartılar, kırışık, pürtük; Çok pürtüklü “Konuşurken bir hayli patlak gözlerinde kocaman yaşlar oluşuyor ve uzun, etsiz yanaklarının pürtük pürtük kırışıklıklarından aşağı yuvarlanıyordu. Orlando, kendi erkeklik deneyiminden, erkeklerin de kadınlar kadar sık ve nedensiz ağladıklarını biliyordu; ama şimdi, erkekler önlerinde duygularını açık ettiklerinde kadınların sarsılmaları gerektiğinin bilincine varıyordu, bunun üzerine sarsıldı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:122) Pürü pak : Saf ve temiz, ari “V (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? nisan 1847) ----------------------------------------Nasıl ışıklara gark olmuş gökbilimci, Milyonlarca fersah uzakta tartarsa gezegenleri, İşte ben de bu uçsuz pürü pak gökte, Arar dururum yiğitimi.” (Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) Püsküllü, Püsküllü ve sulu bela : Belaların dik alası, en büyük felaket “... elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan soyunun tükenmemesine çalışması için önüne bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği yüzünden başınıza ne püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar yapar.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:45) “Etem’in Guraba hastanesine yattığı, bu mektuptan anlaşılıyordu; fakat köpoğlunun bana bu ektubu yazmaktan maksadı <gayesi>, beni kendisine acındırıp tekrar benimle barışmaktı. İfade ve sözlerden belli idi ki, ortada pek öyle yakın bir ölüm tehlikesi yoktu. Olsa da hani pek umurumda değildi. Fena mı, başımdan bir püsküllü ve sulu bela kalkmış olacaktı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:199) “(Hasan) bütün başından geçenleri doktorlara anlatmaktan korkuyordu. Şu deli doktor anlattığı bir şeye kızar da belalı başına bir püsküllü bela daha açar mıydı? Gene de kendini yenemiyor, başından geçenleri bir bir doktorlara anlatmaktan kendini alamıyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:162) “Tamam da kadını ne demeye yarattın Tanrım? Bu kirli eksik eteği, bu günah makinesini, bu püsküllü belayı niçin başımıza sardın?” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:37) Püskül püskül yırtılmak : Lime lime olmak “Karşılarından şayak şalvarı dizlerine kadar püskül püskül yırtılmış, yalınayak, başına bir mendil eskisi sarmış, sırtındaki yorganın altında iki büklüm, ayağını yere değdikçe kızgın saça basmış gibi birden kaldıran, bir tuhaf yürüyüşlü, kupkuru bir adam geliyordu.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:28) Pütür pütür : Sertleşerek kabarmış bir yüzey “...işte o zaman, çemberi yarıp geçen polisler sizi yakalayacaklar, ama hiç de hırpalamadan, adeta acıyarak, ayaklarınızı sürüye sürüye, güçlükle yürüdüğünüzü, delik deşik köseleden fırlayan etlerin, pütür pütür ve ateş gibi yanan toprağa sürttüğünü görecekler çünkü, omuz vererek, yürümenize yardım edecekler, ikide birde önünüze düşen başınızı doğrultacaklar, ama yine düşecek, anlaşılmaz bir tonda ve tatlı sözler söyleyerek teselli etmeye bile kalkacaklar.” (M. Butor, “Değişme”, sa:236) “Ağır Akşam Yüksekçe açılmış kapıları karanlığa bütün göklerin, Onlara sel gibi sessizce dolan, dipsiz hunilerle parçalarcasına Toprağı. Daha yoğun çıkıyor gölgeler dışarısına Pütür pütür gözeneklerden yeniden dolan keseklerin(*).” (*)Kesek: Toprağı bellerken, otuyla çıkarılmış parça (Ernst-Maria Richard-Stadler,<1883-1914>-Danyel Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “19.10.09) pyaemia, pyemia: (TIP,YUN.,) <payem’ya, piemi> : Kan cerahatlenmesi, zehirlenmesi, vücutta çok miktarda çıban oluşumu pylon : (YUN.ESKİ MISIR,DİN,KOLL.) <pay’lon, pilon> : Mısır’da eski mabet v.s.’nin muhteşem kapısı; hava meydanında işaret direği; çelikten telgraf direği : pilon pyramidon : (MUS.,İLAÇ) <pira’midon> : Org’da çok derin sesler veren bir kısım; FARMAK.: Ateş ve ağrı kesen, reçetesiz satılan bir ilaç: Piramidon pyre : (MYTH.,TAR.) <payr> : Ölüleri yakmağa mahsus haırlanan odun yığını; yanacak şey yığını pyroclastic : (JEOL.,KOLL.) : <payro’klastik> : Volkanik hareketler etkisiyle parçalanıp dağılmış, püskürtülmüş pyrography : (MYTH.,SAN.,KOLL.) <payro’grafi> : Kor-akor halindeki bir aletle, tahta üzerine şekiller çizme sanatı pyrolatry : (MYTH.,DİN,,PSYCH.,KOLL.) <payro’latri> : Ateşe tapma, ateşperestlik pyromancy : (MYTH.,OYUN,KOLL.) <payro’mansi) : Ateşe bakmak suretiyle fal bakma pyromania : (PSYCH.,TIP,KOLL.) <payro’manya, piromanya> : Yangın çıkarmak <sonra da karşıdan seyretmek, alevlerden haz almak> hastalığı pyrrhic : (MUS.,DAVR.,EDEB.,DANS) <pirik> : 1) Eski Yunanistan’da, bir savaş raks’ına ait; ŞİİR: İki kısalı vezine ait; 2) YUN.TAR.: Epir kralı Pyrrhus’a ait; Pyrrhic victory : büyük kayıplarla kazanılan zafer Pyrrhonism : (YUN.,FELS.,) <Piro’nizm> : Septisizm (Şüphecilik) = Reybi (Osm.); M.Ö. 4. y.y.’da Yunan filozofu Pyrrho’nun kurudğu düşünce sistemi; derin şüphecilik; Pyrrhonist : o düşünce taraftarı Phytia : (YUN.,MYTH.,DİN) <Pi’tia> : Delf mabedinde Apollon rahibesi Phytias : (YUN.,DİN,,KOLL.) <piti’ıs> : U.S.A.’da eskiden : ‘Şeytan = damon’ diye de anılan gizli bir dostluk ve hayır cemiyeti pyx : (YUN.,DİN,KOLL.) <piks> : YUN.Katolik Kilisesinde, kutsal ekmeği saklamağa mahsus kutu; İngiltere darphanesinde geçerli sikke muhafazasına mahsus sandık : pyx chest pyxis, çoğul pxydes : (YUN.,ROMA MYTH,KOLL.) <piksis, -idiz> : Ekseriyetle kapaklı, silindir şeklinde vazo; kutu, mücevher kutusu; piksit (Yeni Redhouse Lügati) -Tüm Hakları Saklıdır-
Similar documents
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
-Bu kutular adeta nişan şekeri kutusu Feride, diye fısıldadı. Masalım bana biraz pahalıya mal olmuştu, ama ne yaparsınız?..” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:51) “Ve: ‘Onlarla,’ diyorum ‘senin üzerin...
More informationAnsiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
kö ede bir arkada ı ile a ır a ır, vakur, fakat pek babacan bir tavırla demlenmekte olan, burnundan takma gözlüklü, kırçıl saçlı, kırçıl ve pos bıyıklı, tıknaz ve çok sevimli bir adamı göstererek: ...
More informationKitap Zamanı
Hele bir tanesi ölecek gibi, ayakta zor duruyor. Biraz kendilerini derleyip toplasınlar diye her gün bahçeye yiyecek koyuyorum. Her yere de beşi birden gidiyor geliyor. Büyüdüler de. Ama bizim ev...
More informationistanbul`da yaşamak/haberler
Binoche 28 Mart tarihine kadar Londra'da Almeida Tiyatrosu'nda geçen yıl Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali'nin konuğu olan yönetmen Jonathan Kent'in sahneye koyduğu Pirandello'nun "Çıplak" oy...
More information