Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transcription

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
M
Maalesef : Ama, ne yazık ki, esefle söylemek gerekirse
“-Lütfen kanıtlayın.
-Maalesef edemem. Oğlumun ismine gelen evrak, yabancı postalardan geçiyor. Yabancıların üstlerini
aratmak bizce mümkün değil. Kapitülasyon denen çok acı bir gerçek ve engel var.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:185)
“Kasanın elektronik çıkışının pırıldayan düğmesine doğru giderken, aralıklarla nefes alıyordu. Yine de
şansının yaver gitmesi onu tazelemişti. Fakat maalesef yaver giden şansı çıkışa varamadan tükendi.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:348)
“Şimdi her şey maalesef gün gibi ortadaydı. Zosimos, o uğursuz sabahın karmaşasında, Gradal’i
Kyot’un koyduğu kutudan çıkarmış, göz açıp kapayıncaya kadar aşağıya inmiş, bir kafayı açmış, kafatasını
çıkarmış, içine Gradal’i saklamış...”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:333)
“Mişel maalesef, yaldızlı dipleri görünmeye başlamış olan kutularımı tekrar tekrar bana teslim ettiği
zaman:
-Bu kutular adeta nişan şekeri kutusu Feride, diye fısıldadı.
Masalım bana biraz pahalıya mal olmuştu, ama ne yaparsınız?..”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:51)
“Ve: ‘Onlarla,’ diyorum ‘senin üzerine görüşmek istiyordum. Fakat, maalesef onların hiç vakti yok!’
‘Benim üzerime mi?’
Sırıtıyor. Bomboş bir sırıtış. Her şeyi öğrenmek hırsında olan aptalın ta kendisi.”
(Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:151)
“Adamcağızı çekinmekten çok, sevmiş, katibin ne için yaltaklandığını anlamıştı. O mademki
yaltaklanmıştı, kendisi de aynı şeyi yapmak suretiyle, katibin elindeki silahı düşürmeliydi.
-Estağfurullah, dedi. Yatağınız falan vardır herhalde?
-Maalesef yok. Yok ama...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:64)
“Çok muhterem, okumuş, münevver bir insan, bir ziraat profesörüsünüz. Biz maalesef okuyamadık.
Ama bu konuda çok okumuşumdur. Sizinle konuşmak istediğim konu da odur. Hocam, afedersiniz, vaktinizi
almıyorum değil mi? / ‘Estağfurullah,’ / ‘Afedersiniz, izninizle oturabilir miyim hocam?’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:44)
Ma-a-leş : Bağışla (Arapça). Bk.: Bağışlamak
Maaşallah : Nazar değmesin; Tanrı nazardan saklasın
Bk.: Maşallah
“(Adam) duvarlara bakıyor, sanki ünlü Gainisborugh’nun yitik tablolarını arıyordu. Herife bakar
bakmaz iftiharla göğsüm kabardı. Çünkü işimizi dört başı mamur görmüştük. Açık yanını bırakmamıştık.
Herif:
-Maaşallah bugün posta bereketli, dedi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:17)
Maatteessüf : Maalesef, esefle bildiririm ki
“ ‘Biraz oturmaz mısınız?’
‘Hayır, maatteessüf, hemen gideceğim. Size ayak üstünde bir allahaısmarladık demeye geldim.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:87)
“... biçare adamın can çekişmesi uzun sürmüştü. Nitekim Servet Beyin misafirlerinden biri ona:
‘Kayınpederiniz nasıl?’ diye sorduğu vakit o epeyce gülmüş:
‘Maatteessüf, hala ölmedi; biçare adam, bir türlü Azrail bile alıp götürmek istemiyor!’ demişti.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:212)
Maazallah : Tanrı saklasın, Tanrı esirgesin; Sakın ha
“-O zavallı başına gelecekleri bilmiyor. Bilse, tası tarağı toplar, çoktan bu diyarı terkeder.
-Sen, sen adet olsa, sahiden hepimize varırsın... Hepimizin burnuna kanca takarsın. Kız değil, tılsımlı
kuyu. İçine maazallah ayağı kayıp düşen, dünyanın çengeli çekip çıkaramaz.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317)
“Nihayet, vaktin geldiğine karar verdim. Doktorun koltuğunu pencerenin yanına çektim, dizlerine bir
örtü örttüm. Sonra, pervazın kenarına çıkıp oturarak:
-Sizinle konuşacak şeylerim var, Doktor Bey, dedim.
Hayrullah Bey, eliyle gözlerini kapayarak:
-Söyle, fakat aşağı in. Maazallah yuvarlanırsın...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:377)
“O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir
ahla onu duvar kenarına çekerek:
-Bugün bir hale rastladım. Söylemesem maazallah boynumda vebal kalacak.
-Söyle Efendi... Söyle kardeş... Vebal tutma, söyle.
-Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.
-La vallah, benden izinsiz çıkmaz.
-Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
-Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359)
“ ‘... benzi sapsarıydı. Sürekli olarak su isitiyordu. ‘Yanıyorum, yanıyorum!’ diyordu. Fakat bu kadar
ağır yaralıya hiç su verilir mi? Maazallah, bir katresi bir yudum zehir gibidir.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:214)
Mabadı muhteşem (kadın) : Gerisi-kıçı büyük (kadın) (Argo)
“MAMA - Amma kral kraliçe oldun ha. Yüce efendimin yüceliği bir mucize.
MARTA - Tabii yürüyebilirse.
ELIZABETH , Tay Tay üzerinde eğlenir. - Bu yaşımda bebek gibi paytaklıyorum! Ne garip duygu!
MAMA - Ağzına emzik de ister misin, mabadı muhteşem hanımım?”
(D. Fo, “neredeyse kadın”, sa:29)
Mabeyinci : Osmanlı İmparatorluğunda padişahın, Avrupa İmparatorluklarında kral ya da imparatorun dış
dünyadaki özel temsilcisi
“PRENS : (Pencereden başını çevirerek) Eee?
MABEYİNCİ : Salık veremeyeceğim, efendimiz.
PRENS : Neden?
MABEYİNCİ : Sakıncalarını şu anda tek tek açıklamayacağim. Ancak, bütün diyeceklerimi
anlatmasa da, herkesin bildiği bir sözü burada tekrarlamak isterim: Ölüleri rahat bırakmalı.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Mezar Bekçisi”, sa:268)
“Kırk dördüncü adam:
-Senin canı cehenneme imparatorun (Bonaparte) ancak savaş alanlarında büyüktü, bir de 1802’ye
doğru maliye işlerini düzelttiği zaman, dedi. Ondan sonraki hareketine ne demeli? Bütün o mabeyincileri,
şatafatı, Tuileries sarayındaki ziyafetleri, baloları ile, kırallığın bütün budalalıklarının yeni bir baskısını ortaya
çıkarmış oldu.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:7-8)
Macar küfürleri :
(MACAR. MYTH.):
Macarca art arda sıralanan sunturlu küfürler
“Kapıda beliren hizmetçi kız, Macarca ne istedikleri sordu. Vodiçka:
‘Nem tudom’<Macarca anlamıyorum’, diye sert bir sesle, ‘Çekçe konuş, vatandaş!’ dedi. ...........
Gene bir sessizlik oldu. Biraz sonra, hizmetçi kızın mektubu götürdüğü odadan haykırmalar ve
böğürtüler duyuldu, canhıraş feryatlar koptu; birinin yere ağır bir şey fırlattığı, havada uçuşan tabak ve
bardakların duvarda patladığı işitildi. Bir erkek avazı çıktığı kadar bağırıyordu: ‘Baszom az anyat; baszom az
istenet; baszom a Kristus Mariat; baszom az astyadot; baszom a vilagot.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:368)
Macarlar; Macar Milli Marşı : (MACAR MYTH.): Orta Avrupa’da, Hazer Denizinin kuzeyinden gelen
Ortaasya Türk göçlerinin yerleştikleri yerlerden biri olarak (diğeri Finlandiya!) kabul edilen ve Yeni Çağlara
kadar Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun önemli bir bölümü olan ülke. I. Dünya Savaşından sonra (191418) özgün bir devlet sistemi kurdular. Dünya piyasalarında Macar atları ve sucukları çok ünlüdür
“....Üç hafta önce, gezmeye gitiğimiz Neusiedler Gölü’nün orada Macar soytarılarına günlerini
gösterdik. Yakınlardaki bir köyde Honved Alayı’ndan bir mitralyöz müfrezesi konuşlanmıştı. Bizim çocuklarla
bir meyhaneye girdik ki, bunlar o meşhur çardaş dansına kalkmışlar, ter ter tepinip avazları çıktığı kadar
haykırıyorlar: ‘Uram, uram, biro, uram!’. Az sonra bir avaz yükseliyor: ‘Lanok, lanok, lanuk a fabula!’ <Hazret,
hazret, adalet hazretleri ve ‘Kızlar kızlar köyle kızlar.’. Biz de gittik, karşılarına oturduk; belimizden kayışları
çıkarıp masanın üstüne koyduk; içimizden: ‘Ulan fırlamalar, birazdan görürsünüz dünyanın kaç bucak
olduğunu.’ Meystrjik diye hergele mi hergele bir arkadaşımız var, elleri ayı pençesi gibi. İşte bu genç,
daltabanlarla dans etmekte olan kızlardan birini kapacağım diye fırladı yerinden. Kızlar hakikaten bir içim su;
sütun gibi bacaklar, taş gibi popolar, yuvarlak kalçalar, ela gözler. Memeler kütür kütür, adamın aklını başından
alır. Macar dürzüleri kızları sıkıştırıp duruyorlar zaten. ............. ‘Acımayın alçaklara! Okuyun canlarına’’ diye
bağıırdığımı hatırlıyorum. Ondan sonra ortalık karıştı yine; yer misin yemez misin, ver Allah ver! ..............
Bizden olmayan kim varsa bastık sopayı! Belediye Reisi ile jandarmalar araya girmeye kalkınca, onlar da
nasiplerini aldılar. Macarların çavuşlarından birini bir çiftliğin samanlığında sıkıştırdık. Hıyartoyu le veren de
yavuklusu; meğer başka bir kızla dans etti diye tepesi atmış....... Herifi ele vermekle kalmamış, bizim Meystrjik’i
ormanın kıyısındaki ot balyalarının oraya sürüklemiş. Bir balyanın dibinde altına yattıktan sonra beş kron istecek
olmuş. Meystrjik de, ‘Bir de para mı vereceğiz,’ diye iki tokat aşketmiş. Biz ordugahın bulunduğu tepeye
tırmanırken arkamızdan yetişti, ‘Macar karıları ateşli olur diye bilirdim,’ dedi, ‘ne gezer! Avrat soğuk
neva<le>’nin teki, kardeşim; soğuk neva ne kelime, buzdağından farksız! Bir de geveze ki, sorma. Düzüşürken
car car konuşuyor habire! Senin anlayacağın, bu Macarların tekmilinin kanı bozuk, arkadaşım.’ ” ..................
“Macarlardan nefret edilir mi hiç? ‘Ben çok severim Macarları!’ diye palavra sıkıyoruz........ Amma bir
çıkayım buradan; o ırzı kırıklardan birini encik gibi boğazlayacağım! O zaman görecekler; ‘Isten, ala me a
magyar’ <Macar Uluısal Marşı: Tanrı Macarları korusun!’ nasıl oluyormuş bakalım! Ne demişler, sabrın sonu
selamettir. Vodiçka adını duydular mı, firara kadem basacaklar!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:362;383)
Machar, J.S. : (MACAR MYTH.) : Ünlü Çek şairi <1864-1942>; Yahudi kökenli olduğu gerekçesiyle
saldırılara uğrayan Olomouc Başpiskoposu Dr. Theodore Kohn’u savunmuştur
“Askeri rahiplerin en iyisi olan Otto Katz, yahudiydi. Ama bunda hiçbir tuhaflık olmadığını belirtmek
gerekir. Başpiskopos Kohn da bir Yahudi’ydi; üstelik, Machar’ın çok yakın arkadaşıydı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:105)
Macbeth (King.-) : (İNG.MYTH.) : Kral Macbeth, İskoçya kralı, d.1057; karısı Gruach (Lady Macbeth)
nedeniyle İ s k o ç y a tahtında hak iddia ediyordu. Duncan’ı öldürerek tahta geçti (M.S. 1040). Shakespeare’in
“Macbeth” adlı trajedisinin kahramanıdır. Size, o tarihi olayların psikanalitik bir çalışmasını sunuyorum.(İ.E.)
LADY MACBETH:
-William Shakespeare’in LADY MACBETH’i hakkında psikanalitik görüşler- Prof.Dr. İsmail Ersevim“Shakespeare, Freud’den 300 yıl önce şayanı hayret bir içgörü ve sezi ile, “talihsizlik” olarak
nitelendirdiği akıl ve ruh hastalıklarını, şaheserlerinin bir çoğunun ana karakterlerine büyük bir ustalıkla
giydirmeyi başarabilmiştir; örneğin Kral Lear, Macbeth, Othello, Hamlet, Atinalı Timon, Birçok psikiyatrların
da olduğu gibi, benim de ilk aklıma gelen şey, bunlar acaba büyük yazarın kendi içinden gelen benzer dürtülerin
san’at form’larına yansıtılmaları mıydı? (Yüceltme = Sublimation). Esas tema, o halde, “Kral Oedipus”ta çok
daha direkt bir şekilde ifade edilmiş olan ‘baba katli’ (Patricide) oluyor. Freud’un, dinlerin başlayışlarını
açıkladığı “Totem ve Tabu”sunda, ilk kez, büyük oğul babayı öldürür ve annesiyle birlikte olur; daha sonra,
pişmanlık ve suçluluk duygularıyla kıvranan küçük erkek kardeşler, büyük ağabeylerini öldürür ama aralarında
bir anlaşma yaparlar: artık aile (ve kavim) içi evlilik yok. Tabu (Taboo). Baba ve abi için özel mezar yapılır, her
sene törenle anılırlar. Bu ‘myth’, bazı sembollerle ifade edilir, ve ‘ritüel’ler, ‘tören’ler şeklinde kavim ve insanlık
tarihi boyunca süregelir ve ‘kültür’ün bir parçası olur. (Yakın tarihimizde toplumumuza babalık-önderlik
edenlerin başına gelenler bu yukardakilerden pek de farklı değildirler.)
‘Baba Kıyımı’(Patricide) nın karşı içgüdüsü ‘Çocuk Kıyımı’(Infanticide)dır. Kutsal kitapların bize
ilettikleri Hz. İbrahim - İsmail efsanesi, hepimizin hayatlarinda en değerli öge olan “çocuk”un, inanç sistemleri
uğruna nasıl feda edilebileceğinin klasik bir örneğidir. Keza, 1959’da Kartaca’da keşfedilen toplu çocuk
mezarları, M.Ö. 310 yılında, Afrika’yı istila eden Agathocles’in şerrinden kurtulmak için, baş tanrı ve tanrıçaları
olan Aaron Hammon ve Tanit’e, onların süpernatürel kudretlerini sürdürebilmeleri ve kendilerini düşman
istilasından korumaları için, her beş yılda bir, en ileri gelen ailelerinin, ilk doğmuş, sağlam ve akıllı çocuklarının
beşyüzünü, ayinlerle, toplu olarak evvela boğup sonra yakarak kurban ettiklerini ortaya çıkarmıştır. Demek ki,
evrensel bir dürtüyle karşı karşıyayız.
Karı koca Macbeth’lerin hastalıkları neydi? Ş i z o f r e n i mi? Zira, bir hayal görme (Kama ve Kral
Duncan olayı) var. Kesinlikle değil, çünkü o ruhsal hastalık 18-25 yaşlarında başlar, kişinin ruhsal bütünlüğü
bozulmuş, gelişimin çok daha erken-primitif evrelerine doğru bir gerikayma olmuştur. Macbeth’ler zaten
biryerlere gelmişlerdi, geri devrelere dönüş (regression) söz konusu değildi. Yerine, herkesin içinde doğal olarak
var olup da bastırılmış duygular: aşırı haset, grandiose - manyak-paranoid bir düzeyde sergileniliyordu. Ruhsal
yapıları çok daha yüksek düzeyde ve organize idi ve suçluluk hissini duyabiliyorlardı. Genç şizofren hiçbir
zaman “suçluluk hissi”ni duyumlamaz, hiç olmazsa onun, bilinç düzeyinde farkında değildir. Suç işlediği zaman
da, örneğin bıçağını annesine ya da babasına (genellikle ikilemli olduğu sevgi sembollerine) saplar, sonra onların
yanında sessizce oturarak ve çoğu kez yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle düşüncelere dalar. Ne yaptığı
sorulunca da, “Öldü galiba,” ya da “Belki de uyuyor” der ve meditasyon’una (?) devam eder.
Macbeth’in ‘gördüğü’ ‘havadaki hançer’ ve onu izlemesi, artı, sonucunda hissettiği korku ve rahatsızlık
hissi -ki Lady Macbeth misafirleri çabucak savuşturuyordu-, iki olayın çatışması sonucudur. İlki, işlediği cinayet
nedeniyle o büyük suçunu ‘inkar-yadsıma’ (denial) etmek zorundaydı ki vicdan azabı yaşamasın; ama hançer, bir
hayal halinde ona gerçeği göstermek; suçluluk hissini uyandırmak için görüntüye geldi. Bunun gerçek bir
hallucination’dan ziyade hasdtanın kısmen farkında olduğu hallucinose; kuvvetli bir imgeleme ve yeniden inşa
etme olayı olduğunu sanırım. İkincisi de; yadsımasına karşın bilinç yüzeyine çıkan suçluluk hislerinin,
dolayısıyla kendisinin de cezalandırılmak arzusunun bir simgesi olarak belirmiş olabilir. Sanki kendi geleceğini
de önceden görmüş ve izlemiş oluyordu. Tüm bu karmaşa hislerle yorgun ve bitap düştü.
Lady Macbeth’in iki psikolojik sorunu vardı:
1) S o m n a m b u l i s m : Uyurgezerlik. Bu, sarhoşların, ya da gelişmekte olan gençlerin, sanki
koma’da ya da benzeri hipnotik bir trans içinde, bilinçaltlarında var olan, bastırdıkları bazı dürtüleri sanki
yaptıklarından sorumluluk almamak için, ‘bilinçli olmadıkları bir zamanda icra etmeleri’dir. Bereket çoğu
zararsız, hasta tarafından hatırlanmayan gezilerdir. Bence Lady Macbeth, ilerde işleyeceği cinayetten de
‘sorumlu olamayacağı’nın egzersizini yapıyordu.
2) E l y ı k a m a : Eli kana bulanmış, ya da sürekli mastürbasyon yapan bir birey, ellerini devamlı
yıkamakla (işte yine bir ritüel) sanki günahını yıkıyor, temizliyormuş gibi olur. Bu bir kompülsiyon
(compulsion) karakterini alır. Bu hareketin altındaki dinamik şudur ki, günahkar hissettiren, unutulmak istenen
orijinal olay, kompülsif bir şekilde yinelenmiş olur: Öldürülen ced’lere yapılan ritüelistik törenlerin
altyapılarında da olduğu gibi. Ümitleri söndükçe de kızar ve depresyona düşer; nitekim çaresizliğini
“Arabistan’ın tüm parfüm’leri bu kan kokan parmakların kokusunu değiştiremez”der ve direncini yitirerek
ölüme kucak açar.
Yine, Lady Macbeth, kocasına, özellikle onun zayıfladığını hissettiği anlarda, Duncan’ı öldürmesi
yolundaki provokasyon’larını yaparken, kral hakkında söylediği: “Yatakta yatışı babama öyle benziyordu ki...
Yoksa onun işini ben öoktan kendim bitirirdimm..” sözleri de, yine içinde bir “patricide” duygusunun mevcut
olduğu (ki mutlak surette çözülmemiş Oedipal durumdan gelmektedir: Bana vermeyen babamı ben öldürürüm!),
ama bunun tam tersini savunduğu şeklinde yorumlanabilir. Hikaye, “Arzu ettiği babasını öldürmek, ama sorumlu
olmamak..”
Shakespeare, Londra’yı büyük veba salgını vurduğu sıralarda birçok performans’a ara verildiğinde
(1592 ve 1594 arası), The Rape of Lucrece adlı bir şiir yazmıştı. Bu, Roma tarihinde olmuş bir gerçeğin şiire
yansıtılmış şekliydi. Konu, Macbeth’in hemen hemen aynıydı: Tullia (Lady Macbeth), kocası Lucius Tarquinis’i
(Macbeth), taçtaki hakkını korumak için Kral’ı öldürmesi yolunda ikna eder. Edebiyat eleştirmenleri, bunun
ilerde Macbeth’i yazma tarihi olan 1605-6’ya bir öncülük ettiğine inanır: Tıpkı Goethe’nin Faust’u için,
Shakespeare’in çağdaşı Christopher Marlow’un “Doctor Faustus”unu temel aldığı gibi.
Ö z e t olarak, bu trajedi, bir ruh hastasının (Karı ve koca beraberce: Folie-a-Deux) aile içi ilişkilerinin
bir diğer artistik versiyon’udur. Superego -ki aile tarafından temsil edilir- aile içi ve toplum davranışlarının nasıl
içe alınması (internalization) gerektiğini dikte eder. Birçok dürtüler bastırılır (repression); ikilemli hislwer: sertyumuşak, doğru-yanlış, yaşam-ölüm vb., büyüme ve gelişme boyunca gitgide uç kutuplara çekilerek, kişi, ‘orta
yol’da birtakım ödünlerle (compromise) kişiliğin davranışını belirşer. Bugün bile tümüyle analiz edemediğimiz
iç ve dış faktörler, kısmi paranoya’ya, ya da tüm şizofreni’ye gerileyecek (regression) klinik bir tablo yaratarak,
vaktiyle gömülmüş olan -kabul edilemeyecek- dürtü ve düşünceleri, sanki gerçekmiş ya da öyle olması
gerekiyormuş gibi (ego-syntonic), bilinç düzeyinde sergileyebilirler. Keşke tüm facialar yalnızca sahnede
alkışlanabilse.
Daha önce de bildirdiğim gibi, “myth”ler, konuları ne olursa olsun, “dürtü”lerin (drives) ‘süreklilik’
isteğine uyarak, ritüel’ler halinde, yaşanan toplumun değer yargılarına endekslenmiş olarak, sergilenmeye devam
ederler.”
Derleyen : Prof.Dr. İsmail Ersevim
Maccabees : (JEW.MYTH.) : M a k k a b i’ler; Matttathias Makkabi^nin, M.Ö. 167’de, Suriye kralı
Antiochus Epiphanes’e karşı ayaklanmaları sırasında birbirlerinin ardından Musevilere kumanda etmiş olan
oğullarına kilise yazarlarının verdiği isim. Eski Ahid’in dört kitabına verilen ad: Books of Maccabees
Macumba ayini :
(MYTH., DİN) <Makumba> : Orijinini Afrika’dan alan, temelde, tinsel büyücülüğe
bağlı, erotizm <cinsellik> içerikli bir Vudu ayini.. Senenin hemen her ayında, genellikle mezarlıkta yapılır, ama
son zamanlarda turistik değer kazandığından bahar, yaz ayları da, otellere yakın meydanlıklar seçilerek icra
edilir. Özel şarkılarla horoz gibi küçük ve az kanlı bir kurban seçilir, sigaralar, mumlar hediye edilir. İnanırlar
ki, bu ayinin sonunda, ruhlar bedenden ayrılır ve artık su altında yaşamaya başlar. En görkemlisi Aralık 31’de,
şimdilerde Brezilya-Rio de Janeiro’da icra edilir; beyazlar giyinmiş rahibeler, mavi beyaz elbiseleriyle
raksederler; vücutları gayet davetkardır, ellerinde üzüm vardır, her bir tanesi bir ay’ı temsil eder. Evlenmeye
izin vardır, ama ruhlar, temmuz 15’ten itibaren ay sonuna kadar istirahat etmelidirler, evlenme icra
edilmemelidir.
“Taşıt bölümünden sonra, üst katlara çıkan büyük merdivene bakan Lavoisier <Fransız ihtilalinin son
kurbanlarından büyük fizikçi. 1793’te giyotine giderken son sözleri şu olmuştu: ‘Dünyada hiçbir şey kaybolmaz,
ve, hiçbir şey de yeniden oluşmaz!> bölümü geliyordu. İki yana sıralanmış camekanların düzeni, ortadaki o bir
çeşit simyasal sunak, o uygarlaştırılmış on sekizinci yüzyıl macumba ayini rastgele bir düzenlemenin sonucu
değil, simgesel bir tuzaktı.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, sa:23)
Macun, macuncu, macun çekmek : Toz durumundan hamur haline getirilmiş madde; bahar, tarçın ve
şekerden yapılmış, üçgen bölümlü siniler içinde mahalle aralarında dolaştırılan, çocuklar tarafından sevilerek
yalanan yapışkan bir şekerleme tipi; m. Çekmek: boyacılık sanatında, dayanıklık ve parlaklığı sağlama işinde,
çatlak ya da bozuk ahşabı macunlama işi; bu işleri yapan adam
“-Nerede şimdi Şişko Ahmet aga?
Reha bey, sanki onların kahyası imiş gibi cevap verdi:
-Nerede olacak, zavallıcık ihtiyarladı. Beş, on yıl öncesine gelinceye kadar rahmetli Kavuklu
Hamdi’nin ortaoyunu takımı ile dolaşıyor, onlara zurnacılık yapıyordu. Fakat şimdi, derme çatma köy
düğünlerine, pehlivan güreşlerine gidiyor; arada sırada da yanına bir macuncu alıp sokak sokak sürükleniyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:168-9)
Maç artığı : İşi gücü, yediği içtiği maçtan başka bir şey olmayan, maç hastası kimse
“Nevinlerin kurmak istediği tiyatroyu ise bu kalabalığa pek karışmamış üniversitelilerle, on birinci
sınıfa gelmiş edebiyat meraklısı maç artığı lise talebesi, üç beş hikayeci, beş on şair, iki üç eleştirmeci, bir de o
kadar ressamla, kafasını daha bir yere sokamamış, sokamayınca da çıldırmış üç beş tiyatrosuz aktör, bir de
bunların toplamından üç misli fazla, bunlar gibi olmak için didinen budala doldurmaya çalışacaktı.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:70)
Maço, Maço erkek : Ergenlik yaşında, yaşından büyük, erkeksi davranarak, özellikle kızların bekaretini
bozarak kendilerini kendilerine erkekliklerini tescil ettiklerini sanan; ya da yaşlı, ama ‘hala performasını
sürdürebildiğini kanıtlamak’ için genç kızlara musallat olan psikopat ruhlu erkek; Şovenist
Bk.: Şovenist
“Daha önce yatağa girdiğim iki erkekte cinsellik vardı ama bu temiz şefkat ve huzur yoktu. Onlarla
olan, birbiri ile bütünleşemeyen, hatta güvenmeyen iki yabancı bedenin birleşmesi gibiydi. Doğrusu, zaten
erkekliklerini ispat etmeye uğraşan o iki adamdan ahım şahım cinsel zevkler almıyordum. Filiz dahil birçok
arkadaşım maço erkekten hoşlanıyordu ama ben hiçbir zaman böyle birisini istememiştim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:159)
“Trujillo’nun kızgınlığının nedeni o değildi, bunu şimdi biliyordu. Kızlığının bozulmasına onunda
yardım edip etmemesi Ekselansları’nın umurunda bile olmazdı. Tatmin olması için, kızlığın, her şeyin tam
olması, kızı acıdan inleterek -bağırtmak, haykırmak- kızlık zarını onun yırtması, hayalarıyla ezerek kamışının
içerde, bu yeni oyulmuş mahremiyete sıkıştığını hissetmesi yeterliydi. Urania’dan beklediği aşk değildi, haz bile
değildi. Agustin Cabral’ın kızının Casa de Caoba’ya gelmesine razı olması yetmiş yaşına, prostat sorunlarına,
rahiplerin Yankeelerin, Venezuelıların, komplocuların başını ağrıtmalarına karşın Rafael Leonidas Trujillo
Molina’nın hala sağlıklı bir maço kamışı, hala önüne konan bakirelerin kızlığını bozacak kadar sertleşen bir teke
olduğunu göstermek, ispat etmek içindi.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:480)
Madalyanın (madalyonun) ters tarafını görmek : Probleme diğer yönlerden bakmak, örneğin olumlu gibi
görünen bir olayın olumsuz da olabileceğini irdelemek
“Ama hemen ardından aynı duruşma salonunda, hiç beklemezken bir de madalyanın ters tarafını
gördük.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:333-4)
Madam(e) : Fransızcada: Bayan; Genel ev matronu
“Büyükanne kalkmıştı. ‘Bu durumda ilk günah çıkartmasını yapmayacak. Gel, Jacques,’ deyip çocuğu
çıkışa doğru sürüklemişti. Ama papaz arkalarından koşmaktaydı. ‘Durun, madam, durun.’ Tatlılıkla yerine geri
getirmişti onu, mantığa döndürmeye çalışmıştı. Ama büyüakanne inatçı bir yaşlı katır gibi başını sallamaktaydı.
‘Ya şimdi olur, ya vazgeçer.’ ”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:134)
“Tam o sırada kapı birden açıldı, karşımda bir çocuk belirdi. Afallamıştım, bozuk bir Fransızca’yla
Madam Lourdes’u sordum. Çocuk gülümseyerek evi gösterdi.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:31)
“Evde hüküm süren yoksulluk şimdi bir başka aşamaya girmişti. Doyurulacak boğaz sayısı yarıya
inmişti. Çilelerini doldurmaya devam eden Mösyö ve Madam Thüringer’le Madam Şarlot artık eskisi kadar
kimsesiz değildiler.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116)
“Her akşam, kahveye gider gibi oraya giderlerdi..... Eğlence düşkünleri değil, saygıdeğer kişiler,
tüccarlar, kentin delikanlıları. Ya biraz kızlara takılarak ‘Chartreuse’ likörü içilir, ya da herkesin saygı duyduğu
‘Madam’ ile ciddi ciddi sohbet edilirdi..... Delikanlılar kimi zaman orada kalırlardı..... Eure bölgesinde yerleşmiş
iyi bir köylü ailesinden gelen ‘Madam’, bu mesleği bir modacı ya da çamaşırcı olurcasına kabullenmişti.
Kentlerde fahişeliği oldukça kesin ve katı biçimde onursuzluk sayan önyargı, Normandiya taşrasında bulunmaz.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:33)
“Uykusuz geçen gecelerde aynı cümleyi kendine kaç defa tekrarlamıştı. Babasının ölümü de ona yalan
gibi gelmişti. Deodat Romilly’ye karşı tam yetmiş yıl nefretten başka bir şey duymamış olan PascalBouchet’nin, mezarın başında Madam Romilly’ye:
-Madam; en eski ve en yakın dostumu kaybettim, dediğini duymuştu.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı-Mutluluk İçgüdüsü”, sa:261)
“... uçak şiddetle sarsıldı. Bunyi gözlerini yumdu ve kızını iradeyle uzaklara gönderdi. Keşmira yoktu.
Sadece Keşmir vardı.
‘Madam, lütfen otur.’ Gülümsemesi kocaman, masum dişlerle dolu, karmaşık bir Güneyli bir ismi
taşıyan genç bir asker, ahşap bekleme salonunun önünde, askeri bir cipin direksiyonunda onu bekliyordu.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:264)
“BASSANIO
Güzel alim sizinle bir yastıkta kocarız,
Ben olmazsam karımın koynunda yatarsınız.
ANYONIO
Güzel madam bana hem canımı, hem canımın
Yongasını verdiniz, işte burda okudum.
Gemilerim limana sağsağlam gelmiş, doğru.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Venedik Taciri”, sa:181)
“Zekice söz dudaklarından döküldüğünde, menekşelerle papatyaları ezip geçen bir gülle gibi o sırada
sürdürülen sohbeti yıkıp geçti. Dahası şu ünlü ‘mot de Saint Dennis’ <St. Dennis sözcüğü> esprisini
patlattığında otlar alazlandılar. Sonuç düşbozumu ve yıkımdı. Kimse tek söz etmedi. ‘Allah aşkına sakın bir daha
böyle bir şey yapmayın Madame!’ diye hep bir ağızdan bağrıştı dostları.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:133)
“LADY U.K. :... Sizden bir ricam var.
SIR S.Ö. : (şakıyarak) Güzel Chloe ne ister de Damon yapmaz?... Gelgör, kafiyelerin işi bitik. Sabah
mahmurluğunu atamamışlar daha. Gelin nesir konuşalım. Asphodilla’nın zavallı uşağı Ödlekzade’den ne gibi bir
ricası olabilir? Emredin Madam. Yükseltin sesinizi. Yoksa hırızmalı bir maymun bozuntusu ya da küstah bir it
mi iftiralar uydursun hakkımızda, gün gelip bu diyardan göçtüğümüzde, kendimizi müdafaa edemediğimiz
anda?”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:112-3)
Madara etmek : Birini mahçup, utanılacak bir duruma düşürmek; birinin sahtekarlığını ortaya çıkarmak
(Argo)
“Ne yapacağını bilemeyen Teğmen Dub, ‘Rahat!’ demekten başka çare bulamadı. Uzaklaşmakta olan
Şvayk’ın arkasından bakarken, dişlerini gıcırdatarak, ‘Elimden kurtulamayacaksınn,’ diye homurdandı. ‘Yakında
madara edeceğim seni, bir gün önümde diz çökeceksin...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:252)
“Türkçesi, ele-güne karşı fiyakamızı bozup bizi madara edecek. İşin böyle olduğunu biz sonradan
anladık.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
Madonna : (HIRİST. MYTH.) : Hıristiyan sanatında, Meryem Ana betimlemelerine ‘Madonna’ denir.
Özellikle Kuzey sanatında, Meryem Ana’nın çektiği ‘yedi acı’yı simgeleyen sahnelere sık rastlanır. Bu
sahnelerde, Meryem, yüreğine yedi mızrak saplanmış olarak canlandırılır Madonna lily : beyaz zambak
“Şvayk, tüm dünyaya karşı gelmek isteyen ve ortaya yüce düşünceler atan bir feylesof edasıyla, ‘Evet,
onbaşı,’ dedi, ‘Sen, Tanrı’sın. Yedi Acılar’ın Madonna’sısın.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:338)
Madem; Madem ki : Demek öyle olduysa, ‘değil mi ki’, ‘diğine göre’
“General kızdı:
-Tüh, Allah cezanı versin! Madem çıktı aklından, ne diye tavsiyede bulunuyorsun? Hadi, yıkıl
karşımdan!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:101)
Madrabaz, madrabazlık : Dolandırıcı, hilekar; Dolandırıcılık, hile hurda yapmak (Argo)
“Hokkabazlık, gözboyacılık, madrabazlık ve onların her türlü oyununu ve hilesini gösterdiğimiz, beş
duyumuzu aldatan beceriler evi var.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:77)
“Bodur madrabaz, bonoları ciro edip imazaladıktan sonra uyduruk İngiliz’e uzatırken: ‘Ne dersiniz,
acaba...’ diye sordu.
Barker: ‘Ben derim ki d’Estourny’nin paraları sizde kalacak!’ dedi. ‘Buna eminim, çünkü çoktan
borsanın yeşil halısı üzerine serilmiş bulunuyorlar.’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:193)
“Siyasi partiydi bu. Gayesi milletten oyları toplayıp iktidara gelmekti. Bunun içinse bilim adamlarına
değil, gerekirse madrabazlara, üç kağıtçılara ihtiyaçları vardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:241)
“HECTOR, tiksinmiş. - Vah vah! Büyük bir dolandırıcı, usta bir madrabaz bile değil.
MANGAN - Affedersiniz siz onu. Ben kaç kişiye külahını ters giydirmişim?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:132)
“ ‘Böyle denilince, araya madrabazlık, kaşkariko, oyun-düzen hiç giremez. Keyfine bak!’ derler. Aman
ha... Güveni görünce Türk napacak? Yiğitlenecek...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:53)
madras :
kumaş
(KUM.,İNG.) <med’res> :
parlak renkli büyük mendil; bir tür sık dokunmuş ince pamuklu
maenad : (YUN.MYTH.) <mi’ned> : Şarap İlahı Bacchus’un kadrosundaki peri; heyecanından kendinden
geçmiş kadın
Maestro :
(MUS.) <maest’ro> Şef müzisyen, Orkestra şefi; Besteci; Müzik öğretmeni; Kumarhanede ruleti
idare eden ya da benzeri iş yapan kimse
“Kesik Günlük’ten (4)
----------------------ateşli ateşli sarmaşmıştım bu Rus erkeğine,
belki Rogojin, şampanya içerekyılan gibi tepeden tırnağa dolanıyordum bedenine,
baldırında - akkavak gövdesindeki yumru gibi
tabancasını dokunarak hissettim.
Ah, güzellik dünyayı kurtaracak.
Maestro, bir rulet daha...
(Dana Podratska <d.1954>Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.05)
Mafiş : Arapçadan alınma ‘yok, bitti’ anlamında
Bk.: Adak mafiş
“BASTIEN - Peki içelim.
HIDOUX - İçmene bak dostum, içmene... Zannedersem Kanada’da şarap mafiş. (Thérese kadehleri
doldurur.)
BASTIEN - Adam sen de, biz de viski içeriz, şampanya içeriz. Dünyanın her tarafında varmış.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:39)
Ma foi ! : (FR.,DİN) <ma fua> : İmanım üzerine yemin ederim ki’ = My faithi upon my word (İNG.)
Magazinleştirmek : Ciddi sosyal konuları gazete havadisi haline getirmek, hafife almak, vülgarize etmek
“Kitle iletişim araçları genelinde, örneğin terör ve irtica (haklı olarak) ciddiye alınırken, ‘günlük’
hukuka aykırılık olayları magazinleştirilirse, köken olarak yolsuzluk kokuları saçan servetlerin sahiplerinin
yapıp ettikleri..... yaşam biçimleri niteliğiyle sergilenirse..... böyle bir ortamda en iyi yasaların bile hukuk
bağlamında kurtarabileceği fazla bir şey yoktur.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:28)
Magdalena, Maria ; Magdala, Maria : (HRİS. MYTH.) : Hz. İsa’nın havarilerinden Mary of Magdala’ya
takılan lakab, tövbekar fahişe; Hz. İsa’ya eşlik edip onun çarmıha konuluşuna ve dirilişine tanık olan Galilae’li
kadın. Sonradan, Batı Kilisesince çokluk, Bethanien’li Maria ile <Lazarus’un kardeşi> ya da isimsiz günahkar
kadınla eş tutulmuştur. Sonradan, ‘Tövbekar Kadın’ adını alarak Kutsal Topraklar’dan kaçar ve Fransa’nın
güneyinde bir mağarada yaşar
“..... Öyle ki Lisbeth’in masumiyeti Goldmund’u duygulandırıp onu çaresiz duruma sürüklemiyor (bir
çocuğu baştan çıkaramazdı çünkü), tersine onu kışkırtıyor, ona meydan okuyordu. Lisbeth’e içte bir görüntü
olarak biraz aşinalık kazanır kazanmaz, ilerde bir ara heykelini yapma isteğini duydu, ama şimdiki durumuyla
değil, yüzünde uykusundan uyanmış, şehvet taşan ve acı çeken çizgilerle. Küçük bir bakire değil, bir Magdalena
olarak yapacaktı bunu. Genellikle devingenlikten yoksun bu sakin ve güzel yüzün ister şehvet, ister acıyla
çarpılıp yaprak yaprak dökülerek gizini ele vermesini şiddetle arzuluyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:198)
magi : (PERS, DİN, ZERD.) <me’gi> : Met’lerle Pers’lerde Zerdüşt rahipler. Daha sonraki dönemde,
müneccimlik ve gizli bilimlerle uğraşan Kalde rahiplerine de M a g i denirdi.Doğu’lu ulema. Doğu’da görükleri
yıldız dolayısıyla yeni doğmuş olan Hz. İsa’yı ziyarete geleen üç müneccim. (Matta İncili, 2:1-12)
“Sözcüğün tekili olan m a g u s, çok seyrek olarak kullanılır. Çağdaş Batı kültüründeki ‘magic’-sırlı,
sihirli- ve ‘magie’ : sihir, büyü sözcükleri buradan gelir.”
(U.Eco., “Foucault Sarkacı”, Sözlükçe, 616)
Magister ceremoniarum : (LAT.,GÖSTERİ,KOLLL.) <Ma’gister kere’moni’arum> : Gösterilerin Mastır’ı;
Orkestra yönetmeni; = Master of Ceremonies (İNG.)
magisterial : (HUK.,İNG.) <ma’gıs’tiriıl> : -sıfat- Hakime ait, hakimane, amirane; tumturaklı, salahiyetli;
magisterially : hakimane şekilde; magisterialness : -isim- hakimane tavır; magistracy : -isim- hakimlik,
hakimler, bir hakimin salahiyet ve kudretini teşhirdeki davranışı, ödevi; magistral : -sıfat- üstada ait,
hakimane; (ECZA.) ecznalerde hazır bulunmayıp reçeteye göre hazırlanan ilaç; magistrate : -sıfatHükümetin en üst düzey amirliklerinden biri; sulh hakimi
Magna C(h)arta : (TAR.,İNG.) <Magna K(ç)arta> İngilis Derebeylerinin zoru ile, İngiltere Kralı John’ın,
15 Haziran 1215’de açıkladığı ve imzaladığı,, zamanının çok daha ötesinde bir düzeyde,‘döneminin somut
koşulları içinde, büyük soyluların <baron> ve çok özellikle İngiliz Kilisesi’nin kendi özerklikleri konusunda
tamamen özerk kalabileceklerini’ bildiren beratı-anayasası.
“Eton ve Oxford gibi en prestijli okullardan mezun olan Britanya Başbakanının, kendi tarihine bu kadar
yabancı olması ve MAGNA CARTA LIBERTATUM’un anlamını bilememesi garip değil mi?”
(VATAN Gazetesi, ‘Hayata Dair’, 2 Ekim 2012)
Magnesia :
(LAT.,COĞR.)
Magnificat :
<mag’nij’ya> :
Manisa ilinin eski ismi
(HIRİS.,MYTH.) <Magni’fikıt> : Hz. Meryem’in ‘Hamt = şükür> ilahisi (Luka 1:46-55)
Magnum opus : (LAT.,SAN.,EDEB.,ART) <Magnum opus> : Sanat ya da Edebiyatta şaheser, en yüksek
değerde kitap; Bir sanatkarın-yazarın en büyük başarısı = Masterpiece <Not. Büyük Goethe, kendi şaheseri
olan ‘Faust’ için ’O p u s m a g n u s’um demiştir, lütfen hatırlayın! İ.E.>
magpie :
(ZOO.,İNG.) <meg’pay> : Saksağan
magyar :
(SOSY.,İNG.) <meg’yar> : Macar, Macarca
Mağduru oynamak : Sanki kendisine haksızlık edilmiş gibi, ‘eziyet-ıstırap çeken, zavallı’yı oynamak
“ ‘Uzakta bir hastane köşesindeki kendi çocuğunun yalnızca şekerli su verilerek, güçsüz düşüp ölmesini
beklemek... Esas en olmayacak iş bu değil mi Bird? Kendini aldatarak, bulanıklık ve tedirginlik içerisinde! İşte
onun için böylesine keder yüklüsün.’ ...........
‘Fakat yanıma alıp öldürmem de mümkün değil,’ dedi Bird.
‘Aksine bu, kendi ellrini kirletmen daha dürüstçe olur. Kendini de aldatmamış olursun Bird. Artık bir
cani olmaktan kaçamazsın. Neden cani olman gerekiyor dersen de, nedeni anormal doğan bebekten sizin
karıkoca olarak yaşadığınzı tatlı hayatı korumaya çlışıyor olman. Tam bir egoizm <bencillik> mantğı. Kan
kokan pis işleri hastaneye bırakıp, kendisi uzaklarda aniden bir talihsizlikle karşılaşan iyi adam; mağdur
<haksızlığa uğramış> rolünü oynayışına baktıkça, ruh sağlığının yerinde olduğundan şüphe ediyorum. Bunun
kendini kandırmaktan başka bir şey olmadığını sen de biliyor olmalısın.’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:165-6)
Mağribi :
(ARAP.) : Kuzeybatı Afrika ülkleri ahalileri: Fas, Tunuz ve Cezayir’den.
“Mağrip’li bir dilenci Halep’te kumaşçılar çarşısında şöyle diyordu:
‘Ey zengin kişiler, sizde insaf, bizde kanaat olsaydı, dünyada dilenme adeti kalmazdı!’
(Sa’di, “Gülisatan”, sa:1299
Mah; Mah cemal : Ay; Ay yüzlü güzel -kadın ya da erkek“Ey benim şehlevendim <boylu boslu güzel>, şahbazım <gösterişli, yiğit; İri doğan kuşu>, ilkbaharım,
ilkyazım <gençliğim, ilkbaharım>, dudakları kirazım, İrfancığım!
Bilmiş olasın ki, senin o mah cemalini ne kadar göresim ve yüzümü o pamucuk ellerine süresim geldi.
Nah, inan olsun, Rana şahittir; evde, sokakta, her yanda senin ismini, cismini sayıklamıyorsam nimet beni
çarpsın, iki gözlerim önüme aksın...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:271)
Mahabbet (Mehabbet, Muhabbet) : Aşk, sevgi
“Benden sana izin ey gözü afet
Var kimi istersen eyle mahabbet;
Şimdengeri sen sağ ben de selamet
Seyrani bu alış verişten geçti”
(Afet: Çok güzel, muhteşem; Şimdengeri: Şimdiden sonra)
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:473)
Mahabharata : (SANS. MYTH): ‘Bharata Hanedanının Büyük Destanı’
“Hindistan’ın iki büyük destanından biri. Yaklaşık 100.000 beyitten oluşup, ‘İlyada ve Odysseia’nın
toplamından yedi kat daha uzundur. Dinsel içeriğinin yanı sıra, yüksek edebi niteliği ile de değer taşır.
<Kaurava> ve <Pandava> aileleri arasındaki egemenlik mücadelesini anlatan bir kahramanlık öyküsüyle, bu
öykü etrafında gelişen bir dizi efsaneye ve didaktik öyküye yer verir. Hindistan’ın öteki büyük destanı
“Ramayana” (Rama’nın Aşk Öyküsü) ile birlikte, İ.Ö. 400 – İ.Ö. 200 arasında gelişen Hinduizm’le ilgili önemli
bir bilgi kaynağıdır. Bu destan, öncelikle bir “dharma” (davranış kuralları) metnidir: Bir Kralın, bir savaşçının,
felaket döneminde yaşayan bir kişinin ya da ruh göçünden kurtulmaya (mokshadharma) çalışan birinin uyması
gereken davranış kurallarını içerir.”
(Ana Britannica, Cilt: 21, sa:309-10)
Mahaffe, Mahfe :
(AR.): Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilen kapalı odacık
“Bir arkadaşım vardı: Mahfe yoldaşım, oda arkadaşımdı gurbette. O gün, her zaman yaptığı gibi,
kapımdan girerek şakalaştı benimle. Ben cevap vermedim, ibadetten başımı kaldırmadım. O zaman, dostum bana
dargın dargın bakarak şöyle dedi:
‘Şimdi vakit varken, konuş kardeşim
Tatlı tatlı söyle de, dinleyelim...
Nasıl olsa yarın Haberci <Azrail> gelir:
Sen istemesen de, sesin kesilir.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:27)
Mahalle çocuğu : Eski İstanbulda, aynı mahallede yaşayan, sokak çocuğu ile aşırı muhafazakar ev kedisi
arasında, popüler, dilini biraz rahatça kullanabilen, kim oldukları bilinen, aileler tarafından kabul edilebilen
ama yine de hakkında şikayet edilen, hemen tüm gün sokakta ya oynayan ya da avare avare dolaşan oyun
çocuğu
“ÇUBUKOF - Ne, ne! Ben dalavereci miyim? (Bağırır.) Sus!
LOMOF - Dalavereci!
ÇUBUKOF - Mahalle çocuğu! Enik!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:34)
“Bu sabah, öğleye doğru kapımda bir araba durdu. Bir de ne bakayım. Abdürrahim Paşa’nın bandosu
değil mi? Palabıyıklı emir çavuşunun araba kapısını açtığını, öğrencim Nadide Hanım’ın etraftan koşan mahalle
çocukları arasında bir prenses azametiyle evime geldiğini gördüm.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:289)
“ ‘Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!..’ dedi. Sonra bir mahalle çocuğu tavrıyle ıslık çalarak
uzaklaştı gitti. Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun ardından baktı, içinden: ‘Lahavle, lahavle,’
diyordu.; ‘bu kızda garip bir hal var!’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:17)
Mahalle karısı : Kenar mahallelerde yetişmiş, görgüsüz ama cerbezeli, kavgacı, çenebaz ve işvebaz kadın
“Birdenbire avurtları birbirine çökmüş, uzun etekli, uzun boylu, diri memeli bir hatun askerin önüne
çıktı. Asker:
-Çekil, kadın! dedi. Kadın çıngıraklı bir kahkaha attı. Şube reisinin hanımını belinden tutmuş olan
rastıklı taze:
-Adi mahalle karısı, diye söylendi. Kadın bu sözü işitmişti. Yine o çıngıraklı kahkahasıyla güldü.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:22)
“Nefise boşandı:
-Sanki larşısında yarım pabuçlu bir mahalle karısı varmış gibi, başını kaldırıp yüzüme bakmadı be!
Masasının önünde dikil dikil dikil. Akıl, önündeki hokka takımını kap, kafasına geçir dedi ama, kör şeytana
uymadım gene de..... Pis herif.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:299)
“Öyle söyle, öyle söyle, hadi kızım. ‘Masume Hanım Teyzem, öyle bir şey söylememiş’ de. Hadi.
Tabii, tabii, elçiye zeval mi olurmuş! Hadi güle güle, hadi bakayım kızım güle güle... Mahalle karısı bunlar
komşum mahalle karısı.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
Mahalle ‘Yangın’ Tulumbacılığı : Yeniçeri Asker Ocağı padişah II. Sultan Mahmud tarafından, 1826’da,
‘Vak’ai Hayriye’ denilen kanlı bir şehir muharebesi ile kaldırıldığı esnada, ‘Yeniçeri Yangın Tulumbacıları
Ocağı’ da kaldırılmış ve fakat yerine, İstanbul halkı tarafından, her semte, mahalleye bir yangın tulumbası
tedarik edilmiş ve bu suretle, İstanbul’un dillere destan olan mahalle tulumbacılığı doğmuştur.
“Yangın tulumbacılığı, pırpırı <çapkın, uçarı> fakat pitoresk <Fr. pittoresque: Tablosal bir güzelliğe
sahip> kılık ve kıyafeti ile koşarlı, uçarlı, civelek <oynak>ve sırım gibi delikanlılar için çok çetin fakat cazip
<cezbeli, çekici> meşgale <iş, meşguliyet> olmuştur ki kısa bir zaman içine tabaka tabaka, boy boy İstanbul
çocuklarını ve gençlerinin sarmış, büyülemiş, ıstılahları <terimleri, lisanı> ile, argo’su ile zengin bir edebiyata
sahip olmuştur.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:8)
Mahana etmek : Bahane etmek (Anadolu şivesi)
“Dudaklarından varla yok arası bir gülümseme geldi geçti Bayram’ın. ‘Şuna bir selam atayım.’ diye
düşündü. Sonra vazgeçti. ‘Eşşekleşir.’ Dedi. ‘Selamı mahana eder de vakitsiz bir çıngar çıkarır.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:115)
mahatma :
(HİNT MYTH.)
<me’hatma> : Hindistan’da evliya derecesinde insan
Mahdi : (MYTH,,DİN, MUSL.)
Peygamber
<Mahdi, Mehdi> Müslümanlarda, kıyamete yakın ortaya çıkacak yeni
Mah-jon(g) : (ÇİN,MYTH.,OYUN> <ma’jon> : Çinlilere özgü, 144 taşla <mahl’stick> oynanan bir tür
domino
Mahlas : Takma ad; genellikle bazı şair v edebiyatçılar edebi eserlerinda takma adı kullanmayı yeğlerler. Bu
Divan Edebiyatında nerdeyse adetti. Örn., Kanuni Sultan Süleyman bile ‘Muhibbi=Sevgili’ mahlasını seçmişti
“Asıl adı Müşerreffüddin Muslih bin Abdullah olan şairimiz, Sa’di mahlasını Salgurlu <İran’ın Fars
bölgesinde, 1148-1286 yılları arasında hüküm süren hanedan> Atabek hanedanından Ebubekir bin Sa’d bin
Zengi’den almıştır.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:7)
Mahmur : Yarı uykulu, uykudan yarı uyanmış; içki içtikten sonra duyumsanan sersemlik hali ve baş ağrısı
“Çok yorgun olan ve ağzında kötü bir tat bulunan Fonvisin hemen silkinip pencereye koştu, pencereyi
açarak içki kokan mahmur gövdesiyle sabahın tazeliğini bozdu. Kaynak suyu gibi tatlı bir hava vardı, dün geceki
fırtınadan ezilmiş çiçeklerin ve yaprakların kokusu buram buram tütsü dumanı gibi balkona kadar geliyordu.
Doğuda ortalığı ateşe veren sabah güneşi suyun üzerinde kanlı yarıklar açıyordu. Hava buz gibi soğuktu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290)
“Sonunda Matho <Kartacalı’ların ordu kumandanı> iri, mahmur gözlerini ona çevirdi. Bir parmağanı
dudaklarına koyup alçak sesle, ‘Dinle beni’ dedi. ‘Tanrı’nın bir gazabı bu! Hamilkar’ın <Kartaca’nın
başkomutanı> kızı peşimi bırakmıyor! Korkuyorum, bu yüzden, Spendius!’ Umacıdan korkan bir çocuk gibi
onun göğsüne sokuluyordu. ‘Bir şeyler söyle! Hastayım ben! İyileşmek istiyorum! Her çareye başvurdum! Ama
sen daha güçlü tanrılar, daha etkili dular bilirsin belki!’ ”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:45)
“Ferdinand uyandığında içinde bir canlılık ve dışarıda, pırıl pırıl pencerenin gerisinde tertemiz bir
sabahın aydınlığı vardı. Lodos, nesnelerin karanlığını alıp götürmüştü ve gölün üzerinde, beyaz bir çerçeve
içindeki, uzak dağ zinciri parlıyordu. Ferdinand fırlayıp kalktı, uykuda geçirdiği saatler yüzünden henüz biraz
mahmurdu; fakat gözü kapalı sırt çantasına ilişince bir anda ayıldı.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:174)
Mahmuz, mahmuzlamak : Tavuk ve kuşlarda ayaklarının ardında boynuza benzer çıkıntı, çizme ya da potinin
ardına takılan, atları koşturmaya yararlı dürtüyü yapacak kıvrık metal; Atı uyarmak için karnına doğru
mahmuzla yapılan dürtü; şahlanmak, etkisini artırmak, coşturmak, hareketlendirmek
“Çekişme yalnızca bir dakika sürdü. Bir dakika, bir sonsuzluk. Fabiano’nun kolu şöyle bir sarsıldı.
Kalabalık düş kırıklığı içinde homurdanıyor, sanki tek bir ağız olmuş inliyordu. Şampiyonu mahmuzladı bu. Son
bir çabayla kolunu yeniden dengeledi, kaslar daha bir kasıldı. Eller titriyordu. İzleyenler titriyordu. Masa
titriyordu. Ama çok kısa bir an için. Aniden bir çatırdı duyuldu. Tahta parçaları çevreye yayıldı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:43)
Mahpus; Mahpus(h)ane : Hükümlü, cezaevine konmuş kimse; Hapishane, tutuk evi (Argo)
“Mahpushaneye ilk giren insan şaşırmıştır. Dünyadan apayrı düşmüş gibi olur. Sanki başka bir
dünyadadır. Uçsuz bucaksız bir ormanda kaybolmuştur.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:211)
“HELAL, HELAL SANA
----------------------------Ta oradan ta buraya
Göndediğin
Şarkılarla
Yeni bir söz
İster Dünya
Arkadaşlar
Hep buradayız
Sokaklarda
Meydanlarda
Mahpuslarda”
(M. Mungan<1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:44)
Mahpusa düşme : Hapse düşme, mahpus(h)aneye girme
“-Alacak demek?
-Öyle olsun... Alacak işi... Peki... Demek, sen mahpusa düşünce herif borcunu inkardan geldi. Vay
kavanoz dipli dünya vay! Neden bize bir haber uçurmadın? Bak işte, buna içerledim. İnsan bir haber uçurmaz
mı?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:92)
Mahpus damına gitmek : Mapusaneye, hapisaneye gitmek
“ ‘Herif bu gece bir ‘Atıver’ öğrenmiş... Ulan mecidiye torbası nereye atılabilirmiş bakalım?’
‘Şimdi sen de Uzun İskender Ağa iyice kulak ver ki... Bak, Dede bizi yarın dava ederse biz doğruca
mahpus damına gideriz.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:271)
Mahrem, Mahrem yerler : Gizli, saklı; Cinsel alanlar
“Deyime uygun olarak biribirimize vurulmadık ama vuruştuk ve o kısa, kısacık süre boyunca
yaşadığımız son derece mahrem yerde tek yaptığımız haz duymak oldu.. Yiyip içmekten alınan haz, cinsellikten
alınan haz, bakmak ve dokunmaktan, ısırmaktan, yalamaktan, okşamaktan oluşan sözsüz bir dilin hayvansı
diyaloğunu sürdürmekten duyulan haz.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:44-5)
“Bir gün annem üzgün göründü. Midesi bulanıyor, başı ağrıyordu. Codine benden daha çok
üzülmüştü… birden kendi suratına bir tokat attı ve İrene’ seslendi:
-Onu anadan doğma soy ve derisini kanatıncaya kadar ovala… Tanrı tanığım olsun ki, onu ovmak
yerine sadece okşarsan, erkek olduğumu unutur, yalnızca onun Adrien’in anasıl olduğunu anımsayarak ben kendi
ellerimle ovarım. Bu arada, size koleralı bir hastanın da nasıl ovulacağını gösteririm’…..
-Zoitsa ana, dinleyin beni. Adrien’i seviyor, onu yer yüzünde yalnız bırakmak istemiyorsanız, mahrem
yerlerinizi örtün ve kendinizi benim şu güçlü pençelerime bırakın.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:71)
Mahsus (rica, selam etmek) : Eski yıllarda gerek asker ve gerekse büyüklere yazılan mektuplarda ‘özel’ bir
saygıyı belirten sözler
“Dün evde, can sıkıntısından bunalacağım bir dakikada Nazmiye geldi:
-Feride Hanım sizi almaya geldim. Bu gece Feridun’un teyzesine davetliyim. Subaşı’ndaki bağında
ziyafet veriyor. Sizi tanımadığı halde gözlerinizden öptü. Mahsus rica etti.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:305)
“-beni hayata karşı kollayan ömrümün son kalesive bu kez de ben sana
pek muhterem sevgilim
şu fani suretimle
mahsus selam ederim”
(M. Mungan, “Paranın Cinleri”, sa:32)
Mahşer (gibi kalabalık, yerine dönmek); Mahşer günü : Çok kalabalık (insan topluluğu) Kıyamet günü tüm
ölmüş insanların hep birlikte toplanacakları yer; İğne atsan yere düşmez
“Vadinin dibinde darmadağın olmuş bir sahra mutfağı göze çarpıyordu. Şvayk fırsatı kaçırmadı,
Balon’a önerek, ‘Bak kardeşlik,’ dedi, ‘yakında başımıza neler geleceğini kendi gözlerinle gör. Karavana hazır,
erat ellerinde tabakları sıraya girmiş, ansızın bir bomba geliyor, ortalık mahşer yerine dönüyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134)
“Sanki San Antonio’daki San Joacinto bayramı. Heryer mahşer gibi kalabalık. Mermer kaldırımlı.
Üstündeki çatıdan ağaçların dal budak saldığı büyük meydanda iğne atsan yere düşmez.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:206)
“DOYUMSUZ AŞK
Böyledir aşk! Böyledir aşk!
Öpmekle giderilmez harareti!
Bir süzgece su doldurmak
Hangi aklın marifeti?
Ve bin yıl boyunca su doldursan,
Ve mahşere kadar öpüşsen,
Güçtür memnun edilmesi.
“Eduard Mörike<1804-1875>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.07.03)
“Fakat, bitkiden farkszı bebeğin bu dış dünyada kalabileceği süre satlerden öteye geçmeyecek. Sonra,
nefesinin daralacağı an gelecek ve yeniden milyonlarca yıl süregelen hiçlik çölünde minnacık bir kum parçasına
dönüşecek. Mahşer günü son mahkeme kurulacaksa bile, doğar doğmaz ölüp giden bitkiden farksız bir bebek ne
tür bir ölü olarak dava edilir ve hakkında nasıl hüküm verilir? Deliller yetersiz değil mi?”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:52)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
Mahzun mahzun (bakmak, düşünmek) : (PSYCH.)
Bk.: Melül melül
Üzüntüyle bakmak, melül melül düşünmek
“Ana oğul, sabahın alaca karanlığından gecenin zifiri karanlığı çökünceye kadar, canlarını çıkarasıya
çalışırlar, hem de hiç konuşmazlar ve mahzun mahzun düşünürlerdi, sadece.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:4)
maim : (DAVR.,KOLL.,İNG.) <ma’ym> : sakat etmek, sakatlamak
maieutic, maieutical : (FELS.,İNG.) <mayö’tik, mayö’tikal> : Zihinde tasarlanmış, şekil almış bir
düşünceyi , Sokrates tarzında ‘sorgu’ usulü ile meydana çıkarmak, anlamak, çözümlemek
Maithuna : <Mistik cinsel birleşme>: Jung’a göre, normal koşullarda tüm toplumlarda, birbirlerini seven (ya
da sevdiklerine inanan) karşıt iki cins, evlilik-resmi ya da dini- nikah ve evlilik sınırları içinde, cinsel bir zevk
bekleyerek ve yaşayarak edinilen sonuç, mistik-olmayan, basit, dünyevi evliliktir. Tantra ritüelinde ise, bakir bir
erkek aday, tapınağın kutsal fahişesi (Soror Mystica - Kutsal Kızkardeş) ile, cinsel zevki dışlayarak, gerçek ruhi
birliğe kavuşulabilir. İki sevişenin de ruhunda bulunan karşıt faktörlerin kaynaşması, büyüsel bireyleşme
sürecini doğuruyor. Özet olarak, Maithuna, evlilik dışında yaşanabilecek, yasaklanmış bir sevgidir.
Bk.: Kutsal fahişe
“Bu karmaşık düşünceyi anlatmanın en iyi yolu Hindistan’da Siddha büyücülerin ruhi birliğe ulaşmaya
çalıştıkları Tantrik uygulamaları düşünmek. ‘Tantraların ritüeli’, hem karmaşık ve hem de gizemlidir. Adayın
bakir olması gerekiyor. Kadın da genellikle tapınağın kutsal fahişelerinden seçiliyor, ki bu da aslında bakire
olmak anlamında. Ritüelin zirvesinden önce uzun bir hazırlık süresi gerekiyor. Kadın ve erkek birlikte ormana
gidiyorlar, iki kardeş gibi, simyacı ve kızkardeşi gibi yaşıyorlar. Sözlerini, düşüncelerini ve imgelerini
paylaşıyorlar. Aynı yatakta yatıyorlar, ama birbirlerine dokunmuyorlar. Ancak aylar süren hazırlıkan sonra son
Tantrik Ayin yapılıyor (Örneğin, Hindistan’da, Khajuraho tapınağında). Şarap içiliyor, et ve tahıl yeniyor ve
nihayet Maithuna (veya mistik cinsel birleşme) gerçekleşiyor. Bu hareket, simyada kurşunun altına dönüşmesi
gibi ‘etin dönüştürüldüğü’ ve ‘şekil değiştirdiği uzun arınma sürecinin sonuçlandırılması’ anlamına geliyor. Ve
cinsel birleşmenin asıl maksadı da omurganın altındaki mistik ateşi tutuşturmak.
Bu sevgide ‘ölüm’ün ruhu, erki ve bir yaşam ruhu üretiyor. (Kadın), büyülü sevginin tören yöneten
rahibesi, fonksiyonu, Tantrik kahramandaki çeşitli şakraları dokunuşlarla uyandırmak. Böylece (Kahraman)
erkek, bütünlüğü başarana kadar yeni bilinç düzeylerine ulaşıyor. Sonunda, elde edilen zevk meninin fışkırması
değil. Bu kesinlikle yasak. Ama ‘vizyon’ zevkine varılıyor Böylece yaratma süreci tersine dönüyor ve zaman
durduruluyor. Bu ‘yasak aşkın’ ürünü şimdi bütün şakraları veya bilinç merkezleri açılmış olan Androjen, yani
‘Bütün İnsan’. Bu, Benlikle, beş bin yıl önce Adada bulunan ruhun Son Çiçeği ile karşılaşma süreci. Bu sevgisiz
sevgi töreni bir kere tamamlanınca, kadın ve erkek ayrılıyorlar. Artık bütünleşmiş ve bireyleşmiş durumdalar. Bu
Tantrik Ayinde erkek kendi ruhuyla evleniyor; o Anima’yla, kadın da Animus ile evleniyor.”
(Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları”, sa:88-9)
Majeste : Fransızcadan alınma bir sözcük olup haşmetli, imparator ya da krallara verilen unvan: “Sa Majesté
le roi, viendra-t-il?” <Kral Hazretleri gelecekler mi?>, “Sa Majesté Catolique” <İspanya Kralı>, Sa Majesté
tres Chretienne> (Fransa Kralı). Fransız dilinin azizliklerinden biri, bu yüksek şahsiyetlerirn pek çoğunun
erkek olmasına karşın, ‘Majesté’ sözcüğü, ‘harfi tarif’ bakımından: ‘La’- feminine olarak nitelendirilmiştir.
“Bir mağazada çalışan ve öyle cahil denemeyecek olup politika alanında pek faal olan bir meyhanede,
elinde kadeh, yarı içkili durumdayken, ağzından majestelerine karşı hakaret sayılacak bir söz kaçırmıştı; yanı
başındaki masada oturup belki ondan da içkili bir başka müşteri de durumu ihbara kalkmış, o kafası dumanlı
halinde herhalde pek güzel bir iş yaptığını sanarak hemen çağırdığı bir polise adamı kıvançla <sevinçle> tutup
teslim etmişti.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:297)
“ ‘Benim sırrım bu, ama sana söyleyeceğim. Ağacın adı, Kraliçe Charlotte.’
‘Seninle konuşuyor mu?’
‘Hayır, konuştuğu yok. Çünkü bir kraliçe, hiçbir zaman halkıyla yüz yüze konuşmaz. Ama ben ona
hep ‘Majesteleri’ derim.’
‘Kraliçenin halkı nedir?’
‘Verdiği emirlere boyun eğen insanlar.’ ”
(J.M. de Vasconselos, “ Şeker Portakalı”, sa:152)
Makame : Eski Fars’larda, Arap’larda, ve Osmanlılarda bir edebi şekil. Bir meclis ve toplulukta nutuk
şeklinde söylenen her biri ayrı bir konuya ait makaleler de bu adı taşır. Bu isimde Arapçada birçok kitap olup,
sahiplerinin ismiyle anılırlar
.
“Nazım ve nesrin uyumlu bir karışımından meydana gelmiş bu eserin <Gülistan>, çok kısa bir zamanda
yazılmış olmasına rağmen hiçbir noktasında bayağılığa rastlanmaz. Arap edebi nesrinde bir tür olan makame
tarzında yazılmış olan Gülistan’ın bir sehl-i mümteni <kolay ve sade görünmesine rağmen yazılması,
söylenmesi ve taklidi çok zor olan bir yazı türü>, bir harika olduğu kabul edilir.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:11)
Makara : Alay, gırgır; yalan, düzen (Argo)
“KOMİSER (O da POLİS’i model olarak kullanarak.) - Ve herhangi bir şok da bütün bu makaralara
zarar verir, değil mi?
DOKTOR - Hepsine değil tabii, ama birçoğuna. Kimi detayları, tabii önemsiz olanları hafızasında
alıkoymuş olabilir. Geri kalanı da silinir gider! Kaput!”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:31)
Makaraları salmak, koyvermek : Büyük bir tarraka ile gülmek, kahkahayı basmak
“Don Quijote’nin ağzı açık kaldı, attan düşecek gibi oldu. Sancho bakışlarını efendisine çevirdi,
yüzündeki ifadeyi gördü. Don Quijote da Sancho’ya baktı, gülmemek için dudaklarını ısıran yanakları şişmiş bir
adamla karşılaşınca, olanca öfkesine karşın kendini tutamadı, kahkahayı bastı; efendisinin güldüğünü gören
Sancho bu işe çok sevindi, makaraları öyle bir saldı ki, neredeyse kasıkları çatlayacaktı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:132-3)
“Diyorum ya, cancağzım, hiç sıkılmıyoruz burada, şimdi aklıma komik bir olay daha geldi. Geçenlerde
Yahudi’nin tekini casusluktan ipe çektik. Durup dururken yolumuza çıktı şerefsiz; neymiş, sigara satıyormuş!
Kimsin ulan sen, bana mı yutturacaksın! Gözünün yaşına bakmadık, sallandırdık pezevengi. Ama herif ağaçta
sallanırken ip kopmasın mı? Bizim Yahudi yerde tabii! Şimdi bu durumda ne yapsa beğenirsin? Hemen
toparlanıp kalktı, kıçın kıçın uzaklaşırken bağırıyordu: ‘Kumandan efendi, ben müsaadenle eve gidiyorum. Beni
bir kere astınız, tamam işte, insan aynı suçtan iki kere asılmaz ki!’ O anda makaraları koyverdim, bıraktım gitsin.
Canım karıcığım, bilemezsin burada ne kadar eğleniyoruz...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:222)
“Ona da denemesi için ısrar ederdim, ama o daha tekerlemeyi söylemeden gülmekten katılır, iki bir
araya getiremez, getirmek de istemez ve cümleye her başlayışında ikimiz de makaraları koyverirdik.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:211)
“Anet, camı delen bir kurşun hızıyla odaya girdi ve girmesiyle makaraları koyvermesi bir oldu:
Gülüyor, tepine tepine, katıla katıla gülüyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:99)
“Ama Orlando anlaşılan İngiltere’de onulmaz birtakım alışkanlıklar ya da hastalıklar (Siz nasıl
adlandırırsanız) edinmişti. Bir akşam herkes kamp ateşinin çevresinde oturur ve batan güneş Teselya tepelerinin
üstünde alev alev yanarken Orlando haykırdı,
‘Amma da yenilesi!’
(Çingenelerde ‘güzel’i karşılayan bir söz yoktur. En yakın karşılık budur.)
Genç kızlarla delikanlıların topu birden makaraları koyverdiler. Gökyüzü amma yenilesiydi ha! Ancak
onlardan daha çok yabancı görmüş yaşlılar ikirciklenmeye başladılar. Orlando’nun saatlerce sağa sola bakınmak
dışında hiçbir şey yapmadan oturduğunu fark ettiler; bazen bir tepede, keçiler otluyor mu yoksa başıboş
geziniyor mu aldırmaksızın gözlerini dosdoğru önüne dikmiş bir halde buluyorlardı onu. Onun
kendilerininkinden farklı inançları olduğundan kuşkulanmaya başladılar ve daha yaşlı kadınlarla erkeklerin
aklına, onun tanrılar arasında en alçak, en acımasız olanın, yani Doğa’nın pençesine düşmüş olabilkeceği geldi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:98-9)
“Avrupa veya Amerika’nın bütün şehir ve köylerinde seyircilerin kendini tutamayıp makaraları
koyvermesi hiç de raslantı değildir. Bugünün en bön kişileri bile olağandan uzak, rahatsız, sağlık kurallarına
aykırı, kullanışsız giyimli o kaçıklara karikatür görmüşçesine kahkahayı basıyor.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:94)
Makaraya almak : Alay etmek, gırgır geçmek
“DELİ -... Hayır, gerçekte, onlar devrimci postuna bürünen depresyondaki yoksullar, hastalık hastaları,
melankolikler, tarafınızdan şiddet görerek sorgulanmakta... Bunu da biraz gülmek için yapıyorsunuz! Kısaca
biraz kanınızı hareketlendirmek için.
MÜDÜR - Sayın yargıç, siz şimdi dalga geçmenin ötesinde, bizi iyice makaraya alıyorsunuz!”
(D. Fo, bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:52)
“İkinci sınufta Titiros hüküm sürüyordu; zavallı hüküm sürüyor ama, hükümet etmiyordu. Solgun
benizli, gözlüklü, gömleği kolalı, sivri yan basılmış rugan ayakkabılıydı; uzun burnu tüylü, ince parmakları
tütünden sararmıştı. Adı Titiros değil, Papadakis’di, fakat papaz olan babası, bir gün ona köyden kocaman bir
kelle peyniri getirmiş. Oğlu ‘Bu ne kocaman peynirdir, baba?’ demiş <Adamın adı Papadakis, yani ‘Papazoğlu,
Papazzade’ anlamına gelir. Kendisine takılan Titiros lakabı da Yunanca ‘Ti Tiros!’ olup, ‘bu ne kocaman
peynir!’ anlamında kullanılır. Giritlilerde, ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun, lakap takma yaygın bir adettir>
Rastgele evde bulunan bir komşu kadın, bu sözleri duymuş. Artık fazlasına gerek yok, zavallı öğretmeni
makaraya alıp lakabı takıvermişler.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:47-8)
Makarna rahipleri : Kilise aleyhtarlarının, Orta-Yeni Çağ rahipleri hakkında yaptıkları genel şikayet: Lükse
ve yemek yemeğe düşkünlük, başka iş yapmamak
“Ama şimdi ötekiler gibi davranıyor; bir gezi, bir de posta arabası talep ediyor. O da eski piskoposlar
gibi lükse düşkün. Bu yobazlar yok mu? Efendim, İmparator bizi bu makarna rahiplerinden kurtarmadıkça işler
yoluna girmez. Kahrolsun Papa! (Roma’ya işler kötüleşiyor!) Kişisel fikrimi sorarsanız ben Sezar taraftarıyım..”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:24)
Makasa almak : Tongaya bastırmak, arada sıkıştırmak, iki ateş arasına almak; Çalmak, kırkmak, kesmek
(Argo)
“-Üç tekliğin biri önüne... Ben sizin bu fasaryalarınızı yiyecek delikanlı değilim. Niyetiniz beni makasa
almak ama, bereket zar bizden yana...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:125)
Makas almak, vermek (yanağından) : Yanağını (iki parmağıyla) sıkıştırmak
“O zamanlar hep düşünürdüm: büyüyeceğim... Büyüyeceğim ve sözüm ona beni sevdiklerini söyleyen,
saçlarımı okşayan, yanaklarıma makas veren insanlardan intikam alacağım. Nasıl? Nasıl mı, kendimi onlardan
uzak tutarak.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:154)
“MÜDÜR - Eh, madem görmüş...
DELİ - (Komiserin çevresinde döner) Siz de yanağından bir makas aldınız... Şöyle. (Yanağından
makas alır.)
S. KOMİSER - Hayır, sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm, ama kesinlikle olmadı.....
makas almadım.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:46)
make : (DAVR., İNG.) <meyk> : yapmak, yaratmak, meydana getirmek; çıkarmak, etmek; mecbur etmek;
yaptırmak; kazanmak, elde etmek,; yol almak, gitmek; (DENİZ) vasıl olmak, varmak, hesap etmek; hazırlamak,
düzeltmek, gitmek; yürümek, mesafe ya da irtifa (yükseklik) kazanmak; kar tutmak; hakkında hayırlı olmak,
yardımı olmak; m. a book : at yarışı v.s.’de toplu bahis tutmak; m. a clean breast of : itiraf etmek, içini
boşaltmak; m. a difference : farketmek; m. a face : suratını buruşturmak; somurtmak; m. a fire : ateş
yakmak; m. after : kovalamak; m. against : aleyhinde olmak; m. an example of one : ibret olsun diye
cezalandırmak; m. a night of it : sabaha kadar eğlenmek; m. a point : bir gayeye erişmek, bir adım ilerlemek,
terfi etmek; m. a point of : esaslı tutmak, önem vermek; iş edilmek; her hangi bir hususta titiz olmak; m. as if
: güya, gibi yapmak; m. at : acele ile yaklaşmak, üstüne yürümek; m. away with : alıp götürmek,; başkasına
devretmek, elden çıkarmak, ısraf etmek, elden çıkarmak, öldürmek, yok etmek; m. beleive : sahtekar, yalandan
inanma; m.- belive : sahte, samimi olmayan; m. believe : olduğundan başka türlü görünmek; görünmek; m.
bold : cüret göstermek, cesaret etmek; m. both ends meet : kazancı masrafına yetiştirmek, idare etmek, iki ucu
bir araya getirmek; m. eyes at : göz etmek, gözle flört etmek; m. for : hakkında hayırlı olmak, yardımı
olmak; m. for home : evin yolunu tutmak, yola koşmak; m. fun : eğlenmek, alay etmek; m. good : yerine
getirmek, telafi etmek; başarılı olmak; m. head : direnmek, karşı durmak; m. it up : barışmak; m. love :
aşikane hareket etmek; m. no bones to it : bir işi tereddütsüz hemen yapmak, kolayca yapmak: m. of : mana
vermek, anlamak; m. off : sıvışmak, alıp kaçmak; m. off with : çalıp kaçmak; m. or break : ya kazanmak
veya batırmak, ya adam eder ya yıkar; m. out : yazmak, yapmak; çıkarmak, anlamak; okumak, çözmek,
farketmek (göz ile); m. over : devretmek, ferağ etmek <mülkü başkasının üzerine devretmek>; m. peace : sulh
yapmak, barışmak; m. room : yer vermek; m. sail : yelken açmak; make-shift : geçici tedbir, idarei
maslahat; m. sure : emin olmak, (etrafına) bakmak; m. the best of : en üst düzeyde fayda elde etmek; idarei
maslahat etmek; m. time : vakit kazanmak; hızla gitmek; m. up : bir araya getirmek, toplamak, tamamlamak;
tertip etmek, uydurmak; icat etmek, telafi etmek; barışmak, yüzüne boya sürmek, boyanmak; make-up : makyaj,
yüze düzgün sürmek; (PRİNT.) tertip etmek, düzme masal; m. up for lost time : boşa giden vakti telafi etmek,
yerine getirmek; m. up one’s mind : karar vermek; m. up to : gözüne girmeye çalışmak; m. way : yol vermek,
ilerlemek; makeweight : tartı tamam olsun diye eklenen ağırlık; takım tamam olsun diye eklenen değersiz
kimse veya yapılan şey: I cannot m. head or tail of it : (baş mı, son mu) hiç bir şey anlamıyorum, içinden
çıkamıyorum
(Yeni Redhouse Lügati)
Makeme : Mahkeme
(Anadolu lehçesi)
“Tabii, doğruyu söyleyebilmek için şahitler de zengin olacak. O zaman, gideceksin, keyfi makeme
kovalayacaksın. Ama sen bu halinle keyfi makeme kovalayamazsın. İşin serilir kalır ovanın yüzünde. Gidersin
gelirsin, yollar bitmez. Yollarda, karı koca, irezilliğiniz tepenizden aşar.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:268)
Makina(e) gibi (konuşmak) söylemek : Ara vermeden, çok çabuk ve yoğun konuşmak
“-İki saatte, iki yüz suale, iki yüz cevap az değil zannederim, enişte, velev ‘evet’, ‘hayır’ gibi kısa
cevaplar olsun.
-İyi ama oğlum, sen o cevapları da düşünerek vermiyorsun ki... Makine gibi söylüyorsun.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:385)
Makumba ayinleri : (DİN,COĞR.) Brezilya’da yapılan bir tapım. Köle olarak getirilmiş Afrikalı’ların
dinleriyle Katolik geleneğinin karışımından doğmuştur.
“Kaynağı: Bantu, Angola’lı, Kongo’lu, Mozambik’li zencilerin kültüründen gelmektedir. Brezilya’daki
diğer gelenek C a n d o m b e ise, Gege-nago, Sudan kültüründen etkilenmiştir.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Sözlükçe sa:616)
Mal : Eşya, mülk; kötü kimse, orospu; Heroin ya da benzeri uyuşturucu (Argo)
“On basamak yukarda, düşkırıklığına uğramış bir adam durdu. Bu süprüntü onları binadan çıkarken
durdursaydı, bir diyeceği yoktu; ama şimdi, daha malları paraya çevirmeden!.. Gırtlağında yükselen kükremeyi
zar zor bastırdı ve Therese’ye eliyle işaret etti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:322)
“-Tanrım, Tanrım! Acaba oraya mı gitsek?
-Nereye?
-Şu Babınitsın mı ne; işte ona...
-Hayır, olmaz...
-Niçin?
-Eee, elbette giderim; ama, ben malımı bilirim; beni görünce o zaman hanım başka bir şey söyler;
dalaverecinin biridir o, onu bilirim!”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:23)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------yarından itibaren
Haçik’in dükkanındaki zulada
birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip
birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra
ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra
mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler
ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59)
“RIDOLFO -... Bir kenara koyabildiğim birkaç para ile, bildiğiniz gibi, o zamanki patronum olan sinyor
Eugenio’nun babasının yardımı ile bu dükkanı açtım. Burada namusumla yaşamak isterim. Mesleğimin şerefini
kirletmek istemem.
PANDOLFO - Oh! Sizin meslektaşlarınız arasında da ne mallar vardır yani.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:9)
“Hacıağanın kızı çevresinde ün salmıştı. Komşular ‘Kabak çiçeği gibi açıldı. Ne malmış meğer!’
diyorlardı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşenin Yazgısı”, sa:180)
“Rosa Cabarcas, mallarını, dükkanında piyasaya sürdüğü küçük yaştakiler arasından seçerdi hep; onları
mesleğe adım adım attırarak, Kara Eufemia’nın tarihi genelevinden emekli olan orospuların en berbat
yaşamlarını sürmeye başlayana kadar sıkıp sularını çıkarırdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22)
“-Kalk, dedi, seninle gidip şu Etem denilen herifi bulalım, onu bir kenara çekelim, bakayım bnu herifle
bir de ben görüşeyim. Onun ne mal olduğunu, ne maksatlar beslediğini de anlamaya çalışayım; ötesini, ne
yapmak lazım geldiğini sonra düşünürüz!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:120)
“ ‘Sakin olun,’ dedi eli tabancalı adam, ‘bırakın da ötekiler nasıl, ona bir bakayım.’ Koyu renk gözlüklü
genç kızı yokladı ve ıslık çaldı, ‘Çıtı pıtı bir karı, büyük ikramiyeyi vurduk, şimdiye kadar böyle bir kısrak hiç
geçmemişti elimize,’ sonra doktorun karısına döndü ve bir ıslık daha çaldı, ‘Biraz olgun, ama bana kalırsa bu da
felaket bir mal.’ İki kadını birden kendine doğru çekti ve nerdeyse salyaları akarak, ‘Ben bu ikisini alıyorum,
işlerini bitirince size gönderirim,’ dedi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:161-2)
“ ‘Sizin söylediğiniz otel sefil bir mahallededir,’ dedi adam tatlı dille. ‘Ve malın kalitesi çok kötüdür.
Bombay’a ilk defa gelen turistler, sık sık pek uygun olmayan yerlere düşerler, ben sizin gibi bir beyefendiye
yaraşan bir otele götürüyorum sizi.’ Pencereden tükürüp bana göz kırptı. ‘Ayrıca mal da birinci kalitedir.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
Maladie du pays : (FR.,TIP.PSYCH.) <Mala’di dü pe’yi> : Memleket hasreti = Homesickness (İNG.)
mal-a-droit : (FR.,DAVR.) <mal-a-drua>, beceriksiz, eli işe yaramaz <harfi harfine: sağa-doğruya hiç
gelmez>
mala fide : (LAT.,PSYCH.,DAVR.)
faith (İNG.)
<mala fi’de> : kötü fikirli, suiniyetli; mala fides : kötü talih = Bad
Malak, Malak gibi görünmek : Manda-domuz yavrusu; Aptalımsı, salakvari, eskimiş (görünmek) (Argo)
“ELIZABETH -... Senin el aynan nerede? Belki onda daha güzel görünürüm. (Marta aynayı getirir.)
Hayır daha güzel değilim. Neden değilim? Marta, son otuz beş yılda neden böyle çöktüm? Malak gibi
görünüyorum...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:25)
“ ‘Para gömüde amma, İskender bu Dede Kasım’ın sır oğlanı... Altunlar bir malak dergisiyle buğday
kuyusunun dibinde dururmuş. Geçenki rahmette mübarek ekin çillenmesiyle... Dede’nin pazara, iki hafta içinde
tam iki bin demir ekin indirdiğini bütün millet duydu.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:390)
Mala praxis : (LAT.,HUK.) <ma’la praksis> : Yasaya uyun olmayan, kötü praktis = Malpraktis (İNG.)
mal-a-propos : (FR:,DAVR.) <mal’a’propo> : Yersiz, münasebetsiz, kendini bilmez; Pek de uygun
olmayan bir zaman = At un inopportune time (İNG.)
Mal bulmuş Mağribi gibi : Görmemiş ya da kültürsüz insanın, bulduğu değerlerin üzerine sanki ‘Dünya
Vatandaşı’ imiş gibi sarılması, ya da öyle bir kimseye sarılma <Mağribi: Tunus’lu, Cezayir’li gibi Kuzey Afrika
halkından- MAĞRİP: Arapça: Batı>
“Hatun kişi sigarasını bitirdi, ‘Soyun paşam!’ dedi ve sıradan bir iş yapar gibi soyunup elbiselerini
duvardaki çiviye astı. Brasiyer’lerini üzerinde bırakmıştıı. Ben göğüslere biraz düşkün olduğumdan, ‘Onu da
çıkarmayacak mısın?’ diye sordum; ‘Hayır,’ dedi, ‘Dik kalsın istiyorum, pek elletmiyorum!’ Bu oyunun kuralları
böyleydi demek. Neyse, yatağa tırmandık ve ben, mal bulmuş Mağribi gibi kadıncağıza sarıldım. Hiç şüphe yok
ki, deneyimsizlik ve heyecan içinde, onun el yordamıyla yolumu buldum ve çabucak boşaldım.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:270)
“Bu, Mösyö Vitalis isminde bir İtalyan mühendisti. Mesleklerinin bir olması, ahbaplıklarının çabuk
ilerlemesine sebep oldu. Mösyö Vitalis’in hükumette görülecek işleri, memlekette çevrilecek birçok dalavereleri
vardı. Bu Genç Türk’e mal bulmuş Mağribi gibi sarıldı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:195)
mal-conduct : (FR.,DAVR.,PSYCH.,İNG.) <mal-kon’dakt> : Yolsuzluk, idareye fesat karıştırma
mal-content : (FR.,DAVR.,PSYCH.,İNG.) <mal-kontent>
: Memnun olmayan, isyana müsait kimse
mal de mer :
(FR.,TIP.,KOLL.)
<mal dö mer>
: Deniz tutması –Sea-sickness (İNG.)
male-diction : (FR.,DAVR.,PSYCH.,İNG.) <mal’dikşın>
: Lanet, beddua, iftira
male-factor :
(FR.,DAVR.,PSYCH.,İNG.) <mal-fakto(ö)r> : Mücrim, suçlu, kötülük etme
malefic :
(FR.,DAVR.,PSYCH.,İNG.) <male’fik>
: Büyü gibi kötü etkili olma
maleficient :
(FR.,DAVR.,PSYCH..İNG.) <mal-fesant>
: Başkalarına kötülük eden
malevolent :
(FR.,DAVR.,PSYCH.İNG.)
<mal-volant>
: Kötü niyetle hareket eden, hain
malfesance :
(FR.,DAVR.,PSYCH.,İNG.) <mal-fezans>
: (HUK.) Kötü niyetli, ödevde suiistimal
malheur ne vient jamais seul : (FR.,PSYCH.) <mal-ör nö vi’yen>: Kötülük yalnız gelmez
(Yeni Redhouse Lügati)
Malı mülkü olmak : Varlıklı, gelir-taşınmazlar (gayrımenkul) sahibi olmak
“Gece geç vakit konuklardan sonuncusu da evden ayrılıp ayak sesleri kesilince Lidiya Yegorovna
ellerini terasın korkuluğuna dayadı, iki yana sallanarak ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken:
-Malımı mülkümü hovardaca saçıp savurması yetmiyormuş gibi bir de bana ihanet ediyor! diyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:47)
“FULGENZIO - Yeğeninizin o kadar çok borcu var ki, barınacak delik bulamıyor.
BERNARDINO - Yok canım! Sorun yalnızca buysa, zararı yok. Borç yüzünden o değil, alacaklılar
çekecek.
FULGENZIO - Fakat mal mülk kalmamışsa, saygınlık yoksa, nasıl yaşayabilir?”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:56)
“Attı:
-Kudret beyin işlerini, yani, gördüm saydı. Onca mal, mülk. Efendim paşa dedelerinden kalma
çiftlikler, arazi, iş hanları, binalar... Kapanın elinde kalmış. Sağ olsun, mala mülke hiç ehemmiyet vermez!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:158)
“ANSELME -... Napoli’ye dönmeyi hayatım için tehlikeli bulduğumdan orayla ilgini büsbütün kestim,
bir yolunu bulup kalan malımı mülkümü sattırdım, buraya yerleştim. Anselme adını alarak, başıma bunca
felaketler getirmiş olan öteki ismimin dertlerini, kederlerini benden uzaklaştırmak istedim.”
(Moliere, “Cimri”, sa:120)
“Kendini beğenmiş adam, mutluluğunu kendi rahatlığı üstüne değil, başkalarının acıları üsütüne kurara;
ezeceği, köle gibi kullanacağı insanlar olmazsa, mutluluğunu başkalarının yoksulluğu üzerine kuramazsa, malını
mülkünü ortaya serip yoksulların bellerini bükmeyeceğini, umutlarını kırmayacağını bilmezse, Tanrı olmayı bile
istemez.”
(Th. More, “Utopia”, sa:156)
“Ama hüznümün arkasında, anne baba kavgalarını, babamla amcamın sürekli iflaslarından gelen
fakirleşmeyi ve aile içi büyük mal mülk çatışmalarını dolaylı, karmaşık ve çocuksu bir şekilde sezmek de vardı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:91)
“-Ya kadın dulsa, Germain? Hem çocuksuz, hem de mallı mülklü bir dulsa?
-Çevremizde şimdilik böyle birini tanımıyorum.
-Ben de tanımıyorum ama başka yerlerde var.
-Gözüne kestirdiğiniz birisi var sanırım babacığım; öyleyse hadi söyleyin, kimmiş bu, bakalım?”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:31)
“... mal mülk sahibi olan, işlerin gidişatını görmek için kalıp bekleyen insanlardı, ama artık şüpheye yer
kalmadığından sefere konan yeni uçakları, posta ve kargo gemilerini ve diğer daha küçük deniz vasıtalarını
tıklım tıklım dolduruyorlardı.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:240)
“PETRUCHIO - Ben de bu çeyize mukabil, benden sonra yaşayacak olursa, benden dul kaldığı
müddetçe bütün topraklarım, malım mülküm, nem varsa, hepsini alır. Şimdi aramızda bir anlaşma yapılır ve iki
taraf da bunun birer kopyasını saklar.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48)
“LADY UTTERWORD - Kızınızın evliliği bozuldu, Mr. Dunn. Hepimizin mal mülk sahibi sandığı
Mr. Mangan’ın bir dikili ağacı bile yokmuş.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:131)
“Markiz’in içi rahatlayınca Marki en sonunda söze başlayabildi. Tüm bu patırdı-gürültü yüzünden biraz
da öfkelenmişti:
-Evet oğlum, dedi, şunu iyice öğrendim: Tazminat için yasa önerisi yapılacak. 420 oy üzerine de
güvenilir 319 oyumuz var. Annenin yitirdiği malın-mülkün değerini altı milyondan yukarı biçiyorum ben.”
(Stendhal, “Armance”, sa:30)
“Aslında halam da babam da kendi dışlarındaki bir gücün tutsağıydılar. Bu güç onları durmadan para ve
mal mülk yığmaya zorluyor, onları zengin etmek ve insan gibi yaşatmamak için elinden gelen yapıyordu.
Şeytana tutulmuş gibiydiler. Halam kiraları öyle bir hırsla toplardı ki ay başlarında özellikle gözleri çakmak
çakmak olurdu.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:113)
“-Doktorlar bir türlü tanı koyamadılar. Daha doğrusu her biri başka bir şey söyledi. Onu son görüşümde
düzelecekmiş gibi bir görünümü vardı.
-Adamcağızı bayramdanberi göreyim dedim, nedense fırsat bulup gidemedim.
-Malı mülkü var mıydı bari?”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:22)
“Sonra, herkesin kendine göre bir derdi olduğunu söyleyerek sızlandı. Mesela kocasıyla kendisi, iyi
kalpli davranıp, çocuklarının hatırı için mallarını mülklerini vereli beri çekmedikleri sefalet kalmıyordu!
Arkasından, çenesi açıldı, susmak bilmedi. O bitmez tükenmez, aynı şikayeti diline dolamıştı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:281-2)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
Malın gözü : Dalaverici, açıkgöz, hilekar, iffetsiz (Argo)
“-Ona ne sivil polislerden?
-Ona mı ne? Suç sayılan bir fiili övmekten dolayı, Pietrostefani hakkında tutuklama kararı var o
günlerde... Pietrostefani gibi malın gözü biri, kendisini hemen tanıyacak sivil polislerin kol gezdiği bir yere gidip
de kendi ayağı ile tuzağa düşer mi?”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:48)
“D. MARZIO - Ne büyük adamım ben yahu! Her şeyi biliyorum. Bütün dansözlerin, bütün erdem
sahibi tanınanların evlerinde olup bitenleri öğrenmek isteyenler bana gelsinler.”
EUGENIO - Desenize bu dansöz de malın gözü imiş?
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:24)
“ROSAURA - Kimmiş?
DOTTORE - Lelio, Pantalone’nin oğlu Lelio.
ROSAURA - Beni vermeyi istediğiniz genç mi?
DOTTORE - O, işte, o malın gözü.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:136)
“Mrs. HUSHABYE - Anlayamadığım şu: Hector’la evlenemediğin için, şu malla, (Mangan’ı gösterir.)
şu malın gözüyle evlenmek seni nasıl avutacak?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:78)
“ ‘Prens Vasili kendini beğenmişin, boş herifin biri, oğluna gelince o da malın gözü olmalı.’ diye kendi
kendine homurdandı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:57-8)
Malını bilmek : Eli altındaki hizmetkar, yardımcı vb. nin ne denli üçkağıtçı olduğunun farkındalığı
“BİRİNCİ KADIN - (70-75 yaşlarında bir İstanbul hanımı. Saçlarını topuz yaparak toplamış,
başörtüsünü kulaklarının arkasına atmıştır..... gevşek ve rahat değildir. Nedenini pek açıkça bilmeden birşeylere
kızmaktadır. Gelinine, oğluna, torununa vb. Çenesi oldukça düşüktür.....)
‘Gülteeeen! Gülten! Gülten diyorum. Nasıl bilirim malımı, nasıl bilirim. Varsa pencere önü, yoksa
pencere önü.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:7)
Malihülyada olmak : Kuruntu, melankoli, kara sevda, hayal aleminde yaşamak
“ ‘Baban da mı seraskerdi’ diye gülüyorum kendi başıma... Hasılı biz böyle malihülyadayken
serkomiser gelip cama vurmuş. Kahvenin camına.
-Ne istiyor?
-Bilir miyim? Bizi orada görmüş de.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:109)
Mal kendini gösteriyor : Ortaya konan şey ya da kişi ne denli nitelikte olduğunu ayan beyan sergiliyor
“Şüphesiz bu küçük olay jüriyle dinleyicilerin gözünde Mitya’nın iyiliğine bir etki uyandırmadı. Mal
kendini gösteriyordu… Zabıt katibi kararnameyi bu hava içinde okumaya başladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:267-8)
“-Nasıl başka şeyler?
-Süledim <söyledim> size peşin... O garipçe bir insanoğludur, belki biz bülelerine <böylelerine>
bengala, yani ya... siz dersiniz nasıl bakayım... şey... cinli... cinli!....
-Cinli mi?
-Te <işte> ona yakın bir şey...
-Nereden anladın böyle olduğunu?
-Gösterir mal kendini...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:679)
Malkut : (DİN,HÜK.) : Sefirat’ların onuncusu ve sonuncusu. K r a l l ı k anlamına gelir.
Bk.: Sefirah
“Y e r y ü z ü’nü, İ s r a i l Krallığını, son olarak da B i l g i A ğ a c ı’nı temsil eder.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Sözlükçe, 616)
malleus maleficarum : (LAT. MYTH.): Cadılıkla ilgili temel elkitabı. M.s. 1486’da, iki Dominiken
üniversiteryen din adamı: Johann Sprenger ve Heinrich Kraemer tarafından, ‘cadılığın belirlenmesi ve
yokedilmesi tezi üzerine yazıldı. Prensip itibariyle kitap, Alp köylülerinin folklor ve inançlarından bahsederek,
Ahd-i Atik’in açıkça söylediği ‘Afsuncu kadını yaşatmayacaksın!’ <Çıkış kitabı, 22:18> beklentisi üzerine bina
edilmiştir. 1600 tarihine kadar 28 kez basılmış, hem Katolikle ve hem de Protestanlar arasında şeytana tapınma
ile ilgili temel bilgi kaynağı ve dini savunma kılavuzu olarak çok benimsenmiştir. (Bende İngilizce bir kopyası
mevcuttur. İ.E.)
“Anahtar bu: malleus maleficarum. Putperestliği geri getirmek isteyenlerin dünya çapındaki
kumpas’ları <düzen, tuzak>, tabiatı <Doğa’yı> yegane <biricik> sayan inançlar, reenkarnasyon hurafesi, suç
saydığımız astroloji, inancın temellerine saldırdığı için daha da büyük suç saydığımız bilim... Hepsi bu uzun ve
ayrınyılı incelemede var. Şeytan tek başına kazanamayacağını bilir, dünyayı ağına düşürüp zehirleyebilmek için
ona büyücüler ve alimler lazımdır.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:165)
Mal olmak : Değmek, değerinde olmak; Bir davranış sonucu bir iş ya da ilişkiyi zarara sokmak
“Risorgimento’nun bir diğer büyük düşmanı Silvio Pellico idi. Pellico’nun bir Avusturya
hapishanesindeki hapsi sırasında yazdığı anılarını okumuş en sıradan okur bile, bu kitabın İtalya’nın birleşmesi
için bir çarpışmadan daha fazla şeye mal olduğu gibi açık bir izlenim edinir.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:73)
“ ‘İyi bir yer orası,’ dedi Esther. Söylediği şeyi gerçek kılmak istercesine biraz daha yüksek bir sesle
konuşmuştu.
‘Oraya akıl hastanesi diyorlar, ama Esther, orası, orası insanların kapatıldığı bir yer. Böyle bir yer
genç bir kız -neredeyse bir çocuk- için nasıl iyi bir yer olabilir ki?’
‘Ah Tanrım, Jacob,’ dedi Esther, ‘bu kararı vermek bize nelere mal oldu, biliyorsun. Doktorlara
güvenmezsek kime güvenebiliriz, kimden yardım isteyebiliriz? Dr. Lister onun için yapılabilecek tek şey
olduğunu söylüyor bunun. Denemek zorundayız.’ ”
“Bu adamların <Berduş’ların> her gün hücre duvarlarına bakarak geçirdikleri zaman birbirine eklense,
belki on yıllık bir süreyi bulur. Ülkeye adam başına en az bir sterline mal oluyorlar. Karşılığında ülkeye hiçbir
şey vermiyorlar.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:246)
“MÜZİK
---------Bastonlarıyla kumları sürekli oyan
Emekli bakkallar yeşil sıralarda oturur,
Yine bütün konuştukları ortaklıklar falan,
Dönüp dolaşıp aynı söz: ‘Bize kaça mal olur?’ ”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“Bir saat sonra, Senyör Campireali, karısının odasına bitişik kendi odasına geçip de evin içinde her şey
sessizliğe gömülünce; anası, kızına:
-Al mektuplarını, dedi, okumak istemem; bak bize neye mal oluyorlardı! Ben, senin yerinde olsam, bu
mektupları yakarım. Allahaısmarladık, öp beni.”
(Stendhal, “İtalya Mektupları”, Cilt:II, sa:40)
Malta Şövalyeleri - (Rodos Şövalyeleri) : Kutsal topraklar sayılan Kudüs’ün yeniden ele geçirilmesi için
düzenlenen Haçlı Seferleri boyunca varlığını yayan, bugün dahi birçok devletlerin resmi makamlarınca ve
Papa’lık makamı tarafından kabul edilen, siyasi emellerde kullanılmak üzere teşkilatlanmış, ‘yarı-gizli’
diyebileceğimiz bir tarikat ya da ‘dinsel nitelikli’ topluluk
“Türk’lerin düzenlediği bir akının, ‘Konukseverler’i-Hospitallers’ Girit Adası’ndan Malta’ya gitmek
zorunda bırakılmanın ardından, Özerk Kudüslü ‘Aziz John Tarikatı’ndan gelişen bir grup. ‘Cathar’ lar ve
‘Tapınak Şövalyeleri’ gibi diğer gruplar Katolik Klisesi tarafından yok edilirken, Malta Şövalyeleri, Kiliseyle
aynı safta yer alarak bundan kurtuldular..... Kökenini 1048’de, yoksulluk ve sıkıntı içindeki kutsal yolculuk
yapan Latinlerin yardımına yetişen Amalfi’li dindar tüccarlar tarafından Kudüs’te kurulaan bütünüyle dindar ve
hayırsever bir tarikat olan Kudüslü Konukseverlere borçludur.
Refah içindeki zamanlarında, Tarikatın düzeni oldukça karmaşıktı: hem monarşik, hem de
cumhuriyetçi bir karakteri vardı. En üstte, kendisine büyük yetkiler verilmesine karşın, yine de Genel Meclis’in
yasama eylemiyle kontrol edilen bir ‘Üstadı Azam’ bulunurdu. Günümüzde iki grup vardır: biri Katolik, diğeri
Protestan. Ama birbirlerini tanımazlar. Malta Şövalyesi rütbesi ABD’de Tapınak Şövalyeleri’nin
Komutanlığındaki bir ‘ek tarikat’ olarak düşünülür. Bu rütbeyle ilişkili bir ritüel vardır, ama çok az kişi buna
sahiptir ve genellikle aday, bir ‘Tapınak Şövalyesi’ yapıldıktan sonra bildirilir.
Malta Şövalyeleri Papa’nın milisleridir ve son derece ciddi ve ölümüne edilen bir kan yeminiyle tam
bir itaatle and içirilirler. Vatikan’ın başkanı olan Papa, aynı zamanda yabancı bir ulusal gücün de başkanıdır.
Bunun Katolik diniyle neredeyse hiçbir ilişkisi yoktur ve her şeyiyle dünya hakimiyetine yönelik dört başlıca
‘aktör-örgüt’ten: Britanya Farmasonluğu, Fransa Farmasonluğu, Uluslararsı Siyonizm ve Vatikan’dan birinin
katılımcı olmakla ilgilidir.” (Daha fazla bilgi almak isterseniz, lütfen çok değerli kaynak kitabı okuyun! İ.E.)
(Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:159-160)
Malum : Bilindiği gibi, kuşkusuz, evet, tamam, belli
“-Bir defa benim adım Ayşe değil, sonra...
-Sonrası malum.
-Sen malum ne demektir biliyor musun Allah aşkına? Malummuş, malum neymiş bakalım?”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:11)
Malum kadın : Genel kadın, sokak kadını; ‘bilinen kişi!’
“Moskova’da öğrenciyken, ‘malum kadınlar’dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda
kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine
bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı.”
(M. Gorki, “Bozkırda”, sa:11)
malum signum : (LAT.,KOLL.) <ma’lum sig’num - Kötü işaret
Malvarlığı : Bir kimsenin taşınmazlarının total parasal değeri
“Bay Brooker’ın para ve malvarlığı soruşturmasından neden kaçtığını, neden Kamu Yardım
Dairesi’nden bir yardım parası aldığını anlamıyordum. Başlıca zevkleri, önlerine gelene dert yanmaktı. Bayan
Brooker saatlerce yakınırdı; sanki sedirin üzerinde üst üste aynı şeyleri dile getirerek mızırdanan yumuşak bir
yağ yığını gibiydi.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:29)
Mama : Hıristiyanlarda ‘anne’lerin genel çağrılışı; Genelev patroniçesi; İnsan yavrusu ya da kedi, köpek gibi
evcil hayvanların yiyeceği
“Genelde hemen içinde dalıp, bir kase mamayı jet gibi süpürürdü, ama bugün yapmadı. Bunun yerine
durdu ve bir sürü baktıktan sonra yemeye karar verdi. O zaman bile tereddüt içindeydi sanki. Sadece jölemsi
kısmı yedi. Ete hiç dokunmadı. İçimdeki endişe çanları tekrar çaldı. Bu benim tanıdığım ve sevdiğim Bob
değildi. Kesinlikle bir sorun vardı.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:148)
“Aynı yer değildi sanki. Rosa Cabarcas her zaman en göze batmayan, bu yüzden de en çok tanınan
mama olmuştu. Bu çam yarması gibi kadını, bir keresinde hem iriyarılığı yüzünden, hem de müşterilerin
mumlarını söndürmekteki becerisi nedeniyle itfaiye çavuşu diye ilan etmek istemiştik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:26)
Mamafih : Bununla birlikte, iş bu konumdayken
Bk.: Maamafih
“NECMETTİN - Onun için milyoneriniz Elazığ’daki otelde dün gece tahtakuruların hücumuna
uğrayıp, sabaha karşı avaz avaz bağırarak koridora fırladığı zaman bayağı yüreğim yağ bağladı..... Mamafih
tahtakurularının kafaları da almamış olacak ki, benim odada benim odada bir tane yokken onun odasında
kaynamışlar.
AYŞE - Arasaydınız belki daha hallice bir otel bulabilirdiniz.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:69)
“Evet, sayın Profesör iniltilerin, yalvarışların, onun kendi bilinçaltından gelen yankılar olduğuna yine
emin olunca, gitti, yatağına bir kez daha uzandı. Mamafih o inleyen ‘baba... baba...’ sesi bir iki kez daha
yineleyince dayanamadı, kalktı, evi şöyle bir kolaçan etti, evde kimsecikler yoktu... Sesler de kesilmişti artık...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:97)
“Mamafih, huy canın altındadır, derler. Akşamüstleri son ders arasında Mişel’in kollarına asılarak ona
yavaş yavaş yeni masallar uydurmakta devam ederken, ara sıra da yine şeytana uyuyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:50)
“Servet Bey, sözlerinin sonuna doğru her nasılsa, kayınpederinin halindeki hüzüne dikkat etti; ihtiyarı
çok hırpaladığını anladı:
‘Mamafih, emrederseniz, hemen yarın Seniha’yı çağırtırız,’ dedi.
Naim Efendi, başını salladı. Seniha buraya gelmiş veya orada kalmış, neye yarardı? Olan oldu, biten
bitmedi mi?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:77)
Mamzel : Matmazel’in kısa telaffuzu
“CHRISTOPH - Çattık! Siz bu işe sarılıyorsunuz, Mamzel. Değer bir kadın mısınız, yoksa değmez bir
kadın mısınız, bilmem. Çenebazlığınıza bakacak olursam, herhalde ikinciye karar vermem gerek...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:38)
Mana mana oynatmak : Gözüme baka baka, eğlene eğlene, oynaya oynata (Argo)
“... hatta düşünüp karar verdikten sonra da bir, iki gün beklemeliydi. Yoksa çuvallayabilir, işlerin içine
edebilirdi: ‘Kedinin boğazına ciğer asma kabilinden, Deve’nin eline vesika ver, sonra da avucunun içine gir.
Herif beni mana mana oynatır şerefsizim. Hem kimbilir? Yarının sahibi Allah!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:163)
Manana es otro dia : (İSP.,ZAMAN,KOLL.) <man’yana es otro dia> : Yarın başka bir gün! = Tomorrow, is
another day (İNG.)
Manastır : (DİN) Hıristiyan dininin çeşitli tarikatlarına kendilerini adamış rahipler ve rahibelerinin, dünya ile
ilgilerini keserek hayatlarının sonuna kadar kaldıkları, din çerçevesi içinde çalışma ve bilgilenme gösterdikleri
müesseseler
“Bizim çalışma ve duanın çifte buyruğunda gelişen tarikatımız, bilinen dünyanın ışığı; bilgi hazinesi,
yangınlar, yağmalar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan eski öğretimin kurtuluşu; yeni
yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu........ İki yüzyıl önce, görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç
manastırımız şimdi miskinlerin sığınağı oldu. Tarikat hala güçlü, ama kentlerin pis kokusu kutsal yerlerimize
sokuluyor. İnsanların günahları yüzünden, dünya, içine işleyip onu aşağı çeken uçurumun kıyısında asılı
kalmış............. ‘Monasterium sine libris...’ (LAT.) = <monasteryum sine libris> Kitapsız, kütüphanesiz
Manastır, diye alıntıladı Başrahip, daldın dalgın, ‘est sicut civitas sine opibus’ <est sikut sivitas sine opibus>
(kentsiz devlet); castrum sine numeris <kastrum sine numeris> (insansız kale), coquina sine suppellectili
<kokina sine supelektili> (araç gereçesiz aşçı); mensa sine cibis <mensa sine sibis> (yiyeceksiz sofra); hortus
sine herbis <hortus sine herbis> (bitkisiz bahçe); pratum sine floribus <pratum sine floribus> (çiçeksiz çayır);
arbor sine follis’ <arbor sine folis> (yapraksız ağaç) gibidir.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:52)
Manastırın Kanonik (Din’in dikte ettiği) Zaman Çizelgesi : Aşağıdaki şema, “ilk kural”dan, Edouard
Schneider tarafından düzenlenmiş, Les Heures Bénédictines (FR.: <Le z’ör Benedikten> ‘Benedikten Saatleri’)
(Paris, Grasset, 1925)’deki ‘manastır yaşaması’ betimlemesiyle karşılaştırılmasından çıkarılmıştır. Ekstralar
İ.E.
Mattunito (Geceyarısı) : (Vigilae) de denir. <LAT.: (Vijile)Uyanıklık, gözlemcilik hali> Geceyarısı 2 - 3 arası.
Laudi (Alacakaranlık) : (Matutini) denirdi eskiden, <LAT.: (Matutinus: sabah erken; Matuta: Sabahın erken
tanrıçası)
Sabahın 5 ile 6 arası, Tanyeri ağarırken sona erer.
Prima (Tansökümü)
: <prima: ilk> :7.30’a doğru, gündoğumundan az önce
Terza (Sabah)
: <terza: ikisi arası> : 9’a doğru
Sesta (Öğle)
: <sesta: kesinti, ara> : Rahiplerin tarlada çalışmadıkları bir manastırda, kışın, aynı
zamanda öğle yemeği
Nona (İkindi)
: Öğleden sonra, saat 2’ yle 3 arası
Vespro (Günbatımı)
: Günbatımı, 4:30’a doğru : Kural, vesper: akşam yıldızı parlayınca akşam yemeği
Compieto (Akşam)
<Not:
: 6 dolayları. Derlenip toparlanma -rahipler 7’den önce yatarlarKanonik saatlerin bizlere göre tam karşılıkları yoktur, ortalamaları kaydedilmiştir.
Manastır kaçkını : Genellikle Hıristiyanlıktan dönenler, özellikle manastırı terkedip kaçan keşişler için
kullanılan tabir
“Rakım güldü; bu manastır kaçkını eski gavura içini dökmekten lezzet alıyordu.
-Gece Rabia ile beraber sahur yiyoruz, niyet ediyoruz. Ertesi gün o camiye gidinceye kadar bir şey
yemiyoruz. Yiyecek aramıyoruz ama bu kafir tütün yok mu?”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:109)
“Andronikos, onu tanıyınca, ondan uzak durmaya dikkat etmişti. Saçı sakalı uzun, yer yer bozarmış
kumral başı külahıyla örtülü, sırtındaki cüppesi karadan artık yeşil-mora kaymış, alaca kargaların rengine çalan
bir manastır kaçkınını o adam artık tanıyamazdı. Tanısa da ne çıkardı sanki.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:23)
Mana’ya sahip olmak : Nesne ya da kişilerin sahip oıldukları varsayılan, kalıtsal ya da edinsel güç
“Sanattan hiç anlamayanlar bile, başkalarının sanatçıya verdiği değeri tanırlar; bu arada, edebiyat, sanat
ve müzikten hoşlananlar, sanatçının papazlardan, krallardan ve politikacılardan daha yüksek düzeyde Mana’ya
sahip olan çok özel bir kişi olduğu kanısındadırlar.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:49-50)
Manca : Yemek, yiyecek
“Aksiliğe bakın ki, işi kalenderliğe vurmaya kaç kere niyet ettimde de, ne mutlak hareketsizlikte, ne
kafamı uyuşturmakta bu huzuru on beş dakikadan fazla uzatabildim. ‘Adam sen de…’ düşüncesi sıkıntılı
zamanlarımda bir dakikadan fazla dostluk edemedi bana. İnsan makinesini harekete getiren her şey ‘iyi’dir, hatta
o manca’yı ilk yediğim gün yaptığım enayilik bile.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:94)
“-Bunun Türkçesi nedir?
-Bunun Türkçesi, yaniya demektir ki: ‘Derelerden geliyor, tepelerden geliyor, damat yıkanıyor, gelin
yemek yiyor, ana çorbaya tuz atıyor; baba mancanın tadına bakıyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:108)
Mancınık : Eski savaşlarda, özellikle sur ve kalelere karşı kullanmak üzere, taş gülle fırlatmak için kepçe,
karşı ağırlık ve kaldıraç sistemleriyle kurulmuş ilkel top
“Mancınıklar, dört köşe bir çerçeve ile iki dikey direk ve bir yatay koldan oluşmaktaydı. Alt
kısımlarında halat sarılı bir kasnak vardı. Mermileri yerleştirmeye yarayan kaşık gibi aleti tutan kalın bir ok, bu
kasnağa bağlıydı. Bu okun tabanı, bükük bir ip çilesinin içindeydi. İpler salıverilince ucu kaşıklı ok hızla kalkıp
yukarıdaki yatay kola çarpıyor, büyük bir sarsıntıyla duruverince de gücü kat kat artıyordu..... Mancınıklar
nallarıyla taş atan yabaneşeklerini andırdıklarından, bunlara ‘yaban eşeği’ de denmekteydi. Bir başka çeşit
mancınığa da ‘akrep’ deniyordu. Çünkü bunların, levhanın üstünde akrep kuyruğu gibi dik duran bir kancaları
vardı. Yumruk indirilince kanca düşüyor, yayı harekete geçiriyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:293-4)
Manda; Manda gibi (yavaş, yemek); Mandanın biri : Tembel, çok yiyen çok uyuyan, yavaş hareket eden
kişilere takılan sıfat (Argo)
“Yüzbaşı Sagner hemen lanet içkiden bir kadeh doldurdu, şaşkın Dub ister istemez masaya oturdu. Eski
kırık bir iskemleyi çekip Teğmen Lukaş’ın yanına ilişirken, Lukaş olanca içtenliğiyle, ‘Manda gibi yedik,
azizim, sana bir şey kalmadı,’ dedi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:274)
“Öbür eltisi için ‘Mandanın biri’ diyordu; ve Selma Hanım’ın kulağına eğilerek ilave ediyordu:
‘Kuzum, hep uyurmuş, hep uyurmuş. Hani o vakit bile horul horul uyurmuş... Bir boğaz! Doymaklar bilmez.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:47)
Manda gözü : Osmanlı devrinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında kullanılan, gümüş yirmibeşlik madeni para:
Gümüş Mecidiye (Sultan Mecid zamanında basılmaya başlanmış)
“Sırası gelmişken bin dokuz yüz kırk altıdaki bir anımı da anlatayım. Cihangir’deki evimde öğle
yemeğimi yemiş, Beyazıt’a, Tıp Fakültesi’ndeki bir derse koşuyorum. Cebimde yalnızca manda gözü gümüş bir
yirmi beş kuruşluk var.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:142)
“Bacı hanım, giderken tasta artık soğumaya başlayan sudan da iki yudum içirdi. Tören bitmişti.
Halacığım hemen her zaman, kuşağından mı kursağından mı neresinden çıkardığını bilemediğim bir mandagözü
gümüş Mecidiyeyi Fadime bacının cebine kaydırıverdi.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:14)
Mandala : (SANSK.,MYTH,PSYCH.) <Man’dala> : Sanskritçe ‘daire’ anlamına gelir. Tantra
Budacılığında ve Hinduizm’de meditasyon’da ve dinsel ayinlerde kullanılan simgesel çizimlerdir. Jung
hastaların bilinçötesi arketip ve karmaşalarını ifade ettirmek için bunu terapi’de kullandığı gibi, Batı’da da
mevcut ‘yarım-kalmış sanat eserleri’nin de bu anlamda deşifre edilmelerine neden oldu. Terapi’de, mandala’nın
merkezine gidiş düşüncelerini açıklarken, bir kozmik (ya da hermetik- simyasal) parçalanma ve yeniden
bütünleşme sözkonusudur.
“Bakır küre üstüne vitraylı pencerelerden giren son güneş ışınları düştüğünden, çevreye yanar döner
soluk yansımalar yayıyordu. Kürenin (sarkaç) ucu, eskiden olduğu gibi, koro yerinin döşemesi üstüne yayılmış
nemli bir kum tabakasına teğet geçseydi, her salınımda yerde hafif bir iz bırakacak, bu iz de her an belli belirsiz
yön değiştireceğinden, bir yarık, bir oluk şeklinde genişleyecek, bir yıldız bakışım tasarlamamıza olanak
verecekti - tıpkı bir mandala taslağı, bir beş köşeli yıldızın görünmez yapısı, bir yıldız, bir gizemli gül gibi.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, sa:15)
“Mandala, büyülü daire anlamında Sanskritçe bir sözcüktür ve onun simgeciliği, ortak merkezli olarak
düzenlenmiş tüm figürleri, tüm dairesel ve küresel biçimleri ve bir ortak merkezleri olan tüm daire ve kareleri
kaplar. En eski dinsel figürlerden biridir, zira, güneşin çemberi keşfedilen ilk uhrevi şekildir. Doğu’da
mandala’nın biçimi geleneklerce belirlenmiş olup, Lamalar’da ve Tantrik Yoga’da ayin sırasında derin
düşünmeye yardımcı olarak kullanılmaktadır. Ortaçağların başlarındanberi Hz. İsa’yı ortada, dört havarisini de
dört ana yönde yerleştirilmiş olarak gösteren Hıristiyan mandala’lar da vardır.
Jung, mandala simgeciliğinin kendiliğinden, birçok hastanın rüyalarında ve hayallerinde ortaya
çıktığını görmüştür. (Wilhelm ile birlikte, ‘Altın Çağın Giz’i’ başlığı altında, içinde 400 kadar rüya’yı
yorumlayan ‘Kişiliğin Bütünleşmesi ve Psikoloji ve Simya’ adlı bir çalışma yayımlamışlardır.) Bu simgelerin
çoğu hastalar tarafından başlangıçta anlaşılmamakla beraber, onların analizi ve yorumu, zamanla uyum ve huzur
duyguları getirmektedir. Mandala bazen çizilip boyanmış olarak da sunulur, fakat o zaman geometrik bir biçim
kazanır. Diğer zamanlarda ise bir hayal ya da bir rüya biçiminde görülmüştür ve o çizimle hasta dans ettirilir.
<Kabile törenlerindeki ve halk danslarındaki hareketlerin simgesel yinelenmesi! ?Re-enkarnasyon etkisi?
Jung’un iddiası, yuvarlak ya da kare biçimli oylumların, koruyucu duvarlar gibi, bir şişmeyi-patlamayı ve kişilik
dağılmasını engellemesi ve içedönük bir amacı simgelemesidir. İ.E.>. Jung’a göre, kişiliğin ‘öz’ü, yalnızca
merkez değil, aynı zamanda bilinç ve bilinçdışını çevreleyen bir çemberdir. Arketipsel bir tarzda yapılan bu
deneyimler, aynı zamanda hastaya, ‘etkin bir hayal gücü’ de kazandırmaktadır.”
(Frieda Fordham, “Jung Psikolojisi”, sa:81-83)
“Hindistan’da bu yasak aşkın anlamı, Krishna’nın, Vrindavan bahçelerinde sevgilileriyle dans eden,
Hesse’nin o çok sevdiği mavi tanrının öyküsünde tekrarlanıyor. Esas sevgilisi evli bir kadın olan Radha, ve
onunla bir mandala’da dans ederken Üç Sayısının farkına varıyor ve Benliğe ulaşıyor.”
(Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse”, sa:90)
Mandalina : Kadın göğsü (Argo)
“Chicao kendini yatağın üzerine atıp sevgilisinin nasıl da gururlanarak süslendiğini izledi. Çok çekici
hali vardı Joninha’nın. Bir kemer, beyaz giysiyi daracık kuşatıyor, yukarıda da, Cristina Teyzenin mandalinalar
dediği yuvarlak göğüsler duruyordu. Teninin altın sarısı ve esmer rengi, kumaşın beyazıyla çelişki içindeydi.
Düzgün omuzlarına kadar inen saçlarını açmış, doğal akışına bırakmıştı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:51)
Manda tersi gibi : Manda dışkısı, her yere kolayca yapışıp, sıvışıp kalan
“ ‘Bir alay süvari sokağın başından sökün etti, üstüme doğru gelmeye başladı. Karanlık, göz gözü
görmez, hemen manda tersi gibi duvara yapışıp kaldım. Süvari alayı geçti. Beş on adım ötede sizin kapının
önünde durdular. Bir de ne işideyim? Kah kah; kih, kih, bir avret sesi...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:73)
ma’nes : (DİN,ROMA,PSYCH.) : <ma’niz> Eski Romalı’larda, ölmüş ecdadın ruhlarının mabudlaştırılmış
şeklini esas alan, onlara tapan bir mezhep
Manevi salak : Son derece öfke hissedilen birine söylenmiş bir sövgü (Argo)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
Mangalho : (Portekizce’de) Penis
(Argo)
“ ‘Bende hala finfar gücü var,’ dedi, ‘her sabah böyle, mangalho’m direk gibi dikilmiş uyanıyorum,
bende hala finfar gücü var.’
‘İdrar kesendir,’ diye yanıtladı karısı, ‘yaşlısın sen Rey,’.....
Mangal gibi yürek, Mangal yürekli : Çok cesur ve sıcak, çok ateşli, kahraman, gözü pek
“Bir de şu var ki iyi bir gezgin şövalye, bir budağı yerde, bir budağı gökte, bacakları minare kadar uzun,
yelken direği kadar kolları olan, gözleri değirmen taşlarına benzeyen ve alev alev yanan on devle karşılaştığında,
korkmak, ürkmek bir yana, kılı bile kıpırdamadan, mangal gibi bir yürekle üstüne gider, sert balık pullarından
yapılma zırhlar da kuşanmış olsalar, Şam işi palalar ya da benim de görmüş olduğum çelik kamalı topuzlar da
taşısalar, çarçabuk hepsini devirir.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:447)
“Evet, evet, korkuyordu öteki konuşmacılar! Sık sık: ‘Aman dini siyasete alet etmeyelim. İktidar öküz
altında buzağı arıyor. Hele iktidara geçelim, sonrası kolay!’ demelerinden belliydi korkuları. Kudret beğe
gelince, o korkmuyordu. Ciğer vardı herifte, yürek vardı mangal kadar ve de Hazreti Ali gücü!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:241)
“Karşıdan bir kız geliyordu. Tipine bakılacak olursa, Orta Anadolu yöresinden bir türkü, hatta bir
bozlak... Kısa boylu, toparlak, değirmi suratlı, asla hoşlanmadığım ama tanımlama gücü nedeniyle kullanmak
zorunda kaldığım bir deyişle: ‘Gö.ten bacaklı’. Yüzünde, ‘hayatta artık hiçbir şey benim sırtımı yere getiremez,’
diye ödün veren bir ifade var..... Birçoğu yatılı kız okullarında ya da erken atıldıkları hayatta verdikleri
mücadeleyle kazanırlar bu ifadeyi. Bir daha da kimse silemez yüzlerinden. Hayatta kalmanın zalim sırrını
çözmüş olmanın güveniyle davranırlar, mangal yüreklidirler, kızdılar mı, erkek gibi küfrederler.....haklarını
kimseye yedirmemeye yeminlidirler... dobra dobra konuşurlar...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:49)
mange : (TIP) <menc> :
U y u z hastalığı; mangy : <men’gi> : Uyuz, uyuz gibi perişan, pis mekruh
Mangır, Mangır görmek, Mangır toslamak : Para (Fransız ‘denier’si-metelik’ten küçük; kuruş-para ilişkisi);
Para kazanmak; Para vermek
“STREPSİADES - Söylediklerine göre, onlarda aynı zamanda iki muhakeme şekli, hem kuvvetlisi,
hem de zayıfı varmış... Onun için benim hatırımı sayar da bu muhakeme tarzını, haksızını öğrenecek olursan,
senin yüzünden girdiğim borçlardan, hiçbir kimseye, tek mangır ödemem.”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:27)
“Bozulmasın diye ufaklık sistemi
Size bozuk paralar da bıraktık,
Altınları, gümüşleri biz aldık
Çünkü bizler biliriz bu sanatı.
Nasıl yatırım yapıldığını.
Sizin için bütün bakır mangırlar
Bol bol harcayın sevgili aylaklar.”
(1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:28)
“Ama gelecek yaz senin Fransa’da banka ihtiyacın olursa sana verebilirim -o zamana kadar beş parasız
kalmamışsam. Savaşacağım ama artık ilk kez kitaplar yürümeye başladı- henüz çok hızlı gitmiyor;
Mountolive’i, bu saçmalığın formu açıklık kazanmadan önce ahırın kapısına çivilemeliyim. Amerika’da
Justine’in yelkenleri dolmaya başladı, üçüncü baskıya gidiyor. Anlaşılan bu yıl burada kalmama ve onu
makinede yazıp bitirmeye yetecek kadar mangırım olacak.”
(L. Durrell, “Mekanın Ruhu”, sa:177)
“Kent su sıkıntısı çekmeye başlıyordu. Kuşatmanın başında iki mangır eden bir eşek yükü su, şimdi bir
gümüş akçeye satılıyordu. Et ve buğday stokları da tükenmeye başlamıştı. Herkes aç kalmaktan korkuyordu. Boş
yere doyurulan gereksiz insanlardan söz edilmeye bile başlandı; bu ise herkesi korkutuyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:302)
“Bir süredir, sonbaharın geldiğini, buna karşılık daha epeyce yolumuz olduğunu söyleyerek Kırım’dan
bir an önce ayrılmamız için sıkıştırıp duruyordu beni. Razı oldum. Kırım’ın bu bölgesinde görmediğim yer
kalmamıştı zaten. Böylece, her zamanki gibi tamtakır olan ceplerimiz biraz ‘mangır görür’ umuduyla
Feodosya’ya doğru yola koyulduk.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:115)
“-Sen götür şekerini, çukulatanı Sulukule’deki Ayvansaray’daki kerizci kızlara...
-Peki, öyle ise, sana şık bir iskarpin ile alacalı bir hırka alayım?
-Alasın sen onları o dediklerime!
-Sana biraz mangır toslayayım mı?
-Ben diyilim <deyilim> dilenci... Toslayasın sen o mangırları yeni oynaşlarına!...
-Hoppala! Çattık be!
-Daha çatarsın çok sen, bu kafa ilen...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:175)
“ ‘Göz kırpmıştım. Fakat neyse... Mangırları...’
Birden kendisine gelerek, ‘Mangırları pasa ettiysem’ demekten vazgeçti. Ne olur, ne olmaz,
başımızdakilerin işine akıl sır ermezdi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6)
“HARPAGON - Pek fena ediyorsun. Kumarda kazanıyorsan, fırsattan yararlanıp kazandığın parayı
makul bir fiatla faize yatırmalısın...Perukalara avuç dolusu para vermek sanki şartmış gibi; parasız pulsuz kendi
saçımız ne güne duruyor? İnan olsun bu perukalarla kurdelalar yirmi ‘pistol’ (on bir livres=frank, 1 Louis altını)
eder; en az yüzde sekiz faizle yatırsan yirmi pistol senede on sekiz frank, altı metelik, sekiz mangır getirir.”
(Moliere, “Cimri”, sa:46)
“Gene sabahtan akşama kadar küçük dükkanın alçak tahta iskemlesinde oturuyor, komşularına baharat
ve ballı çörekler satıyor, eline geçen birkaç mangırın yanısıra çoğu zaman alaylı sözler de duyuyordu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:162)
Mangi :
(COĞR.) Eski keşif haritalarında, Çin’e verilen isim
“Polo’lar <Marco Polo ve erkanı> yirmi yıldan uzun bir süre Venedik’ten ayrıldıklarını, Moskova
prensliklerinden geçmek suretiyle Ermenistan ve Türkistan üzerinden Mangi’ye: Çin’e gittiklerini, orada
dünyanın en ihtişamlı hükümdarının, Kubilay Han’ın sarayında yaşadıklarını söylerler. Onun imparatorluğunu
karış karış gezdiklerini, İtalya’nın bu imparatorluk yanında bir ağacın dibindeki karanfil kadar küçük kaldığını,
sonra dünyanın öteki ucuna ulaşıp yeniden okyanusla karşılaştıklarını anlatırlar.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:20-1)
Mangiz : Para (Argo)
“-Ben ev hırsızı Bill Bassett. Mister Peters, Mr. Alfred E. Richs’le tanışmalısın. Haydi bakalım el
sıkışın. Mister Richs, Mister Peters alevere dalavere işlerinde derece bakımından sizinle benim aramda bir
konumda bulunmaktadır. Peters avladığı mangiz karşılığında her zaman ve kesinlikle bir şeyler verir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:108)
“Konuşan adam ateşlenmişti..... ‘Bu meseleyi çözmek pahalı iştir bayım. Az önce mezara konmuş
birisinin az sonra pasaportunu ele geçirebilmek için mangizleri tıkır tıkır peşin saymak gerek. Sadece peşin para
gözyaşlarını kurutur ve yası unutturur.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:124)
“-Gebersin! Ulan, bu kayarto bizi taş arabası mı belledi? Mangiz yetiştiremez olduk. Mangizinde
değiliz. ‘Paytoncu Osman molozladı,’ diyecekler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Manifesto : Gösteriş, belirti (Ticaret: Bir ticaret gemisinin yükünü boşaltmadan evvel, liman müdürlüğüne
vermek zorunda olduğu eşya listesi)
“Evin en büyük özelliği, dev boyutlarda oluşu veya parasal değeri değil, zarafetiydi. Görgüsüz bir teşhir
değil, estetik bir manifesto söz konusuydu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:390)
Mani’cilik :
(İRAN MYTH..DİN) : İran’lı düşünür Mani’nin (M.S. 216-274) kurduğu özgün bir din. Uzun
süre kilise otoritelerince, dinden saptığı gerekçesiyle reddedilmiş olan heretik <FR.: Hérétique: Sapkın
mezheplilik sahibi kişi> bir Hıristiyan akımı sayılan Manicilik ise tarih boyunca birliği ve benzersizliğini
koruyan özgün bir dindir. Mani, yaptığı resimleri Erteng (Erjeng) adlı bir kitapta toplamıştır.
manito(u) : (PSYCH.,MYTH.) : Kuzey Amerika yerlilerince, d o ğ a olaylarını kontrol eden ruh’lardan biri
Mankafa : Kalınkafa, aptal, anlamaz (Argo)
“Karanlıkta beni gören kimse olmasa bile kızarmıştım, bunu hissedebiliyordum. ‘Bana bunları anlatmak
istediğinize emin misiniz Bayan Witherspoon?’ diye sordum.
‘Anlatacak başka kimse yok ki, tatlım. Hem sen bunları bilecek kadar büyüdün artık. Hayatını bütün
öteki mankafalar gibi yaşayıp bitirmek istemezsin, değil mi?’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:97)
“TRIPLEY -... ancak mankafaların işine yarayacak o küçük, basit ahlakı şırınga etmeye çalıştıklarını
izlediğimde; binlerce değişik görüntü arkasında hep aynı bayağı şeyi ısıtıp ısıtıp sunduklarında; kabalığı ve
bayağılığıyla üstüne bir karabasan gibi çöken Eyfel kulesinden Maupassant’ın kaçması gibi, kaçıp gidiyorum
ben de.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:29)
“DELİ - Pekala, belki biraz abartıyorum, belki fazla kuşkulanıyorum... Ama bu durum haftalık
bulmaca dergilerinde geri sekalılar ve gelişmemişler için yapılan oyunlara benziyor: ‘Yukarıdaki resimde
komiser mankafa bir olayla karşıkarşıya, olaydaki otuz altı yanlış ve çelişkiyi bul!’ ”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:56)
“ANTONIO - Harika bir suç ortağıyım! Hatta kaçırma olayının baş organizatörü... EyTanrım! Ne
mankafalık. Git, git iyilik yap sen! Git, hayatınla pişti oynar gibi oynayan patronların hayatını kurtar. Piç
kuruları.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:20)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!
MACBETT - Vız gelir bana, senin gibi ağzı süt kokan bir gerzeğin, öç alma heveslisi bir mankafanın
sözleri! Akıl fıkarası!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
“PAYLAŞIYORUM YAŞAMIMI SİZİNLE
Paylaşıyorum yaşamımı sizinle...
Mirasyedi biriydi babacığım
Okul ayakkabıları alamadı bana
Çıplak ayak gittim bu yüzden okula.
Mankafamın suyla dolu olduğunu,
Söylerdi öğretmen.”
(Mbongeni Khumalo<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.08)
“SÖZCÜKLER
Düğümlenir, bağlanır, çözülür bazı sözcükler
Hava gibi kat kat, sıkıntısız
Geçilmez geçitler boyunca
Anlamdan iletiye
-----------------Bu mankafaya göre demek ki yürek
Özel öğretmenlik yapar sadece
Anlam olur geçerli
Beyinsiz gelecekte.”
(Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“Atının üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zabitine (subayına):
-Daha görünmüyorlar, dedi.
-Geç kaldılar.
-Evet.
-Niçin acaba?
-Mankafa Türkler işte... Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:33)
“ADAM - Sağ olun! Bir dakika Kaptan. (Kaptan döner, Adam ona tatlılıkla sokulur.) Bilmem
hatırlayacak mısınız? Aradan hayli zaman geçti. Hani, küçük kızınız bir mankafayla evlenmişti.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:39)
Mano : Haraç; Kumarda, oyuncuların dışında her elde ‘ev’e ayrılan para; Sus payı (Argo)
“-Uzatma! Ne kadar bu böylece?
-Bilmem! Yenilerden ‘Allah kurtarsın’ kırk... Üstü de mano... Millet bayram harçlığını tekmil mindere
yatırdı. Allah kurtarsın’dan beş lira gelesiyemiz var.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:111)
Manna : (İSRA., YİY.): Mısır’dan kaçtıklarında, İsraillilere Allahın gökten indirdiği mucize gibi bağlanan
besin, ekmek; Balsıra, bir tür kudret helvesı
“Sonra, kutsal emanet olmayan, ama uzak ülkelerde harikalara ve olağanüstü varlıklara tanıklık etmiş
başka şeyler de vardı, bunlar manastıra, dünyanın en uzak köşelerine yolculuk etmiş rahipler tarafından
getirilmişti. Dondurulmuş bir şahmaran ve dokuzbaşlı bir yılan, bir tekboynuzlunun boynuzu, bir münzevinin bir
yumurta’nun içinde bulduğu bir yumurta, çölde İbranileri besleyen manna’dan bir parça, bir balina dişi, bir
hindistancevizi, Tufan’dan önce yaşamış bir hayvanın kürek kemiği, bir filin uzun dişi, bir yunusun kaburgası.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, a478)
manse :
(HIRİST,MYTH.) <men; men’se> : Papaz evi
Manselina :
(BOT.,MYTH) :
Zehirli özsuyu çıkaran bir ağaç. Söylentiye göre, gölgesinde uyuyanlar ölür
“Bourbon’ların içinde, 1823’denberi ‘politikaya pusu kurma’ prensibi filizlenmeye koyuldu İspanya
seferi, meclislerinde, tanrısal hukukun maceralarını ve kuvvet kullanmalarını haklı gösteren bir kanıt oldu.
Fransa, İspanya’da ‘el rey netto = Saf Kral’ yeniden tahta oturttuğuna göre, kendi evinde de mutlak krallığı
kurabilirdi. Askerin itaatini, ulusun onayladığını sanmak gibi korkunç bir hataya düştüler İşte bu güven tahtları
yok eder. Ne bir mansenila ağacının gölgesinde ne de bir ordunun gölgesinde uyumaya gelmez.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa: 118)
Manşet olmak : Gazetelerin ilk sahifelerinde ya da başlık üstünde yer alabilecek kadar önemli haber olabilmek
“ ‘Daha önce söylediğim gibi, o iyi. Merak etmeyin.’
‘Merak etme,’ diyor. Beni terk eden bir kadını neden merak edeyim ki? Onun yüzünden polis beni
sorguladı, skandal gazetelerinin baş sayfalarına manşet oldum; onun yüzünden bütün o acı dolu günleri ve
geceleri geçirdim, neredeyse tüm arkadaşlarımı kaybettim...’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:87)
Mantar : Yerden bitmiş, kısa boylu insan
“NATALYA STEPANOVNA - Evlenme teklifi mi? Bana? Niçin buna bana daha önce söylemedin?
ÇUBUKOF - Onun için zaten frak giymiş ya! Seni gidi enik seni! Bak şu mantara!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:25)
Mantara basmak; Mantara bastırmak : Aldanmak, oyuna gelmek; Aldatmak, oyuna getirmek
“Teğmen Dub, tabancasını kılıfına sokarken kendinden emin bir sesle, ‘Öyleyse aklını başına devşir,
beni ketenpereye getirmeye kalkma, beynini dağıtırım!’ dedikten sonra, ‘Lafı gediğine oturttum haa; ben
mantara basacak adam mıyım, ulan,’ diye mırıldanarak uzaklaştı.
Şvayk, vagonuna dönmeden bir süre ortalıkta dolandı. Voltalayıp dururken, ‘Şimdi bu herife hangi
sıfat yakışır ki?’ diye homurdanıyordu. Sonunda, Teğmen Dub’a en çok yakışacak sıfatın ‘gö.ümün kenarı’
olduğuna karar verdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:143)
“ ‘Memleketi mantara bastıran kalontor’u, candarmalar arasında, kelepçeli elleriyle görmek istiyordu.
Yalnız görmek mi? Yanlarında getirdikleri çürük domates, yumurta, patates, çakıl taşlarıyla bir güzel
donatacaklardı. ‘Deyyus, kendine müfettişler müfettişi süsü verir miydi?’ ..... ‘Benden duymuş olmayın,
beyefendi. Ankara’dan şehrimizi teftişe geliyor. Sakın mantara basmayın!’ der.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5;6)
“Osman Ağa, yeni yetme tayıncıların delikanlı raconlarını bozduklarından yakındı:
-Gördün mü Lazoğlu! Şuncacık oğlan bizi, gözgöre mantara bastıracak. Ulan keçi, senin cebindeki
paranın kuruşundan haberim olmayınca, benim kısım ağalığım nerede kalıyor?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:59)
Mantar gibi (yerden) bitivermek, bitmek : Çok çoğalmak, kendiliğinden üremek
“Her yerde mantar gibi biten şu müzikallerde sahne arkasında kaybolduğunu düşün. İşte muz bahçesi
de insana böyle bir duygu verir. Muz ağaçlarının yapraklarından gökyüzünü göremezsin. Yerde çürümüş
yapraklar diz boyuna gelmektedir.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:226)
“İstasyonun yapımı tamamlandı ve hizmete açıldı. Ardından da belediye binası ve banka. Birkaç ay
geçmeden de kentin çevresinde küçük kentler mantar gibi bitti .”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:40)
“Berlin, bir Babil Kulesi olmaktaydı. Barlar, panayır yerleri, içkievleri mantar gibi biti bitiveriyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:388)
Mantığa davet etmek, davetiye çıkarmak : Acayip-sıradışı düşünce ya da davranışları olan birini gelenekseltoplumsal düşünce ve davranışlar namına mantıklı olmaya davet etmek
“Ancak, doğal kibarlığı ve inceliğin yanısıra kurallara bağlı bir İngiliz olması, odaya girer girmez onu
şapkasını çıkarmaya yönlendirdiğinden, şapka benim ilgisizlik alanıma giriyordu, ama cekete gelince iş
değişiyordu. Ceketleriyle ilgili onu mantığa davet ettimse de bunun hiçbir yararı olmadı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:21)
mantilla :
(SPA,GİY.) <men’tiya> :
aldıkları dantel örtü
Kadınlara mahsus ince manto; İspanyol kadınlarının başlarına
Mantra : (SANS.MYTH.) : ‘Transandental Meditasyon’da yalnızca sizin ve mastır’ınızın bildiği, problemleri
çözmek için davet edilen gizemli Sanskrit sözcük. TM uygulanmasında, herkesin kendisi için seçilmiş ve yalnızca
‘instraktır-eğitici tarafından öğrencieye ‘gizli’ olarak verilmesi gereken) çok özel bir ‘ses-sada’ vardır. Biz buna
“mantra” diyoruz. TM boyunca bu, dikkat nesnesi olarak kullanılır. Bunu simgeleyen - genellikle iki heceli,
yumuşak telaffuzlu harfleri içeren- sözcük, meditasyonu yapan kimseye hiç bir anlam ifade etmez. Fakat
sözcüğün ‘ses’-‘tını’ niteliği derin bir rahatlılık hissini ve TM’in karakteristiği olan seçkin bir ‘farkındalık’ı size
mümkün kılar.
MAHARISHI ‘mantra’yı, “etkileri bilinmeyen bir ses-sada” olarak tarif eder. Ses dalgaları, fiziksel bir
gerçekliktir; sinir sistemine çarparak ve onu uyararak çeşitli etkileri oluşturabilir. Bunların bazısı olumlu, bazısı
ise olumsuzdur. Isı derecesi, besi ve ışığın durağan-sabit tutulduğu deneyimlerde, bazı müzik nağmeleri
bitkilerin gelişimini hızlandırmış, bazılarını ise durdurmuştur. Uygun seçilmiş bir mantra, hayatı ve gelişimi, her
düzeyde destekler. MAHARISHI’nin yorumu şöyle: “Kişiliklerin kendilerine özgü niteliklerini oluşturan
titreşimlerin özel nitelikleri, birbirlerinden farklı olmaları nedeniyle, bir kimsenin özel olarak seçeceği
düşüncenin çok önemi vardır. Kurs esnasında, kişinin duyarlılığına özgü bir ses ya da sözcük seçilmesi son
derece önemlidir.”
Not: T r a n s a n d a n t a l M e d i t a s y o n, bu konuda uzman bir eğitmenin önderliğinde adım adım
öğrenilebilir, yoksa bir kitabı baştanbaşa hatmetmekle değil. Bu öğrenimde esas t e k n i ğ i d o ğ r u o l a r a k
u y g u l a m a k t ı r. (Oturuş, nefes, mantra, yoğunlaşabilme.)
“SONSUZLUK KÜLLERİ
<La Troisieme Rive, Fata Morgana, 2004>
--------------------------------şöyle diyordu
nesnelerin ardından bu kan
vardır
yağmurun ardından
bu mantra vardır
bu telaffuz edilemeyen
vardır
sesin içinde
sonsuza dek titreşen”
(Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.06.05)
“Yine de altında çalışanlar için Pickering bir devdi. Nefsine hakim olması ve sade yaşam anlayışı
UKO’da efsaneydi. Adamın çalışkanlığı, sadece düz siyah takım elbiselerden oluşan gardırobuyla birleşince ona
‘Serdengeçti’ takma adını kazandırmıştı. Parlak bir strateji uzmanı ve kabiliyet örneği Serdengeçti, kendi
dünyasını emsalsiz bir açıklıkla yönetiyordu. ‘Gerçeği bul, ona göre davran!’ onun mantrasıydı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:27)
“Günümüzün medyası budur. Gizliliği savunanların çoğu gizliliği parasal çıkarları için yararlı görenler,
‘bas parayı al mantra’yı’ diyenlerdir. Meditasyon eski çağlarda sözlü gelenekle öğretilirdi diye başka türlü
öğretilemeyeceğini savunmanın iki gerekçesi olabilir: Bu gerekçeler ya anlamsız, çağın gerisinde kalmış bir
gelenekçilik, ya da ticareti elden kaçırma telaşıdır.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:10)
“<Serrano’dan Jung’a:> ‘Ama zihin her nerede ise, ister dağda ister kalabalıkta, alabilen ve iletebilen
bir radyo gibi değil mi?’ dedim, ‘Kuşkusuz her nerede olursa olsun bir bireyin zihninden yayılanları alan bir tür
kolektif zihin var. Hatta bazen bir sonuca ulaşmak için fiziksel hareketin veya bir insanla temasın bile
gerekmediğini düşünürüm. Biliyorsunuz ki Benares’te dünyada barışı sağlamak için sürekli odaklanan, sihirli
formülleri ve eski mantraları tekrarlayan bir avuç münzevi Brahman var. Belki de Birleşmiş Milletlerden daha
başarılar. Evet, zihnin, radyoya benzediğini düşünüyorum...’ ”
(Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse: İki Dostluğun Anıları”, sa:107)
mantua : (İSP.,GİY.) <men’tiyu> : 17. ve 18. y.y.’larda, kadınların giydiği bir çeşit bol fistan
manumit :
(TAR.,SOSY.) <men’yumit> :
köle azat etmek, manumission <menu’mişın> azat işi
Manus manum lavat : (LAT.,KOLL.) <ma’nus ma’num la’vat) : Bir el, diğerini yıkar = One hand washes
the other (İNG.)
Manyak; Manyaklık; Manyaklık etmek : Ufak tefek başkaldırış, uyumsuz, enerji dolu sıradışı davranışlar
(Argo)
“Tüm yüreğiyle seslendi. Ne de olsa, kendisinin de ona, onun gücüne, onun küçük manyaklıklarına
gereksinimi vardı, kendisi de ölümden korkuyordu.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:25)
“Bu soluk fotoğrafı ona borçluyum. (Çok daha sonra, hiç elden bırakmadığı budalılığı uğruna, çölde
öldürülecekti.) Her şeyi ölümsüzleştirmek, fotoğraflamak, kayda geçirmek manyaklığı uğruna! Galiba bu, hiçbir
şeyi doya doya yaşıyamadığını, içine çektiğ her solukla yaşamın güzelliğini soldurduğunu duyumsayan bütün
insanlarda görülüyor.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:29)
“Hakaret ettiği sırada, her zamanki sakin halini bırakıp bağırıyordu: ‘KABA HERİF! Keşke seni
olduğun yerde bıraksaydım.’ Haftalık söz değiş tokuşu: Beş para etmez adam! - Manyak kadın! Sıkıcı herif! Kartaloz karı.”
(A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:57)
“... ‘Sebzeleri meyveleri elleyip içeri giriyor, sonra dışarı çıkıyor yine aynı şeyi yapıyor, sebzeleri
meyveleri elliyordu. İçeri girdiğinde pazarlık ediyordu belki de. Kim bilir, belki de manyağın tekiydi,
sebzeleri, meyveleri ellemekten hoşlanıyordu.’ ”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:34)
“İKİZ (Kafasını çıkartır.) - Sakın onu yalancı çıkarmayın. Ona alabildiğince çok ipicu verin. Onun
hoşuna gidebilecek şeyler söyleyin. Anlamsız şeyler.. Yoksa seni de aynen tuzlu suyla doldurabilirler. Kocana
yaptıkları gibi. Bu herif sıfır numara manyak.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:71)
“Biraz fazla bir şeyler okuyor, top oynarken gözlüğümün kırılmasından korkuyor, tüm ‘manyaklıkları’
tüm düzenliklere tercih edebileceğimi biraz korkarak da olsa yüksek sesle söyleme yürekliliğini
gösterebiliyordum ne de olsa.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:47)
Manyetik Uyku : XVIII. yy.’da başlayan Hipnoz ve Mesmerism çalışmalarında adı geçen ve gerçekte de
Mesmer’in en parlak öğrencilerinden biri olan Marquis de Puységur (1751-1825) <esas ismi: Armand-MarieJacques de Chastenet> ‘un icat ettiği tedavi yöntemi. Hatta başlangıçta hocası Mesmer’in ‘animal magnetism’in
mucidi olduğu söylenmesine karşın, tarih kitaplarında bu şeref Marki’ye verilmiştir.
“Bu yöntemde hasta, uyanık olduğundan daha canlı bir atmosferde, yüksek sesle, sorulan suallere yanıt
alınabiliyordu. Çok kez, Marki hastanın yanına oturarak adeta mırıldanırcasına şeyler söylediğinde, hasta onları
daha yüksek bir sesle tekrarlayabiliyordu.
Marquis de Puységur, kişisel tedavilerin yanında, Bozancy köyüne yakın bir yerde, Mesmer’in
başlattığı ‘k o l e k t i f t e d a v i’yi uygulamıştı. Şöyle ki: Bir meydanın ortasında geniş, yüce bir karaağaç
vardı. Dibinde de sular fışkıran bir kaynak bulunuyordu. Köylüler, meydanın çevresindeki taştan yapılı sıraların
üzerine otururlardı. Ağacın gövdesine ve dallarına sarılmış olan ipler, hastalara kadar uzanır ve onlar bu iplerin
ucunu, vücutlarının hastalıklı kısımlarına değdirirlerdi. Merasim, hastaların bir halka teşkil ederek, birbirlerinin
başparmaklarından tutmaları ile başlardı. Bir an sonra hastalar, aralarında bir ‘sıvı’ <animal magnetism>nın
geçtiğini hissederlerdi. Sonra, ‘master’ gelir, insan zincirini kırmalarını ve hastaların avuçlarını biirbirlerine
sürtmelerini emrederdi. Bu yapıldıktan sonra üstad, hastaların arasından birilerini seçer, onlara demir çubuğuyla
dokunur ve ‘mükemmel bir kriz’ oluştururdu. Bu seçilmiş kimseler ‘hekim’ olarak adlandırılırdı. Bunlar tanı
koyarlar ve tedavi önerirlerdi. Bir az sonra da Puységur bunlara ağacı öpmelerini ve m a n y e t i k u y k u’dan
uyanmalarını emrederdi <disenchantment = dizanşantman (bağlantıyı kesiş)>. Süje’ler ne yaptıklarını sonradan
hiç hatırlamazlardı. Bu şekilde bir aydan daha az zamanda 300 hastanın 62’sinin tamamen iyileştiği rapor
edilmiştir.
Puységur’un öncülüğünü yaptığı bu yeni tip tedavide, iki farklı gösteri vardı:
(1) “Mükemmel Kriz” <perfect crisis) durumunda seçilen kişi, sanki uyanıkmış gibi, manyetizma
edenin kudret ve iradesi ile istenilen şeyi yapıyor ve bunu bir ‘amnezi’ <hafıza kaybı> izliyor. Buna ‘yapay
somnambülizm = artificial somnambulism <uyurgezerlik>’ adı verilmişti. <Bir süre sonra, Dr. Braid, buna
‘hypnonis’ diyecekti.>
(2) Bir ‘şeffaflık’ ve ‘sağduyu’ (lucidity) hissi. Yani bu hastaların çeşitli hastalıkları tanımlama ve
onların gelişimlerini tarif edebilme ve hatta tedavilerini yönlendirebilme yeteneğinin ortaya çıkarılması.’ ”
Puységur Strassbourg’da: “Bir Araya Gelmiş Dostların Armonik Toplumu” <La Société Harmonique
des Amis Réunis> adlı Cemiyeti kurdu. ‘İnanç ve istek! = Believe and Want’ ın her şeyin yanıtı olduğuna
inanırdı: ‘Beyler,’ derdi, ‘sizler de benim yaptığım kadar yapabilirsiniz’!
1789’da Cemiyetin iki yüzden fazla üyesi vardı. Aynı yılda kopan Fransız İhtilali, tüm sosyal
gelişimleri kökünden durdurdu ve köylüler, manyetize edilmiş ağaçların eteklerinde oturmaktansa, “hürriyet
ağaçları = liberty trees” altında toplanarak revolüsyonist’lerin nutuk atmalarını heyecanla izlediler. Marki’nin
kendisi iki yıl hapis yattı, çıkınca, şatosuna tekrar sahip olduğu gibi, Soissons’a Belediye başkanı seçildi ve
hayatının sonuna kadar hiç bir hastaya dokunmadı artık.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7.baskı, sa:89-91)
Mapus; Mapusa gitmek : Hapse mahkum kimse; Hapse gitmek; Hapisane (Argo)
“REQUİEM VI
Hafif haftalar yolcu,
Ne olup bittiğini anlayamadım,
Bu uykusuz geceler, yavrum,
Nasıl baktılar sana mapusta.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:84)
“Öldür beni. Ben mezere, sen mapusa. O zaman benim oğlum ıpırat oturur evinde. Canı isterse senin
kokar Fatma’yı da koynuna alır bir güzel yatar. Eğer benim oğlum almazsa kendi öz kardaşlarından biri alır.
Koca ovaya rezil kepaze olursunuz sülalecek...”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
Mapusane : Hapishane, kodes
Bk.: Mahpusane, Mahpushane
(Argo)
“Mapusane çeşmesi yandan akıyor yandan!”
(Anonim-Bir halk şarkısından)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
---------------------------------------Ve müziğin, yağın mapusanelerini yerle bir ediyor,
Her sabah ekmeğimizi yeniden istediğimiz için
Alıç çiçeğimizi ve tanelenmiş sürekli sevecenliğimizi
Meyvelerini herkese sunan dünyanın
Gerçekleşsin diye isteği.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:76)
“... a kaltak, benim adımı ne karıştırırsın. Ne sokarsın beni kavgaya. Ben şurada ekmek param için...
Allah, yaktı beni bu Hayriye karısı yaktııı. Bu yaşımda mapusanelerde mi sürüneyim a orospu! Ya o Masume
Teyzenin gelini. Ah! Ah! O etmiş telefonu o.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
marasmus :
(YUN.,TIP;)
<ma’razmus> :
Zayıflama illeti; kuruyup gitmek
Maraz, marazlı : Hastalık, dert; Dertli, sayrılıklı, hastalıklı, illetli
“... kapının üstündeyse durduk yerde marazlı marazlı şangırdayan, titrek sesli, pastan yeşillenmiş bir
çıngırak göze çarpıyor. Duvardaki aynaya şöyle bir bakmayagörün, suratınız dört bir yana çarpılır, kendinizi
tanıyamazsınız. Makar, bu ayna karşısında, saç-sakal tıraş etmektedir. “
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:15)
“Babamın mezartaşının üstündeki harflerden anladığım kadarıyla onun kalın yapılı, tıknaz, esmer bir
adam olduğuna dair garip bir inanca kapılmıştım. ‘Yukardakinin eşi Georgiana’ diye geçen yazının
karakterinden de annemin çilli, marazlı bir kadın olduğu gibi çocukça bir düşünce doğmuştu bende.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:5)
maraud : (DAVR.,SOSY.,İNG.)
<ma’rod> :
çapulculuk gayesiyle akın etmek, yağmalamak
Maraza, Maraza çıkarmak : (DAVR.,PSYCH.) Anlaşmazlık, çekişme, kavga gürültü; Sebepli sebepsiz kavga
gürültü, kargaşalık yaratmak
“Yavaş yavaş Emporio’nun iç avlusu doldu. Sandalyeler masamın karşısında yarım daire şeklinde
dizilmişti. Maraza çıkarmayacak bir topluluktu. Menendez’in çapkınca selamladığıı Vadi burjuvazisinden
kadınlar, Guayabera’lı beyler, noterler, hekimleri banka memurları. ‘Toprağın portresi’ onları çekmişti, çünkü
çoğu zaman kendileri de geçmişte birer köylü olan bu köylü çocukları, bu köylü torunları bu topraklardan
çıkmıştı.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:59)
“Yıllar önce bizim Budyeyovitse’de Brjetislav Ludvik adında bir celep vardı, pazaryerlerinin ortasında
çıkan bir marazada bıçaklayıvermişlerdi. Adamın Bohuslav adında bir oğlu vardı; kimse onun domuzlarını
almaya yanaşmazdı. Derlerdi ki: ‘O bıçaklanan herifin oğlu bu. Bu da babası gibi rezilin tekidir herhalde!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:33-4)
Mardi gras : (DİN,GÖSTE.,MUS.,FR.) : <Mardi gra> : Yağlı, şişman Salı = ‘Ash Wednesday’ : Çarşamba
‘kül günü’ne atfen, alna siyah benek leke sürülerek, Paskalya’dan önceki Perhiz’ in ilk Çarşambası’ndan bir
önceki gün, özellikle Amerika’nın New Orléans -çoğu Fransız yerleşik ve göçmen- halkının, dua ederek günah
çıkartmak için yaptıkları, bir kaç gün süren tören <Özel Not: Amerika yıllarımda, 1970 civarında, ben de o
muazzam törene tanık olmuştum. Şekerler, çikolatalar, hediyeler fırlatılır; millet, arabaların, atların, fillerin
üstünde şarkı söyler, dans eder; mahalleler Paris’i taklid edercesine sokak ressamlarıyla doludur; geceleri de
otel barlarında sabaha kadar sazendeler ‘acı ezgi’leri = Blues çalar. Cidden muhteşem. Dr.İ.E.> = Shrove
Tuesday : The day before Ash Wednesday, the first day of the Lent <Perhiz>. Celebration on this day,
especially in New Orleans, is known for its revelry <cümbüş>. (İNG.)
Marechal de camp :
tugay komutanı)
(ASK.,MYTH.FR.): <Marşal dö kam> Eski ordu sisteminde ‘tuğgeneral’ (Tek yıldızlı
“İnsanın belinde kılıç taşımakla şan sahibi olmayacağını, soylu askerlik mesleğinden daha rezil bir
meslek bulunmadığını ve bir köy çıkıkçısının, kendi düşüncesine göre, bir tuğgeneral ya da mareşalin daha
üstünde olduğunu söylemek, adetiymiş. Böyle sözler edermiş. İtiraf ederim ki bu sözler bana ne kötü ne alaycı,
ama daha çok cesurca ve tuhaf göründü. Yine de buralarda kınanılacak bir şey olmalı. Çünkü, Cadette AzizAvit’nin söylediğine göre, papaz efendi bu düşünceleri Tanrı’nın kurduğu düzene ve bazı sayfalarında Tanrı’nın
adı ‘marechal de camp’ diye geçtiği için İncil’in o bölümlerine karşıt buluyormuş. Bu büyük günah olurmuş.
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:59)
Mare Nostrum : (LAT.,COĞR.,KOLL.) <Ma’re Nost’rom> : Latin’lerin: ‘Bizim Deniz’ dedikleri A k d e n i z
= ‘Our Sea’; the Roman name for the Mediterranean (İNG.)
Marifet, marifetiyle : Hüner, beceri; Yolu ile, tarikiyle, tarafından; Tanrı birliğinin bilgisine ulaşma, bundan
zevk duyma
“ ‘Herkes nasıl geliyorsa ben de öyle geldim,’ diye yanıtladı Şvayk. ‘Polis marifetiyle. Tımarhaneden
yemek vermeden atmaya kalktılar. Ben de, yemeğimi yemeden şuradan şuraya adımımı atmam diye tutturdum.
İşleri bitince kıçıma tekmeyi vurdular.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:65)
“Anlatırlar. Bir abit <köşede oturup kendi kendine zikreden sofu> gecede on batman yemek yer, şafak
vaktine kadar da hatim indirerek namaz kılarmış. Bir gönül eri, bunu duyunca şöyle dedi: ‘Yarım ekmek yiyip de
uyusaydı, daha çok sevap kazanırdı.’
İçini yemekle doldurmayasın
Ki orada marifet nuru ışısın!
Tıkındığın için burnuna kadar,
Hikmet bakımından boş sayılırsın!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:105)
(Les) mariages se font dans les cieux : (FR.) <le mariyaj sö fon dan le siyö> : Nikahta keramet vardır!
(Kelimesi kelimesine <mot-a-mot>: ‘Evlilikler hayatı göklerin üstüne çıkarırlar!’)
Mariolatry :
(DİN,HIRİST.)
marionette :
(OYUN,FR.)
Maristler :
(Merio’latri> :
Hazreti Meryeme tapma
<mario’net) : Kukla oynatmak
(DİN,HIRİST.) 1816 yılında Fransa’da kurulan, eğitimle uğraşan, Katolisizm’in kolu bir tarikat
“Yakarmak, bütün koruyucu azizlerimin adlarını anmak isterdim, ama Lourdes Meryem’inin adı bile
çıkmıyordu ağzımdan. Şeytan olmalıydı bu….Sevgili Fayolle’um Peder Feliciano’yu bile yardımıma
çağıramıyordum. Bu saatte Fayolle üçüncü uykusunda olmalıydı, mutlu biri gibi Maristler Lisesi’nde
horlamaktaydı herhalde.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:9)
Maritsa : (COĞR.,MYTH.)
<Ma’ritsa> :
Meriç nehri
Marizlemek : Dövmek (Argo)
“Bir de Sears vardı. Sears’i siyah dolu bir hücreye koydular; Sears etrafına bakınıp en irisini seçti ve
onunla dövüştü. Adam ranzasında uzanmış yatıyordu. Sears havaya sıçrayıp iki dizi ile çöktü adamın göğsüne.
Dövüştüler. Sears adamı marizledi. Diğerleri sadece izlediler.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:50)
marl : (KOLL.) <marl> : Kireçli toprak; marn; halat üzerine başka halat sarmak; marly : kireç topraklı
marplot : (DAVR.,SOSY.) <mar’plot> : Gereksiz karışma-müdahale ile bir işi bozan kimse
Marquis (marki); marquise (markiz) : (Fr.) Bazı Batı ülkelerinde -özellikle geçen asırlarda- ‘kont’ ile ‘dük’
arası bir soyluluk sanı; Marki karısı, çevresi pırlantalarla süslenmiş iri taştan yapılan oval büyük yüzük, eski
malikanelerde kapı saçağı
“Bana şunları da söylemişti:
-Oğlum, giysimizin iç dünyamız üzerinde büyük bir etkisinin olması dikkate değer. Papaz giysimin
yakası, akıttığım salçayla lekelendiğinden beri, kendimi pis bir adam olarak hissetmekteyim. Tournebroche, siz
ki şimdi bir marki gibi giyinmişsiniz; bir Opera kızının süslenmesinde hazır bulunmak ve bir firavun masasının
üzerine bir tomar bir tomar sahte altın atma isteği içinizi gıdıklamadı mı hiç?”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:66)
Marmara çırası gibi (cayır cayır) yakmak, yanmak : Büyük bir zarara uğrayıp, sürekli acı çekmek
“Ben o saat anladım ki kız bu çapkından ümidini kesmedikçe Marmara çırası gibi yanacaktır.”
(R.N. Güntekin, “Kızılcık Dalları”, sa:130)
“... hem Gavur Etem’in dediği gibi, İstanbul!un bu meşhur ve çok bilmiş hanende ve çengi kızları hiç de
Nazlı’lara, Gülizar’lara falan benzemiyor. Bunlar daha lep demeden leblebiyi çakıyor ve kendilerine tutulanları
etraflarında Marmara çırası gibi cayır cayır yakıyorlar.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:196)
Mars : Tavla oyununda, bir tarafın diğer tarafa hiç pul aldırmadan oyunu bitirmesi (iki sayılır.); Mağlup
olmak, kaybetmek
“TAVLA ŞAMPİYONU
Yaşasın
Kazandınız bu partiyi de
Oyun üstüne oyun
Mars üstüne mars yaptınız
Her elde en güç kapıları açtınız
Yok ustalığınıza diyecek
Ne güzel de geliyor zarınız
Memleket gibi hepyek
Vatan gibi düşeş
Millet gibi gele”
(S. Aldanır<d.1915>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:404)
Marseillaise : Fransız milli marşı: “Allons enfants de la patrie; Le jour de gloire est arrivé” <Haydi vatan
evlatları, gidelim-yürüyelim. Zafer günü geldi artık!> diye başlar. Ordudaki bir İstihkam <Korunak> yüzbaşısı
olan Rouget de Lisle tarafından, Büyük İhtilalin başlangıcından hemen üç yıl sonra, 1792’de Strasbourg’da
bestelendi ve Marsilya’dan Paris’e yönlendirilmiş büyük yürüyüşte ilk kez söylendi ve hala şerefle, içtenlikle
söyleniyor. 14 temmuz 1795 tarihli bir kararla ulusal marş olması kabul edilir, ancak bu karar 1879’dan sonra
uygulanmaya başlar, bugün de devam eder. Türkçe olarak tüm metin şöyledir:
“Durmayın, durmayın vatan evlatları,
Zafer kazanmanın zamanı geldi
Zorbalar yine dikilmiş karşımıza,
Çekmiş göğümüze kanlı bayrağını.
Duyuyor musunuz, kırlarımızda, nasıl
Böğürüyor, vahşi yabancı askerler,
Çoluk çocuğumuzu katletmek için
Yuvalarınıza kadar sokulmuşlar.”
(1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:43)
“Havada korkunç bir sıkıntı var. Paris’in inanılmaz manzarası. Sokaklar boşalmış, arabasız ama hem
gergin, hem sakin, acayip bir halkla dolu. İnsanlar kaldırım üstünde sandıklarla bekliyorlar; meyhane kapılarında
bağırarak Marseillaise’i söylüyorlar. Arada bir, paketlerle dolu bir otobüs hızla geçiyor.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:213)
“Fakat tren onun titreyerek baktığı uzaklardan gelmedi; köprünün öteki tarafından ağır ağır yaklaştı.
Birdenbire istasyon bir hareketle dalgalandı; insanlar bekleme salonlarından akın ediyor, kadınlar bağırarak ve
itişip kakışarak koşturuyor, İsviçreli askerler onları aceleyle sıraya sokuyordu. Birdenbire müzik çalmaya
başladı. Ferdinand kulak kabarttı, şaşırdı; inanamıyordu. Fakat ses yüksekti, ne çaldığı anlaşılıyordu:
Marseillaise. Alman topraklarından gelen bir tren için düşmanın milli marşı!”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Mecburiyet”, sa:183)
Marsık; Marsık çarpma : Kötü kaliteli odunun, ya da iyi nitelikli olsa da tümüyle kor’a dönmeden yarı yanmış
şekline marsık denir; bu durumdaki mangal, soba vb. araç, yatak, oturma odalarında kullanıldığı zaman, çıkan
CO= Karbon monoksit gazı, maalesef çarpar, ölümcül sonuçlar getirebilir
“Emine, Gülizar’la Nazlı’ya:
-Siz de işte şimden <şimdiden> sonra -sofradan bir lokma ekmek alarak onu öpüp başına koyduktan
sonra- <Müslümanların saygı gösterdiği ve kabullendiği yemin, yani, o anda öpülen ekmek-nimet, Kuranı Kerim
kadar değerli sayılır>: benim dünya ve ahret kardeşlerimsiniz. Size bundan böyle kötü gözle bakarsam, şu nimet
beni marsık çarpar gibi çarpsın!”
(O.C. Kaygılı, “çingneler”, sa:235)
Marsıvan; Marsıvan otu; Marsıvan eşekleri : (TARİH-OSM.) : Osmanlı döneminde Sınır Beyi;
Bileşikgiller’den, güzel kokulu bir bitki; Eşek; mec.: aptal, budala, gerzek, salak
“Şvayk, ‘asıl konumuzu unutmayalim,’ diye devam etti. ‘Bendeniz, Teğmen Bukanek’in yürüyüş
sırasında askerleri canlandırmak için o konuşmaları yabana atmamalı derim. Bir gün askerlerin bitkin düştüğünü
görünce, ^mola’ emri verdi, hepimizi tavuğun etrafına toplanan civcivler gibi çevresine topladı, başladı
fırçalamaya: ‘Ulan somun pehlivanları, şu yerkabuğunun üstünde yürüdüğünüz için Tanrı’ya şükretmelisiniz,
ama ne gezer! Sizin gibi sapısilikleri görünce midem bulanıyor! Sizi güneşte yürütmeli aslında! Bu lanet
gezegende altmış kilo çeken adam orada bin yedi yüz kilo çeker. O zaman görürsünüz ananızın örekesini,
marsıvan eşekleri!.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:190-1)
Mars’lı, Mars’tan gelmiş gibi : Tamamen yabancı (kişi)
“Çevresindekilere Marslılarmış gibi bakan Piskopos Reilly başıyla belli belirsiz bir hareket yaparak
veda etti. Roman makinalı tüfeğine dokunarak çirkin bir şekilde Doktor Balaguer’in karşısına dikildi.
‘Bana bir açıklama borçlusunuz, Senoe Balaguer. Siz kim oluyorsunuz da benim adamlarıma emir
veriyorsunuz? Bana sormadan nasıl bir subayıma emir verirsiniz? Siz kendinizi ne saunıyorsunuz?’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:394-5)
Marsyas : (YUN. MYTH.): Frigya’lı fl üt çalıcısı; Apollon’dan daha iyi flüt çaldığını ileri sürerek onunla
yarışmaya kalkışan yarı-tanrı. Yarışı kaybedince, Apollon onu bir ağaca bağlayıp diridi diri derisini yüzdü
“Bu yürekler acısı ihtiyarla (Fragonard) Eşitlik Sarayı’nın kemerleri altında karşılaşmıştım. Yüzüne
pudralar sürmüş, iki dirhem bir çekirdek, ağzı kulaklarında koşturup duruyordu. Gudubetin tekidir. İçimden, bu
adamı bir ağaca asıp, bütün kötü ressamlara ders olsun diye Marsyas gibi diri diri derisini yüzse derdim.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:42)
Marş : ‘Yürü!’ Komutunun gerektiği yerlerde söylenir, örneğin ordu, izci oymağı, hapisane
“Ok yaydan fırlamıştı. Katip de salıverdi keçenin dört ucunu:
-Maşallah! Bakıyorum mahkumlarla konuşur gibi konuşuyorsun?
Elleri arkasında, üstüne yürüdü:
-Fazla konuşma, bas git vazifenin başına, bir daha da girme hapisane içine, marş!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63)
Martaval (atmak, kıvırmak, okumak, yutturmak) : Yalan şeyler söyleme, palavra atma
“KOMİSER - Şu halde içlerinden biri doğruyu söylüyor, ötekilerininki martaval... Basarsın sopayı, iş
meydana çıkar.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:27)
“ ‘abisi büyük bir matadordur, Jaime Bravo.’ dedi kız.
‘Jaime Bravo’yu duydum, daha çok Tijuana civarında güreşir,’ dedim, ‘ama bana martaval atmanız
gerekmez.’
‘peki,’ dedi kız. ‘martaval yok.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Akü Problemi”, sa:101-2)
“Güzel bir gündü, deniz çarşaf gibi, gölcük maviydi. Turist taşıyan ilk tekne gelmekte gecikmeyecekti.
Genelde yanaşmıyorlar. Dalmak için büyük bariyerin yakınında demirlemeyi tercih ediyorlar; ya da gölcüğün
ortasındaki büyük kara deliğe bakmak için fenere gidiyorlar, balıkçılar onlara, orada yaşayan dev bir balık ya da
bir deprem sırasında yok olan bir Maya piramidiyle bağlantılı bir su altı tüneli hakkında binlerce martaval atıyor.
Balıkçılarda uydurmacılık marihuanası var.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:203)
“İMPARATOR - Haydi çabuk ol! Sen artık kurtulamazsın. Martavallarını bizzat kendin kanıtla ve
bize o kıymetli hazineleri hemen göster. Ben kılıcımı ve asamı bırakarak, bizzat kendi şanlı ellerimle, eğer doğru
söylüyorsan bu işi tamamlamak, yalan söylüyorsan canını cehenneme göndermek istiyorum”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:16)
“LELIO - Ne dersin Arlecchino? İyi olmadı mı?
ARLECCHINO - Bu kadar martavalı nasıl kıvırdınız, şaştım vallahi! Şeytan gelsin, siz onu da
aldatırsınız.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:23)
“Zamanla, üç gece art arda uyumamanın verdiği aşırı yorgunluktan öyle bitap bir hale düşmüştüm ki, en
sonunda yerel bir polis karakoluna giderek geceyi geçirmek için bir yatak istedim. Onların ilk tepkileri, ‘Sen ne
oyunlar oynuyorsun? Nerden geliyorsun? oldu. Onlara martaval okuyacak kadar açıkgözlülük edemedim, ismimi
doğru olarak verdim.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:75)
“KENEVİRCİ - Amma da martaval ha. Biz böyle dinsel bir bölge bilmiyoruz. Belli ki siz kötü
insanlarsınız, sizi gidi haydutlar, yalancılar!”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:132)
“Mrs. HUSHABYE, eteğine yapışarak. - Dur bakalım! Bu kadar aldanmış olamam. Yalancıların
ciğerini okurum ben. Birisi bütün bu martavalları yutturmuş sana.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:29)
“-Haydi oradan! Bardak bardak biraları yuvarladığın yerde saat yok muydu? Ben böyle martavalları
yutar mıyım?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati, sa:9)
“Ben karımın nerede olduğunu dünyada bilmem, karım da benim ne yapıp ettiğimi bilmez.
Karşılaştığımızda -arada karşılaştığımız oluyor, birlikte bir yemeğe çağrıldığımız ya da dükün yanına gittiğimiz
zaman- birbirimize, hiç gözümüzü kırpmadan, en gülünç martavalları atarız.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:12)
“ ‘... ben seni bilirim - bana kafa, ayak kesme martavalları atmaya kalkma. Şurada durup konuştuğum
kadar emin ol ki, bütün hayatımca seni, kendini baş belası ilan eden seni hor göreceğim, önüme çıkan her fırsatta
senin, seninle işbirliği edenlerin kuyunuzu kazacağım.’ ”
(V. Woolf, “Flush”, sa:77)
Martin Verga tarikatı ve Bernardin rahibeleri : = Picpus sokağında lokasyonları olduğu için: Pictus
Rahipleri ve Rahibeleri diye de anılırlar. Eski kitaplara göre, Martin Verga, 1425 yılında BernardinBenedikten’lerden oluşan tarikatın baş manastırı Salamanque’da buna bağlı küçük manastırın da Acala’da
bulunduğu bir cemaat oluşturmuştu. Bu tarikat Avrupanın bütün Katolik ülkelerinde dal budak sarmıştı. Bi
tarikatın başka bir tarikatla, adeta aşı yapılır gibi birleştirilmesi, Latin kilisesinde her zaman rastlanır bir
durumdur.tırı Salamanque’da, küçük manastırın da Acala’da bulunduğu bir cemaat oluşturmuştu. İdari olarak da,
öteki Bernardin’ler gibi Clairvaux’ya değil, Benedikten’ler gibi Citeaux’ya bağlıdırlar. Başka bir deyişle SaintBernard kulu değil, Saint-Benoit kuluydular.
“Ele aldığımız Saint Benoit ‘Benedict’ tarikatına şöyle yakından bakacak olursak, Martin Vega bir
yana, dört cemaatla birleşmiş olduğunu görürüz. Bunlardan ikisi İtalya’da: ‘Mont Cassin’ ve ‘Saint-Justine’
diğer ikisi Cluny ve Saint Maur, Fransa’dadır. Bu tarikata dokuz tane daha tarikat bağlıdır.
Daima çıplak ayakla dolaşan, gerdanlarına bir kamış parçası asan ve hiç oturmayan Karmelit’lerden
sonra en katı kuralları olan tarikat, Martin Verga’nın Bernardin-Benedikten tarikatıdır. Bu tarikattan olan
rahibeler, baştan aşağı siyah giyinirler. Giydikleri siyah elbisenin, Saint-Benedict’in buyurduğu gibi, çeneye
kadar çıkması gerekir. Kumaş serj’dendir <serj, ince şayak >; büyük bir yün atkı taşırlar, çeneye kadar çıkan
geniş ve yenli elbise, tam göğüste dört köşe kesilmiştir. Başlarındaki rahibelere özgü şapka gözlerine kadar iner.
Tarikata yeni girenler de aynı elbisenin beyazını giyerler. Oysa eskilerin, şapkaları dışında giydikleri baştan
aşağı siyahtır. Tövbe etmiş rahibelerin bir de tesbihi vardır.
Martin Verga’nın Benediktin-Bernardin’leri, k e s i n t i s i z i b a d e t i kabul etmişlerdir.
Kendilerine ayrıca ‘Kutsal Kitabın Kadınları’ da denilen ve, 19. y.y.’ın başında Paris’te: Biri Teple’de diğeri
Neuve-Sainte-Genévieve Sokağında iki manastıra sahip rahibeler, düz beyaz giyinerler ama göğüslerinde üç
parmak kalınlığında kutsal bir madalya taşırlar.
Martin Verga rahibeleri bütün yıl perhiz yaparlar. Oruç günlerinde ve kendilerine özgü başka günlerde
oruç tutarlar. Geceleyin kalıp üçe kadar ibadet ve dua ederler. Bütün kış, hasır üstünde yatar, çarşaf olarak ince
bir örtü kullanırlar. Hiç yıkanmazlar. Ateş yakmazlar. Haftada bir kendilerini kamçıyla dövdürürler. Ancak
dinlenme sırasında konuşurlar. Bu tatil zamanları çok kısadır. Kutsal Haç günü olan 14 Eylül’den Paskalya’ya
kadar, yani altı ay, kaba yünden bir gömlek giyerler. Aslında, kurallar gereğince bu gömlekleri bütün bir yıl
boyunca giymeleri gerekir. Ama yazın, havalar sıcak olduğu zaman, bu kadar kaba ve kalın bir gömlek hastalık
ve nöbet yaptığı için, bu kural hafifletilmiş, gömlek sadece kışın giyilir olmuştur. Buna rağmen, 14 Eylül’de
gömlek giyildiği zaman rahibelerden bir bölümünün hastalandığı görülür. Dünyadan el etek çekip uysal, fakir,
temiz yaşamak: Bu tarikatın özü budur. Bu öz, kurallarla ağırlaştırılmıştır.
‘T ö v b e’yi yapan rahibe, aralıksız on iki saat, çarmıha gerili İsa’yı temsil edilen eşyanın önündeki
taşın üstünde, diz çökmüş bir halde durur. Elleri kavuşturulmuştur. Boynunda bir ip vardır. Dua sabah dörtten
gece dörde ya da gece dörtten, sabah dörde kadar yapılır. Yorunluktan dayanılamayacak bir hale geldiği zaman,
yüzükoyun yere yatar, kollarını haç şeklinde açar. Başı zemine dönüktür. Bu durumda, yeryüzünün bütün
günahkarları için dua eder. Bu dua, üzerinde bir mem yanan bir direğin önünde yapıldığı için hem ‘tövbe etmek’
hem de ‘direkte olmak’ diye adlandırılır..... Tövbe yapılırken insanın bütün ruhu, bütün varlığı, duaya verilmiştir.
Direğe giden rahibe, yanına yıldırım düşse bile,başını çevirip bakmaz.
B a ş r a h i b e, “koro rahibeleri” denilen ve seslei güzel olan rahibeleri üç yıl için seçer. Başrahibe
ancak üç kere seçebilir. Şu halde, dua okuyan rahibe imtiyazı dokuz yıldan fazla süremez.
Ayini idare eden papaz, gö r ü l m e z. Dokuz ayak yüksekliğinde bir yer yer, onların papazı
görmelerine engel olur. Vaaz sırasında konuşan papaz, mihrapta bulunduğu zaman, yüzlerini iyice örterler.
Daima alçak sesle konuşmak, gözlerini yerden ayırmamak ve başlarını eğik tutarak yürümek zorundadırlar.
Manastıra bir tek erkek girebilir, o da B a ş p i s k o p o s’tur..”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:290-5)
Mart kedisi gibi : O aylarda kedilerin olduğu gibi kızgın ve azgın, seks için peşini bırakmayan
“-Gerçek musiki mi dedin? Eğer kapitülasyonlar olmasa, (sözüm ona) muzıkacıları da, seyircileri de
enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çıplak,
utanmaz, kart frenk karısı... Sar’aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor, bir alay mart kedisi gibi
çığrışıyorlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:53-4)
“STAHOV - Acaba kim. Her halde Maşa olacak.
KARATKOV - Çingene kızı Maşa mı? Onun mart kedisi gibi arkasında dolaşıyor.
STAHOV - Ne güzel kadın. Hem de ne güzel şarkı söylüyor.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:59)
martyr : (DİN,MYTH.) <mar’tır> : -isim- Şehit, gaye uğrunda kendini feda eden, ölen ya da cefaya
katlanan kimse; -fiil- şehit etmek, işkence etmek; make a martyr of : mazlum konumuna koymak;
martyrdom <mar’tır’dom> : -isim- şehadet, ölüm, ölüm eziyeti; the crown of martyrdom : cennette şehitlere
verilecek taç; martyrize -fiil- : şehit kılmak; martyrology <martır’oloci> : Şehitler menkıbesi, sicili;
martyry <mar’tıri> : -isim- bir şehidin namına yapılan mabed ya da abide
(Yeni Redhouse Lügati)
MARX, Karl : (1818-1883) ‘Yabancılaşma’ konusunda HEGEL ve FEUERBACH’tan etkilenmiş Alman
siyaset adamı, iktisatçı ve filozof. Alman musevisi bir avukatın oğlu. 1849 yılından itibaren İngiltere-Londra’ya
yerleşerek ‘1. İşçi Enterrnayonel’in kurulmasına önayak oldu; 1867’de ‘Das Capital’i yazarak, dünya ekonomik
planlamasında, kapitalizm’e meydan okudu; herşeyi materyalizm ve tarihsel maddecilik ile açıklayarak, eonomik
dünyada olduğu kadar, siyaset dünyasında da çok önemli değişikliklere yol açtı.
“Toplum düzeyinde y a b a n c ı l a ş m a, insan’ın ö z’üne veya g e r ç e k l i ğ e karşı b i l g e l i k
yoksunluğu ya da y a n ı l s a m a olmayabilir. Koşullar, ona hayatı ‘b o ş ve a n l a m s ı z’ hissettirmektedir.
Değerli bir takım idealleri hayata geçirecek g ü ç’ten yoksundurlar. İnsan, ö z g ü r l e ş e b i l m e s i için,
mücadele vermelidir.
E k o n o m i k s i s t e m, iş bölümü, insanı katı k a t e g o r i l e r’e ayırır ve insan faaliyetleri birbirleriyle y a b a n c ı duruma koyar. Ö Z, insan’da, şöyle değerlendirilir ve belirlenir:
a) İ n s a n, bir t ü r’ün üyesidir, bunun bilincinde olmalıdır;
b) D o ğ a, insan ve hayvanlarda, iletişim’de bulunur;
c) İ n s a n, a l e t yapan, ü r e t e n bir varlıktır, iş kadar, s a n’a t da önemlidir.
İ n s a n, kapitalist düzende, özel niteliklerden uzaklaşır, kendinin öz’üne y a b a n c ı l a ş ı r. İşçi,
bu düzende, e m e ğ i n e yabancuılaşır. İ ş h a y a t ı n d a, ü r e t i m büyük bir titizlikle hazırlanır. İşlemler,
Birbirlerinden b a ğ ı m s ı z, işlerinde ise, b i r b i r l e r i n e b a ğ ı m l ı d ı r l a r. İşçi, emeğinin ürününe
y a b a n c ı l a ş ı r, onun tahakkümü altına girer. Özetlersek:
T i n s e l y a b a n c ı l a ş m a ile, kendilerinin de değersiz ve boş olduğu hissine kapılırlar. Bunu:
T o p l u m s a l y a b a n c ı l a ş m a izler. K i ş i s e l ö z g ü r l e ş m e, yalnızca cemaat içinde
mümkünn hale gelir. R e k a b e t duygusu da, ‘Toplumsal Yabancılaşma’ işaretidir. Alabildiğine kazanmak
için, ya yeni ‘teknikler icat etmek’ zorundadırlar. Sonucunda:
a) Eskiye oranla çok daha fazla m a l s a t ı l ı r,
b) Teknik ilerlediğinden, o kadar ç a l ı ş a n a g e r e k s i n m e k a l m a z,
c) R e k a b e t’den, malın f i a t ı d ü ş e r, işçiye daha a z ö d e n i r , i ş s i z l i k çoğalır.
Fetişizm : K a p i t a l i s t - i ş ç i, yarattığına adeta tapar. Birbirlerini ise, değeri olmayan a r a ç l a r
olarak görürler. Sonuçlar:
1) Kapitalist sistemdeki insanların çoğu y a b a n c ı l a ş m ı ş t ı r;
2) Bu koşullarda, i n sd a n l a r ö z g ü r l e ş e m e z;
3) P o s t - k a p i t a l i s t bir ü r e t i m t a r z ı elzemdir.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:623-6)
Masallara karnı tok olmak : Yalanlara inanmayacak kadar erdemli olmak, yeterli yaşantıya sahip olmak
“VALERE - Kızınızı sevmenin neden suç olacağını bir türlü anlayamıyorum; aramızda söz kestiğimiz
için müthiş cezalara çarptırılacağımı zannediyorsunuz ama, kim olduğum meydana çıkınca...
HARAPAGON - Böyle masallara karnım tok benim; bugün soysop hırsızlarından, unvan
sahtekarlıklarından geçilmiyor...”
(Moliere, “Cimri”, sa:126)
Masal okumak, uydurmak : Palavra atmak, maval okumak, gerçeği söylememek, dedikodu yapmak
“Çarşamba, delikanlılarla genç kızların sırası... Ha, bak bu, bir az uzun sürer. Perşembe, erkeklerin...
Elbette kısa keseriz. Cuma, kadınların... Onlara ‘Masal okumaya başlamayın!’ diyeceğim.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:88)
“Mamafih, huy canın altındadır, derler. Akşamüstleri son ders arasında Mişel’in kollarına asılarak ona
yavaş yavaş yeni masallar uydurmakta devam ederken, ara sıra da yine şeytana uyuyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:50)
“Giulio, geceleyin bölüğünün ormanda tuttuğu yere dönerken, kendi kendine şöyle diyordu:
-Eğer, Elena’ya gerçeği anlatıp kendimi temize çıkartmazsam sonunda beni katil sanacak. Bu uğursuz
savaş hakkında ona kimbilir ne masallar anlattılar!”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:69)
Masarik, Tomaş; Prof. : (ÇEK MYTH.) : Tomaş Masarik <1850-1937>, eski Çekoslovakya’nın kurucusu ve
ilk cumhurbaşkanıdır <1918-1935>. 1882’de felsefe profesörü olan Masarik, 1889’da siyasetle ilgilenmeye
başlamş, iki yıl sonra Avusturya Devlet Konseyi’ne seçilmiş, hem konseyde hem de Avusturya ve Macaristan
parlamentolarının sürekli komitesinde Avusturya-Macaristan’ın Almanya’yla ittifakını ve Balkanlar’da izlediği
emperyalist politikaları eleştirmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra batı Avrupa’ya gitmiş ve
yer altı Çek kurtuluş hareketinin önderi olarak Avusturya-Macaristan ve Almanya’ya karşı etkin bir kampanya
yürütmüştür. Masarik, savaşın ardından, 1918’de Çekoslovakya cumhurbaşkanı olmuştur
“Avusturya İçişleri Bakanlığı, Rus cephesinde kaçak Çeklerin askeri bir örgütü olup olmadığını henüz
öğrenememişti. Yurtdışındaki devrimci örgütlerle ilgili kesin bir bilgi elde edinilememişti. Ancak ağustos
ayında, Sokol-Miliyatin-Bubnov hattındaki tabur komutanlarına iletilen gizli bir raporda, eski Avusturyalı
Profesör Masarik’in yurtdışına kaçtığı ve Avusturya’ya karşı propaganda etkinlikleri yürüttüğü bildirilmişti.
Tümendeki mankafalardan biri de rapora şu emri iliştirmişti: Yakalanırsa hemen tümen karargahına getirilsin!”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:210-1)
Maskara : Gülünç, kepaze, rezil, aşağı, komik, eğlencelik; kadınların kirpiklerini boyamak için kullnadıkları
madde
“Tevfik ta o zamanlarda uzun bacaklı, gürbüz, kestane rengi gözleri bir kız çocuğu gibi tatlı, kırmızı
dudakları durmadan söyler, yaramaz, maskara bir oğlandı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:13)
“Ona yaklaştım. Elbisemin kolunu sıkıca yakaladı. ‘Çok korkakmışım. Ne kadar korkak olduğumu
bilmiyordum.!’
‘Üzülme, maskara.’ dedim. ‘Böyle şeyler insanı biraz sarsar. Haydi gel!’ ”
(A. Christie, “Cinayet Reçetesi”, sa:70)
“Daha düzgün, beyazımsı ve hayat dolu bir yüz yerine, kuzguni siyah ayakkabı boyası Hasan’ı
maskaraya çevirince, gençler elbirliğiyle, alkışlarla tempo tutarak ve vahşi gülüşlerle, ‘Kürdo Hasso, şimdi
Zenci Hasso’ diye tepinmeye başladılar.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:168-9)
“MEPHISTOPHELES - Ey hayalperest ve duygularına yenik aşık, küçücük bir kız, seni burnundan
tutmuş, sürüklüyor.
FAUST - Haydi oradan, mayası pislikle ateşten yoğrulmuş maskara!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:187)
“O bir mürebbiye (çocuk bakıcı ve terbiyecisi), ben bir okul öğretmeni olduğum için kendisini benimle
kapı yoldaşı sayıyordu. Benimle gizli bir çatışmaya girişimi, bir meslek zorunluluğu bildi. Fakat, bu maskarayı
öyle bozdum ki....”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:293)
“Özellikle büyükannemden çok tedirgin oluyordum; bana yeterince hayran olmamasını görmek acı
veriyordu içime. Louise, benim ne menem şey olduğumu anlamıştı. Kocasında eleştiremediği şarlatanlıktan
dolayı beni açıkça suçluyordu; onun gözünde bir şaklaban, bir maskara, bir yalancıydım ben.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:27)
“-Yabancısı değil! Baldızıdır Şükran Hanım, Celadet Bey’in...
-Bak sen!
Arif Bey ilgilendi:
-Nedir Celadet maskarasının yeni edepsizliği?
-Sormayın!.. Gerçekten deli...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:185)
Maskara etmek; Maskaralaştırmak; Maskaralık etmek; Maskara(sı) kılmak, olmak : Bir şeyi
gülünçleştirmek, bir kimseyi gülünç konuma sokmak; eğlendirmek, komiklik etmek; rezil etmek
“Oyun <Karagöz oyunu> eski oyundu ve her vakit padişahın ömrüne dua ile başlar, dua ile biterdi.....
fakat ruhları değişmişti. Örneğin ‘Mirasyedi’ o geleneksel aptal züppe, küçükbey değildi. Dalkavukları parasını
alıp onu maskara etmiyorlardı. Tevfik’in ‘Mirasyedi’si becerikli ve kurnazdı. Parası hiç tükenmiyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:131)
“Mladenovac’ın kaldırım taşlarıyla döşenmiş yollarından sarsıntıyla geçip ilerdeki kırlara doğru hızla
tırmanmaya devam ettiler. Buick yavaşça arkalarından geliyordu. Blair’in yanında getirdiği biraz bisküviyi ve
mükemmel bir beyaz şarabı paylaştılar. Keyifleri yerine gelmişti, ama Methuen, Porson’ın maskaralıklarının
ardında, daha önce olmayan bir gerginlik ve tereddüt hissediyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:82)
“ ‘Onlar artık Latinlerin elinde iki rehineydi, IV. Aleksios onların maskarası olmuştu: bir keresinde,
sıradan bir asker gibi onlarla birlikte eğlenirken, altın yaldızlı miğferini çıkarıp kendi kafalarına taktılar. Hiçbir
basileus asla bu kadar küçük düşürülmemişti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:488)
“... patırdı, gürültü yeniden başlıyor, hakaretlerin, iğneli sözlerin arkası gelmez oluyor ve evvelce
limanda oluşan olaylar şimdi mahkeme salonunda yineleniyor. Bu maskaralıklar üçüncü perdede büsbütün
artıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:132)
“Homongolos, bir kere daha bana baktı. Sonra yine, gözleri dans edenlere dikili, cevap verdi:
-O halde günah benden gitti... Pekala biliyorsunuz ki bu danslar Afrika vahşilerinin icadı... Vahşiler
bence en mükemmel, en doğal insanlardır... Uygar hayat dediğimiz şey, onları daha maskaralaştırmamıştı...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:61)
“Şvayk, bildik içtenliğiyle, ‘Yerden göğe kadar hakkınız var, efendim,’ dedi. ‘Bütün bu
yaptıklarınızdan sonra, adınız hepten kötüye çıkar artık. Dostlarınız gazetelerde okumayagörsünler; her gittikleri
yerde bire bin katarak anlatırlar, elaleme maskara ederler adamı. Ama dert etmeye değmez.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayks”, Cilt:1, sa:64)
“Sevgili anne; Kansas City, 16 Ocak 1918
Mektubunu bugün aldım. Niye milletten mektup almadığımı merak etmeye başlamıştım..... Şimdi,
anne, Carl ve Bill hakkında <Hemingway’in 1916’danberi Michigan’daki çocukluk arkadaşlarıdır> yazdıklarını
okuyunca çok sinirlendim. Hemen yazmak ve düşündüklerimi söylemek istedim. Fakat sakinleşene kadar
bekledim. Ama sen, Carl’ı hiç görmeden ve Bill’i bilmeden, yalnızca üstünkörü bilginle, büyük bir haksızlık
ettin. Carl bir prenstir ve bildiğim en içten ve gerçek hıristiyandır..... Peaslee gibi dinle ilgili olarak ağzıyla
maskaralık etmiyor fakat derin, içten bir hıristiyan ve centilmen. Ernest.”
(E. Hemingway, “Hemingway’in Mektupları”, sa:13)
“Gidiş o gidişti. Ne ertesi günü, ne daha ertesi günü ve gece hiç görünmedi. Üçüncü günü, köprünün
Boğaziçi iskelesinin üstünde kendisi ile karşılaştık. Koltuğunda keman kutusu vardı..... Uzaktan beni gördü,
görmemezliğe geldi. Anladım, kızgınlığı daha geçmemişti. Yanımdan geçerken seslenecek oldum için bundan
caydım..... Belki de benim kendisine seslenmem ile köprünün ortasında herkese karşı bar bar bağırarak koskoca
bir pot kırar, hem kendini, hem beni oracıkta maskara eder, bırakırdı.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:45-6)
“Ey halife <Adem> oğulları, insaf edip vaat edilen gün için ihtiyatlı davranın.
Babanızdan öç alıp onu yücelerden zindana sürükleyen o düşman <şeytan>...
Gönül satrancının şahını mat ederek cennetten uzaklaştırılıp afetlerin maskarası kıldı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:246)
“Gerald kızını çok seviyordu, fakat çocukça hevesler ve tutumlar yüzünden kendisini güç durumda
bırakmasını hoş karşılamıyordu. Scarlett ona tüm dertlerini ve sıkıntılarını açmalıydı.
-Demek sen kendini elaleme maskara ettin! Öyle mi? Hepimizi maskara ettin! diye üzüldüğünde her
zaman olduğu gibi sesini yavaş yavaş yükselterek bağırdı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:52)
“TÜKÜRSEM Mİ YUTSAM MI
--------------------------------------
Ah, çekinmiyoruz maskaralıklardan
gündoğumundan batımına dek
kaldırıyoruz yumruklarımızı saygıyla
varlığı sürmemesi gerekenlere”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Mevsime güzellikler getiren yaz çiçeği
Yaşar kendi belirli ömrünü, ölür sonra;
Ama kötü bir illet bozar bozmaz çiçeği
Şanı maskara olur en değersiz otlara.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:94, sa:229)
“Vanya, sevinçle, ‘Tamam!’ diye bağırarak birtakım maskaralıklar yapmaya başladı. Birkaç kere
atlayıp zıpladıktan sonra ayağı burkuldu, acı ile haykırdı. Tek ayak üstünde olduğu yere mıhlanıp kaldı, yüzü,
çektiği acının etkisiyle buruş buruştu.”
(K.S.. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:323
“... Doğru söylemiş... Görünürdeki olaylar, birbirini tutmaz, parça parça maskaralıklar... Bunları
birbirine bağlamak için akıl ister... Yoğurup yeni anlamlar çıkaracaksın!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:136)
“Kendi aptallığınızı, bir aptal olduğunuzu zaten herkes biliyordu! Bu işin sonu neye varacak? Şuna ki,
ben bütün Moskova’ya maskara olacağım…”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:59)
Maskesi düşmek : Birinin gerçek kimliği ve niteliğinin ortaya çıkması
“Kapı açıldı ve onu gördüm. Değişmişti. Maskesi düşmüştü, karşımda yine o eski Oleron, okulun son
günündeki o soluk benizli canavar vardı.
-Egistus, dostum, dedi. Ne senaryoydu ama! Ne gülünç komedi! Şimdi beni tanıdın mı?
-Ne yapmak istiyorsun, diye sordum titreyerek.
-Ben doğru yolu terk etmedim, dedi Oleron, bana doğru ilerleyerek. Ve sen de bana-son adımı
atmamda yardım edeceksin. ONLAR bir sınamadan geçmemi istiyorlar. Zaman kaybetmemeliyiz.
-Oleron, dedim. Eleonora iyi değil... Neler zırvalıyorsun?”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:101)
Maskot : Uğur sembolü; Düğünlerde, spor olaylarında genellikle futbol’de küçük çocukların ellerinden
tutularak sahalara getirilmeleri- uğur, şans, talih getirme umutları, eski şamanistik gösterilerin, çok daha
anlamlı ve soyal değerler olarak değerlendirilmeleri olsa gerek
“Tulumbacı sünnet düğünlerinin başkaca hususiyetleri <özellikleri> de vardı. Her düğünde mutlaka, her
ne sebeptense sünnet olmamış 40-45’lik bir Kürt hammal bulunur; o koca herif de çocuklarla beraber sünnet
ettirilir ve başında takkesi, omuzunda nazarlığı ile bir döşeğe yatırılırdı: bu Kürt Hammal da sünnet düğününün
uğuru, maskotu bilinirdi. Ayrıca yine 40-45’lik bir tulumbacı, o garib Kürdü yanız bırakmamak, alay mevzuu
yaptırmamak için sünnet çocuğu kılığına girer, fakat, başına takke yerine bir demet sarımsak asılı bir hokkabaz
fesi geçirdi. Bu tulumbacının yatağının etrafı pek cümbüşlü <eğlenceli> nümayişlere <gösterilere> sahne olurdu;
Halk tarafından bir bahşiş yağmuruna tutulur, bu para da omuzdaşlar arasında pay edilirdi.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:89)
MASLOW’s Gereksinim Piramidi : Bk.: ÇOCUKLARDA ve ERGENLERDE KİŞİLİK GELİŞİMİ
Masmavi : Tertemiz, koyu, saf mavi; katıksız gökler ya açık denizler gibi
“Sonra beni taburcu ettiler. Sabahın serin havasına çıkınca hayatta olduğuma öyle sevindim ki, içimden
haykırmak geldi. Tepemdeki gök masmaviydi.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:276)
Mason; Masonluk : Orta Çağ’lardanberi süregelen, aralarında eşitlik, kardeşlik ve dayanışmaya dayalı, prensip
olarak dış dünyaya kapalı, erkeklerin örgütlediği bir tür gizli ‘Kardeşlik’ Cemiyeti
Bk.: Farmasonluk <Freemasons>
“F a r m a s o n l a r, açıkça söylenen amacı, karşılıklı yardım ve kardeşlik bağı olan dünya çapında bir
gizli topluluktur (Özgür ve Kabul Edilmiş Masonlar). Bu topluluk üç ‘bölüm’ e ya da ‘loca’ya ayrılır. Giriş
düzeyindeki locaya kendi içinde üç derece ya da ‘rütbe’ye (private-özel, private first class-birinci sınıf özel ve
corporal-onbaşı) <Little corporal-küçük onbaşı: I.Napolyon’un takma adı>- ayrılan MAVİ LOCA denir. ORTA
LOCA (York Riti; KIRMIZI LOCA), kendi içinde on dereceye ayrılır. Bir Mason derece derece ilerleyip York
Riti’nin en üst düzeyine ulaşırsa, kendi içinde otuz iki dereceye bölünen İSKOÇ RİTİ’ne girebilir. Ancak davet
yoluyla girilebilen bu Loca’da, bir ‘en üst: otuz üçüncü derece <Vücuttaki en üst 33. omur’u temsil eder)
mevcuttur: ‘Yüce Seçilmiş Şövalye’; ‘Büyük Pontif’; ‘Sır Katibi’, ‘En Muhterem Üstat’. ‘Doğu’ ve ‘Batı
Kapı’larını kollayan ‘Tyler’lar, seromonilere özel giysileri ve kılıçlarıyla iştirak edip, seremonilerin
başlangıcında, Muhterem Üstat’ın “kapıların emniyeti’ hakkında sordukları sorulara yanıt verirler. Loca’larda,
topluluğun dışından olanların bilmediği, ufak parçalar halinde elde edilen ritüeller ve kadim törenler yüzyıllarca
yıllarınki gibi aynen icra edilir.
Masonların kökleri Ortaçağın sonlarına dek izlenebilir. İsmin kökeni de şuradan gelir. O zamanlar
Masonlar, (sözcük anlamı: taşçı, duvarcı), taşçılıkla uğraşırlardı. Çok az yapı taştan imal edilirdi: yalnızca
Kralların ve birkaç soylunun Şatolarının yanı sıra katedraller, manastırlar ve semt kiliseleri taştan yapılırdı
(1050-1350 yılları arasında Fransa’a 500 kilise ve 80 kilise taşçılar tarafından yapıldı.) Yüzlerce yıl sürebilen bu
muazzam işlerde iki tür taşçı çalışırdı; 1) büyük, sert taş bloklarıyla çalışan ‘kaba taşçılar’ ve 2) daha yumuşak
olan: ‘freestone/kolay yontulan taş’lardan yapının dış cephesini oyan ‘farmason’lar-freemasons’.
Ortaçağ Katolikliği hayata geçiren Papa’nın idaresinde olan Kutsal Katolik Evrensel Kilise’nin
Avrupa’yı kontrol ettiği dönemdi. Kilisenin öğrettiklerinden başka bir şeye inananlar gizliliğe zorlanıyordu.
Kilisenin yaptırımı altında olmaksızın bir kentten diğerine özgürce gidebilen tek grup, taş ustaları loncalarıydı:
Bu, gereklilikti, çünkü kiliseleri ve katedralleri inşa etme becerisine yalnız onlar sahipti.
Masonlar toplantılarını kendi localarında yapıyorlardı. Yaptıkları şeyi yapma becerilerine sahip
olduklarını, çünkü tarihi Eski Mısır ve Piramitlerin inşasına dek uzanan mimari bilgiye sahip olduklarını iddia
ediyorlardı. (Söylendiğine göre, bu geometrik sırlar günümüzde kayıptır.) Hatta köklerinin Kudüs’teki
Süleyman’ın Tapınağı ve Babil Kulesi’nin inşasına kadar gittiklerine inanırlar. Bu ilk Masonların ellerindeki
bilgileri ‘tanrılar’dan aldıkları ve tanrıların gizli bilgilerini paylaşmak için seçtikleri kişiler oldukları iddia
edilmiştir.
Ortaçağda, kendilerine ‘Order of Free and Accepted Masons’ (Özgür ve Kabul Edilmiş Masonlar
Tarikatı) ifadesinin kısaltması olan Farmasonlar diye hitap eden ilk grup kuzey İtalya’daki Lombardiyalı
mimarlar oldu. ‘Farmason’lara yapılan bilinen ilk yazılı referans, on beşinci yüzyılın sonlarından kalma, simya
hakkındaki bir yazıdır. Bir anlığına Mason inançları bilmezlikten gelinirse, Mason olmayann tarihçileri pek çoğu
gizli toplulukların köklerinin Birinci Haçlı Seferini yöneten ve Kudüs’ü ele geçiren Godfrey de Bouillon
tarafından kurulan Tapınak Şövalyeleri’yle Ortaçağda olduğuna inanılır. Mamafih, Farmasonların sahip olduğu
ve tarihi büyük tufandan öncesine dek uzanan gizli bilginin İngiltere’li VIII. Henry Roma ile ve Roma’nın her
şeye gücü yeten kilisesiyle ilişkisini kestiğinde kaybolduğu söylenir. VIII. Henry kendi kilisesini, İngiltere
Klisesi’ni kurdu ve İngiltere’de Katolikliği hatırlatan her şeyi yok etmeye çalıştı. Bu sürede, birçok Mason kaydı
silindi.
Belki de Bacon’ın planı uyarınca, Farmasonluk, Amerika’nın, tarihi ilk Jamestown sakinlerine dek
uzanan önemli bir öğesi oldu. Kuzey Amerika’ya ‘Kutsal Yolcular’ın Plymouth Rock’ta karaya çıkmasından
otuz altı yıl önce varmış olan Jamestown sakinleri, Masonluk ve Bacon’ın izdeşleriydi. Bu grubun başkanı
1618’de Kral I. James tarafından aykırılıkları yüzünden vatan ihaneti olarak sayılan sözde Mason inançlarını
öğrettiği için idam edilen Sir Walter Raleigh’ti. Tüm bunlara karşın, 1730’larda, Kutsal Roma İmparatoru Francis, Lorraine dükü- 1731’de Hague’de inisiye olduğunu dünyaya bildirerek bir Farmason olduğunu açıkça
ilan eden ilk Avrupalı prens oldu.
ABD Resmi Devlet Mühründe Mason sembolizmi görülür. Laurence Gardner’in ‘Bloodline of the Holy
Grail’ (Kutsal Kase’nin Soyu) adlı kitabında belirttiğine göre, bu mühür, simya geleneğine ve Mısır tıbbının bir
simgesel anlatımını temel alır. Gardner, ‘Kartal, zeytin dalı, oklar ve beş köşeli yıldızlar,’ diye yazıyor, ‘bunların
tümü, karşıtların okült (gizli) sembolleridir: iyi ve kötü, erkek ve dişi, savaş ve barış, karanlık ve aydınlık.
Arkasında -dolar’da görüldüğü gibi- kilise kurumu tarafından cezalandırılan ve gizliliğe zorlanan Eski Bilgeliğin
kaybını gösteren tepesinden kesilmiş piramit vardır. Ama bunun üstünde, Fransız Devrimi sırasında bir sembol
olarak kullanılan ‘her şeyi gören göz’ü içeren, her daim umut veren ışığın ışınları vardır.’
İlk sessiz filmlerin yapıldığı günlerden itibaren Hollywood’un daima Masonlarla ortak şahsiyetleri
olmuştur : Cecile B. DeMille, Darryl F. Zanuck, Jack L. Warner; aktörlerden Harold Lloyd, Al Jolson, Clark
Gable, John Wayne, Eddie Cantor, Red Skelton, Roy Rogers; besteci ve müzisyenlerden: Count Basie, John
Philip Sousa, Duke Ellington, Louis Armstrong, Irving Berlin; professional atletlerden Sugar Ray Robinson,
Jack Dampsey; iş adamlarından Henry Ford, Walter P. Chrysler, James C. Penney; havacılık alanında ünlü
Charles Lindbergh, John Gleen; Hipnotizma’yı tıp alanına tanıştıran Franz Anton Mesmer, Dr. Charles H. Mayo;
ABD Başkanları James Monroe, James Buchnan, Andrew Jackson, John Garfield, Harry S. Truman, Greald R.
Ford, Theodore Roosevelt, Franklin D. Rosevelt ve diğer yüksek düzey ünlüler Douglas McArthur, J. Edgar
Hoover ve Hubert Humphrey hep Mason’dular.
Bazı kişiler ise Farmasonluğun oldukça ‘belirsiz’ olmasının nedeninin, onun ‘raison d’etre-varolma
nedeni’nin esnek kalmak için bir ‘varolma nedeni’ni istemesi olduğunu düşünmektedir. Hiç şüphe yoktur ki,
üyelik, davetle gelen nüfuzlu kişilerin katıldığı bir kulüptür -hatta halk arasında bugün bu davetin, bir ayrıcalık
olduğu inancı da vardır İ.E.-; böylece, başarılması gereken her ne varsa halkın bilgisi olarak ulaşılabileceği
kanallardan gizli bir şekilde başarılabilir.”
(Michal Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:57-78)
“Pisagor yaşam döngüleri, Çin Hong-Fan’ı, Jung’cu erkek ve kadın ilkeleri, Zodyak açıları,
Müslümanlar bile dört eski öğeye (Toprak, hava, ateş, su) saygı göstermişlerdi. İslamda ise bunlar, ‘kareler,
bulutlar, şimşek ve dalgalar’ olarak bilinirdi. Fakat Langdon’ın tüylerini diken diken eden daha modern bir
kullanış biçimi vardı. Mason’ların Mutlak Üyeliğe Kabulü’nün dört mistik derecesi..”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:195)
“Tra- la- la-la-la,
Tra- la- la-la-la“O çok iyi bir dosttur
O çok iyi bir dosttur.”
Bir an için bayılıyormuş gibi oldu. Ama hem yorgundu, hem aç, hem susuz. Masonların şarkı
söylediği o sıcak odayı gözünün önüne getirebiliyordu; alev alev bir ateş, büyük parlak masa, duvarlarda büyük
başlı hayvan fotoğrafları.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:87)
Ma’(h)stif(f) : Mastı, Kulakları uzun ve düşük, bacakları kısa, bodur bir köpek türü. İngiltere’de iki bin yılı
aşkın bir süredir bekçi köpeği olarak kullanılmasının yanı sıra, değişik dönemlerde gösteri amacıyla
dövüştürülen iri yapılı köpek cinsi
“.... Sonradan, hafiye Kaloust da köpek almak için Şvayk’a uğradı. Müdüriyete döndüğünde, yanında
yelesi İskoç çoban köpeklerini, gövdesi benekli sırtlanları anımsatan korkunç bakışlı bir yaratık bulunuyordu.
Örtülü ödenek hesaplarına yeni bir kalem eklenmişti: M... doksan kron. <Danimarka ve Norveç’in para birimi:
100 öre> ....... Kaloust’un müdiriyete getirdiği yaratık, ‘mastif’ diye yutturulmuştu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:76-7)
master : (SAN.,KOLL.İNG.) <mas’tır> -isim- Efendi, sahip; ticaret gemisi kaptanı; mektep müdürü; hoca;
öğretmeni direktör, kaptan; the Master : Hz. İsa; üstad; the old masters : Eski üstadlar, özellikle Rönesans
devrindeki İtalyan Ressamları; -fiil- yenmek, galip gelmek; hakkından gelmek; hakim olmak; masterful :
<mas’tır’ful> Amir, buyurucu, üstada yakışır; idare kuvveti olan; masterity <mas’tıri’ti> : -zamir- hünerli
ustaca; mastership -isim- efendilik, amirlik; hüküm, ustaca bilgi ya da hüner; mastery : <mas’tıri> hüküm,
idare, galebe, üstünlük
(Yeni Redhouse Lügati, sa:647)
Mastürbasyon : Otuz bir çekme, onanizm, kendi kendini cinsel tatmin
“Sevişmeyeli çok uzun zaman oldu, anımsadığı kadarıyla tam on sekiz aydır onunla yatmak isteyen
kimse çıkmadı, fiziksel bir ilişkiye öylesine aç ki, neredeyse başka hiçbir şey düşünemiyor. Her gece yatağında
mastürbasyon yapıyor ama mastürbasyon bir çözüm değil, sadece geçici bir rahatlık veriyor, dişiniz zonkladığı
zaman aspirin içmek gibi bir şey ve Ellen öpülmeden, sevilmeden daha ne kadar dayanabileceğini kestiremiyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa, sa:102)
“Onu yaklaşık beş yıldır görmemiştim. Yani şimdi, cenaze töreninde, yine gördüm. Dha geç gelmiş ve
bizden, bir zamanki arkadaşlarından biraz uzakta durmuştu. İki elinde de birer çocuk vardı, bir oğlan ve bir kız
ve daha tören sona ermeden yine gitmişti. Bundan sonra onu yine unutmaya çalışmıştım ama başaramadım.....
Cenaze töreninden sonra iki gün boyunca mastürbasyon krizlerine girdim, bir anlamda durmadan. Bu, o
zamanlar ustamın ve büyük arkadaşımın eşiyle yaşadığım ve aylarca süren aşk ilişkisi için alaycı ve korkunç bir
metafizik cezalandırma gibiydi.”
(Imre Kertesz, “Tasfiye”, sa:73)
“Ve sanki ağzından çıkanı bize derhal unutturmak ister gibi, yumruğunu masaya indirip sesini yükseltti:
‘Sevgili dostlar, müziğin hiçbir zaman var olmamasını isterdim! Oğlunu mastürbasyon yaparken yakalayan
Mahler’ın babasının kulağına okkalı bir şamar aşkedip, küçük Gustav’ı sağır etmesini, sonsuza kadar kemanı
trampetten ayırt edemeyecek hale getirmesini isterdim.’ ”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:405)
“Bir gün evdeki kadınlar onu odasında yerde boylu boyunca yatarken bulmuşlardı, bacaklarını açıp
eteğini kaldırmış, bilmem hangi şarkıyı söylüyor, bir yandan da mastürbasyon yapıyordu. Ben de sokulmuştum
merakla seyretmek için, ama kadınlar önümde engel oluşturmuşlardı, asıl önemli olanı zar zor görebilmiştim….
Dokuz yaşlarında falandım, daha fazla değil.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:61-2)
“New York’ta yalnız yaşıyordum. Dersler ve mektuplar dışında dış dünyayla olan bağlantım çok
sınırlıydı. İlk kez olarak mastürbasyon yapmaya başlamış ve sırf hayatımda gerçekleşen özel bir şey olduğu için
çok korkunç olduğunu düşünmüştüm.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:22)
Mas vale tarde que nunca : (İSP.,KOLL.) <Mas va’le tar’de ke nun’ka> : Bir yere hiç gitmemektense geç
gitmek evladır = Better late than never (İNG.)
Maşa; Maşası olmak : Korlu odun ya da ateşi tutmaya yarayan gereç; Birinin ekemanı, avanesi, yardakçısı
olmak
“İslamiyet hayırsever olmamız gerektiğini söylediği için bana iş verdiğini, fakat şimdi buna çok pişman
olduğunu söylüyor. Belli ki ben ya gizli servislerden birinin maşası ya da Leytan’ın eşçisiyim. Beni orada ve o
anda kovuyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:189)
Maşallah (Maaşallah, Maşşallah) : Tanrı nazardan saklasın; umulmadık anlarda duyulan şaşkınlık ve sitem
ifadesi
“Beni dikkatli dikkatli bir süzdü.
-Sen ne yaparsın? dedi.
-İş yapmam. Kötü kötü baktı:
-Aylak mı gezersin? Maşallah. Üstün başın da temiz. Boş ver! Yalan söyleme. Sen ne iş yaparsın?”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:75)
“-Maşallah, giysi yeni galiba!
-Evet, görmüyor musun, ipekli. İlk ipekli... Seninle sokağa beraber çıkarsak diye yapındım. Yünlü
yeldirmemle çıksam, benden utanırsın, değil mi?”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:338)
“OLIVIA - Telefon etmedim, Maitland, doğrudan doğruya gelmek daha iyi diye düşündüm.. Annem
nasıl?
MAITLAND - Onun sağlığı... şey... (Madamın açıklanamayacak sağlığı için bir şey bulmaya
çalışarak.) Maşallah aslan gibi.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:35)
“Çivi Esme: ‘Çocuk...’ dedi. ‘Bek ufacık maşşallah! Sesine bakın bir sesine! Sesi nasıl gartalmış?
Duttuğu sıpanın guyruğu altı ay yerine gelmeyecek...”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:17)
“ ‘Yetiştim nine diye bağırdı Ahmet. Maşallah!..’ dedi Irazca.
‘Büyümüşsün gayri. Babana deyim de seni nişanlasın.’ ”
(F. Bayburt, “Yılanların Öcü”, sa:97)
“Poçeçuyev korkuyla:
-Votka istediğine göre daha iyileşmemiş, dedi.
-Siz ne diyorsunuz, Prokl Lvoviç? Bu hastalıktan bir günde kurtulunur mu? Bir haftada iyileşirse öp de
başına koy. Öyle zayıf bünyeliler var ki, beş günde sonuç alırsınız, ama sizinki, maşallah, göbekli tüccar lar gibi
dayanıklı. Kolay kolay cinleri içinden kovamazsınız.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:130)
“Ne fon-Sohnluk’lar yaptın gene, üstelik yemekten kaçtın. Doğrusu insanda surat olmalı!.. Bende de
surat yoktur ama, seninki kösele maşallah! Atla bakalım, atla çabuk!
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:136)
“Bihruz Bey’in yüreği, bu karar üzerine bir az rahatlayarak o gün saat ona kadar yatak odasında
kaldıktan sonra, dadı kalfanın:
-Beyim! İyisin maşallah! Giyinip de azıcık hava almaya çıksan olmaz mı? Hava güzel, sokaklar adam
almıyor... Gezer eğlenirsin, hadi beyim hazırlan! yollu yüreklendirmesi üzerine giyindi.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:301)
“ELIZABETH - Hamlet’in annesi kayınbiraderi ile evlenir... Babam VIII. Henry de kardeşinin dul eşi
ile evlendi. Yengesiyle yani.
MAMA - Maşallah, bütün aile nasıl da birbiriyle sarmaş dolaş.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:33)
“Babam, Tour d’Argent’da yemek yiyeceğimizi öğrenince, ‘Maşallah!’ dedi. ‘Hiçbir şeyden aşağı
kalmıyorsunuz’ demek isteyince böyle söylerdi.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:51)
“LELIO - Ben Napoli’li bir şövalyenin asil oğluyum.
ARLECCHINO - Maaşallah hem şövalye imiş; hem de Napoli’li. İki yalanı birden kıvırdı!”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:18)
“O yıl, her kök on tel ve on başak vermişti. Başaklarda da, maşallah, bir cılk tane yoktu. Ürün tıkırında
diye, için için keyiflenen Çopur Mehmet, artık düşünde arpa, hülyasında çavdar sayıklıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
“Sekine Hanım:
‘Hem de maşallah, ne kadar serpildi, toplandı, güzelleşti,’ diyordu. ‘Gitmezden evvel, bilekleri
ipincecik, benzi sapsarıydı ve gözlerinde fer kalmamıştı... Şimdi bakıyorum, yanakları adeta pembe pembe
pençeleşti, gözlerine can geldi.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:78)
“hanım dedi nazarlık vardır
gömleğinin altında senin
hem sana büyü yapmamışsa
şükret
hamdolsun iyisin maşallah dedi”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:26)
“Ok yaydan fırlamıştı. Katip de salıverdi keçenin dört ucunu:
-Maşallah! Bakıyorum mahkumlarla konuşur gibi konuşuyorsun?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63)
“ ‘Bizim İnce Memed. Maşallah tosun gibi olmuş. Babayiğit. Ben de bugünlerde duruyor duruyor senin
lafını ediyordum. Noldu bu çocuğa? diyordum. Demek yüreğime doğuyormuş.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:115)
“ ‘Maşallah,’ dedim. ‘Bu yaşta hala çalışmak...’
‘Ellere muhtaç olmakdansa...’ dedi.
‘Çok iyi,’ dedim. ‘Ama yorulursunuz...’
‘Yoruluyorum, yoruluyorum ama, bu dünyada gözden göze hayır yok.’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:129)
“Necib’in söylediği birkaç söz üzerine merak, siteme döndü, ‘Hani dün gece gelecektiniz? Maşallah,
gerçekten sözünüzün erisiniz...’ ”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:315)
“ ‘... Biri de şaşırıp: ‘Maşallah!’ demez. Bu ‘Maşallah’ lafı da mı parayla reziller? Bu bizim köylümüz,
göz hasediyle ordu bozan bir millet...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:139)
Maşatlık taşı gibi dikilmek : Yahudi mezarlığı dikitleri gibi diklmek
“Mangalın başında kabukları yarılmış, kızarmış kestaneler diziliydi. Bir kıvılcım sıçradı. Canı pek
istemiyordu amaa kabuklarını soydurup biraz alsa belki... Kestaneci bağırdı:
-Ne dikildin orda ulan; yol üstünde maşatlık taşı gibi. Bas git hadi!”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:106)
Maşlah : Eskiden genellikle kadınların giydikleri tek parça, kolsuz sabahlık
“Aslında buranın kadısı ünlüydü, ‘Kabak Kadı’ derlerdi. Her işi yoluna kor, her kördüğümü çözerdi.
Arkasına turuncu bir maşlah giyerek, kırmızı şemsiyesiyle çarşıdan bir geçişi, kocaman gövdesini tutarak olur
olmaz şeylere öyle bir gülüşü vardı ki, halk bayılırdı.”
(R.H. Karay, “Memleket Öyküleri-Boz Eşek”, sa:99)
Maşuk : İki aşıktan bir diğeri; İki sevgilinin biri ‘aşık’sa, diğeri ‘maşuk’tur (aşık olan ve olunan; ‘aşk’ ve
‘meşk’ gibi
“Kızlığını mı esirgiyorsun? Neye yarar!
Boyladığın zaman Hades’i, ne aşık
bulacaksın orada, ne maşuk! Yaşam denen
şu toprakta yatıyor Aşk’ın sunduğu
bütün sevinç. Ama Akheron’da, sevgili bakire,
yatacağız tozlar, küllerle koyun koyuna.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:57)
Matah olmak : Değerli bir şey ya da kimse olmak (Daha çok küçümseme kastıyla kullanılır: ‘Onun ne matah
olduğu zaten belliydi!’ kabilinden
“Kızarmış ekmekten iri bir parçayı eliyle kopardı, bir yandan kemirirken bir yandan sabah tuvaletini
tamamlamaya girişti. Akşam yemeğinin pek matah olmadığını hatırladı. Kendimi konyakla zehirlemeseydim bu
sabah kurtlar gibi aç olurdum diye düşündü.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:22)
“Bizimse ne üstümüzde vardı, ne başımızda, ne de halimizden tavrımızdan bir matah olduğumuz
belliydi. Bir söz vardır: Sefalet suç ortaklarını barındırır diye. Bu gerçekten doğruydu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:226)
“Üstelik Şen Kredi -bu şimdi söyleyeceğimi hakikaten önceden görmek gerekir, çünkü sonradan sıkı bir
yumruk yemiş gibi olursunuz- pazarlık koşullarına her zaman sadık kalmak zorunda da değildir. Ellesmere
Sokağı ilk yapıldığında, Platt’ın Çayırı adını taşıyan bir açık alanı da vardı, pek matah bir yer değildi, fakat
çocukların oynaması için iyiydi.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:17)
Mater dolorosa : (LATIN,DİN) <Mater dolo’roza> : Kederlerin annesi, kederli anne (Hz. Meryem) =
Mother of Sorrows, Reference to the Virgin Mary (İNG.)
Mat etmek : Yenmek, galip gelmek; Bilhassa Satranç oyununda: “Şahmat - Kral’ı esir alıp” oyunu yenmek
“Yüksek topluluklara ait bir kabul nezaketi konusunu tartışırken söz bulmakta yetersiz kaldı: ‘Mamafih,
ben birçok yüksek topluluklara girdim, çıktım, gözümle gördüm!’ diye beni mat etmek istedi. O vakit, mağrur,
alaycı tavırla yüzüne baktım, gülümseyerek:
-Evet, ama, yalnız girip çıkmak yeterli değil. İnsanın o çevrede doğal hayatını yaşaması da gerekir,
dedim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:293)
“Ey halife <Adem> oğulları, insaf edip vaat edilen gün için ihtiyatlı davranın.
Babanızdan öç alıp onu yücelerden zindana sürükleyen o düşman (şeytan)...
Gönül satrancının şahını mat ederek cennetten uzaklaştırılıp afetlerin maskarası kıldı.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:246)
“McConnor tahtaya öyle sabit bakıyordu ki, sanki taşları iradeyle kazanamak, mıknatıslamak istiyordu;
soğuk bakışlı rakibinin yüzüne büyük bir zevkle ‘Mat!’ diye bağırmak için bin doları da seve seve feda ederdi,
adım gibi emindim bundan.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:27)
Matkap : Delgi: maden, beton, kaba ve kalın tahta gibi cisimleri oyabilen marangozluk aleti; Erkek cinsel
organı (Argo)
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin aşk yapmak, sevişmek yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.....Göğüsleri onun
ikiz kızları, aptal karılar. Penisine kah kılıç diyor, kah höpürdeten, kah mızrak, yıldırım, matkap...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
Matmazel : Fransızcadan alıntı: Evlenmemiş genç bayan (mademoiselle); Genellikle evlerde çocuk bakıcıları
“Matmazel, bayılacak haldeydi:
-Güzelim elbise gitti, diye adeta saçını, başını yoluyordu. Kamran mantoyu bir ucundan tuttu ve
gülerek:
-Yenilgini artık kabullenmen gerek Feride, dedi. Aç, elbiseni göreyim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:108)
“Saat on bir buçuktu. Çocuklar ve Matmazel Jungmann koridordaki odalarında uyuyorlardı, çünkü boş
olan ikinci kat yabancı konuklar için kullanılıyordu. Bayan Konsül sarı kumaşlı kanapede kocasının yanında
oturuyordu, kocası ağzında puro ile ‘Stadtische Anzeige’ gazetesinin borsa haberlerine göz gezdiriyordu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:70)
“Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için
beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız
ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de
istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101)
“Candide Pérgord’lu rahiple birlikte dönerken Matmazel Cunégonde’a ihanet ettiği için biraz vicdan
azabı duydu. Abbé de onun acısını paylaştı. Candide’in oyunda kaybettiği elli bin frankla, yarı armağan edilen,
yarı aşırılan iki elmasta onun da ufak bir payı vardı. Niyeti Candide’in saflığı yüzünden elde edeceği çıkarları
elinden geldiğince artırmaktı. Ona epeyce Matmazel Cunégonde’dan söz etti.”
(Voltaire, “Candide”, sa:98)
Mat olmak : Yenilmek, mağlup olmak
“Ahmet, bunu da yeni fark etti. Kendi kendine söylendi: ‘Haloğlu, deyzoğlu... Nereden nereye? Çok
yanış iş duttuk...Yanış iç duttuk... Korktu deyecekler... En başta garılar. Mat olduk, mat...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği’, sa:20)
“Darya Mihaylovna el çırparak:
-Bravo, bravo, Pigasov mat oldu, mat oldu! Diye haykırdı ve Rudin şapkasını yavaşçacık elinden
çekiverdi.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:51)
Matrak : Şen, şakacı, eğlence seven; Tuhaf, acayip şey (Argo)
“Bazan kapısı açık bir yazıhanede bir başkasıyla konuşur gibi tavırlar alan şişman adamın komik bir
vaziyette, bir acayip matrağı kulağına götürdüğünü ve bir acayip makineye bir şeyler söylediğini görürlerdi.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:17)
“ESTRAGON - (Gülmekten kırılır.) Ne matrak adam!
POZZO - Bir yerde gördünüz mü? (VLADIMIR’in yokluğunu fark eder. Üzgün.) A! Gitmiş!.. Bir
allahaısmarladık bile demeden! Nasıl yapar bunu! Onu tutmanız gerekirdi.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:68)
“... yoksa Merano’ya bir kız arkadaşıyla buluşmaya mı gitmeliydi? İzindeyken savaşın sona ermesinden
korkuyordu biraz; gerçi böylesi matrak olurdu, ama kariyerine zarar verirdi.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş”, sa:13)
“Mahallenin kızları, başları açık, kol kola girmişlerdi ve öbeklerin birini onlar oluşturuyorlardı. Öbür
yandan, delikanlılar, kızların başlarını döndürüp güldükleri matrak şeyler söylüyorlardı.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:37)
“İYİ BİR ARKADAŞTI
---------------------------Gözleri gözlerimizde
Hüzünlü bir arkadaştı.
Başı baş aşağıydı
Ateşi düşündüğünüz yerde
Yok hayır kıçındaydı.
Matrak bir arkadaştı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:31)
“Sonra yeniden yatağa uzanıp, ‘Yahu, Şvayk,’ dedi, ‘matrak bir askerlik hikayesi anlat da neşemiz
yerine gelsin.’
‘Anlatayım anlatmasına da, ya telefon çalarsa?’
‘Ulan Şvayk, amma cins adamsın haa! Bağlantıyı kes, ahizeyi açık tut, ne bileyim, yap bir şey işte.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430)
“ ‘Tilkiler uyurken, vücutlarını sıcak tutmak için kuyruklarına sarınırlarmış.’
‘Ne hoştur kim bilir.’
‘Tilkilerinki gibi bir kuyruğum olmasını ister dururdum. Tilki gibi kuyruklarımız olsaydı amma da
matrak olurdu değil mi?’
‘Ama giyinirken akla karayı seçerdin sonra.’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:274)
“PATRON - (Eşikten, AMEDEE’ye.) Siz de amma matrak iş yapıyorsunuz ha!... Vay! Ama bu benim
kiracım, yahu... Bay Amadéee bu.... Karınız nasıl? (Düdük sesleri duyulur.) Aynasızlar geliyor.
AMEDEE - (Taş kesilip durur.) Hastir, polis!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:128)
“İster misin bu adam büyük bir casus olsun! Arkamızda da onu takip eden istihbarat örgütlerine ait bir
araba! Bizi bir yerde kıstırsınlar, arabadan fırlayan ajanlar tabancalarını çekip profesörü kaçırsınlar, benim de
elimi ayağımı bağlayıp bir zindana atsınlar... Ne matrak bir macera olurdu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:27)
“Çeteden birinden çalsam, Kıvırcık’tan, ya da şu Boa hayvanından, ama sınav var, kimyadan bir daha
çakmamalıyım. Köle’den aşırsam amma matrak olur, bir keresinde Vallano’ya söylemiştim, doğru da, ölünün
birini dövsen kendini cesur sanırsın, ama umutsuzsun demiştim. Bütün zenciler gibi Vallano da korkağın teki,
gözlerinden okunuyor o panik, o sıçramalar, pijamamı çalanı geberteceğim…”
(M.V. llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:22)
“Çevremdeki yüzlerin sıklaştığını görüyordum. Beyaz, siyah suratlardan sonu gelmeyen bir kuyruk.
Sıcaklık dayanılmazdı. Ama ben işin matrak yanlarını düşünecek kadar iyileşmiştim: Kapıya, suratımı görmek
isteyenlere bilet satacak bir adam yerleştirilebilirdi diye düşünüyordum.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:110)
“Muhittin: ‘Ömer’in evlenmesi de matrak olacak ha!’ dedi.
Refik boş boş baktı: ‘Niye?’
Muhittin: ‘Doğru, bunu ona anlatamam!’ diye düşündü.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:155)
“Aile içinde, tıpkı Gunsbach ve Pfaffenhofen’deki kuzenlerimiz gibi, alçak sesle pis Almanları
alaylarımızla öldürüyoruz; bir Fransızca ödevde, ‘Charlotte, Werther’in mezarında çektiği acılar yüzünden
kötürüm olmuştu,’ diye yazan öğrenci kıza hiç bıkmadan belki yüz kere gülüyoruz; bir yemekte önündeki
kavuna tedirginlikle bakan ve sonunda onu, hem çekirdekleriyle hem de kabuğuyla birlikte yiyen genç profesörle
matrak geçiyoruz.”
(J.-P. Sartre, “Sözlükler”, sa:30)
“Mario :
-Fransızca bilmez, dedi; ama matrak heriftir. İtalyanca bilir misin sen?
-Hayır, dedi Koca Louis.
-Boşver, zarar yok, öğle de olsa matraktır, göreceksin ya!”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:160)
“ ‘Grego, sen çok matrak herifsin’ Gerçekten de, hem kendim için, hem senin için düşünmek
zorundayım.’
‘Evet ama, kavga gelip çattı mı bana güvenebilirsin.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:23)
maundy : (HIRİS.MYTH.,İNG.) <mon’di> : Katoliklerde fakirlerin ayağını yıkama ayini: İngiliz kralının
Paskalya arifesinde özel adamlarla fakirlere para dağıtması : maundy money; Maundy Thursday :
Paskalya’dan evvelki Perşembe günü, Büyük Perşembe
Mausoleum : (LAT,HIRİS.,DİN,SAN.) <Mosoli’um> : Sanatla bezenmiş-tezyin olunmuş büyük türbe; Eski
Karya kralı Mausolos için Bodrum’da imar edilen ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan Türbe
^
Mauvais gout : (FR.,SANAT,KOLL.) <mo’ve gut> : Estetik bakımdan kötü zevk = Bad taste from an
esthetic point of view (İNG.)
mauvaise honte : (FR., KOLL.,DAVR.,PSYCH.) <mo’vez : kötü, hont : mahçupluk, utangaçlık>; Yersiz
utangaçlık, aşırı mahçupluk
mauve : (SAN.,RENK,FR.) <mo’v> -isim- ve -sıfat- :
anilinden çıkarılan mor boya
Leylak rengi; pembeye yakın açık mor; mov;
Mauves şarabı : (İÇKİ,, FR.,KOLL.) <Mov’z> Geçmiş yıllarda Fransa’nın Bordeaux bölgesinden elde edilen
üzümden yapılı gözde şaraplarından biri
(Yeni Redhouse Lügati)
“Adam yedikçe canlanıyordu, Ağabeyim ona, o güzel Mauves şarabından içiriyordu. Oysa kendisi
pahalı olduğu için bu şaraptan içmez. Ağabeyim bütün bu ayrıntıları, sizin de bildiğiniz o doğal neşesiyle pek
beğendiğim bir tarzda araya başka sözler katarak adama anlatıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:141)
Maval (anlatmak) okumak; Mavalları külahıma anlatın : Palavra atmak, yalan şeyler söylemek (Argo)
“ ‘Siz bu mavalları külahıma anlatın!’ diye bağırdı hancı. ‘Sanki elimde beş parmak olduğunu
bilmezmişim, nasırımın acısını çekmezmişim gibi... Bana palavra atmaya kalkmayın, çocuk değilim ben. Bütün
şu hoş romanların uyduruk şeylerle, yalanlarla dolu olduğunu iddia etmeniz epey nazik bir davranış doğrusu.
Fakat şunu unutmayın ki, Krallık Meclisi’nin onayıyla basılıyor bunlar. O koca koca beyler, insanların aklını
başından alsın diye mi bastırıyorlar bunca mavalı, bunca savaş ve büyü hikayesini?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:246)
“ROSA -... İyi anlayabiliyor musun Lucia?
LUCIA - Çok iyi.
ROSA - Sevindim! Bir sürü mavallar anlattılar bana... Allahtan yalanmış... yoksa şimdi çoban
köpekleriyle dolaşıyor olacaktım...”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:57)
“MADELEINE - Öyleyse, hep böyle ölçülüysen, ciddi bir şeyin yoksa, her şeyin sapsağlamsa, aklın
başın yerindeyse, haydi bakalım, çalış, yaz başyapıtlarını!...
AMEDEE - Esin gelmiyor.
MADELEINE - Hep aynı maval! Başkaları nasıl yapıyor? On beş yıldır esinin kurudu!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:44)
“ ‘... Ne demek istediğimi biliyorsun!’
-Evet, biliyorum, ama acaba burada bir işim, evim, çocuklarım olduğunu unuttun mu?
-Dinle, Gustaf’ı tanırım. Ülkene dönmen için her şeyi yapacaktır. Kızlarına gelince; bana maval
okuma! Onlar ne zamandır kendi hayatlarını yaşıyorlar zaten! Tanrım, Irena, ülkende olanlar son derece
büyüleyici. Böyle durumlarda işler her zaman yoluna girer.”
(M. Kundera, “Bilmemek”, sa:7)
“Tüm bu olanlardan sonra bir gün aptal bir hemşire gelip şu salak soruyu soruyor:
‘Bugün nasılsın, Willie?’
‘Oo, iyiyim, teşekkürler.’
‘Sen bizlere bir sürü maval okuyorsun, değil mi Willie? Tüm bunlar pişmanlık duyguları. Sen kendini
gerçekten üzgün ve suçlu hissetmiyorsun!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:123)
“Beni dikkatle dinler görünüyordu, ama okuduğum maval onu hiç sarmamıştı. Bunu yüzünün
ifadesinden anlıyordum. İkide bir sözümü keserek:
‘Bu anlattığınız da aşk mı yani? Siz buna aşk mı diyorsunuz? Diyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:49)
maverick : (KOLL.,İNG.) <mav’rik> : Damgalanmamış ve sahipsiz dana; başıboş buzağı; Yeteneğine
karşın bir baltaya sap olmamış, sahipsiz erkek
Mavi kan:
(İng.: Blue blood) Avrupada asil ailelerin mensuplarına “mavi kanlı” derler (İ.E.)
“Pancurların arkasına gizlenen Fausta, onun dönüşünü bekliyordu. Herkesi kıskanan M... kontu Bay
Joseph Bossi’yi özellikle kıskandı ve gülünç sözlüklerle öfekelendi. Bunun üzerine, kahramanımız her sabah ona
şu sözleri içeren bir mektup gönderdi:
‘B. Joseph Bossi, rahatsız edici böcekleri yok eder ve Larga sokağı, No.79, Pelegrino hanında oturur.’
Büyük servetinin, mavi kanının ve otuz uşağının kahramanlığının kendisine her yerde sağladığı saygı
gösterilerine alışan M.... kontu bu küçük pusulanın dilini anlamamazlıktan geldi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:255)
Mavi yayı vermek : Birinci Dünya Harbi döneminde, Avusturya ordusunda, emekli edilenlere verilen ad
“1912 yazı – Viyana tren garında ağabeyi onu bekliyordu. Daha tam sarılmadan ağabeyine sordu:
‘Babamın nesi var?’ Eduard tereddüt etti. ‘Henüz benimle konuşmadı. Sanırım senin de gelmeni bekliyor. Ama
aslında ben olayın ne olduğunu tahmin edebiliyorum. Korkarım ona mavi yayı verdiler.’ ‘Mavi yay mı?’ Clarissa
ağabeyine anlamadan baktı. ‘Evet, bizde emekli edilenler için böyle denir. Uzun zamandır bununla ilgili
dedikodular duyuyordum. Ordu gazetesi kuşkusuz yukardakilerden destek bularak kitabına saldırdığından beri
bakanlıkta ya da Genelkurmay’da istenmediği bilinen bir şey.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:34)
Mayolika :
(İTA. SAN.): Rönesans dönemine ait İtalyan çinisi
“Hıçkırıklar içinde şöyle devam etti:
-Oğlum Rafaello, benim zavallı karımın, on beş yıldır ölümüne gözyaşı döktüğüm karıcığımın oğlu
Rafaello, Ekselans, işte o Paris’e yerleşmek istedi; tuttu Lafitte sokağında bir dükkan kiraladı, orada ilgi çekici
eski şeyler satmak istiyordu. ... Elimde ne varsa verdim, en güzel mayolika’larımı, en güzel Urbino fayanslarını,
üstatlara ait tablolarımı, ama ne tablolar, sinyor! Verdim hepsini. Onları kafamda canlandırdığım zaman halen
gözlerimi kamaştırırlar! Üstelik hepsi de özel imzalı. En sonunda ona ‘Altın Menkıbe!’nin <Bk!:> elyazmasını
da verdim. Ona etimi, kanımı bile verirdim. O benim tek oğlım! Benim aziz karıcığımın oğlu.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:45)
Maya : (HİNT MYTH.): Brahmanlıkta ‘nesneler dünyası’ ile özdeştirilen sözcük; Brahman’ın içimizdeki
Atman olduğunu savunan inanç. Hindu dinine göre, şeytanlar her türlü hileye başvurarak insanlara ve tanrıya
egemen olmayı dener, tanrılar da daha üstün hilelerle onları alt eymeye çalışırlar. Hint mitolojisinin saha
sonraki çağlarında insan biçimine girmiş olan Maya, ölüm tanrısı Mirityu’nun annesidir. Maya aynı zamanda
Budda’nın annesinin de adıdır. Hint felsefesindeyse bu sözcük, birer simge olarak varsayılan dünya varlıkları,
uzaysal imgeler anlamına gelir.
“Bunun üzerine Govanda: ‘Ama senin ‘nesneler’ dediğin şey gerçeklik taşıyor mu, bir varlık sahibi
mi?’ diye sordu. ‘Acaba yalnızca Maya’nın bir göz boyaması, yalnızca bir hayal, bir görünüş değil mi? Senin taş,
senin ağaç, senin ırmak - bunlar gerçek şeyler mi peki?’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:170-1)
“Sonra kendi kendime güldüm. Sen inansan ne olur, inanmasan ne olur be kızım, dedim. Haddini bil!
Bodrum yolunda Nazi’leri, Nietzsche’yi, Auschwitz’deki cüceleri düşünsen de, sonuçta işinden atılmış, bütün
Türkiye’nin gözünde adı orospuya çıkmış dul bir kadınsın. Ama bunları düşünmek bile keyfimi bozmadı. İçimde
yeni bir başlangıç, yeni bir hayat, uyeni bir mücadele azmi belirmişti. Maya’dan bir Maya daha doğuyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:421)
“Savaşçı soyundan gelen sığır yetiştiricisi Sumantra’nın kızı güzel kalçalı Sita ile (deyim yerindeyse)
iki kocasının öyküsü, dinleyenden en üstün ruh gücü bekleyecek ve Maya’nın acımasız gözboyacılığına karşı
bütün zekasını kullanmasını gerektirecek kadar kanlı ve şaşırtıcıdır. Dinleyenlerin, öyküyü anlatanın
dayanıklılığını kendilerine örnek tutmaları dilenir; çünkü; böyle bir öyküyü anlatmak, dinlemekten çok daha
fazla gözüpekliği gerektirir.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:15)
Mayası bozuk : Karakterine güvenilmez, üç kağıtçı, soysuz, sütü bozuk, cibilliyetsiz
“Şehrin bütün ahalisi düşündüler, Çelebi hazretlerinin aleyhinde taşkınlıklar gösterip ona: ‘Mutlaka bu
şehirden çıkıp gitmesi lazımdır. Arkadaşlarınızın terbiyesizliği yüzünden bütün sahra yanıp kavruldu. Yüce
Tanrı kahretmiş yağmur göndermiyor’ dediler. Bunun üzerine Çelebi hazretleri büyük bir hiddet gösterip: ‘Ey
mayası bozuk eşekler! Sizin bizimle ve müritlerimizle ne işiniz var? Sizin maksadınız yağmurun yağması ve
onun semeresini elde etmemektir. Siz kendi işinize gidiniz.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:274)
“HAMLET -… Coşmak için onda benim nedenlerim olsaydı ne yapardı kim bilir? Sahneyi göz yaşına
boğar; herkesin kulağını korkunç bir hitabeyle yırtardı; suçluyu çıldırtır, suçsuzu dehşete düşürür, cahili şaşkın
ederdi; görüp işitenleri gerçekten hayretlere salardı. Halbuki ben sersem, mayası bozuk herif, sade rüyalarda var
olan insanlardanmışım gibi, gayem gerçekleşmeden, eriyip ortadan siliniyorum..”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:77)
Mayası pislikle ateşten yoğurulmuş (mahluk, maskara) :
gibi) bir mahluk ya da kimseye söylenebilecek bir ilenç
En aşağılık, cehennemlik sayılabilecek (şeytan
“MEPHISTOPHELES - Ey hayalperest ve duygularına yenik aşık, küçücük bir kız, seni burnundan
tutmuş, sürüklüyor.
FAUST - Haydi oradan, mayası pislikle ateşten yoğrulmuş maskara!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:187)
Mayasız ekmek :
ekmek
(IBR.) (MYTH) : .Mayasız hamurdan yapılan, Musevi ayinlerinde kullanılan şaraplı kutsal
“Ona, Fransızca ve Latince olarak, küçük çocukları boğazladığı ve kutsanmış mayasız ekmeği
hançerlediği için, günahlı ve cani olduğu şeklinde yanıt verdim. Serin sabah rüzgarı bacaklarımı şöyle bir
yalayarak bana yarı çıplak dolaştığımı anımsattı. Bundan biraz sıkıntı duydum; çünkü oğlum, pantolonsuz bir
adam, kutsal gerçekleri ortaya çıkarmak, yanılgıyı allak bullak etmek ve suçun arkasına düşmek için
uıygunsuzdur.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:103)
Maya tutmamak : Oluşmamak, bir sonuca varamamak
“ İNSAN BAŞLI YILAN - Gerçeğe ne adıyorsun Cudana?
CUDANA - Benden ne isterse. Neyimi isterse. Oğulsuzluktan evlat edindim geceleri. Ne zamandır
günlerim maya tutmuyor, gözlerim uçurumlar gibi şehla.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:102)
Mayhoş, mayhoşça : Hafif ekşi tat (içki, yemek); (Fig.) Bozulmaya yönelmiş ilişki; (Psik.) Akli dengesi pek
yerinde olmayan
“-Haha... Topçulardan, Topçulardan... Tastamamilen ta kendisi... Kendisinin birazcık mayhoşçadır
halleri...
-Mayhoşça ne demek?
-Yaniya, sözün misali tahtaravallidir bir parça akıl tarafından...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:104)
“Bizler, iştahamızı kamçilamak üzere,
Damağımıza mayhoş karışımlar katarız;
Engel olalım diye görünmez illetlere,
Önce ilacı içip sonra hasta yatarız.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:118, sa:277)
“SÜVEYŞ <1957>
Dengesini uzun bıyıklarına borçlu yürürken
Son derece ince bir kadın yüzünden sallantılı
Sevişken bir orospu en mayhoş tenlisi Ortadoğunun
Çeşmeden su içer gibi kolay rahat
Avucunu çenesine dayayıp öptüğü”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:41)
Mayışık; mayışmak; mayıştırmak : Kendinden geçmiş, gevşemiş (içkiden ya da zevkten); çok ilgi duyulan bir
kimseye baygın baygın bakmak
“Hızla ilerleyen metro vagonunun içindeki Katherine Solomon, sert plastik koltukta rahatsız bir şekilde
kıpırdandı. Tepedeki parlak floresan ışıklar gözlerini yakıyordu. Kapanmak isteyen gözkapaklarına bir saniye
bile izin vermedi. Boş vagonda onun yanında oturan Langdon, ayaklarının dibindeki deri çantaya boş gözlerle
bakıyordu. Vagonun ritmik sallantısı yüzünden mayışmış gibi görünen profesörün gözkapakları ağırlaşmıştı.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:311)
“Pasifik tuzunun ağır yapışkanlığından sonra tatlı suyun serinliği ferahlık veriyordu; sabah yedide bile
sıcak olan okyanusta yüzmek insanı canlandırmıyor, tersine mayıştırıyordu.”
(S. Maugham, “Pacifik Öyküleri”, sa:15)
Maymun iştahlı olmak : Hiçbir işe kendini tümüyle verememek, işte ya da arkadaşlıkta daldan dala atlamak,
sebatlı olmamak, hevesini çabuk yitiren
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
VI
-----------------------Çalışma gücü var sende, maymun iştahlı
ya da iyi niyetli,
hiç de burjuva olmayan sanatlar doğuyor bu güçten
-----------------------her şeyin özgürlük içinde karşılıksız
bir sevgi seline, gülümsemelere ve günışığına
dönüşeceği
çelikten olmayan trenler ve gemiler doğuyor.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“Fotoğraf çekmeyi sürdürürse, geçimini sağlayabilecek duruma gelinceye kadar bütün giderlerini
Babası karşılayacaktı. Bunun için belirli bir süre olmayacaktı, tek koşuk Maria’nın maymun iştahlılık edip
foroğraf çekmekten vazgeçmemesiydi.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:65)
“... Langhe Bölgesinde bir sürgün olan Viladimir Nabokov değilse ve elyazması bu maymun iştahlı
ahlak düşkününün öteki yüzünü göstermiyorsa, olağanüstü öyküsü hakkında bir fikir oluşturabilir kafasında ve
böylece en sonunda bu sayfalardan gizli bir ders çıkarabilir: Hovarda kılığı altında daha yüksek bir ahlak yatar.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:16)
“Gerçi, arzularının birçoğundan doyum sağlıyordu. Fakat, o kadar ağır bir şekilde ve o kadar
güçlüklerle ki, hepsinin sonunda ilk hazından eser kalmıyordu. Zaten pek maymun iştahlıydı, birçok gürültü,
birçok inat ve ısrar ile istediği şeyler olur olmaz, kalbine derhal bir bıkkınlık gelir ve biraz evvelki arzusu hemen
bir isteksizliğe dönüverirdi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:29-30)
“Nedime Hanım Kamil Bey’e döndü:
-Bunları hep denemeler gibi yapmışsınız. Ne kadar çeşitli çalışma böyle...
-Evet, karmakarışık... Ben pek maymun iştahlıyım. Bazı resim yaparım. Resimde bazı pastel, bazı sulu
boya, bazı yağlı boya, bazı karakalem olur. Bazı gravür için tahta oyarım.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:158)
“Pek çok gencin umutsuzluğu, rastlantıdan doğan bir umutsuzluktur. Rastlantının olduğu yerde tasarı
yoktur, bu ikisi birbirlerinin karşıtlarıdır. Rastlantı, maymun iştahlı, havaidir, nesneleri o anın kestirilemeyen
kaprisine göre yönetir. Oysa tasarının, derin kökleri vardır.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:197)
Mayna, Mayna etmek, indirmek : Yelken, Yelken indirmek; Kavga gürültüyü kesmek, durdurmak
Bk.: Yelkenler Mayna
“.... dört başı mamur kavga öğle vakti biraz yemek paydosu verilip öğleden sonra aynı tertiple tekrar
başlayarak akşam erkekler evlerine dönünceye kadar sürdüğü ve akşam geç vakit, gerek kendi erkeklerinin,
gerek mahalle imam, muhtar, bekçisi ile polislerin müdahalesi üzerine güç yatıştırıldığı halde her iki taraftan da
hiç bir kimse, değil hafif bir tokat, bir minicik fiske bile yemedi. Kavga, akşam ezanı ile birlikte yine çalgı,
ahenk arasında, tıpkı bir düğün, dernek, eğlence biter gibi tatlı tatlı mayna oldu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:186-7)
Maytaba almak : Alaya almak, dalga geçmek, eğlenmek
“Haçça:
‘Bu Fatma’nın kalbi çok saf Bayram!’ dedi.
‘Ne bildin?’ dedi Bayram.
‘Ne bilmesi var mı? Saf olmasa seninle böyle dalga mı geçer? Daha dün kanlı bıçaklı olduk. Evimize
çıkıp gelmesi yetmiyormuş gibi bir de kalkmış seni maytaba alıyor.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:227)
“ ‘... Kont Vaklav Vratislav Netolitski tarafından restore ettirilmiş Azize Katerina Kilisesi’ne gideriz,
kasabamızın okulu, postanesi, telgrafhanesi, tren istasyonu, şeker fabrikası, bıçkıhanesi vardır, her yıl altı
panayır düzenlenir.’ Teğmen Mok, o anda Pek’in üstüne atladığı gibi başladı yumruklamaya: ‘Ulan, itoğlu it!
Beni maytaba mı alıyorsun? Görürsün sen şimdi altı panayırı! Bu bir... Bu iki... Bu üç...’ ”
(Y. Haşek, Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:422)
Mazaret, mazaret bulmak :
Bahane, yapmak istemediğimiz bir iş için gerekçe aramaya kalkışmak
“ ‘Hiçbir zaman geveze biri olmadım, ama bu akşam artık hödüklüğün sınırlarındayım... Affedersin!
Tek mazaret, iki gün içinde bulunduğum çevrenin yoğunlaşmaya elverişli olması. Kağıda yazmayı bıraksam,
kafamda yazmaya devam ediyorum.’
‘Sessizlik, dağ, ışık, ufuktaki deniz, fıstıkçamlarının temizlediği hava...’
‘Ve iyi yürekli bir tanrıçanın tutsağı olma duygusu.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:102)
Mazhar Osmanı boylamak : Tımarhaneye, özellikle Bakırköy’e yatırılmak düşmek, yatırılmak -Akıl
hastalarını, 1927’de Toptaşı Bimarhanesinden Bakırköy’e taşıyıp İstanbul Üniversitesi’nin ilk Psikiyatri
Kliniğini kuran, bu bilim dalını modernleştiren, en son öğrencisi olmakla iftihar ettiğim büyük, ünlü Türk
Psikiyatrı Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Usman’a (1881-1951) gönderme yapmak
“Baktık olacak gibi değil, o gidişle ya fazla efkarlanıp Mazharosmanı boylayacağım, yahut geliş gidiş
aynasızların eline düşeceğiz, kalktık, şoför muavini olduk. Günde iki üç kağıt çıkarıp gül gibi geçiniyoruz.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51)
“Eşref Peygamber, Toptaşı Bimarhanesi’nin Bakırköye’e naklinin dokuzuncu yılında, hastane
başhekimi Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Usman’a bir şiirle şu şekilde başvurmuş:
‘Başhekim Mazhar Usman’a:
Beyefendi, beni çıkar, yeter artık çektiğim
Çıkarmana sebep olsun bulup esrar içtiğim.
---------------------------------------------------
Olmaz benim şimden sonra kimselere zararım
Gayrı çıkmak istiyorum, kat’idir bu kararım.
Teşrinievvel <Ekim> 1935”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:62)
Mazlum :
Uğradığı haksızlıklardan ve şiddetten <zulüm> boynu bükük hale düşmüş kimse
“Sonunda bunu Karl’a söyleyişim dramatik değildi. Bendeki mazlum özelliğini sevmediğini söyledi.
‘Bütün mazlumların arkasında şirret bir kadın vardır.’ Sadece olanların kendisine söylenmesini istediğini
söylüyor ve bu doğru. Ona bir şeyi hemen söylediğimde, sesim derin ve kararlı çıktığı sürece kavga etmiyor,
esnek ve uysal davranıyor. Ama duygularımı geciktirdikten sonra yeniden ortaya çıkarmaya başladığımda
sesimdeki en hafif keskin tonu fark ediyor, bana karşı çıkıyor ve kazandığım bütün noktalarda kaybediyorum.”
(I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:88)
Mazoşist (Masochist) :
(PSYCH.)
Kendine acı, ıstırap çektirmekten hoşlanan kimse; S a d i z m’in zıddı
“Klinik gözlemler, mazoşizm’de, sadizm’de ek olarak gördüğümüz içgüdüsel öge’nin mevcut olduğunu,
fakat bu kez, nesne’nin kendi üzerine yönlendirdiğini esinlemektedirler. İlke itibariyle, bir içgüdü’nün bir
nesne’den ego’ya ya da ego’dan bir nesne’ye dönüşü konusunda hiçbir fark yoktur. Mazoşizm, yani içgüdü’nün
nesne’nin kendi ego’suna dönüşü, o içgüdünün özgeçmişine bir dönüşü, yani ‘regresyonu’ndan ibarettir.
Bununla beraber ayrı bir klinik entite olarak ‘ilkel mazoşizm’in = primary masochism’in var olabileceğini de
kabullenmeliyiz.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:112)
“Birincisi, çabucak ve soluksuz bir şekilde ara sıra kendinden-nefret nakaratını vurgulayan metaforları
kullanarak çizdiği kendi portresiydi. Her konuda mazoşist olan birisi. Bütün hayatı boyunca kendi ihtiyaç ve
zevklerini ihmal etmiş. Kendine hiç saygısı yok.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:11)
mazurka : (LEH,MUS.)
<ma’zurka> : mazurka, iki tarafa doğru aşırı eğilerek, zıplayarak yapılan canlı
Leh <Polonya> “Bu gülistan onun beğenisiyle, (Sadi’nin Gülistan’ı atadığı Şehzade: Sa’d bin Muzafferüddin
Ebubekir) dansı, dans havası
MAZURKA :
“ Döner bir Erteng’e, nigarhane’ye...
Umarım, okurken canı sıkılmaz
Çünkü Gülistan’da sıkılmak olmaz
Hele de önsözü olduktan sonra
Sa’d ibni Zengi’nin oğlu adına...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:31)
McNAGHTEN Kuralı : Adli Tıp ve Psikiyatri’de çok önemli olan çok önemli bir kural. Bu, akıl hastalarının,
bir cinayet işledikleri zaman mahkemelere getirildiklerinde, hangi bulgularla itham gerçekleştirilerek hastaya
ceza verilmeli, ya da bir şekilde, hangi psikiyatrik bulgularla s u ç u i ş l e d i ğ i kat’iyet kazanarak, hasta
affedilir, ya da tedaviye alınır v.s., benim psikiyatr unvanını aldığım 1955 yılında, Türkiye’nin Adli Tıp ve
Psikiyatrik mahfillerinde, Üniversite ve Devlet Hastanelerinde kat’iyetle yerleşmiş bulunuyordu. Size, çevirisini
yaptığım ‘best seller’ olmuş bir İngiliz kitabında, sırası geldiği yerde yazdığım bilgileri buraya da alıyorum.
Beni 55 yıllık pratikten sonra, hala üzen, cinayet işlemiş patolojik bir insanın, cinayet gibi aşırı agresyon ve
insan varlığına yapılacak en büyük haksızlığı dünyaya ilan eden durumda, bu tür hastalara, eğer ceza yerine
‘Tedavi’ seçildiğinde, hastahanelerden, ne kadar iyileşmiş görünürlerse görünsünler, örneğin ‘Müebbed’ tedavi
yerine, görünüşlerina aldanılarak, erken salıverilmeleridir. İşte McNaghten vakasının ayrıntıları... (Dr.İ.E.)
“Daniel McNAGHTEN, 1843 yılında, İngiletere’de, zamanının başbakanı olan Sir Robert POEL’i
öldürme teşebbüsüne girişmiş, fakat hatalı olarak, onun yerine Edward DRUMMMOND’u öldürmüştü.
Mahkemeye getirildiğinde, McNaughten, şunları söylemişti: “Tori’ler, <İngiltere’de bir Siyasal Parti> nereye
gidersem gideyim, beni izliyorlar! Onlar, aklımım sükununu mahvettiler. Beni izlediklerinden dolayı,
geceleri hiç uyku uyuyamıyorum... Onlar beni, hiç işlemediğim suçlarla itham ettiler: Ellerinden gelen her
şeyi yaparak beni hırpalıyorlar. İşin gerçeği, onlar beni ö l d ü r m e k istiyorlar !”
Jüri’ye konsültan olan dokuz hekim, McNaghten’in AKIL HASTASI olduğu konusunda oy birliğiyle
karar aldı. Birkaç yıl önce, ünlü psikiyatrist Isaac RAY’in yayınladığı “A Treatise on the Medical Jurisprudence of Insanity = Akıl Hastalığının Mediko-Legal Yönü Üzerine Bir Bilimsel Araştırma” adlo eserinin
etkisi altında kalarak, mahkeme, “akıl hastalığı” nedeniyle cinayetin işlendiğine inanarak, onu suçlu bulmadı.
Mamafih, o, hayatının son 22 yılını bir akıl hastanesinde yitirdi. McNaughten Kuralı şöyle der: “Eğer itham
edilen kimse, işlediği eylem esnasında, yaptığı işlemin gerçek yapı ve niteliğini, yahut da yaptığının yanlış
olup olmadığını bilmeyecek kadar akli melekelerinden masunsa, suçlu addedilemez, cezalandırılamaz,
fakat ‘iyi’ oluncaya kadar, bir kurumda tedavi görür.”
Türkiye’de durumu bilmiyorum, fakat U.S.A.’nın uyguladığı bir kural da şu: Eğer bir kimse, 18
yaşından küçükse, ister akıl hastası olsun ya da olmasın, ve hastaneden kaçarsa, altı ay içinde yakalanıp geri
getirilmezse ‘taburcu’ = discharge”. Aynı kaide, erginler için bir yıldır. 55 yıl praktisim bana şunu fısıldıyor:
“Zaman süresine bakma, her vak’ada kendi özelliği üzerinde karar verilmelidir!’
(Jimmy Laing, “Sistemde 50 Yıl”, Çev.: Prof.Dr. İsmail Ersevim, Assos Yay., İst.1999, sa:48-9)
Mea culpa : (LAT.,DAVR.,KOLL.) <mea kul’pa> : Benim hatamdan dolayı = Through my fault (İNG.)
mead : (İÇKİ,BOT.,KOLL.,İNG.) <mi’d> : 1) Bal ve sudan yapılmış bir tür bira; 2) Özellikle şiir
sanatında: çayır, çimen; 3) meadow anemone : Pulsatilla; meadow grass : çayır otu, çimen; meadow lark :
sarı göğsü üstünde siyah hilal-ay şekli bulunan ve güzel öten bir çayır kuşu; meadow rue : yalancı Ravend
çiçeği : Thallictrum; meadow saffron : çiğdem; meadowsweet : keçisakalı bitkisi
Mebus :
(SİYA.)
Milletvekili
“Benim <Remzi Kavlakoğlu> tahkikatıma göre o <Giritli Musa Kazım> bir Yunan casusudur. Yakında
onun casus <ajan> olduğu bulunacaktır. Memleket de tehlikeli bir casustan kurtulacaktır. Memleketi savaşlarda
canımızı koyarak kurtarmak kahramanlık değildir yalnız. Barışta da yurdumuzu canımızı koyarak koruyacağız.
İşte ben sivil savaşta da yurdumuzu korumak için mebus olacağım, Meclis kürsüsünden de düşmanları, cana
kıyanları açıklayacağım.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:165)
Mecali kalmamak : Hali, fiziksel kudret ve kuvveti kalmamak; çok bitkin olmak
“ ‘İki renk atkısı altında iki büklümdü, doğrulmaya mecali kalmamıştı. Çoktan kaybetmişti genç
görünümünü. Yetmiş altı yaşındaydı ve zamanın bütün eziciliğini omuzlarında hissediyordu. Her şey bitmişti;
birkaç dakika sonra ondan ayrılmak zorundaydı; bunu aklına getirdikçe kalbi hıçkırıklarla boğuluyordu. Torunu
uzaklara, çok uzaklara... ta Çin’e gidiyordu, ölümün kol gezdiği bir savaşa.’ ”
(S. İleri, “Hayal ve ıstırap”, sa:181)
Mecaz, Mecazi : Değişmece, değişmeceli
“Bir saat olmuştu. Graecen son günlerdir yakasını bırakmayan olayları unutalı; yok, yakasını
bırakmamak deyimi biraz abartılı kaçıyordu. O kadar keskin olmayan bir söz aradı. Masum yuvarlak yüzünü
buruşturarak gazetenin sütunlarına göz gezdirirken, zihninin bir köşesini korkuya dayanma gücünü sınamaya,
ölümü çağrıştıran mecazi sözcüklerle oynamaya ayırmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
Mecidiye, Mecit : Osmanlı Hükümdarı Sultan İkinci Mahmut’un oğlu Sultan Mecit’in <1839-1861) kendi
adına bastırdığı yirmi kuruşluk -bir altının beşte bir değerinde-, bugünkü lira büyüklüğünde, gümüşi bozuk para
“Neyse, seyyar satıcılık yapıyor, mahallelerden de geçiniyordum; anlaşılan zengin bir karı, sesime
tutulup keçileri kaçırmıştı. İhtiyar birini çağırdı, avucunu mecitlerle doldurdu ve ‘Aman,’ dedi, ‘satıcıyı çağır
gelsin aman! Göreyim onu, dayanamıyorum.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:107)-
Meclis : Herhangi bir konuyu tartışmak ya da eğlenmek için toplanan kimseler; Toplantıda hazır bulunanların
hepsi; hazırüyyun; Devler idarelerinde, özellikle demokratik olanlarda, milletin seçtiği vekillerin tümü; dostlar
toplantısı
“.... Hem onlar gelip de buraya seni yiyecek değiller ya!... Gelirlerse biraz da onlarla eğlenir, alay eder;
sonra bıkınca hepsini dehleriz, giderler.
Emine bozularak,
-O başka! Ben sandım, başka türlü olacak da...
-Hiçbir şey olmaz, sen otur oturduğun yerde... Yoksa ben böyle hırıltıları sevmem, hemen kalkar,
kirişi kırarım ha!
Meclis tamamiyle suspus oldu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:225)
Mecnun; Mecnun olmak : Aşık; Aşık, deli divane olmak; ünlü tarihi Leyla ile Mecnun öyküsü (Ki Türk
Sinemasında, 1940’larda sanırım, iki büyük Türk sanatkarı: Münir Nureddin ve Cahide Sonku çok popüler
olmuşlardı (İ.E.)
“Ve sen Tomas, butlarımızdaki sivri üğendire... Ve ben, ben: çılgın, mecnun herif, aklımı oynattım;
çoluğumu çocuğumu bırakıp, Mesih’i aramaya çıktım.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16)
“MECNUNUN BİRİ
Ey Mecnun,
zavallı sevdalı,
evinde yaktılar kekik dalını.
Ne git derim sana, ne de kal,
kitlemiş bir kere kapını anahtar.
Gümüş kaplı anahtar
bir kurdeladan sarkar.”
(F .Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:125)
“BAŞEFSUNCU - Hükmünüzü vermek size düşer Hazer Bey. Ne buyurursunuz?
KUREYŞA - Ya ölürse geyik? Ya mecnun olursa oğlumuz? Cinnet günlerimde hamile kalmıştım
ona.”
(M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:34)
Mecusi , Mecusilik : Zerdüşt, Zerdüştçülük: İyilikle kötülüğün aynı kaynaktan çıkamayacağını, iyilikle
kötülük, aydınlık ile karanlık arasında ezelden gelip ebede giden sürekli bir savaş olduğunubu nedenle,
insanoğlunun iyilik ve aydınlığın kaynağı ve sembolü olan gökyüzüyle birlikte olmasını öne süren din. Mecusiler,
prensip olarak ateşe, güneşe, ay ve yıldızlara taparlar.
Bk.: Zerdüşt
“Vezir, bunları duyunca, ister istemez kabul ederek sultanı övdü, şöyle dedi:
-Tanrı saltanatımızı devamlı kılsın, efendimiz elbette doğru söyler! Bir çocuk kötülerin içinde
yetişirse, onlardan biri olur, ama iyi insanların içinde, iyi huylar edineceğine inanıyorum. Henüz çocuktur çünkü.
Eşkıyanın zalim huyu onun yaratılışına sinmemiştir. Şöyle buyrulmaz mı hadiste: ‘Her çocuk ancak İslam olarak
doğar; sonradan anası babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecusi yapar!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:43)
Medarı iftiharı : (ARAP.): medar: dönence; destek, dayanak, yardımcı; İftihar: Onur duyulan şey, övünmeye
değer kimse
“(Burada dayanılmaz biçimde eveleyip gevelemeye başladı)‘Çünkü Orlando,’ dedi Arşidük, ona göre
her zaman kadınlarının en Mükemmeli, Mücevheri, Medarı iftiharıydı. Üç M’ler aralarına en tuhafından
birtakım he-ler, ha-halar girmese daha inandırıcı olacaklardı. ‘Eğer Aşk buysa,’ dedi Orlando kendi kendine,
şöminenin öte yanındaki Arşidük’e bu kez kadın gözüyle bakarak, ‘aşkta ipe sapa gelmez bir şeyler ver.’ ”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:121)
Medeniyetten nasibini almamış : Hiç medeniyet görmemiş, kaba saba, görgüsüz
“Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır,
kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini
almamış kaba saba insanlar değildir, dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:18)
Medet; Medet ummak : İmdat, yardım; Yardım beklemek
Bk.: Başkalarından medet ummak
“Bu koşullar temeline dayanan bir hukuk bilincinin eksikliği durumunda yasalardan medet ummak,
acınası bir yanılsamadan başka bir şey değildir.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:27)
“Sıra tatlıya geldiğinde üçümüz de iyice suskunlaşmıştık. Kahve ve konyağın yardımından medet
umarak geldiğimiz odaya geri döndük.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:79)
“-Gazelci de kim?
-Kim bilsin, belki sersemin biri idi. Bakmazdı yaz, kış havasına, lodosa, poyraza, yağmura, güneşe;
çıkar idi haftada birkaç gün bizim çadırların yanına; dayar idi bir elini kulağına bulaşırdı: ‘Medet, medet, aman
medet, canım medet, yanıyorum medet, ölüyorum medet!’ diye çağırmaya... Sesi de birazcık usturuplu idi
herifin... Derken efendim, bizim kaçığın gönlü kayıverdi bir gün ona...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:125)
“İstanbul’un, Beylerbeyi’nden bu denli güzel göründüğünü ne yazık ki hiçbir zaman bilemeyecek
Gracinda. Günler değişmeye, upuzunmuş gibi görünen bu yolsa her geçen gün daralmaya devam edecek
diyorum kendi kendime ve yaşamaya mecbur olduğumuz tüm insan ilişkilerinde küçük sevinçlerden hep medet
ummaya devam edeceğiz.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:26)
“Bununla birlikte, biz arkadaşları, esas olarak başına ne geldiğini öğrenmeye, o tuhaf ilanda ima ettiği
gibi gerçekten canına kıyıp kıymadığını anlamaya uğraşıyorduk. İçimizden henüz ülkede olanlar, özellikle de
Murad ve Tania araştırmalarda etkin bir rol oynuyorlardı. Sahadaki her türlü yetkelerini yitirmiş devlet
kurumlarından hiçbir medet umulmazdı, bunu belirtmekte yarar var; ‘kayıp şahsın’ ailesinden de bir şey
beklenemezdi, çünkü bir ailesi yoktu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:86)
“OZANIN ODASI
--------------------Başının gerisinden, pencereden vuran ışık
Ona bir bağışlama ve kutsallık tacı giydirirken
O kurnaz, aç, şehvetli, en suçsuz insan,
Evet’le Hayır, istekle pişmanlık arasında,
Tanrı’nın elinde bir kantar gibi kılı kılına dengede.
‘Eğer şiir bağışlanma değilse,’ diyor kendi kendine
‘o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı.’ ”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:139)
“Senden ayrı düşeli, ben aklımla görürüm:
Bana göstersin diye yöneldiğim yerleri
El yordamından medet umarım, yarı körüm;
Gözüm görür gibidir, ama sönmüştür feri.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:113, sa:267)
“Usdışını böylece seferber etmekle, altından kalkmaya çalıştıkları sorun ne olursa olsun, ‘yaratıcı’ bir
çözüm bulma konusunda esin perilerinden medet ummaktadırlar.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:12)
Medici’ler : ( ITA. MYTH.) : Yeni Çağın başlangıçlarında, 15-16-17. y.y.’larda, Osmanlı’lar gibi, Floransaİtalya’da, tek başına sembol haline gelen hanedan.
“Hüküm sürdüğü üçyüzyıl boyunca dört papa, iki Fransız kraliçesi ve Avrupa’daki en büyük finans
kurumunu çıkaran, akıl almaz bir servet ve nüfuz sahibi olmuştu. Modern bankalar bile Medici’lerin icat ettiği
muhasebe yöntemini kullanıyorlardı: çift girişli borç-alacak sistemi.
Bununla birlikte Medici’lerin en büyük mirası finans veya politika değil, sanattı. Sanat dünyasının
gördüğü belki de en savurgan <aşırı cömert> patron olan Medici’ler, Rönesans’ı gerçek anlamda tetikleyen
cömert bir sipariş akımı sağlamışlardı. Medici’lerin patronluğunda sipariş alan ünlüler listesi Vinci’den
Galileo’ya ve Botticelli’ye kadar uzanıyordu. BOTTICELLI’nin ünlü ‘Venüs’ün Doğuşu’ tablosu, kuzenine
yatağının başına asacağı, cinsel açıdan tahrik edici bir düğün hediyesi vermek isteyen Lorenzo de Medici’nin
siparişiyle yapılmıştı.”
(D.Brown, “Cehennem”, sa:123)
Meditasyon : Doğu Felsefesinde, türlü yöntemlerle (Sırf düşünceye dalmak, bir az yoga ile kombine etmek v.b.)
kendi iç alemine kapanarak yaşam problemlerini çözmeye, iç huzura kavuşmaya yönelik bir sistem. Tarihsel
olarak, Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un ‘Meditations” <Düşünceler> ile başlamış, bir zamanlar,
özellikle benim Amerika’da bulunduğum yıllarda (1960-80’ler) dal budak salmış, üniversiteleri kurulmuş ve
hatta meditasyon yapanların daha az suç işleyen bir nesil yetiştireceği iddiasıyla enternasyonal olarak ün
kazanmış bir tedavi ve yaşam tarzı. Ben de Cambridge, Massachusetts’de, modern zamanların üstadı -ki o
zamanlar İsviçre’de yaşıyordu, (2011)’de vefat etti. Maharişi Yogi’nin öğrencilerinden, en muteber meditasyon
biçimlerinden biri olan “Transcendental Meditation” kursunu “International House’da 1977’de, ‘Montra’
<Mantra>’mı da alarak bitirdim bugüne bugün devam ediyorum. Günde iki kez, sessiz ve sakin bir yerde
oturarak, gözlerinizi kapatarak, kafanızı işgal eden düşüncelerden beyninizi yıkamayı öğreniyorsunuz.. Her biri
12 dakika (18 yapanlar da var). Son anlar, bilinçötesinin sessizliğiyle ve huzuru (bliss) ile biter. Tabii bunu,
bilinçli olarak ‘derin düşüncelere dalmak’tan ya da ‘istiareye yatmak’tan ayırt etmeniz gerekir. Bu konuda sizler
için düzenlediğim ‘T ü r k ç e’ makalemi sizlere sunuyorum; eğer İngilizcesini isterseniz, kişisel Web-Site’ımda,
www.ismailersevim.com,tr. -İngilizce olarak- gerekli bilgiyi bulursunuz. (İ.E.)
MEDİTASYON
M e d i t a s y o n (Meditation), sözcük anlamı açısından “düşünme” olarak yorumlanabilirse de,
esasında, “derin düşünme”, “istiareye yatma”, “irdeleme”, “kararlı ve azimli bir şekilde fikirlerini yeniden
gözden geçirme”, “uslamını kullanarak düşünme” gibi birbirlerine yakın, çeşitli anlamları içerdiği gibi, çok özel
anlamda, stres atmak, zihni takıntılı fikirlerden temizlemek, ruh ve vücut (maddi ve manevi varlıklar)
bütünlüğünü perçinlemek için kullanılan bir tür ‘iyileştirme, kuvvetlendirme, şifa’ yöntemidir de. İşte bizim size
sunacağımız kurs, bu sonuncuyu hedeflemektedir.
İnsanoğlu, Hazreti Adem zamanındanberi düşünür. İlkel devirlerde bu, prensip olarak etrafı tehlike ve
doğa güçlükleri ile dolu bir çevrede korunma ve yaşamının bekası etrafında odaklanırken, yüzbinlerce yılın
yaşamının sonucu, doğa-fizik ve ortamın sinir-beyin sistemiyle karşılıklı etkileşim sonucu gelişen savunma ve
“düşünme” mekanizmaları sonucu, çok daha yüksek düzeylerde yaşayan ve fakat bu kez kendi ‘yaratıcılığının’
(?) kurbanı olan bir mahluk haline gelmiş ve doğadan daha çok tahripkar gücünü kanıtlamıştır. Yani bugün
insan, “kendini kendinin gazabından kurtarma” savaşındadır ve çıkar yol bulamayıp bunalmıştır. “Problem
çözememe”, “Stres”, entellektüel yaşam gayretinin en büyük düşmanlarıdır. “Sürekli sıkıntı = Anksiyete
(Anxiety)”, dolaysız gösterilerinin ötesinde çeşitli “fobik” ve “obsesyonel” klinik gösterileriyle, hem yaşam
hazzımızı eksiltmekte, ve hem de psiko-somatik birçok rahatsızlıkların oluşumuna neden olmaktadır.
Bu nedenle, bu gün, insanlar, kültür düzeyleri ne olursa olsun, hem yaşamlarını sürdürmek ve hem de
sıkıntıdan kurtulabilmek için, insanlık tarihinde hiçbir kez görülmeyen yüksek düzeyde, çeşitli yöntemlerle bu
sıkıntıyla başetme yolundadır: Psikoterapi, ilaç tedavisi, falcılık (Kahve, iskambil, bakla), Tarot yorum ve
tedavileri, Akupunktur, Yoga, Zen-Budizm, Hoca üfürük, dua ve muskaları ve her tür meditasyon. İnsanın kendi
kararını kendi verme hakkına çok saygın olmakla beraber, bir hekim ve analist olarak, ben tabii bilimsel olarak
daha çok kanıtlanabilir, sonuçları ölçülebilir ve aynı zamanda “insan” faktörünü sinesinde barındırabilir
yöntemlere daha çok saygı göstermekteyim. Bu itibarla, hekim-hasta ve her tür terapi ilişkileri en başta gelir.
Ama, alternatif metod’ların güncel olduğu, ve ekonomi’nin hepimize bir yaşam yükü olduğu bu günlerde, m e d i
t a s y o n, her yerde her zaman, bedava ve çok etkili olarak yapılabileceğinden, bence gün geçtikçe çok daha
önem kazanmaktadır.
Memleketimizin genel kültür düzeyi düşünülürse, bu tür “Oriyantal” kokan bir yaklaşımın her tür ticari
spekülasyona açık olabileceği de aşikardır. Önceden bilinmeyen Hint’li ya da Çin’li bir isim, hemen bir ekol (?)
oluşturuveriyor. Bence çoğunun bir “Placebo” etkisi var. Çok da şişmanlamamak için yarım paket çikolata yiyip,
iki kilometrelik bir yürüyüş yapıp “Oh, şifalar olsun!” diye kendi kendinize bir telkinde bulunursanız, hem
anlamsız Akupunktur iğnelerinden kurtulmuş ve hem de kendinize bir hizmette bulunmuş olursunuz.
Çoğu samimi dilek ve niyetlerle ortalıkta dolaşan bir sürü “meditasyon” türleri var. Bunların hiçbirine
girmeyeceğiz, zira, kendinizi samimiyetle verdiğiniz ve acaba ne yapabilirim” diye düşünebildiğiniz hemen her
alan size kısmen olsun yardımcı olabileceği için, şu iyidir, şu kötüdür diye bir polemiğe girişmek bizi hiç bir
yere götürmez. Bizim, Cambridge-Massachusetts’de, MAHARISHI INTERNATIONAL HOUSE’da, Maharişi
YOGİ’nin bizzat öğrencilerinden öğrendiğimiz ve 1977’denberi uyguladığımız: T r a n s c e n d e n t a l M e d i
t a t i o n’ın, kendi öz ve iç kudretinizden başka hiçbir kaynağa dayanmadığı, bilimsel olarak da (Yakın
arkadaşım, dahiliyeci Dr. Deepak CHOPRA’nın birçok kitabında) bilimsel olarak kanıtladığı gibi, “kafanızı
kendinizin kötü düşüncelerinden arıtma” prensibinden daha doğru ne olabilir? Kendinize örnek olarak hüçbir
din, inanış ya da doktrin’i rehber olarak seçmek zorunda değilsiniz. Bu yöntemle, “DÜŞÜNMEMEYİ”
ÖĞRENİYORSUNUZ; kendinize bir “arıtma”=Catharsis uyguluyorsunuz, müshil alır gibi. Bu kadar basit.
*
Edebiyat ve düşün tarihinde, “Meditasyon” denince, tabii bizim çalışacağımız sistem’i esas almayan,
daha ziyade klasik “derin, bilinçli düşünme”yi esas alan, eski Roma İmparatorlarından
Marcus Aureleus ANTONINUS (121 AD (Rome) - 180 AD (Vienna)’un meşhur ve ilk “Meditations” kitabına
biraz yakından bakmayı borç bildik.
Marcus Aurelius, “Düşünceler” kitabını, Roma topraklarını istilaya çalışan German kabilelerini
yatıştırmakla savaşırken yazmıştı. Bir şair ve filozoftu da. Kendisini evlatlık edinmiş olan İmparator
ANTONINUS PIUS ile birlikte Roma’yı 19 yaşındanberi yönetmiş ve sonra, PIUS’un A.D. 161’de ölümü
üzerine, yalnız başına 19 yıl süresince sulh içinde yönetmiştir. Felsefe alanında, kendinden 500 yıl önce yaşamış,
Helenistik dönemde çok etkili olmuş Stoacılık Felsefesinin kurucusu ZENON’un (M.Ö. 336-264) prensiplerini
benimsemiş, onlarla yaşamış ve onları yaşatmaya çalışmıştır. Kitabında da bunları savunur.
(Not: Ben sizlere, S t o a c ı l ı k hakkında, Ahmet CEVİZLİOĞLU’nun “Felsefe Sözlüğü’den küçük
bir özet hazırladım, lütfen bu sözlüğün STOA bölümüne müracaat edin. Teşekkürler.!)
Marcus AURELIUS’un “Me d i t a t i o n s” (Düşünceler)’undan erdemli sözler :
1.
Büyükbabam Annius VERUS’tan iyi bir ahlak sahibi olmayı ve öfkemi kontrol etmeyi öğrendim.
2.
Babam, beni evlat edinmiş olan Antoninus PIUS’tan alçak gönüllü olmayı ve bir erkeğin
Nasıl hareket etmesi gerektiğini öğrendim.
3.
Annem’den (Domitia CALVILLA -Lucilla-) şefkati, hayırda bulunmayı ve birçok ihtirası
Gemlemeyi; günümüzün zenginlerinin yaşam tarzından uzak, her türlü şeytani düşüncelerden ırak, basit-sade bir şekilde yaşamayı öğrendim.
4. Dedemin babası Catilius SEVERUS’tan, devlet okullarına gitmeyip, evde iyi eğitmenler
Tarafından tahsil terbiye görmeyi ve bu konuda hiçbir masraftan kaçınılmaması gerektiğini öğrendim.
5.
Şehrin valisinden, sirk’teki oyunlarda ne yeşil ne de mavi parti’ye ait olmamayı; Hipodrom’daki gladyatör oyunlarında ne PARMULARIUS ve ne de SCUTARIUS tarafını
tutmamayı; ellerimle çalışıp az kazanmayı yeğlemeyi, diğer kimselerin işlerine karışmamayı,
iftiracıları dinlememeyi öğrendim.
6.
Tutor’um DIOGNETUS’tan, harika şeyler yapan, şeytanlarla temasta olan; bıldırcın gü-
reşlerine para yatırmaktan, onları o niyet için üretmekten ya da kumar oynayanlardan uzak
durmayı öğrendim. Yatağında bile prensip itibariyle basit bir yatak ve deri bir yorgan ile
yatabilmeyi; özellikle Grek disiplinine saygı gösterip, gençleri dinleyip, gerekirse yazılı
iletişimde bulunmayı öğrendim.
7.
Filozof Junius RUSTICUS’tan, karakterimi geliştirmeye ve disipline gereksinim olduğuna, bunun için de STOA - Stoisyen felsefenin hükümran olabileceğine kanaat getirdim.
Hayali, su götürür şeyler üzerine yazmaktan çekinmeyi, kendimin çok disiplinli, şiir ve
Edebniyat bilen biri olarak göstermemeyi, ev içinde sokak giysileriyle dolaşmamayı;
Rusticus’un Sinvessa’sından anneme yazdığım gibi basit, sade bir lisanla yazmayı; bana hakaret
etmiş olanlara bile saygı göstermeyi, barışmak için her tür ödüne hazır olmayı, bu konuda yazılı bir
metin verdilerse onu dikkatle okumayı öğrendim.
8.
Katı Stoik Filozof APOLLONIUS of Chalcis’ten düşünce özgürlüğünü ve konuda ana
Hedeften ayrılmamayı, bir an için düşünme hariç, gözlerimi başka hiçbir şeye odaklamamayı
öğrendim. İsterseniz derin bir acıdan, çocuğunuzun kaybından ıstırap çekin ya da uzun bir süre
hasta olun, yaşam prensiplerinizden ya da felsefi görüşlerden hiçbir
fedakarlıkta bulunmamayı öğrendim.
9.
PLUTARCK’ın yeğen (ya da torunu) SEXTUS of Chaeronea’dan, bir ailenin, babacan bir
Edayla idare edilmesi gerektiğini; doğa’ya yumuşaklık ve rahatlıkla, arkadaşların gereksinimlerine
ilgiyle bakmaya, kültürsüz kimselere nasıl bağışlayıcı olarak bakabilmeyi, kat’i fikir sahibi olanları
da olduğu gibi kabul etmeyi; kudretli ihtiraslardan uzak fakat olabildiğime çok duyarlı kalabilmeyi
öğrendim.
10. Frikya’lı Gramer’ci ALEXANDER’den, başkalarının söz ya da yazısından kusur bulmamayı; tuhaf ya da egzotik ifadeleri kullananlara hor bakmamayı öğrendim.
11. Belagat alimi (rhetorician) Platonik FRONTO’dan ve genellikle titan’lardan, baba sevgiSinden ırak ve masun; PATRICIANS diye adlandırdıklarımızda gözlemlediğimiz iki yüzlülük ve
riyakarlığı göstermemek gerektiğini öğrendim.
12. Kardeşim SEVERUS’tan gerçeği ve adaleti sevmeyi; CATO, BRUTUS gibi büyük isimlerin inandıkları ve hayatlarını verdikleri, bir Devlet idaresinde “eşitlik” ve “konuşma”
özgürlüklerinin, özetle herhangi bir monarşi’de “kişilerin özgürlüklerinin” ideal olduğunu
öğrendim.”
Sayın İlhan Güngören’in “Meditasyon ve Zazen” adlı eserinin önsözünde gayet erdemlice söylediği:
“Kesinlikle yanlış yapması olasılığı olmayan en büyük usta, kendi doğamızdan başka biri değildir!”
vecizesiyle yazımızı bitirelim.
-----------Bir az da İ n g i l i z c e :
“Well, some schools declare that, “Meditation, is a science of creative intelligence of mankind.” Even
though we do not know whether the animals, at least the mammalians, do meditate or not, it might be so for
human beings. On the other hand, since “science” means “an objective system of things that if applied according
to certain methodology and principals, its results could be proven everywhere just the same” in the simpliest
sense, such “internal bliss”, could not be put on the same measuring scale, similar to of any other abstract things,
like happiness, sorrow or any quality of feeling, therefore it is a little bit unfair to absolute concrete sciences like
mathematics, physics and chemistry, to call ‘meditation’ just the same as ‘science’ as they are. Nonetheles, if
applied properly, the positive results of such indulgence effect human beings so delightfully and ascend them to
the skies up to the eternity so-to-speak, we can be sure about its nearly scientific outcomes in the service of
mankind.
“Generally asked question is: ‘What meditation provides?’
“If we can look up to the nature and dynamics of life, we see one of the most essential elements of it
being fulfillment. So, first, it does “fulfill”.
“Secondly, as human beings, during life struggle, due to our weaknessess, under some circumstances,
we may suffer. Meditation, through using the creative intelligence lessen the burden of suffering to a bearable
degree. From another angle, meditation, eases up problem solving, forcing you to locate your thoughts right in
the heart of the problems.
“Through twice daily practicing it, one can enrich the reservoir of thinking, hope and problem solving
abilities, thus our creativity is constantly functioning, rewarding and ascending. Our sensory organs, also being
motivated with our “will-to learn”, “will-to experience”, following the pathways of natural evolution of life,
sharpen our motor-perceptual abilities, bringing us close to superior degree of performances. You can “re-call”
better too. Through elevated self-confidence, feeling more happy, one learns how to hinder the number one
enemy of modern times: Stress. You manipulate the environment in the service of bettering your interpersonal
relationships, comradships and sharing. You are more acknowledged of yourself and the universe around you.
“Through practicing meditation, we also are entering in dialectic teaching, as PLATO had first
described it as a technic that indicates mind reaches the idea of “good”. It also reaches the point of studying of
human consciousness and having him take more and more responsibility in its management, consequently of
being a better human being and a better citizen.
“Of course, we are practicing “trans-ascending meditation”, coming right from the Brahmins, as
described in “Upanishads”. It refers to an “absolute” part of BEING that is unmanifested part of the
EXISTENCE and the basis for thought energy, also the ultimate reality of creation, the eternal truth, and what
there was, what it is and what shall be. Being does manifest itself, primarily in the form of “prana” (breathing) which is the absolute of power and nature of Being-, and later on in the form of “mind” (thinking): this is the
duality of existence. Being, is the basis for “thinking”, and thinking is the basis for “doing”.
“No question that during meditation seances, the whole body rests up and a tremendous amount of
energy is being compiled. That’s why, in old countries where this type is meditation is exercized, the teachers
used to advise “not to drive cars on the street right after the meditation.” Again, during the seances, the pulse,
breathing, blood pressure, lactate level in the blood all fall below the normal values; contrary to these, the skin’s
resistence is raised which is good also.
“According to some Indian and Chinese yogies, to inhale and exhile, involve the negative and positive
energy levels in the universe at any given time; thus, “taking in” (Yang) and “taking out” (Yin) are the most two
essential movements that help to regulate your body electricity and have you relaxed. By the same token,
according to some Indian yogis, in the universe there is a cosmic energy (prana) that when this very consantrated
energy is taken in and out regularly, added with meditation, can heal soul and body from many illnesses, at least
those energies are transferred to the personal psychic energy.
“Of course, there are various types of meditations since it is known from old Roman Emperor Marcus
Aurelius ANTONINUS (A.C. 121 - A.C. 180) also a poet who is very famous for his book “The Meditations”the first on the subject-, emphasizing principally on the Stoistic philosophy of Epictetus, and many others,
including some religious currents which encourage “to think deeper in thought and praying” and alike are also
considered as “meditation”. What we mean here, “just meditation in the form of meditation”; no prior ideas or
anything to focuse on, to clarify, to enlighten nothing at all. Your qualified teachers here, all trained and
educated in Sanskrit philosophy and Eastern religions, shall meet you in small groups, giving you some
instructions and knowledge of “what to do”, in fact, “what not to do”, and at the end, your “mantras” will be
given you after small personal ceremonies held before fireplaces in old Sanskrit style.
“In addition to these, I think it will be proper to acknowledge you about a little bit about “YOGA
exercises” and “ZEN-Buddhism” in spite of the fact that I am neither a Yogist nor a Zen-Buddhist!
“I know very little about Zen and Zen Budhism. What I know, had been through my interest in
Meditation, consequently reading some related books, like “How Zen Thinks?”. It is already a very quiet,
personal, rather passive and self-contained occupation that does not offer too much challenge it seems to me, at
least to my personality patterns which are more externalized, shared and used collectively with the people who I
belive I am under the obligation and be service of. On the other hand, I confess, it could be one of the most
graceful methods of improving oneself if one needs it and wants to find out. I, wherever I am, trying not to
change anymore perhaps, but to refine more whatever I have in my hands, if I can. Nonetheless, since I am the
President of New Atlantis Republic, I have an obligation to my people what we offer here and what is our
thinking process and philosophy about the phylosophical, social, psychological existences and activities we offer
in this land.
“ZEN, crystallizes all of the philosophy of East. However, it is not an ordinary, phylosophical systems,
founded upon logic and analysis.
“Zen, in the sense of intellectual analysis, has nothing to teach us. One would say it is quite chaotic.
They do not have any secret books or dramatic tenets. In a way, while practicing Zen, we teach ourselves and
Zen merely points the way.
“Zen, claims to be Buddhism. Having no philosophy and all doctrinal authority is denied; however, it is
not a nihilistic, self-destructive discipline; contrariwise, it is eternally affirmative, however of what?
“Zen does not deny the existence of God but “No God in Zen” that is neither denied nor insisted upon,
as it is in either Jewish, Christian and Muslim faiths. Thus, in a strict sense, Zen, is neither a religion nor a
philosophy. The principles of it are rather a kind of bundles of flowers, some precious metallic or wooden pieces
here and there, in a garden (of Eden?).
“Zen, is the spirit of a man, Zen proponents say. He believes in the inner beauty, goodness and purity
(So, all the other believe systems and religions) The legend says, when SAKYAMUNI was born, he lifted one
hand toward the heavens and pointed out the earth with the other, exclaimed: “Above the heavens and below the
heavens, I alone the Honored One!” Don’t you think he had referred to the uniqueness and God-like values of
human existence and spirit in spite of the fact that he is mortal? To me, it carries an existentialistic value: Be
aware of your existence, don’t question, cherish it, honor it, do whaetever you can while existing!
“Zen is not confounded with a form of meditation either. Zen purposes to discipline the mind itself
while he may pursuit in a form of meditative style. In classical “meditation”, a man has to “fix” his mind on
something: God, infinite love; or, concentrating on any subjest at all to study deeper, to analyse, to solve
whatever it might be that precisely a Zen avoids to do. This way, to me, he is coming pretty close to Maharishi’s
Transcendental Meditation, however, to my knowledge, Zen does not posses a “mantra”. Zen defies any kind of
concept formation, or having any concrete feelings experienced.
“As we know, BUDDHISM means “enlightenment”, as its root word “Budh” means “to wake”; Buddha
was a personalist and urged his folllowers to “value their personal experience, above of everything, of
emancipating self from the bondage of birth and death”, as human beings long for immortality, eternal life,
liberation and absolute freedom.
“As to ZEN, he seeks “reality” and this can not be found in “conformity”, he goes beyond formality to
reality and says: “Be the living truth itself”, or, simply “Be!”.
“Now, just a little bit Yoga.
“In Yoga too, as Zen a little bit farther than I for my body is as conservative as my soul and I do not
exhibit my body as I do not stage my thoughts and feelings, unless necessary. No doubt, it is a mastery over your
own ‘physical’ weaknesses, therefore how one would like to ascend his (or her) psychic abilities and turn to
different methods of doing it, like meditation, psychotherapy, analysis and alike, one could do the same for the
physical aspect of his beingness. Nonetheless I feel strongly that, Yoga and like mastery works, besides their
being a little bit overly used if not abused commercially, beyond medical logic, care and ‘repair beyond
maintenance’ is a little bit luxury for me. However, while having “Meditation” classes our teachers had taught us
some basic poses of our bodies, no doubt were quite useful, but that’s all.
“So, again, being a responsible President about my people’s health and occupations, deeds to become a
true master of self, both psychologically and physically, at the end to become a better person and a better citizen,
I endorse every legitimate human art be performed. Natural human aggression that springs from our inner
sources, have to be controlled in artistic and esthetic ways, particularly here in the New Atlantıs State since we
do not precribe the other ways to outlet the aggression first, then feeling sorry and try to remedy that is a vicious
cycle anyway, the importance of Sports -that cannot bring any commercial benefit to anyone under our
circumstances- and humanly controlling devices, like Yoga, deserve a lot of respect.
“Thus, let me tell you a few words about Yogi’s world views and Yoga itself.
Yogi’s look at the daily living is “a crisis”, and his reflections of the characteristic of collective
unconscious. In order to bring our planet back into ‘balance’, it is to re-gain of our personal balances through a
nearly perfect control of the body and the mind with proper self-discipline.
“The yogi sees life as a triangle; “birth” is the first corner- starting point of this triangle, then a “growthanabolic”phase going upward, reaching the second point of the triangle, then “decline-catabolic” phase, down to
death which would not be the final point, indicating the “life after” which deals with birth again.
“The ancient wisdom of Y o g a, incorporates five basic principles: Proper movements-“exercises”,
Proper “breathing”, Proper rest-“relaxation”, Proper diet-“nutrition” and, Deep thinking-“meditation”. The most
modern classification of M e d i t a t i o n P o s e s, comprises eight basic elements, including above mentioned
ones:
1)
2)
3)
4)
5)
6)
7)
8)
Y a m a : The ethics,
N i y a m a : Religious observances,
A s a n a : Body postures,
P r a n a y a m a : Breathing exercises,
P r a t h a y a r a : Withdrawal of senses from objects,
D a r a n a : Concentration,
D h y a n a : Meditation, and,
S a m a d r i : Superconsciousness.
“Old Chinese, had a saying: “Truly a flexible back, makes a long life!”. As a medical man, I suscribe to
that and also add, “...brings a lot of children too!”
“Therefore, as an extension of the brain, to keep the spine well-maintained, meaning “strong and
flexible”, is the most single important goal and expectation of Yoga exercises.
External massages and Prana-acupuncture that is given to body to keep the flow of nerve energy also can keep
one going quite smoothly.
“Considering the body-soul twinship, the spiritual aspect of Yoga exercises is also of prime importance
since, the yogis believe the Science of Yoga also gives a practical and scientifically well-prepared method of
finding truth in religion (or life!).
“Thus, the Yoga exercises, step-by-step carry through, besides their physical implications of them, the
spiritual principals too, paralyzing -so to speak- in and outsides; via practicing Bandhas (application methods of
muscular locks) and Mudras (application of HATHA Yogic Postures, to maintain the nervous systems’ electric
currency to provide a “Serpent Power”- Kundalini Shakti); doing right breathing, modulating the sense
perceptions if and when necessary, concentrating and meditating intensely; thus, reaching a better mental
balance, and, at the final analysis, realizing the “Supreme-Super consciousness”, having the “Personal I, Ego”, to
merge with “God”, who is undeniably a Supreme Ego.
“There are three kind of b a n d h a s :
1) Chin: Jalandhara bandha,
2) Anal : Moola bandha, and
3) Abdominal : Uddiyana bandha.
“Only through Yogic breathing, concentrating and m u d r a s (that latter comprises the stimulation of
chakra centers located in the astral body) one can achive “bliss” (ananda). There are the six most important
centers to cite:
1)
2)
3)
4)
5)
6)
m u l a d h a r a, (four petals), located at the lower end of the spine,
s w a d h i s t h a n a, (six petals), located at the genital organs,
m a n i p u r a, (ten petals), located at the navel,
a n a h a t a, (twelve petals), located at the heart,
v i ş h u d h a, (sixteen petals), located at the throat, and,
a j n a, (two petals), between the two eye-brows.
“A seventh one, with one thousand petals, s a h a s r a r a, is at the center of the brain. Needless to say,
ecah one of these centers, from a scientific point of view is a nerve plexus.
“Lastly, as a technical information, I would like to cite “body poses”. We were taught first,
PADMASAN - “Lotus Pose”. You seat legs crossed, soles touching the opposite sides of the abdomen, knees
also touching the ground, hands are on the chest, as if praying.
“The others, are of different combinations of the extremities. In SIDDHASAN, legs crossed, one is
buckled under the body, right foot above and touching the body. In MUKTHASAN, the heels close to pubic
bone, body erect. In VAJRASAN, one keeps practically the kneeling situation. In SWASTIKASAN, is the
ankle-lock pose; one leg is forward, the other touches the inguinal.
“There are twelve Soorya Namaskar exercises which include erecting straight-up,
bending to various poses, extending your limps, being on one or both of them, completely buckling down to the
earth while putting your palms adhered to it. Of course these movements include inhalation and exhalation
exercises and indeed stage a nearly perfect human gymnastic show: Healthy and mighty.
“So, I tell all of you: Pratinandati Nirvanam (Welcome Bliss!)
T.M.’nin TARİHÇESİ (Jack Forem’in “Transcendental Meditation”dan özet alıntı) :
“İnsan olgunlaştıkça, Doğa’nın göze görünmeyen kudreti, insanın varlığının yüce nedenini yeniden
değerlendirmek için, onun görüş alanına girer. İnsanoğlunun uzun süreli yaşam öyküsü, arada bir böyle ideal
patern’lerin önce gözden kaçtığı ve sonra onu yeniden yapılandırdığı sürelerle doludur.”
Maharishi Mahesh Yogi
Mesel-Eğitici öykü (Parable) :
Yıllar öncesi, geniş bir ırmağın doğu kıyısında kurulu bir çiftçiler köyü mevcutmuş. Çiftçiler her gün
ırmağı geçer, batı kıyısındaki sahilde çiftçilik yaparlarmış. Birçok boluuk yılları birbirlerini izlemiş ve hasat çok
verimli olmuş. Toplanan buğday ve benzeri ürün, yıllara yetip artacak kadar çoğalmış. O hale gelmiş ki,
ambarlar dolup taşmış ve çiftçiler artık ırmağı geçip de karşı sahile geçmez olmuşlar.
Böylece yıllar geçmiş; kimse yerinden kımıldamamış; kayıklar kullanılmamaları nedeniyle çürümüş ve
yenileri hiç de yapılmamış. Köyde herkes mutlu olduğu için hiç kimse bu olanların farkında olmamış. İşin
kötüsü, kayık yapımını bilenler de ya yaşlanıp ölmüş ya da başka yerlere göçmüş. Ahali, civardaki ağaçlardan
meyva ve böğürtlen yiyerek yaşamlarını sürdürmüşler.
Zamanla köyün nüfusu artmış ve kuraklık yılları gelip çatmış. Yedek yiyeceklerin hepsi tükenmiş.
Ahali, geçinmek için gereğinden çok fazla çalışmak zorunda kalmış. Toprak, ekilip biçilmediğinden de
verimliliğinden de kaybetmiş. Sonuçta, köy ve köylüler gitgide fakirleşmiş ve sürekli fakru zaruret içinde
bulunmak bir yaşam biçimi haline gelmiş.
Bir gün, maceracı bir adam, o köy civarındaki çok yüksek bir dağa tırmanmış. Tepeden aşağıya
baktığında, köyün bulunduğu nehrin karşı kıyısında çok verimli, yepyeni alanlar gözlemlemiş. Hemen köye
koşup bu haberi onlara iletmiş. Mamafih, yalnızca yeterinden çok bilginin varoluşuna karşın, karşı sahile
geçecek bir araca sahip olmamaları nedeniyle, fakirliklerinin ve sefaletlerinin arttığının farkına hep birlikte
varılmış.
Bir raslantı eseri olarak, yaşlı ve fakat erdemli bir adam, köyden geeçiyormuş. Çiftçilerin dertlerini
öğrenince onlara eski zamanlarda “sandal-kayık” denilen bir tür taşıma aracının varlığını söylemiş ve üstüne
üstlük, nasıl inşa edilebileceğni de tarif etmiş. Köylüler ilgi gösterince, bir de kayık yapım okulu açmış.
Böylece köy yeniden gelişmiş, gerekli bilgileri öğrenerek, eski günlerde olduğu gibi, ferah ve şen
şakrak yaşamaya yeniden başlamışlar.
İşte öykünün de belirttiği gibi, MAHARISHI’ye göre, insanoğlu bugün yeterli bilgisi
olmadığından ıstırap çekmektedir.
Bir az önce insanoğlunun bazı niteliklerini “yeniden hayata geçirme” periyot’larının ilki, aşağı yukarı
5000 yıl önce, LORD KRISHNA’nın “Bhagavad Gita” adlı klasik mitoloji kitabında, gelmiş geçmiş zamanların
en usta ve yürekli savaşçısı Arjuna’ya verdiği “öğreti” gelir.
Bununla birlikte, 2000 yıl içinde “öğreti” kayboldu ve yeniden, BUDDHA tarafından hayata getirildi.
M a h a r i s h i , BUDDHA hakkında şunları söylüyor:
“O”nu mesajı, birçok öge’leri bütünleştiren bir alaşım’dır.
“O”, ‘varoluş-mevcudiyet’i (Beeing), ‘düşünme’ ve ‘yapma’ ile bütünleştirerek “yenileme” sürecini
başardı. Bununla birlikte, O’ndan sonra tarih kendini yineledi: İzleyicileri, yaşamın bu farklı alanlarını sistemli
bir şekilde etkileşime koyamadı. V a r l ı k (Beeing)’ın “iyi”, “dolu dolu” bir yaşam şeklinin temeli olduğu
öğeleri, yine karanlıklara gömüldü.
O, bir kez, açıklanmış olan “hayatın gerçeği” neden kaybedildi? Ne bundan sorumludur?
MAHARISHI yazıyor:
“Her bir öğretmen’in (sayılı erdemli kişi’nin) talihsizliği şuydu: Öğretmen kendi “bilinç düzeyi”nden
konuşurken, izleyici-öğrencileri onun öğretilerini “kendi düzeyleri”nden algılıyorlardı. Sonuçta, zamanla
‘öğreten-öğretmen’ ile ‘öğrenen-öğrenci’ arasındaki arasındaki açıklık gitgide açıldı. Bu “bilgi’nin trajik’liği”,
yani onun cahil ellerde yön değiştirmesidir. Bu verici ve alıcı bilinçlilik düzeyleri arasındaki farktan dolayı,
kaçınılamaz bir olgudur.”
2,500 yıl önce, “öğreti”, SHANKARA tarafından yeni revizyon’a tabi tutuldu. “Upanishad”lar,
“Bhagavad Gita” ve “Brahma Sutra” lar hakkında çok bilgilere sahip olan bu erdemli kişi, entegre olmuş
(bütünleşmiş) hayatın ‘erdem’ini yenilendirdiği gibi, Hindistan’ın dört bir köşesine yayılmış dört esaslı eğitim
kurumları tesis etti. Yine, maalesef, yüzyıllar süresince, bu eğitimin teemel öğeleri de yine karanlıklara gömüldü.
*
1959 yılında Birleşik Devletlere, Hukuk eğitimini bitirdikten sonra ayak basan MAHARISHI, 1971
temmuz’unda, Amherst-Massachusetts’de, “Yaratıcı Zeka Bilimi Üzerine Birinci Uluslararası Konferansı”nda
(The First International Symposium on the Science of Creative Intelligence), aralarında benim (Dr.İ.E.) de
bulunduğum kalabalık bir kitleye şöyle demişti:
“İnsanoğlu, bu yüzyılda, VEDIC (Eski Sanskrit) erdemine gerçekten vakıf bir insan sayesinde: Hocam
SWAMI BRAHMANANDA SARASWATI; JAGAD GURU; BHAGADWAN SHANKARACHARYA of
JYOTIR MATH, HIMALAYAS, ya sa basitçe:
G u r u D e v; hayatı tümüyle gözlemleyerek ve yine tüm gerçekliği ve “dolu”luğu içinde bütünleştirme şansına
sahip olmuştur.”
GURU DEV, daha dokuz yaşındayken -ve yaşdaşları sokakta oynarken- evini terketti ve
Himalayalar’da TANRI’yı, İDEAL MUTLULUK’u ve YÜCELİK’ aramaya gitti. (Halbuki tüm bunların,
insan’ın çok yakınında ve hatta kendi içinde olduğunu keşfetmesi çok sürmedi.)
(Dr.I.E.: Bu gerçek, daha evvellerden de biliniyordu tabii. 13. yüzyılda, “Rubaiyat”ın yazarı meşhur tasavvufçu
şair Ömer Hayyam demişti: “Ruhumu sonsuz ötelere gönderdim sonsuzluğun sırrına ersin diye, ruhum dönerek
bana dedi: Cennet de cehennem de içindedir.” Herman HESSE’nin “Siddharta” -ki Buda’nın hayatının
romanıdır- mutlaka okunmalı!)
Guru Dev, ormanın enginliklerinde beş yıl dolandıktan sonra, nihayet hayalindeki ideal adamı: Hocası
SWAMI KRISHANAND SARASWATI’yı buldu ve onunla da beş yıl kaldı. Zamanı geldiğinde ondan da
ayrılarak, Hindistan ormanlarının gizemli, sükun dolu derinliklerinde yalnız başına yaşadı ve 1953’de bu
dünyadan göçtü.
Tüm bunlardan esinlenen ve “erdemlenen” M a h a r i s h i, kendine özgü “Ruhsal Yenilenme
Hareketi”ni (Spiritual Regeneration Movement” başlattı (1958) ve dünyanın dört bucağında, merkezi
Amerika’da olmak üzere “Maharishi Üniversitesi” ni kurud. Halen İsviçrede yaşamaktadır.
Maharishi’ye: “Hocanız Guru Dev’in başarıları nelerdir? Kaç kitap yazdı?” dediklerinde kahkahayla
yanıt vermiş: “O beni yarattı!” (He made me!).
*
*
T.M. - Bölüm: II (Jack FOREM’den çeviri)
M a h a r i s h i’nin D ü n y a y a A ç ı l ı m ı
Maharishi YOGI, Hindistan’da, “Allahabad” Üniversitesi’nin Fizik bölümünden mezun olduktan sonra,
öğretmeni ile birlikte 13 yıl Himalaya’larda yaşadı. Resmi konuşmalarında resmi daima ardında asılı duran
BRAHMANANDA SARASWATI (Kısaca GURU DEV : Ulu Hoca), Kuzey Hindistan’da “Shankaracharya”
(En Yüksek ruhani otorite) idi. Maharishi onun hakkında, “Çok selim tabiatlı, herkesi kucaklayan bir kimse,”
derdi. “Onun mesajı, zihinlerin ve kalplerin dopdoluluğu” idi.
Maharishi öğretilerine Hindistan’da başladı. İki yıl sonra, eğer tüm dünya bu öğretileri öğrenmeye
kalksa, 200 yılı alacağını saptadı. O zamandanberi TM, 60’dan fazla ülkede uygulanmaya başladı. Kuruluş ve
idare binası Amerika Birleişik Devletlerinde olan “Enternasyonal Maharishi Üniversite”si (MIU) halen “mezun”
(graduation) ve “mastır” (post graduate-master” düzeyinde bizlerce öğretmen yetiştirmiş ve yetiştirmektedir. Bu
dünyaca ünlü Üniversite’nin yanında, ek olarak, “Öğrenciler Meditasyon Cemiyeti” (Students Meditation
Society - SMS) ve “Uluslararası Meditasyon Cemiyeti” (International Meditation Society - IMS) de kurulmuştur.
(Eğitime paralel olarak, birçok Amerikan kentlerinde, TM - S i d h i Programları uygulanmaya başladı.
Hatırlarım, 1980’li yıllarda, hemen her üniversiteli genç, yerçekimi yasasına zıt görünen “havada uçma - durağan
kalabilme” egzersizlerini yapabilmek için yataklarından zıp zıp zıplıyorlardı. Bunları ben kendi gözümle
görmedim ama, televizyonda izledim. Bir grup SIDHI’ler Washington D.C.’de sahne gösterisi yapıyor ve havada
bir kaç saniye kalabiliyorlardı. Benim T.M. hocamın kendisi de yapmamış ama gördüğünü söylerdi.
Bugünlerde ne olduğunu bilmiyorum. Gaye, bu denli yüksek kontrol ile, insanoğlunun alkol, şehvet ve suça
yöneltecek ivmelerini de kontrol altına almak idi. Birçok istatistikler, bu programların başarılı olduğunu
yayımlamışlardı. Dr. İ. E.)
Klasik bir kurs’un süresi şudur: Tüm temel bir kurs, 7 adımdan ibarettir: 2 başlangıç-açış dersi; 1 özel
instraktır-eğitmen ile tanışma ve konuşma dersi; ve, ard arda 1,5 saatlik kiş,isel kurs’lar. Ondan sonra, özellikle
hafta sonlarında “grup seans”ları uygulanır.
T.M.’in Dayandığı Felsefe :
TM’in felsefesi neye dayanıyor? Zihinsel Gelişme ve Büyümeyi Etkileyerek...
“Değişim”, ancak bu şekilde mümkündür. Hayat, ebedi olarak bir değişim içindedir. Hayatta büyüme, gelişme,
genişleme ve potansiyelleri ifade üzerine dayanır. Buradaki anahtar nokta, “insan potansiyeli”dir (Human
Potential).
Gaye: “Kalplerimizi ve zihnimizi zenginleştirerek doyuma ulaşmak (fullfillment).”
Maharishi’ye göre, z i h i n, bir gölet-gölcüğe (esasında bir okyanus) benzer. Bir düşünce’nin (thought)
oluşumunun başlangıcı, bu gölet’in dibinde oluşan bir damlacıktır ilk kez. Bu damlacıklar, “bilinçlilik”e
(conscious mind) yükselirken dip, sessiz kalır. Bu şekilde yaşam, sürekli olarak: v a r l ı k’tan (Beeing) d ü ş ü n
c e’ye (thought) ve sonunda i ş - aksiyon’a (Action) döner.
“Düşünme süreci”, a l g ı l a m a l a r d a n (perception) oluşur. Algılar da, farklı olabilir. Örneğin bir
yeşil yaprak dışardan yeşil bir oluşum olarak göze çarpar; bununla beraber, eğer o bir mikroskop altına
konulursa, moleküler - dokusal (ve görünmeyen atom’larla bezenmiş) bir yapı görürüz. “Gerçek”, her bir
düzeyde mevcuttur, ama her bir düzey, “gerçek”in bir parçası olup tümü-kendisi değildir, hareket halinde olan
bir atomlar topluluğudur. Her düzeyde gözlemlenmiş olan ‘algı’, geçerli ve doğrudur, yeniden yaşanan algı, bir
öncekini silmez. Bu düzeylerin hiç biri de, en üst (ultimate) düzey algısının aynısı değildir.
D ü ş ü n c e, bir enerji dürtüsü, ve yaratıcılığın bir parçası olması nedeniyle, onu düşük düşük
düzeylerden en yukarılara kadar çıkarmakla, gerçeğin en yüksek kademesine yüceltmiş oluruz (Transcending =
To go beyond = Yüceltme, ardına-ötesine gitme).
Başlangıçtaki hareket kayığında, güneş gibi, sonsuz bir ‘enerji’nin “yaratıcı zeka”sının (creative
intelligence) varolduğu bir kaynak mevcuttur. B i l i m bize, düşünülen herşeyin bir tür enerji olabileceğini
söylüyor. Bu anlamda, hareketsiz duran bir kaya parçasında bile, içten içe fokurdayan “şekilsiz” bir enerjinin
varlığı muhakkaktır. Bu enerji, ne kadar derine gidilirse, o kadar kudretlidir.
Z e k a dediğimiz şey de şudur: DOĞA’da, ister evrende dolaşan yıldızlar ister maddelerin
çekirdeklerinin çevresinde dolanan elektronlar olsun, bir “düzen” e tabidirler. Bir portakal çekirdeğinden yine bir
portakal, döllenmiş bir insan hücresinden yine bir insan hücresi var olur. İşte bu şekilde, yukarda bahsettiğimiz
gölcük-havuz, canlı ya da cansız tüm materyale kaynak olabilecek sonsuz bir enerji potansiyeline sahiptir.
Dolayısıyla, yaşamda var olan her şey, ‘varoluş’un (Beeing) farklı düzeylerindeki gösterileridir. Tüm varlıklar
yalnızca enerji’den ibarettirler. (All This Is That , ya da All That Is)
Bu potansiyeli yani “yaratıcı zeka” (creative intelligence) rezervuarına, basit algı sistemiyle varılamaz.
Bundan ötürü, bizler, “yücelen” (transcending), sıradışı yükselen bir “düşünme tekniği”nden (meditation)
bahsediyoruz. Bunun için de ismi: “Transandantal Meditasyon” (Transcendental Meditation) dur.
Peki, eğer ‘Varlık’ (Beeing) zihnin en temel ve esas parçası ise, onu niye basitçe-kolaylıkla
algılamıyoruz? MAHARISHI diyor ki: “Bizim dikkatimiz dışa, duyu organlarımız yoluyla yönelmiştir. Gözler,
dünyada olup biten her şeyi ‘görüp içeri nakleden’ algı organları olmakla beraber, tuhaftır, kendileri görmezler;
ama hala tüm varlığın, mevcudiyetin temelinde yatarlar.
M e v c u d i y e t ve b i l i n ç l i l i k, esasında oldukları gibi saf, pür bir halde algılanmazlar. İnsanın
gözü, çevresinde olup bitenlere bir yakalanırsa, yani, çevrenin sürekli değişen faz’lardan birine bağlanıp kalırsa,
problem başlar, dengesi ve dinginliği bozulur, ıstırap çekmeye başlar.
TM, doğrudan doğruya alınan algıların, kendiliğinden oluışan bir sürecidir. Bunun herhangi bir inanç
sistemiyle ya da saçmalıkla bir ilgisi yoktur. Herhangi bir algı, Tanrı ya da sevgi duygusu, bize kullanılmaya
elverişli kılınmış hazinenin ancak küçük bir kısmıdır. Bu, sanki, zihin okyanusunun üzerinde yüzmeye benzer.
Bu tür algılarla, “kendi-bilinçlilik’ (self-consciousness) elde edilmiş olur, ve bu da, bu sürecin
sürekliliğinin sonsuza dek artırılmasıyla, “kozmik-evrensel bilinçlilik’ (cosmic consciousness) düzeyine
yüceltilmiş bulunur.
Bu, dünyada ne olursa olsun, onların hiçbirine bağlanmamak, onları düşünmemek ve kederlenmemek,
en yüksek derece özgürlüğe kavuşmak demektir ki, m e d i t a s y o n’ u n g a y e s i d e b u d u r.
TM ve STRES Olaylarının Kıyaslama Tablosu
Vücut fonksiyonları
Stres
Kaslar
Kan damarları
Gergin, kasılı
Büzülmüş, taraflar soğuk
Kalp
Fazla baskı ile daha fazla
kan devreye girer.
Çabuk ve derin
Nefes alma
Kanın kimyası
Deri direnci
Adrenalin artar; daha fazla
‘Lactate’ birikimi (yorgunluk).
Azalmıştır. Daha fazla terleme.
TM
Gevşek, rahatlamış
gevşemiş, taraflar sıcak
Ön kolda kan akımı hızlı.
Uykuda o/o20 olan çevre
azalması, TM ile o/o25.
Yavaş ve yüzeysel; oksijen
alımı o/o17-20 daha az.
‘Lactate’ en az o/o30 az.
Uykudakinden daha fazla
yükselmiştir.
MANTRA
Şimdi bir az da m a n t r a’dan bahsedelim.
TM uygulanmasında, herkesin kendisi için seçilmiş (ve yalnızca ‘instraktır-eğitici tarafından öğrencieye
‘gizli’ olarak verilmesi gereken) çok özel bir ‘ses-sada’ vardır. Biz buna “mantra” diyoruz. TM boyunca bu,
dikkat nesnesi olarak kullanılır. Bunu simgeleyen - genellikle iki heceli, yumuşak telaffuzlu harfleri içerensözcüğk, meditasyonu yapan kimseye hiç bir anlam ifade etmez. Fakat sözcüğün ‘ses’-‘tını’ niteliği derin bir
rahatlılık hissini ve TM’in karakteristiği olan seçkin bir ‘farkındalık’ı size mümkün kılar.
MAHARISHI ‘mantra’yı, “etkileri bilinmeyen bir ses-sada” olarak tarif eder. Ses dalgaları, fiziksel bir
gerçekliktir; sinir sistemine çarparak ve onu uyararak çeşitli etkileri oluşturabilir. Bunların bazısı olumlu, bazısı
ise olumsuzdur. Isı derecesi, besi ve ışığın durağan-sabit tutulduğu deneyimlerde, bazı müzik nağmeleri
bitkilerin gelişimini hızlandırmış, bazılarını ise durdurmuştur. Uygun seçilmiş bir mantra, hayatı ve gelişimi, her
düzeyde destekler.
MAHARISHI, bunları şöylece yorumlar:
“Kişiliklerin kendilerine özgü niteliklerini oluşturan titreşimlerin özel nitelikleri, birbirlerinden farklı
olmaları nedeniyle, bir kimsenin özel olarak seçeceği düşüncenin çok önemi vardır. Kurs esnasında, kişinin
duyarlılığına özgü bir ses ya da sözcük seçilmesi son derece önemlidir.
T r a n s a n d a n t a l M e d i t a s y o n, bu konuda uzman bir eğitmenin önderliğinde adım adım
öğrenilebilir, yoksa bir kitabı baştanbaşa hatmetmekle değil. Bu
Öğrenimin esası, t e k n i ğ i d o ğ r u o l a r a k u y g u l a m a k t ı r. (Oturuş, nefes, mantra,yoğunlaşabilme.”
*
*
MEDİTASYON NASIL YAPILIR ?
(Meditasyon ve Zazen’den alıntı)
Farklı kültür ve dinlerde çeşitli amaçlara hizmet eden “meditasyon” uygulamalarının birbirleriyle birçok
ortak özellikleri vardır:
(1) Kendine özgü bir OTURUŞ ve DURUŞ şekli :
Meditasyon, genellikle h a r e k e t s i z bir oturuş konumunda icra edilir. Ama, hareket eşliğinde
yapılan meditasyon türleri de mevcuttur:
K i n h i n, T’a i C h i C h ‘o n , C h i K u n g egzersizleri ve MEVLEVİ DERVİŞLERİNİN s e m a
uygulamaları esnasında, özel hareket ve dans vardır.
Bizim yaptığımız Klasik TM’de, hareketsiz oturulur ve bu oturuşta s ı r t, dimdik durur. Omurga’nın (S)
harfini andıran normal statü’sü aynen sağlanır. Ancak be şekilde gereken “iç duyarlılık” = gerginlik gideren
rahatlama ve dinlenme mümkün olabilir.
Amerika Birleşik Devletleri, San Fransisko’da Zen öğretmenliği yapmış Shunryu SUZUKI, kitabında
şöyle der:
“D u r u ş ve o t u r u ş , bizi, gerekli zihinsel ve ruhsal durumlara geçmemizi kolaylaştıran bir
yardımcı ya da bir amaç olmayıp, zihinsel ve ruhsal durumun ta kendisidir. Her ruhsal durum bir bedensel
duruşu çağrıştırdığı gibi, her bedensel duruş da, bir ruhsal duruma eşlik etmektedir. Yani, “meditasyon oturuşu”,
meditasyon yapan kimsenin iç yaşantısının dışa vurumudur. Bu oturuşta tam ayar, bir kemanın akordu kadar
önemlidir. Meditasyon sırasında eğer olumsuz düşünceler huzurunuzu bozmaya başlarsa, hemen oturuşunuzu
gözden geçirin. Kesinlikle oturuşunuzda bir bozukluk olduğunu göreceksiniz!”
Ç e n e de hafifçe içeri çekilmeli (kulaklarınızdaki gerilimi duyumsamalısınız.)
O m u z l a r alabildiğine aşağı düşürülmelidir.
K a r ı n, dışarı taşırılmalı ve ‘güç’, o bölgede yoğunlaşmalıdır. “Kendimi, karnımda, göbeğimin üç
parmak altında hissediyorum!” diyebilmelisiniz.
HARA adlı bir kitap yazmış olan Von DURKHEIM, “omuzların kendiliğinden düşmesine izin vermek
yerine, onları aşağı çekmek için bir basınç uygulamalısınız,” der.
Aynı şekilde, “karın dışarı doğru itilmemelidir; mide boşluğu aşağı düşürülmeli ve karın, kendiliğinden taşkınlık
yapmalıdır.”
K o l l a r, omuzlardan aşağı serbestçe sarkıtılabilmelidir: Ne sıkı sıkı bedene yapıştırılmalı ve ne de
kanat gibi iki yana açılmalıdır. Omuzlara asılı kalmalıdırlar.
Koltuk altlarınıza birer yumurta yerleştirdiğinizi varsayın; kollar yumurtaların düşmesine izin vermeyecek ama
bir yandan da yumurtaları kırmayacak bir konumda olmalıdır.
(2) BİR KONU ÜZERİNDE YOĞUNLAŞMA :
Çeşitli meditasyon pratiğinde, “yoğunlaşma” süreci türlü alanlar üzerine odaklaşabilir.
ZAZEN’de : Alış-verişin izlenmesi (Aşağıda ayrıntılarıyla göreceğiz),
TAO’culukta : t a n t i e n = t a n d e n ;
HİNT YOGA’sında : Ç a k r a adı verilen, baştan başlayıp, karında, göbeğin üç parmak altındaki
duyarlı-enerji merkezi üzerine yoğunlaşılır.
Yoğunlaşma bir (Ses), (Rüzgar), (Müzik aleti), (Duygu), ya da (Cümle) (Mahtra) üzerinde olabilir.
H i n t l i l e r , mum ışığını izleyerek meditasyon yapar.
T a n t r i k B u d i z m ve L a m a i z m’de, “mandala” ya da “yantra” adı verilen desen’ler üzerinde
canlandırılan meditasyon’lar yapılır.
Özet olarak, “yoğunlaşma” teknikleri iki gruba ayrılabilir:
1) Ses-cümle-fikir gibi belirli bir ‘item’üzerinde yoğunlaşma;
2) Her tür oluşumun -içten ve dıştan gelen duyu ve uyarılar, hisler, düşüncelerüzerinde yoğunlaşma (ZEN ve TAO’cular. TM’de bu olamaz!)
(3) NEFES EGZERSİZLERİ :
Meditasyonda, n e f e s “alış” ve “veriş”ler, bilinçli olarak düzenlenir.
“Bilinçli olma”, “Zihni arıtma”, BUDİZM’in esasını teşkil eder.
Bizzat BUDDHA, “Satipatthana Sutra” adını verdiği bir “arıtma”yı şöyle özetler:
“Z i h n i a r ı t m a k, ıstırabı yok etmek, yenmek, doğru yolu bulmak, NİRVANA’ya giden (Buda’yla
bütünleşen- esasında ‘kendı’nın ‘kendi’ ile bütünleşmesi) tek yoldur. Buna da, yaygın bir dikkatlilik ve herşeyin
farkında olunmasıyla ulaşılabilir.
“İnsan, a) bedeni’nin, b) duyguları’nın, c) ruhsal durumları’nın, d) düşünceleri’nin, ve,
e) n e f e s a l ı ş ı’nın farkında olmalıdır.”
İnsan, “sığ” ya da “derin” nefes aldığının farkında olmalıdır.
Bu işlere yeni başlayan, önce konu üzerinde ‘farkındalığını” artırmalıdır. Bunun için de, önce,
nefesinizi saymakla başlamalısınız. En az, en çok 10 kez nefes sayılmalı, sonra ara vermeden saymaya devam
etmelidir.
Sayı sayarken, “gülümser” gibi dudaklarını bir az büzerek, yüzü geren yanak kaslarının farkına
varılmalıdır.
Nefesin bedende geçtiği yollar da düşünülebilir, ama zihnin dağılma tehlikesi belirebilir. Yoğunlaşma
özellikle “burun kanatları” ya da “göbek altı” üzerinde yapılırsa, bunlar genel relaksasyon içn çok faydalı olur.
E n k l a s i k p r a t i k, nefesin işine karışmadan, onun izlenmesiyle yetinilmesidir.
Nefes
Nefes
Nefes
Nefes
a l ı ş (pureka) süresi (1) birimse,
t u t m a (khumbaka) süresi (4) birim;
v e r m e (rejeka) süresi (2) birim, ve yine:
t u t m a (khumbaka) süresi (4) birim olmalıdır. (Genel formül: 1+4+2+4)
E v r e n s e l n e f e s : HİNDU’lar : “prana”,
TAO’cular : “chi - ki” der.
ZEN BUDİST’ler : Her (nefes alış) ve (veriş)’te “mu” der.
SUFİ’ler : Aynı alış-veriş’lerde: “hak” ve “hu” yu kullanır.
T.M.’de, nefes alış-verişte mantra tekrarlanır:
Örneğin, eğer “mantra” :S a t n a m ise:
Nefes alış’ta: “sat”,
Nefes veriş’te: “nam” kullanılır.”
Derleyen: Prof.Dr. İsmail Ersevim
*
*
“Sinirlerini yatıştırmaya çalışan piskopos, yüzüğündeki mor ametist taşa bakarak meditasyon yaptı.
Piskoposluk arması işlenmiş yüzüğünün ve elmasların dokusunu hissederek, kendi kendine bu yüzüğün yakında
sahip olacağı güçten çok daha küçük bir gücün sembolü olduğunu hatırlattı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:171)
“ ‘Bu kadarcık mı? Bir rahip için başka hedef yok mu?’
‘Var elbet. Hedeften çok şey yok. Diyelim İbranice öğrenmek, Aristoteles’in kitapları için açıklamalar
kaleme almak, manastırın kilisesini süsleyip bezemek ya da inzivaya çekilip meditasyonla uğraşmak, ne bileyim
işte bunun gibi yüzlerce şey.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:82)
“(Mihail) ‘Beni otele götür,’ diye kekeledi, ‘seni bekliyordum. Bu gece bana bir şey söyleme; ben artık
ölmüş bir adamım!’
Ertesi sebah yüzü perişan bir halde, bana şöyle söyledi;
‘Dün bir telgraf gönderdim. Cevap ancak kötü olabilir, ama sekiz-on gün bu cevabı beklemek
zorundayım. Nasıl olsa Habeşistan işi suya düştü. Artık oraya gitmeyeceğim. Çok iyi bir dinlenme yerine,
Aynaroz’a gideceğim, orada üç ay sürecek bir meditasyon hayatı bana yalnızca Tanrı’ya sunulan bahşişe mal
olacak. Yiyecekler, köle rahiplerle onların kardeşleri olan, hemen aynı derecede köle Rus köylülerinden gelir. Üç
ay süreyle onların paraziti olacağım ve yeryüzünde bir şey değişmiş olmayacak.’ ”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:77)
“ ‘Geçen yıl Engadine’de tanıştığım Budist rahibini anlatayım size. Kendince bir yaşam sürüyor.
Uyumadığı saatlerin yarısında meditasyon yapıyor ve haftalar boyu hiç kimseyle görüşmüyordu. Günde bir öğün
olmak üzere çok sade bir yemek düzeni vardı; o da, başkalarından aldığı bir yiyecek hatta yalnızca bir elma da
olabilirdi. Ama o elmanın karşısında saatlerce meditasyon yaparak onun iyice kızarmasını, sulanmasını ve tazelik
kazanmasını beklerdi. O günün sonuna doğru, ihtirasla yiyeceğini beklerdi. Buradaki mesele şu Joseph (Breuer);
ihtirası elden bırakmak zorunda değilsiniz; ama ihtiras duyacağınız koşulları değiştirmelisiniz.’ ”
(Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:251)
Medusa, Méduse, Medüz : ( BIO., MYTH.,TARİH)) Denizanası; (Myth.) Yılan saçlı canavar; Eski Grek
Mitolojisi’nde Gorgo kardeşlerden ölümlü olanı: Gerçek İnsanlığın sembolü olan Perseus tarafından kafası
kesilerek öldürülmüştür. Karakterinin sembolizmi şu idi: İlk kez işlevlerini ‘yükseklere’ götürür, Tanrı’nın ve
Kilise’nin arzuladığı gibi ruhu temiz ve güzeldir, sır’ların gardiyanıdır; sonra, aşağılara yönelir, kirli ve
mahvedici ‘Dogma’ya dönüşür; 1816 temmuz’unda, Méduse isimli gemi Batı Afrika açıklarında batmışşş, 149
kişi salda 12 gün aç susuz kalmışlardı
“Benim sorularımı umursamadan, dut çalıları arasındaki çakıl taşlı bir yola saptı. Beyaz bir binanın
önüne vardığımızda Oleron bir duvara, sonra da bir evin damına tırmandı. Oradan, bazı insanların gezindiği
binanın bahçesini görebiliyorduk. Onların hareketlerinden ve çığlıklarından deli oldukları, oranın da bir akıl
hastanesinin bahçesi olduğunu anlamak zor değildi.
-İşte onlar, dedi Oleron. Onlar ‘daha önceleri’ gördüler. Gözlerinde Medusa’yı gördüler. Melmoth
onlar için, hayvan sesiyle konuşuyor.”
(Stefano Benni, “Deniz Dinindeki Bar-Pelerinli Adamın Öyküsü”, sa:95-6)
“Yumuşak, ağırbaşlı ve son derece dostça sesiyle piskoposun bu ‘mösyö’ kelimesini her söyleyişinde
adamın yüzü ısıyordu.. Bir forsaya ‘mösyö’ denmesi, M é d u s e kazazedelerine bir bardak su verilmesi gibi bir
şeydi. Şerefsizlik ve onursuzluk, itibara susamıştır.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:136)
Medya : (Ing.: ‘Mass Media’dan alıntı; Bugünün modern iletişim araç gereçlerinin tümünü, örneğin gazete,
dergi, T.V., sinema v.b. basın ve yayım organlarının toplu ismi
“Dünyanın uzak köşelerinde olanları anlamakta çekilen zorluk. Amerika’da burnumun dibinde olanların
dışında, bildiğim her şey medyanın (çoğunlukla ‘New York Times’ ve ‘New York Review of Books’, biraz da
‘TV ve radyo’ filtresinden geçiyor ve olaylardan ne kadar uzaksam, bildiklerimden de o kadar kuşku
duyuyorum. Son zamanlarda İtalya’da patlak veren skandalların ucuz fars’ını kavrayabiliyorum. <Paul, 10 Mart
2011>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:237)
medley : (MUS.,KOLL.,İNG.) <med’li> : -isim,sıfat, fiil- karışık şey, karışık kalabalık; karıştırmak; türlü
musiki veya şarkı parçalarından oluşan parça; çeşit çeşit renkten dokunan kumaş
meed : (KOLL.,İNG.)
meerschaum :
<mi’d> : -isim- ödül, hak, layık olma
(SAN.,KOLL.) <mir’şom> : Eskişehir taşı, deniz taşı; lüle taşı; o taştan yapılan pipo
Meğer; Meğer ki; Meğerse : Eğer (Biri diğerini engelleyecek iki cümleyi birbirine bağlamakta kullanılır),
öyle olursa-olduysa; ‘ben ayrımında değilmişim’ bağlamında; ‘işin aslı astarı’
“Biz evlenirken kocam bana: ‘Seni Avrupa’nın her yanında dolaştıracağım,’ demişti. Götüre götüre bir
Roma’ya götürebildi. Sonra, her yerin yolunu kendim öğrendim ama, boşver. O ilk çıkışım içime dert olmuştu.
Ne Londra, ne birşey. Venedik’te bir gondola bile binemeden geri dönmüştük. Meğer işleri sarpa sarmış biz
yokken.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“Çocuk biraz okursa, ailesine yardım eder; çok okursa onlarla konuşmak bile istemez. Butros’un gitmek
istediğini her söylediğinde babasından dinlediği vaaz da buydu. ‘İnsan yaşamını öğrenmekle geçiremez. Günün
birinde durman ve dönüp tarlalarda çalışman gerekir... Meğer ki, papaz olmak istemiyorsan...’ ”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:48)
“Denizde açlık ve susuzluğa dayanarak on gün yaşamanın karlı bir iş olacağını hiç düşünmemiştim.
Ama şimdiye kadar on bin pesoyu cebe indirdiğime bakılırsa karlı bir işmiş meğer.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizici”, sa:116)
“Meğer ki uydurduğun erdemli yalanlarla
Hiç layık olmadığım şeyler yakıştırasın,
Cimri gerçeğin vermek istediğinden fazla
Bu ölüye, ardından, övgüler yağdırasın.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:72, sa:185)
Meh(i)r - Mahr : (ARAP, İSLAM MYTH.) : A ğ ı r l ı k - Mihir, evlenirken erkek tarafından verilen para;
Mehr-i muaccel: Nikahta verilen ağırlık <takı>; Mehr-i müeccel: Boşanma ya da ölüm halinde verilmesi
kararlaştırılmış para
“ K a d ı n h a k l a r ı, boşanma ve miras konularında, zamanından çok daha ileri görünen İ s l a m
dini, M e h i r (Mahr) adı altında, evlilik konusunda, kadın lehine, ‘sözlü’ bir anlaşmaya izin vermiş. Bunun
başlangıçları da tabii, M.S. 4.-5. asırlara, belki de daha öncelere gidiyor. Bu konuyu, İslam Ansiklopedisi,
Cilt:VII’den yaptığım bir özetle sunuyorum.
‘N i k a h’ esnasında erkek tarafından kadına verilen ‘ağırlık’ aslında ‘bedel’ olup, bir de bir
mukaveleye istinat etmeksizin <dayanmaksızın> ‘dotluk’, ‘hediye’ anlamına gelen ‘s a d a k’ın müteradifi <eşanlamlısı>; Müslümanlıkta nikah kıyılırken, erkeğin kendine vermeye mecbur olduğu ve kadının mülkiyetine
giren hediye.
Bu, C a h i l i y y e devrinde de muteber <geçerli> idi. M e h i r, ‘vali’ye, yani, henç kızı velayeti
altında tutan kimseye verilirdi. Hz. Peygamber, Arapların evlenmeye dair muamelelerini ele alarak onları birçok
bakımdan geliştirdi. Kur’anda kadının satın alınması ile s a t ı ş bedeli olarak ‘mehir’ yer almamaktadır.
Böylece, meşru bir birleşmede, Kur’an, bir düğün hediyesi verilmesinden bahseder: ‘Ve kadının mehri’ni
kendiniz veriniz!’ (Bakara suresi)
M e h i r, kadının kendi malıdır, bu sebeple evlenme nihayet bulsa bile, kadın onu muhafaza eder.
‘Ayrılma’ durumunda bazı eşyaların mehre dahil olup olmadığı hususunda anlaşmazlık olursa, kocadan y e m i n
talep edilir. Erkek kadını boşarken, Z i f a f (birleşme) vaki olmuş ise, M e h r’in ödenmesi gerekir. Ancak erkek,
zifaftan önce evlenmekten vazgeçebilir, o vakit kadına mehr’in yarısını vermekle mükelleftir.
M e h i r, deve, koyun, sığır gibi ehli bir hayvan olabileceği gibi, para veya paradan sayılan herhangi
bir şeyin, paraya tahvili <çevrilmesi> mümkün bir menfaat da olabilir. İbni MACA ve BUHARİ’nin
zikrettikleri hadislere göre, Hz. Peygamber bir evlenmede, mehir olarak, bir çift ayakkabı vermeye müsaade
etmiş ise de, bir demir yüzüğü dahi bulunmayan bir fakir adamın karısına, mehir yerine Kur’anı öğretesini kabul
etmiştir.”
(İ. Ersevim, “Aile Tedavisi”, sa:439-440)
“Adam acıdı bana, on dinar verip beni Frenklerin zincirinden kurtardı, aldı Halep’e göstürdü. Bir kızı
vardı. Yüz altın mehr ile bana nikahladı onu. Aradan bir süre geçtikten sonra, huysuz ve kavgacı olan kız dilini
uzatmaya, huzurumu bozmaya başladı. Ne demişler:
‘Bu dünya evine kötü bir kadın
Aldın ise cehennemdesin, yandın!
Koru bizi cehennem azabından,
Aman Tanrım, kötü yoldaştan sakın!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:113)
Mehr Licht : (AL.,PSYCH.) <Me’r Liht> : Bir az daha ışık = More light (Supposedly Goethe’s last words)
İNG.
me judice : (LAT.,KOLL.) <me yu’dike> :
Benim fikrimce, kanaatimce : In my opinion (İNG.)
Mekanı cennet olsun : Ölmüş birinin ardından cennete gitmesi arzusuyla iyi niyetle söylenen bir dilek
“PİŞÇİK (Kaygılı.) - Ne diye gidiyorsunuz kente?... he, ne yapmalı... (Ağlamaklı.) Olsun... Bu
dünyada her şeyin bir sonu var. (Ludov Andreyevna’nın elini öper.) Bir gün benim de nalları diktiğim haberi...
kulağınıza kadar ulaştığında... bu adı anımsayın da... ‘Dünyada bir Simeon-Pişçik vardı... Mekanı cennet olsun’
deyin... Hava olağanüstü güzel... Evet...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:169)
Mekan tutmak : Yuvalanmak, ev sahibi olmak
“Yazın arka avlumuzda hep çöp bidonu kokusu ve bütün evlerde de haşere olurdu. Mutfaktaki ahşap
duvar kaplamalarında karafatmalar, ocağın arkasında bir yerlerde çekirgeler dolaşır, dükkanda da ayrıca un
kurtları mekan tutardı.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:62)
“Bayıra inşa edilmiş küçük bir kasaba olan Rognes’dan yalnız birkaç dam gözüküyordu; bunlar, çok
yaşlı karga ailelerinin mekan tuttuğu külrengi taştan çan kulesi ksabaya tepeden bakan kilisenin dibine yapılmış
evlerdi.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:5)
Mekik dokumak : Bir yerlere, özellikle iki yer arasında sürekli gidip gelmek
“Eve dönmeme de imkan yok. ‘Konsolosun kızı’ ile ‘Balıkçı Cemal’in aftos’u arasında mekik dokumak
için sinirlerim müsait değil.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:83-4)
“... dünya işleri bakımından kör acemi denecek denli deneyimsiz bulunan, kentin kız yatılı okullarıyla,
kendisini beğenen birkaç soylu ruhlu kadının günah çıkarma papazlığını yaptığı için, ömrü dua kürsüsüyle günah
hücresi arasında mekik dokumak, en basit şeylerden de doğsa, ‘vicdan sorunlarını’ çözümleyeceğim diye uğraşıp
paralanmakla geçen rahip Birotteau’ya..... bir çocuk gözüyle bakılabilirdi.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:48)
“SÜTÜN GELDİĞİ SÜRECE
Kavisli kirpiklerine benzeterek kumu açarım,
Bildiğim eski bir kuyuya benzeyen memelerinden
Damlayan sütünü biriktirerek,
Sütün geldiği sürece, akrabalarım mekik dokuyacak
Attam ve Lub arasında.”
(Cemil Besine<Cemil Bin Abdullah Bin Mamur el Azri el Kdaki><d.701M. 82H>-Metin Fındıkçı;
”Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.06.09)
“... iriyarı bir kadındı; Terralba ailesinin bütün delikanlılarını emzirmiş, daha büyüklerin hepsiyle
yatmış, bütün ölenlerin gözlerini kapatmıştı. Şimdi, iki gönüllü mahpusun odaları arasında mekik dokuyor, onlara
nasıl yardımcı olabileceğini bilemiyordu.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünmüş Vikont”, sa:23)
“Kent sinemalarından dönenlerse biraz daha geç geldiler. Onlar daha ciddi gibiydiler. Hala
gülüyorlardı, ama zaman zaman yorgun ve düşünceli görünüyorlardı. Sokaktan ayrılmadılar, yaya kaldırımlar
arasında mekik dokumaya başladılar.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:29)
“SEVEN BİR KADIN -... Burada. Acı çeken bir ruh gibi. Dün, bütün gün, sokak kapısı ile oda arasında
mekik dokudu, yüzüme bakıyor, kulaklarını dikiyor, bir şeyler dinliyor, her tarafta seni arıyordu.”
(J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:14)
“Yıllar yılı her gün işten bara, bardan bir sevgilinin yatağına, yataktan kendi odasına, kendi odasından
annesinin evine mekik dokuyan biri olarak, aklına hayaline gelmemiş bir yaşantının içine düşmüştü: Akıl
hastanesi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:45-6)
“Ve bir iki gün sonra bu vahşiler sanki buradan başka bir yerde yaşamış olduklarını unutuyor. Bedava
ve bol yemek, her şeyden fazla da ekmek tarafından baştan çıkarılınca rahatlıyor, herkese gülümsüyor, kışla
avlusunun gölgeleri arasında mekik dokuyor, uyuklayıp uyanıyor, yemek saatleri yaklaştıkça heyecanlanıyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:27)
“Ya, öyle işte! Şimdi artık bakanlıklar arasında mekik dokuyorum. Başka işim de yok aslında. Bir
tütüncü dükkanı açmak için izin koparmaya çalışıyorum...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:12)
“Büyük Atom İmparatorluklarının çökmelerinden sonra, strik asidin enerji üretimi kapasitesine sahip
olduğunu keşfeden Akdeniz bölgesi insanları önce dünyanın sonra da bütün evrenin efendisi oldular, bir ozanın
‘güneşin altın trompetleri’ dediği şeyle hareket eden astrokraftlarıyla <Evren’de hareket eden, uçan vasıtalar>
evrende mekik dokudular.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:62)
“Uzun zamandır barış içinde yaşadıklarından artık asma kapıyı indirmiyorlardı. Hendekler suyla
dolmuş, mazgallara kırlangıçlar yuva yapmışlardı. Bütün gün perde çizgisi üzerinde mekik dokuyan okçu, güneş
kızdırınca gözcü kulübesine giriyor ve bir keşiş gibi uyuyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52)
“Sağa gittik, sola gittik, mekik dokuduk, on gün uğraştık, bir türlü yem bulamadık, tutamadık. Oysa,
aldığımız paradan daha yetmiş lira borcumuz vardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:33)
“Bitkindi. Sağında ve solunda birer uçurum vardı. Hiç kımıldayamadan, her an aşağıya
yuvarlanabileceği düşüncesinin verdiği dehşetle iki düşünce arasında çırpınıyordu. Şu iki düşünce arasında mekik
dokuyordu aklı: ‘Düşersen öldün, kalırsan enselendin!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:254)
“Fabrikada makineler iyi işlemiyor, işçileri yaralıyor, kazalar çıkarıyordu; yapılarda işin ehli olmayan,
başlarında usta bulunmayan ve az ücretle çalıştırılan adamlar bir gün önce yaptıklarını ertesi gün bozmakla vakit
geçiriyorlardı. Kir Leonida ile Barba Zanetto, akılları başlarından gitmiş, bu iş yerleri arasında mekik
dokuyorlardı.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:50)
“Zaten bütün derdi suylaydı onun. Gün doğar doğmaz iki saç kovasını kapar, mahallenin tulumbasıyla
evler arasında mekik dokuyarak su taşır, kovaların ağzına kadar dolu olması koşuluyla seferine bir para alırdı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:39)
“Bir kereseinde Meryem’in oğlu, Nasıra’nın dışındaki yeşil bir bataklıkta bir kısrak leşi görmüştü.
Şişmiş, derisi davul derisi gibi gerilmişti. Barsak ve pislik dolu açık karnında, akrep ve bok böcekleri geçit resmi
yapıyor, mekik dokuyorlardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:89)
“Arka pencere, yan pencere, kapı arasında mekik dokuyordu. Bir ön pencereden beş on kurşun, bir arka
pencereden, bir kapıdan... Bu döğüşü ne kadar sürdürebilirdi...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:260)
“Bir de iki yaka arasında mekik dokuyan motorlarını. Bir kış günü hiçbir işim yokken bu motorlardan
birine binip karşı kıyıya gittim, sonra geri döndüm.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:5)
“Bu andan başlayarak bütün bakışlar kaygıdan kurtulmuş ve çok hoşlanırcasına bu güzel çifte
çevrilmişti. Gözler durmadan birinden öbürüne mekik dokuyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:148)
“Aşağıdan, alıştıkları o şarkı sesi ve taşlar üzerindeki ayak sesleri duyuluyordu. Winston’ın ilk kez
geldiklerindee görmüş olduğu esmer kollu, iriyarı kadının, çamaşır teknesiyle çamaşır ipi arasında mekik
dokumadığı bir zaman yok gibiydi.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:163)
“Ne yapsam boş
Anacığım
mekik dokuyacak
gücüm kalmadı
Aphrodite’nin yüzünden”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:27)
“O zamanlar adet olduğu gibi, kamyonete para veremeyen kimselerin taşınmaları, sırık, halat ve
çuvallardan başka gereç kulanmadan, sırt hamallarının omuzlarında gerçekleştirilirdi. Ama onlar ufak tefek
şeyleri taşımazlardı…bu yüzden de annem, bütün o yıllar boyunca kafasının üstünde sepetler ve bohçalar
taşıyarak, ya da uygun olduğunda kalçasının üstüne oturtarak, iki ev arasında kilometrelerce mekik dokumak
zorunda kalmıştı.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:63)
“Konsolosluk görevini yeniden elde edip İtalya’dan edindiği alışkanlıklarına kavuştuktan sonra, Roma
ile yaşamını kazandığı Adriyatik kıyısındaki küçük liman arasında eskisi gibi mekik dokumaya başlar başlamaz
yeniden çalışmaya koyuldu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:9)
“Sofracıbaşı kolunda peçete, uşaklara göz ucuyla işaret ediyor, duvar saatiyle Prens’in geleceği kapı
arasında telaşlı bakışlarıyla durmadan mekik dokuyarak sofra takımlarının yerleştirilmesine nezaret ediyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:235)
“Donanma, savaş durumuna getirildi. Genel Kurmay Subayları Paris’le Londra arasında mekik dokuyup
son tedbirleri gözden geçirdi. Amerika’ya işleyen gemiler, vakit geçirmeden canlarını güvene almak istiyen
yabancılarla dolup taştı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:511)
“Bir yıl boyunca çiviler bu kararsız adamı Königsberg’de özlenen memuriyet, sonra başını yine alır
gider, Fransız askerlerinin arasından Dresden’e geçer, ama casus zannıyla Chalon’a sürüklenir. Kurtulur
kurtulmaz şehirler arasında mekik dokur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:3)
Mekkare, mekkarecilik : Sokak aralarında satış yapmak için üzerine meyve, sebze v.b. yükletilip sokak
ticaretinde kullanılan at, eşek, katır gibi ehli yük hayvanları; Böyle sokak alış verişi yapma; Kollok.: Kaçakçılık
yapmak
“Adam kaçakçı mıydı? Okulda dolaşan dedikodu bu yöndeydi. Belki de yiğit bir tüccar, tedbirsiz bir
aracı, bir yol mühendisi veya bir sömürge idaresinde memurdu. Ama öğrencilerin arasındaki fısıltılarda sık sık
‘kaçakçı’ anlamına gelen yarı Arapça yarı Türkçe ‘mekkareci’ kelimesi öne çıkardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:77)
Meksika Mitolojisi : (MEKSİKA.MYTH.) : Meksika ve Orta Amerika’nın miti, mücevherler, çiçekler ve
kuşlarla sarmaş dolaş olmuş, lojik olmaktan daha çok instinktif ve heyecani bazlara daynan bir kompozisyon
gibidir. Geniş vadi ve ovaları, dağları tepeleri dolduran ahalinin, Tarihten önceki devirlerde, Büyük Okyanus
adalarından, tepeden, Alaska’dan- Bering boğazından, sahil boyu aşağıya inerek buralara yerleştikleri
sanılıyor. İlk yerleşenler, NAHUA dilini kullanıyordu ama, bunu da üç bölümde incelemek yerinde olur: 1)
Günlük h a l k ı n kullandığı pratik, basit, gümlük lisan; 2) A s i l’lerin kullandığı, daha şairine, kültürlü ama
yeterli derecede zekaya hitap etmeyen orta dil, 3) S i h i r b a z’ların, p a p a z’ların kullandığı ileri görüşlü,
aydınlanmış’ın lisanı. XVII. y.y. münevveri Sigüenza y Gongora, meşhur Meksika Tüylü Yılan: Quetzalcoatl’ın
Apostol Thomas’n kendisi ve Yani Dünya’nın tüm Hintlilerinin, Hz. Nuh’un büyükübüyük torunları olan
POSEIDON’dan üretilmiş olduklarına inanıyordu.
“Bugünkü halkı teşkil eden Esas nesil olan Amerikan Hintlilerin de, birçok değişitk türlerden,
kaynaklardan geldiklerine inanılır. Keskin imajlı, çengel burunlu ve okulöncesi okurlarının çok iyi bildikleri
hikaye kahramanları yanında, çekik gözleriyle, geniş çene kemikleri ile tipleri kolay ayırdedilebilen Çinliler,orta
boylu ve şişman, uzun boylu ve kas’lı çeşitler. Dekoratif ve artistik Huicol Hintlileri de o.k; pre-Hispanik
Meksika popülasyonu, orta yüksek sahalarda yaşayan NAHUA’lar, Meksika Körfezi boyunca OLMECS ve
TOTANACS, daha güneyde HUASTECS, TARASCANS ve ZACATECANS, CORA ve HUICHOL Hintlileri
batı’da ve karışık kabileler kuzey’de toplanmışlardır. AZTECS’ XIV. y.y.’da <1324> merkezi işgal ederek, ve
eskiden mevcut, ‘mastercraftsmen’ olarak tanınan TOLTECS’leri yerinden oynatarak alana hakim oldular. En
başarılı liderleri I. Moktezuma (1440-1469). Fakat Colomb’dan sonra CORTEZ idaresindeki İspanyollar,
acımasızca bu toprakların sahibi oldular. Din bakımından düalistik, birbirleriyle kavga eden Tanrıların
bulunduğu bir inanç içinde yaşadılar,: tıpkı insanlar gibi, Onların t a k v i m i dünyaca meşhurdu ve, 5,125 yıllık
bir hükümranlıktan sonra,<Başlayış: M.Ö. 12 Ağustos 3114; Kapanış >21 Aralık 2012’de sona eriyordu. Daha
güney ve uzaklarda, iki eski büyük kültürden MAYA yaygındır, diğeri NAHUA’dan yukarda bahsetmiştim.
Bu iki taban kültür arasında iletişim eskilere kadar gider. Büyük Nahua tanrısı Quetzalcoatl’un
(Kukulkan), Maya arazilerinin yerli ürkek milli kuşu KUKUL ile, isim olarak, birleşik çağrışımı vardır.
Dillerinin resmi ismi olan NAHUA, esasında dini bir sembol de olup ‘otoriteyle konuşan biri’, Tanrı gibi,
anlamına gelir. Maya’lılar da, dini lider’lerini: H’MEN olarak adlandırırlardı: ‘Kim ki anlayabilir ve
konuşabilir’. Amerika’nın keşfi çıktığında <1492 on>, ‘doğa üstü, süpernatürel devlerin ya da küçücük
vücutlarıana karşın alelade silahlara dirençli küçük Pigme’lerin buraları istila edeceği rivayetleri dolaşıyordu.
İstilacı İspanyollar, zamanla anlaşıldığı gibi, yerlilerden daha az azgın, daha az vahşi ya da batıl itikatları
olmayan insanlar değillerdi. Bilinen müşterek şey, öldürülen ‘diğerleri’, güneş tanrısını ayakta tutmak için
yapılıyordu. Sonraki gelişmeler gösterdi ki, istila ile gelen kıyımlara karşın, eski Amerikan düşünceleri,
süperstiyşın (superstition – batıl itikat), panteizm: tüm mabutlara fark göstermeksizin tapma, Eski Yunan ve
Mısır sanatı ve inanışları, ne denli değiştirilirse ya da çarpıtılırsa, devam etti, insan denen mahluğun dünyaya
geliş nedeni, insanın bu ve diğer dünyadaki yeri, tam filozofik bir hava içşinde olmasa dahi, yaşandı, konuşuldu,
kanlı ya da kansız test eildi, bu insanlar, bugüne kadar var oldular ve olacaklar da...
Bir az da baştanrı Quetzalcoatl ve onun Venus ile ilişkisinden bahsedelim. O, Venus, ne zaman ki
grubun altına girerdi, ona ve tebaasına göre, ‘yeraltı dünyası’na göç ederdi. Tanrı, Venus’la birlikte yeraltına
girer ve orada ‘değişim’ (transformation)den ıstırap şekerdi. Çocukken, babasının kemiklerini toplamak için
yeraltına inmişti, onları buldu ama oğlunun itirazlarıyla yüz yüze geldi. Ancak bir çakalın, vahşi bir kedinin ve
köstebeğin ve bir kartalın yardımıyla Cennete uçabildi. Daha sonraları ‘Mortal = ölümcül’ bir günah işlediği
için, sekiz gün, taş bir tabut içinde, cehennem gönderildi, sonra gene göğe uçtu. Burada oluşagelen sembolizm şu
ki,Venus’un göz kamaştırıcı güneş ışıkları içinde görünümü, güneşle eşleşmesi, hatta güneşin kendisi olmasıdır.
Kendinden sonra gelen hükümdar Huitzilopochtli, bu ‘birleşme, içerikleştirme=asimilasyon’ ile özdeşerek,
kendisini ‘Güneş Tanrısı’ ilan ettiği gibi, beslenmek için de, insan kalbi ile beslenmesi gerektiğini söyler ve öyle
icra ederdi. Bu praktis de, o zamanlar, hem Tanrı ve hem de Kral olan bir liderin, böyle ‘kutsal yaratışlar’la,
‘kendine vardığını, bulduğunu, eriştiğini’ kanıtlamsı gerekiyordu. Bunu yapabilmekle, Kral, kendisi ile yearaltı
dünyası = va’dedilmiş toprak arasında bit köprü kurabildiğini kanıtlamış oluyordu. Kendine VENUS’ü (Lord of
Down) ‘ikiz’ olarak seçtiğinde, kendi ikizi: ‘köpek Xolotl’, GÜNEŞ olmayı seçtiğinde, ikiz’i: yabani kedi
oluyordu. İlki, yani köpek olmak, olası en aşağı tabakadan vücutsal dürtüleri, daha asil olan kedi (ocelot) ise,
insanlığın daha derin duyularını -ikilem!- sembolize ediyordu. Bugün, Meksiko Şehri’nde “Ulusal Antropoloji
Müzesi”nde sergilenen, tersi dönük heykelinde, kulak memelerinde Totonav stil bir tatu: derin, gemiş halka
boşluklar, ve, tersyüz edilmiş, tam belin üzerine hak’edilmiş, mermer bir yüz portresi, ama başaşağı, gerçekten
‘kendini bulmuş, ermiş’ bir insanın tüm ruh halini, şaheser bir şekilde bizlere göstermektedir.”
(Irene Nicholson, “Mexican and Central American Mythology”, Library of the World’s Myths and
Legends, Peter Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1985) (Çev.: İ.E.)
Mektep : Okul
“ ‘Bir de balta sesini doktorlar, adadaki zabitler duyarsa…’
‘Benim baltamın sesi çıkmaz. Ses çıkmayınca da duyulmaz. İşte ben çamlığa gidiyorum, yüreği atan
varsa arkamdan odun toplasın.’
‘Zabitlerin kızacak halleri kalmadı,’ dedi Arsen Usta, ‘iki gündür de mektep tatil. İki gündür de
yüzleri gülmüyor doktorların. Evlerinde yemek pişirecek odunları bile kalmamış. Balta seslerini duysalar zil
takarlar da oynarlar.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:429)
Mektup döşe(n)mek : İtina ile yazılı, uzun bir yanıt vermek
“Eleştirimden memnun kalmamış bu kişiye uzun bir mektup döşenerek cevap verdim, metropollerin
burnu kaf dağındaki modernizmine ilişkin küçümsememi pek gizlemeyip açığa vurdum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:121)
melamilik : (DİN, SÜNNİ,) : Sünni’liğin kolu bir mezhep. Daha ziyade Anadolu’da yaygın olup, insanlara
gösterişten, her tür maddi kaygılardan ve ahret korkusundan uzak olarak yaşamalarını telkin eder
mélange : (FR.,KOLL.)
<me’lanj> : Karışım, karışık şey
Melankoli, Melankolik : Büyük, derin depresyon; Deprese, üzgün kimse
“TREPLEV - Akıllı, sade, biraz da melankolik biri. Efendi ve ölçülü. Kırkında bile değil daha, ama
şimdiden ünlü ve gırtlağına kadar doymuş hayata...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:30)
“Sabaha yakın çıkan soğuktan korunmak için battaniyelerimize sıkı sıkı sarınarak geç vakit uykuya
dalardık. Ama şu melankoli anımda kafamdan silinmeyen görüntü, yağmurun altında, sanki değiştiremeyeceği
bir kadere boyun eğen biri gibi inatla, sessizce ilerleyen o yaşlı adamın görüntüsü. Belki de ölümün kendisi.
Neredeyse ellerimle dokunabildiğim bu yaşlı adam nasıl öleceğini bilmiyor.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68)
“ ‘Peki o halde gerçek nerede? Hangi yönde?’
‘Nerede? Evet, ben de bunu soruyorum: nerede?’
‘Bugün melankolik bir günündesin. Eugene.’
‘Öyle mi? Güneş başıma vurudu, sonra çok fazla ahududu yemek de iyi değil.’
‘O halde, biraz kestirmek bize iyi gelebilir, dedi Arcade.’ ”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:168)
Melas : (FR.YİYE.) Şeker üretiminde, billurlaşan şeker alındıktan sonra geri kalan, içinde belli miktarda
şeker bulunan posa. Hayvan yeminde, gübre v.s. yapımında kullanılır
“Remacle yurttaş, eninden boyundan kırpıla kırpıla daracık kalmış bir asma katta oturuyor, camlı
kapıdan bakıldığında, ensesi tavana değdi değecek, tezgaha bağdaş kurmuş, bir ulusal muhafız elbisesi diktiği
görülüyordu. Karısı Remacle yurttaş ise yahni ve kızarmış patates dumanlarıyla kiracıları zehirleyip duruyordu.
Kapının eşiğinde kızları küçük Joséphine, baştan ayağa melasa bulanmış, ama bir ilkyaz günü kadar güzel,
marangozun Mouton < koyun> adlı köpeğiyle oynuyordu.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:18)
Melek; Meleksi :
Melek gibi
Tanrınınn yanında ve hizmetindeki günahısz ve ölümsüz yaratıklar; Çok saf ve temiz insan;
“Ah dostlarım! Bu kadın melek... İfrit... Her şeydir... Onu sevmiyorum da. Fakat beni rahat bırakmıyor.
Bir an kendisiyle uğraştırmamazlık etmiyor ki. Odama günlerce kapanıyorum, camlarımı taşlıyor, sabaha kadar
korna çalıyor.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:89)
“HAÇA GERİLME - I.
Bu büyük anı yüceltti melekler korosu,
Ve ateş, yedi kat göğü yalayıp yuttu.
Baba’ya dedi ki: ‘Niçin bıraktın beni!’
Ana’ya döndü: ‘Sakın benim için ağlama’...”
(Anna Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:88)
“Tanımlamaya Prelüd’ler - XI
Mistisism, ama vermeyin bize sözler,
melekler, ama vermeyin bize düşlemler
kiliseler, ama vermeyin bize amentüler,
ne ölü tanrılar asılsın haçların üstünde bir dükkanda,
ne de tesbih taneleri, ne de dualar, ne de iman, ne de günah,
ne de kefaret:
ve ama, izin verin inanmamamıza, izin verin inanmamamıza.”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“Sonra melek üzerlerine kutsal ıstavroz işaret yaptı. O zaman hep birden sahile atladılar, melekse geldiği
gibi hızla dönüp gitti.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:14-5)
“Hayatın Fotoğrafı
----------------------Nesli tükenmeyen melekler sayfasındanım,
Ey şiir ben şımartılmış bir oğlunum.
Gece gezen yıldızlardan kahvemi yapıyorum,
Bu boğucu sonsuzluktan boşanıyorum.
Bu işkencenin zili uyanık tutuyor beni uyumak istedikçe
Bu yüzden düşüm yoktur benim.
Düşüm yoktur benim, bu gökyüzünü dinleyecek.
Geriye kalan hayatımla şafağa
Yol alıyorum.”
(Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10)
“ÇOK AĞIR KÜÇÜK ÇIKIN
Annem mutlaka melekler alemindedir
artık
cenneti geziyordur binip onların
kanatlarına.
Bir kez: -Oğlum, demişti, Tanrı’yla
karşılaştık
Ve O gitme zamanımın geldiğini anımsattı
bana.”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“TUZ VE ACI
----------------Ölme
diye sesleniyordum
dostum, yardım getireceğim
melekler ve deniz tanrısı
suların içinde
yeniden soluk aldıracaklar sana
ölme”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“ÇİZGİLER ARASINDA
Taşlar uzanıyor ıssızlığa
doğru ve avcunda
yol yazıyor.
----------------------------Çocuklarını yarıya ayıracak
Ve bir melekle
güreşecek karanlıkta.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:89)
“Porbus, delikanlıya, yavaşça:
-Bir ecinnisi vardır, dedi; yine onunla konuşuyor.
Bu söz üzerine Nicholas Poussin’i pek güçlü bir sanatçı merakı, ne olduğu anlaşılmaz o merak
kavradı. Ak gözlerini bir noktaya çevirmiş, dikkatle, sanki alık alık bakan o yaşlı adam, şimdi ona insandan
üstün bir varlık, bilinmez bir alemde yaşıyan şaşırtıcı bir melek, bir şeytan gibi görünüyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:29)
“REVERSIBILITE <Geri döndürebilme!>
---------------------İyilik dolu Melek, bilir misiniz kini,
Acı yaşlar, sıkılmış yumruklar ne gecede,
Amansız çağrısını çalınca öç gene de,
Bastıracak varlığımızın her yetisini?
İyilik dolu Melek, bilir misiniz kini?”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:97)
“Meleklerin Kanatları
------------------------Derken büyük bir kapı açıldı
ve gölgesi kadar karanlık,
saçı elektrik gibi ak bir adam
bizi içeri çağırdı.
Görmemizi istediği bir şey varmış.
Oda hepsi aynı biçimde
ve garip insan kollarını andıran
kanat mahyalarıyla (*) çevriliydi.
Belki de perilerin
ya da meleklerin
gerçek bürümcükten <ince ipek gibi, kıvrımlı kumaş>
kanatlarıdır diye düşündüm...”
(*): <Ramazanda, minareler arasına gerilen yazı, resim; çatıda iki eğik yüzey arası>
(Sujata Bhatt-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.07.04)
“Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler
<Donde habite el olvido>
------------------------------Denizin üstüne bir pus gibi çöküverir sonuçta,
Geleceğin yıldızlarına değin
Yükselen bir mavimsi telaş,
Dalgaların dayandığı bir merdivenle
Uçurumlara iner göksel ayaklar,
Senin kendi büründüğün biçim de
Melek olsun, şeytan olsun, düşlerde görülen bir sevda”
(Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
“HASTALIK KORKUSU
-------------------------------ürküyorum gözlerimi kapamadan
yaşamak istemiyorum karnlıkta, görmek
istemiyorum olanları
Paris hastaneleri tıka basa dolu, hasta
insanlarla
pencerelerde dikilip korkutucu işaretler
yapıyorlar
cehennemdeki melekler gibi”
(Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07)
“KURBAN BAYRAMI (Ankara)
<Tempo Rubato, s.:15-16>
Beyaz ve gri melekler
gökkuşağının renkleriyle bezenmiş güvercinler
gül renkli grupta uçuşurlar gökyüzünde.
Sonra bir işaret üzerine karır
arifenin sesleri
Ve kent yenik düşer uykuya.”
(Piera Bruno-Süheyla Öncel; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.03)
“Başka yerde, insanı şaşkına çeviren bir mermer kuş ve çiçek bolluğu içinde, şu gözüpek dilek:
‘Mezarın hiçbir zaman çiçeksiz kalmayacak.’ Ama çabucak güvene gelir insan: yazıt yalancı mermerden bir
yaldızlı demeti çevreler, bu da canlıların zamanı açısından çok ekonomiktir (cafcaflı adlarını hala tramvaylara
yürürken binenlerin minnetine borçlu olan şu ölmezotları gibi). Yüzyıla uymak gerektiğinden, bazı bazı alışılmış
tarla kuşunun yerini şaşkınlık verici bir uçak alır, uçağı da mantığa hiç kulak asılmadan bir çift görkemli kanatla
donatılmış bir budala melek kullanır.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:48-9)
“ŞİMALE DOĞRU
Üç melek çıkmazında,
Gri bir seher vakti çıktın yoluma.
Onca zaman onca avarelik sonunda,
Nasıl da örselenmişti düşlerim.”
<Şimal=Kuzey>
(Philippe Chabaneix<1898-1982>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.01.03)
“Ben öylece dururken, Ustam bana doğru geldi, yanımdan geçip dışarı çıktı. Ardından ben de çıktım.
Şapelin önünde, karanlık göğe bakarak kılıcımı kınından çıkardı..... Kılıcı yukarı kaldırdı ve zafer kazanmak için
uzaklara yolculuk yapanların kutsal Vahiy’ini okudu:
Yanında bin, ve sağında on bin düşer;
Fakat sana yaklaşmaz...
Şer sana dokunmayacaktır,
Çadırına veba yaklaşmayacaktır.
Çünkü bütün yollarında seni tutsunlar diye,
Meleklerine senin için emredecektir.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:213)
“Bu döneme hastalık dönemi diyorum ben: Yine de Philip’imin yanında ben de, her an meleklerin
dilinde konuşmaya başlayabilecekmişim gibi, ruhla bedenin bir olduğu anlar yaşıyorum. Vecit hallerim diyorum
bu büyülere. Kocamın kollarındayken geliyorlar - utanmadan yazıyorum bu satırları, şimdi utanma zamanı değil
çünkü.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:252)
“AŞK ACILARI
-----------------Ey aşk acıları, istekleri bitmez melekler, işte sizleri tam
aşkıma benzer olarak tasarlıyorum, sizleri
onunla karıştırıyorum...”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:33)
“Couture 1.
-----------bu melek oğlanın
yere değmiyor
ayakları fakat
yardalık dalgası
cennetin değil,
hazzın.”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“Sevdiğimiz Kadınlara
---------------------------sevdiğimiz kadınlar kuğudurlar
bahçeleri yalnızca kalplerimizde yaşar
kanatları
meleklerin kanatlarıdır
heykelleri gövdelerimizdedir”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“O, ben dahil, mahallede her çocuğu sevgiyle bağrına basar, özellikle okuldan gelip de annelerini evde
bulamayanlara akşamüstü tereyağı ve reçelli ekmeği sunmaktan zevk duyardı. Biz çocuklar da çoğu kez onun
evinin önünde oyun oynardık; bizler için sanki koruyucu bir melek vardı orada.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:22)
“SEVİNSİN
Aldık nasibimizi hüzünden
İşte geldik gidiyoruz sevinsin
Halbuki ne güzel başlamıştı hikaye
Şerbet gibi bir gök üstümüzde
------------Açın kapıları açın
Gidin haber verin meleklere
Can çekişip durmasın beyhude yere
Elbet bir tutam ot biter üstümüzde
Mezarına göre ayağını uzatır ölülerimiz.”
(B. Rahmi Eyüboğlu<1913-1975>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:324-5)
“bir şeyler
ııı.
diyor ki karım: sorunlarından
fazla söz açma insanlara,
anlıyorum ufacık bir meleğe
bu geniş odada.
Bir gün
ölecek sigara içmekten,
Biliyoruz ikimiz de.”
(Alan Finlay <d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06)
“Dış görünüşüyle bir keşişi andırıyordu. Yatağın baş ucuna yaklaştı, dudaklarını aralayarak:
‘-Sevin ey ana!’ dedi. ‘Oğlun bir ermiş olacak!’ Kadıncağız bağıracaktı, fakat adam, ay ışıklarının
üzerinden kayarak yavaşça göğe yükseldi, sonra gözden silindi. Şölenin şarkıları ada güçlü gürledi. Melekler
sesini duydu ve başı yeniden yastığa düştü.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------679 melek eşliğinde
-hem de balçıktan yaratılmış meleklersükun ve sükut projelerini tebliğ etmekle görevliler.
fethettim evet fethettim
öyleyse yaşasın 678 doğumlu Tahran’ın 5 nolu bölgesinde kayıtlı sakini”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:60)
“Bay d’Astarac tekrar söze başladı:
-Mosaide yalnızca Musa’nın kitaplarını yorumlamakla kalmıyor, ondan daha da önemlisi;
Hıristiyanların -bir Arap masalında, yemine düşen inciyi hor gören horoz gibi- anlamını kavrayamadıklarından
bir kebara attığı o Enoş’u da yorumluyor. Enoş kitabı, rahip Coignard efendi, o kadar değerlidir ki, insan
kızlarının silflerle söyleştiği ilk onda görülür. Çünkü Enoş’un bize kadınlarla aşk ilişkisi kurduklarını gösterdiği
melekler, anlayacağınız gibi, silf’lerle semenderler’dir.” ..............................
“Değerli üstadım:
-Size karşı çıkamak için bunu anlarım beyefendi, diye yanıt verdi. Fakat sağlam olmadığı açıkça
anlaşılan Enoş kitabının elimize geçen bölümünden, bu meleklerin silf’ler değil, Fenikeli tacirler olabileceğini
düşünüyorum.’ Bay d’Astarac:
-Bu denli garip bir kanıyı neye dayandırıyorsunuz? diye sordu.
-Bunu, bu kitapta anlatıldığı üzere, meleklerin kadınlara bilezikler ve gerdanlıklar takmayı, kaşlarını
boyama sanatını ve her türlü boyayı kullanmayı öğretmelerine dayandırıyorum, beyefendi. Yine aynı kitap şunu
söylüyor ki, melekler insan kızlarına köklerin ve ağaçların özelliklerini, yıldızları gözleme sanatını, büyüleri
öğretmişlerdir. İyi niyetle sorarım beyefendi; bu meleklerin hali tümüyle, yarı ıssız bir kıyıya ayak basan ve
vahşi boyların kızlarını baştan çıkarmak için kaya diplerinde denklerini açıp işporta mallarını ortaya döken
Saydalı’lar ve Surlular’ın halini andırmıyor mu? Bu tacirler onlara amber, buhur ve kürk karşılığında bakır
gerdanlık, muska ve ilaç veriyorlar, gemicilikte kazandıkları bilgiyle yıldızlardan söz ederek bu güzel cahil
yaratıkları yıldırımla vurulmuşa çeviriyorlardı...”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:69)
“Kadim Ruh
Sözcüklerin başı koparılıp hayatın gizinden itilir
Senin gibi
Yaklaşırsın kapanan saman yolundan
Gözlerinin inceliği nidayla siler yüzünü
Önünde tökezleyip düşüşüne melekler bile ağlar
Ansızın sevgiyle oluşan güllerle”
(Zabi Hamis<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.03)
“Sevgili W., sen sınıfın en küçük ve en sevimlisiydin. Sanırım ki, zenciler için kötü şeyler yazamayacak
tek öğrenci de sen olacaktın. Böyle olduğu için de aramızdan ayrılmış değil misin? Şu anda kim bilir
nerelerdesin. Acaba masallardaki gibi bir melek mi seni alıp götürdü? Öteki dünyayı boylamış futbolcuların maç
yaptıkları yere kadar melekle beraber mi uçtun?”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:41)
“AKŞAM TROMPETİ
-------------------------Çalmalıyım trompetimi ben bu sağır akşamda
işitmez olana değin hep bana doğru gelen
binlerce trompet sesini, o sonsuz uzaklarda.
Ve sesini bir meleğin, gözüne görünmeyen.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“I
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine? 4 eylül 1844)
------------------------------------------------Melekler onda yansırdı,
Tanrı bahşetmiş gözlerine,
O yalansız bakışı.
Selamı ne başkaydı!
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“HAVAALANINDA ÖFKE
--------------------------------Benimkini sormayın.
Şöyle sorup geçelim ya da:
Ona adını veren melekler
alevler içinde düşmüş bulutlardan
zamanın evvelinde.
Ve epeydir yanık tüylerle
düşkün ruhlar var orda.
(Kevin Ireland<d.1933>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.10.08)
“Ay hep çok güzeldir
Babamın yüzünü anımsıyorum
Duvarda bir oyuk gibi
Çamurlanmış çarşaflar
Yer toprak döşeme.
Anam çalışırdı gece gündüz
Ağlamalar çığlıklara karışır
Bir melekle bir olur bir şeytanla
Bir de hiç doğmayacak oğluyla”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“GECEYE ŞARKI
---------------------Usulca havalanıyor gümüş kanatlarıyla,
Kırmızı bulut kümelerinden
Gecikmiş akşam rüzgarları.
Bırak içinde bizi melekler gözlesin
İnanç güvencesiyle
...Umutlu bir çocuk olarak.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“Hayat Ağacı
---------------dallarda ölüm.
nur gibi, meleksi.
küçücük yüzüyle.
rengarenk kanatlarına sıkışmış.
zıplar ağacın üst yapraklarına doğru.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“ ‘Kaç kişiyiz?’ diye sordu, ‘On iki; İsrail’in her kabilesinden bir kişi var. Şeytanlar, melekler, inler
cinler, cü0celer... Tanrının bütün yaratıkları ve ucubeleri. Seç seç al!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15)
“Çirişotları
-------------
Çiçekler uzuyor gökyüzüne ve bölünüyor
bin parçaya - yeşil, kırmızı, mor. Dokunsam
birine, düşüyor suya, insan yapımı melek.”
(Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09)
“KAMELYA
--------------Öyle yumuşak ki gizliliği içinde.
Kalplerin buluştuğu bir çember bu,
karşılıklı anlaşmanın düğümü. Meleğin
barış içinde kenetlenen kanatları.”
(Henriqueta Lisboa-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.08.04)
“Telefonu kaparken eli titredi, heyecanı onu güçsüz bırakmıştı. Gözleri bir meleğinkiler gibi parlıyordu,
yüzü yücelmiş, tüm dünyevi artıklardan arınmıştı, saf ve kutsaldı.
‘Dışarda randevu veriyorsun ha?’ eniştesi taş attı. ‘Bunun ne demek olduğunu bilirsin. Sonunda
karakola düşeceksin.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:122)
“Rüzgara Hazırlık
-------------------Çocukluğumda bir ayakla
birçok yara dizlerimde
siyah beyaz fotoğraflarımda,
koruyucu meleğim fısıldıyor,
yapacaksın,
uçurtma uçurtmak
ruhunda yaşaması gibi
cennetlerle
sen bir rüzgara
dönüşüne dek.”
(Aksinia Mihailova<D.1963>-Zeynep Köylü, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.02.10)
“Irak İçin Yirmi Beş Ağıt
Bir köpekbalığının boynu gibi
Pırıl pırıl
Yüzlerce kişiye gelen melek
Hamariya’ya sığınmış.”
(Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03)
“Pretorialı Bir Kadına Ağıt
-Şair Countee Cullen’in bir fikri
üzerineHer zaman hayalini kurdu
kıyamette dirileceği günde bile
sabah uykusunun
üç siyah meleğin gelip
onun yatağını özenle düzeltmelerinin”
<Baladas para un sueno>dan
(Nancy Morejon<doğ.1944>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.10)
“ADAM
nerdeyse unutulmuş bir tanıdık
kasabadaydı geçenlerde
fark ettim, yağmur başlamıştı
tam da dolaşıyorken öylesine.
---------unutmadım o adamı bugün
düşünüyorum kibirsiz sevincini
utancından kızarmış bir meleğinki gibi”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“Küçük bir çocukken ve sunakta rahibe yardım ederken, komünyon çanının vidayla tutturulmuş dili
yerinden çıkmıştı ve rahip şöyle demişti: ‘Böylece Meleklerle ve Başmeleklerle, cennettekilerin refakatinde
Senin şerefli ismini methediyoruz ve yüceltiyoruz; Sana daima şükrediyoruz ve diyoruz ki, Sok şunu yerine, seni
kaz kafa ufaklık, sok şunu yerine!’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15)
“Televizyonda ne var? Ama bakmayacağım, ben her şeye kızıyorum. Çok kızgınım ben. Köfte de
severim, hani köfte? Bütün hayatlar burada, masanın başında. Melekler hesap soruyorlar. Bugün ne yaptın
canım?”
(O. Pamuk, “Öteki Renkler”, sa:76)
“HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA
1-Uyanış
Uyandın.
Nerdesin?
Evinde.
Alışamadın hala
----------------Yanında yatan kim?
Yalnızlık değil, karın.
Uyuyor melekler gibi mışıl mışıl.
Yaraştı hatuna gebelik.”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:28)
“İki Melek Moritz Baba’nın koluna girdiler. Sonra bu ihtiyar yolcu, mültecilerin piri, tesellisini bulmuş
olarak büyük kapıdan içeri girdi. Ansızın üzerine gittikçe hızlanarak renk renk gölgelerin döküldüğü uçsuz
bucaksız bir ışığa doğru yürüdü.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:510-1)
“GÜLLER
XVI
-----------Seni korlar sıradan bir vazoya,her şey işte değişti:
belki sözler aynı sözler ama,
bir melek söylemekte şarkıyı sanki.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
“SEN PENCERENİN ÖNÜNDE DURDUĞUNDA
-----------------------------------------------------------Gölgenle dolar taşardı ev, sen öyle başmelek gibi
boylu,
akşam yıldızının parıltısı kıvılcımlar saçarken
kulağının dibinde.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:21)
“XXXIII
Mavi çınlıyordu sesin
Eğrelti otlarıydı -serinleten yeşillikparmakları ellerinin
ve tozu kalıyordu
bir ağızla başka bir ağız arasında
kanatsız uçup giden bir öpücüğün.
Bir melek tamburuyla
eşlik ediyordu
bizim uykusuz sessizliğimize.”
(Pablo le Riverend-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.01.07)
“KUTSANMAK
Eriyorum
secde eden
mumlar gibi sonunda
ışığın suya düştüğü an gibi
hüzünlü bulutların parladığında
çıkardığı uğultuyla
eriyen ruhunu emerim
ey meleklerin en güzeli.”
(Ceryes Samawi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.05.06)
“.... geçmişteki ya da gelecekteki olayların yorumunu yaparken meleğin cennetten mi yoksa
cehennemden mi geldiğini bilmek önemli. ‘Işığın melekleri’ ile ‘karanlığın melekleri’ arasında hem biçimde,
hem özce, hem maddece hem de muhteviyatça farklılıklar vardır, gerçi birini yaratanla diğerini yaratanın aynı
varlık olduğu doğru....”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:108)
“...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz,
soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne
salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında,
hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu
kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313)
“Bu olaylardan ve yerlerden uzakta yaşayan ve Tanrı’nın evlere, barınaklara, hastanelere, barakalara,
ambarlara ya da el konulabilmiş veya ordu tarafından terk edilmiş tüm ordu çadırlarına ya da kulübelere tıkış
tıkış doluşan ve daha da büyük bir kesimi evsiz barksız yaşayan, köprüleri ve ağaçların altında, sahipsiz
arabaların içinde ve hatta dışarıda, açık havada kıvrılarak yatan İberyalı sığınmacıların, bu meleklerin yanına
gelip onlarla yaşadığını düşünen kişiler Tanrı ve melekler hakkında bir sürü şey biliyor olabilir, ama insanoğlu
hakkında pek az şey bilmektedirler.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:241)
“Anne babası onu kucaklayarak karşıladılar: ‘Hiç olmazsa Bay Bergere’e bir teşekkür ettin mi?’ diye
sordu annesi. Normandia kırları konusunda onlarla biraz gevezelik etti ve erkenden yattı. Bir melek gibi uyudu,
ama ertesi gün uyanınca içi titriyormuş gibi geldi. Kalktı, kendini aynada uzun uzun seyretti. ‘Ben bir
eşcinselim,’ dedi kendi kendine. Ve yıkıldı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:191)
“SONBAHAR
Yolların son güzelliklerini topluyorum...
Bir melek bana ölüm giysisi dikiyorKendimde farklı dünyalar taşıyorum.
Ebedi yaşam-‘onda’ aşkın varlığı söylenir
Her şeyi ayaklandırır insanda aşk
Sonra nefret başlar, meşale alevlerine benzer.”
“Else Lasker-Schüler<1869-1945>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.03.09)
“Türlü canavarlardan ve gulyabanilerden
Sana benzeyen tatlı melekler yapsın diye,
Ne geçerse ansızın gözlerindeki ferden,
Her kötüyü çevirsin diye sonsuz iyiye?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:114, sa:269)
“ ‘Önce koridora bırakır, uşağı da çağırıp bir işe gönderirim.
‘Uşak koridordan geçerken merdiveni görürse, ne olur ne olmaz sen bir yalan uyduruver.’
Madame de Rénal, Julien’i öpüp:
-Peki meleğim, dedi. Sen de, ben burada yokken Elisa içeri giriverirse yatağın altına saklanmaya bak.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:301)
“AKŞAM
---------İncelik geçer
Ve dudakların daha bir yapışır sana
Hatta tanık olan meleği bile yerinden koparır
Oysa uyarılan söylüyor: seninle
Güzelleşir bu sabah ey tanrının yarattığı en güzel şey”
(Hasan Talib-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08)
“RUSYAM, NE VAR UTANACAK
<1919, Moskova>
Rusya’m, ne var utanacak!
Melekler hep yalınayak...
Çizmeleri aldı şeytan,
onlar şimdi kara korsan!”
(Marina Tsvetaeva<1892-1941>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 21.11.02)
“Meleğin Yürüyüşü
Bu ölü meleğin başına saplanmış baltayla
ve kesik kanatlarıyla
üstüne yağdıracak o ölümü
o ölümüyle
ve bütün şeyler beleğin bilgeliği altında ve kötülük yalnız ondan
bu yürüyen meleğe
sabır ve imanla tutunurlarve ona şükrederler”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
“Barış
------yüzümüzü yalıyor bir papatya
aşkla yıkanmalı bu güze dönmüş yüzümüz?..
ağaç üflemeli dünyanın bütün sokaklarına
ellerimiz ısınmalı kardeşliğin kokusundan
serçe parmağımız, gözlerimiz, boynumuz gülümsemeli
ağzımızdan kuşlar, güneşler akmalı
bir melek gibi gülümsemeli barış
ve ölüm özür dilemeli dünyanın çocuklarından
ey ile ah arasındaki yokluğun acısı dinmeli”
(Engin Turgut; “Ayın Şiiri”, Arif Damar, Cumhuriyet, 08.07.04)
“KÜHEYLAN
---------------Yavaş ol küheylanım
Kamçıyı duymazdan gel
Keyifle yaşayayım
Şarkımı bitireyim.
Tanrı’yla buluşurken O’nu bekletmek olmaz
Şarkısı kin tutmasın ölüm meleklerinin
Ey küçük çam ağlama yolumun üzerinde
Yavaş götürsün diye atıma kızmıyorum”
(Vladimir Visotsky <1938-1980> - Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 12.05.05)
“İKİ RUH <Sezgiler’den>
Ben yaşamıyorum: yanıyorum ben,
İki ruh var şu bağrımda çarpışan:
melek ve cin ruhu. Nefeslerinden
göğsümü alevler sarıyor yaman...”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“İMRENİRİM BEN ONA
-----------------------------Gökten melekler inse,
Hizmet verseler bana,
Ve sahip olabilsem
Yere, göğe, her cana,
İmrenirim ben ona,
Sana sahip olana.”
(Tanzila Zumakulova<d.1934>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 04.11.04)
Melek gibi (masum olmak, uyumak) : Sessiz sedasız, masum, derin bir uyku (Genellikle çocuklar ya da genç
kızlar için) içinde bulunmak
“... Ama onlar artık benim kim olduğumu öğrenmişlerdir. Ruhumu, özümü kavramışlardır artık.
Hakkımda: ‘Amir olarak sert, ama melek gibi adamdır!’ diyeceklerdir. Galip çıkan benim. Hiçbirinizin aklına
gelemeyecek ufak bir hareketle onları avucuma alıverdim.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:24)
“Mrs. HUSHABYE, tatlılıkla. - Hepsini düşünüzde görmüşsünüz Mr. Mangan. Ne dedik? Tıpkı
melekler gibi uyuyor dedik, sizin için. Değil mi Ellie?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:82)
^
Melekut :
(DİN) : Melekler ve ruhlar alemi; maddi alem dışındaki hakikat alemi
“Sultanın biri, çoluk çocuğu çok, geliri az bir abit’e:
‘Değerli zamanını nasıl geçiriyorsun?’ diye sordu. Abit cevap verdi:
‘Bütün gece Tanrı’ya yalvarmaktayım, seher vakti duadayım, gün boyu da ev bark ihtiyaçlarının
peşindeyim!’ Sultan buyurdu:
‘Bunun geçimliliğini sağlayın, gönlünden çoluk çocuk yükünü kaldırın!’
‘Ey, aile derdinin tutsağı olan!
Huzur umudunu çıkar aklından!
Evlat, ekmek, giysi, geçim çilesi
Melekut seyrinden alıkor seni...’ ”
(Sa’di “Gülistan”, sa:114)
Melul melul , Melül:
(AR.) Üzgün üzgün, kederli, meyus, üzüntülü
“..... Haydi bakalım Rana abla, sen de tak zillerini de Emine ile birlikte fırla ortaya!...
Rana, Tornavida’yı <Hasan’ı> fena halde payladı:
-Efendilerin meclisinde, uşaklara söz düşmez!...
Tornavida, olduğu yerde put kesildi. Emine şimdi Nazlı’nın omuzlarına başını dayamış,
-Ne düşünüyorsun öyle hazin hazin Nazlı abla?, diye soruyor, Nazlı da melul melul benim yüzüme
bakarak,
-Geçen yazı düşünüyorum, geçen yazı... diyordu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:240-1)
“Hanuş Ustanın Saati
_________________
Harmanilerinde yaldız
Ve en aziz Piyer önde,
Saatin içinden çıktı
yorgun on iki havari
ve kesesiyle de Karun
ve inanç, ve şer zulüm.
<Ve geldik ve gidiyoruz>
Ve taştan bir yeniçeri
aşağıda melül mahzun.”
(N. Hikmet Ran; “Yeni Şiirler”, sa:52)
Melun : Her türlü kötülüğe yapabilecek kişilik; Çok özel olarak, dini literatürde: Ş e y t a n
“Başrahip’in o tartışmaya son verip kendi sorununa dönebilmekten hoşnut olduğunu sezdim. Sonra, çok
büyük bir özenle seçilmiş sözcükler ve uzun tümcelerle, birkaç gün sonra meydana gelen ve rahipler arasında
büyük bir üzüntü yaratan tuhaf bir olay anlatmaya başladı. Konu’yu William’a açtığını, çünkü William’ın gerek
insan ruhu, gerekse Mel’un’un düzenleri hakkında çok geniş bilgisi olduğunu bildiğini, konuğunun değerli
vaktinin bir bölümünü, üzücü bir bilmeceye ışık tutmaya ayırabileceğini umduğunu söyledi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:47)
“Artık bakmıyor, sadece kendi kendine söylendiğini işitiyordum:
-Şahı ele geçirmek için bir arşınlık yer kaldı. Onu da emniyetle aşarsak tamamdır... Vay melun şah!
Sen, bu demokrasi asrında oraya kurulup oturursun ha?... Bak, ben senin işini bitireyim de...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:75)
“O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir
ahla onu duvar kenarına çekerek:
-Bugün bir hale rastladım. Söylemesem maazallah boynumda vebal kalacak.
-Söyle Efendi... Söyle kardeş... Vebal tutma, söyle.
-Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.
-La vallah, benden izinsiz çıkmaz.
-Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
-Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359)
“ ‘Efendim bu elektrik işi için Parti başkanı ile Belediye reisi zatıalinizi el altından bakanlığa şikayet
etmişler...’
‘Eyy?’
‘Köylülere baskı yapılıyor, zorla para toplanıyor diye... Ah beyefendi, siz o Hacı Yakup denilen iblisi
bilmezsiniz. Ne habis, ne melun heriftir o...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42)
“MONTANO - Yaman bir hain! Othello’nun elinden aldığım şu kılıcı saklayın..... Ben o hainin
arkasından gidiyorum, çünkü melun herifin biri.
OTHELLO - Artık yiğitliğim de kalmadı, ciğeri peş para etmez insanlar elimden kılıcımı alıyor. Ama
şeref ne diye namustan fazla yaşasın? Hepsi birden gitsin daha iyi.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:129)
Melül melül (bakmak, düşünmek) : Üzüntülü, kederli, boynu bükük, ümitsiz
“Kalktı, çadırlardan birinden bir kilim parçası getirip yere serdi:
-De buyurasın, oturasın bakalım!...
Karşılıklı oturduk. Ne dersiniz, konuşurken kadın yüzüme melül melül bakıp iç çekmeye başlamasın
mı?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
“Bu adam, çıka çıka bocurgatın başındaki çekingen tavırlı adam çıktı.
‘Ah, demek senmişsin, dostum’ diye haykırdı Kaptan Delano - pekala, artık melül melül bakmak yok;
dosdoğru ileriye doğru bak ve gemiyi de o yönde tut.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:95)
“Pencereden melül melül
Bakan dilber kiminsin sen
Yarin koyup yad illere
Yakan dilber kiminsin sen” (Yad: Yabancı)
(Muhibbi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:542)
Memeden kesmek : Belirli bir bebeklik süresinden sonra (6-18 ay), yavruyu memeyle beslemekten kesmek
“Kiti göğüslerine sütün dolduğunu hissetmişti; çabuk adımlarla çocuk odasına yürüdü. Gerçekten de,
bir tahmin değildi Kiti’ninki çocuğunu memeden henüz kesmediği için, göğüslerine dolan sütten, oğlunun
acıktığını anlıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:671)
Meme vermek : Bir annenin süt kuzusu bebeğini en natürel bir şekilde, vücut temasını ve sıcaklığını da
hissettirerek beslemesi
“Vagonumuzda (İskenderiye-Mısır) inanılmayacak sayıda kör vardı. Trahom <Sonu kötü, salgın bir
göz enfeksiyonu> gözlerini boşaltarak yüzlerinde iğrenç birer çukur bırakmıştı. Yolcuların öteki yarısı da aynı
hastalığı çekiyor ve güçlükle görüyorlardı. Her an gözlerini ellerinin tersiyle ya da pis yenleriyle siliyorlardı.
Çocukları yanlarında olan ve onlara meme veren analar, parmaklarını kah kendi irinli gözlerinden, kah yarı kör
yavrunun gözlerinden geçiriyorlardı.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:66)
Memişane : Yüz numara, abdestane (Argo)
“ ‘Vay köpoğlular... Hepiniz siyasi kesildiniz başıma... Tetik dur, sorum var ve de maskaralık istemem.
Bu günü başka güne benzetme...’ demesin mi? Vay başıma... ‘Ulan alçak Dadal! desem... Küçük su dökmeye
uyanıp memişaneye gidip gelip sıcak yatağına girip zıbaracağına... Perde aralamak, bahçe gözlemek...’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:67)
Memfis Kozmogonisi <The Memphite Cosmogony> (MISIR.MYTH.) : M.Ö. 3000 yıllarında ‘Aşağı’ ve
‘Yukarı’ Mısır, firavun Menes tarafından birleştirildi. Merkez, ‘Beyaz Duvarlar’ıyla ünlü, Delta’nın tepesindeki
yeni yapılanan Memphis’ e taşındı ve yeni bir politik devre başladı.
“Bu değişimle, Memphis’in ‘Yüksek Tanrısı’, ve ‘Mukadderat Master’ı Ptah, dünyanın yaratıcı tanrısı
ilan edildi. Bunlarla birlikte, Memfis kahinleri, bir evvelki Heliopolitan inançların hemen hepsini, Shabaka Stone
deklarasyonu ile başaşağı etti. Belli ki, daha geniş ve derin, ‘yaratılış’ efsaneleri istiyorlardı
Bu tabletler dedi ki: Büyük Taç üzerine oturan P t a h, ‘Büyük Tanrı’ ile özdeşerek, Mısır’ın en eski
büyük annesi, bir bereket tanrıçası idi. Ptah, bundan dolayı, ‘Baba – Nun’ diye açıklandı ve Atum’u karnında
taşıyan Anne diye kabullenildi. Tekst, Ptah’ı: ‘Heliopolis’in Kalbi ve Dili’ olarak göklere çıkardı. Eski
Mısırlılar, Atum’un yaratıcı karakterini temsil eden Kalp ve Dili olma niteliğini en yüksek nitelikler olarak
kabul ederlerdi. Atum Shu’yu tükürdü, ve Tefnut’u kustu: Bunlar da dil ve kalp yoluyla dünyaya geldi. Kızı’nın
da yardımıyla, Ptah kolayca moral nizam ve kraliyet kudretinin kurucusu oldu.
H o r u s, Ptah’ın bir ‘görünümü’ olarak ve ritüelde onunla personifiye edilmiş bir firavun olarak
tebliğ etti ki, Shabaka Stone metni, P t a h’ın herşeyi yoktan var ettiğini, onun tüm diğer t a n r ı’lardan daha
üstün olduğunu, üstelik, kült’lerinin yerleştiği yerlere tayin ettiğini açıkça yazar. Ek olarak, ‘Mısır Provens’i net
olarak tarihe kaydedildi, kendisi de her iki kısım Mısır’ın birleşitirici Lord (Tanrı)’u idi: “Creator Ptah, Lord of
Two Lands.” Bu nedenle, Ptah, sonradan tarihçiler tarafından Eski Yunanlıların aynı işi yapan Tanrı Hephaestus
ile idantifiye edilmiştir.
Memfis papazları, kendi şehirlerini, Osiris ile de özdeştirmekle mutlu idiler: Osiris kültü de gitgide
daha fazla tanınıyor ve saygı görüyordu. Memfis, hiç olmazsa, onu boğulduğu ve gömüldüğü yerdi. Ptah, ek
olarak, Osiris’ın sanat ve uygarlık hakkındaki öğretileri hakkında dersler vermişti.”
(Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., New York 1988, sa:25-28- Çev.:İ.E.)
Ménage a trois : (Fr.): İkisi bir cinsten <genellikle erkek> ve üçüncüsü karşıt cinsten, beraberce yaşamak,
birlikte olmak (Çoğunlukla cinsel ilişki dahil; fakat çok yakın arkadaşlar, yalnızca dost <just friend!> olarak da
yaşayabilirler; toplumda her iki tür de gayet enderdir) (Argo)
’
“ ‘Çok geçmeden Paul, Nietzsche ve ben, ménage a trois olarak birlikte yaşamaya karar verdik. Bu kışı
Viyana ya da Paris’te geçirme planları yapıyorduk.’
Ménage a trois! Breuer hafifçe öksürdü ve koltuğunda rahatsızca kıpırdandı. Duyduğu
huzursuzluğun kızı gülümsettiğini anladı. Bu kızın gözünden hiç mi bir şey kaçmazdı? Bu kadından müthiş bir
teşhis <tanı> uzmanı olurdu! Acaba hiç tıp eğitimi almayı düşünmüş müydü? Benim öğrencim olur muydu?
Benim himayemde <korumam altında> çalışma odamda, laboratuvarımda benimle çalışan bir meslektaşım
olabilir miydi?’ Bu fantazi çok ama çok güçlüydü, ama kızın sözleri Breuer’i uyandırdı.”
(Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:29)
menarine : (BİYO.,KOLL.,İNG.) <me’narin> :
Kızlarda adet başlangıcı
Mendil altında ağlamak, şakımak : (İSP,ARGO,MYTH.,HUK.) : Kürek mahkumu argosuyla, mendil altında
şakımak, işkenceden ölmek anlamına gelir; suçunu itiraf eden, yani bülbül gibi öttürülen adam
“Don Quijote aynı şeyi ikinci mahkuma sordu: adam, epey kederli ve somurtuk biriydi, yanıt vermedi;
onun yerine, birinci mahkum konuştu:
‘Bülbüldür o çocuk. Yani sizin anlayacağınız şarkıcıdır, müzisyendir.’
‘Nasıl?’ dedi Don Quijot, ‘müsizyen ya da şarkıcı olunca da mı kadırgaya yolluyorlar insanı?!
‘Evet, efendim,’ diye yanıt verdi kadırgacı <kürek mahkumu>, ‘çünkü mendil altında şakımaktan daha
beter şey yoktur!’ dedi.
‘Oysa, işlediği suçları açık açık söyleyenin bütün suçları affedilir sanırdım ben,’ dedi Don Quijote.
‘Tam aksine,’ diye yanıt verdi beriki, ‘bir kez şakıyan, ömrübillah ağlar.’”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:147)
Mendebur : Çirkin, ters, pis, sünepe, uğursuz (Argo)
“Asker Prosper’e yavaşça:
-Mendebur alçak, hiç olmazsa Cumhuriyet’in onurunu korumak için şu pis Almanların önünde doğru
yürümeye çalış, dedi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:78-9)
“-Tuhaf şey! dedi. Hem hakaret görüyoruz, bu yetmiyormuş gibi bir de hapse atılıyoruz..... Toprağı bol
olsun anneniz Varvara Vasilyevna olsa, bu Osip gibilerine bir güzel sopa çektirirdi. Siz ona arka çıkıyorsunuz.
Böyle mendeburları haklı çıkarırsanız sonunda ne olur?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:71)
“Tabii kitaplarım biraz para getirmişti bana, elime geçtikçe onu bana başvuran dostlar ve yabancılarla
paylaşıyordum. Her zaman yaptığım gibi davranıyordum, bana özgü bir şey de değildi bu. Özellikle doğuda,
arkadaşlar arasında yardımlaşma ve yabancılara yardım etme olağan şeylerdir. O sayede geberip gitmekten
kurtulabilmiştim. En yakın dostlarım bu tutumuma har vurup harman savurmak dediler. Şu mendebur parayı
saklayıp ailesine harcamalıymış kişi.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“ ‘Al sana bir tane daha!’ diye homurdandı Zebedi, kudurmuş gibi. ‘Kahrolasıca! Güya Partizanmış da,
İsrail’i kurtaracakmış, pis suratlı mendebur! Dilerim cehennemde cayır cayır yanar, piç oğlu piç! Eee?’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:195)
“Hem kemanı bulduğuma seviniyordum hem de Süleyman mendeburuna karşı bir koz ele geçirmiş
olduğuma. Belki de bu olay onu durdururdu. Yapacağı kötülükleri bir kez daha gözden geçirmesini sağlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:225)
“HORNE, açgözlülüğün etkisi altında itiraz eder. - Vermeyin ona, efendim. Biz uğraşırken o hiçbir iş
yapmadı. Payımızdan o parça niçin eksik olsun?
BUTLER, sinirli, bunalımlı bir öfkeye yenilerek kekeler. - İsteyen kim onu be? Bu mendebur
nesneyi istiyen kim? Ben ha? Asla. Lanetleme deliler. Hepiniz tımarhaneliksiniz!
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:20)
“BEN, korku ile. - Suss. Duyacak söylediklerini.
KAMAROT, kudurgan bir öfke içinde. - Allah onun belasını versin. Batsın yerin dibine... Kutup
denizleri de, onun şu mendebur balinacı gemisi de.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:10)
“Kapıya yöneldi, fakat Eve arkasından koştu:
-Sen en çok Lucette’i severdin.
-Diriler çabuk unutulur, göreceksin. Nişanlı olduğun zamanlar seni bu mendebur herifle gördükçe içim
yanardı. Bunu sana daima söylerdim. Ama sen de tıpkı Lucette gibi beni işitmeden ona gülümserdin.
Kapıya doğru yürüdüler.
-Haydi, kızım, Allahaısmarladık. Beni geç bırakıyorsun. On dakika sonra bir bricim var.”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:55)
“Yas tutmaya kalkışma ecel beni aldı mı,
Nobran ve mendebur çan bildirdi mi bir kere
Bu iğrenç yeryüzünden kaçıp sığındığımı
Bana koynunu açan en iğrenç böceklere.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:71, sa:183)
Menendi olmamak :
(FARS)
Eşi, benzeri olmamak
“---------------------------------Çok adam
Çok adam asıldı Hürriyette...
Eskiden Köprü başında asarlardı,
Bugün Sultan Ahmette
Yağmur dinmezse ıslanacak...
Bir tek daha içelim...
İstanbul şehrinin yoktur menendi.
‘Ademin <insanın> canlar katar ab-u havası <suyu ve havası> canına...’
demiş
demiş şair Nedim efendi...’ ”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:27)
Menes : (YUN.) (Myth.):
verilen isim
Eski Mısır’ın ilk kralı firavun Narmer’e <M.Ö. 3200>, Grek’ler tarafından
“Taş ve muskayla dolu elini alnında dolaştırdıktan sonra:
-Oğlum, dedi. Kuğular Adası’ndaki söyleşimizden sonra, artık zihnimizde silf’lerle semender’lerin
varlığına ilişkin bir kuşkun kaldığını hiç sanmam....... Semenderler yüzyıldan yüzyıla, hiç bozulmayan
gençliklerini gezdirirler. Hala yaşayan bazıları, Nuh’u, Menes’i ve Pythagoras’ı görmüşlerdir. Anılarının
zenginliği ve belleklerinin tazeliği, konuşmalarını son derece çekici kılmaktadır. Hatta ölümsüzlüğü insanların
kolları arasında elde ettikleri ve asla ölmemek umudunun, onları, filozofların yatağına çektiği de ileri
sürülmüştür...... Çünkü onlar da bilgelerin kolları arasında yalnız bir çeşit ölümsüzlük aramaktadırlar...... O halde
oğlum, saçma masallar gibi, bir öpüşle bağlanan ölmezlik düşüncesini aklınızdan çıkarmalısınız...”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:91)
Meneviş, menevişli : Hare; hareli; dalgalı dalgalı renk parmaklığı
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
---------------------sevgili, ey biricik sevgili
ne çok kara bulut beklemekte güneşin şölenini
bir gün beliriveren o kuş sanki gözle görülür bir
çimenlikten havalanmıştı
meltemin şehvetiyle nefes alıp veren körpe
yapraklar
sanki hayalin yeşil çizgilerinden doğmuştu
pencerenin lekesiz belleğinde yanıp sönen
o menevişli alev”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:104)
Menevrek : Menevişli, renga renk, alacalı bulacalı
“Sinek Salih, köylü müşteriler geldikçe Aferin Memiş’e, ‘Bizim gibi menevrek şalvarlılara kulak asma.
Onlarda para ne gezer? Kıçı goliflisine bak.’ derdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:55)
Mengene gibi yüreğini sıkmak : Kalp üzerine sıkıntı verecek derecede baskı olmak
“Uykusuz, gergin, hiç düşünmediği kadar çok deniz, çok kayalık, çok savaş, çok insan, çok ölüm
düşünüyor. Her savaşı düşündükçe torunlarını da birlikte düşünüyor, torunlarını düşünürken bir el geliyor
mengene gibi yüreğini sıkıyor, torunlarını kaçıracağı yeri bulamıyor.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:246)
menhir :
(MİMA.,MYTH.) <men’hir> : Yekpare taştan eski zaman abidesi
(Der) Mensch ist was er isst : (ALM.,YİYE.,PSYCH.) <Der Menş ist was er ist> : İnsan, ne yerse odur =
Man is what he eats (İNG.) (Ludwig Feuerbach)
Mens legis : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Mens le’gis> : Yasa’nın ruhu = The spirit of the law (İNG.)
Mens rea : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Mens re> : Suçluluğa niyetli, teşebbüs = Criminal intent (İNG.)
Mens sana in corpore sano : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) : <mens sana in korpore sano> : Sağlam kafa, sağlam
vücutta bulunur’ Latince atasözü.
“...Sana gelince benim genç entellektüel dostum, bemim tomurcuklanan yazarım ve tanınmamış
Ortaçağ şairleri çevirmenim, lisedeyken müthiş bir beyzbolcuymuşsun, boru değil, okul takımının eşkaptanıymışsın. Mens sana in corpore sano.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:38)
mentis :
(ZOO.,MYTH.) <men’tis> : Peygamber devesi familyasından b ö c e k; praying mantis :
Peygamber devesi
Menu : (FR.,YEM.): <mönü okunur>:Yemek listesi; ‘Le menu est affiché a la porte du restaurant’= Mönü
lokantanın kapısına asılıdır’; (Coll.): Program, ‘Intendant des menus’=Krallık zamanında, Fransa’da,
sarayda, krala eğlenceler düzenleyen ve bu programı yöneten kimse, şenlikçibaşı
Menzil, menzile girmek : Atılan bir merminin, top güllesinin, maksimum erişebileceği mesafe; uzun mesafe
yolculuklarında, bir sonraki konak yeri
“Menzile girince yağmur gibi yağan bir yaylım atışıyla karşılaştılar. Şimdiye kadar yüzlerce
çarpışmadan geriye kalmış bu kişiler bu küçücük pusudan yüzgeri etmediler. Gecenin karanlığında yıkılan
çadırlar, kişneyen atlar, develer, çığlıklar, kaçışan insanlar hep birbirine karıştı, bu karman çormanlık sabaha
kadar sürdü.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:252)
Meo periculo : (LAT.,DAVR.) <meo peri’kulo> : Kendi sorumluluğumla = At my own risk (İNG.)
Merakı kamçılanmak : Meraka kapılmak, merak sarmak, ilgisi uyanmak
“Eğer benim naçizane yardımlarımı kabul edebilseydiniz, üzerinde durmamanız gereken bazı sayfaları
size gösterebilirdim. Ama elbettee, sizi tanıdığım kadarıyla, demek istediğim insan bir yazarı kitaplarından ne
kadar tanıyabilirse, yani yakından ama sınırlı bir biçimde, çabalarınızın tam tersi bir etki yaratacağını sanıyorum,
merakınız kamçılanacak.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:165)
“Şöyle diyordu içinden, ‘.. Sıkıntının ta kendisi, hem de düşesin tatlı konuşmasına, bulunmaz aşçıya,
turfanda sebzelere, şatonun güzel mobilyalarına, şusuna busuna karşın duyulan sıkıntı. Merakımı kamçılamaya
başlıyor bu benim, öyleyse kovulmamaya bakalım..’ ”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt: I, sa:71)
Merakını yenmek : Merakını tatmin etmek
“Bunları, sırf merakını yenmek için, o tarakta da bezi olan Rakitin, başrahibin mutfağına uğrayarak
haber almıştı. Zaten her köşede, her lafı yetiştirecek adamları vardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:126)
Merakı uyanmak : İlgisi çekilmek, meraklanmak
“Öğle yemeğine epeyce zaman vardı. Merakı yeniden birazcık uyansın diye başka bir salona geçti.
Burada karşılıklı duran camekanlarda, Ortaçağ inançları ve büyüyle ilgili kitaplar, muskalar, cadıların kullandığı
malzemeler sergileniyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:36)
Merak olmak : Merakını davet etmek, ilginçlik
“Bizim keşişin evinde böyle eski püskü eşya bulunmazdı. Bu da bana merak oldu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:247)
Merak sarmak : Özel ilgi göstermek
“Engin kurayı çekmiş. Kilis yolu üzerindeki Mazmahor köyü öğretmenliği çıkmış. İlk olarak Engin’i
öyle bir merak sarıyor ki... Bir de sevinç. Ama korkusu, utancı, yalnızlığı içinde dağ gibi. Cipe öteberisini
yerleştirip düşüyor yola. Yol asfalt yol. Bundan iyisi de can sağlığı.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:120)
Meraktan çatlamak : Pek çok merak etmek
“Saint-Claud’daki gizemli cinayet üzerine düşüncesini söyleyen sorgu yargıcı Bermoutier’nin çevresine
toplanılmıştı. Bu açıklaması olanaksız cinayet, bir aydan beri Paris’i meraktan çatlatıyordu. Kimsenin bir şey
anladığı yoktu. Bermoutier, ayakta, arkası ocağa dönük, konuşuyor, kanıtları sıralıyor, farklı görüşleri tartıyor,
fakat sonuç çıkarmıyordu.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-El”, sa:115)
Merakı kabarmak : Çok meraklanmak, merakı uyanmak
“Baron onu beğendi, odasında birlikte çay içmeyi teklif etti. Kabul edip etmemekte kararsız kalan kız
Crescenz’e döndü. Ama o göz açıp kapayıncaya kadar mutfağa girip gözden kaybolmuştu bile; bu durumda, bir
serüvenin içine çekilen o kıza, kızarıp bozararak ve merakı kabarmış olarak bu tehlikeli daveti kabul etmekten
başka çare kalmadı.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:166)
Merak sarmak : Bir konu için merakı kabarmak, heveslenmek, yapma ya da devanlı uğraşı isteğinde bulunmak
“Rose önce müziğe, ardından resme merak sarıp ikisini de beceremeyince şiir ve öykü yazmaya
yönelmiş, bunların bir kısmını da (hiç kuşkusuz babasının adı sayesinde) yayınlamayı başarmıştı; ama anlatımı
ağdalı ve hantaldı, Miriam’ın metninde yer verdiği bir şiirinde geçen, çok beğendiğim, ‘Şu garip dünya
yuvarlanıp giderken’ dizesi dışında yazdıkları en iyimser tanımla orta karar olmaktan öteye geçemezdi.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:47)
Meraktan çatlamak : Merakından son derece üzgün ve kaygılı olmak
“LELIO, kendi kendine. - Meraktan çatlayacağım, acaba mektupta ne yazdı? (Babasına.) Baba
mektubu bir daha gözden geçireyim, belki tanırım yazıyı.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:120)
“... neler oluyor diye düşündüm; peki ne oldu; tavşan yakalanmıştı ve titriyordu, sanki biri onu
kulaklarından sıkıca tutmuş gibiydi; yanına yaklaştım ve o zaman her şeyi gördüm; bu kadar uzun süre susmayın
kardeşim, meraktan çatlıyorum; bakın, siz de tavşanlar gibisiniz; şakayı bırakın, anlatmaya devam edin; meğer
çalıları budamışlar ve parmak kalınlığında birkaç dalı unutmuşlar, kurşun da tavşanın bir kulağını deldiği için,
hayvan dala takılmış, bir düşünsenize...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:246)
Meraktan deli olmak : Çok merak etmek
“Ferhat Hoca, Koca Osmanın söylemek isteyip de söyleyemediği şeye, ışığa, Hızıra meraktan deli
oluyor ama, üstüne varınca Koca Osman huyundaki insanların da iyice kapanacaklarını biliyordu. Böyle hallerde
Koca Osman gibisilerin üstüne varmayacaksın, onlar dilinin altındakini nasıl olsa çıkaracaklar.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:109)
Meraktan kurtarmak : Yanıtını ya da gizi vererek birinin merakını gidermek
“BEATRICE - Kadın olur da merak etmez olur mu?
LELIO - Sizi meraktan kurtarayım bari. O dinlediğiniz serenat, sevgilim için duyduklarımın aciz
naçiz bir ifadesi idi.
ARLECCHINO - Vay canına!”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:20)
Meraktan ölmek : Çok çok merak, endişe etmek
“Selviye Hanım’ın her zaman anlatacak bir şeyi vardır. Kocası, çocukları üsütüne. Dedikoduyu sever.
Evine döndüğünde beni de onlara anlattığını biliyorum. Ama bu kez başına gelen gerçekten şaşırtıcıydı.
‘Haydi bir iyice anlat, meraktan ölüyorum,’ dedim.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:37)
Meram anlatmak : Söz, lakırdı, dert anlatmak
“Bu harfleri çok iyi tanıyordum, fakat Arapça okuma okuma yazma bilmediğimden, kağıtlardaki şeyleri
okutmak üzere aljamia (Arap harfleriyle yazılmış İspanyolca) bilen birini aradım ve çok daha eski diller için bile
çevirmen bulma zorluğu çekilmeyen bu pazarda, böyle birini hemen buldum. Defterleri önüne uzatıp meramımı
anlattım. Adam defteri öylesine açtı, birkaç satır okudu, gülmeye başladı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:56)
“Komşu ana-kız uyumuştu artık, ama Marfa İgnatyevna’nın kapalı pancurlara indirdiği yumruklar ve
haykırmalarıyla uyandılar, pencereye koştular. Marfa İgnatyevna kesik kesik sözlerle, çığlıklar atıp, bağırıp
çağırarak meramını şöyle böyle anlatabildi, onları yardımına çağırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:156)
“SAGAMORE - Çok heyecanlıyım. Olağanüstü bir şey umuyorum.
EPIFANIA - Budalalık istemez! Tüm bayağı bir şey bekleyin.
(Alastair Fitzfassenden ile Patricia Smith içeriye girerler. Erkek, aklının çoğu kaslarında olan görkemli
bir atlettir. Bayan, kendi kendini geçindirir türden, sevimli, sessiz, ufak tefek, bir kadın. Alastair’i karısına
meram anlatsın diye bırakarak kendisi sessizce masaya yaklaşır.)”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:17)
Meramına varmak : Arzusuna, isteğine kavuşmak
“Sende bir murat var ki, sereserpe, koskoca:
Meramıma varayım, bırak, bir kez girerek;
Başkaları amaca ulaşırken kolayca,
İtilsin de sönük mü kalsın bendeki erek?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:135, sa:311)
Meramın elinden kurtulamamak : Yeterli azim, sebat ve gayret gösterdikten sonra başarılı olmak
“Germaine, gerçekten korkunç derecede zayıftı, yürürken de bir bastona dayanıyordu ama yüzü yine de
renkliydi. İlk bakışta, insan onun sıhhatte olduğuna inanabilirdi. Monsieur Mesurat, muzaffer bir eda ile:
-Gördün mü! diye bağırdı. İnebilirsin demedim mi ben sana. Meramın elinden ne kurtulur!”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:87)
Meramını anlamak : Derdini anlamak
“Dil kötü de olsa, Don Quijote adamın meramını anladı, vakur bir ifadeyle:
‘Eğer kopuğun biri değil de, şövalye olsaydın, haddini bildirirdim, çiroz herif sen de!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53)
Merasimperdazlık : Misafir önünde fazla törensel, teşrifatçı olmak, çıtkırıldımlık göstermek
“Arasıra, kocasıyla pek samimi dakikalarında:
‘Vallahi kıskandığım için değil,’ diyordu. ‘Bir kadın karşısında senin gibi kırılıp dökülen bir
yabancıya rasgelmiyorum. Demek ki, bu saray merasimperdazlığı ya pek eski zamanlara ait bir şey olacak, ya
da...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:117)
Merasim yapmak : Formalite ile vakit geçirmek
“ ‘Onlar kitap,’ diye yanıt verdi Maria, adamın sesinden otoriter tondan hafif bir rahatsızlığa kapılarak.
Karşısında mağaza yerine kütüphaneye giden, kültürlü bir kadın olduğunu bilmeliydi. Ama ressam kitapları
kendi alıp daha fazla merasim yapmadan yere koyuverdi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:96)
mercantile : (TİC.,İNG.) <mer’kan’tayl> : Ticari, ticarete ait; m. fleet, m. marine : ticaret filosu; m. law :
(HUK.) Ticaret hukuku; mercantile system : Avrupa’da derebeyliğin son bulmasından sonra başlayan ve
özellikle para bolluğunu temin edecek satışlara önem veren ekonomik sistem
Mercator, Gerardus: (FEL.,MATE.,COĞR.) <Merkator> : -isim- bir Flaman <Hollanda’lı> Matematik
ve Coğrafya uzmanının adı; Mercator’s chart : Merkator sistemine göre yapılmış harita; Mercator’s
projection : Merkator sistemine göre, silindrik projeksiyon, boylam dereceleri hep birbirine eşit, ve enlem
dereceleri kutuplara yaklaştıkça genişleyen paralel hatlar ile çizgili harita sistemi (M.S. 1569, trigonometrik
izdişüm’lü sistem)
Mercimeği fırına vermek : Aşık, sevgili olmak¸ gönlünü kaptırmak; cinsi ilişkide bulunmak
“Filozof, nihayet Anadolu’nun ücra bir köşesinde ilkokul öğretmenliğine tayin edilmiş, o da gitmemiş.
Gitmez a, elinde kapı kadar diploma. Kızla mercimeği fırına vermişler, sevişme filan fişman derken bir gün
ellerinden bir kaza çıkmış, müşterek bir günah işlemişler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:48-9)
“Derken öteki çocuğun da bir ayağında altı parmak olduğu anlaşıldı, bu da meyhanenin en yağlı
müşterilerinden bir milletvekilini akla getirdi tabii. Düşünebiliyor musunuz, muhterem peder, kadın tam on sekiz
müşteriyle ya evinde ya da bir otel odasında mercimeği fırına vermiş ve ikizler bunların her birinden birer iz
taşıyor.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:231)
“Bassett neşeli neşeli övünerek:
-Dur bakalım, dedi, mercimeği daha fırına vermedik. Henüz tencereye yerleştirdik. Sen bir şeyler
yumurtla bakalım, bir ipucu verecek bir şey söylersin belki, dedi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:111)
“-Oğlanlar üniversiteyi bırakmışlar, çalışıyorlarmış. Daha doğrusu, sevgilileri varmış, sevgililerinin
babalarının yanında çalışmaya başlamışlar. Velhasıl sen daha Anadolu’da dolaşırken onlar mercimeği fırına
vermişler. Herkesin işi tıkırında. Sen şimdi yalnız kendine bak!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:75)
“Bu sırada kapı açıldı, içeri giren Grigori İvanoviç :
-Bak hele! dedi. Siz mercimeği çoktan fırına vermişsiniz yahu.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:176)
“LUCENTIO - Bu kadar usul, şekil düşkünü müsünüz efendim? Pekala ben de beklerim; (Kendi
kendine.) bekler sonuna kadar gözetlerim. Yoksa gafil avlanırım, bizim şık mızıkacı da mercimeği fırına
veririverir.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:66)
“Betsi yalnızca gözleriyle gülümsedi, dikkatli dikkatli baktı Anna’nın yüzüne.
-Yeni bir yol, dedi. Onlar da bu yolu seçtiler. Mercimeği fırına verdiler. Ama yol önemli, fırına
verişteki yol.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:566)
“BASTIEN - Yemek zamanından başka gelen giden olmuyor değil mi?
SEGARD - Kimse gelmedi.
BASTIEN, Ségard’ın kulağına. - Thérese’le mercimeği fırına vereyim demedin mi?”
(Ch.Vildrec, “Sonsuz Yolculuk”, sa:38)
Mercury : (ROMA,MYTH., ASTRO., KİM.,BOT.;) <Merküri> : 1) -isim- Roma’lıların ticaret-ekonomi
ilahı; 2) Merkür <Utarit> gezegeni; 3) Haberci, haber getiren; 4) Civa madeni (Hg.) ; 5) Yer fesleğeni
mercy : (KOLL., PSYCH., MUS.) <mer’si> : -isim- merhamet, aman, inayet, lütuf; rahmet, mağfiret, af;
feyiz, bereket; insaf; mercy! , for mercy’s sake! : aman! Allah aşkına!; mercy seat : Tevrat’ta, ‘Ahid’
sandığının üzerindeki altın örtü - kefaret örtüsü (Çıkış kitabı 25:17, 22); at the mercy : insafa kalmış, elinde
merde : (ARGO,FR.) <merde> : Franszıların dünyaca meşhur, en basit en popüler küfürü : ‘kaka’
Merdiven dayamak : Genellikle hayatın belirli bir yaş kategorisine yakın olmak, örneğin ‘kırkına ...’
“Sportif zafer alanındaki son hamlemi çok iyi anımsıyorum. Yirmi küsur yıl önce, New York Yayıncılar
Soft-ball Ligi’nde <Yeniyetme yaşını ve daha küçükleri içeren genç beyzbol takımı. Daha küçük bir alanda
oynanır.> -senin Amerika’daki yayıncın, benim de eski yayıncım olan- Viking-Penguen takımının oyuncusu
olarak, haftada bir Central Park’ta oynuyordum. Takımlar kadınlı-erkekli karmaydı, oyunlar gevşekti,
gelişigüzeldi; ama kırkına mediven dayadığım ya da kırkımı geçmiş olduğum halde, o eski beyzbol kaslarımı
yeniden harekete geçirmek hoşuma gidiyordu…<Paul, 8 nisan 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011, sa:66)
“... insanlara ilişkin bir şeyleri doğrudan dile getirmeyen düşünceleri bile anlayamadım. Otuzuma
merdiven dayamış olmama karşın, makineler, filozoflar, para işleri hala bana yabancı; deyiş yerindeyse, bütün
bunları durmadan erteliyorum - ne zamana kadar, belli değil... (B. Brecht) ”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:49)
“1815 yılında, Monsenyör Charles-François-Bienvenu-Myriel, yetmiş beşlerine merdiven dayamış olan
bu ihtiyar, 1806 yılından beri Digne’deki piskoposluk görevindeydi.”...........................
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:15; Cilt:II, sa:132))
“Mösyö Thénardier elli yaşını aşmıştı. Madam Thénardier ise kırkına merdiven dayamıştı; bir kadın
için bu yaş elli sayılırdı. Karı koca arasında yaş dengesi varrdı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:132)
“Ex marine <emekli, terhis olmuş denizci> rahatsız olmuş gibi bir dikişte konyağını içiverdi.
Generalisimo bu adamın seksenine merdiven dayamış olduğunu düşündü. Olağanüstü iyi görünüyordu. Düz
kesilmiş kısa saçlarıyla dimdik, sırım gibiydi, ne bir dirhem yağ ne de boynunda sarkmış bir deri vardı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:209)
“Başını kaldırıp aynaya baktı. Kendini yaşlı, yıpranmış ve cansız buldu. Otuziki yaşındaydı, ama
ellisine merdiven dayamış bir küçük memur gibi çökmüştü..”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:305)
“KAPTAN - Altmışına merdiven dayamışsın Patron Mangan. Korsanın çocuğuyla evlenmeyeceksin.
(Tepsiyi kilere götürür.)
MANGAN, arkasından gider. - Hangi korsanın çocuğu? Siz neler diyorsunuz Allah aşkına?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37)
mere : (KOLL., DEN.,İNG.) : <me’r> : 1) -isim- Deniz, göl; bataklık; 2) -isim- COĞR.: sınır, hudut;
-sıfat, 3) Ancak, yalnız, safi, sade <superlative olarak kullanılacaksa : mere’st >
Meret : Allahın belası, uğursuz, can sıkıcı şey ya da kimse, iyi işlemeyen makina ya da bozulan alet;
beğenilmeyen yemek, içki (Argo)
“Ve tuhaftır, sık sık intihar düşünmeme rağmen, battaniyenin bana yardım etmeye çalışması mücadele
etmeme neden oluyordu. Sonunda mereti yere çaldım ve bütün ışıkları yaktım. Bu son verecekti işe! IŞIK! IŞIK!
IŞIK!”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41-2)
“Arada bir evde halamla aralarında otorite çatışması olurdu ve beybam hemen daima yeni eşinin tarafını
tutardı. Bir seferinde taşlıkta yuvarlak masamızda yemek yerken beybamın sinirlenip tüm siniyi duvara
geçirdiğini ve bizlerin ağlayarak odalarımıza gittiğimizi anımsarım. Onun zaman zaman böyle içkili anlarında
parlamasından son derece korkar, lanetler okurdum. O merete verilen parayla eve neler alınmaz, çocuklara ne
oyuncaklar, ne hediyeler getirilmezdi?”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:52)
“Zavallı adam o akşam:
-Artık rakılar sidiğe döndü. Renk, koku tıpkı o... Meretten şimdiye kadar hiç tattığımı bilmiyorum ama
galiba tadı da böyle olmalıdır, şikayetleriyle bağıra çağıra gıdasını aldı. Fakat bu boş suçlamaları dinleyen asıl
suçlu, bir köşede kıs kıs gülüyordu.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25)
“MADELEINE - Çek... Çe-e-ek... Çeksene...
AMEDEE - (Görünmez, uzaklardan.) Çekiyorum... Gelmiyor ki meret... Ne oluyor yine...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:136)
“Kadın bir an için, kocasının suçüstü yakalandığını, polisin de evde arama yapmaya geldiğini düşündü;
çelişkili gibi görünse de rahatlatıcı bir düşünceydi bu, çünkü kocası arabadan başka bir şey çalmazdı..... araba
denen meret de, öyle yatağın altına falan saklanacak şey değildi. Kuşkusu çok kısa sürdü, çünkü kocasına
yalnızca eşlik ettiği için içine su serpilmesi polis memuru, ‘Bu beyin gözleri görmüyor, onunla ilgilenin’ deyip
onu kollarına bıraktığında, başlarına ne büyük bir felaketin geldiğini kavrayıverdi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:31)
meretricious : (KOLL., SOSY.,) <merit’rişıs> : Fahişe’ye ait, fahişe gibi; fahişe’ye yakışır; sahte gösterişli,
süsle aldatan
Merhaba : Türk-İslam kültüründe, hemen tüm dünyada, karşılaşında iki kişi arasındaki saygı dolu selamlama
sözü
“Her çıkışında, özellikle hamama gittiğinde o yokken otelde kötü birşey olacakmış gibi tedirginlik
duyardı. Şimdi de hızlı yürüyordu. Bunun bir başka nedeni de...
-Merhaba, nereye böyle?
Emekli subay gazetelerini almış otele dönüyordu.”
(Y. Atılgan, Anayurt Oteli”, sa:25)
“<Ex Libris’te çalışırken> bir akşam üstü, Arthur bir iş için dışarı çıktığı sırada, çat kapı John Lennon
geldi ve Man Ray’in fotoğraflarına bakmak istediğini söyledi.
Elini uzatıp ‘Merhaba,’ dedi, ‘ben John.’
Elini sıktım; ‘Merhaba, ben Paul,’ dedim.
Ben dolapta fotoğrafları ararken, Lennon da Arthur’un masasının yanındaki duvarda asılı duran Robert
Motherwell’in tablosuna bakıyordu. Tablo öyle ahım şahım bir şey değildi -turuncu fon üzerine iki tane düz
siyah çizgi-. Lennon tabloya birkaç saniye göz attıktan sonra bana döndü, ‘Bunu yapmak için çok çalışmış
olmalı, değil mi?’ dedi...... Lennon’un içtenlikle konuşması çok hoşuma gitti.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:97-8)
“Sanki Rembrandt’ın bir resmi, çerçevesinden çıkmış, büyük ressamın kendine mal ettiği kara hava
içinde sessizce yürüyor... Delikanlıya, keskin zekasını belli eden bakışlarla baktı; kapıya üç kez vurdu; gelip
açan kırk yaşlarında, hastaya benzer adama, ‘Merhaba, üstat,’ dedi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:14)
“Bir şey içebilsek ne iyi olurdu diye düşündü hepsi de... ‘Arkadaşlar,’ diye seslendi albay açık ve
pürüzsüz bir sesle, ‘merhaba arkadaşlar. Söylenecek fazla bir şey yok. Yalnızca şunu söylemek isterim: Bu
kulağı düşük şapşalların peşini bırakmayacağız, steplerine kadar süreceğiz onları... Anladınız mı?’ ”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:7)
“SABAH ŞARKISI
<Uys Krige ve Paul van Ostayen’e>
----------------------Günaydın, kaffir-eriği ağacı, üzümlü kan
çörekleri, dağıtılan
cesaretle, begonyalar, lütfen yas
tutmayınız,
siz, oradaki, diken-ağaçları, yalayıp
temizliyorsunuz tüy kalemlerinizi!
merhaba, renkli adam”
(Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07)
“ ‘Merhaba Elsie.’
‘Siz gerçekten,’ diye sordu, ‘sarhoş olunca eşyaları ve camları kırıp ellerinizi parçalar mısınız?’
‘Hı, hıı.’
‘Bu işler için biraz yaşlısınız.’
‘Bak Elsie, kafamı bozma benim...’ ”
(Ch. Bukowski, Büyük Zen Düğünü”, sa:9)
“Adam geceyi evde geçiriyordu. Fischerle, eve döndüğünde adamın daha gitmediğini görürdü. Yaşlı
bay kendisini her zaman ‘Merhaba Dünya şampiyonu’ diye selamlardı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:218)
“Esther kitabı kapattı. Kadın ve çocuklar başlarını kaldırıp beni gördüler.
‘Yeni gelen arkadaşımla biraz gezintiye çıkacağım,’ dedi gruba. ‘Bugünlük ders bitti.’
Hepsi güldü ve başlarını eğerek selam verdiler. Yanıma geldi ve yanağımdan öptü, koluma girdi ve
dışarı çıktık.
‘Merhaba,’ dedim.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:312)
“Benim de görünüşüm onu irkitmiş olmalı: ilk bakışta belki de bir sokak serserisi gibi gelen, köşeye
kurulmuş bir moruk. Merhaba, dedi bozuntuya vermeden ve erkek iç çamaşırı ağırlıklı görünen çadır bezinden
iki beyaz çuvalı tepeden açılır çamaşır makinesine boşaltmaktan ibaret işine baktı.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:12)
“Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç’e:
-Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye seslenir içeri girer girmez.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:15)
“ ‘Hey aşağıdaki, merhaba!’
Kendisine bu biçimde seslenen birini duyduğunda, elinde sarılı bir bayrakla kulübesinin kapısında
duruyordu..... Bulunduğu yerin yüksek bir kayalığın diinde olması nedeniyle adamın görüntüsü küçülmüş ve
batmakta olan kızgın güneşin gözüme girmesi ve onunda gölgede kalmasıyla iyice silikleşmişti.
‘Aşağıdaki!... merhaba!’ .
Gözlerini rayların ötesinden yukarıya çevirip baktığında beni gördü.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Sinyalci”, sa:38
“Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak
kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız?’ Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi, ‘Ee,
nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki’ vb. der
gibidirler.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12-3)
“YENİDEN MERHABA DİYECEĞİM GÜNEŞE
yeniden merhaba diyeceğim güneşe
gövdemden akan ırmaklara
uzayıp giden düşüncelerime benzeyen bulutlara
bahçemde benimle birlikte kurak mevsimlerden geçen
akkavakların badireli büyümesine
gece tarlalarının kokusuna
bana armağan getiren
karga sürülerine”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:77)
“Çelkaş istifini bozmadan:
-Merhaba Semyonıç! Çoktandır görüşmedik, diyerek elini memura uzattı.
-Keşke bir daha hiç görüşmesek! Çek arabanı!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:62)
“Zavallı Knidos!.. Bütün tayfayla birlikte ona denizden çınlayan birer ‘merhaba’ yolladık... İki bin yıl
önce ölen kent duydu mu acaba?”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir çiçek”, sa:26)
“ULI - Bundan sonra gelmezler artık.
LEOPOLD - Öyle mi sanıyorsun? Onlar her an gelebilirler. (O an kapıda bir anahtar sesi duyulur.
LEOPOLD ürker. Elinde dolu bir Pazar çantasıyla SUSANNA girer içeri.)
SUSANNA - Merhaba. (LEOPOLD ve ULI ayağa kalkarlar.)
LEOPOLD : Merhaba, ver bakayım.”
(V. Havel, “Largo Desolato” (Buruk Ezgi), sa:17)
“FOUSTKA - Merhaba!
KOTRLY (Gazetesini bırakır.) - Merhaba, Henry.
NEUWIRTH (Elindeki kitabı bırakıp döner!) - Merhabalar!”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:26)
“Bir saat geçmeden asansör kendisini bizim kata çıkardı. Naftalin kokulu, ince sesli, kalın bir herifti.
-Merhaba profesörcüğüm, keyfin ne alemde? diye bağırdı.
Saçımı biraz daha karıştırarak karşımdakini mavi gözlüklerimin altından soğuk bakışlarla süzdüm.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:99)
“Orada, ta uzaklarda, ormanın kıyısında, son yol dönemecinde toza toprağa bulanmış bir adam, bir taş
yığınının üstüne oturmuş, uzun saplı bir çekiçle gri mavi bir kireçtaşını küçük küçük kırıyordu. Knulp ona baktı,
selam verdi ve durdu.
Adam ‘Merhaba’ diyerek başını kaldırmadan taş kırmayı sürdürdü.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:103)
“EMPERYAL OTELİ
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım”
(A. İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:17)
“Adamlar:
-Merhaba Angel! diyorlar, dükkanın sıcak!
-Hoş geldiniz, yolcular! Hava kötü ha?
Ama içinden ilave ediyor: ‘Hapı yuttuk bu sesler katil sesi.’ ”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:12)
“Yanlarından geçerken hepsi birden kalkıp bana selam verdiler. Baktım, Salih Ağa da kalkmış selam
veriyor. Yanlarına vardım:
-Merhaba ağalar...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:73)
“... Aylarca önce o gün karşıma çıktığında bana baktı başını çevirip çevirmemeyi tarttı içinden belliydi,
ben yardım ettim ona, ‘Merhaba,’ dedim. Gene şeytanım dürtmüştü. Ne yapacağını bilmiyordum, merak
ediyordum, onu yanlış mı doğru mu biliyordum onu merak etmiştim.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:124)
“ ‘Başefendi’nin itibar ettiği gazeteciye..... yer açtılar, iskemle, sonra da kebap için tabak, çatal, bıçak
koşturuldu ve sağdan soldan başlandı:
-Hoş geldiniz bey!
-Hoş geldiniz!
-Merhaba beyim...
-Merhaba...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:254)
“Kalabalıktan zayıf, küçücük bir adam ayrıldı. Elindeki ipi tükrüklüyor, eğiriyor. Tok bir sesle gülerek:
‘Merhaba! Hoş geldin. Babacık benim.’ ”
(Y. Kemal, Denizler Kurudu”, sa:21)
“Merhaba incecik oğlan, merhaba Memed... Nasıl benim köyüm, bak ne kadar da güzel değil mi?
Denize bak, ne kadar da köpürüyor, Allahın bir hikmeti, üsütündeki gemilere bak, nasıl da yalp yalp ediyor...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:17)
“Babamın, resmi elbisesi üstünde bir ileri bir geri yürüyüşünü hatırlarım kabul odasında. Ona şöylece
bir baktım ve, ‘Merhaba, baba!’ dedim. O bana içi şeker dolu bir paketçik uzattı. Ben yatağıma hemen dönmek
için evetleniyordum. Ziyaret, Tanrıya şükür, yalnızca beş dakika sürdü.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:24)
“Merhaba ey okuyucu! Şu kağıt parçasını ‘Bir kitapalıyorum’ diye aldın. Öyle değil mi? Öyle ise şu ilk
sayfasını açıp baktığın zaman gözlerinin aradığı şeyi biliyorum. Giriş aramadılar mı? Ama inkar etme! Mutlak
aradıkları şey giriştir.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:17)
“... ve bir ses şunları söyledi: ‘Merhaba Seppe, korkma! Gelen Karagün Dostu, yer cücesi, Hızır. Eeey,
demek yine buralı oldun ha! Seni uzun boylu oyalayacağım diye kaygılanma!’ ”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:131-2)
“ ‘Merhaba!’ ded iriyarı kadın, samimiyet yüklü genç erkek sesiyle. Düşüncesizce bir hata yapmıış gibi
bir hali vardı.
‘Merhaba!’ dedi Bird, onun kuşa benzetilmesindeki bir diğer etken olan çatlak sesiyle.
Travestinin başka bir şey söylemeden yüksek topukları üzerinde doksan derece dönerek yürüyüp
uzaklaşmasını bir süre izledikten sonra, Bird de tam tersi yönde yürümeye başladı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:15)
“PETER - Merhaba, Seth. Biz de seni arıyorduk. Şimdi bir telgraf aldım. Winnie ile Orin New York’a
varmışlar... (Evden gelen boğuk bir feryatla sözü yarıda kalır; ön kapışiddetle açılır, Small gözleri dışarı
uğramış, rengi kireç gibi bem beyaz bir halde, çıkış yerinin basamaklarından aşağı yıldırım hızıyla fırlayarak
iner.)”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:241)
“Uykunun huzuruna gömülmüş Rüya’nın kapıları kapalı bahçesinin söğütleri, akasyaları, asmalı gülleri
ve güneşi altında gezinmek isterdi şimdi. Orada karşılaşacağı suratlardan utançla korkarak: Sen de mi
buradaydın, merhaba!”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:11)
“Aniden telefon çaldı. Corradino Ernesta’nın sesini duyunca öfkeden kızardı. Ona kabaca neden telefon
ettiğini sordu. O da korkak bir sesle kekeleyerek, ondan haber alamadığını, ortalıkta kimsenin kalmadığını, onun
da tatile çıkacağını sandığını söyledi. Ona bir merhaba demek istemişti.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:185-6)
“Onu oracıkta parçalayabilirdim. Dilimi ısırdım. Tam o sırada Gabriella seke seke koridordan geçti;
bize acele bir merhaba deyip aşağı koştu.
‘Bir bu eksikti,’ diye homurdandım. ‘İkinizden hanginiz baştan çıkardınız bunu?’
‘Ne diyorsun, kim onu baştan çıkarmış? O çapkın daha anasından doğmadı.’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:135)
“Sonrasında <Otra Vez Eros-1994>
Ve işte başlıyor
küçücük yaşamı
sevda yıkımından kurtulan
kazazedenin;
merhaba, küçük köpecikler,
merhaba, serseriler,
merhaba, otobüsler ve yolcuları
ben daha süt bebeğiyim”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“HECTOR - Sizin ailedeki şeytan tüyü onda da var. Daha merhaba derken sevişmeye başladık. Ne
haltedeceğim şimdi? Aşık olmak elimden gelmez.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:48)
“SÜVEYŞ <1957>
----------Saçındaki çiçeği yükleyip merhabasına
Yoluna dikildiği ilk gündenberi onun
Geceyi tutup getirmek birinci işi
Sonra belirtmek geceyi en yavuz laflarla”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:42)
“-Ooo merhaba Abdullah Ağa... Buyur!..
-Rahatsız etmeyelim..
-Yok canım! Bunlar benim değil, senin misafirin sayılır. Adını verip gelmişler. Otur, çay içeceğiz!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:108)
“ ‘... İskender Ağa’yı sen nerden bileceksin? Herkese güvenmez, her delikanlıya merhaba demez.
Bunca senelik hukukumuz varken sırrını bana bile açmadı. O gece neden burda yatmadı, haydi bil bakalım?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:137)
“Dadal Efendi, Galata Köprüsü’ne çıkınca, Fatih-Harbiye tramvayının kırmızı arabasını bekledi.
(Kırmızı arabalar birinci, yeşiller ikinci mevki arabalardı!) Çünkü pasolu olduğundan aşağıya binmez. Birinciden
aşağıya binmemek ayrıca Saray zagonudur. Evet, Dadal Efendi, hem birinciye bindi, hemi de önden bindi,
‘Merhaba’ deyip vatmanın yanında durdu.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:53)
“ ‘Merhaba çavuş! Bizim bütün bölük bu mu?’
Çavuş, Kozeltsov’a dostça ve içi gülen gözlerle bakarak, ‘Merhaba efendim,’ diye cevap verdi.
‘İyileşip döndünüz mü? Kendinize geldiniz mi? Tanrıya şükürler olsun. Sizin için gerçekten endişelenmiştik.’ ”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:77)
“Kimi ceplerini çalınmış nesnelerle doldurmuştur tıka basa, üstelik asker kaçağıdır, ama bir polis gördü
mü dayanamaz, gider, bir ‘Merhaba!’ çeker, birşeyler sorar, punduna getirip bir şaka yapar; kimi de dünyanın en
sağlam adamıdır..... etliye sütlüye karışmaz, gazete bile okumaz.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8)
Merhabası olmak : Biriyle yalnızca selamlaşma düzeyinde iletişimde bulunmak
“Otuz beş-kırk yaşlarında hafif tombulca, gri bluz ve mavi etek giymiş bir hanım hanımcık,
Nişantaşı’nın göbeğinde gün batmak üzereyken birine böyle hitap ediyordu. Çok geçmeden laf attığı kimsenin
..... kişisel olarak merhabımız da olan, gerçek bir keman ustası olduğunu farkettim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:137)
Merhametine sığınmak : Çok merhametli, iyiliksever birinin bu şefkatli halinden yararlanmak
“Pek çok da kişi vardı ondan mal alıp mal satmaya gelen, onu dolandırmaya, onun ağzını aramaya
gelen; pek çok kişi vardı merhametine sığınan, pek çok kişi, ona akıl danışan.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:86)
Merhamet sıtmasına tutulmak : Gereğinden fazla merhametli, müşfik olmak
“HAVVAS AĞA - Lakin yüreğin yufkadır; yaşlanmaktasın Kahya. Ölüm korkutmaktadır gözünü; seni
son demlerinde vicdan sahabı kılmıştı. Merhamet sıtmasına tutulmuşsan. Lakin ağalığın yarısı vicdandan
feragattir.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:42)
Merhem olmak : Derdine deva, yarasına şifa olmak
“Father Rolfe’nin acaba büyük bir yazar olma fantazisi de var mıydı? Mutlak vardı denebilir; gerçi ne
kadar tanınırsa tanınsın, bu onun acı çeken ruhuna merhem olmazdı, ama işin tuhafı, yazar olarak değerinin ancak
ölümünden sonra dikkatleri çekmiş olmasıdır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:55)
Merhum; Merhume : Vefat etmiş erkek kimse için kullanılan sözcük; Merhume: Rahmetli kadın
Bk.: Rahmetli
“LOMOF -... Bildiğiniz üzere, vefatları dolayısıyla kalıt olarak bir kısım tarla sahibi olduğum merhum
annenize karşı ailem daima derin bir hürmet besledi. Lomofar’la Çukubof’lar daima iki dost, hatta denebilir ki,
iki akraba gibi yaşadılar.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:16)
“Çaresiz, döndüm, kapıya doğru yürümeye başladım:
-Buyurunuz hanımefendi, bir emriniz mi var?
-Merhum Seyfettin Paşa’nın köşkü değil mi?
-Evet, efendim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:109)
“İmamın, ‘Hatun kişi niyetine. Merhumeyi nasıl bilirdiniz?’ sorusuna canı gönülden, ‘İyi bilirdik!’ diye
cevap verdiler. Ellerini kaldırıp fatiha okudular.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:270)
“... kızın bu fikri (intihar) bütün kadınların kendini öldürdüğü Batman’da kaptığını, hele burada Kars’da
ailesinin yanındayken merhumenin çok mutlu gözüktüğünü, bu yüzden tam Batman’a döneceği sabah başucunda
iki kutu uyku hapı aldığı yazılı bir mektupla yatakta ölüsünü bulmalarının kendilerin çok şaşırttığını açıklamıştı.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:21)
“KAÇINILMAZ BİR TARİH
----------------------------------toplanarak tüy sessizlikleri içinde azar azar
bir cenaze töreninde merhumun arkadaşları gibi,
ya da sürüklenirler bir lambanın ayaklarına,
üzerinden bir koltuğun”
(Karen Press<1956-1999>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.09.05)
“Böylece peder Anton, karısı Fedotovna ve zangoç; merhumun erdemleri ve mirasçısının karşılaşacağı
anlaşılan güçlükler konusunda Yegorovna’yla düşünce alışverişinde bulunarak derebeyi konağına doğru
yürümeye koyuldular.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:38)
“O zaman işte bütün o uşaklar, oda hizmetçileri ve sürekli etrafında bulundurduğu köpeklerden oluşan
bu kafile merdivenleri çıkıyor, merhum anasının öldüğü ve 23 yıl önce nasıl bırakmışsa öyle korunan ve hiçbir
zaman kimsenin girmesine izin verilmeyen odaya, konağın kahyasının önderliğinde giriyordu.”..... “İşte şimdi
yüzlerce ve yüzlerce çizgisinin birleşmesiyle bende merhumenin bir hayali belirmeye başlıyordu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:40;57)
Merkeze götürmek : Resmi bir merci’ye örneğin polis karakolu, jandarma vb. komutanlığa götürmek
“ROSA - Niye çözdünüz onu?
KOMİSER - Endişelenmeyin signora.. onu merkeze götüreceğiz biraz... bize bazı şeyler anlatacak..
siz de uslu uslu oturup, gıkınızı çıkarmadan meyve salatanızı yiyin!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:80)
mermaid : (MYTH.,İNG.)
<mer’meyd> : Yarısı kız, yarısı balık, mitik deniz kızı
merman :
<mer’men>
(MYTH,İNG.)
:
Belinden aşağı balık şeklinde mitik deniz adamı
Mersi : Fransızca ‘Merci’=‘Teşekkür ederim’den; günlük yaşamımıza en yerleşmiş sözcüklerden biri
“FİRS – Eh, seni beceriksiz seni. (Homurdanır.)
(Trofimov ve L. Andreyevna salonda, sonra konuk odasında dans ederler.)
L. ANDEYEVNA - Merci... Oturacağım ben... (Oturur.) Yoruldum...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:153)
“Sonra, cebimden, özellikle hazırlanmış bir pasta kutusunu çıkararak uzattım:
-Çamsakızı çoban armağanı Nesip Bey... Zannederim ki deniz havası iştahanızı açmıştır.
O, biraz bozulur gibi oldu. ‘Mersi!’ diye gülümsemeye çalışarak paketi açtı.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:162)
“Kamil Bey dişlerini fırçalarken, biris onun omuz başından fısıldadı:
-Allah kurtarsın efendi!
Ses, o kadar kuşkuluydu ki, Kamil Bey ürpererek döndü:
-Mersi efendim.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:61)
Meryem, (Kutsal) Meryem Ana : Hazreti Meryem; Hazreti İsa’nın annesi
“Soyağacının üst kısımlarından bir yeri gösteren Teabing, ‘Magdalalı Meryem burada,’ dedi.
Sophie şaşırmıştı. ‘Benjamin Hanedan’ından biri miydi?
Teabing. ‘Tamamen,’ dedi. ‘Magdalalı Meryem soylu biriydi.’
‘Ama ben Magdalalı Meryem’in fakir olduğu izlenimini edinmiştim.’
Teabing başını iki yana salladı. ‘Güçlü aile bağlarının kanıtlarını yok etmek için Magdalalıyı bir fahişe
gibi tanıtmışlardı ..... Sevgili çocuğum, kiliseyi bu kadar kaygılandıran Magdalalı Meryem’in soylu olması değil,
yine soylu bir kan taşıyan İsa ile birlikte olmasıydı. Bildiğin gibi Matta İncili’nde bize Mesih’in Davud
Hanedanı’ndan geldiği söylenir. Aynı zamanda Kral Süleyman’ın <Yahudi Kralı> torunudur. İsa, güçlü
Benjamin Hanedanı’ndan biriyle evlenerek iki soylu kanı birbirine harmanlamış oldu, böylece tahtta yasal hak
iddia edebilecek ve Süleyman zamanında olduğu gibi krallıkları canlandıracak potansiyel bir siyasi birlik
yaratmıştı.’ ”
(Dan Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:277)
“CHAUSER’IN KEHANETİ
Papazlar yeminlerini tutmaz olunca,
Efendiler Tanrı’nın kanunlarını
Doğruluğun karşısına koyunca,
Gizli bir haz kaynağı olan Şehvet,
Bedava alışveriş sayılınca Soygun,
İşte o zaman kötülükten korkun!
İşte o gün İngiltere topraklarında,
Karmaşa baş gösterecek,
Bir dönemde nasıl oldusa.
‘Kutsal Meryem! İngiltere için dua et’
Deyişi gib Canterbury’li Thomas’ın”
(Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler;
“Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05)
“Başrahip, Meryem Anamızın -1982’denberi birkaç kez göründüğü söyleniyordu- böyle istediğini
söyleyerek Tanrı Babamıza inanıyorum’u yedi kez üst üste okudu. Ardından başka bir Hıristiyan ayinine geçtik.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:194)
“ŞAKIYAN GÖZLERİNİ BİR DE
-----------------------------------------Olsun eller muma batmış, şefkatli,
Ama kanı öylesine sıcak,
Karşısında Meryem Ana imgesi
Sanki bir mum, hiç solmayacak.”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 31.07.03)
“Fransa’nın güneybatısındaki bu küçük kasabanın dinsel ve tarihsel bir değer kazanması şu olaya
dayanır: 1858’de 14 yaşında bir kız, Massabielle Mağarası yakınlarında Meryem Ana’nın kendisine göründüğünü
ileri sürdü. 1862’de Papa’nın olayın doğruluğunu ilan etmesiyle, Lourdes Meryem Ana tapımı resmen
onaylanmış oldu. Kızın Meryem Ana’yı gördüğü yer olarak belirttiği mağara pınarının bazı mucizevi özellikleri
taşıdığının yayılmasıyla, Lourdes en büyük Hac merkezlerinden birine dönüştü.”.......
“ ‘...... adamın biri demiş ki, Azize Ursula rahibelerinin manastırındaki bir şişe’de Meryem Ana’nın,
İsa’yı bebekken emzirdiği sütü varmış. Sonra, Beneşov’daki yetimhanenin yöneticileri, içme suyunu ille de
Lourdes’dan getirteceğiz diye tutturunca, zavallı yavrucaklar öyle bir ishale yakalanmışlar ki, yeryüzünde
böylesi görülmemiş.’ ” ....................................................
“Büzüldüğü köşede dehşet içinde haç çıkaran Balon yüksek sesle yalvarmaya başlamıştı:
‘Ey, Yüce Tanrımızın Anası Kutsal Meryem, çaresiz kulunun dualarına kulak ver, merhametini
esirgeme benden, sana sığınıyorum. Sana bütün kalbiyle inanan, seni bütün kalbiyle seven, sana umutla sarılan
bu günahkar kulunun dualarını geri çevirme. Ey, Göklerin Ecesi, elimden tut, bağrına bas ki beni, ömrümün
sonuna kadar Tanrı’nın inayeti eksik olmasın üstümden...’ .........................................
‘Sözlerini bitirir bitirmez hafifçe horlayarak uykuya daldığı için, Şvayk’ın okuduğu ağıtı duyamadı:
‘Sen ki Yüce Tanrım, kurtardın Kutsal Meryem’in ruhunu,
Bağışla tüm günahlarımı, göster bana cennetin yolunu.’ ......................................
“.............‘Peki, Şternbek’li Yaroslav’ı bilir misin? ..... Hostin tepesi’nde senin atalarının canına
okunmuştu. O ataların olacak çakallar arkalarına bakmadan topuklamışlardı Moravya’dan. Hostin’li Kutsal
Bakire’yi bilmezsin sen! Çarpışmaya o da katılmıştı. Sen ayvayı yemişsin. <Söylenceye göre, 1240 yılında
Moravya’daki Hostin tepesi eteklerinde Tatarlarla yapılan çarpışmadan henen önce, Meryem Ana, Şternberk’li
savaşçı Yaroslav’a görünmüş. Tatarlar bozguna uğratılmıştır.>”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Haşek”, Cilt:I, sa:160-1; Cilt:II, sa:105;184,204)
“Bir gün Goldmund odaına çekilmiş yatakta yatıyor, uyumaya çalışıyordu. İçine bir kasvet çökmüştü,
göğsünde yumuşak bir acıyla kalbi küt küt atıyor, sevgiyle kaynıyor, hüzün ve çaresizlikle dolup taşıyordu........
Her akşam yaptığı gibi, kendi kendine usulcacık bir Meryem Ana ilahisi mırıldanıyordu:
(LAT. MYTH.) :
‘Tota pulchra es, Maria, TURKÇE : <Sen ne güzelsin Maria,
et macula originalis non est in te.
Her tür kusurdan uzak.
Tu laetitia Israel,
İsrail’in güzel kızısın
tu advocata peccatorium’
Günahkarların-mağdurun savunucusu.>
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa.: 141)
“Hala resme bakıyorum. Resimdeki şu çarmıha gerilmiş Tanrı, çoktan ölmüştür. Meryem ağlamakta ve
Yahya onu teselli etmektedir. Kapkara gök yüzünü, bir şimşek ikiye bölmektedir.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:52)
“EN SONUNDA
kapıyı araladım
ve düzeltilmemiş yatağı
yerde yığılı kitapları
yuvarlak masayı
ve sırtı dönük kendimi gördüm
yeşil masayı kırmızı termosu
perdenin üzerindeki sarı yamayı
kucağında İsa 16. yüzyıl kopyası
Meryemana’yı gördüm”
(Mirela İvanova-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.03)
“Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz.
Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi
harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:20)
“Bir keresinde, Yunan adalarının birindeki bir kır manastırında Meryem Ana’nın bir tasvirini
görmüştüm (Gerçekten gördüm mü, yoksa gördüğümü mü sandım, pek bilmiyorum). Dindarlar buna dikenlerden
yapılmış bir çerçeve uydurmuş, üzerine ipekböceği tohumu atmışlardı. İpek böceğinin tohumu açıldı ve içinden
mucizeli küçük kurtlar çıktı; bunlara her gün dut yaprağı yediriyorlardı.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:468)
“Ve ihtiyar, sanki gerçek bir kadın, kovalanan bir göçmen kızıymış da, dinsizler, Agarin’ler tarafından
bıçaklanarak, Doğu’dan çocuğuyla gelmişmiş gibi, Meryem’in acılarını anlatmaya başladı.
‘Yılda bir kez yarasından gerçek, siyah bir kan akar. Hatırlarım, bir kere onun yortusunda ben, daha
bıyığı terlememiş bir delikanlıydım. Bütün yöre köylerden, onun rahmetine sığınmak için gelmiştik. On beş
ağustos’tu. Biz erkekler avluda, kadınlar içerde uyumak üzere uzandık. Ben uykumda -büyüksün sen Allahım!Meryem’in bağırdığını duydum. Fırlayıp kalktım, tasvirine koştum, elimi boynuna uzattım, ne göreyim?
Parmaklarım kan içinde kalmıştı.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:170)
“Profesör, ona hikayesini baştan sona anlattı.
‘Ben bir Katolik Alman’ım peder’ dedi. ‘Karım yahudi ve şu sıralarda doğurmak üzere. Ama hangi
koşullar altında yaşadığını, hatta yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum. Tanrı adına, İsa adına, Meryem Ana
adına... İnsan kardeşliği adına yalvarırım bana yardım edin. Aklımı kaçırmak üzereyim.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:299)
“O an Bird de kabarık bukleli saçların ortasında Fra Angelico resimlerindeki kutsal gebeliğin haberini
alan Meryem gibi duran yüzdeki tuhaflığın, özellikle de üstdudağının yukarısında tıraşlanmadan kalmış birkaç tel
bıyığın farkına vardı. Kıllar, ağır makyajı yırtarak çıkmış gibi hafifçe salınıyordu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:13)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ - IV
Hem sonra, Erdem Meryem yalnız İncil’de vardır.
Gizem’in kanadı da kopuverir bakarsın...
Yerini, kırık dökük görüntüleri alır
Bakırlaşmış hüznüyle kocamış tahtaların...”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:110)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ II
-----------------------------------Meryem Ana mersinler üzerine uzanmış,
yayılmış eteklerinde üzüm lekeleri.
Bir çocuk ağlar dağ yolunda ve kırlardan
ses verir kuzularını yitiren koyun.
Gölge vurur gözenin çevresine. Fıçı buz gibidir.
Nalbantın kızı ıslak ayaklarıyla.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:35)
“Özenle incelemeye başladı parlak toprak dolu kaseyi, yüz ifadesi iğneleyici ve şüpheciydi, ama
üstünlük taslamaya çalışıyorsa bilmeli ki boş çabası çünkü Meryem’in bakışları yere çevrilmiş, düşünceleri ise
başka diyarlarda. Küçük bir sopayla Yusuf toprağı karıştırdı ve hayretle gördü ki karıştırılan toprak özelliğini
yitirmekte, lakin sonra yeniden canlanıyor, donuk yüzey her yana ışık saçmakta. Ben çözemedim, bu işte bir iş
var, ya da dilenci başka bir yerden getirdi toprağı ve sen buradan aldığını söyledin ya da bu bir büyü, kim
görmüş Nasıra’da parlayan toprak. Meryem sessiz kaldı. Yağa bandığı ekmeğiyle kalan yemeği yiyordu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:26-7.)
“TAPINAK KÜÇÜK,
ROLLERSE İKİ
Meryem Ana’lık sana
İsa’lık da bana düştü.
Çarmıha ben mi, yoksa sen mi
gerileceksin?
Bilmiyorum. Ama yer olmadığı belli
başka tanrılar için:
tapınak çok küçük, rollerse iki.”
(Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07)
“Sunak kanatlarından birinin üzerinde açık renklerde bir resim vardı; karanlıkta renk tonları daha da
yumuşak ve hafif görünüyordu ve ressamın bakışını anında esir almıştı. Bu, kalbine kılıç saplanmış bir Meryem
Ana tasviriydi; acısına ve hüznüne rağmen son derece sakin ve huzur dolu bir resimdi. Meryem’in yüzünde garip
bir sevimlilik vardı; İsa’nın annesi gibi değil de, oyunbaz tasasızlığının güleryüzlü çekiciliğini acı verici sessiz
bir düşüncenin alıp götürdüğü, hayalperest ve cıvıl cıvıl bir bakire gibiydi daha çok.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:13)
Meryemle Yusuf şahit olsunlar : Hıristiyanlıkta, ‘Allah şahit olsun!’a eşdeğer bir yemin; Kenidni inandırmak
için kutsal kmseleri tanık gösterme taktiği
“MARTHE - Eve! Sen bana öyle söylemedin mi? Meryemle Yusufu şahit tutmadın mı?
EVE - Yemin ederek değil! Yemin içinde değil! Bak işte bunu yemin ederim: Meryemle Yusuf şahit
olsunlar!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:39)
Mesafeli olmak : Duygusal ilişkilerde araya bir mesafe koymak, pek çok yakınlık göstermemek
“Fakat o zaman eve geç kalmaktan korkmuştum... Bu aptalca korkuyu yaşamım boyunca bir türlü
yenemedim ve erkeklere karşı hep mesafeli oldum. Ama zaman geçip gidiyor, insan yaşlanıyor ve göz
kapaklarının çevresinde kırışıklıklar oluşmaya başlıyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:107)
Mesaisi dolmak : Çalışma saatini doldurmak, işinin sonuna gelmek
“1. POLİS - Eğer bir mahsuru yoksa efendim, benim mesaim doldu. Karımı doktora götürecektim.
2. POLİS - Ben de.. Benim de gözlerim kötüleşti.. Lenslerime bir baktıracaktım..
KOMİSER - Mesaiymiş.. Lensmiş.. S..tirin gidin!”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:80)
Mesela : Misal, örneğin
Bk.: Örneğin
“Bir yazar bir keresinde öldükten sonra kendimizi melekler korosunda değil de, mesela sıcak bir akşam
üstü bir hamamda bulabiliriz demişti. Üstelik kıyı bucağında örümceklerin kestirdiği bir yer.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:89)
“Ona başına gelen felaketleri anlatıyordu, Baudolino da, mesela, şöyle yanıt veriyordu: ‘Eğer
guruluysan, şeytansın. Üzgünsen, onun oğlusun. Ve binlerce şey için kaygılanıyorsan, onun dur durak bilmez
uşağısın.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:530)
“Zihninde bir kız bul ki yüzü ay gibidir. Mesela o kızın yüzündeki benşer de yıldızlar gibi parıl parıl
parlar. Parlak göğsü mutlaka güneş gibidir.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:60)
“... dışarı çıksam hulyalarıma engel olacak, bana insanları da, kötülüklerini de hatırlatacak can sıkıcı bir
şeye raslarım. Mesela tarlaları kutsama yortusu alaylarında okunan duanın havası hoşuma gider, zannederim bir
Yunan ezgisi olacak; ama papaz benim tarlaları kutsamak istemez; sebep? Onlar dinsizin birininmiş.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5)
“Bak hatırla mesela, bugün bizim ihtiyar heyeti başkanı Philippe’in kulübesinin önünden geçiyorduk,
beyaz güzel kulübenin. Bana şöyle demiştin: ‘Rusya’da her köylünün böyle bir evi olduğunda, artık kalkınılmış
olacak ve hepimiz bunun için çabalamalıyız.’ ”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:168-9)
“Bir Spaniyelde nelerin makbul olup olmadığı bu yüce kuruluş (Spaniyeller Kulübü) tarafından kesin
bir dille belirtilmiştir. Açık renk gözler mesela, makbul değildir; kıvırcık kulaklar daha da kötüdür; doğuştan
daha açık renk bir buruna ya da tepe çıkıntısına sahip olmak ciddi kusurdur.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:11-2)
“Sonra, herkesin kendine göre bir derdi olduğunu söyleyerek sızlandı. Mesela kocasıyla kendisi, iyi
kalpli davranıp, çocuklarının hatırı için mallarını mülklerini vereli beri çekmedikleri sefalet kalmıyordu!
Arkasından, çenesi açıldı, susmak bilmedi. O bitmez tükenmez, aynı şikayeti diline dolamıştı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:281-2)
Mesken(i) olmak : Yer almasına olanak sağlamak, yer vermek, yaşamaya imkan tanımak; Evi, yaşadığı yeri
yurdu olmak
“Bir duş yapıp yürüyüşe çıksam oyalanırım biraz. Lungarno’nun oralar biraz esintili olabilir. Lungarno
boyunca yürürsem, ışıldakların aydınlattığı kıyılardan, köprülerden, görkemli saraylardan geçip, gündüzleri
saygıdeğer hanımefendilerle çocuklarının gezindiği, gecenin bu saatlerindeyse orospuların, eşcinsellerin ve
uyuşturucu satıcılarının meskeni olan Cascine’ye uzanabilirim.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:233)
mess : (YİY.,KOLL.,İNG.) : -isim- Bir tabak yemek, bir öğünlük yemek; karmakarışık şey, bozukluk; daima
aynı sofrada yemek yiyen kişiler, sofra arkadaşları; (DEN.) sofra arkadaşı; -fiil- yemek vermek,
karmakarışık etmek, kirletmek; mess about ya da mess around : hiç bir iş görmeden dolaşıp durmak <boş
gezenin boş kalfası>
messuage :
(HUK.,BİNA,İNG.) <mes’viç> : Ev, mesken; müştemilatı ile beraber mesken
Mest : Üzerine ayakkabı giyilen, evde, camide vb. çıkarılmayan, kısa konçlu, hafif ve yumuşak bir tür ayakkabı
“Neyine cüppe, mest, yamalı hırka?
Kötülükten sakınman yeter sana...
Külahın Azeri, Tatari olmuş,
Gerekmez bu kaygı derviş olana!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:99)
Mest etmek : Son derece etkilemek, mesmerize etmek, büyülemek, kendinden geçirmek
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
----------------------------------------------------Güzel havalarda yunus sürüleri nasıl
derinlerden sıçrayıp hızla giden tekneyi kuşatırlarsa,
bir önden, bir arkadan, derken her yandan,
mest ederek gemicileri...”
(Apollonios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:22)
“Şeftali-suratlı güzel bir gülümsemeyle Gordon’u mest etti, ama köri-suratlı soruyu kabalık olarak
değerlendirmeye karar verdi Gordon’u yok sayarak şeftali-suratlıyı yeni kitapların yanında, köpek kitaplarıyla
kedi kitaplarının bulunduğu raflara sürükledi.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:25)
mestizo :
(İSP., FİLOL.,KOLL.)
<mes’tizo> : Melez, metis, iki ayrı ırktan gelen insan
Mest olmak : Kendinden geçmek, esrimek, son derece mutlu olmak
“GEÇEN ŞEY
---------------Ta öncelerden beri mest olmuş herkes,
Bir bakıma herşey ‘mestane’,
Hayal edilir nazlı yar yönlerden.
Aşk ile kuşlar süzülür,
Değişir kuşlar şahane.”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:347)
“III
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?)
Yaşarsın, konuşursun, başının üstünde
Gök durur, bulutların olur.
Yaşlı bilgelerin kitaplarından haz duyarsın,
Virgil’i, Dante’yi okur,
Hoş yerlerde eş dost, turlarsın.
Meyhanede kahkahadan kırılır,
Bir kadının bakışından sarsılırsın,
Seversin, sevilirsin, keyfin krallarda yoktur!
Gülistanda bülbül sesleriyle mest olursun.”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Bu mankenlerin nükleer enerji ışınları gibi havaya yaydıkları muhteşem cinselliğin kimsenin üzerinde
bir etkisi yoktu: İnsanlar malların arasında yorgun argın, surat beş karış, bıkkın, ters tavırlarla ve sekse tamamen
ilgisiz bir halde dolaşıp duruyorlardı; bir tek Profesör Avenarius, oradan geçerken muazzam bir sefahat aleminin
başında olduğuna inanmış bir vaziyette mest oluyordu.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:184-5)
“Evet, beklendiği gibi ertesi hafta büyük vapur adaya bir kafes getirdi ve motordan çıkarılan kafesin
içinde, birbirine dolanarak dönüp duran tilkileri gören Başkan ve ada halkı sevinçten mest oldu. Sanki adaya
tilkiler değil, kurtarıcı melekler gelmişti. Herkes sevinç içinde el çırptı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:131)
“MÜZİK
---------Sırıtıyor çimenler üstünde ipsiz oğlanlar,
Ve mest olmuş dinleyerek cırtlak ezgileri,
Gülleri gübreleyen köylü piyade erleri
Hoş görünmek için bebekleri okşuyorlar...”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:87)
Meşrep : Huy, yaratılış, davranış biçimi
“Birden sustu. Karşısındakinin politik meşrebini bilmiyordu. Teğmendi. Ordu’ya bağlıydı ama gene de
fazla ileri gitmemeli, tadında bırakmalıydı.
-Hakkımda fesat çeviren zat böyle biriydi işte.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:49)
Meşru; Meşruiyet : Doğru, haklı, yasal öğe; Dinin, yasanın, kanu vicdanının, sağduyunun ‘doğru’ saydığı
“Halkların ve bireylerin, insanlar tarafından var edilen ve ortak değerlerin taşıyıcısı olarak görülen bir
kurumunn yetkesini, aşırı zorlama olmaksızın kabul etmesini sağlayan şey meşruiyettir..... Meşruiyet, sadece
görünüşte süreklidir; söz konusu olan, ister bir insanın, bir hanedanın, isterse bir devrimin ya da ulusal bir
hareketin meşruiyeti olsun, gün gelir işe yaramaz olur.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:77)
META : ‘Acı çeken her şey için içten gelme ve iyilik dolu gerçeklik’ yaşam felsefesini ifade eden Hind
sözcüğü; Saf ve temiz kardeşlik sevgisi
“Acı çeken her şey için içten gelme ve iyilik dolu gerçeklik. Biri beyaz cüzzamlıları, öbürü Afrika’nın
siyah cüzamlılarını seçmiş: Sefaletin, en acı olan şeyin uçurumu. İçtenlik ve iyilik dedim ama, META
demeliydim: Yalnızca bu Hint sözcüğü, insanın bu iki kardeşte yarattığı duyguyu; yalnızca bu sözcük
anlatabilir. İyilik ve içtenlikte iki şey vardır: Acı çekenle acı çekene içten acıyan kimse. Ama META’da bir
nicelik vardır. 9. yüzyılın Müslüman mistiği Ssari-Ül-Sakadi bunu tam olarak yorumlamıştır. ‘Yani, bir kişi bir
başkasına, ‘benim egom’ dediği zaman iki kişi birbirlerini tam olarak severler demektir.’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:371)
Metadon, Metadon idame tedavisi : Uyuşturucuları kullanmaktan dolayı oluşagelen bağımlılığı
çözümlemede kullanılan en modern ‘diğer bir bağımlılık yapan’ ilaç; ‘Methadone Maintenance’, ancak
deneyimli ellerde ve psikiyatrik donanımlı hastanelerde yapılabilir. Amerika’da, Rhode Island Eyaletinde Akliye
Müsteşarı iken (1966-1970) bizzat yazdığım ve başkanlığını yaptığım bu tedavide yöntemin uygulanması,
Federal Hükümet tarafından takdir edildiği gibi, 1970’den bıgüne dek hala başarıyla kullanılmaktadır.(İ.E.)
“Yoksunluk sendromları, metadon’u aldıktan tam yirmi dört saat sonra başladı. Bunun sekiz saatini
küfrederek ve kasılarak geçiriyordum. Gece yarısı olmuştu, uyumam gerekirdi, bir süre içim geçti, ama
çoğunlukla bilincimin yerinde olduğunu hissediyordum Rüyalarla veya daha doğrusu halüsinasyonlarla dolu
tuhaf bir uyku şekliydi..... eroin bulduğuma dair açık seçik rüyalar gördüğümü anımsıyorum. Bu tarz pek çok
rüya vardı ve hepsi aynı gidiyordu:Ya bulup dökülüyordum, ya buluyor ama iğneyi damarıma sokamıyordum ya
da bulup kullanamadan polis tarafından yakalanıyordum..... Tuhaftı. Yıllar önce eroini bırakmak bu kadar kötü
gelmemişti. Metadona geçiş makul derecede kolaydı. Bu ise tamamiyle farklı bir deneyimdi.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa182)
Metafor : Mecaz;bir ilgi ya da benzetme sonucu,gerçek anlamından saptırılarak, benzetmeli olarak kullanılmış
sözcük. Mixed metaphor <miks’d metafor=Birbirne uymayan mecazların bir araya getirilmesi>
“Nathan Ackerman, psikodinamik ağırlıklı aile tedavisi ögelerini, California’da, devlet hizmetinde bir
Psychiatric Social Worker =Sosyal Hizmetler Uzmanı olarak çalışan Viriginia Satir’den aldı......Tedavi
yöntemleri olarak da, ‘Confrontation = yüzleştirme’, ‘Yorumlama – Interpretation’ ve ‘Metaphor
Manipulation – Metafor Manipülasyonu’nu ileri derecede kullandı.”
(İ. Ersevim, “Aile Tedavisi”, sa:139-40
“Sana
-----Gözlerini kapatınca bir şiir görüyorsun
Ondan süzülüyor özlediğin elle tutulabilirliği her şeyin.
Yeni boyanmış beyaz bir odayı hatırlatıyor sana,
Yazın kapamayı unuttuğu pencereleri, kapıları.
Ama fiziki dünyanın biçimlerini çağrıştırmaya bunlar da yetmiyor.
Şiire hiçbir yerden giriş yok.
Yalnızca gaz halinde var oluyor içinde yüzen insanlar,
Duvarlarda asılı duran metaforlar.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
Metan gazı : ‘Bataklık gazı’ da denen bu madde, organik maddelerin zamanla çürüyerek, dekompoze olarak
ayrışmasıyla oluşan, uyutan, kokusuz zehirli ve patlayıcı bir gazdır. Isı oluşturmada, ‘doğalgaz’ olarak ve
sanayide, hekimlikte birçok alanlarda -esasında tehlikeli ama ameliyatlarda yardımcı olarak- kullanılır. Maden
ocaklarında oluşan Grizu gazının bileşimine de girerek, ortalama o/o 10 oranlarında ise, patlayarak, yanarak,
toprak çökümlerine ve ölümlere neden olabilir.
“Ben geçerken hiç şaşırmadan baktı. Uzun zamandır dünya onun için durduğu bu yol dönemecinde,
oflaya puflaya volkanlar bayırından çıkan kamyonlarda gece gündüz metan gazının için için yandığı çöp
dağlarında özetleniyor. Bunların ötesindede onun için belki hiçbir şey yok, sadece insanların ölümden sonra
içine düştükleri daire biçiminde büyük geniş bir çukur var.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:111
metaphrase : (EDE., ÇEV.,İNG.) <meta’freyz> : -isim, fiil- Aynen tercüme-çeviri; kelimesi kelimesine
aynen tercüme; başka sözlerle ifade etmek; metaphrast : <meta’frast> aynen tercüme eden kimse
metathesis : (EDE:,ÇEV.,İNG.,TIP) <meta’tizis> : -isim- Bir sözcükte harf ya da seslerin yer değiştirmesi;
hastalık yapan nedenin sun’i olarak başka yere nakli; İki molekül arasındaki atom değişimi
Metazori : Kaba güç kullanarak, zorla
“Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helal olsun. Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler... dünya kadar para
kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7)
Meteliğe kurşun atmak : Parasız, pulsuz, fakir; Bir meteliğe gereksinimi olmak
“ ‘Keyfinden demiyorsun emme, ben de meteliğe kurşun atıyorum. Güz gelince bir tosun alayım
diyorum. Yedi yıldır borç ödeye ödeye imanım gevredi.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:90)
“Böyle bir karar onu umutsuzluktan başka nereye götürebilirdi? Gerçekten, hele onun gibi meteliğe
kurşun atan bir adamın bu parayı bulmasına imkan yoktu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:8)
“ ‘Talihin orada da yaver gitmezse, piyanoyu rehine veririz ya da başka bir çözüm buluruz. Ben şimdi
bir pusula yazıp vereceğim sana. Ama, bana bak, sakın atlatmaya kalkmasınlar. Çok ihtiyacım olduğunu,
meteliğe kurşun attığımı söyle. Ne halt edersen et, sakın elin boş dönme, yoksa seni cepheye sürdürürüm.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:140)
“Günde yüze yakın başvuru oluyordu. Ülkede, çekici bir dulla evlenip parasını kullanmak sıkıntısına
katlanacak bu kadar çok meteliksiz fakat gönlü bol insan olduğunu bilmiyordum doğrusu!” ..... “Fisher Hill’deki
durumu anlattıktan sonra siyasetle ticaretin elbirliği etmiş bulunması yüzünden alış verişin kesat olduğunu
anlattım. Andy, trenden daha o sabah inmişti. O da meteliğe kurşun atıyordu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:15-6;85)
“AMEDEE - Gitme, Madeleine, bugünlük gitme hiç değilse, çok yorgunsun, dinlen...
MADELEINE - Gitmem gerek. Neyle geçinelim isitiyorsun? Meteliğe kurşun atıyoruz... (Gittikçe
sıklaşan telefon zilleri) Gitmeliyim... (Santrala doğru.) Geliyorum, geliyorum...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:71)
“Meteliğe kurşun atıp sinekten yağ çıkmıyor. Ruşen her gün iki ekmeğini alıp eve dönerken o
başıbozuklardan biri önünü keser, ekmeğin birini elinden haraç olarak alırdı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:25)
“Mrs. HUSHABYE -... Peki anlat bakalım canikom, kimmiş bu Mr. Mangan? Ona Patron Mangan
derler, değil mi? Bir endüstri kralı, iğrenilecek kadar zengin bir herif, benim bildiğim. Söyle bakalım, baban
niçin meteliğe kurşun atıyor?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:20)
“Sessizce sigara içmeye koyulduk.
-Hadi git kızını gör. Sen iyi bir çocuksun.
-Neydi bana anlatacağın şey, mademki bu konuştuğumuz değildi?
-Yarın sabah ya da da gece geldiğinde konuşuruz. Paran var mı?
-Meteliğe kurşun atıyorum.”
(J.M. de Vasconcelos, “Delifişek”, sa:48)
“MAXINE - Evet, tatlım, ama ben burada rehinci dükkanı işletmiyorum, bir otel işletmeye
çalışıyorum.
HANNAH - Biliyorum, ama burada birkaç gün kalmamızın karşılığı olarak bunu kabul edemez
misiniz?
MAXINE - Meteliğe kurşun atıyorsunuz, öyle değil mi?
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:49)
“Bu çılgınca karmakarışıklık yüzünden durum, haftadan haftaya saçmalaşıyor ve ahlak kurallarından
uzaklaşıyordu. Kırk yıl boyunca para arttırmış kişiler, hele aşırı yurtseverlik parasını savaş tahviline yatıranlar,
meteliğe kurşun atacak duruma düştü.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:362)
“Şu var ki, akrabaları da taşradan gelmişler -Henri Beyle için kara bir leke, nerdeyse asli bir günah buve o bu yüzden onları bir türlü af edemiyor; burjuva hayatı sürüyorlar, zenginlik ve refah içinde yaşıyorlar, oysa
kendisi meteliğe kurşun atıyor, bu da onu fena halde öfkelendiriyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:137)
Meteliği güç kazanmak : Parayı zar zor, alın teriyle kazanmak
“ ‘Günde ancak otuz metelik kazanıyordum, mümkün olduğu kadar az ücret ödüyorlardı, patronlar
yaşımdan faydalanıyorlardı. Bundan başka derede çamaşırcılık yapan bir kızım vardı. O da bir parça
kazanıyordu: ikimiz birlikte yuvarlanıp gidiyorduk.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:436)
“Başıma bunlar gelmeden önce... Lanet olsun.. Fakat babam ve anam da hep böyle idiler... Her meteliği
çok güç kazandım... O ise her şeyi kolaya alıyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:241)
Meteliğin hesabını aramak, sormak : Cimrileşmek, harcanan her paranın hesabını tutmak
“Çerçi Halil bu son günlerinde, birdenbire eskisinden hasis, meteliğin hesabını arar, sorar bir duruma
geldi. Ne varsa sattı; kürklerinden başlayarak apartıman perdesine, kadınların iç çamaşırlarına kadar...”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:181)
“Hourdequin, sert sert haykırdı:
-Ah! Her şey hapı yutuyor! Evet, oğullarımız görecekler bunu, toprağın iflas ettiğini görecekler...
Biliyor musunuz ki, vaktiyle, yıllarca tamah ettikleri bir parça toprağı satın almak için metelik metelik para
biriktiren köylülerimiz, bugün İspanyol tahvilleri, Portekiz tahvilleri, hatta Meksika tahvilleri satın alıyorlar!”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201)
Metelik; Metelik almak, atmak, vermek, vermemek (Bir, birkaç, hiç, tek) : Bir hizmet erbabıba biraz para
vermek; Önemsemek; Hiç önem vermemek; hiç para vermemek
“CELİLE - Mükemmel bir gösteri efendiciğim, fakat hiçbir şey kanıtlamıyor.
OKYAY - Basma kalıp kötü edebiyat, kanıt namına sıfır. Bir Amerikalı bu boş sözlere metelik
vermez monşer.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:40)
“İNSAFSIZ GÜZEL
III
Aşktan kaçtığım için böyle göbeklendim ben,
Zindanında kalarak kalamam deri kemik,
Ama işte özgürüm, veremem ona metelik..
Cevap verebilir o, öyle der ya da böyle,
Umurumdaydı sanki, söylerim ben gerçeği;
Aşktan kaçtığım için böyle göbeklendim ben,
Zindanında kalarak kalamam deri kemik.”
(Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler;
“Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05)
“Hayrullah Bey gülmeye, benimle eğlenmeye başladı:
-Lakırdıdır o küçük, o suratlı adama kimse metelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:347)
“Idaho:
-Ona istatistik derler. Var olan bilgilerin en bayağısı, insanın kafasını zehirler. Bizim Keyem’in
varsayımlarının üzerine yok doğrusu! Şarap tüccarı galiba! Ama ne de olsa şiir. İnsanın duygularına metre ve
santimle senin o kitabına metelik vermem.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:64)
“ ‘Ben seni daha akıllı sanırdım,’ diyerek neredeyse yumuşak bir dille payladı beni Franz. ‘Centilmen
insanlar dürüst davranır. Senden haksız yere bir şey istemiyorum, bikliyorsun. Al şu meteliklerini, sok cebine.
Ama o, anlıyorsun kimi kastettiğimi, benimle pazarlık etmez, trink öder hemen.’ ”
(H. Hesse, “Demian”, sa:34)
“Geminin çevresinde, Napolililer, gitar, mandolin, keman ve akordeon nağmeleriyle dans ediyorlar.
Kulak paralayıcı bir gürültüdür gidiyor. Gemi yolcuları sandallara ve denize metelikler atıyor. Denizde yüzücüler
kaynaşıyor. Ağızları metelik dolu bu insanlar lireti atacak eli gözlüyor, para daha dibe varmadan ok gibi dalarak,
düşen bir yaprak gibi inerken, parayı yarı yolda yakalıyorlar.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:102)
“Genç adamın kendisi evdeyken, mektup geldiği zaman, mutlaka ‘Bununla bir tzuyka içersin’ diyerek
birkaç metelik vereceğini çok iyi bilirdi; hele şu kenar mahalleyi utanca boğan ünlü kaçışların birinden sonra ise,
bahşiş ‘hatırı sayılır’ olurdu.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:5)
“Bütün bu zırıltılara biz hiç aldırmıyor, gülüyorduk. Derken gülmemizden hıza gelen şoparlar
<çocuklar> bu sefer de eteklerimizden çekerek asılmaya koyuldular:
-Ha versene be ağam, beş paracık, odel <Allah> versin sana daha çok!
-Ah laçı <güzel> ağabeyciğim... -yerde sürünen bir meme yavrusunu göstererek- toslayasın <veresin>
buncağıza yarım metelik <beş para>! Zere <zira> nenesi hastadır, yatar çadır içinde...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:12-3)
“Bizim yeni il başkanını dinleseniz... O da zatınız gibi kalıplı... Lakin siz başkasınız tabi. Sizin başka
olduğunuz şundan belli, benim baldız öyle her önüne gelen erkeğe metelik vermez.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:59)
“STYOPKA - Kaç haftadır metelik almadım. İhtiyar öldü öleli.
MADAM G. - O durağı cennet olan efendinden öyle saygısızca söz etme. Ruhu şad olsun. Ne
duruyorsun, yıkıl karşımdan. Seni gözüm görmesin.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20)
“MEYHANECİ KADIN - Kırdığınız kadehlerin parası?
SLY - Hayır, bi’metelik bile verecek değilim. Yürü aslan yarim, yürü; başını hangi taş sertse oraya
vur.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
“Genç Fabrice bu kitaptan çok hoşlanıyordu. Çocuğu taparcasına seven annesi arada sırada onu görmek
için Milano’ya gitme izni koparabiliyordu. Ne var ki, kocası bu yolculuklar için hiçbir zaman tek metelik bile
vermediğinden gerekli parayı görümcesi, sevimli Pietranera kontesi kendisine veriyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:27)
“Burası, düpedüz, eski paşa konaklarındandı. Hem de öylese israfa girip, değerli eşyaları okutmuş da,
eskici Yahudi’nin metelik vermediği eski püsküye, çul çaputa kalmış paşa konağı değil.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:270)
“İhtiyar sustu, sıkıntılı bir sessizlik oldu. Hissesini parça parça rehine koyup aldığı parayı içkiye veren o
zamana kadar anasına babasına hala bir metelik ödememiş olan Jésus-Christ’ye bu gönderme, ciğerparesi
haydut oğlunu her zaman korumaya hazır anneyi üzüyordu.
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:184)
Metelik etmemek : Hiç değeri bulunmamak, önemsenmez olmak
“Bu noktada, ‘Callinus’ adlı bir herif ortaya çıkıyor ve bütün hakların kendisinde olduğunu söylemekle
kalmıyor, ‘Odysseia’ ile birlikte ‘Thebai’liler, ‘Epigoni’ ve ‘Kıbrıs Şarkıları’ kitaplarını da satın almamız
gerektiğinde diretiyor. Bunların bir metelik etmemesi bir yana, birtakım uzmanlar bunların ‘Homeros’ tarafından
yazılmadığını da düşünüyor.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:41)
“Charles’ın babası dehşetli öfkelendi, bu yüzden bir sandalyeyi yere çarpıp kırdı, karısına çıkışarak:
‘Sen soktun çocuğun başını derde bu metelik etmez karıyla,’ dedi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:23)
“RIDOLFO - Sinyor Eugenio’nun küpeleri yanınızda mı sinyor?
D. MARZIO - İşte burada; bu güzel küpeler meğer metelik etmiyormuş; beni okkanın altına soktu.
Dolandırıcı! Şimdi de paraları vermemek için kim bilir nerelere saklandı?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:56)
“BUTLER -… Baktım, sandığın bir sürü madenden yapılmış hırdavatla dolu olduğunu gördüm.
Bilezikler… Kuşaklar, gerdanlıklar. Sanırım, Malayalı’lar takınır bunları. Yalnızca pirinç, bakır… bir işe
yaramaz düzmece elmaslar… Hiçbiri metelik etmez.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:8-9)
“ADRIAN -... Ancak bildiğim şu: Baban, Rus asillerinin mülklerini satın alacak kadar yeni durumdan
habersiz bir adamdı. O yüzden paralarının beşte dördünü yitirdi. Bundan daha budalaca bir hataya kim
düşebilirdi? Alık sandığın ben bile asla... Sözün kısası, Epifania: Baban yeryüzüne hiç gelmeseydi dünyanın bir
metelik eksiği bile olmayacaktı.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:51)
Metelik sızdırmamak : Tek metelik vermemek, son derece cimri
“LA FLECHE - Ev sahibiyle bir dalaveren mi var?
FROSINE - Ya, onun hesabına küçük bir iş çeviriyorum, beş on para kıvırırız herhalde.
LA FLECHE - Ondan mı? Tam buldun adamını, zırnık koparabilirsen aşkolsun derim; haberin olsun,
metelik sızdırmazlar bu evde.”
(Moliere, “Cimri”, sa:65)
Meteliksiz; Meteliksiz kalmak, olmak; Son meteliğine kadar : Hiç parası kalmamak
“-Haydi gidelim Kumkapı’ya, dedim. Sen istersen git bir banyo yap, gel. Ben çırağı bekliyorum.
-Paralar, dedim.
-Bitti mi? dedi.
-Bende metelik yok.
-Bana verdiğin para duruyor, dedi. Bu para, bize yeter de artar bile.”
(F.S. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:35)
“Harry dilenciden farksız bir yoksul, tek bir gelir kaynağı ya da planı olmayan meteliksiz bir mahkum
durumuna düştü; Joliet Hapishanesi’nde cezasını doldurduktan sonra da bir avuç konfeti gibi rüzgarla savrulup
gidecekti. İşin tuhafı, duruma el koyup onu kurtaran, o nefret ettiği kayınpederi oldu; ama bunun bir bedeli
olacaktı...”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:49)
“KATİLİN ŞARABI
Karım öldü, artık bir başımayım!
Eh, içebilirim bütün içkimi.
Çığlıkları parçalardı içimi
Eve meteliksiz dönmüş olmayım.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa.197)
“Polise, kocasın
ın her şeyi alıp kaçtığını, onu da meteliksiz bıraktığını söyleyecekti. Alışverişe çıktığında, kapıcıya rastlamamak
için dolambaçlı yollardan gidiyordu. Profesöre ne olduğunu sorabilirdi adam. Evet, daha görünmemişti, ama ayın
birinde, kendisini gösterecekti kuşkusuz. Aybaşında aylık bahşişini alırdı. Bu ay metelik alamayacaktı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:310)
“TREPLEV - ... Kimim ben? Neyim? Üniversitenin üçüncü sınıfından, hani derler ya, elde olmayan
nedenlerle ayrılmış, yeteneksiz, meteliksiz, nüfus kağıdıma göre de Kiev doğumlu, aşağı orta tabakadan biri...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:30)
“Bir kere sonbaharda çok can sıkıcı, tatsısz bir iş geldi başıma: Yabancı olduğum bir kentte meteliksiz,
yersiz yurtsuz buluverdim kendimi.”
“M. Gorki, “Yirmi Altı Adam ve Bir Kız”, sa:9)
“Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel Petroviç getirilen eşyaları yarı
fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz, parayı tıkır tıkır sayardı. Sonra bir şenliktir başlar; içki
ısmarlamasaydı, bağırıp çağırmaydı derken, soygunu yapan delikanlının cebinde metelik kalmazdı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:51)
“Kesede para yok ki İstanbul’un tadını çıkarsın. Enişteden alacağı beş on lira harçlık Beyazıt
kahvelerinde pineklemeye bile kafi gelmez. Meteliksiz İstanbul, İstanbul değildir.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:103)
“Ne var ki, alacağım ücret üç ay sonunda tarafıma ödenecekti; ben de bu ücreti düşünerek her
zamankinden bol para harcayıp rahat yaşamaya başlamıştım, dolayısıyla günün birinde cebimdeki para suyunu
çekti, meteliksiz kalıp ister istemez eskisi gibi açlık kürüne başladım.”
(H. Hesse, “Pater Camenzind”, sa:55)
“Dinleyiciler arasında, M. Géborand adında, işten el çekmiş, tefeci zengin bir tüccar vardı..... ömründe
hiçbir yoksula sadaka vermemişti. Ama bu vaazı dinledikten sonra, her Pazar katedralin kapısındaki ihtiyar
dilenci kadınlara bir metelik vermeye başladığı görüldü. Meteliği paylaşacak dilenciler altı kişiydiler. Bir gün,
onu bayram yaparken gören piskopos gülümseyerek, kız kardeşine, ‘Bak, Mösyö Géborand bir meteliklik cennet
satın alıyor,’ dedi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:31)
“Yedi yaşına kadar kulübede büyütülen ve daha sonraları yaz tatillerini orada geçiren küçük yeğen
Adrien, Dimi Dayı’nın bu lanetlemelerine tanık olurdu ama yine de onu sevmekten vaz geçmezdi.
Aslında belki mantığa aykırı düşecek ama, nedense herkes severdi Dimi’yi… Durmadan dövdüğü eşi,
son meteliğine kadar soyduğu anası ve komşuları… Köylüler, her düğün ve her kutlamaya çağırırlardı onu.
Çünkü Dimi hem becerikli bir işçi, hem de eşi bulunmayan bir flüt çalgıcısı idi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:94-5)
“Monmartre’da, Montparnasse’da, Rus kabarelerinde; pahalı yerlerde. Harcadığımızı ortaklaşa
ödüyorduk elbette. Meteliksiz kaldığım bir sabah eve dönmek için Istrati’den birkaç frank borç istedim. Bana bin
franklık bir banknot uzattı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:26)
“OKTAY’A MEKTUPLAR III
Bir aydanberi iş arıyorum, meteliksiz.
Ne üstte var ne başta.
Onu sevmeseydim
Belki de beklemezdim
İnsanlar için öleceğim günü.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:362)
“...Frengistan kasabalarından birtakım baldırı çıplak seyyahlar, ellerinde birer küçük kartelalarla <bazı
kartel’lerde yapabilecekleri kaydedilmiş iş bulmakta kullanılan yazılı vesika!> on parasız buralara
seyyahçılık yapmaya... Te <işte> babam da onlar gibi, o zaman Yemen’den gelmiş buryacak <buraya kadar>
seyyahçılık yapmaya..
-Aferin babana, iyi halt etmiş!...
-İyi, kötü... her ne ise, uzatmayalım kelamı <sözü>, gelmiş bunun burasına, yer bilmez, yurt bilmez...
Yok cebinde bir tek metelikçiği. Ne yapsın?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:160)
“Leo, sanki dilediği kadar para ve iş kaynaklarına sahipmiş gibi, aslında bu hiçbir biçimde gerçeğe
uymuyordu, beni kuşkulu bir sınava tabi tuttu. Meteliksizdi.”
(M. Krüger, “Tuhaf Bir Öykü”, sa:34)
“Bakır nefeslilerden oluşmuş bir bando, çiçekler açmış ağaçlıklı bir yolda gevşek bir vals çalıyordu.
Noter Sokağı’nda ağırbaşlı müşterileri tavlayan meteliksiz küçük orospulardan biri her zamanki gibi sigara istedi
benden.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:24)
“Afallamış bir halde masama geçtim ve oturup derin bir düşünceye daldım. Denetimden çıkmış kötü
alışkanlığım geri döndü. Bu cılız, meteliksiz insan - parayla tutulmuş elemanıma, kendimi alçakça geri çevirtmek
üzere yapabileceğim başka bir şey daha yok muydu?”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:36)
“Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz..
Ne üstte var ne başta.”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:49)
“GLUMOV - İtiraz istemez.
MADAM G. (Stopka’ya.) - Kalk ayağa aylak herif, doğru mutfağa! Kaç haftadır semaver
parlatılmadı.
STYOPKA - Kaç haftadır metelik almadım. İhtiyar öldü öleli.”
(A. Obstrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20)
“Yine de meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. Bir daha hiçbir zaman
berduşların sarhoş birer ahlaksız olduğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet
duymasını beklemeyeceğim.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa.255)
“Ne evet ne hayır demeden lokantaya götürdüm onu. Yediğimizin parasını ödemek bana düşüyordu.
Gardiyandan son birkaç kuruşumu aldığımı görmüştü. O ise, başına bir şey gelmemesi için, meteliksiz teslim
olmuştu.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:10)
“Koca Louis tuğla duvarlar ve demir kapılar arasında dolaşıyordu, meteliksiz, kursağına gidecek lokma
yok, yürekmiş gibi atan bir kafa, yürüyordu ve topukları kafasının içinde yere vuruyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:199)
“Guiccioli: ‘Ha ha!’ diye güldü. ‘Tabii ya, biri gelip köylerini işgal edecekse bunun savaşı kazananlar
olmasını yeğlerler tabii, bu hem daha cümbüşlü olur, sonra da bol bol alışveriş eder onlar. Biz ise meteliksiz,
uğursuz bir alay hergeleyiz onların gözünde.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:106)
“Johannesburg Kenti
Böyle selamlıyorum seni:
Giriş izni belgemi bulmak için, hayatım,
Pantolonumun arka ya da ceketimin iç ceplerine
Yönelen ellerimin titreyişiyle.
Jo’burg Kenti.
Aç bir yılan gibi şaha kaldırıyor ellerim ceplerimi
Cılız, hep meteliksiz cüzdanım yüzünden.”
(Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak
kılıklı, kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe,
gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
“ELLIE -... birçok arkadaşı kendisine güvenip işine para koymuştu. İşin yürüyeceğinee yüzde yüz
inanıyordu. Dediği çıktı sonunda, ama neye yarar? Hepsi meteliksiz kalmıştı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23)
“-… Beni hatırladığınız için ikinize de teşekkür ederim. Durumumu elbet bilemezsiniz... Birşeyler
yapmaya çalışacağım. Para kolay...
-Sen neler söylüyosun kuzum? Biz senin para durumunu biliyoruz. Meteliksiz kaldığını Sağır Sultan
duydu. Hem şimdilik bize para lazım değil ki...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:98)
“Yine istekli çıkmadı. Bütün çocuklar meteliksizdi. Gelişim Sokağı’nı bir baştan ötekine dolaşıp
mallarımı satmaya çalıştım. Neredeyse koşarak Baron de Capanema Sokağı’na gittim, ama oradan da bir ses
çıkmadı. Dindinhalara uğrasam, nasıl olurdu acaba? Gittim ama elimdekiler anneannemi ilgilendirmiyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:139)
“ ‘Bundan böyle meteliksiz küçük bir yazardım; çevresindekiler üzerinde biraz kuşku uyandıran hırpani
kılıklı bir yabancıydım; süt, pirinç ve makarnayla karnımı doyuruyor, eski giysilerimi kolları ve bacakları saçak
saçak olana kadar sırtımdan çıkarmıyor, güzün ormandan getirdiğim kestaneleri kendime akşam yemeği
yapıyordum.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:122)
Meteor : Akanyıldız; Yıldız Kayması; Uzayda planetlerden, yıldızlardan kopup dünya atmosferine girdiğinde
ateşlenen küçük parçalar
Bk.: Yıldız kayması
“Meteor
Tam başımın üstünde
upuzun bir meteor ipliği
parlayarak salındı.
Dikkat!
Evren altından oltasını
atıyor bana.
Hayır,
yutmayacağım zokayı!
Dünyanın gecesinde
yüzmeye devam...”
(Georgi Konstantinov<d.1943>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.10.05)
Metin; Metin olmak : Dayanıklılık, sebatkar olmak, acılara katlanabilme, felaketler karşısında ayakta
durabilme yetisi
“Candide, metin olamadı, ama bir yıkıntıya kadar yaşlı kadının ardı sıra yürüdü. Kadın ona bedenini
oğması için bir kutu merhemle, yiyecek içecek verdi. Oldukça temiz bir yatak gösterdi. ‘Yiyin, için, yatın,’ dedi,
‘yarın yine geleceğim.’.”
(Voltaire, “Candide”, sa:32)
metope : (YUN.,MİMARİ, SAN.,İNG.) <meto’pi> : D o r i k mimari tarzında, (Bk!), çatıyı taşıyan
‘kaide’de yer yer bulunan, çoğunluka üstü kabartmalı dört köşeli taş, metopi
Metrdotel : (Fr.) Maitre d’Hotel’in çevirisi: Otel Sofracıbaşı’sı. Bu kişilerin çoğunun hanım olmasına karşın,
onlara hitap edilirken hala <maitre’in feminini olan maitraisse yerine -malum anlamından dolayı-> maitre
hitabı yapılır. (İ.E.)
“Metrdoteli görmek için yemek salonuna geçmemiz isteniyor. Gerçekte bu, bir güldürü oyununa
katılmaktan başka bir şey değil. Metrdotel tıpkı Amerikan filmlerinde görülen Fransızlara benziyor, ayrıca, sağa
sola kaş göz işaretlerinden oluşma tikleri var.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:14)
Metres : (Fr.: La maitresse) ‘den alıntı. Evli olmadığı halde bir başkasıyla cinsel birlikteliği yaşıyan kimse;
Her zaman ‘yanında’ hissettiren maddi ya da manevi değerler; Kadın öğretmen; Yardımcı kadın; Bir çalışma
yerinin bayan idarecisi <Oteller hariç. Bk.: ‘Metrdotel’>
“David’in ilk tasarımında, operanın merkezinde Lord Byron ile metres Kontes Guiccioli vardı.
Ravenna’nın boğucu yaz sıcağında, Guiccioli villasına takılıp kalan bu ikisi, kasvetli salonlarda dolaşıp
engellenen tutkularını şarkıya döküyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:207)
“Bir denizci için, varlığının metresi ve kader kadar anlaşılmaz olan denizin kendisinden başka gizemli
hiçbir şey yoktur. Geri kalanına gelince; saatlerce çalıştıktan sonra kıyıda bir gezinti ya da küçük bir eğlence ona
tüm kıtanın gizini bahşeder ve denizci de zaten genellikle bu sırrın bilmeye değecek kadar önemli bir şey
olmadığına kanaat getirir.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:35)
“Hayatı kötüleyenlerden değilim. Acı da çekersiniz, haz da duyarsınız; aldığınız keyif ne kadar kısa
sürerse sürsün hatırladığınız bu olur. Beni sıkmadıkları veya bilgiçlik taslamadıkları sürece filozofları severim.
Kadınları da severim, şişman ve hafifmeşreplerse hele. Her zaman şişman bir metresim olsun istemişimdir, fakat
hiç bulamadım. Benimle dalga geçercesine, hep hamile olmuşlardır.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:12)
“Daha iki ay öncesine kadar bir çatı katında uslu uslu dikiş diken, kayış gibi yatağında günde beş saat
uykuyla yetinen o haspa birdenbire bankacı metresi olmuş! Bu dönüşüm dün gece gerçekleşmiş. Kurban hatuna
bu sabah rastladım, İşin korkunç yanı, en az dünkü kadar güzeldi yosma.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:432)
“Ankara Prensesi’yse ikide birde bana sarılıyor:
-Mediha onu bulmalıydın, diye fısıldıyordu. Ona muhtaç ayrılıyorum. Bilmem ki ne yapmalı!
-Metres olmana göz yumamazdım kardeşim.
-Umurumda değil!”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:127)
“-Bir de yatakta üşümeyelim diye yorganın kenarlarını döşeğin altına kıstıracağını söyleseydin bari!
-Bu kadın senin teyzen gibi bir şey oluyor, değil mi? diye sordu omzuma vurarak. Doğrusu, güzel
kadın, çok etkilendim. Yaşlı, zengin ve de dul bir metres. Yirmi üzerinden yirmi!”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:121)
“-Ah! Size Miss Phillips’ten bahsetti mi?
-Yok... Ya da şöyle böyle. Fakat resmini James’in odasında görmüş ve kim olduğunu sormuştum.
-O halde ne kadar güzel olduğunu biliyorsunuz, fakat siz de benim gibi onun James’in evlenmiş
olduğu kadına pek benzediğinin farkına varmamışsınızdır. İşte bu sebepten, ilk gördüğü günden beri ona gittikçe
artan bir kuvvetle bağlandı. Kızın onun metresi olduğunu sanmayınız. O henüz bir genç kızdır.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:73)
“Kuşku yok ki, kadınlar hiçbir zaman ya da hemen hemen hiçbir zaman kendilerinden fakir erkeğe
tenezzül etmezler. Bundan ötürü de, berduş, yollara düştüğü andan başlayarak, bekardır. Bir karısı, bir metresi
olması konusunda hiçbir umudu yoktur. Ancak, o da pek seyrek bir olasılıkla, birkaç şilini bir araya getirebilirse,
bir genel kadın bulabilir. Bunun sonucunun ne olacağı açıkça görülebilir: Eşcinsellik ya da bazen ırza geçme.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:244)
“Yüksek sesle ya da daha çabuk konuşmak bir felakete yol açacakmışçasına ağır ağır konuşuyordu.
-Evet. Çocuklarına neden bir metresin olduğunu açıklamanı istiyorum.
-Baba, metresin mi var? dedi Mariana rahatsızlıktan çok şaşkınlık dolu bir ifadeyle.
-‘Metres’ ne demek baba? diye sordu Sergio.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:164-5)
“Fabrice’in komplo kurmaya hiç mi hiç niyeti yoktu; Napoléon’u seviyordu, soylu kişi niteliğiyle de
başkasından daha mutlu olmak amacıyla yaratıldığına inanıyor, bütün kentsoyluları gülünç buluyordu.....
Romagnano’ nun biraz uzağında, ünlü mimar San Micheli’nin başyapıtlarından biri olan şahane bir konağa
yerleşti. Ne var ki, bu güzelim yapıda otuz yıldan beri hiç kimsecikler oturmamıştı; öyle ki her odaya yağmur
yağıyordu, hiçbir pencere kapanmıyordu. Orada işleri yöneten adamın atlarını alıp, bütün gün at sırtından
inmiyordu. Hiç konuşmuyordu, düşünüyordu. Ultra bir aileden bir metres edinme öğüdü pek hoşuna gitti ve
buna harfi harfine uydu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:113)
“-Yani kaçacak mıyız?
-Niçin kaçmayalım? Bu durumu sürdürmeye olanak görmüyorum ben... Hem kendim için istemiyorum
bunu, sizin acı çektiğinzi görüyorum.
Anna öfkeli:
-Evet, dedi, kaçalım ve sizin metresiniz olayım...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina, “Cilt:I-II, sa:367)
“Ah batı rüzgarı, sen düşmansın benim maun masama, kısa tozluklarıma ve sonra, ah yazık, metresimin
(yardımcı kadın) bayalığına, İngilizceyi hiçbir zaman dürüst konuşamayan o küçük film yıldızına.”
(V. Woolf. “dalgalar”, sa:155)
Metro : Fr.: Metropolitain’den alıntı; büyük kentlerde, trafiği yeraltına alıp demiryolları ile çeşitli semtleri
birbirine bağlayan çabuk ulaşım sistemi. İyilik ve kolaylığının yanında,maalesef düşük gelirli ya da sokak
takımına gece yataklığı da yapmak tehlikesi yaratıyor; <Ita.: Metre>.
“Covent Garden’dan dünyalar kadar farklı olan bir diğer şey de, metro istasyonundaki personelin
tavrıydı. Covent Garden’deyken (bir) Deccal, neredeyse nefret edilecek bir kimseydim. Sokak müzisyenliği
yaptığım veya ‘Big Issue’ sattığım yıllar içinde, iyi arkadaşlık kurduğum insanların sayısı bir elimin
parmaklarını geçmezdi. Hatta bunu bile yapmama gerek yoktu. Aklıma en fazla iki kişi geliyordu.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:173-4)
Metter il carro innanzi ai buoi : (İTA.,KOLL.) <met’ter il car’ro in’nanzi ay bu’oy> : Arabayı öküzlerden
evvel koymak (Yapılan her şeyin bir sırası vardır!)= To put the cart before the horse (İNG.)
mettle : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.,İNG.) <me’tl> : -isim- Meşrep, huy, şevk, hırs, ısı; on one’s mettle :
elinden gelen en iyi işi yapmaya hazır; mettlesome : canlı, ateşli
metterait a la porte : (FR.) <met’re a la port> : Kapıya koyduğum....
meum et tuum : (LAT.,HUK., KOLL.) <mi’ım et tu’ım> :
mülkiyet haklarına saygı göstermek
Bir şeyi kendine mal etme; karşılıklı olarak,
Mevki sahibi olmak : Toplumda, tahsil ya da iş hayatında başarı ile, kişinin kendisini ve ailesini -normal
şartlarda- rahat, huzurlu ve saygı değer bir yaşam stiline uydurabilmesi
“ ‘Neden söyleyemem anne? İçten konuşuyorum.’
‘Beni üzüyorsun oğlum. Ben senin Avustralya’dan paralı pullu, mevki sahibi bir adam olarak
döneceğine inanıyorum. Kolonilerde sosyete diye bir şey olduğuna inanmıyorum, yani benim sosyete
diyebileceğim herhangi bir şey. Bu yüzden, orda yükünü tuttuktan sonra buraya dönüp Londra’da kendini
göstermek zorundasın.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:76)
Mevla; Mevlam bereket versin; Mevlam böyle yazmış; Mevlam saklasın : Tanrı, Allah; Tanrı bereket
versin; Tanrı yazgısı; Allah saklasın
“Kozma kımıldamadan, sözünü kesti:
-Defol buradan!... Beni iğrendiriyorsun!... Biz-fa-kir-in-san-la-rız! Siz hayvansınız. Mev-lam-öy-leyaz-mış! Hay Mevlanıza da!...”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:126)
“Cümbüş durunca şoparlar (Roman çocukları> başladılar:
-Ha buyurasın bir metelikçik şu öksüze de, Mevlam bereket versin kesenize!..
-Ha toslayasın bana da bir iki mangırcık, çok mudarla <hazin> bir dua edeyim size.”
.............................
“Eh, ne olur, ne olmaz, bu kadar zaman var, zatınızla ahbaplığımız; belki sizin bilmeyerek kırmışımdır
hatırcığınızı, belki sizin bilmeyerek incitmişimdir yüreciğinizi... Saklasın mevlam, cümbür cemaat hepimizi ama,
ne olur, ya ne olmaz, yarın sabah ben çekersem cavlağı bu deli dünyadan, artık eksik hakkınızı helal edersiniz
gayri!..”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:38;197)
“Sonra sözü onun ağzından Ferhat Hoca aldı:
‘Yusufu kuyudan çıkaran Mevla, hiçbir zaman iyi kullarını darda koymaz. Seni köye çağırıyorsak,
elbet bir bildiğimiz var.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:94)
Mevlid kandili : (MÜSL.) :
Mevlid Kandili, sevgili Peygamberimizin doğum gecesidir.
“Sevgili Peygamberimizin doğuşu, insanlık için çok büyük bir onur olmuştur. O, alemlere gönderilen
bir rahmet peygamberidir. Hz. Muhammed (S.A.S.)’in doğduğu gecenin sabahında insanlık için yeni bir devir
başlamıştır. Onunla insanlığa ulaştırılan İslam; Allah’ın birliği inancı, hak, adalet ve ahlak prensipleri ile
insanlığı, beklediği mutluluğa kavuşturmuştur. Ruhsal bunalımlar içinde çalkalanan insanlar için tek kurtuluş ve
mutluluk yolu, O’nun gösterdiği aydınlık yoldur.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:230)
Mev’ud Toprak (lar) : Musevilere ‘Vad’edilmiş Toprak(lar) -Kudüs“Şimdilerde destanlar, türküler birçok oymakta bitmişti. Belki Anadolunun kalabalıkça Çerkes
yerleiştirilmiş yörelerinde o destanlar, o türküler daha söyleniyordu. İstanbulda doğmuş, büyümüş, doktor
çıkmış, uzmanlığını Fransada yapmış ama hiçbir zaman Kafkasyayı, anayurtlarını ona kimse unutturamamıştı.
Musevilere hiç şaşmıyordu Mevud Toprak özlemi binlerce yıl süren bir özlemdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:492)
mew : (ZOO., MYTH., İNG.) <myu> : -isim- 1) Martı kuşu; 2) isim, fiil- Atmaca kuşu; kuşhane,
saklanacak yer; mews : Londra’da kralın ahırları; kafese koymak; mew up : bir yere kapamak;
mew : -isim, fiil- kedi gibi miyavlamak, kedi miyavlaması; mewl <mi’yul> : Çocuk gibi zayıf sesle ağlamak;
kedi gibi miyavlamak
Mey, meyci : İçki, şarap; Anadoluda, özellikle Artvin ve Kars yörelerinin ünlü kısa zurnası; Musiki aletini
çalan kimse
“Mey’in sesi hangi yönden geliyordu, Baytar dinliyor dinliyor sesin ne yönden geldiğini bir türlü
çıkaramıyordu. Kaleden mi, gölden mi, kümbetlerin içinden mi? Belki de her yönden, belki şu toprağın ardından
geliyordu. Şadırvanda yüzünü yurken (yıkarken> bile kulağı meyin sesindeydi. Çalan, usta bir meyciydi. Çaldığı
eski zamanlardan kalma bir hüzün türküsüydü. Çalan kimse, inanılmayacak kadar güzel çalıyor, ses insanın
iliklerine işliyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa:153)
Meydan dayağı : Eski usul akıl hastaneleri ve hapisanelerde, türlü nedenlerle, özellikle pek de kontrol
olmayan gece ve hafta sonu vardiyalarında, görevlilerin ya da çetin ceviz psikopatların başını çektikleri, serviste
birini ya da birilerini dövme olayı
“Sizlerin gece hemşiresini rahatsız etmeye cüretiniz olamaz ama, bizim Dundee’li genç onu yaptı. Gece
hemşiresini omzundan sarsarak uyandırdı ve ona şunları söyledi: ‘Senin böyle uyumaman lazım. Senin görevin
bize bakmak!’ Vay sen misin bunu söyleyen; diğer ünitten gelen başka bir bakıcının da yardımıyla, zavallı gence
öyle bir meydan dayağı çektiler ki.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:41)
Meydanı boş bulmak : Fırsattan istifade etmek; önünde çekinilecek ya da yarışılacak kimse olmamak
“GRUMIO - Bakındı şu şehir uşağına….. Şimdi meydanı boş bulmuşsun, keyfini sürüyorsun
Tranio!…Nene gerek senin? Efendinin malını harca harcayabildiğin kadar, altından gir üstünden çık!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:7)
Meydan okumak : Kendini herkesten üstün görerek diğerlerini yarışmaya davet etmek; Uyum sağlamakta
güçlük çeken çocukların ebeveynlerine karşı koymaları
“Sesi dünyaya meydan okur gibi yükseldi:
-Kaç göç, zenginler için! Ben fukara bir esnaf parçasıyım, sükkanda, camide, dünyanın erkeğini
görüyorum, niçin Hilmi Bey’in dostlarından kaçacak mışım? diyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:142)
“ESKİ GÖLGELER
----------------------Acının eşiğinde
işkence ediyorum sana.
Gücünü sağıyorum.
Sana meydan okuyorum,
Sana tapıyorum
hiçliğe tapar gibi,
hiç kimseye.”
(P. Auster<1947>, “duvar yazısı”, sa:25)
“Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı
biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım. Ama sen sıfırsın, Mavi. Daha ilk günden beri hapı yutmuşsun.
O zaman neden tetiği çekmiyorsun orospu çocuğu? diyor Mavi, birden ayağa kalkıp göğsünü
yumruklayarak Siyah’a meydan okuyor. Neden ben, öldürüp kurtulmuyorsun”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72)
“Bütün komik şeylere kah kaba, kah ince kokularını sindiren ve hep aynı kalan özü hangi imbik
verebilir? Aristo’dan beri en büyük fikir adamları ele avuca sığmayan, kaçan, direnen ve bütün felsefe
spekülasyonlarına küstahça meydan okuyan bu küçük meseleyi ele almışlardır.”
(H. Bergson, “Gülme”, sa:13)
“Ona meydan okuduğum için bir parça afallayarak, ‘Bu sana koz vermek olur ve tabii ki direkt inkar
<yadsıma> yoluna gidebilirisin,’ dedi.
‘Hadi ama bir suçlamada bulundunuz, şimdi buna arka çıkmalısınız,’ dedim savunmamı arttırarak.
Aceleyle sırra kadem bastı ki sanıyorum bu oldukça akılcı bir davranış oldu, çünkü tavrını sürdürseydi
muhtemelen tokadı yiyecekti”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:203-4)
“ ‘Herhalde var!’ Pickering’in yüzünde ender görülen bir ifade belirdi. ‘Başkan’ın zamanlaması çok
açık ve acemice. Kamuoyu yoklamalarında ona meydan okuyan adamın kızısın ve o da seninle görüşmek istiyor,
değil mi? Ben bunu son derece uygunsuz buluyorum. Hiç kuşkusuz baban da buna hak verirdi.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:29)
“Kimse insan vücudunun ilahi yapısını Da Vanci kadar iyi anlayamadı. Da Vinci insan kemik yapısının
tam oranlarını ölçmek için cesetleri mezardan çıkarırdı. İnsan vücudunun, oranları her zaman PHI sayısına eşit
olan yapı taşlarından meydana geldiğini ilk o bulmuştur.’
“Sınıftaki herkes ona kuşkuyla bakıyordu.
‘Bana inanıyor musunuz?’ Langdon meydan okuyordu. ‘Duşa bir daha girdiğinizde, yanınıza bir
mezura alın.’
Birkaç futbol oyuncusu kıs kıs güldü.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:108)
“-Aslında bu söylediğiniz, her şey için geçerli.’ Bu cümleyi ağır ağır ve her sözcüğün üstünde durarak
söyleyen Kien’in yüzü kızarmıştı. Therese dirseğiyle onun kaburga kemiklerine dokundu, sağ omuzunu tittretti,
başını her zamankinden aksi yöne çevirdi, meydan okurcasına: ‘Göreceğiz bakalım,’ diye yanıtladı. ‘Durgun
sular derin olur.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:76)
“Eğer onlara <güçlük çıkaran çocuklar> bir şey yaptırma girişiminizin ardında gizli bir güdünün
bulunduğunu fark ederlerse, buna kuvvetle karşı koyacak ve bu tepkilerinde kendilerini tamamen haklı
göreceklerdir. Onların görüşüne göre, eğer siz bu ilişkide kendi üzerinize düşeni yapmıyorsanız, onlar bu konuda
meydan okuyup sizi bunu yapmaya zorlayabilirler.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:54)
“ ‘Neye yarar? Gerek duyduğum zaman bana yardımcı olamadı, bundan böyle onun önerilerini duymak
istemiyorum; yapmak istediğim tek şey, bu kenti düzenli bir biçimde bırakmak, Tanrı’ya, O’na meydan
okuyabileceğimi göstermek ve sonra, canımın istediği yere gitmek.’ ”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:192)
“Küçük kilisede tek bir haç yoktu..... İnsanların gündelik hayatlarında mucizeler ve olanaksız şeyler
gerçekleştirebildiklerine bir kez daha inanmıştım. Dağların dorukları, orada yalnızca insanlara meydan okumak
için bulunduklarını ve insanların yalnızca bu meydan okumanın hakkını teslim etmek için var olduklarını söyler
gibiydiler.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:213)
“... kılıç kullanma sanatını öğretmeye çalıştığı kimseler sık sık ona meydan okurlar. Savaşçının
müritleri de onu o kişilerle dövüşmesi için kışkırtırlar.
‘Onlardan kat kat üstünsün, neden böyle bir zahmete giriyorsun?’ diye sorar bir yolcu.
‘Çünkü bana meydan okurken asıl istedikleri benimle konuşmaktır ve benim diyalogu açık tutma
yolum da budur,’ diye yanıtlar onu savaşçı.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:27)
“Nasıl yani? Maria birden kendisine meydan okunduğunu hissetti. Ne hakla mesleği hakkında ileri geri
konuşurdu? Tamam, ne iş yaptığını tam olarak bilmiyordu, kuşkusuz basmakalıp bir fikirdi ileri sürdüğü, ama
onu yanıtsız bırakamazdı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:99)
“Gri gözlerini gözlerime dikmişti, ama gözlerini kaçırmadım. İçgüdü belki de. Korkmadım demenin,
meydan okuma karşısında sağlam durmanın bir yolu. Ne var ki, her şey -sessizlik, o bembeyaz oda, caddeden
geçen arabaların gürültüsü- gerçekdışı gelmeye başlamıştı. Orada daha hiç konuşmadan daha ne kadar
oturacaktık?”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:146)
“... hiçbirimiz sorunlarıyla yalnız başına kalmış değildir; birileri daima bizi düşünüyor, aynı şekilde
seviniyor ya da acı çekiyor ve bu da bize, bizden önce meydan okuma gücünü veriyor.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:126)
“O anı birden, açık seçik geliyor gözlerinin önüne: Barış Kongresi’nin yapıldığı salonda, iki oturum
arasında verilen bir molada, Neçayev <Rus Devriminin bir kahramanı> bir köşede yalnız başına, küçük
sandviçleri midesine indirirken, gözleri parlayarak odayı dolduran yetişkinlere meydan okuyordu.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115)
“Kız çenesini kaldırıp meydan okuyarak bakıyor David’e. Ya söyleneni anlamadı, ya da önünde açılan
fırsatı geri tepiyor. ‘Pazartesi günü, burada, büromda,’ diye yineliyor David.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:43)
“Sevinç Armağanları
-------------------------Güzel manzaralar çizen eflatun sözcüklerin
Ezgileri içinde! Alacalı günbatımlarının
görkemi,
Yağdırıyor ışıklı derelerini rengarenk
yaşam tarlalarına
büyük sevinçler
Doğa’nın büründüğü bütün öfkelere
meydan okuyan;
Şarkılarını, yıllanmış bir keman gibi”
(Herbert Isaac Ernest Dholomo<1903-1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.10.08)
“Athenaios iki yıl önce küçük bir felç geçirmiş, bir omzu yarı felçli kalmıştı; ama Niko’nun beyaz
saçları altmışını geçmiş yaşını ele verse de, o hala eskisi gibi esmer tenli, sağlam yapılı, hala kemikleri çıkmış bir
Herkül’dü, ağzında tek beyaz dişi bile eksik değiildi. Kadınlar bizim konuşup gülüşmelerimizi seyrediyor,
zamana meydan okuyuşumuzdan belli belirsiz bir haz alıyorlardı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369)
“Gene de meydan okuma burada yatar. Etnik ve dinsel nedenler yüzünden birbirlerinin vuran
yetişkinlere hoşgörüyü öğretmek boşa yitirilmiş vakittir. Çok geçtir artık. Öyleyse, yabanıl hoşgörüsüzlükle daha
en baştan, en küçük yaşlardan başlayan sürekli bir eğitim aracılığıyla, bu hoşgörüsüzlük bir kitapta yazıya
dökülmeden, fazlaca yoğun ve katı bir davranış kabuğu haline gelmeden savaşılmalıdır.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:104-5)
“Aedificium, yıkık güney duvarı dışında hala ayakta ve zamanın akışına meydan okur görünüyordu.
Uçuruma bakan iki dış kule hemen hemen hiç bozulmamış gibiydi; ama tüm pencereler boş göz çukurlarını
andırıyordu; çürüyen asmalar yapışkan gözyaşları gibiydi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:688)
“... ve Plutus’un öfkesi o derece müthiştir ki Pallas bile bu hiddete karşı bizi koruyamaz; yakın ilgisi o
derece değerli, koruması o derece kuvvetlidir ki bunlara sahip olan mutlu ‘ölümlü’, Jupiter’e ve yıldırımına
meydan okuyabilir.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:13-4)
“YAŞ
-----Her şeyi azaltmak bir zorunlukmuşşarabı da, ekmeği de, tuzu da.
Hızlı yürümenin riskleri çokmuş
Çünkü artık gençlik yokmuş ruhumda.
Meydan okuyorum bu öğütlere,
duymuyorum buyruğunu aklımın.isterim yüreğim kül olsun yine
ateşinde duygu denen yangının.”
(Evtim Evtimov<d.1933>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.06.09)
“Kırbacını vurup atını sürdü, yüz arabalık bir kervan da onun peşinden yürüdü. Atlısı, yayalısı bir
alaydan çok askeri vardı. Taras birkaç kez dönüp meydan okurcasına baktı; kimse onu durdurmaya, yolundan
çevirmeye kalkmadı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:90)
“Bir bankın üzerine çökmüş tam dalmak üzereyken, sağlam ve esnek adımların sesine uyandı Klein.
Ayaklarında kırmızımsı kahverengi, yüksek bağlı çizmeler, ince ajurlu çorapların üstünde kısa bir eteklik, bir
kadın, bir kız önünden geçti, güçlü ve sağlam adımlarla, dimdik ve meydan okuyarak, şık, burnu havada...”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:70)
“..... Öyle ki Lisbeth’in masumiyeti Goldmund’u duygulandırıp onu çaresiz duruma sürüklemiyor (bir
çocuğu baştan çıkaramazdı çünkü), tersine onu kışkırtıyor, ona meydan okuyordu. Lisbeth’e içte bir görüntü
olarak biraz aşinalık kazanır kazanmaz, ilerde bir ara heykelini yapma isteğini duydu, ama şimdiki durumuyla
değil, yüzünde uykusundan uyanmış, şehvet taşan ve acı çeken çiizgilerle. Küçük bir bakire değil, bir Magdalena
olarak yapacaktı bunu. Genellikle devingenlikten yoksun bu sakin ve güzel yüzün ister şehvet, ister acıyla
çarpılıp yaprak yaprak dökülerek gizini ele vermesini şiddetle arzuluyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:198)
“ ‘... Müthiş bir şey, eğer Avrupa malzemeyle çalışmaya alışmışsanız şaşırmadan edemiyorsunuz.
Fakat,’ diye gülerek ekledi (mücadele ışığı gözlerinde parlıyor, çenesini kaldırışıyla meydan okuyordu), ‘fakat
onları yenmeye kararlıyız.’ ”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:30)
“-Floriçika! Sen erkeğin arzusunu yutan uçurumsun! Bari vefayı bilir misin? Birazdan, ay ışığında yola
çıkacağız ve bu sabah şafakla beraber konak yerimize varacağız. Orada otuz yiğit sabırsızlıkla bekliyor! Bunlar
hep kanun dışı ve ölümden korkmayan adamlardır. Kanun namına yalnız şunu bilirler: hayatın en büyük gayesi
olan arzularını tatmin etmeyi! Bu gayeye karşı koyan her kanuna canları pahasına meydan okurlar. Onun için
onlara kahraman diyorum.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:104)
“Pencereden, kompartmanların içini meraklı bakışlarla süzen birkaç ulu bataklık kuşundan, ya da
demiryolu geçidinde hükümet güçleri korkusuyla bütün treni selamlamak için şapkasını çıkaran yaşlı bir
köylüden başka bir şey yoktur. Uzaktan uzağa, gelişigüzel serpilmiş kulübe kümeleri, kolay mutluluğa meydan
okurmuş gibi belirir.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:7)
“Fakat bazan ışık iyice azalıp, gökyüzünü bulutlar donattığında, bir iki dakika özgürlüğüme izin
verilirse, başımı kaldırıp Nihat’a bakar, onun, tuvali karşısısında, zamana nasıl meydan okumuş olduğumu
şaşırarak görürdüm.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:142)
“Ama minik adamlar, çevresinde dönüp duruyorlar, bir türli ayrılmak istemiyorlardı. Vahşi yüzlü
Kızılsakal, şimdi onlara hitap ediyordu; bir yandan da aşağı ovadaki bütün köye meydan okuyor gibi parmağını
sallıyordu.
‘İşte orada! Orada saklı, çıplak ayaklı, paçavralar içinde; marangozluk numarası yapıyor, sanki o değil.
Paçasını kurtarmaya çalışıyor, ama yağma mı var, bizden kaçabilir mi?’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:13)
“Bu, kasabanın ortasında, hem de candarma komutanlığının bitişiğinde vuku bulan ikinci cinayetti. Bu
İnce Memed bunu mahsus yapıyordu. Meydan okuyordu ona. Karısının ölümünü unutamıyor, kan güdüyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:43)
“Bir dizi halindeki mektuplarında, Kleist, hiçbir Alman yazarının yapmadığı biçimde dünyaya meydan
okumaktadır. Bence, bu mektuplar Goethe ile Schiller’in psikolojik öğretileriyle kıyaslanamaz; çünkü Kleist’ın
gerçekçiliği gereğinden çok donuk, sınırsız ve derinlemesinedir.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:14)
“Bu soru üzerine Sami sustu. Ne diyebilirdi ki! Adamın o hasta ve yaşlı haliyle kendisine hala meydan
okumakta olduğunu fark etti. Sinirlendi, boynundan başına doğru bir sıcaklık yükseldi. Adamın suratına iki
yumruk patlatmaki o iğrenç ağzı ve yüzü dağıtmak istiyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:59)
“Sesi yeniden duydu, daha yüksek çıkıyordu şimdi, ‘Nöbetçi nerede?’ Bu kez bedeni ve beyni harekete
geçti. Başını kaldırdı, çevresinde dönen bir hortum gibi, nöbetçi kulübesinin duvarlarını, bir sırada oturan
askerleri, kılıcını çekmiş, sise ve gölgelere meydan okuyan kahramanın heykelini gördü; adını cezalılar listesinde
görür gibi oldu, yüreği deli gibi çarpıyordu, korku içini sarmıştı, dili ve dudakları belli belirsiz kımıldıyordu…”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:18)
“Martin ani bir ruhsal tiksintiye düştü. Ruth’dan buna geçiş fazlasıyla ansızın olmuştu. Karşısındaki
kızın atılgan, meydan okuyan gözleri ile, Ruth’un saflığın ölçüsüz derinliklerinden ona bakan, bir azizinki gibi
temiz, aydınlık gözlerini yanyana gördü ve nasılsa içinde bir güç kaynaşması duydu. Kendisi bundan daha
üstündü. Yaşam onun için, düşünceleri, dondurmadan ve bir erkek arkadaştan öteye gitmeyen bu iki kızın
anladığından fazla bir anlam taşıyordu.”
(J. London, “Martin eden”, sa:64-5)
“Doğrusu yerkürenin çeşitli bölgelerine baktığımda, yine de en az Avrupa için endişeleniyorum. Çünkü,
bence, insanlığın yüzleşmek zorunda olduğu meydan okumaların şiddetini ötekilerden daha iyi ölçüyor; çünkü
çözümler getirebilmek amacıyla bu meydan okumalarla mücadele edebilecek insanlara ve mercilere sahip...”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:18)
“O gün Tanios da, keşişin oğullarından birine meydan okumuştu. Sınıftan çıktıktan sonra,, birlikte
düello alanına gelmişlerdi, arkalarından da arkadaşları izlemişti. Peşlerinden bir de Chalita geliyordu, köyün
delisi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:58)
“Sir Accalon bunları duyunca rahatladı ve hemen Sir Ontzlake’un şatosuna gittiler. Onu inlerken
buldular. Çok hastaydı. Sir Damas da ona meydan okuyacak tam zamanı bulmuştu. Bu halde çıkıp dövüşemezdi.
Morgan le Fay, kendisinin yerine Sir Accolon’un dövüşeceğini söyleyince pek sevindi.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:78)
“Soran olursa her zaman doğruyu söyleyerek yanıt veririm: Orospulardan evlenmeye vakit bulamadım,
derim. Yine de kabul etmeliyim ki, kadere bir daha asla meydan okumamaya kararlı olarak Rosa Cabarcas’ın
evinden çıktığım doksanıncı yaş günüme kadar bu açıklama hiç aklıma gelmemişti.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:42)
“Bir kez daha donukluk geri geldi -zihni başıboş gezindi- ama toparlanarak yeniden anlatmaya başladı.
‘Ama, işte bu Babo’ya, Tanrı tanık, yalnızca bana baktığı için değil, ona her şeyden önce, ara sıra
homurdanarak meydan okuyan daha cahil kardeşlerini yatıştırma erdeminden dolayı çok şey borçluyum.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:32)
“BİRİNCİ SAHNE - (New York’tan bir saat önce denize açılan bir transatlantiğin ateşçi kasarası.
Çevrede üçü alçak, dar, çelik ranzalar. Arkada bir giriş yeri. Ranzaların önünde sıralar. Oda bağıran, küfreden,
gülen, şarkı söyleyen adamlarla doludur. En sonunda bir tür uyum ve anlam kazanan kargaşa: kafese tıkılı bir
canavarın şaşkınlığa uğramış, öfkeli meydan okuyuşu.” )
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:7)
“MARSDEN (Yüzünü birden bir acı ve bir tiksinme kaplar.) - Aman!... hep o anılar... neden hiç
unutamam acaba?.... işte Jack, bizim oyun kaptanı... ne hayranı idim... beni hor görür diye korkmuştum... bir
İtalyan kızını gösterdi... ‘haydi bakalım, bu senin’ dedi... meydan okurcasına gittim... ürkmüştüm.”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:8)
“BULUT - Korkuyorum. Dağların doruklarını gördüm..... Hepimiz daha güçlü bir elin boyunduruğu
altındayız. Yağmurun ve rüzgarın oğulları, Kentaurlar, derin vadilerin bucaklarına saklanıyorlar. Canavar
olduklarını biliyorlar.
İKSİON - Kim diyor bunu?
BULUT - O ele meydan okuma, İksion. Yazgıdır o. Kentaurlardan ve senden daha gözüpek olup, sarp
kayalıktan atlayanları ve ölmeyenleri gördüm.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:12)
“Kainatın sözde yasaları yanılsamalarsa, bu icatlar hakikatın arkasına gizlendiği peçenin kumaşından
başka şey değilse, o zaman insanın tıyneti de bir yanılsamaydı ve bu peçe kaldırıldığı vakit, insanın arzuları,
zekası, insanın karakteri ve iradesi hep birden hakikatin buyruklarına boyun eğeceklerdi. Hiçbir insan çıplak
hakikatle yüz yüze geldikten ve ona meydan okuduktan sonra sağ kalamazdı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:320)
“ ‘Gel orospu, beni beraber al! Anu’nun İştar’ın evi olan muhteşem tapınağa, Gilgameş’in olduğu yere,
kuvveti tam olan adamın, vahşi boğa gibi insanlara zorbalık eden kahramanın yanına. Ben ona meydan okumak
istiyorum.’ ”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:27)
“ALBANY - Silahlısın Gloucester, döğüşe hazırsın; borular çalsın; o iğrenç, o gün gibi belli
cinayetlerini yüzüne çarpacak kimse çıkmazsa ortaya, işte (eldivenini atar.) sana ben meydan okuyorum; ağzıma
bir lokma ekmek koymayayım ki, bütün bu söylediklerimin doğru olduğunu bağrını deşerek ben
kanıtlayacağım.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:148-9)
“OTHELLO - Ah sersem! Sersem! Sersem!
CASSIO - Bundan başka, Roderigo mektubunda, kendisini bana meydan okumaya kışkırttığı için de
Iago’ya çıkışıyor. Bana bunun üzerine yol verilmişti; hatta az önce, ne zamandır ölü gibi yattıktan sonra, bu işe
kendisini Iago’nun kışkırttığını, yine de Iago’nun vurduğunu söyledi.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:132)
“Defterlerinle sana meydan okurum işte:
Bugüne de düne de ben asla kalmam hayran,
Kayıtların yalandır, gördüklerimiz sahte:
Büyürler, küçülürler hep senin konuşmandan.”
(W. Shakespeare<11564-1616>, “Tüm Soneler”, no:123, sa:287)
“POTHINUS (Meydan okurcasına.) - Sezar öyle yollara başvurmaz.
SEZAR - Dostum, bu dünyada adamın söyleyecek bir sözü varsa, güç olan onu söyletmek değil, sık
sık söylemesini önlemektir. Bırak da doğum günümü seni özgürlüğüne kavuşturarak kutlayayım. Güle güle. Bir
daha görüşmeyeceğiz.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:128)
“Bundan iki üç yüzyıl önce, içine çok acıklı serüvenler, düellolara davet ve meydan okuma mektupları,
soylu komşular arasında alıp verilmiş barışma mektupları, çeşit çeşit konular üzerine not defterleri, bunlara
benzer yazılar doldurulmuş üç dört yüz cildi, hoşuma giden bu koşul atında, gözlerimin bozulması pahasına
okudum.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:19)
“Dul kadın, köşeden çıkrığını alarak: ‘Yavrum,’ dedi, ‘Yağmur Perisi’ni uyandırmak için söylenen
sözleri biliyor musun?’
Genç kız şaşkınlıkla başını arkaya kaldırıp: ‘Ben mi?’ diye sordu.
‘Babana o kadar cesurca meydan okudun ki, öyle sandım.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:21)
“Gelgelelim, ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ aslında babam için hiç de tipik olmayan bir
sözdü. Daha hiç kimseye ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ dediğini duymamıştım. Herhangi bir
yerde ‘ölüme meydan okumak’ sözünü duysa, ya da okusa, ‘Bu basmakalıp bir ifadedir,’ derdi.”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32-3)
“Chénier dükkanda yalnız başına müşterilerin saldırışına uğramışken, Baldini yeni çırağıyla atölyeye
kapanmıştı. Bu kapanışı Chénier’ye karşı haklı göstermek için, ‘işbölümü ve rasyonalizasyon’ adını verdiği
harika bir kurama başvuruyordu. Diyordu ki, yıllar boyu sabretmiş, Pélissier ve ona benzer, mesleği hiçe sayan
kimselerin elinden müşterilerini alıp işini bozmasına seyirci kalmıştı. Şimdi sabrı ükenmişti. Şimdi o türedilerin
meydan okumalarına karşılık veriyor, onları geri püskürtüyordu, hem de onların kendi silahlarını kullanarak.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:92)
“Meydan okur gibi ilerledim, ama aynı zamanda seninle gırgır geçmek için apansız geri dönüp
çıplaklığımı sergiledim. Hoppala! diye bağırdım. Yerinden milim kıpırdamadın, ama sesin kulağıma apaçık
geldi, özellikle tonu iğneleyiciydi. Aferin, kutlarım, hala formunda görünüyorsun.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26)
“Chicao, Fabiano’nun tam arkasında durdu, elini rakibinin burnuna doğru uzatıp meydan okuyarak
sordu:
‘Bunu hatırlıyor musun, alçak herif?’
Chicao’nun bakışlarına pabuç bırakmayan Fabiano, tepeden tırnağa bir süzdü onu; çiğnediği tütünden
bir parçasını kumlu toprağa tükürdü, elinin tersiyle ağzını sildi, sordu:
‘Ya sen oğlum, hala öğrenemedin mi? Gerçek bir erkeğe küstahlık edilemeyeceğini anlamadın mı
hala?’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:40)
(Eusebius Chubb’ın, bahçesinde gezinti notlarından) “Nereye baksa bitkiler şaha kalkmışlardır.
Salatalıklar, ‘çimenlerin üstünden kıvrıla büküle! Ayaklarına uzanmaktadır. Dev karnabaharlar zıvanadan çıkmış
imgeleminde karaağaçlara bile meydan okuyarak deste deste yükselmektedir. Tavuklar dur durak bilmeden rengi
belirsiz yumurtalar yumurtlamaktadır. Derken bir iç çekişiyle kendi doğurtkanlığını ve şu an içerde on beşinci
doğumunun sancılarıyla kıvranmakta olan zavallı karısını anımsar ve kendi kendine tavukları ne hakla
suçladığını sorar.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:152)
“Çocuk arabası çimenlikten geçiyordu. Isa o yana baktı. Ne sevimliydi şu ihtiyar kadın! Çocukları
böyle candan karşılayışıyla; bütün bu belirsizlikleri; ayrıca ihtiyarın densizliklerini cılız yumrukları, gülen
gözleriyle dize getirişiyle! Bart’a ve havaya meydan okuma cesaretiyle.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
“Küçük bir çabayla, örneğin kendi dağınıklığını değiştirmeyi ve düzensiz odasını düzeltmeyi
başarabilirdi. Fakat, bu tür pratik önerilerin bir etkisi olamayacak kadar perişan görünüyordu. Üstelik bu hafta
benim için bir şey yazamayacak kadar rahatsız edildiğini belirtti - geçen hafta söylemek istediği her şeyi
söylemişti ve eğer daha fazla söyleyecek şeyi olsaydı yüzüme söylerdi. Bu bana oldukça meydan okuyucu bir
tarz olarak göründü ve duygusunun içine biraz daha dalmasını sağlamaya çalıştım, ama yapamadı.”
(I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:109)
“ ‘Gerçekler için bu denli ihtiraslı olmak! Bağışlayın beni, Profesör Nietzsche, amacım size meydan
okumak değil, fakat birbirimize karşı dürüst olmak için söz verdik. ‘Gerçek’ derken kutsal bir şeyden söz eder
gibi konuşuyorsunuz, adeta bir dinin yerine başka bir din koyuyorsunuz. İzin verirseniz ben de şeytanın
avukatlığını yapayım. İzin verirseniz, size bir soru soracağım: ‘Gerçek’ adına duyduğunuz bu ihtirasın sebebi
nedir?’ ”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:80-1)
“-Kafamı bozmayın, yoksa tokadı yersiniz! diye dikleniyordu ufak tefek adam.
Bachelard sesini daha da yükseltip meydan okudu:
-Bakın kötü olur sonra!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:19)
“Buteau, François’ın gebe olmadığına emin bulunmakla beraber, Jean’la tekrar buluşursa bu sefer gebe
kalması olasılığından korkuyordu. Jean’a meydan okumaya devam ediyor, lakin korkudan titriyordu, çünkü
kendisine dört taraftan haber getiriyorlardı: Jean, Françoise’ın karnını da gırtlağına kadar öyle bir dolduracağım
ki, hiçbir kızın karnı öyle dolmamıştır, diye yemin ediyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:45)
“Yurttaşı Colleoni’yi üzengilerinin üzerinde dimdik bir şekilde gösteren tunç heykeli gibi Casanova da,
hayatın ortasında ayaklarını birbirinden ayırmış olarak küstahça duruyor ve yüzyılların ötesinden meydan
okurcasına, alaylara ve ayıplamalara ilgisiz, öylece bakıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:115)
“Hatta bu soğuk delikanlının, kendi erdem gücünü kanıtlama ve kardeşine karşı, onu hoşnutsuz
bırakacak kadar, gücünü kullanma konusunda en küçük bir fırsat vermemesinden dolayı sabırsızlanıp gittikçe
öfkelendiği için, sonunda kendisi tehlikeye meydan okumaya başladı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:178-9)
“Meydan okuyan ses tonu beni neredeyse ürküttü; gerçekten de McConnor o an kibar bir beyefendiden
çok, yumruğunu indirmek üzere olan bir boksör izlenimi veriyordu.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:26)
Meydan vermemek : Oluşunu engellemek, gerekli tedbiri almak
“Düşündü, taşındı. Oh, fakat her şey kuvvetle mi olur? Akıl, kurnazlık çok defa üstün gelmez mi?
Okuduğu çocuk masallarında şunlar aklında kalmıştı. Ayı, insandan çok kuvvetlidir. Fakat insan, onu kurnazlıkla
karşısında zıp zıp oynatıyor. Kuvvetini kullanmasına meydan vermeden o babasına bir fenalık edemez miydi?
Edebilirdi ve mutlaka edecekti.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25)
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... Daima aklınızda tutun ki: kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim. Haydi, şimdi çekin
arabanızı, çabuk!..... En iyisi, hemen güverteye çık, bay Slocum. Köşeye bucağa gizlenerek oyun etmeye
kalkışırlar; meydan verme. Bu andan itibaren gözümüzü dört açmalıyız. Ne mal olduklarını bilirim.’ ”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
Meyhane sırığı : Zeki, yetenekli, geşecek için çok olumlu sinyaller veren, fakat içki ve sonucu oluşan şiddetin
esiri olan asil aile çocukları’na (Eski) Fransa’da verilen isim -kız ya da erkek“Bir genç kız için ve bu genç kız ister yoksul, ister zengin olsun -çünkü zenginlik kötü bir seçimi hiçbir
vakit engelleyemez!- kesin sonuçlar getirebilecek bunalımlarla örülü bir dönemdir bu. Tutup, hiç dengesi
olmayan bir adamla evlenir. Gerçek uyuşmazlıksa, ruhlar arasındaki uyuşmazlıktır. Nasıl hiç şöhretsiz, adsız,
asaletsiz, hiç servetsiz pek çok delikanlı yüce duygulu ve üstün düşünceler tapınağına destek olan mermer birer
sütun başlığı iseler.......... kadına ayrılmış olan yanına bakıldığında görülür ki, tekinsiz şiddetin etkisinde,
tutkuların anlaşılmaz biçimde pençesinde kıvranan zavallı hödüğün biridir. Tam bir meyhane sırığı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:181)
Meyil vermek : Eyilmek; Aşık olmak; zaaf göstermek
“Gönül, gurbet ile çıkma
Ya gelinir, ya gelinmez
Her dilbere meyil verme
Ya sevilir, ya sevilmez”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:632)
“Sevdiğim,
Meyil verdiğim;
Ben dizinin dibinde elpençe divan,
Samanlık seyran,”
(M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:51)
Meymenetsiz (adam, kimse) : Aksi, huysuz, geçimsiz, huysuz, aksi kötü kimse
“Johnsy, soğuk soğuk:
-Öteki odada çalışsan olmaz mı? diye yanıtladı. Sue:
-Yanında olmayı yeğliyorum. Hem de o meymenetsiz asma yapraklarına bakmanı istemiyorum, dedi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:124)
“Her işçi yediğinin parasını bol bol çıkarmıştır, diye düşündü. Ama piposunu söndüren o zalim, o
meymenetsiz herifle hesaplaşmadan ayrılmayı da yiğitliğine yediremiyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa: 235-6)
Meymınatsız : Meymenetsiz
(Anadolu lehçesi)
“‘Yazık o Fatma’nın çektiklerine! Allahı var şimdi. Bayram dünyaya değer. Kolları kuvvetli. Emme bir
ayrı odamız olsa. Sıcak suyumuz, leğenimiz, sobamız... Bayram’ın ayağına babuç olamaz o deli Haceli!
Meymınatsız herif!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:136)
Mezardan kalkmak : Bir gün İsrafil’in suru ile yeniden dirilmek; Basülbadelmevt
“EVE -... Eğer anahtar deşiğinden bakıp, beni yamaciyle birlikte testiden içerken görseydin bile
demeliydin ki: ‘Eve namuslu kızdır. Bundan da yüzünün akı ile çıkar elbet.’ Eğer sağlığımızda değilse öteki
dünyada mutlak! Bir gün olup mezardan kalkacağız ya.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:55)
Mezarı boylamak : Ölmek
“LUCIA - Aman Tanrım!
ANTONIO - Ya.. İşte.. O zavallı orospu çocuğu az kalsın mezarı boylayacaktı. Tekrar geri döndüm
ve onu koltuk altlarından tutarak çektim. Hiç düşünmedim.. Bir cankurtaran gibi onu çekmeye çalıştım. Ama bir
anda ne olduysa oldu, allahın cezası herif yanmaya başladı.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:10)
Mezarında dönesice : Sağken yaptığı işin hesabını kabrinde verme yolunda bir ilenç
“MANGAN, yerinden kalkarak. - Bana amcamın adını taktılar. Gene de on paralık miras bırakmadı,
mezarında dönesice! Ne olmuş yani?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:83)
Mezarında kemikleri sızlamak : Olup bitenlerden mutlu olmayıp ölmüşken bile acı çekmek
“ ‘Bre kardeşim, gel otur yanıma şöyle. Bre Ali, nasıl edip de teslim edicen fıkarayı Abdiye. Sen bunu
nasıl yaparsın?’ dedi. ‘Kıyma İnce Memede! Kıyma öksüze! Kıyma İbrahimin bir oğluna! İbrahim gibi iyi adam
var mıydı? Seni de çok severdi. Mezarında kemikleri sızlar sonra.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed 4”, sa:69)
Mezar kaçkını : Mezardan çıkmış hortlak gibi, solgun, kemikleri çıkmış; kılıksız, kıfayetsiz, bakımsız kimse
“Boğuk bir sesle:
-Siz misiniz, Panihidin? diye sordu. Durun bakalım, gerçekten siz misiniz? Niye yüzünüz mezar
kaçkınları gibi solgun? Sakın siz bir hortlak olmayasınız. Aman Tanrım, korkunç bir durumdasınız! Ne oldu
size?”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:60)
“Yeniden Luxembourg Parkı’nın güzel ağaçları altında,açık havada, gün ışığında aşk ve mutlulukla
geçen altı ayını düşündü.
‘Hayatım ne kadar karardı!’ dedi.kendi kendine, ‘gerçi genç kızlar yine çıkıyorlar karşıma. Yalnız,
eskiden onlar melektiler, şimdiyse birer mezar kaçkını.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:252)
Mezar duvarı kadar zarif : Mezar duvarına saygı gösteren bir gönderme
“Dadada, gülümseyerek bana bakıyordu:
‘Gerçekten delisin sen. Bir köpeği, kedi gibi duvarın üzerine çıkarmak tam sana göre iş.’
Bir kiremit yığınının üzerine oturdum:
‘Dadada, sol yanımızdaki komşular kimler?’
‘Orada yalnız bir çift var. Rio’da okuyan bir kızları olduğu söyleniyor, tatilde buraya gelecekmiş.’
‘Ya öbür yanımızda oturan kadın?’
‘Ha! O mu, mezarlık duvarı kadar zarif bir İngiliz. Adı dona Severuba.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:167)
Mezartaşı, Mezaryazısı : İnsanoğlunun, yakınlarının -esasında kendilerinin de arzuladıkları- ebediyete kadar
anımsanmasını temin amacıyla gömütlerin başına diktikleri, doğum ve ölüm tarihleri, bazen kişiliğin bir
belirtisinin ima edildiği ve kısa bir dua yazılı mermer taş.
“Şimdi eğer Sompazzo mezarlığına yolunuz düşecek olursa, üzerinde mükemmel bir durumda yarış
bisikleti olan bir mezar görürsünüz. Mezar taşında şunlar yazmaktadır:
BÜYÜK ARKADAŞ VE BİSİKLETÇİ
ETTORE
BALDI’YE
ZAMANSIZ İÇİLEN BİR LİMONATA ONU
KÖTÜ SONA GÖTÜRDÜ
TÜM SEVENLER VE DOSTLARI
ONU BURAYA
CENNETE UĞURLAYARAK YATIRDILAR
CENNETE GİTTİĞİNE YÜREKTEN
İNANIYORUZ, ÇÜNKÜ YOKUŞLARI
ÇOK İYİ TIRMANIRDI.”
(Stefano Benni, Deniz Dibindeki Bar-İkinci Şapkalı Adamın Öyküsü”, sa:62)
“…hiç kimse yerinden oynamadı; Grisostomo’nun şiirleri yakılıp naaşı gömülene kadar orada kaldılar;
gömme töreni herkese bolca gözyaşı döktürdü. Mezarı kocaman bir taşla örttüler; Ambrosio, buraya bir mezar
taşı diktireceğini, üzerine de şu sözleri yazdıracağını söyledi:
Burada, sevdiğine sadık bir aşığın,
Biçare, soğuk naaşı yatıyor.
Sürüsünü kurtlardan kurtaran,
Ama aşk için yitip giden çobanın.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:89)
“En sonunda, (Şair) son yazıtına varıncaya kadar bütün o yapı tamamlanınca, onca yıl kendisini hiç
yalnız bırakmamış olan sadık dostu el arabasına da bir mezar yapmış. Üstüne üstlük, (özdeyiş yaratacak bir
kafaya sahip görünen) el arabasının kendi manzumesini, kendi mezar yazısını yazmasına da izin vermiş. Arabada kendini şöyle dile getirmiş:
-----------------------------------İşte artık tamamlandı eseri
Keyfine diyecek yok şimdi
Onun sadık dostu olan bana gelince
Baş köşeye kuruldu gönlümce.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:396)
“Yazar ve Şairlerin Mezar Taşı Yazıları:
VIRGINIA WOOLF : ‘Kendimi sana doğru savuracağım/Yenilmeksizin ve boyun eğmeden ey ölüm’
JONATHAN SWIFT : ‘Burada vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça biri yatıyor.’
AHMET HAMDİ TANPINAR : ‘Dedi Kuzgun: Bir daha asla!’ ”
(VATAN Gazetesi, 11 Eylül 2011 nüshası)
Mezbahadan kaçmış inek gibi : Şaşkın, ne yapacağını bilememek
“Askerler isteksiz adımlarla dolaşıyorlardı, kimi tek başına, kimi ötekilerle birlikte; özgürlüklerini ne
yapacaklarını bilemiyorlardı. Mathieu’nün başı gülle gibiydi, sancıyordu, gece sabaha kadar içmiş gibi.
-Ne o? dedi Pinette. Mezbahadan kaçmış ineğe benziyorsun.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:124)
Mezbele : Çöplük, pislik dolu yer
“Acıkan kösnü, ruhu yıkıp geçer boşuna
Utanç mezbelesinde, zevk alıncaya kadar
Yalancıdır, kalleştir, susar kana ve cana,
Azgın ve korkusuzdur; haindir, sert ve gaddar.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:129, sa:299)
Mezere gitmek : Ölmek, mezara gitmek
(Anadolu lehçesi)
“Öldür beni. Ben mezere, sen mapusa. O zaman benim oğlum ıpırat oturur evinde. Canı isterse senin
kokar Fatma’yı da koynuna alır bir güzel yatar. Eğer benim oğlum almazsa kendi öz kardaşlarından biri alır.
Koca ovaya rezil kepaze olursunuz sülalecek...”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
Mezgit suratlı :
Buruk, insan sevmez, asık suratlı (adam)
(Argo)
“Gavroche, Saint Antoine Sokağı’ndan Bstille’e doğru götürüyordu onları. Giderken berber dükkanına
başını çevirip öfkeyle baktı <biraz evvel yatacak yer arayan iki kimsesiz çocuğu dükkanından kovmuştu:
‘Şu mezgit suratlı berberde de hiç acıma yokmuş!’ diye homurdandı. ‘İngiliz bozması, ne olacak!’ ”
(V. Hugo, “Sefiler”, Cilt: IV, sa:215)
Mezhebi geniş olmak : Muhafazakar bir çevrede sosyal davranışlarda bir az gevşek ve rahat olmak
“LADY UTTERWORD - Belki, Hector, belki. Yalnız şimdiden kulağınızda bulunsun, ben geleneklere
sıkı sıkı bağlı bir kadınım. Bu aileden olduğum için beni de mezhebi geniş biri sanırsınız.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:46)
“Böyle davranmak, Utterson için hiç de güç bir şey değildi; çünkü, aslında duygularını belli etmeyen bir
adamdı. Dahası, dostluklarında bile böyle mezhebi geniş bir uysallık vardı. Dostların rasgele, oldukları gibi kabul
etmek ancak alçakgönüllü bir insanın işidir. Bizim noter de böyleydi.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:16)
“Kadın bulmak için aracılık yapan herkes, her genelev koruyucusu, bu ünlü kadın avcısını rahat rahat
soyup sovana çevirebilir; mezhebi geniş her koca, kızkardeşini peşkeş çekmeye hazır olan her erkek, onu en kirli
işlere bulaştırabilir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:61)
Mezhep : (DİN; AR.) Sözcük olarak ‘mezhep’, ‘gidilecek, benimsenen yöntem ve görüş’ demektir. Din
alimleri (müctehid), Kur’anı Kerim ve Hadis-i Şerifleri kendi yorumlarınca, mensup oldukları dinin esasları
çerçevisinde, yeni mezhepler ortaya koymuşlardır.
“İslam dinindeki mezhepler, a) inanç ile, b) amel-iş; farklı yapı ve kurallar ile olmak üzere iki geniş
gruba ayrılırlar:
1) İNANÇ Mezhepleri:
a) Ehl-i Sünnet : ‘Sünnet’ yolunu seçenler: Peygaember’in sünnetine uyanlar;
b) Ehl-i Bid’at : ‘Sünnet’i, kendi zevk ve arzularına göre yorumlayanlar.
a) Selefiyye :
<kendinden evvel gelenler>in olduğu yerde hüküm süren>
b) Maturidiyye :
c) Eş’ariyye :
2)
<Pir’in, Semerkand’ın Maturid şehrinde olmasıyla, orada hüküm süren>
<İmam Ebulhasen-ül-Eş’ari yolunda olan kimseler>
AMEL-İŞ MEZHEPLERİ :
a) Hanefi Mezhebi
<İmamı Azam ebu Hanefi liderliğinde olanlar>
b) Maliki Mezhebi
<Malik:Yedi Cehennemin hakimi; Zebani’leri idare eden melek liderliğinde>
c) Şafii Mezhebi
<İmam Şafii liderliğinde; Süresi: Hicri 167-819>
d) Hanbeli Mezhebi
<İmam Hanbeli liderliğindeki tarikat>
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:85)
<Not: Parentez içindeki ek bilgi: İ.E.>
Mezin :
(DİN) Müezzin
(Anadolu lehçesi)
“-Mezin’i neden yakalamışlar? O da çini mi satmış?
-Hayır. Mezin saza söze düşkün... Çalgıdan, türküden baş alamayan bir gavur mezin... Cemile adında
bir dostu var.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:107)
mezzanine : (YAPI, KOLL.,İTA.,) <me’zanin> : İki yüksek kat, özellikle zemin katı ile birinci kat
arasındaki alçak kat; asma kat; ara kat; (TİYAT.) sahne altındaki kat
mezzo : (ÖLÇÜ, MUS.,İTA.,SAN.)) : <met’zo> : Orta, yarım; mezzo-forte : orta derecede kuvvetli ses
(Moderately loud) mezzo-piano : orta derecede -yumuşak- ses (Moderately soft) ; mezzo-relievo : yarm
kabartma -heykel-; mezzo-soprano : (Middle course) soprano ile alto arasındaki ses; mezzo-tinto : bir çeşit
bakır veya çelik klişe; böyle klişe ile resim basmak; mezzo-voice : orta kuvvetli ses
Mıh; Mıh gibi aklında kalmak : Çivi; Çivilenmiş gibi aklında unutmayasıyacıya kalmak
“BEN SANA MECBURUM BİLEMEZSİN
ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum”
(A. İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:4)
“Çerçi Halil işim farkında idi; iki de bir karısına dert yanıyordu:
-Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim
yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği
yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşenin Yazgısı”, sa:183)
Mıhlamak : Zar tutmak; Anide tabanca kurşunu ile olduğu yere yıkmak (Argo)
“-Ne kıyak dalga!.. Yoksa bu kayarto araya gebe zar mı karıştırdı? Ben bu yaşa geldim, bu kadar düşeş
görmedim.
-Mıhlama ulan!.. ‘Mıhlama’ dedim, savur şu cenabetleri.
-Şimdi kantarlıyı çekerim haaa! ‘Mıhlama’ diyoruz, bu sefer de sürtüyor. Oğlum Zarzar, sen böyle
numaralar yapmazdın.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:123)
Mıhlamak; Mıhlanmak :
Öldürmek, kurşunlamak, çivilemek; Kurşunla öldürülmek, çivilenmek
“EGERTON, iki nöbetçiyle girer. - Affedersiniz, anlayamadım, ne oldu?
MAMA - Katil bir papaz, mıhladı, öldürdü onu.
EGERTON - Hizmetçilerinizden biriydi, değil mi?”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:78)
Mıhlanıp kalmak; Mıhlanmak; Mıhlanmış gibi olmak : Korku ya da heyecandan olduğu yerde
kımıldamadan durmak; Bir yerde uzun süre ikamet etmek, yaşamak
“Rakım’ın gözleri korkuyla açılmış, olduğu yerde mıhlanmış, kalmıştı. Fakat kendini çabuk topladı.
Müşterinin etrafında dönmeye başladı. Pırtlak gözlü adam ayağının altında sürünen cüceye bir solucanmış gibi
baktı:
-Tevfik’in dükkanı burası mı?
-Evet Efendim, evet Efendim.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:169)
“Emma yanıt verdi:
‘Orası öyle ama, rahatsızlık daima hoşuma gider, yer değiştirmekten hoşlanırım çünkü.’
Noter katibi de içini çekerek söze karıştı:
‘Evet, insanın hep aynı yere mıhlanarak yaşaması öyle tatsız oluyor ki!’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:90)
“Mıhlanıp kalma hiçbir yere
O taze yürekle atıl çık yola!
Kolunda, kafana taze kuvvetle
Her yerde, her zaman kuvveti ara!”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, sa:110)
“... Orada ağaçların yeşil gölgesinde duruyorlardı, dikkat kesilmiş halde yere mıhlanmış gibiydiler;
ellerini önlerinde kavuşturmuşlardı. Ama benim seslenmem üzerine büyü bozuldu ve Kerkira birden bir deniz
kuşu gibi çığlık attı... ‘Sen ha?’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369)
“...hani şu Aziz Clara’nın kız kardeşlerinden olan Agnes’in...1211’lerde Aziz Francisco halen dünyayı
dolaşmakta iken gerçekleşen o olay, hırsızlık değildi aslında, belki öyle de denebilir, çünkü hırsızlar Agnes’i
dağa kaldıracaktı ve belki de böylece onu efendimizden çalmış olacaklardı. Hırsız olduğu yere mıhlanmış
kalmıştı. Sanki Tanrı’nın görünmeyen eli ya da cehennemin dibinden kopup gelen şeytanın pençesi ona haddini
bildirmiş gibi bir sonraki sabaha değin öylece kaldı orada, ancak o zaman bölgenin yerlileri onu bulup kiliseye,
sunağın önüne kadar taşıdı, öyle ya tek bir mucize iyileştirebilirdi ve anlatması garip geliyor ama, o an Aziz
Antonio’nun heykeli buram buram terlemeye başladı..... Mucize, terleyen bir ağaç heykelinden ve azizin terine
bulanmış havluyla yüzü silinen hırsızın iyileşmesinden ibaretti. Bu yapılır yapılmaz hırsız ayağa kalktı. Artık
iyileşmişti, ve tövbe etti.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:16-7)
“Vanya, sevinçle, ‘Tamam!’ diye bağırarak birtakım maskaralıklar yapmaya başladı. Birkaç kere atlayıp
zıpladıktan sonra ayağı burkuldu, acı ile haykırdı. Tek ayak üstünde olduğu yere mıhlanıp kaldı, yüzü, çektiği
acının etkisiyle buruş buruştu.”
(K.S.. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:323
Mırıl mırıl (konuşmak, mırıldanmak, okumak, söylenmek) : Hafif bir sesle, mırıltı gibi, kendi kendine (kedi
gibi mırıl mırıl)
“Sokağa çıkma yasağına aldırmayan, aklına estiğinde bu kokuşmuş yerde uyumaya gelen her kimse, (K
onu kamburu çıkmış, yan cebinde içki şişesi olan, sakalının altında mırıl mırıl ne dediği anlaşılmayan, polisin
önemsemediği ufak tefek, yaşlı bir adam olarak canlandırdı) denis kıyısında yaşamaktan usanmış olması ve
yolları bilen bir rehber bulabildiyse şöyle kırlarda bir tatil yapmak istemesi olmayacak şey gibi görünmüyordu.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:210)
“ ‘Hatice Nine’nin kızı Sedef’le saatlerce bir odaya kapanıp mırıl mırıl konuşuyorlarmış...’
‘Yok canım...’
‘Sen hala yok canım...’
‘Sen hala yok canım de...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:50)
“Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı!
Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan
olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl
lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
“-Beyim, bu dağın başında sabah akşam dişlerini fırçalamak neyine gerek.
-Beyim, bizde saçlarını kadınlar tarar.
-Beyim, geceleri, sabahlara dek mırıl mırıl ne okuyup duruyorsun? Seni büyü yapar sanarlar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:21)
“Don Rigoberto, kadının altında, şımarık bir kedi gibi mırıl mırıldı. Dona Lucrecia’nın bacaklarını
elleriyle tutup azgınca ayırdı. Ata biner gibi üstüne oturttu, yarıp içine girdi.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:15)
“Böyle bir yaklaşıp bir uzaklaşırken, Flush çabuk çabuk, mırıl mırıl konuşan insan seslerini ancak
uzaklarda ağaç tepelerinde uğuldayan rüzgar gibi bir şey olarak algılıyordu. Araştırmalarını olanca temkinliğiyle,
ürkek, ürkek sürdürdü; tıpkı bir ormanda, şu gölgenin bir aslan mı ya da şu kökün bir kobra mı olduğundan emin
olamadan gezinen bir kaşifin yavaş yavaş yol alması gibi.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:25)
Mırın kırın etmek : Naz etmek, istenen şeyi yapmamak için nedenler yaratmak
“Tombul bir dul olan Bayan Nardini, beklenenin tersine kaçınılmaz yazgıya pek mırın kırın etmeden
boyun eğdi ve uğradığı düş kırıklığının acısını benden çıkarmaya kalkmadı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:116)
“... ben ama asıl Hasan’dan korkuyorum hastalıklıdır o bilirsin Allah etmeye ona bir şey olursa Nimet
de sürünür Suat da Hasan Bey oğlunu şimdi yanında ister ama bir bir bir şey olsa ikisini de silker atar, vallahi
dedi annem oğlu dışarıdan bir kadın aldı da mırın kırın etti gene de evinde oturması şartıyla kabul etti.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:59)
“Duyulur duyulmaz bir sesle Haydar Usta:
‘Hiç kimseden bir şey almadık.’
Doktor Salman Sami masanın üstündeki zarflardan birini aldı, Haydara uzattı, Haydar Usta mırın kırın
edecek oldu, Salman Sami sert:
‘Al, al şunu, senin hakkın. O kadar çalışmanın karşılığının onda biri bile değil, al!’
Haydar Usta ister istemez aldı. Ötekiler de aldılar.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:434)
“Belediye Başkanı ile üyeler kaftanı inceden inceye gözden geçirdiler. (Ne yapalım, Bay Porosznoki
yahut Bay Kriston yaşamıyorlardı ki, kaftanı tanıyabilsinler!) Son fiyatını sordular, sonra başlarını kaşıyarak
mırın kırın ettiler.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:140)
“Ertesi gün dosdoğru Grimal’e gitti. Önce keçi derisinin parasını verdi, hem de tam fiyatını ödedi, mırın
kırın etmeden, en küçük bir pazarlığa kalkışmadan. Sonra, Grimal’i, Tour d’Argent’a bir şişe beyaz şarap
içmeye davet edip ondan çırak Grenouille’u devraldı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:90)
Mısırlı (bir) zengin : Cumhuriyetin ilk on yıllarında, Mısır’da malı mülkü olanlara geçici bir zaman için Mısır
hükümetinin izin vermesi nedeniyle, birçok genç bayanların mısırdan altını gelen zengin kimselerle evlenme
arzularına hedef olmuş, çoğu hayali bir erkek türü: ‘Mısır’dan altınları geliyormuş!’
“TEKİN - Canım başkalarının sözlerinden bize ne? Sonra biliyorsun...
GÜLTEN - Bilmiyorum. Bildiklerim şunlar: Baban, annenden sen çok küçük iken ayrılmış. Babasız
büyümüşsün. Teknik Üniversiteyi bitirdikten sonra annen Mısırlı bir zengin ile evlenmiş. Türkiyeden ayrılmış...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:8)
Mısır Mitolojisi : (MIS.MYTH.) : Önce sizlerle Eski Mısır Uygarlığının kültürel, dini ve antropolojik yapı
taşlarını inceleyeceğiz; özel isimler, Firavunlar, mezhepler vb. bilgiler için referans, bu genel çalışmanın
sonunda, en altta bildirilecektir.
“Çok sayıda Eski mabet’ler, piramit’ler, kaya-mezarlar, bugünkü Mısır’ın hayranlıkla seyredilen
tarihi abidelerindendirler. Bu değerli yapıtlar, binlerce yıl, Nil Nehrinin vadisinde süregelmiş inanç sistemleri
hakkında hala tüm bilgilerimiz yok. Bu canlı müzelerin hiçbir dinle dolaysız ilgisi dışardan okunamaz. Bizlerin
esas enformasyon kaynakları, piramid’ler, mezarlar vb.’lerinin içerdikleri papirus’lar, enskripşın’lar <kayıt’lar>
ve çeşitli dini inançları sembolize eden heykellerdir.
Herşeyden evvel, Eski Mısırlılar yaptıkları eserlerin mümkün olabildiği kadar kalıcı olmalarını
arzu etmişlerdi. İlk kez, ölülerin sıcak kum içersinde saklanmaları ‘mummification = mumyalaştırma’
onların çok üstün sanatkar olduğunu söyler. Daha sonra, Eski Yunanlıların ekledikleri sosyalantropolojik mülahazalar, ayrıca değer kazanacaklardır.
Sistematik yapılmış derin çalışmalar, üç önemli kategoride kalsifiye edilebilirler:
1) Mısırlılar, ‘Ö l ü m’ ile -takıntılı bir şekilde- meşgul idiler; dolayısıyla kasvetli-sıkıntılı idiler;
2) Bu nedenle d i n d a r, iman sahibi ve birçok inanç sistemlerine ve ritüellere bağlı yaşadıklarından,
belki bu düşünce ve o praktis’lerin iyice çalışılmaları ve anlaşılmaları ile, ünivers’in en yüksek değerdeki diğer
gizem-sırları’na da belki anahtar olabilirlerdi;
3) Hayvanlara nerdeyse t a p a r c a s ı n a hürmetkar ve bağlı idiler. Hayvan çalıştırmak yasaktı.
Mısırlıların ö l ü m ile o denli meşgul olmaları, esasında, hayatı çok sevmeleri ve ona çok bağlı
olmalarından gelir. Biliyoruz ki, Nil vadisinin yıllık taşmaları, oranın yerlileri için herşeyden evvel bolluk,
bereket ve hayat coşkunluğu örnekleri idi. Bu bereket ve yeşermiş hayat, nehrin kıyılarından biraz içeri
girildiğinde karşılaşılacak ölü kum yığınları, aşırı sıcak ve sıkıntılı hava ile kıyas edilemeyecek kadar değerli ve
yaşamaya değerdi. Onun için, şu veya bu zamanlar, şu veya bu nedenlerle Mısır’ı istila etmeye çalışanlar,
bulabildikleri nehir kıyısına hemen çöküvermişlerdir. Doğa’ya bu denli yakın, iç içe olmak, dolayısıyla kosmik
ve doğal - tanrısal hisler, üstün kuvvet ve uluhiyet gibi konuları hemen dize getiriyordu. Özetle, elde hazır
kudretli su ve mümbit toprak, en çok sagı gösterilen olgular idi. Güneş’e pek çok rağbet yoktu, zira verimliliği
için pek çok kanıt yoktu, dolayısıyla hayran olmaktan ziyade korkulurdu. Özellikle d e l t a alanı, çok geniş
alanları, gerekli çatlaklarla bezenmiş bir alan olarak, çeşitli toplulukları yanyana yaşatabiliyordu.
Mısır ahalisi, Anadolu’da, Mezopotamya ve Palestin’den gelen halklarla zaman zaman savaşlar
yaşadılar, 400 mil’e uzanan Nil nehri üzerinde yeni yeni yerleşimler oldu; fakat her bir komünite’nin kendi ilahı
ve inanç sistemleri vardı; dolayısıyla o savaşlarda kim yendiyse, onun tuttuğu Tanrı üstün sayılıyordu. Bu en
önde gelen bir kazanç değildi savaşlarda, yani Tanrılar adına savaş çıkmazdı; mamafih, ‘zafer, moral bir
üstünlük sağlıyordu.’ Farklı veya karşıt fikirler ciddi bir handikap taşımıyordu ve fakat onların herbiri, g e r ç e ğ
i n f a r k l ı g ö r ü n ü m l e r i idi. Aynı coğrafik alanda ve aynı ‘muhteşem Nil’in’ ekinlere verdiği yardım
ve sonucu şükran hislerini, eğrisiyle doğrusuyla yıllarca birlikte yaşamak, pek derin düşünce farklılıklarına
meydan vermemiş olsa gerek.
Mısır tarihinde d i n, herhalde ‘İkinci Dinasti’ devrinde kalıcı temellerini atmaya başladı. D i n,
yaratıcı bir elemandı, her inanır, kendi aklını kullanmaya davet edilirdi. Eğer yeni bir ritüel ortaya çıkarsa, millet
mit’in revizyona tabi tutulması hakkında genel bir öneri çıkarırdı ve fertler, resim-çizgi-heykel kazıma-mezarlık
duvar boyamaları-yeni papirus ya da manüskript’ler, bir anda fışkırıyordu. Bu zenginlik, yarih boyunca yapılan
incelemelerde, Mısır kültüründe sanki dengesizlikler – inconsistency var olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
Örneğin bir tema’yı simgeleyen iki şiir parçası, birbirlerinden çok farklı tema’lar, duygular taşırıyordu
(Proliferizm!) Yeni Krallığın <New Kingdom> hüküm sürdüğü (1570-1085 B.C.) yıllarında Mısırlılar,
tanrılarına nadiren kozmik ya da etik kudret olarak tepki verdiler. Bunun nedenlerinden biri de, birçok dini
istifadelerin daha önceden Firavun’lara tahsis edilmesi ve ilaveten, ‘asalet – nobility’nin, ona layık olabilen
hemen herkese takdir ve takdim edilebilmesi idi. Yeni yeni çalışmalar da, eski Mısırlıların h a y v a n l a r a
gerçekten kutsal anlamda, tanrılar gibi tapmadıkları lehindedir. Yani, bazı tanrı ve mabut’lara ‘öylecesine’
yapışıp kalmaktansa, bu yeni uzantıları ve hayata karşı hissedilen şükranı, ‘eğlence – entertainment’ klasında
benimsiyor, haz duyuyor ve yaşantılarının kalitesini yükseltme yolunda sarfediyorlardı”
Böylece, Eski Mısır Mitolojisi hakkında genellemeyi burada kesiyoruz. Birçok Tanrı-Tanrıça-Hurafe
ve benzeri konular için, ayrı başlıklar halinde yayınlayacağımız bilgileri, burada belirtilen listeyi izleyerek, yarı
ayrı harflerden “Sözlük”te bulabileceksiniz. (Dr. İ.E.) . Konular :
Bk.: (Anhur ; Anubis ; ‘Dünyanın Yaratılışı’ - Creation of the World” ; Geb ; Hathor ; Heliopoliten
Cosmogony (yaratılış) ; Hermopolitan Cosmogony ; Isis ; Memphite Cosmogony ; Nut ; Osiris Cult ; Ra
Güneş Tanrısı) - Khepri; Shu - Tefnit ; Theban )
(Veronica Ions, “Egyptian Mythology, Library of the World’s Myths and Legends”, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., N.Y. 1988. Çev.: İ.E.)
Mışıl mışıl uyumak : Bebek gibi rahat soluklarla, sessiz sedasız, sulh ve sükunet içinde uyumak
“Güzel bir Trascon villasıydı bu. Önünde bir bahçe, arkasında bir balkon vardı. Duvarları apay
(apaydınlık, ışıl ışıl), pancurları yemyeşildi. Kapısının önünde Savoie’lı çocuklar kaydırak oynar ya da başlarını
boya sandıklarının üzerine koyup mışıl mışıl uyurlardı.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:7)
“Denizkızı ve Birtakım Sözcükler
--------------------------------------Sanır ki kulaklarını tıkayıp başını başka
yöne döndürse;
onlardan kurtulacak ve gecenin en karanlık
saatinde
bir daha duymayacaktır
onunla kan bağı olduğunu ileri süren yosunla
deniz atının azgın kişnemesini,
bu yüzden mışıl mışıl uyurken de tüyleri
diken diken olmayacak
ve ter içinde kalmayacaktır.
(Nuala Ni Dhommmhnaill<d.1952>-Cevat Çapan); “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 28.05.09)
“ ‘Sen benim çalar saatimsin,’ dedi çocuk.
‘Benim çalar saatim de yaşımdır,’ dedi ihtiyar adam. ‘İhtiyar adamlar niye erkenden uyanırlar? Daha
uzun bir gün geçirmek için mi?’
‘Bilmem,’ dedi çocuk. ‘Bütün bildiğim, çocukların geç vakte kadar mışıl mışıl uyuduğu.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:21)
“Bu yüzden ülkenin çeşitli yörelerinde rahatlıkla barınıp yemek yiyebileceği, atını besleyip, iki gözünü
birden kapayarak mışıl mışıl uyuyabileceği dost evlerine ihtiyacı vardır. Soygun sonrası, paranın bir kısmını bu
kimseler arasında dağıtır, hem de elini kısmadan, cömertçe...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:250)
“Peki ne geçmişti elime? Bir düş görmüş, ona sahip çıkacak, onun uğrunda savaşacak, onu bir daha
koyvermemek üzere kendimden yana çekip alacakken, rahatlığın kollarında mışıl mışıl uyumaya bırakmıştım
kendimi.”
(H. Hesse, Demian”, sa:201)
“BAY SMİTH : Erkekler de kadınlar gibi yapsalardı, gün boyunca sigara içip pudralansalar,
dudaklarını boyasalar, viski içselerdi o zaman kimbilir neler diyecektin?
BAYAN SMİTH : Beni hiç ilgilendirmez! Ama bunu canımı sıkmak için söylüyorsun, o zaman....
BAY SMİTH : (Ayağa kalkar ve sevgi gösterileriyle karısına doğru gider.) Aman da benim kızarmış
pilicim, neden öyle ateş püskürüyormuş bakayım, laf olsun diye söylediğimi biliyorsun! (Beline sarılıp onu
öper.) Ne gülünç yaşlı ve sevdalı bir çiftiz biz! Haydi gel, ışığı söndürelim, gidip mışıl mışıl uyuyalım!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 2 - Kel Şarkıcı”, sa:45)
“Emine kendi tefini de aldı, üçümüz bilikte kalktık; biraz ilereki incirlerin dibine gittik. Biz orada,
alaturka bir todi tiryosu <Çingene üçlüsü> halinde ninniyi çalarken baktık ki, bizim Reha Bey de bir taraftan
boyuna ahları, ofları salıveriyor; Etem de ikide bir,
-Hay yaşayasınız yavuklularınızla beraber üç kumrular!..., diye abğırıyordu.
Bizim tiryo bitince Nazlı’nın aklına şimdi çadırda mışıl mışıl uyuyan küçük şoparcığı geldi ve bize,
-Siz, dedi, ha gidin sofra başına, ben bakayım bir keret <kere>çocuğuma, geleyim!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:241)
“Öyle mutluydum ki! Uzun hastalığın sonunda bir kadının beni doyuran sevgisini kazanmıştım. Daha
az çaba harcayarak daha çok kazanç elde ediyordum. Mışıl mışıl uyuyordum geceleri. Başarılı kitaplar
yazıyordum. Ne keder, ne düş kırıklığı ne de pişmanlık duyuyordum. Gün boyunca mutluydum.”
(J. London, “İntihar”, sa:201)
“Rosa Cabarcas ona karşı ihtiyatlı davranmamı öğütlemişti, çünkü buluşmanın korkusunu hala
üzerinden atamamıştı. Dahası var: Öyle sanıyorum ki, ilişkinin ağırbaşlılığı, korkusunu daha beter etmiş,
kediotunun dozajını artırmak zorunda kalmışlardı, çünkü öylesine mışıl mışıl uyuyordu ki, onu tatlı sözlerle
kuğurmadan uyandırmak yazık olacaktı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:57)
“Takdir edersiniz ki, böyle bir günün gecesinde, deliksiz bir uyku çekmem, mışıl mışıl uyumam, ya da
renkli rüyalar görmem asla mümkün değildi. Tuğde’yle de bu gala gecemizi, sabahlara kadar pençesinde
kıvranacağım kapkara bir kabus taçlandırdı.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:73)
“Biraz sonra babamın sesi kesilince meraklandım, kapıyı usulca açıp baktım, yok: Yatmış. Onlar mışıl
mışıl uyurken ben çalışayım istiyorlar. Peki, madem lise diploması bu kadar önemli bir şey, çalışayım, bütün
gece uyumadan çalışayım, sabah annemi üzecek kadar çalışayım da görün, ama hayatta çok daha önemli şeyler
olduğunu biliyorum ben.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:108)
“HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA
1-Uyanış
Uyandın.
Nerdesin?
Evinde.
Alışamadın hala
--------------------Yanında yatan kim?
Yalnızlık değil, karın.
Uyuyor melekler gibi mışıl mışıl.
Yaraştı hatuna gebelik.”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:28)
“SEN UYURKEN
Sen mışıl mışıl uyurken başında nöbet tutup bütün gece
parmaklarımla okşayacaktım kıvırcık saçlarını.
Sanki hünerli bir elin kalemiyle çizilmiş biçimli kaşların
gözlerimin sığınıp dinleneceği bir kemer gibiydi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:17)
“... bir gece rüyasında birinin kulağına şöyle fısıldadığını duydu, ‘Sakın korkma, bil ki Tanrı’nın sana
ihtiyacı vardır, uyandığında bu sözleri kimin söylediğini merak etmeye başladı, herhalde bir melek, Rabbin
mesajlarını yerlerine ulaştırmak için yeryüzünün dört bir yanına dağılan meleklerden biri, belki bir iblis, şeytanın
izinden giden kötü ruhlardan biri. Mecdelli Meryem döşeğin diğer ucunda mışıl mışıl uyuyordu, öyleyse o
olamazdı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:299
“Pencerenin camını indirdi ve karısına gülümsedi.
-Hu hu, buradayım! Çok rahatım, dedi; bol bol yer var. Böyle giderse bacaklarımı uzatıp mışıl mışıl
uyuyabileceğim.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:141)
“Kiti kendini savunmaya başladı:
-Vallahi bir suçum yok benim. Tam eve dönüyorduk, birden altını değiştirmem gerekti. Daha
bitirmeden...
Mitya’nın bir şeyi yoktu. Mışıl mışıl uyuyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:728)
“Kuşluktan beri babasıyla tarlada patates söken Taraska bu sırada gür bir meşe ağacının koyu
gölgesinde mışıl mışıl uyuyordu. Oğlunun yanında oturan babasıyla koşumdan çözerek ayaklarını kösteklediği
atına bakıyordu dönüp dönüp. Yabancı bir tarlanın kelisinde oynayan at bir de bakmışsın yulafa, ya da
başkasının çayırına girivermiş.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:116)
“Ortalık iyice aydınlanınca Ananias yerinden kalktı, bununla da yetinmeyerek, hiç horlamadan mışıl
mışıl uyumakta olan Antao’yu dürttü. Antao, telaşlanmadan açtı gözlerini; uzamış sakalının gölgelediği yüzünde
gözleri olduğundan daha koyu görünüyordu.”
(J.M. De Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:15-6)
“Masanın başında otururken kulak kabartırdı: Manş Denizi’ndeki silahları işitirdi; hep endişeliydi- şu
bir beddua mıydı ya şu bir fısıltı mı? Saflık ve temiz yüreklilik onları önüne yerleştirdiği karanlık fon nedeniyle
kendi açısından büsbütün değer kazanıyorlardı. Söylenti der ki aynı gece, Orlando mışıl mışıl uyurken, imzasını
ve mührünü sonunda parşömene basıp, bir zamanlar başpiskoposun, daha sonra kralın o muazzam manastır
malikanesini resmen Orlando’nun babasına bahşetmiştir.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:24)
Mıymıntı; Mıymıntılık etmek : Karar veremeyen, çekingen, sürekli konuşan mutsuz kimse; Sinameki (Argo);
Bir türlü karar verememek, gruba uyumsuzluk gösterme
“ ‘Ayrıntılarıyla anlat, mıymıntı herif. Yalandan tatlı dilli olmaya çalış bir daha... Havayı her yanıyla
anlat, beni bu konuda biraz aydınlat. Gelecek sefer kestirme gitmeye kalkışırsan fırtına koparırım, ona göre!’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:58)
“Bu kabiliyetsizliği az kaldı aile politikasını da bozuyordu. Çünkü kızlarıyla büyük hanım, kendisini
açıktan açığa mıymıntılıkla itham ettiler.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:158)
“Toplantıdan sonra pastalar kalıp şekerciye borçları kırk beş ruble tutunca kızılca kıyamet koptu.
Praskovya Fiyodorovna kocasına ‘bunak, mıymıntı’ diyecek kadar ileri gitti.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:52)
Mızıkçılık çıkarmak, Mızıkçılık etmek : Birlikte başlanan bir işi bozmak için elinden her geleni yapmak,
oyunbozanlık
“ ‘Ne gezer, ayol... Herif yıllar yılı kendi eliyle karısıını şeyhin köyüne taşıdı durdu. Emmei karı
cinsmiş he, ona her yıl sonunda tosun gibi bir oğlan verirdi. Derdinden, zorundan da bir şey kalmadı.’
Selma, hikaye dinleyicilikte mızıkçılık çıkarıyordu:
‘Hayır, canım, bu değil. Ben yanıldım. Bir başka hikaye o...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:45)
“... benimle oynaması için ısrar eder, sonra da mızıkçılık ederdim.Hatta cumartesileri çalıştığı yere onu
görmeye giderdim ki, bu en son yapabileceğim şeydi. Onun sanki başka derdi yokmuş gibi, dükkanda her türlü
problemi yaratır, avazım çıktığı kadar, sesimin en yüksek perdesiyle bağırırdım.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:13)
“NAT, delice yalvarır. - Ben de gelmek istiyorum, baba..... Baba, niçin mızıkçılıktan vazgeçip beni
yanına, gemiye almıyorsun ?
BARTLETT, tedirginliğini saklamak için sert.. - Bu işe burnunu sokma çocuk. Seni uyardım ya.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:72)
Mızıldamak : Şikayet edercesine, ağlar gibi bir sesle bir şeyler yineleyip durmak
Bk.: Mızırdanmak
“Gözlerin yukarı kaldırarak içiyorlar ve eve doğru dönmüş olan Gallea, burnu havada biraz daha uzun
süre kaldı, kadınların koşuşturduğu pencereye bakıyordu. Karnı acıkan bir çocuk mızıldanmaya başladı.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:105)
Mızılda(n)mak, Mızırda(n)mak : Kedi gibi (mırıl mırıl) hazla mırıldanmak; Üzüntüyle, yavaş sesle, sürekli
inler gibi şikayet etmek
“Ferguson yine mızıldanmaya başladı:
‘Böyle mutlu olmanı istemiyorum. Ne diye evlenmiyorsunuz? Başka bir karın yok değil mi senin?’
‘Yok,’ dedim. Catherine güldü. Ferguson:
‘ Hiç de gülünç değil,’ dedi. ‘Böyle başı bağlı olan dünya kadar herif var.”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:222)
“Bay Brooker’ın para ve malvarlığı soruşturmasından neden kaçtığını, neden Kamu Yardım
Dairesi’nden bir yardım parası aldığını anlamıyordum. Başlıca zevkleri, önlerine gelene dert yanmaktı. Bayan
Brooker saatlerce yakınırdı; sanki sedirin üzerinde üst üste aynı şeyleri dile getirerek mızırdanan yumuşak bir
yağ yığını gibiydi.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:29)
Mızmız; Mızmızlanmak : Naz, huysuzluk eden, şikayetçi; Naz, huysuzluk etmek; sürekli şikayette bulunmak
“KELEBEK - Durun, biraz yavaş gidin, yetişemiyorum size.
ÜRESİN - Bakın, mızmızlanmaya başladı bile.
KELEBEK - Kim, ben mi? Sadece biraz yavaşlamamızı söyledim.
ÜRESİN - Bu ne demek? Mızmızlanıyorsun işte.”
(S.S. Cengiz, “Üresin & Türesin”, sa:6)
“Az yesen yemeği beğenmedi, kibirli derler. Çok yesen obur, körboğazlı derler. Yavaş yavaş yesen
miskin, mızmız derler. Hızlı hızlı yesen açgözlü, arsız derler. Bu kadar kural içinde bir orta yol bulabilirsen alnını
karışlarım.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:23)
“BARTLETT, güçlü bir küçümseme ile. - Çocuk musun sen? Hasta bir kadın gibi mızmızlanıyorsun;
bulunmadığını bildiğin nesne için ağlıyorsun. Küçük bir susuzluğa erkek gibi dayanamaz mısın? (Azimle.) Eğer
az daha dişinizi sıkabilirseniz, yakında suya kavuşacağız.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:13)
Mızrak : Eski devirlerde ilkel kabilelerin en çok kullandıkları savaş ve avlanma aleti; (Mec.) Edebi lisanda
(örneğin şiir), sevgilinin kalbi delen kirpikleri; Erkek cinsel organı (Argo)
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin aşk yapmak, sevişmek yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.....Göğüsleri onun
ikiz kızları, aptal karılar. Penisine kah kılıç diyor, kah höpürdeten, kah mızrak, yıldırım, matkap...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
Mi casa es su casa : (İTA.,SOSY.) <mi kaza es sıu ka’za) = Benim ev sizin evinizdir = My house is your
house (İNG.)
Michael : Bk.: Mikail
Michaelmas : -isim- (DİN.HIRİST.) <mi’kılmıs> : -isim- 29 Eylüle rastlayan St. Michael yortusu
Midas’ın büyüsüne sahip olmak : Efsanevi kral Midas gibi çok zengin olmak, onun sihrini taşımak. Midas,
doyum bilmez, aç gözlü FRİGYA kralı, İ.Ö.700. HERODOOS ondan Delphoi’deki kehanet merkezine bir taht
adadığını yazar. Sonra, Truva savaşının kahramanlarından AGAMEMNON’un kızıyla evlendiği söylenir.
OVIDIUS’un ‘Metamorphoses-Değişimler’ adlı eserinden öğrendiğimize göre, arkadaşı ve ilham perisi olan
SILENOS’u tutsak alır mamafih ona çok iyi davranır, sonuçta Şarap Tanrısı DIONYSOS tarafından ödüllenir:
Hayatta neye dokunacaksa altına dönecektir. Yiyecekleri de altına dönüşünce neredeyse ölecektir; Dionysos onu
bugünkü Sart-Sardes <Manisa> yakınlarındaki Paktolos çayında yıkayarak kurtarır. Başka bir öykü:
Midas’tan, gün ve aydınlık tanrısı APOLLO(N) ile Satir MARYSAS arasındaki müzik yarışmasına hakem olması
istenir; ama o, Apollon’a olumsuz oy verince, intikan almak için Tanrı, onun kulaklarını eşek kulaklarına çevirir.
Midas bunu bir başlıkla gizler ve berberine bu sıssı kimseye söylememesi yolunda ciddi ihbar ve tehditte
bulunur. Berber, duygularına yenilip, verdiği yemine karşın bu sırrı bir çukur’a fısıldar. Sonradan korkup o
çukuru doldurmasına rağmen, o çukurda gelişen otlar, sazlar, rüzgar estikçe Kralın sırrını mırıldar: ‘Midas’ın
kulakları, Eşeğin kulakları’.
“Stone, ‘Bill’de Midas büyüsü var,’ dedi. ‘Parmağını neye dokunsa altın oluyor.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:75)
Miday :
Anne (ROMAN dilinde)
“Arkadaş, artık işin tam kıvamına geldiğini anlamıştı. Cebinden armoniği <ağız mızıkası> çıkarıp
dudaklarına yanaştırdı; çingenelerin şaşkınca bakışları arasında bir gece önce çadırın kenarında dinlediğimiz o
ezgin, baygın nağmeyi tutturdu... Önce birkaç saniye kadar bundan pek bir şey anlamayan çingene çocuklar biraz
sonra birdenbire afalladılar ve hep analarının, ablalarının yüzlerine bakarak bağıırdılar:
-Hoy miday, hoy miday! <Hey anne, hey anne>; hoy peral, hoy peral’ (Hey abla, hey abla), bu ne
çalar, bu ne çalar?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:15-6)
Midesi ağzına gelmek : Midesi bulanmak, neredeyse kusmak
“Midesi ağzına gelen Langdon bakışlarını uzaklara yöneltti. Roma Açık Hava Tiyatrosu’nun
kalıntılarını gördü..... Şimdi kültürün ve medeniyetin yükselişinin sembolü olarak kabul edilen stat, yüzyıllar
boyunca barbarca olaylara ev sahipliği yapması için inşa edilmişti.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:134)
Midesi dönmek : Midesi bulanmak, kusacak gibi hissetmek
“Sabah altıda muhrip, ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Altımdaki ranzada yatan Luis Rengifo
uyumuyordu:
-Eee toraman, daha miden dönmedi mi?”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:25)
Midesi kaldırmamak : Midesi bulanmak, ters dönmek; Tahammül gücü kalmamak, çekememek
“Neden beklenmedik olan yapılmasın? Kapıyı tıklatmak, hikayeyi tümden silmek - başka herhangi bir
şeyden daha saçma değil ki, çünkü işin aslına bakılırsa, Mavi’nin içinden bütün mücadele gücü çekildi. Artık
midesi kaldırmıyor. Ve görünüşe bakılırsa, Siyah da aynı durumda.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:68)
Midesinde barut patlamış gibi : Büyük bir gürültü ile mideden gaz çıkarmak, kabaca geğirmek
“Huriye Hanım, yüzünden burnundan sular akarak gözlerini açmıştı. Midesinde barut patlamış gibi
gürültü ile geğiriyor, başını iki yaba sallayarak:
-A dostlar, bana neler oldu? Bunca yıldan sonra başıma bu haller gelmeli miydi? diye perde perde
sesini yükseltiyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:146-7)
Midesine, mideye indirmek : Yemek yemek, avlayıp yemek, alelacele mideesine atmak
“Ralf üçüncü viskisini de mideye indirdi. Maria zihninde ona eşlik etti, alkol boğazını, midesini yaktı,
kanına karışarak içini cesaretle doldurdu ve Maria sarhoşluğun kollarına yuvarlandığını hissetti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:118-9)
“O anı birden, açık seçik geliyor gözlerinin önüne: Barış Kongresi’nin yapıldığı salonda, iki oturum
arasında verilen bir molada, Neçayev <Rus Devriminin bir kahramanı> bir köşede yalnız başına, küçük
sandviçleri midesine indirirken, gözleri parlayarak odayı dolduran yetişkinlere meydan okuyordu.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115)
“Son lokmayı mideye indirir indirmez ayağa kalktı. Meyhaneciye teşekkür etti. Kocakarıyı dostça
kucakladı, talihsiz Noiraud için son bir kaç damla gözyaşı döktü ve pılıyı pırtıyı toplayıp hemen o gün güneye
gitmek kararıyla Cezayir’e döndü.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76)
“Teğmen gittikten sonra, Şvayk ortalığı süpürdü, eşyaların tozunu aldı, evi bir güzel toparladı. Akşam
teğmen geri döndüğünde tekmilini verdi:
‘Her şey yolundadır, komutanım. Yalnız kedi bir yaramazlık yaptı, kanaryanızı mideye indirdi,
efendim!’
‘Sen ne diyorsun ulan?’ diye böğürdü teğmen.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
“Domuz yağında pişirilmiş on altı ördek yumurtası, balık çorbası, çiftçinin avladığı kocaman bir balık,
sarımsakta kızartılmış bir tavuk ve on litre şarap. Codine tek başına bu şarabın yarısını mideye indirdi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:40)
“Yörenin soylu çiftçisinin karısı Mrs. Haines, bataklıkta midesine indirecek bir av görmüş gibi
yuvalarından uğramış patlak gözleriyle kaz-suratlı kadının teki, yapmacıklı bir sesle, ‘Tam da böyle bir gecede
açılacak konu ya!’ dedi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:11)
Midesine oturmak : Bir şeyi kabullenmekte güçlük çekmek, ağır gelmek
“Strathmore çözülemez bir algoritmadan söz ettiğinde verdiği ilk tepkiyi hatırladı. Böyle bir şeyin
mümkün olmadığına yemin etmişti. Durumun doğurabileceği tedirgin edici sonuçlar Susan’ın midesine oturdu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:309)
Midesi saz çalmak : Açlıktan karnı guruldamak
“Charlot’nun midesi guruldadı; ‘Midem saz çalıyor,’ dedi Mathieu. Charlot; ‘Saz çalmıyor,’ diye
düzeltti, ‘ağlıyor’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:105)
Midesi zil çalmak : Açlıktan midesi ses vermek (Mecazi)
“Kutsal Cumartesi gelmişti. Hava ılıktı, kırlar çiçeklerle güzelleşiyor ve ağaçlar neşeyle hışırdıyordu.
Çevredeki herkesin yüzünden düşen bin parçaydı: İmparatorun adamları üzgündü, çünkü herkes saldırı zamanı
olduğunu söylüyordu, ama kimsenin canı saldırmak istemiyordu; Alessandrialılar ise mutluydu, son huruç
harekatında bütün güçlerini harcadıktan sonra bile, ama mideleri zil çalıyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:198-9)
midwife , çoğul : mid-wives : (TIP,KOLL.,İNG.) <mid-vayf; mid-vayvz> : Ebe; kabile
mien : (KOLL.,İNG.) <mi’n> :
miff :
Çehre, surat, yüz
(DAV.,PSYCH.,İNG.) <mif> : Manasız kavga, çekişme, küsme, darılma; darılmak , küsmek
Mihi crede :
(LAT.,PSYCH.,KOLL.) <Mi’i krede> : Bana inan! = Belive me! (İNG.)
Mihnet yolunun yolcusu : Mihnet=Meşakkat, acı çekerek elde edilen yol: Doğum, uzun süre eğitim, askerlik
ve benzeri için kullanılan terim
“Sabahın ilk ışıklarıyla beraber annenin feryatları da çoğalmıştı. Dokuz ay on gün karnında taşıdığı
‘mihnet yolunun yolcusu’ bu saatlerde neredeyse gelecekti. İki gündür el pençe divan duran ev halkı, sabır ve
metanet dilenircesine ebeye bakıyor.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7)
Mikado :
(JAP.,MYTH.,DEVL.) <Mi’ka’do> : Japon İmparatoru
Mikail, Michael : (DİN) : Dört büyük melekten <Cebrail, Azrail, Hızır ve Mikail>, ‘yaratıkların rızkını
sağlamakla görevli olan’ı; Mikail (Daniel 10;13, erkek çocuk ismi
“.... Söylediği gibi öyle bir zamanda Cebrail’e <söz getiren melek>, Mikail’e dönüp bakmazdı. Ama
başka başka vakitlerde onların eşleriyle sohbet ederdi. Çünkü ‘iyilerin Tanrı’yı görüşleri tecelli ile örtünme
arasındadır. O, görünür ve görünmez!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:94-5)
Milim; Milim milim : En ufacık mesafe (Hareket etmemek, ilerleyememek, kazanamamak, kıpırdamamak),
Azar azar, yavaş yavaş
“İSA YAŞI
Başkasını görmedim ben, bunca tez halk edilmişyama yama üstüne, dikişler milim milim.
Meleklerin öz evladı, şeytanca emzirilmiş,
aklı bunca karışık başka insan görmedim.”
(Boris Hristov<d.1945-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Meydan okur gibi ilerledim, ama aynı zamanda seninle gırgır geçmek için apansız geri dönüp
çıplaklığımı sergiledim. Hoppala! diye bağırdım. Yerinden milim kıpırdamadın, ama sesin kulağıma apaçık
geldi, özellikle tonu iğneleyiciydi. Aferin, kutlarım, hala formunda görünüyorsun.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26)
Milis : Savaş ya da benzeri kargaşada, halkın kendi arasından askere yardım için oluşan gönüllü savaşçılar
“İki milis kuvveti, iki mahalle ya da iki cemaat arasında bir hesaplaşma yaşandığında, tüm cephelerin
militanları bir yere siniyorlardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:98)
“Pierre, milisin, omuzuna dokunmakta olan eline vurdu:
-Bana dokunulmasından hoşlanmam. Hele dokunan sen olursan!
Tepesi atan milis gürledi:
-Deliği boylamaya niyetin mi var yoksa?”
(J.P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:99-100)
Militan : Bir düşünce ya da felsefeye, inancı olanların bu düşünce ve inanaçlar ı korumaya uğraşan, savaşan
kimseler; Siyasal bir örgütün etkin kimseleri
“İki milis kuvveti, iki mahalle ya da iki cemaat arasında bir hesaplaşma yaşandığında, tüm cephelerin
militanları bir yere siniyorlardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:98)
Millet : Ahali, herkes, insanlar
“BARBAROS MEYDANI
-------------------------------
Fidanların, mezarların önünde
Yontulu taşlar çepçevre,
Yer yer banklar konulmuş
Meydana dolmuş millet,
Sıra sıra oturmuş.
Ah genç kız kalbi,
Sıralara bakar elbet.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:22)
Milletin eğlencesi olmak : Herkese rezil rüsva, eğlence olmak
“Bn. ROONEY - Milletin eğlencesi olduk.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Tüm Düşenler’, sa:144)
Miltiades :
(GREEK TARİH.) : Atinalı general, ‘Genç Litiades’ <amcası ‘yaşlı’> (M.Ö. 554-459); M.Ö.
490’da, Pers’lere karşı Marathon Savaşı’nı kazanan kumandan. Çocuğu olmadığı için, vasiyetini kardeşinin
çocukları üzerine yapmıştı. Trakya’daki Khersonesos ismindeki bir Atina kolonisinin kurucusuydu. Gelibolu’ya
bıraktığı 500 kişilik bir askeri kuvvetle, ootoritesini sürdürdü. Bir kraliçe olan Hegesyipyle ile evlendi. Ünlü
Pers kralı Daryüs Yunanistana girdiğinde ehven bir sulh yapmak zorunda kaldı. M.Ö. 499’da İon’lar Perslere
karşı ayaklandığında onları destekledi, ve bu arada, daha evvel Atina’ya bırakılmış olan Lemnos (Limni) ve
İbros (Gökçeada)yı ele geçirdi. M.Ö.485’te 70 gemiyle Pers’lere doğru yürüdü ama başarılı olamadı; Atina’da
öfkeyle karşılandı. Yaralanıp ayağından gangren oldu, istenen idam cezası infaz edilmesi, yalnızca ’50 Talent’
ödemeye zorlandı. Büstü, İtalya-Bologna, ‘Ravenna Ulusal Müzesi’nde muhafaza edilmektedir.
‘Yine de tümden aptal değildim ve öğretmenlerim istedikleri her şeyi öğretebildiler banai yani bir parça
Yunanca ve Latince. Yalnızca eskilerle haşır neşir oldum. Miltiades’e saygı ve Thémistocles’e hayranlık
duymayı öğrendim.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:96-7)
Milyonlar yatmak : Herhangi bir işin ‘milyonlar’ getirisi olmak; Çok para potansiyeli olmak
“Bu kitaplarda milyonlar yatıyordu, birine bu servetten pay vermekten mutluluk duyacaktı. Grob’un
sermayeye gereksinimi vardı. Therese onun iyi bir iş adamı olduğunu biliyordu. Bu güzelim paraların üzerine
yatıp uyuyacak kadınlardan değildi o. Şimdi bu paranın ona ne yararı vardı?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:311)
Mimci; Mimik-Mimikri : Duygu ve düşünceleri el, kol, yüz kas ve hareketleriyle ifade edebilen hünerli kişi; O
sanat dalı
“Naruz’un sabrının nedeninin sezgiyle doğru olarak oranlayabilen Balthazar’ın aklına kışkırtıcı bir
düşünce geldi: ‘Sesimi Clea’nın sesine benzetebilirim - nereden bilecek? Onun sesiyle söyleyeceğim birkaç söz
onu avutur.’ Birinci sınıf bir vantrilog ve mimciydi. Ama bu ses başka bir ses karşılık verdi: ‘Hayır. Ne kadar acı
olursa olsun, insan bir yazgıya yalanlarla burnunu sokmamalı.’ ”
(L. Durrell, “Mauntolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:341-2)
Trenim Baden’e yeni gelmiş, vagonun merdiveninden biraz zahmetle yeni inmiştim ki, kentin büyüsü
hemen hissettirdi kendini. Peronun beton zemini üzerinde dikilmiş, gözlerimle otelin kapıcısını ararken, trenden
siyatik hastası üç, dört meslekdaşımın daha indiğini fark ettim, söz konusu müptela oldukları bacaklarını korka
korka hareket ettirişlerinden, sarsak sarsak adım atışlarından ve sakıngan devinimlerine eşlik eden biraz çaresiz
ve ağlamaklı mimiklerden açıkça belli olmaktaydı.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:12)
“Ve bunun üzerine çıktılar, Corradino ona evinin kapısına kadar eşlik etti; dirseğinden hafifçe tutuyor,
kaldırım değiştirdiğinde öbür yanına geçiyordu. Anlamsız ama nazikçe birşeyler söylüyordu. Bir an Cate mimik
yaptı, onun yüzünde sıradan bir gülümseme görmek Corrado’yu sevindirdi.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:192)
Mim koymak; Mimlemek; Mimlenmek; Mimli olmak : Önem vermek, altını çizmek, not etmek(edilmek);
Garez beslemek (beslenmek) (Eski Arapçada ‘Üzerine Mum Yapıştırmak, ‘Mim konmak’) Şüphe, kuşkuyla
bakılan insan; Şüpheli, tehlikeli insanları fişlemek
“Tartışma epey kızıştı. Ben dediklerimin doğruluğunu, filmde söylenenlerin yanlış olduğunu
kanıtlamaya kararlıydım; yönetici ise bunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Ağzımı açıp konuşmaya başladığım
anda beni bir çıban başı olarak mimlemişti ve fikrinden caymayacaktı. İşe başladıktan yirmi dakika sonra kapı
dışarı edildim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:29)
“Duruyor Lucy. ‘Bunu daha önce de yaptıklarını düşünüyorum,’ diye söze başlıyor, sesi biraz düzelmiş.
‘En azından yaşı büyük olan ikisi. Onların her şeyden önce tecavüzcü olduklarını düşünüyorum. Hırsızlık ise
gelişigüzel yaptıkları bir şey. Yan iş. Asıl işleri tecavüz.’
‘Geri geleceklerini mi düşünüyorsun?’
‘Onların sahasına girdiğini düşünüyorum. Beni mimlediler. Bana geri geleceklerdir.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:182-3)
“Gökyüzüne bakıp da kuyruklu piyanoya benzeyen şu bulutun süzülüp gittiğini mi gördüm; hemen, bir
hikayemin bir yerine gökyüzünden kuyruklu piyanoya benzeyen bir bulutun süzülüp gittiğii koymalıyım diye
düşünürüm. Vanilya çiçeği kokuyor değil mi? Hemen mim koyarım: ‘Ağdalı bir koku, çiçeği dul kadın giysisi
renginde, bir yaz akşamı tasvirinde kullanılacak...’ ”
(A. Çehov, “Martı”, sa:57)
“Kaptanın gösterişli üniforması, gemi papazının ayin giysisi, yirmi taşımacı er gibi, dinlerken mim
koyduğum noktalar, bu acıklı olayın bütün akışını kestirmeme yardım etti.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:74)
“Bu tepecikler arkasında Tarascon kenti vardır; Tarascon’sa kuşlar ve hayvanlar dünyasında iyi bir yer
sayılmaz. Göçmen kuşlar bile mim koymuşlardır bu kente. Örneğin yaban ördekleri Camargue’a doğru inerken,
içlerinden biri ‘İşte Tarascon!’ diye bağıırdı mı koca sürü rotasını değiştiriverir.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12)
“Sözün kısası, üç dört yıl içinde okulun en korkunç öğrencisi oldum. Eskiden uğradığım hakaretlerin
hesabını sormak zamanı gelmişti. Vaktiyle bana sataşanları mimlemiştim. Gizli gizli peşlerinde dolaşıyor, fırsat
bulduğum zaman çaylak gibi tepelerine iniyordum.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:161)
“Ne diyordum. Evet... Öğrenmeniz gereken bir mesele daha var. Buraya yalnız yiğit arkadaşlar gelmez.
Biz mimli insanlarız. Bir sürü hafiye gelir. Çeşitli kılıklarda bir sürü sivil polis filan...”
(K. Kemal, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:121-2)
“Kendini tükenmiş hissetmesi için bir başka neden daha vardı. Grizzly önceki gün onu kendi mezar
kazıcılarının müttefiki olarak nitelediğinde, Paul bunda hiçbir somut içeriği olmayan şık bir hinlikten başka bir
şey görmemişti. ‘Mezar kazıcısı’ sözcüğü onun için pek bir şey ifade etmiyordu. Çünkü o zaman mezar
kazıcıları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Ama şimdi mektubu almıştı ve gerçeği apaçık kabul etmek
zorundaydı: mezar kazıcıları gerçekten de vardı, onu çoktan mimlemiş, bekliyorlardı.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:152)
“Tüccar pantolonu içinde kıvranıp duruyordu. Miss Thompson’un zor bir müşteri olduğunu yeni anlıyor
olmalıydı.
‘Gidecek bir yeri yok, yalnızca yerli kulübeleri var. Ayrıca, misyonerler mimledikten sonra, yerliler de
onu artık almazlar.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:131)
“Çek’ler şu noktaya mim koymalılar: Çıkarları, yaşamsal çıkarları bu savaşa ne olursa, neye mal olursa
engel olmalarını gerektiriyor.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:114)
“Ahmet belgeleri acele bana verdi. Aslında onun işi bu... Eğer umulmadık bir hadise olursa, o zaman
ben üstüme alacaktım. Şimdi Ahmet’in bu kararı neden değiştirdiğine şaşıyorum.
-İşte gördünüz mü? Elbet bir sebebi vardır. Beni şimdilik kimse tanımaz. Siz ise, hele İhsan mahkum
edildikten sonra, mimlenmiş olabilirsiniz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:211)
“ÖZENLE DAVRANMAK
-------------------------------Cesaret edip uzanacak mısın
havalandırma boşluğuna mutfağın
ıslak bir bezle,
silecek misin tozlarını
içini, dışını, çevresini
böylece, tamamen
bir bütün olacağım,
paketleyip atıyorken beni
yaşamımdan,
ilişkiler mezarlığının
mimlenmiş
boşluğuna”
(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.11.07)
minacious :
(DAV.,PSYCH.,KOLL.,İNG.)
<mina’şiıs> :
-sıfat- Tehdit eden, korkunç
Minerva : (ROMA,DİN,MYTH.) <mi’nerva> : Eski Romalı’ların akıl ve hikmet tanrısı
Minibüs: Adının da belirttiği gibi, özellikle şehiriçi trafiğinde lokal olarak kullanılan küçük otobüs
“Kalabalıktan, polislerden uzak bir yerdi işte. Kimse bulamazdı kendisini orada. Sık ve büyüktü sazlık,
oracıkta kumlara gömülüp uyusaydı. ‘Gülünç olma!’ diye söylendi. Yatamayacaktı. Hiç dışarda yatmamıştı daha
önce. Hem sazlığa her baktığında, kaygan hayvaanlar, sürüngenler dolaşıyormuş gibi oluyordu yanında
yöresinde. Kalkıp hemen yola çıktı. Bu kez bindiği bir minibüstü. Tıklım tıklımdı. Arka koltukta sıkışıp yer
verdiler.”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:98-9)
Minicik; Minik; Minik minik : Küçücük, küçüğün de küçüğü; ufacık tefecik, minnacık; Bir sürü minikler
“HOŞÇA KAL
---------------Uyan, gönlümün güzeli,
Nazlı sevdiğim benim,
Dinliyorum tatlı sesini
Minik orman kuşlarının,
Öyle hoş şakıyorlar,
Demem o ki, gün ağarıyor
Doğudan bize doğru”
(Anonim, Orta Çağlar, Almanya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.04)
“Jouffroylar’ın dairesi altı katlı bir binanın beşinci katında, yukarıya çıkmak için kuş kafesi gibi daracık
asansöre sıkışınca, Walker, Margot’yu kucaklıyor ve yüzünü minik öpücüklere boğuyor. Margot kahkahayı
koparıyor; çantasından anahtarı çıkarıp kapıyı açarken hala gülüyor. Ev tantanalı bir yer, Walker’ın hayal
edebileceğinden çok daha görkemli döşenmiş...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:161)
“Kum tanesini bırakan Katherine, ‘O halde bir varsayımda bulunursak,’ demişti. ‘Sana düşüncenin ya
da zihninde oluşan minik bir fikrin... gerçekte ölçülebilir bir kütleye sahip, ölçülebilir bir varlık olduğunu
söylesem? Elbette minimal bir kütle, ama yine de kütle. O zaman etkileri ne olurdu?’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:90)
“Pencerenin ötesindeki alan birdenbire büyüyüverdi; kesişen demiryolu makaslarıyla alaca bulaca
olmuş toprağın yüzünde lokomotif minik bir nokta gibi, kimi zaman yaklaşıyor, kimi zaman görünmez oluyor:
lokomotifi sadece bir an izleyebildiniz...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:18)
“Annesinin bu tür insanlar için söylediği bir şey vardır: Havuzbalığı der onlara. Çünkü insan onların
küçük ve zararsız olduğunu düşünür, hepsi hepsi küçücük bir et parçası ister bunlar, küçüğün de küçüğü, minicik
bir parça.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:14)
“O kadın, David’e baktığında ne görüyor ki sesi bu kadar öfkeyle titriyor? Zavallı minicik balıkların
arasında dolaşan bir köpekbalığı mı? Yoksa başka bir şey mi canlanıyor kadının gözlerinin önünde: İriyarı, iri
kemikli bir adam, bir kız çocuğunun üzerina abanmış, kocaman eliyle onun çığlıklarını boğuyor. Ne saçma!”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:64)
“Analık
Uyandı minik kuzu
Sürü gitmiş
Kurumuş ağzındaki süt
Yalağı doldurdu
Ovayı doldurdu
Bütün inlerine dek
Dağı doldurdu melemeler”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde olmak”, sa:74)
“PEYZAJ
----------köpürüyor
minik bira köpüğü azgın,
Siz, ey eski dostlarım, ey büyük içkiciler,
hesap benden,
mezarlarınızdan fırlayıp çıkın!
Gözlerimde yüzüyor garson:
‘Kızartma mı?’
‘Fırında mı?’ ”
(Ivan Dinkov<d.1932>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.08)
“Elbette yazar, kendi örnek okuruna yol göstermek üzere türle ilgili özel işaretlerden yararlanır. Ancak
çoğu zaman bu işaretler epeyce belirsiz olabilir. Pinokyo şöyle başlar:
‘Bir zamanlar... Bir kral varmış!, diyecek hemen minik okurlarım. Hayır çocuklar, yanıldınız.
bir tahta parçası varmış.’ ”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Ormana Girmek”, sa:17)
“Othello’yu ürkütücü hareketi yaparken izlemiş, ama öyle uysal, minik bir eşin neden yastığın üstüne
değil de altına konduğunu hiç bilememiş. Eh, uzun lafın kısası, Paolo’yla ben bilgilerimizi değiş-tokuş ettik ve
şunu fark ettik ki önümüzde harika bir yaşlılık uzanıyor.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:105)
“Hamilkar aşağıda limanları, meydanları, avluların içini, sokakların kıvrılışını, kaldırım taşlarının
hizasındaki minicik insanları görüyordu. Ah, şu Hannon, Aegat Adaları Savaşı’nın sabahı geç kalmamış olsaydı.
Gözleri ufkun derinlerine daldı; sonra titreyen iki kolunu Roma’dan yana uzattı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:141)
“TAHTA YATAK MASALI
----------------------------------Adam, elde keser alelacele
yatağa bir tahta daha ekledi,
ve kadın samanı yaydı dikkatle-
minik de böylece rahata erdi.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“I
(Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
(4 eylül 1844)
---------------------------Tüm gözlerden ırakta,
Sanki yardım gibi değil,
Hırsızlık etmiş gibi verirdi.
Ah! Anımsar mısınız minicik giysilerini?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Öğretmen, sesin geldiği yana doğru sert sert bakarak:
-Çengei, pencereyi kapa! dedi.
İlk sıranın başında oturan Çengei, minik Çengei kalktı, gayet ciddi ve sert bir yüzle pencereyi
kapamaya gitti.”
(P. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:15)
.
“Walter Amca’yı alalım. Walter Amca çok sıkıcıydı. Altmışyedi yaşındaydı ve çeşitli ‘temsilcilikleri’
ve mirasının bölük pörçük artıklarıyla haftada aşağı yukarı üç sterlin geliri olsa gerekti. Cursitor Caddesi’nde
minik bir kabini büro olarak kullanıyordu ve Holland Park’da çok ucuz bir pansiyonda oturuyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:70)
“Çocuğun böylesine terbiyeli ve sağlıklı olması, tartışmasız Cate sayesindeydi. Babasının kendi olup
olmadığı düşüncesi bir yana, o minik bedende de acaba kendininki gibi bir kişilik mi -yalnızlığa düşkün ve
çekingen- gelişmekteydi?’ ”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:184)
“BÜLBÜLLER ÖTÜYOR
Batı Park bülbüllerine atanmıştır.
-----------------------------Sonra, onlara baktığımda,
yüzüm taşlaşıverdi birden, hayretten gri siyah olmuştu balıkların rengi;
kocaman çeneleriyle
keskin dişleri vardı
ve minik köpekbalıklarına benziyorlardı.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“KIŞ MASALI
Esmer kızım, hem ufaksın hem safsın,
farkında değilsin binlerce şeyin.
Bu kış gecesinde uyuma sakın,
sönmesin ocakta yanan ateşin.
-----------------Sen iyi kalplisin ve miniciksin,
seninle oynamak istiyor onlar.
Güzelim bozkıra bak, göreceksin
kızağa hasrettir gümüşten yollar.
(Vanya Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.08.07)
“KUŞ
-----Kafesin bir köşesinde birkaç günden beri
gizlenip durdu kuş,
tüyleri diken diken.
Ne bir şeycikler yedi,
ne de şarkı söyledi
ve geçen gece ölüverdi aniden.
Çocuğum uzun uzun ağladı durdu
başucunda taşlaşmış minik bedenin.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“Çeviri <Diaspor-1976>
Ah, nasıl da düzeltiyorum
minik minik yanlışlarını
sana sonsuza değin sürecek
aşkıma ihanetlerin için
her gün
yeniden uydurduğun kadınların”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“Kemikler
----------gözlerimi sıktım sımsıkı
dinlemiyor duymuyorum
annemi çıkartıyorlar
eski geceliğinin yenleriyle
bağlanmış olarak
babam soluksuz kalmış
son basamağa çökmüş
bir köşesini çekiştiriyor
şeffaf giysisinin
duraksıyor annem
minicik kız kardeşimin vücudu da
titreşimlerini kesiyor”
(Krasimir Simeonov<d.1967>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 12.06.08)
“BÖCEKLERLE SOLUKSUZ SAVAŞ
<Jackstraws-Mikado’nun
Çöpleri’nden>
---------------------------------------------İntikal halindeki minik dadacılar(*),
Kurnazsınız, çok da nüktedan.
Ender yaşadığım sakin anlarımı
Mahvediyorsunuz, şekilden şekle giriyorum
Yakışıksız bir delilik nöbetinde
Elimde terlikle uzanırken ardınızdan.”
(*) Dadacı: Hayata karşı müstehzi, alaycı, kuralları hiçe sayan
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“Sevgilim,
bu adanın çapı olsa olsa elli kilometreyi geçmez sanıyorum. Çepeçevre dolaşan daracık bir sahil yolu
var, çoğu yerde sarp kayaların tepesinden, kimi zaman da tuzdan kavrulmuş ılgın ağaçlarının çevrelediği, benim
de ara sıra mola verdiğim minicik, ıssız, taşlık koylara inen çıplak kıyı düzlüklerinden geçiyor.” ..... “Biletini
aldım, denize girdim ve onu suyun yüzeyine bıraktım..... Dalga bileti sarıp sarmaladı ve gözden kayboldu.
kayalara toslayacak. Ama toslamadı. Doğru yönü tutturdu, o minik koyu serinleten akıntının üstünde cesaretle
dalgalanıyordu, bir anda gözden silindi.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:23;30)
“Nabila oğlunun minicik ellerini ellerinin arasına aldı. Buz gibiydiler, neredeyse donmuşlardı.
Dudaklarıyla alnına dokundu. ‘İyi misin Raj?’ diye sordu.
Raj, ‘Hazine bizim mi?’ diye yineledi.
Nabila ‘Evet, sonsuza dek bizim olacak,’ diye yanıtladı.
‘Ama bu ne hazinesi?’
Annesi ona yanıt vermedi, yalnızca gözlerinin üzerine üfledi.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:23)
“O yaşantımın altıncı ayında kendimi tamamen sönmüş, solmuş hissediyordum. İçimdeki minik ölü,
kocaman bir ölüye dönüşmüştü, bir robot gibi davranıyordum, gözlerimin feri kaçmıştı, donuk donuk
bakıyordum. Konuşurken, sözlerim bana sanki başkasının ağzından çıkar gibi uzak geliyordu. Bu arada
Augusto’nun iş arkadaşlarının hanımlarıyla tanışmıştım, perşembeleri kent merkezindeki bir kahvede onlarla
buluşuyordum.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:98)
“Soluk alışının sezilmez ahengiyle iri kanatları hafifçe açılıp kapanan düzgün, minyon bir burnu,
bıçakla kesilmiş taze, kanlı bir et parçası gibi iştah verici, küçük ve kıpkırmızı dudakları vardı. İnsanda
fiskelemek arzusu uyandıran minik bir çene, şapkanın gizlediği ve sağ kulağına gevşek kıvrımlarla düşen
saçların, kaşların ve gözlerin siyahını şeddeleyen (iki tane yanyana birbirinin benzeri şeyler) bu mat beyaz
çehrenin pürüzsüz değirmisini (yuvarlaklığını) tamamlıyordu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Tramvaydaki Adamlar”, sa:76-7)
“ ‘Bir şey çal, büyükbaba, lütfen.’
‘Çalayım mı?’
Örtüyü piyanonun üzerinden aldı, kapağı kaldırdı, oturup Mozart’ın ‘Türk Marşı’nı çalmaya
koyuldu. Laura salonda rap rap yürüyerek volta atıyor, vitrinde duran minik porselen bibloları titretiyordu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:132)
“MEKTUP
----------Varsın o, minik bir kelebeğin
kanatları gibi alazlasın
kanatlarımı en nihayet
Ne ileneceğim
ne de yerineceğim,
çünkü nasıl olsa bir gün
öleceğimi biliyorum elbet.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“KIZIM DANS EDİYOR
Benim küçük kızım
biraz ot, biraz beyaz kiraz yaprağı ve iki üç
karahindibadan oluşan
minicik bir bahar toprağı parçasının üzerinde
dans etmektedir.
Ama kızım da o denli minik ki
yeşil yeşil çayırların,
beyaz erik yaprağı bulutlarının
ve çiçek açmış ağaçların horonu ortasında
dans ettiğini sanıyor belki...”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.07.09)
“Görülmemiş bir olay olmuştu, çocuğun her şeyi tamamdı. Bir hilkat garibesi olan kendisi, her şeyi
tamam, hakiki, sağlıklı, bir varlık dünyaya getirmişti; lanet bitmişti. Şaşkın şaşkın pembe yanaklarına baktı.
Çocuk akça pakça, hatta ona göre güzel görünüyordu. Kurukafa değil, herkes gibiydi; tam o sırada bebeğin
kurbağalarınki gibi hareket eden ağzında minik, minicik bir gülümseme belirdi.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:241)
“Üzerlerinde leylek yuvalarının eksik olmadığı saman kaplı çatılar göz alıyor, ahırların önündeki küçük
havuzlar içlerinde yüzen ördekler, parlatılmış metal parçaları gibi güneşte pırıldıyordu. Balmumu rengine
bürünmüş tarlaların arasında Liliput ülkesindeki cüceleri anımsatan minik figürler, otlayan alaca renkli inekler,
ekin biçen, saman ayıran kadınlar, öküzlerin çektiği sabanlar ve el arabalarını hızla sürerek ekinleri taşıyan
çiftçiler görünüyordu”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:103-4)
Mini etek : 1970’lerde, Türkiye dahil, tüm dünyaya yayılan Hippi-Yippi giyim-kuşam ve yaşam tarzındai
eteklerin dört parmak-bir karış dizüstüne çıkma modası. Bu gün halen hükümranlığını sürmekle birlikte,
Amerika’nın birçok eyaletlerinde ve bile resmen yasaklanmış durumdadır. Arada bir, ‘Serbest, hür, cesur kız
terimleriyle birlikte ekstra özgürlüğü de ifade etmektedir
“Kent <Belize> yetişkinler için tıklım tıklım ve boğucu, ama gençler için inanılmayacak kadar ilginç.
Denize inen ara sokaklar, meydancıklar, balkonlu evler ve gürültücü ve renkli bir kalabalığın doldurduğu
kemerli caddeler; Jamaica’dan ya da Haiti’den gelmiş Antil adalılar, panama şapkalı melezler, mini etekli kızlar
ve eti budu yerinde bayanlar…”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:193)
“Tepsimde içkilerle salonun bir köşesinden ötekine koştururken, geminin hemşiresi mini etek ve
göbeğini açıkta bırakan muz rengi dar bluzla pistin ortasına atlamış, mikrofonu yeniden adeta kopartmış, dağ
şarkıları söylemeye koyulmuştu.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:116)
Mini mini; Miniminicik (Ayaklı, burunlu, elli vb.) : Küçük, küçücük;Ufak el-ayaklı, burunlu güzel kimse
“SAVAŞ ÜÇLEMESİ: SUSKUNLUK,
GURUR, AŞK
------------------Alınca haberi suskunlaştı Bay Kerim.
Bakmadı kameralara.
ne de kendi acılarını getiren insanlara.
Bir el duyumsadı elinden kayıveren,
mini mini bir ayrılık,
istemiyordu çünkü, gururun avuntusunu.”
(Gabeba Baderoon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.09.06)
“Mısır tarlalarından geçip gerideki çirkin, modern türeme apartmanlara kadar yürüdüler. Sonra yeniden
doğuya doğru saparak zavallı bir ormanın içinde bir sanatçılar sitesi gibi duran birkaç eve vardılar: Tek katlı, düz
damlı, büyük pencereleriyle mini mini evler...”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:9)
“Şaşılacak kadar lekesiz gecede yıldız öbekleri çoğalmıştı. Gök ovasında yer yer sessizce yayılan,
bozkır adamına bildik sürücükler arasına yabancı yıldızlar karışmıştı. Bu mini mini, parıltılı yaratıklar, yüksek
kayalıklardan inerek düzlükte otlayan koyun sürüsü arasına karışmış dağ keçileri gibi, bilinmeyen karlı dağların
elmas doruklarından inip gelmişlerdi.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:11)
“Minimini kasabanın balkonlu, kuleli gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Ama
tamamlanamamıştı. Sıvanamayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Boz Eşek”, sa:99)
“Heraldica
<Las trincheras>dan
-----------Akşam olduğunda bir kamburla
ürkek, mini mini bir köpek
kim bilir nereden çıkıp gelir, başıboş
dolaşırlar nehir yataklarında
gölgeli, telaşsız vadilerinde onun.”
(Julio Martinez Mesanza<d.1955>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.12.08)
“PEYGAMBER DEVESİ
-----------------------------Karşılık vermek için dokundum bir kez
Gördüm mini mini ağzının kükrediğini
Böylesine korkunç bir sessizlikte;
Gördüm büyüdüğünü yüzünün benimki kadar,
Bahar yeşili, sevecen kanatlarının
Saplandığını intikam gibi. Kötücül gözleri
Bakıyordu dik dik.”
(Ruth Miller <1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“... zata soracak olsan o zaman da şöyle der: Kara kaşlı, kara gözlü, küçücük ağızlı, mini mini burunlu,
uzunca boy, uzunca gerdan, püskürme ben, etine dolgun, akça pakça, beyazca meyazca, işveli mişveli, çıtı pıtı,
fındık kurdu gibi bir şey olmalı.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:123)
“Bir daha dönmemek üzere yurdundan ayrılan bir insan gibi, kapıdan, bir kez daha dönüp baktı ve bu
düşünce üzerine yüreğini sıkan büyük acının içinde, yalnızca küçük, pek küçük, miniminicik bir avuntu vardı.
Zavallı Nemeçek, Macun Toplayanlar Birliği’nin af dilemek için gönderdiği kurulla görüşememişti ama, hiç
olmazsa, yolunda can verdiği yurdunu elinden aldıklarını görmek yıkımına da uğramamıştı.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:206-7)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------‘Anadan çocukla, açtan mücevher
almıyor sadece!’ diyor cümle halk,
sanırsın ki korkunç bu günde bile,
şakalar geziyor hep dilden dile:
‘Şu kadar para bul!’ vay be, ne emir,
keşke başımda şu mini miniler
bit değil de para olabilseler!”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
Minister verbi divini :
(LAT. MYTH.) :
‘Tanrı kelamının <sözünün> bir hizmetkarı’
“Yüreği coşkuyla kabarmış, o çiçek çiçek sevgi esrikliğiyle <mest olmak, kendinden geçmek> öyle bir
saatte kalkıp dostu Narziss’e gelmişti ki, dostu murakabeye dalmış, riyazet ve uykusuzluktan iğne ipliğe
dönmüştü; gençliğini, yüreğini ve duyularını çarmıha geriyor, feda ediyor, kendini en sıkı itaat sınavından
geçiriyor ve bütün bunları us adına, tam anlamıyla minister verbi divini olmak için yapıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:98)
miniver : (GİYS.,KOLL.,İNG.) <mi’niver> : Resmi, elbiselere mahsus beyaz kürk (anımsayın: Mrs. Miniver
filmi- Norma Green,1940’lar)
Minnacık, Miniminnacık : Ufacık, tefecik, ufak tefek; En ufacık
“GEÇEN ŞEY
Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız,
Ve minnacık bir ‘hane’
Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan,
Anısız, uykusuz,
Kokar nane.”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:347)
“Ayin boyunca içi sıkılmıştı. Bay Bourais koronun yanında ona bir yer ayırmıştı. Tam karşıda, aşağıya
sarkan tüllerinin üstünde beyaz taçlar taşıyan bakireler sürüsü bir kar tarlası oluşturuyor ve o, uzaktan minnacık
boynu ve düşünceli duruşlarıyla sevgili küçüğünü tanıyordu. Çanlar çalıyor, başlar eğiliyor, ortalığı bir sessizlik
kaplıyor; orgun gürültüsüyle müezzinler ve cemaat duaya başlıyorlardı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:19)
“Önceleri de birkaç kez olduğu gibi, babamın ağır, köseleden yapılı kemeriyle kamçılanmış ve sonra da
yatağa yatırılmıştım. Ertesi gün bile yataktan çıkmama izin verilmemişti. Kapı komşum, minnacık arkadaşım
Arthur Peterson gelip de oyun oynamaya çıkıp çıkmayacağımı sorunca, annem, çürüklerim hiç olmazsa biras
gözden silininceye dek dışarı çıkmamam için ona, ‘Oh, o bugün kendini pek iyi hissetmiyor! Başka zaman’ diye
yanıtlardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:8)
“Fakat, bitkiden farkszı bebeğin bu dış dünyada kalabileceği süre satlerden öteye geçmeyecek. Sonra,
nefesinin daralacağı an gelecek ve yeniden milyonlarca yıl süregelen hiçlik çölünde minnacık bir kum parçasına
dönüşecek. Mahşer günü son mahkeme kurulacaksa bile, doğar doğmaz ölüp giden bitkiden farksız bir bebek ne
tür bir ölü olarak dava edilir ve hakkında nasıl hüküm verilir? Deliller yetersiz değil mi?”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:52)
“Fabrice tam o sırada kilisenin küçük alanına giriyordu. Yüzyıllık kulesinin ikinci katında, rahip
Blanes’in küçük bir el feneriyle aydınlanan dar ve uzun pencereyi adeta kendinden geçen bir şaşkınlıkla gördü.
Rahip aydınlığın düzlemyuvarını okumasına engel olmaması için, gözlemevini oluşturan ahşap kafese çıkarken,
feneri oraya koymayı alışkanlık haline getirmişti. Bu gökyüzü haritası, vaktiyle şatodaki bir portakal ağacına ait
olan büyük bir toprak saksının üzerine gerilmişti. Daksının dibinde, açıklığın içinde lambaların en miniminnacığı
yanıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:186)
“Kiti, hafif hafif sallanarak, Mitya’nın gözlerini kah açıp kah kapayarak gittikçe daha yavaş oynattığı
bileği boğum boğum, küçücük tombul elini şefkatle sıkarak sadece,
-Peki, peki, şişşş... diye cevap verdi. Bu minnacık el şaşırtıyordu Kiti’yi.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:674)
“Bol ve çeşitli türden keklikler, birbiri ardına sıraya dizilmiş tatlı ve acı soslardan ve salatalardan oluşan
maiyetle <topluluk> birlikte geldiler; yanlarındaki patatesleri demir paralar denli ama sert değil, minnacık
lahanaları gül koncaları denli katmerli ama daha lezizdi.”
(V. Woolf, “kendine ait bir oda”, sa:14)
Minnet borçlu olmak : Birilerinin, stres ve ekonomik-politik-yasal güçlükler içindeyken, hiç bir karşılık
beklemeksizin uzatılmış ele karşı duyumsadıkları his
“..... Ama Dupuy, cenaze bozgunundan sonra zaman kazanmamıza imkan verdi. Bu nedenle minnet
borçluyuz ona. Ama öte yandan, bilerek mi bilmeyerek mi bilmiyorum, bize çok kötülük etti. Durup dururken,
ortada fol yok yumurta yokken, Cumhuriyet’i kollamak bahanesiyle üzerimize geldi. Belki de başbakan olduğu
için öyle davranması gerekirdi, ama bize zarar verdi. Durmadan aynı şeyi söylüyorum, söylemekten de bıktım:
Bu ülke muhafazakardır.”
(A. France, “Bay Beregeret Paris’te”, sa:63)
Minorit’ler :
(HIRİST.) Fransisken Tarikatının bağımsız bir kolu. Kendileri, toplumun diğer sınıflarından
olan insanlardan daha yumuşak, daha alçakgönüllü gördükleri için, böyle anılırlar. Bu azınlık grubun isminden,
‘Minority <maynoriti) = azınlık sözcüğü, parlamenter hayatta ödünç alınmıştur.
“ ‘Onlar Minoritler’di, ‘Tinciler’ deniyordu; oysa toplumun papazlarıydılar! Biliyorsun, soruşturma
sırasında, Gubbio’lu Bentivenga’nın kendini havari ilan ettiği, sonra da Bevegna’lı Giovanuccio ile bir olup
cehennemin var olmadığını, insanın Tanrı’yı incitmeden tensel isteklerini doyuırabileceğini, bir rahibeyle
yattıktan sonra (Tanrı beni bağışlasın!) İsa’nın bedenine sahip olabileceğini, Efendimiz için Magdelena’nın,
Bakire Agnesé’den daha makbul olduğunu, halkın Şeytan dediği şeyin Tanrı’nın kendisi olduğunu, çünkü
Şeytan’ın, tanıma göre bilgi, Tanrı’nın ise bilginin ta kendisi olduğunu söyleyerek rahibeleri kışkırttığını açıkça
ortaya koydu.’ ............ Ubertino, ellerini ovuşturdu, gözleri yeniden yaşlarla buğulanmışdı: ‘Böyle söyleme,
William. İnsanın bağrını tütsü kokusuyla yakan kendinden geçirici sevgi anını, kükürt kokan duygu
karmaşıklığıyla nasıl karşılaştırırsın? Bentivenga başkalarını bir bedenin çıplak organlarına dokunmaya itiyordu;
duyuların egemenliğinden kurtulmanın tek yolunun da bu olduğunu ileri sürüyordu: ‘homo nudus cum nuda
iacebet’ (Lat.: <homo nudus kum nuda iyasebet> = Çıplak erkek, çıplak kadınla (birlikte) yatıyordu..’
‘Et nom commiscebantur ad invicem’.. (LAT.: <Et nom komiçebantur ad invisem>=Ama
birbirleriyle birleşmiyorlardı.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:76)
“Ren ırmağına bakan küçük, yüksek ve etrafı açık odamda çok okuyor, çok düşünüyordum. Hayatın,
burnumun ucunda akıp gittiğini görmek, deli dolu bir ırmağın beni önüne katıp sürüklemediğini, güçlü bir tutku
ya da ilginin içimi coşkuyla doldurup beni bunaltıcı kabusların elinden çekip almadığını düşünmek gönlümü
karartıyordu. Gerçi her günkü zorunlu çalışmaların yanı sıra ilk Minorit’lerin hayatını anlatacak bir eserin
hazırlıklarıyla uğraşıyordum...”
(H. Hesse,”Peter Camenzind”, sa:89)
Minotaur(o)us (Minotor) : (YUN.MYTH.) Eski Yunan Mitolojisine göre, denizler tanrısı Poseidon’un
Girit’e hediye olarak gönderdiği bir boğa ile, kral Minos’un karısı Pasiphea’dan doğma boğa başlı canavar.
Kral onu halktan mimar Daidalos-Dadalus’a yaptırdığı yeraltı sarayı Labirinthos’ <labirent>te saklardı.
Sonunda, Atina kralı Aegeas’ın oğlu, ünlü kahraman Theseus tarafından öldürüldü .Bu labirentten ancak İkarus
(Icarus) ve labirent’in mimarı babası sağ olarak, uçarak çıkacaktır. Fakat…(Bak: İkarus Kompleks) ; Eski
Giritliler’in, Girit boğasının dehşetinden etkilenerek, olagelen natürel depremleriyeraltındaki ‘Minotoros’un
kükremesiyle oluştuğuna inanırlardı. Selanik göçmeni olan rahmetli büyük insan Saliha Halam da, 1930’un
başlarında İstanbul’da, Cihangirde dört-beş yaşlarında bir çocuk olarak birlikte yaşarken, ona bu ‘depremzelzele’in nasıl oluştuğunu sorduğumda, bana şu yanıtı vermişti: ‘Yerin altında çok büyük ve kudretli bir boğa
vardır; onun kulağına bir sinek konduğunda onu silkeler, tüm yer gök sarsılır.’
“Minotor’un gürlemesi yeniden duyulmuştu. ‘Hayır,’ diye haykırdı Fearmax birden, tedirgin. Fenerinin
sarı ışığı, artık nokta kadar kalmıştı, koridorun ucunu aydınlatmaya yetmiyordu. Bir taşa oturup purosundan bir
duman daha çekti….. Sonra, uçsuz bucaksız karanlık sonunda kabarıp olgunlaşmaya, şişerek üzerine doğru
gelmeye başladı, bir çift kanlanmış göz gibi görünen bir şeyin yaklaştığını gördü. Fearmax ellerini yüzüne
kapatarak ruhunu ona teslim etti. Dudakları oynuyordu ama hiç ses çıkmıyordu. Suları akan yumuşak kocaman
bir ağız onu yakaladığı gibi yarı baygın labirentin upuzun koridorlarına doğru sürüklediğini hissetti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 207)
“Megalo Kastro sık sık kökünden sallanır, dünyanın bodrumlarından bir kükreme duyulur, yerin kabuğu
gıcırdar, zavallı insanlar şaşkına dönerlerdi; birden rüzgar kesilip de yaprak kımıldamaz hale gelince ve ortalığı
tüyle ürpertici bir sessizlik kapladı mı, Kastrolu’lar ev ve dükkanlarından dışarı fırlar, bazen gökyüzüne, bazen
yere bakar ve kötülük duyar da gelir diye bir şey söylemez ama, içlerinden korkuyla düşürlerdi: ‘Deprem
olacak...’ ve istavroz çıkarırlardı.
Bir gün ihtiyar öğretmen Pateropulos bizi yatıştırmak için açıklamada bulundu:
-Deprem bir şey değildir, çocuklar, ondan korkmayın; toprağın altında bir boğa var, o böğürüyor,
boynuzlarıyla toprağa vuruyor, toprak da sallanıyor; eski Giritliler buna Minautoros derlerdi.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:63-4)
“Evet, iç savaşın Minotaurus’ları her günkü avlarını bu geniş apolitikler arasından seçiyorlardı!
Albert’in kaçırılması, koşulların talihsiz bir biçimde bir araya gelmesinin sonucu değil, mevcut bir çelişkinin
traji-komik yansımasıydı.”
(A. Maaloof, “Doğu’dan Uzakta”, sa:99)
Mintan : Yakasız, uzun kollu (iç) gömlek
“Meclisin köleleri gergedan derisinden kırbaçlarıyla ona öylesine şiddetle, o denli uzun zaman vurdular
ki, mintanlarının etekleri terden sırılsıklam oldu. Matho bir şey hissetmiyor gibi görünüyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:391)
minuet : (MUS.,MYTH.) <me’nüet> : Geçmiş zamanlarda çok ünlü olan, vals tempolu, hassas, saray
salonu dansı
minutia, çoğul : minutiae
(LAT.,KOLL.)
<minü’tia, -tie> : Teferruat, tafsilat, ayrıntı; ufak tefek şeyler
minx : (BİYO.,KOLL.) <minks> : Hayasız, sürtük kız; sevimli, şımarık, arsız kız
Minyon : Küçük, ufak tefek, zarif tipteki (genellikle) kız, kadın
“Şimdi Garci Lazaro bir kızdan bahsediyordu, köyünden yeni gelen Lili diye bir kız, Oaxaca
bölgesinden küçük bir Kızılderili kız, bir hayli minyon ama biraz tıkız; Garci kızın göğsünü, karnını tarif
ediyordu: kız kıç çatalında, böbreklerinin üstünde Bugs Bunny’nin dövmesini taşıyormuş.”
(J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa37)
“Soluk alışının sezilmez ahengiyle iri kanatları hafifçe açılıp kapanan düzgün, minyon bir burnu,
bıçakla kesilmiş taze, kanlı bir et parçası gibi iştah verici, küçük ve kıpkırmızı dudakları vardı. İnsanda
fiskelemek arzusu uyandıran minik bir çene, şapkanın gizlediği ve sağ kulağına gevşek kıvrımlarla düşen
saçların, kaşların ve gözlerin siyahını şeddeleyen (iki tane yanyana birbirinin benzeri şeyler) bu mat beyaz
çehrenin pürüzsüz değirmisini (yuvarlaklığını) tamamlıyordu.”
(C. Sıtkı Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Tramvaydaki Adamlar”, sa:76-7)
Mi’r, mi’rim :
(FARS.) Üst, baş, komutan; 2) Arkadaş, dost, yar
IX
İstanbulda, Hapisanede, Hapisane Mukayyidi (Kayıtçısı; İlgili olan kimse; ilgileneni):
-----------------------------------------------------------“ Esbabını <sebepler, nedenler -çoğul-> bilirim
Mirim,
Bu hay-ı huy,
Bu hay-ı huy neden bu belde’ <diyar>de?
Ey Fuzuli nerdesin?
Nerdesin Galip Dede?
Ey Nedim...
İstanbul şehrinin yoktur menendi <eşi, benzeri>
Ademin <insanoğlu’nun) canlar katar ab-u havası <su’yu ve havası> canına,
demiş,
demiş şair Nedim efendi...”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:33)
Mirabile visu : (LAT.,DOĞA,KOL.) <mira’bile vi’zu> : Ne güzel bir manzara; Ne mükemmel bir görüş =
Wonderful to see; what a marvelous sight (İNG.)
Miraç Gecesi, Kandili : (MÜSL.) Peygamber Muhammed hazretlerinin, Alahın çağrısıyla, Kudüs’teki
Mescid-i Aksa’ya, oradan göklere yürüyüşe çıktığı gece
“ ‘Miraç Gecesi’, Yüce Allah’ın, sevgili kulu Muhammed Mustafa (S.A.S.)’yı Mekke’deki Mescid-i
Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya ve oradan da göklerin derinliklerine yürüyüşe çıkardığı gecedir.
Bu olay, Recep ayının 27. gecesinde meydana gelmiştir. Miraç gecesi’nde, Yüce Allah sevgili
peygamberimize aracısız biçimde seslenmiştir. Göz kamaştıran renklerin kuşattığı, sayısız meleklerin Allah’a
ibadet ettiği ‘Sidre-i Münteha’ <yedinci kat gökteki bir makam>da, Hz. Muhammed (s.a.s.) Rabbine kavuşmuş
ve evrenin sırlarını bütün açıklığı ile görmüştür.
Namaz daha önce iki vakit olarak farz’dı. Güneşin doğuşundan ve batışından saonra iki vakit olarak
kılınıyordu. Beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Hz. Peygamber ümmetinin bağışlanması için, mevlid yazarı
Süleyman Çelebi’nin dile getirdiği şekilde Allah’a şöyle yalvardı:
‘Ey kusurları bağışlayan, kullarına nimetleri sonsuz olan cömert Allah’ım! Günah işleyen
ümmetimin hali nice olur? Kıyamet gününde senin önüne gelmek için nasıl yol bulurlar? Korkarım o günde
onların yerleri, pek iyi değildir. Yüce katından dileğim budur ki; ümmetim sence makbul olsun, onları bağışla
Allah’ım.’ Sevgili Peygamberimizin bu duası Yüce Allah tarafından kabul edildi.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:231-2)
Miras(ın)a konmak : Biri öldükten sonra -çoğu kez layık olmayarak- birinin mirasına sahip olmak
“SOLANGE - İyi ya gebersin. Ben de mirasına konayım bari. Ahçı kadınla o sersem sepet uşak
arasında yaşamaktan, o pis tavan arasında sürünmekten kurtulurum hiç olmazsa.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:22)
“Theodoros sürdürüyor: ‘... Alfred onu her bakımdan gözetiyor, çocuklarına da kendi çocuğu gibi
davranıyor ama satabileceği ne varsa gizlice satmaya çalışıyor, geriye kalanını da ipotek edip elde ettiği parayla
arazi ve daha başka şeyler satın alıp kendi üstüne geçiriyor ve bu işi bazı hukuksal incelikler kullanarak yapıyor,
öyle ki, istediği anda mirasın tamamının üstüne konabilecek...’ ”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:283)
Miras yemek : Birinin mirasına konmak, kendine kalan kalıtı yitirmek
“Zaten ömrü boyunca sadece har vurup harman savurmaktan, miras yemekten bir şey yapmayan,
paranın nasıl kazanıldığından habersiz olan Dmitri Fedoroviç gibilerin başına gelir bu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:8)
mirth :
(DAVR.,PSYCH.,İNG.) <mört> : Sevinç, sevinme, şenlik
Mis, Mis gibi kokmak; Mis kokulu; Mis mi mis : Latif bir şekilde kokmak; Misk kedisinin kursağından
çıkarılan güzel kokulu madde, parfüm; Çok güzel, çok temiz, çok arzu edilir; Çok kolaylıkla, zorluk çekmeden
“Yine böyle bir günde aslanın yanındaki kanepede roman okuyordum. Sedat’ı bir bahriyeli askerle biraz
ilerde görünce kulak kabarttım:
-Alçaklar! diyordu. Yaptım iyiliği; herifi kodesten kurtardım. Dilber’i mis gibi, fesleğenler,
aslanağızları dolu park gibi bir eve yamadım. Bir ay sonra nikahını kıydırdım.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Park”, sa:74)
“-Burada ne yapıyorsun Bilal?
-Sen içerde yapyalnız ne yapıyorsun?
-Mutfağı topladım. Bahçe mis gibi kokuyor. Hava bir ısındı ki...”
Açık bir davet değildi, fakat gene Bilal kızın arkasından dükkana girdi.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:148)
“İLAHİ
-------Mis kokulu çıkın, bu eşsiz
Yalnızlıkla her dem duyulan,
Arasında gecenin, sessiz,
Unutulmuş tüten buhurdan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:313)
“Cevizleri karyolanın üsüne boşalttı. Sağa sola dökülenleri topladı. ‘Şu almalara, şu ayvalara bak!’ dedi.
Birini alıp burnuna götürdü. ‘Mis gibi kokuyor!’ Ceviz dolu keseyi masaya koydu. ‘Gavatlar!’ Kapıyı çarptı.
‘Yiyin, zehir zukkum olsun!’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:26)
“Çaresizce bakan iri gri gözlerinde yalnızca şunu okuyabildim: açlık ve umutsuzluk. Bu durumda ona
daha fazla işkence yapmadan mis gibi kokan taze beyaz ekmeği paketinden çıkardım... gözleri parladı.” .....
“Yatakta yan yana uzanmış, payımıza düşen ekmekten küçük parçalar koparıp yiyorduk... ekmek burnumuza mis
gibi kokuyordu, tazeydi ve hala sıcaktı, beyaz ve lezzetliydi. Ekmek, ekmek her şeyden önce gelir.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Amerika”, sa:162-3)
“... yirmi dört saatlik bir yoldan sonra, bitkin, Palermo’ya ya da Siraküza’ya varsalar bile, varana dek
yine gizlenecek bu kollar, ama oraya ayak basar basmaz ister sabah ister akşam insinler, Claude’un
tablolarındaki gibi pul pul ışıltılı derinlikleri yeşil ve menekşe moru, görkemli bir denize kavuşacaklar, mis gibi
kokan havayı içlerine çektiklerinde öylesine serinlemiş ve rahatlamış olacaklar ki...”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:122)
“Estella’ya vardığımızda saat dokuza geliyordu. Yıkanıp yemeğe indim. Yakub yolunun ilk rehberinin
yazarı Aymeric Picaud, Estella’dan, ‘Ekmeği mis gibi, şarabı, eti, balığı harika, bereketli bir yer. Irmağı Ega’nın
suyu güzel, tatlı ve temiz,’ diye söz etmişti.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:76)
“Aman Tanrım!.. Yemeklerin dumanı tütüyor, şaraplar mis gibi kokuyor ve küçük çıngırak, azgın azgın:
-Aman, elini biraz daha çabuk tut, diye bağırıyor.”
(A. Daudet, Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:39)
“... evlerde ya da sıradan küçük büfelerde bulabileceğiniz türde Amerikan tipi bir süzgeçli kapta
hazırlanan ve domuz pastırmalı yumurtayla birlikte sunulan nefis bir kahve de, böylece kokar; saf kaynak suyu
gibi iner midenize, ama arkasından da bir çarpıntı tutar sizi, çünkü bir fincan kahvede dört fincan
espressodakinden daha fazla kafein bulunur.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:45)
“Tebriz’li tacirin, Mevlana’nın bir mübarek bakışı ile aklı başından gitti ve pek çok ağladı. Mevlana,
‘Senin elli dinarın makbule geçti ve bu, bundan önce uğradığın o iki yüz elli dinar zarardan daha iyidir. Tanrı
sana bir bela, bir kaza vermek istedi. Fakat o kazayı bu sohbetle bağışladı ve sen o afetten kurtuldun. Mazeretini
de kabul edecek.’ Zavallı tacir Mevlana’nın o misk kokulu nefesinden şaşkına dönmüş bir şekilde sevindi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:103)
“Anaokulunda yaptığımız şey, genellikle oyun oynamak ve şarkı söylemekti:
Kuş sesleri ovalara yayılır
İnsan buna hayran olur bayılır.
Bal yapanlar çiçeklere konarlar
Kuzucuklar taze çimen ararlar
Yeşillenmiş ağaçlarda yapraklar
Amber gibi mis kokuyor topraklar.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:36)
“Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız Kurban Efendi, üç gün evvel kapının önünde Munise’yi yakaladı.
Kızcağızın zorla yanaklarından öperek:
-Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:285)
“ZENOBIA (Bir mektup uzatır.) - Bu mektubun dili açıktır işte!
IRENE - Kim yollamış onu?
ZENOBIA - Sultan.
IRENE (Mektubu açar.) - Ne sıcak, mis kokuyor.”
(F. Herczeg, “Bizans”, sa:36)
“DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden>
--------------------------Böyle deyip çıktı geminin direğine ve açtı üst yelkeni.
Gerdi gemiciler yelkeni, iki yandan şişirince rüzgar.
Birden, olağanüstü şeyler olmaya başladı.
Baldan tatlı, mis kokulu bir şarap
akmaya başladı pupa yelken giden siyah gemide,
Güzel kokular yükseldi her yanda.
Şaşakalmıştı bütün gemiciler.”
(Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:101)
“Burada sahne çocuklarda olduğu kadar komik değildi, aslında çok acıklı sayılırdı. Bu kemikli sıska
yüzlerin imrenerek buruştuğunu, ağızlarından salyaların aktığını görmek insanın içini burkardı.
-Ah Tanrım! Mis gibi kokuyor...”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:135)
“ACI PORTAKALLAR
--------------------------Gün ışığını içiyor,
tadını çıkarıyor küçük çiçeklerinin
mayısın tadını çıkarıyor
rüzgarla oynaşıyor
mis gibi kokular içinde.”
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
“Ceketimi çıkardım, kurutuyordum; mutluluğunda sıcaklık gibi ayaklarımdan baldırlarıma,
bacaklarıma, göğsüme yükseldiğini hissettim; karnım açtı ve pişen yemeğin dumanlarını istekle içime çektim;
herhalde fasulyeydi; mis gibi kokuyordu; yeryüzünde mutluluğun, insan boyuna göre nasıl biçilmiş olduğunu bir
daha hissettim; mutluluk bazan gökte, bazan kafamızın içinde kovaladığımız az bulunur bir kuş değildi.
Mutluluk avlumuza yerleşmiş bir kuş.” ............................ “Yılda iki defa, Paskalya ile Noel’de, ta uzaktaki
köyden dedem yola çıkar, torunlarıyla kızını görmek için Megalo Kastro’ya gelirdi. Her zaman hesaplar ve
canavar damadının evde olmadığı saatte gelip kapıyı çalardı. Kesilmemiş, uzun ak saçlı, güleç mavi gözlü,
boğum boğum kocaman elleri olan, çıkık kemikli bir ihtiyardı; beni okşamak için elini uzatır, okşadığı zaman
derilerim soyulurdu. Üzerinde, pazar gününe mahsus koyu çividi şalvarı, siyah çizmeleri, iri mavi benekli baş
mendili vardı. Her zaman da, limon yapraklarına sarılı aynı hediyeyi getirirdi: Fırında pişmiş bir domuz yavrusu;
güler, onu açar ve evin içi mis gibi kokardı.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:28;173)
“Kadınlar, kızlar livarları <Tutulmuş balıkların biriktiği kap> boşaltıp deniz kıyısına götürüp mis gibi
temizlemiş, günün kavuşmasını beklemeye başlamışlardı. Odunlar çabuk yandı, közler oluştu. Vasiliyle Hüsmen
işi ele alıp balıkları ateşin üstüne attılar. Közlerin <ateş> üstünden yoğun bir duman yükseldi, ortalık balık
koktu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:218)
“O akşamı, konuşarak, yakındaki mandalina bahçesinden gelen, dalından yeni kopmuş mis kokulu
mandalinalardan yiyerek geçirdik. Anlatabildiğim kadarını anlattım. Zaten bana inanıyorlardı, bir açıklama
beklemedikleri ve ‘Konuya komşuya rezil olduk’ demedikleri için minnettarlık duyuyordum.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:423)
“Aşk Şiiri
----------Ruhumdaki bahçelerden yükselir
bu mis kokular
bu gecenin karanlığı içinde görünmeyen
gülleri tarif ederek.”
(Talat Mahmud<1924-1998>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.02.06)
“Hava sıcak ve sakindi. Bir dizi halinde uzayıp giden çiçek tarhlarının çevreye yayılan mis gibi kokusu
akşamın büyüleyici sessizliğiyle birbirine karışıyordu. Uzun uzun ve mor mor çiçeklerinin ortasındaki fıskıyenin
suyu, kulağa hoş gelen hışırtısıyla ilk yıldızların parlamaya başladığı karanlık gökyüzüne doğru fışkırıyordu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:376)
“İşte 8 Temmuz Cumartesi günü beş yirmi beş treniyle Pooissy’ye yollanıp her cumartesi olduğu gibi
yemekten önce yem serpmeye çıktık. Hava, ertesi gününün güzel olacağını gösteriyordu. Melie’ye: ‘Yarın mis
mi mis!’ diyordum.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:29)
“GÜLLER
XIII
-----------Nice kez gördüm seni, kurumuş ve mutlu,
-sanki bir kefen her bir taçyaprak-
bir tutam saçın yanında, bir çekmecede mis kokulu,
ya da sevilen bir kitap arasında, bir köşede, yalnız,
okunacak.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
“İSMENE
----------Karanfiller gerçekten açmıştı. Havuz biraz ötedeydi.
Kanaryaları kafesleriyle bahçeye çıkartıp taş sıranın
üzerine koyduk,
küçük su kaplarını yıkadık, sularını, yemlerini
tazeledik,
ağaçların altında kahvaltı ettik. Hava ısınmıştı.
Bir karanfil taktım saçlarıma. Ekmek mis gibi
kokuyordu.”
(Y. Ritsos<11909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:184)
“Bir gün hamamda, sevimli bir kişi,
Bana hoş kokulu, bir kil vermişti:
Kile dedim: ‘Mis misin, amber misin?
Sarhoş oldum, bu hoş kokundan senin!’
Kil dedi ki: ‘Değersiz bir balçıktım,
Ama bir süre gülün yanında kaldım...
Benim olgunluğum dostun yüzünden,
Yoksa yine aynı toprak; kilim ben...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:25)
“ZÜLEYHA
-------------Çiçeğin mis kokusudur bana gelen,
Coşkulu yele tutarım yüzümü ben,
Aşk şarkıma sözcük bulabilmek için,
O göksel güzelliğine layık olan.”
(Salavat<1754-1800>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.06.04)
“Titremeyi sürdürüyor, heyecandan mı, yoksa soğuktan mı titrediğini bilemiyordu. Suyun içinde göz
bandını aradı, sıkı sıkı çitiledi, sıktı, yeniden başına geçirdi, şimdi o kadar çıplak değildi sanki. Salona
kurulanmış, mis gibi kokarak girdiğinde, doktorun karısı, ‘İşte size temiz ve tıraşlı bir erkek,’ dedi, sonra,
yapılması gereken ama eksik bırakılmış bir şey keşfetmiş gibi, ‘Sırtını yıkıyamamışsın, ne yazık,’ diye ekledi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:252)
“Parmaklarını büktü, ipek deri, canlı, dipdiri ve gergin, kımıldamamıştı. Lola kadife mantosunu
sırtından alarak yatağın üzerine fırlattı, çıplak kollarını Boris’in boynuna doladı: Mis gibi kokuyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:37)
“SEVİYORUM <1925>
-----------------Yaşam yine çok güzel, çok yalın.
Özlediği yine güneşli Kırım,
Bu düşle oluyorum hep çılgın!
Bu adı sevinçle tekrarlıyorum
Mis kokan, güzellik gibi ona,
Öpüşlerin eza versin diyorum
Dudağına...”
(İgor Severyanin<1887-1941>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 12.06.03)
“Ne tatlar, ne sevgiler verirsin sen utanca
O bir kemirgen gibi yerken mis kokan gülü
Sende koncalar açan güzelliğe konunca!
Ah, günahların nice hoş şeylerle örtülü!”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, No:95, sa:231)
“Korkuluk
Acımasızca çakılmış duruyor
tarlanın ortasında günbegün
gözü kuşlarda ancak konan yok
Hiçbir zaman çaputlarına.
Kim bilir ne düşünüyor: dal budak
yetişir gövdemden, çiçekler açar
mis kokulu yuvalar kurar
ilkbaharda kuşlar...”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Arkadaşına bakmadan, saydam küçük fincanlara misk gibi kokan çaydan koymaya başladı. Ficanı
Anna’nın önüne sürdükten sonra kutudan bir yaprak sigara alıp ağızlığa taktı, yaktı onu. Fincanı aldı,
gülmüyordu artık.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:567)
“Yine de, diye geçirdi içinden, çiçekli ipekli -bir denizci tarafından kurtarılmanın hazzı- bunlar ancak
dolambaçlı yollardan elde edilebileceklerse, insan ne yapsın, dolambaçlı yollardan gitmeliydi. Genç bir erkekken
nasıl ısrarla kadınların itaatkar, iffetli, mis kokulu ve şık olmalarını istediği geldi aklına.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:107)
“Laurent, yeni kurulan aileye hiçbir şey getirmediği gibi, işini bıraktı, kendini resme vereceğini bile
söylüyordu. Ama küçük ailenin geleceği sağlanmıştı. Kırk küsur bin frangın geliri, tuhafiyeci dükkanından elde
edilen kazançla birleştirilince, üçünü de mis gibi geçindirirdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:160)
“... ve sönmüş bir alevin üzeri nasıl gümüş renkli bir dumanla kaplanırsa, burada da, geçmişin bu
solmuş izlerinin üstünde mis gibi kokan görülmez bir bulut dalgalanıp duruyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:99)
Misafir uğurlamak : Misafiri kapıya, ya da gideceği ulaşım merkezine kadar geçirmek
“Misafirleri uğurlayan kadınlar gene hasır sandalyelere oturmuşlardı. Osman onlara yaklaşırken her
akşam takındığı sevgi, dostluk ve şefkat istiyen yorgun erkek tavrını takındı ve keyiflendi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:310)
Misafir umduğunu değil bulduğunu yer : Özellikle çağrılmadan gelen misafir, Tanrı misafiri, kaderine
küsmek zorunda kalabilir, ama elinden geldiği kadar misafir ağarlamayı bir yaşam şekli haline getirmiş
kültürümüzde, misafirlik, genellikle çok hoşnut bir olaydır.
“ ‘Kusura bakmayın Tanrı misafirleri, misafir umduğunu değil de bulduğunu yer. Bir, ekmeğimiz yok,
hepsini askerler aldı, iki, bulgurumuz, üç, kahvemiz de yok. Harpten önce bir eve misafir geldiğinde bu evde
çifte dibeklerde kahve dövülürdü. Bu evin içi gece gündüz kahve kokardı. Şimdi çay var ama şeker yok. Ekmek
de yok. Ne unumuz, buğdayımız, bulgurumuz, ne de… Neyimiz varsa askerler aldı.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:171)
misconstrue : (KOLL.,İNG.) <mis’konst’ru> :
miscreant :
misdeem :
(KOLL.,İNG.)
(EDEB, İNG.)
<mis’kriant> :
Yanlış, ters anlamak, ters mana vermek
(Eski terim) İmansız, zalim, gaddar, vicdansız
<mis’di’m> : Yanlış hüküm vermek
mis en scene : (FR.,TİYAT.) <mi z’an sen> : Sahneye bir oyun koymak : Stage setting a play (İNG.)
miserere : (LAT., DİN) <mize’riri> : Mezmur’ <Kavalla terennüm edilen ilahi; Davud Peygamberin
kavalla ifade ettiği dinsel-Zebur ibareler Mezmurlar kitabındaki 51’. Mezmur : Latince metin bu kelime ile
başlar; Miserere mei : Gave mercy on me = Bana acı (VULGATE, psalms, LI (L),1
misericord(e), miseriecordia : (LAT., DİN) <mizeri’kord, mizeri’kordia) : Manastırda, oruç
zorunluluğundan affedilme; böyle affedilenlerin odası; kilisede ayakta ilahi söyleyenlerin arkalarını dayamapa
özgü küçük çıkıntı, eskilerde yaralı bir düşmanı azaptan kurtarmak için son darbenin vurulduğu hançer ya da
sıkılan kurşun; Merhamet
misfortune :
(PSYCH.,KOLL.) <mis’for’çun> :
Bedbahtlık, bela, felaket, talihsizlik
Misk, Müşg : (ARAP.): Doğu Türkistan’da yaşayan bir cins ceylanın göbeğinden çıkarılan güzel kokulu
madde; Mis gibi koku; Eskiden, kokusuyla ve rengiyle sevgilinin ter kokusu, beni, saçları, kaşları misk’e
benzetilirmiş
“Erdemi, hüneri göstermek gerek,
Alırlar özünü misk’i ezerek...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:213)
Miskal : Osmanlılarda, altın, gümüş gibi değerli madenleri ayartmada kullanılan bir buçuk gramlık dirhem
“Reha Bey, yine dün gece bana orada Neyzen Tevfik’i tanıttı. Aman yarabbim, o ne garip adam o!...
Tam manasıyla kalender, derbederin biri... Yalnız o kadar mı ya? Ağzı, insanla konuşurken gözleri başka
alemlerde, başka şeylerde meşgul gibi... Bakıyorsunuz, bazen ağzından lakırdı dirhemle değil de miskal’le
çıkıyor, bazen de bir şeye kızıp yumruğunu masaya vurarak,
-Bana lüzumu <gereği> yok gülün de, gülşenin <gül bahçesi> de... hepsinin yuh ervahına!’ <Arapça:
Ruhlar> diye bar bar bağırıyor.”
(O. C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
Misket (Musket) : (COLL., HIST..ÇOCUK) : (1) Güzel kokulu meyveleri nitelemede kullanılır, örneğin
‘misket armudu’, ‘misket üzümü’; (2) Misket’nden yapılmış şarap; (3) Demir bilyalar, kurşun; onlarla uynanan
‘kaptan’ oyunu vb.; (4) Yeni çağlarda savaşlarda kullanılmış olan <özellikle Waterloo’da> çatal bir destek
üzerine yerleştirilerek fitille ateşlenen, dolayısıyla misket fırlatan bir silah
“Wellington, başka herhangi biri kadar kahramandır. Asıl büyük olan, o kurşuni üniformalı
İskoçyalılar, horse-guard’lar; Maitland’in Mitchell’in analyları, Pack ve Kempt’in piyadeleri, Ponsonby ve
Somerset’in süvarileri, misket atışı altında gayda çalan ovadakiler, Rylandt’in taburları, d’Essling’in ve
Rivoli’nin tecrübeli birliklerine kafa tutan, musket <misket atan alet> kullanmasını doğru dürüst bilmeyen daha
yeni devşirilmiş askerlerdir.”
(V. Hugo,, “Sefiller”, Cilt:II, sa: 84)
Miskin; Miskin kerata; Miskinlik; Miskin miskin : Tembel, işsiz güçsüz, uyuşuk; Uyuşukluk, tembellik;
tembel tembel (bakma ya da konuşma) (Argo)
“Rıhtıma sıra sıra dizildiklerini görürdüm. Bazı dalgalı gecelerin sabahları, medle yükselmiş ve şimdi
sakinleşmiş suyun kenarında kedi leşleri buldum..... Adada kala kala miskin kasap kedileri ve pamuklar kaldı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:30)
“ ‘Ah, biliyorsunuz, çok karanlık zamanlarda yaşıyoruz şimdi; yüzüm kızararak söylüyorum, daha
birkaç yıl önce, Viyana Genel Danışma Kurulu, papaz olmanın, her rahibin görevi olduğunu açıklamak zorunda
kaldı. İki yüzyıl önce, görkem ve kutsallıkla pırıl pırıl parlayan kaç manastırımız şimdi miskinlerin sığınağı
oldu.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:64)
“YERYÜZÜ AYETLERİ
-----------------------------zehirli, kekre buharlarıyla
alkol bataklıkları
miskin aydınlar kalabalığını
derinliklere çekip sürükledi
ve sinsi fareler
altın yaldızlı varakları
köhne dolaplarda kemirdi”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79)
“Bayılmıştın. Etrafıma baktım, kimseler yoktu. Galiba yemeğe gitmişlerdi. Cılız vücudunu bir torba
gibi sırtıma vurdum. Seni çeşme başına götürdüm. Başını bir iki kere yalağın içine daldırıp çıkardım. Sen, titreye
titreye açıldın:
-İki karış yerden düştün diye ayılıp bayılmaya utanmıyor musun, be miskin?.. dedim.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:148)
“Sınıf öğretmeni ise derse başlamadan önce öğrencilerin karşısında şöyle konuştu: ‘Evet, işte şu sırada
Stuttgart’ta devlet sınavı yarın başlıyor. Bizim Hans’a şans dileyelim hep beraber! Doğrusunu isterseniz, bizim
bu dileğimize de ihtiyacı yok onun, sizin gibi tembel, miskin heriflerin on tanesini cebinden çıkarır.’ ”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
“Ömer ‘Hay gidi miskin!’ diye koştu, hayvanın tam başından sımsıkı tuttu. Sıktı. Sonra yerden çekerek
havada çevirdi, çevirdi. Kaz, iki misli uzayan boynunun ucuna asılı kocaman, iri yağlı vücuduyla fırıl fırıl
dönüyordu. Birden Ömer’in avucu açıldı, kaz yayından kurtulan bir ok gibi fırlayarak gitti, şadırvanın mermer
oluğuna hareketsiz cansız düştü.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Küs Ömer”, sa:93-4)
“İki berduş şarap içip sızmakla meşguldüler; biri kırmızı şarap şişesini elinden bırakmaksızın, gelip
geçene arada bir miskin miskin seslenip, yürek burkan bir gülümseme sergileyerek yeni bir şişe için sadaka
dileniyordu. Yere oturup sırtını duvara vermiş genç bir adam yüzünü ellerinin arasında gömmüştü: Önünde
tebeşirle yazılmış bir yazıda kodesten çıktığı, iş bulamadığından aç kaldığı yazıyordu.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:185)
“... kendini biraz geri çekti ve yine yüksek sesle, ‘Buna bir son vermeli!’ dedi. Sonra sesini
yükseltmesinin neden olduğu bu hiç de hoş olmayan ruh halinden kurtulmak için hafif hafif öksürdü, geriye
döndü ve başını öne eğerek, elleri arkasında odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
‘Buna bir son vermeli!’ diye tekrarladı. ‘Buna bir son vermeli! Miskin miskin dolaşıp vaktimi boşa
harcıyorum, bataklığa saplanıyorum, bu gidişle Christian’dan da budala bir insan olacağım!’ ”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:416)
“Az yesen yemeği beğenmedi, kibirli derler. Çok yesen obur, körboğazlı derler. Yavaş yavaş yesen
miskin, mızmız derler. Hızlı hızlı yesen açgözlü, arsız derler. Bu kadar kural içinde bir orta yol bulabilirsen
alnını karışlarım.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:23)
“Galip alışkanlıkla dinledi: ‘Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekata ihanet ettiğin için değil,
senin yüzünden rezil olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert
insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarında kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta giderken.....
hayır hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için..... yıllarca ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim
seni.’ ”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:360)
“PENCERE
------------Sesleri, gece saatlerinde
dizlerinde kıvrılıp miskin miskin mırıldanan
geminin kara kedisini okşayan iri avuçlar gibidir,
ve ne o eller görünür, ne de kedi, görünen sadece
kedinin fosforlu gözleridir, çiçekli bir adaya yanaşan
bir geminin kıyıyı tarayan iki yan projektörü gibi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:86)
“Ötekiler, öbür ikisi, sepette, horuldayarak, aptalca bir keyifle, kıvrılıp yatmışlardı; ağustos böcekleri
gibi. Daniel sepettekilere kötü bir rahatlıkla baktı: Miskin keratalar.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:87)
“LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun
oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar,..... ağzının suyunu akıtacak bir
sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“Stepan Arkadyeviç, her zaman olduğu gibi, boş geçirmiyordu gene Petersburg’da zamanını.
Kızkardeşinin boşanma ve kendi göreve atanma işini çözümlemekten başka, gene her zaman olduğu gibi,
Moskova’nın miskinliğini üzerinden atması gerekiyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:564)
“Bu arada uzun kış ayları yaklaşmaktaydı. Parktaki tüm ağaçlar kırağı kaplıydı. Irmak miskin akıyordu.
Bir gün yere kar düşmüşken ev ahşap kaplamalı karanlık odalarda gölgeler kıpırdaşır ve parkta erkek geyikler
bağrışırlarken, casusların korkusundan hep yanında taşıdığı aynada, katillerin korkusundan hep açık bıraktığı
kapının aralığından bir oğlanın -Orlando olmasın? -bir kızı - hay allah, kimdi bu utanmaz yosma? -öptüğünü
gördü. Altın kabzalı kılıcını kaptığı gibi öfkeyle aynaya indirdi. Ayna tuz buz oldu; insanlar koşup geldiler; onu
kaldırıp yeniden koltuğuna oturttular; ancak bundan sonra bir daha toparlanamadı ve son günlerinde
insanoğlunun sadakatsizliğine söylenip durdu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:25-6)
“Jean, bir felaket olacak korkusuyla:
-İpi bıraksana! diye haykırdı.
Kız dinlemiyor, soluk soluğa koşuyor, öfke ve dehşet dolu bir sesle sövüp sayıyordu:
-La Coliche! Duracak mısın, la Coliche!... Hay, pis murdar hayvan!... Hay! Miskin cenabet!”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:7)
misogamy : (SOS.,PSYCH.,İNG.)
<miz’o’gami> : Evlilikten nefret etme, misogamist
misogynist : (SOSY.,PSYCHO,İNG.) <mizo’cinist> : Kadından nefret etme; misogynic <mizo’cinik)
öyle bir kimse
Missa cantata : (LAT.,DİN,MUS.) <misa kan’tata> : Bir papaz tarafından seslendirilmiş celse = A mass
sung by one priest (İNG.)
missal :
(HIRİST.,)
<mi’sal> : Katolik kilisesinde Aşai Rabbani kitabı; dua kitabı
Mistism, Mistisizm : (FELS.,DİN) : Gizemcilik ; Orfizm Bk.: Orfizm
Mistletoe : (BOT.,KOLL.,İNG.) <misl’to> : Ökseotu; kiss under the missletoe : Özellikle Noel günü, giriş
kapısının üzerine iliştirilmiş bu otun altından bilmeyerek (?) geçen genç bir kadını bir erkeğin öpme adeti
Misyonu olmak : Hayatta önemli bir çizgisi, gayesi olmak
“Kaçacağından korkuyormuş gibi ellerine sarılan çocuğa baktı. Seviyor muydu onu? Bilmiyordu. Ne
var ki bu düşünceleri daha sonraya bırakabilirdi; şimdi, yerine getirmesi gereken bir misyonu vardı - ve bu
misyon yıllardan beri, ona Tanrı tarafından buyurulmayan ilk misyondu.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:185)
Miş miş : Şöyleymiş böyleymiş, Rivayete göre
“-Ne bileyim, şekerim. Öteki sürgünler mahsus yapıyor dediler..... Güya İstanbul’da daha evvel yüksek
bir memurmuş, mutasarraflık (köylerden satın alma memuru) bir nevi sürgünlükmüş... Miş, miş, miş...”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:90)
“Kimi, efendim milattan bin beş yüz yıl evvel Firavun Tutmosis’in emriyle yapılmış demiş ve sonraları
Üçüncü Ramses tarafından zorla gasbedilmiş de miş miş; nihayet, Roma İmparatoru Augustus tarafından
dikilmiş. Yok efendim, Theodosius bunun üst kısmını Mısır’dan getirtmiş.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:79)
Mit (Myth); Mitoloji (Mythology); Mitos (Mythos): Hurafe, efsane, mitos; Bunları anlatan ve bağrında tutan
bilim dalı; insanlığın başlangıcındanberi nesillerden nesillere (kuşaklardan kuşaklara) sözsel ya da yazısal
olarak intikal eden, toplumun psiko-sosyal yaşamında gerçek gibi hayal ettiği alegorik (simgelerle
canlandırma), imgesel, anlatılan ve yaşanılan inanç sistemleri; Çoğu yazılmadan nesillerden nesillere intikal
eden dünya görüşü ve ölmez kahramanlar alemi. Size bu çok önemli konu hakkında yazdığım bir araştırma
makalesini sunuyorum (İ.E.)
MİTOS ve RİTÜEL:
Mit hakkında psikanalitik literatürü araştırdığımızda, Freud’un “Totem and Taboo”sunu sanki bir ‘Ahdi
Atik’ gibi kabul ettikten sonra, en önde gelen yorumların, büyük analist Erich FROMM’dan geldiğini tesbit
ederiz. Bu nedenle yazarın, “Rüyalar, Masallar, Mitoslar” (Arıtan Yayınevi, Çev.: Aydın Arıtan ve Kaan H.
Öktem, İstanbul 1992) adlı eserinden yaptığım özeti öncelikle sunuyorum.
Fromm, “Mitoslar ve masallar, kendilerini sembol dili aracılığı ile ifade eden, geçmiş zaman bilgelikleri
ve özdeyişleridir,” tarifiyle başlıyor. Uzay ve mekan koordinatlarının egemen olduğu dünyada mümkün
olamayacak dramatik olaylar, mitos’larda pekala gerçekleşebilir. Kahraman, dünyayı kurtarmak için evini,
ocağını terkeder veya görevinden kaçar ve büyük bir balığın karnında yaşar ya da efsanevi kuş yaratık kül olur
ve küllerinden daha güzel bir biçimde yeniden doğar (Dyonisos, Olympos tanrıları dönemi öncesi Titan’lar
tarafından parçalanır, ama kardeşi Athena, onun arta kalmış kalbini alır babası Zeus’a götürür, Zeus’ta oğlunun
kalbini yutar ve barsağından yeni bir Dyonisos doğar. İ.E.) Doğal olarak bütün bu olaylar, sembolik bir şekilde
oluşur.
S e m b o l nedir?
Sembol’ün tanımı çoğunlukla, “Başka bir şeyin yerinde duran, onu temsil eden” olarak yapılmaktadır.
Sembol, benliğimizin dışını temsil etmektedir. Sembolize ettiği şey ise, içimizde saklıdır. Sembol diliyle,
içimizdeki duyguları, sanki somut birer algı imiş gibi açıklayabilir ve birçok şeyi temsili olarak anlatabilme
imkanına kavuşuruz.
G e l e n e k s e l s e m b o l l e r e verilebilecek en yaygın örnek, sözcüklerdir. Bazan resimler de
geleneksel sembollere bir örnek olabilirler. Örneğin bayrakların, renkleri ve sembolize ettikleri ülkeyle yakından
ya da uzaktan hiç bir ilgileri yoktur. Fakat buna karşın, onlar da birer semboldür ve bayraklar, ülkelerin en güzel
tanıtım aracı olarak kabul edilmişlerdir. Bazı resim-semboller ise, yalnızca geleneksel sembol olarak kabul
edilemezler. Buna en iyi örnek ‘haç’tır. Eğer haç’ı tamamen geleneksel bir sembol olarak düşünürsek, yalnızca
kiliseyi temsil ettiğini görecek, böylece bir bayraktan farkı olmadığına hükmedeceğiz. Ama haç’ın özel bir
anlamı daha vardır. Haç ile İsa’nın ölümü ve bununla beraber de, ruhsal ve maddesel dünyaların birbirlerini
tamamlamaları anlatılmak istenmiştir. Buradaki ilişki, başka bir boyut kazanmıştır.
E v r e n s e l s e m b o l l e r’de ise, sembol ve sembolize ettiği şey arasında belirli bir ilişki vardır.
Bunlar, insanların kişisel deneyimlerine dayanmaktadırlar. “Ateş”i bir sembol olarak kullandığımızı düşünelim.
Ocaktaki ‘ateş’in canlılığı hepimizi büyülemektedir. Ateş, durmadan değişir, büyür, küçülür, fakat yine de belirli
bir sürekliliğe sahiptir. Ateş için şunu söylemek mümkündür: O, hiç bir zaman aynı kalmadığı halde, hep aynı
olandır. Güç, enerji, büyüklük ve hareketlilik ateşin en önemli özellikleridir. Sanki sonsuz bir güç kaynağını
kullanarak dans eder gibidir. Eğer ‘ateş’i bir sembol olarak kullanacaksak, onun özelliklerine uyan duygularımızı
dikkate almamız gerekecektir. Yani; güç, çabukluk, çeviklik, hareketlilik, büyüklük, neşe ve canlılık, ateş
sembolü ile anlatabileceğimiz duygularımızdır.
Şimdi, insanlığın tarihi boyunca, düşünürlere, yazarlara ve sanatçılara esin kaynağı olmuş “evrensel
mitos”ların ikisini ele alacağız.
a)
OEDIPUS
M i t o s ’u .
Bundan, “Hamlet”de yeterlice bahsetmiştik ve Kıral Oedipus’u, kendini kör ettikten sonra, kızlarının
refakatinde Colonos’a kadar getirmiştik. Oedipus’un ondan sonraki hayat hikayes, mitos ve analizi’ni, şimdi yine
E. Fromm’un kaleminden izleyelim.
“Oedipus Colonos’ta” adlı eserde, kör Oedipus’un, Atina yakınlarındaki ‘Tanrıçalar Bahçesi’nde,
kızları eşliğinde gezindiğini görüyoruz. Kahine göre, Oedipus, bu bahçede gömülecek olursa, Atina şehri güçlü
düşmanlarına yenilmekten kurtulacaktır. Tragedya’ın devamında Oedipus, bu bilgiyi, THESEUS’a açıklar ve
yalnızca Theseus’un bildiği bir nedenden dolayı da, Tanrıçalar Bahçesi’nde gizemli bir biçimde ölür.
“Kimdir bu Tanrıça’lar? Oedipus’a neden bir tapınak vermeyi önermektedirler? Kehanette niçin
Oedipus buraya gömülecek olursa, yeniden kurtarıcı rolünü üstleneceği söylenmektedir?
Oedipus’un Kolonos’ta Tanrıça’lara yalvardığını görüyoruz:
“Uzak görüşlü tapılası kadınlar,
İlk önce sizin yanınızda ikamet ettiğim için,
Apollon’un bilgeliği ile beni onurlandırın!
Çok kötülükler öngörmüştü benim için,
Ama uzun seneler sonra rahatlığa ulaşacağımı da bilmişti.
Koro da ekliyor:
“Yaşlı adam durmadan geziniyor,
Fakat bir yerde dursaydı,
Hiç bir zaman
Korkutucu kadınların
Yaklaşılmaz bahçelerine
Adım atılmazdı.
Goethe, Faust’un en anlaşılmaz bölümlerinden birinde “Gizemli anneler” konusunu, Sophocles’e
benzer bir şekilde ele almıştır. Burada, Mephistopheles şöyle konuşmaktadır --- --Faust, Bl.2, ‘Karanlık Galeri’
(Finsterne Galerie)MEPHISTOPHELES : “Yüce sırları sakınarak öğrenirim.
Yalnızlık içinde oturan Tanrıça’lar vardır,
Çevrelerinde ne mekan, ne de zaman yer almaz,
Onların hakkında konuşmak bile utanç verir,
Çünkü onlar annedirler.
FAUST (Korkarak)
:
Anneler!
MEPHISTOPHELES :
Bu seni korkuttu mu?
FAUST
Anneler! Anneler! Gerçekten de harika bu.
:
MEPHISTOPHELES :
Öyledir ya! Tanınmayan Tanrıça’lar.
Siz, ölümlülerin de, bizim de pek anmadığımız,
Onların evlerini bulman için derinleri kazmalısın;
Onlara gerek duymanın tek nedeni ise, kendinsin.”
Oedipus trilojisi’ne (incest’in ötesinde) başka bir açıdan bakarsak, bunun, a t a e r k i l ailede baba
otoritesine karşı yapılan bir isyan olarak görebiliriz Oedipus’un Jacosta ile evlenmesi, yalnızca ikinci dereceden
bir öneme sahiptir. Kıral Oedipus, daha çok, babasına karşı zafer kazanmış bir erkeğin sembolüdür.
Oedipus’un kendini kör ettikten sonra bir süre Theba’da kaldığını biliyoruz. Oedipus’tan sonra, amcası
K r e o n , Theba kıralı olmuş ve Oedipus’u sürgüne yollamıştır. Oedipus’un kızları olan A n t i g o n e ve I s m
e n e , babalarıyla birlikte sürgüne gitmişlerdir. Fakat her iki oğlu da (yani E t e o k l e s ve P o l y n e i k e s),
babalarına yardım etmemekte kararlıdırlar. Oedipus’un Theba’yı terkettiğinde, bu iki kardeş arasında bir taht
kavgası başlar. Eteokles bu kavgayı kazanan kişidir. Fakat Polyneikes teslim olmaz ve yabancı askeri güçlerin
yardımı ile tahtı ele geçirmeye çalışır. Bunun için babasına gidip, özür diler ve yardımını ister. Fakat Oedipus’un
oğullarına duyduğu nefret çok büyüktür. Polyneikes’in yalvarmalarına rağmen oğlunu affetmez. Ölümünden
önceki en son sözlerinde şunları söyler:
“Defol, aşağılık adam. Senin baban yok artık!
Korkak adam, dinle şu lanetlerimi:
Hiç unutma, mızrağın hiç bir zaman
Doğduğun kenti yenemeyecek ve hiç bir zaman
Argos’a geri dönmeyeceksin, çünkü onu öldürerek
Seni reddeden kardeşini kaybetmiş olacaksın.
Kardeş kinini uyandıran Tanrı Ares bile,
Sizleri kurtaramaz artık..”
Bachofen, 1861’de yayımladığı “Analık Hakkı” (Das Mutterrecht) adlı kitabında, insanlık tarihinin
başlarında, cinsel ilişkilerin özgür ve bağımsız olduğunu iddia ederek, çocuğun yalnızca annesi tarafından kesin
olarak aileye bağlandığını söylemiştir. Bachofen, Yunan ve Roma antikitesine ait dini belgeleri incelediğinde,
kadınların sahip oldukları öncü rolün, yalnızca aile ve toplumda değil, aynı zamanda dinde de görüldüğünü fark
etmişti. (İnsanlık tarihinin gelişiminde, insanlar nerede yaşalarsa yaşasınlar, örneğin Ortaasya’da, kadın
şamanların, “yerleşim” öncesi devirlerde, dini lider olarak topluma önderlik ettiklerini, “Şamanizm” adlı
kitabımızda konu etmiştik -Anaerkil dönem- Dr.İ.E.)
Olimpik Tanrı dininden (Yani, bildiğimiz Z e u s bağlantılı ve Olimpos kökenli Yunan dininden) önce,
bir a n a T a n r ı ç a’ nın varolduğunu ve kadın kahramanlara dayanan bir dinin bulunduğunu kanıtlayan
Bachofen olmuştur.
Bachofen’e göre, zamanla erkekler kadınları yenmiş ve onları eğemenliklerinin altına almışlar, ayrıca, a
t a e r k i l bir toplum düzeni kurmayı başarmışlardır. Bu biçimde oluşan ‘ataerkil’ toplumda, “tek eşlilik” (en
azından, kadınlar için) babanın otoritesi ve erkeklerin toplum içindeki egemen rolleri en önemli özellikleridir.
Böyle bir ataerkil kültürde, d i n de, toplunmsal organizasyona uymuştur. (Sonuçta) ‘Ana Tanrıça’nın yerine,
artık ‘Erkek bir Tanrı’ geçmiştir.
Bachofen, aynı eserinin önsözünde şunları yazar:
“Tüm erdemlerin gelişimini, yani içimizdeki ‘iyi’ tarafların ortaya çıkarılmasını, anneliğin sihrinde
aramalıyız. Annelik, zorluk dolu bir hayatın içine, sevgi, barış ve anlayışın Tanrısal bir ışığı gibi doğmaktadır.
Kadın, yavrusunu koruduğu için, bir erkekten çok daha önce sevgi’yi öğrenmektedir. Sonra da, sevgisini kendi
benliğinin sınırları dışına çıkarmayı, onu başkalarına aktarmayı ve (yavrusunu korumaya ve güzelleştirmeye
yarayacak) bütün yaratıcılığını kullanmayı geliştirmektedir. Artık bu özelliğinden, hayatı sevgi, koruma ve
ölüme karşı oluş ortaya çıkacaktır.”
Bachofen’in, “Aşil”i (Aschilles) “Oreste” ile yaptığı analiz, onun Yunan mitos’ları hakkında yaptığı en
güzel çalışmalardan biridir. Bachofen’e göre, “Oreste”de, a n a T a n r ı ç a’ lar ile T a n r ı’ lar arasındaki
savaş, sembolik bir dile gözler önüne serilmiştir.
Eserin konusu kısaca şöyledir:
KLYTAIMNESTRA, kocası AGAMEMNON’u, sevgilisi EGIST uğruna öldürmüştür. Bunun üzerine
Agamemnon’dan olan oğlu OREST, annesini ve onun sevgilisini öldürerek, babasının intikamını alır. “Anaerkil”
düzeni ve “ana Tanrıça’ları” temsil eden ERINI’ler, Oreste’in peşine düşer ve onun cezalandırılmasını isterler.
Fakat yeni “Ataerkil” düzenin temsilcileri olan APOLLON ve ATHENA (Athena, ZEUS’un kafasından
çıkmıştır, onu bir kadın doğurmamıştır!), Oreste’i savunmaktadırlar. Bu çatışma, aslında, yeni ve eski düzen
arasında bir kavgadır. ‘Anaerkil’ düzen, için yalnızca tek bir kutsal şey vardır, o da anneyle olan kan bağıdır.
Bundan dolayı bir annenin öldürülmesi, işlenebilecek en büyük suçtur. Bu suç, hiç bir zaman
affedilmez. “Ataerkil” düzende ise, babaya olan saygı ve sevgi, en yüce duygudur. Bunun için babanın
öldürülmesi, işlenebilecek en büyük ve en kötü suçtur. Bu nedenle, Klytaimnestra’nın kocasını öldürmesi, her iki
düzen açısından da farklı bir biçimde değerlendirilmektedir. ERINI’ler açısından bu cinayet önemsizdir, çünkü
onlar, anneyle olan kan bağına daha çok önem verirler. Fakat “Olimpos Tanrı’ları” açısından, bir babanın
intikamını almak için bir annenin öldürülmesi suç sayılmamalıdır (HAMLET’de Ana Kraliçe Gertrude’un
öldürülüşü, gerçekten de ‘ataerkil’ bir dönemde yapıldığından ve ‘baba’nın intikamını almaya yönelik
olduğundan, Shakespeare o olayı ne de hafif geçmiştir. Dr.İ.E.)
AŞİL’in “Oreste” sinde, en sonunda Oreste, serbest bırakılmaktadır. Fakat ‘ataerkil’ düzenin bu zaferi,
yenilen Tanrıça’larla varılan bir anlaşma sonrası zayıflar. Çünkü artık onlara, toprağın “koruyuculuğu” ve
tarlanın “verimlilik Tanrıçası” olmak görevleri verilmiştir.
Başa, mitos’a geri dönersek, Oedipus, “ürkütücü tanrıça”ların bahçesinde, huzura erişir ve orada gerçek
bir yuva kurar. Bir erkek olmasına karşın, ‘anaerkil’ düzenin dünyasına ait olan Oedipus, gücünü de onlarla olan
ruh ilişkisinden almaktadır.
Oedipus’un, “anerkil” düzenin bir temsilcisi olduğunu gösteren başka kanıtlar da vardır: kızlarını
överken, Mısır’daki ‘anaerkil’ düzenden ve HERODOT’tan alıntı yapılmıştır:
“Tüm duygular ve hayatı
Nasıl da Mısırlı’larınkine benzedi!
Orada erkek evde oturur ve örgü örer,
Kadınlar ise dışarda çalışır ve
Hayatın devamını sağlamaya uğraşırlar.”
Oedipus Kolonos’ta da, baba ve oğul arasındaki çatışma ön plandadır. Onların, Doğa’nın yasalarına
karşı geldiklerini söyleyen Oedipus, kendi lanetinin, oğullarının Tanrı POSEIDON’a yaptıkları yakarıştan daha
güçlü olduğunu ileri sürmektedir. Lanetinin, Yunan Adalet Tanrıçası, doğal kan bağının koruyucusu ve
‘anaerkil’ düzenin temsilcilerinden “DIKE’nin yüce makamını, büyük ZEUS’un yanında koruduğu sürece”
geçerli olduğunu söylemektedir. Triloji’nin bu ikinci ayağında, insest ’den eser yoktur.
Oedipus Kolonosta’nın sonu, toprak tanrıçalarıyla olan bağı, daha da güzel bir biçimde sergiler. ‘Koro’,
‘görünmez tanrıça’lara ve ‘yeraltı tanrıça’larına yalvardıktan sonra, bir haberci, Oedipus’un nasıl öldüğünü
anlatmaya başlar. Oedipus, kızıyla vedalaştıktan sonra, THESEUS’un eşliğinde “Tanrıçalar Tapınağı”na
girmiştir. Haberci, Theseus hakkında şunları söylemektedir:
“Ve Kıral, elini bir kalkan gibi
Gözünün önüne tuttu, sanki korkunç bir
Resmi karşısında görmüş gibi
Bir süre sonra onu gördük,
Toprağa kadar eğiliyor ve aynı anda
Tanrı’ların yüce katına bir yakarışta bulunuyordu.
-----------------Fakat yaşlı adamın nasıl öldüğünü
Theseus’tan başkası bilmez herhalde;
Çünkü onu, ne Tanrı’nın şimşeği
Öldürdü ve ne de, denizden
O anda yükselen büyük bir fırtına.
O bir Tanrı habercisiydi, toprak yarıldı
Ve onu usulca kendi içine aldı,
Adam, hiç acı çekmeden ve hasta olmadan,
Buradan ayrıldı, hem de hiç kimseye nasip olmamış biçimde.”
T r i l o j i ’nin üçüncü bölümü olan A n t i g o n e’ ye gelince:
Burada da ‘anaerkil’ ve ‘ataerkil’ ögelerin çatışması eserin ana tema’sını oluşturur. KREON, artık
Theba’nın titan’ı olmuştur. Oedipus’un iki oğlundan biri şehire saldırırken, diğeri de tahtını korurken
ölmüşlerdir. Bunun üzerine Kreon, asıl kıralın gömülmesini, saldırganın cesedinin ise açıkta bırakılmasını
emretmiştir. Bir cesedi açıkta bırakmak, o çağda bir insana yapılabilecek en kötü aşağılama ve karalamadır.
Kreon, devlet yasalarının, kan bağının önüne geçmiş olduğu bir sistemin temsilcisi durumundadır. Ona göre
‘itaat’, insancıllıktan daha önemlidir. Fakat ANTIGONE, bu emirlere ve bu düzene uymak istemez. O, insanlara
önem verilmesinden yanadır.
Antigone, Kreon ile anlaşmaya girmek istemez. Fakat kızkardeşi ISMENE, ‘anaerkil’ düzenin
yenilgisini kabul etmiş ve yeni düzene uymuştur. Nitekim Ismene, Antigone’ye şöyle seslenmektedir:
“Hayır, anlamalısın artık: Biz kadınız,
Ve erkeklere karşı savaşamayız.
Ve de: Güçler tarafından yönetiliyoruz.”
K o r o’ nun insanlar için okuduğu methiye, ‘anaerkil’ düzendeki insancıl prensipleri pek güzel
tanımlar:
“Korkunç şeyler vardır ama hiç biri
İnsan kadar korkunç olamaz.
O, gri denizlerde de seyahat eder.
Kışın güneyden gelen fırtınalarda da,
Ve yüksek dalgaları kırıp geçer.
Ve Tanrı’lar için çok kutsal olan,
Yaratıcılığı bitmeyen ve yorulmayan toprağı
Hor kullanır insan,
Her sene kara sabanıyla,
Ve atın yardımıyla, onu yararak.”
ANTIGONE, insanların yaptıkları yasaların , ‘Olimpos Tanrıları’nınkine eşit olamayacağını söyler.
“Çünkü onlar dün veya bugün yaratılmadılar. Onlar baştan beri varlar ve nereden geldiklerini de kimse bilemez.
Ölmüş olan insan, ‘toprak ana’ya geri döner.” Antigone, insanlar arasındaki dayanışmaya ve herşeyi kapsayan
‘sevgi’yi temsil etmektedir. “Hayır! Nefret etme, çünkü kadının doğasında sevgi vardır! ”der.
KREON içinse, otoriteye itaat etmek, en büyük erdemdir. Antigone’yi mutlaka yenmesi gerekecektir;
çünkü ancak o zaman, ‘ataerkil’ aileyi ve ‘erkekliği’ni kanıtlamış olacaktır.
“Evet oğlum!
İşte göğsünde, babanın tüm fikirlerini
Kabul ettiğin yazmalıdır.
Onun için erkekler, itaatkar
Çocuklar yetiştirebilmek için Tanrı’ya yakarırlar.
-----------------Oğlum, bu yüzden bir kadın
Uğruna hiç bir zaman aklını kaybetme.
Çünkü inan bana, soğuk bir sarılıştır o.
Eğer yatak arkadaşın olan kadın iyi biri değilse.
Hangi müthiş kötülük
Olabilirdi kötü bir arkadaştan başka!
Hayır, kötü bir arkadaş gibi fırlat, at onu
Ve bu kadının, Hades’ten bir erkek almasını sağla!
-----------------Varsın Zeus’a yalvarsın, kanın
Koruyucusuna! Fakat kendi soyunda
Düzensizlik olursa, devletinde de olur!
Evinde iyi bir erkek olan,
Devletine de iyi bir erkek olur.
Böyle bir erkek, bundan emin ol,
Adil biçimde yönetir ve yönetmeyi de ister..”
Onun sisteminde, vatandaşlar, devletin ve hükümdarın mülkiyeti altındadır. Bundan dolayı da,
‘disiplinsizlik’ten daha büyük bir kötülük yoktur. Kreon’un oğlu HAIMON ise, Antigone ile aynı safta
savaşmaktadırlar. İlk önce babasını sözcüklerle ikna etmeye çalışan Haimon, daha sonra muhalefetini açıkça
belli etmektedir:
HAIMON :
KREON :
HAIMON :
KREON :
HAIMON :
Ben, tek bir kişiye ait olan devlete, devlet demem!
Devlet, onu yöneten adamın olmaz mı?
Boş bir ülkeyi kendi başına ne güzel de yönetirdin...
Galiba bu adam, kadınlarla işbirliği yapıyor.
Aşağıdaki Tanrıça’lar, bana olduğu gibi, sana da hükmederler.
Artık trajedya, kaçınılmaz finale doğru ilerlemektedir. Kreon, Antigone’yi canlı canlı bir mağaranın
içine gömmüştür. Aslında bu davranış, yine Antigone’nin toprak ile bağlılığını göstermektedir. Kıral Oedipus’ta,
Oedipus’un suçunu lanetlemiş olan kahin THEIRESIAS, bu kez de Kreon’un suçunu kanıtlamaya çalışır. Kreon
paniğe girer ve Antigone’yi kurtarmaya çalışır. Mağaraya koşar, fakat Antigone çoktan ölmüştür. Bu arada
Haimon, babasını öldürmeye yeltenir, bunu başaramayınca da kendi canına kıyar. Kreon’un karısı EURYDIKE
ise, intihar eder; kocasını, evlat katili olarak lanetler ve hayata gözlerini yumar. Ve perde, Kıral Kreon’un şu
haykırışlarıyla kapanır:
“suç benimdir!
Evet, ben öldürdüm,
Evet ben, gerçeği söylüyorum!
Beni bu yoldan hemen götürün, hemen!
Beni artık hiç bir şeyi kalmayan hiçi,
Götürün beni, o mağrur adamı,
Ve seni de güzel kız, seni de! Vah, vah!
Ve ben artık sana nasıl bakarım,
Tuttuğum her şey kurudu,
Yukarıdan üstüme
Müthiş bir kader indi..”
Özet:
Oedipus, Haimon ve Antigone’nin temsil ettiği “anaerkil” geleneksel toplum düzeni, Kreon’un
temsilcisi olduğu “ataerkil” ve “inatçı” toplum düzenine üstün gelmiştir.
b)
YARATILIŞ
Mitosu:
B a b i l’ i n Y a r a t ı l ı ş M i t o s ’u (Enuma Elish), erkek tanrıların, evreni yöneten ‘büyük ana
Tanrıça’ TIAMAT’a karşı yaptıkları başarılı isyanı anlatır. Tanrılar aralarında bir ittifak kurarlar ve kendilerine
MARDUK’u önder seçerler. Dehşet verici savaştan sonra Tiamat öldürülür, onun cesedinden de y e r ve g ö k
yaratılır. Sonuçta, Marduk, “baş Tanrı” olarak yeri ve göğü yönetmeye başlar. Ancak bu göreve gelebilmesi için
bir sınavdan geçmesi gerekir. (Sphinks mitosu!) O da şöyle olur.
“Ve sonra bir giysi koydular ortaya;
İlk olarak doğmuş olan Marduk’a şöyle dediler:
‘Gerçekten, efendimiz, bütün tanrılar arasında en yüce kadere siz sahipsiniz,
Yol olmayı ve var olmayı emredin ve emriniz gerçekleşsin!
Kelimelerinizle bu giysiyi yok edin;
Ve bir daha emredin ve giysi eski haline dönüşsün!’
Ve ağzı ile emir verdi,
Giysi hemen oracıkta yok oldu.
Ve bir daha emretti,
Giysi yine eski haline döndü..
Babaları olan tanrılar, onun sözcüklerinin gücünü gördüklerinde
Sevindiler, ona saygı gösterdiler ve şöyle dediler:
‘Marduk artık kıralımızdır!’ ”
Kutsal Kitap’taki mitos, B a b i l M i t o s u ’nun bittiği yerden başlamaktadır. Artık “erkek bir
Tanrı”nın eğemenliği kurulmuş ve ‘anaerkil’ düzeyden hiç bir iz kalmamıştır. Marduk’un sınavı, Kutsal
Kitap’taki y a r a t ı l ı ş ö y k ü s ü ’ nün ana konusunu oluşturur. Çünkü burada Tanrı, evreni, bir tek sözle
yaratmıştır. Kadının üretken yeteneklerine artık gerek kalmamıştır. Kadının erkeği doğurması gibi çok doğal
olan bir olay bile, tersine dönmüştür; çünkü HAVVA, ADEM’in bir kaburgasından yaratılmıştır (Antik Yunan
edisyonu: Athena, Zeus’un kafasından çıkmıştır! Dr.İ.E.). Fakat buna karşın, anaerkil düzenin anıları tam olarak
silinememiştir. Çünkü Havva’nın çizdiği tip, erkeğe üstün olan bir kadın tipidir. Örneğin Havva, girişkendir ve
yasak olan meyvayı yemiştir. Bunu Adem’e sormadan yapar ve ona da bu meyvadan yedirir. Tanrı, bu olayın
farkına varır ve Adem’den hesap sorar. Fakat Adem, kendini tam anlamıyla savunamaz. Kadının işlediği bu ilk
günahtan sonra, erkeğin eğemenliği tüm anlamıyla kurulur. Tanrı, Havva’ya: “Yine de erkeğini arzulayacaksın,
fakat o seni yönetecektir!” der (Tekvin: 3:16). ”
*
*
*
İnsanoğlunun kültürel tarihinde, onun yerel kültürünü ‘biricik’ yapan ama aslında, görünmez tünellerle
birbirlerine bağlı daha nice Tufan ve Dünya sonu mitos’ları var.Yerimiz bunları özetlemeye yetmez.
Bazılarından Şamanizm bölümünde yine bahsedeceğiz. Şimdi, başındanberi iddia ettiğimiz gibi, Doğa ve onun
azametli olayları karşısında suskun, çaresiz ve yüreği korku dolu olan insan, ilk etapta “mitos”ları yarattıktan
sonra, bunları “ritüel”ler halinde kuşaklardan kuşaklara devam ettirir. Onun için, şimdi, r i t ü e l konusuna
giriyoruz.
Bu konuya dalmadan önce de, 19. yüzyılın sonlarına doğru HOBART’ın söylediği tarihi bir tümceyi
burada biraz açıklamak isterim: “Ontojeni (ontogenesis-kişisel gelişim), Filojeni’nin (philogenesis-tür gelişimi)
tekrarından ibarettir!”. Buna ‘biyolojik’ bir gözle bakarsak ve DARWIN’i alabildiğine basitleştirirsek: Bir
amip’ten yine bir amip oluşur; bu demektir ki, bir amip’in kişisel gelişimi (ontogenes), ayni amip’in tür
gelişiminin (filogenes) -aynısının- tekrarından ibarettir. Aynı şekilde bir balığı düşünelim, balık da tek hücreyle
başlar (ontogenes), ama daha ilerlere giderek balığa döner (filogenes); insan da tek hücreyle başlar (ontogenes),
amip ve balık devrelerinden geçerek insana dönüşür (filogenes). Özetle, insan hem amip ve hem balıktı, ama
evrim ile ‘insan’a ulaştı, fakat Doğa’da her gün, bu evrensel gelişimin tüm evreleri ayrı ayrı, orijinal halleriyle,
simültane olarak mevcutturlar.
Ben bu evrim kuramını, insanoğlu’nun sosyal evrimine uyguluyorum ve antropolojik bir bağlamda, Lavoisier’nin dediği gibi yeniden hiç bir şey yaratmadan- şu gerçeği gözlerimizin önüne sergiliyorum: İnsan
denilen varlığın geçirdiği her evrim (antropoid devirler, iki ayaklı devreye geçiş (homo erectus), düşünen insan
(homo sapiens), çalışan insan (homo faber) ve oynayan insan-aktör (homo ludens) modern zamanların getirdiği
yeni değişimler ve yaşam göstergelerine karşın, orijinal formlarıyla, mamafih çoğu kez, maskeli bir şekilde
toplumda mevcutturlar.
Bu bağlamda, şimdi, düşünce dünyasının başka devlerinden biri, analist Theodor Reik’ın “Ritüel”
(Ritual, International University Press, New York 1946) adlı meşhur kitabından yaptığım bir özeti
okuyucularıma sunmak isterim. Onun verdiği çeşitli örnekler arasından yalnızca ilkini, “Couvade”ı alıyoruz.
Makalenin ismi:
“COUVADE ve YANIT VERME - İNTİKAM ALMA’NIN PSİKOLOJİK ORİJİNLERİ”
C o u v a d e (Kuvad) sözcüğü, Basque’ların (Fransa’da, Batı Pirene yöresi ve oranın halkı) “couver =
erkek çocuğun yatağı; alıp getirmek (to fetch)” sözcüğünden çıkmadır ve “saklanacak emin bir yer” anlamına da
gelir. Kuvad, adet-ritüel olarak da, birçok ilkel kavimlerin yaşamında önemli bir yer tutar. Olay şu: Yeni doğmuş
çocuğun babası, bebek doğduktan sonraki lohusalığın başlangıcında, bir süre için -anne yerine- yatakta uzanır,
yalnızca önceden belirlenmiş besiyi yer, alışılagelen ödevlerini yapmadan yatar. Anne ise günlük yaşamdaki
görevlerini yapmaya devam eder.
Didorus SICULUS, Korsika’da gördüklerinden şöyle bahseder: “Kadın çocuğu doğurduktan sonra
normal çalışmasına devam ederken, kocası, sanki vücudunda ağrılar varmış gibi, günlerce yatakta hareketsiz
yatar.”
STRABO’ya göre, Kuzey İspanya’daki yerleşim alanlarında, kadınlar, çocuklarını doğurduktan sonra,
kendileri yerine kocalarını yatağa koyarlar.
Apollonius RHODIUS da, Pontus (Kızılırmağı da içeren kuzeybatı Karadeniz yöresi.İ.Ö. 4.asırda, 6.
Mitriades ile en görkemli devrelerini yaşamış ve hemen tüm Anadoluyu istila etmiştir. Romalılar. İ.Ö. ilk
yüzyılın ortalarında Küçük Asya’yı istila ettiklerinde onların hükümranlıklarına son vermiş ve onları kıyıda,
küçük bir yöre’de kırallığa makkum etmiştir. Bilindiği gibi, İkinci (Fatih) Sultan Mehmet, 1451’de orayı
zaptederek araziyi Osmanlı’lara katmıştır. İ.E.) kavimlerinden T i b a r e n i’ ler arasında, loğusa kadının yatakta,
başına bir bandaj bağlanmış ve acılar içinde kıvranan kocasına yemek hazırladığını ve ona banyo yaptırdığını
kaydeder.
Francisque MICHEL, Biscay’de (Fransa’nın Atlas Okyanusu kıyısı), 1857’de, kadının doğum yaptıktan
sonra, erkeğinin bebeği ile yatağa uzanıp komşularının tebriklerini kabul ettiğini yazar.
19. yüzyılın meşhur gezegen kaşifi Marco POLO , aynı adetlerin bazı Çin eyaletlerinde de görüldüğünü
yazar (London, 1871). Ona göre, Çinli kadın, çocuğunu doğurduktan sonra hemen ayağa kalkarak ev işlerine
koyulur; kocası ise bebeği yatağa alarak onunla kırk gün kalır. İnanç, basitçe, erkeğin de kadının çektiği ıstırabın
farkında olmasıdır. Bu Çin adeti, çok daha önce yüzyıllardanberi süregelen M i a o – T s z e : ilkel bir Çin
folklorünün devamıdır. Ne yazık ki bu hususta yazılı bir eser kalmamıştır.
KUNNICKE, bu konuda mevcut bir resmin tekst’ini yazmıştır.”Baba, yalnızca bir pencereden
izlenebileceği üzere, bir yatağa uzanmış ve yeni doğan bebeği beslemektedir. Anne, dışardan yiyeceği
getirmektedir.” Yine ona göre, A.CRAIN, Hindistan’ın ilkel yerleşim alanlarında, D r a v i d i a n’ larda, yeni
doğan bir bebeğin, babasının yatağında yattığını kaydeder. Babalar, bir süre için dokunulmazlar, tabu’durlar.
THURSTONE’a göre, ayni adet K o r a n a s’ larda da mevcuttur. İnanç, erkeğin kadından daha değerli
ve çocuğun doğumunda en önemli faktör olduğudur. Dolayısıyla, bebeği de beslemelidir.
E. TYLOR’a göre, güney Hindistan’da şöyle bir adet vardır: Erkek, başkadınının (belli ki poligami var!)
ilk doğurduğu erkek ya da kız ve onlardan sonra gelen her erkek çocuğun dünyaya gelişinden sonra, bir ay için
kendini yatağa bağlar. O süre boyunca yalnızca pirinç yer; baharlı yemekler yemez, tütün içmez. Ay sonunda da
ilk banyosunu alır, yeni giysilerini giyer ve arkadaşlarına bir şölen verir.
Borneo’nun “Land Dyaks”larında, erkekler, eşlerinin bebek doğurmalarından bir süre öncesinden,
tarlada bir zorunluluk olmadıkça, kesici aletler ve bıçaklar, ateşli silahlar kullanmazlar, hayvanlara vurmazlar ve
benzeri şiddet olayları sergilemezler (Makalenin sonunda göreceğimiz gibi, bilinçötesinden gelebilecek agresif
duyguları kontrol amacıyla. Dr. İ:E.). Çocuk doğunca da, günlerce yalıtımda kalırlar, yalnız pirinç ve tuz yerler.
Böylelikle kendilerinin ve bebeğin karınlarının şişmesini önlediklerine inanırlar.
Caribs’ (Amerika’nın Büyük Okyanus’a açılan güneydoğu uzak kıyılarında; Batı ve Güney Hint
adaları, Guiana, Venezuella’ sahillerini içeren adalar topluluğu) lerde, çocuk doğunca, anne çalışmaya gider;
baba ise, hastaymış gibi şikayete başlar, kulübesine çekilir ve diyete başlar. Beş gün hiç bir şey yemez, on gün
kadar yalnızca “oüycou” (?haşhaş usaresi) içer. On gün geçtikten sonra da, “cassava”(bir tür bitkisel yiyecek)
yemeğe ve “oüycou” içmeye başlarlar ama bir ay boyunca kendilerini herşeyden geri çekerler. Bu geri çekiliş ve
deniz hayvan mamullerini yememek bir yıl kadar sürebilir. Gaye, ç o c u ğ u k o r u m a k t ı r . Bunları
kaydeden De ROCHEFORT (1665), adalıların başka bir adetinden de bahseder: Çocuk doğduktan ve baba,
yeterli sürede diyetini süürdürdükten sonra, bir “agouti”’nin (tavşana benzer bir kemirici. İ.E.) dişiyle, omuzunu
çizerek kanatır. O anda baba, en ufak bir ıstırap çekme görüntüsü vermemelidir. O, bu kanamada ne kadar ıstırap
çekerse, bebeğini de o denli korumuş olacaktır.
Aynı kabile mensupları için, Du TEATRE de şunları kaydediyor: “Kırk gün dolunca, babalar, en yakın
dostlarını ve arkadaşlarını davet ederler ve yemeğe otururlar. Orada yine bir ‘agouti’ dişi ile vücutlarını çeşitli
yerlerinden çizer ve kanamaya başlarlar. Arkadaş ve dostlar da, merhem (?) olsun diye, acı Hindistan biberinden
en koyu usareyi kanayan yerlere sürerler. Bu, canlı canlı yanmaktan daha acı verici olaydır... Bu arada, tek
kelime konuşulmaz. Seromoninin sonunda, zavallı adam, bitkin bir halde yatağa taşınır. O
orada günlerce yatarken onun hesabına evde cümbüş gırla gider. O da, altı ay boyunca ne kuş ne de balık yer,
yoksa çocuğun midesi zedelenecektir. Eğer kazaen baba bir hayvan eti yerse, çocuk da o hayvanın doğal
hastalıklarını üstlenecektir; örneğin baba eğer bir ‘kaplumbağa’ yerse, çocuk ‘sağır’ ve hayvan gibi ‘beyinsiz’
olacaktır. Eğer baba ‘manati’ (Sirenia grubundan iri, yenilebilen memeli bir hayvan, Dr.İ.E.) yerse, çcuk da, tıpkı
bu hayvan gibi küçük-yuvarlak-çipil gözlere sahip olacaktır. Eğer ‘tavuk’ ya da ‘domuz’ yerse, bebek, babasının
‘yaralarını hissedecektir’.Yok, eğer yerlilerin de yemekten pek çok hoşlandıkları ‘beetles’(büyük bir çekirge
türü, Dr.İ.E.) yerse, çocuk ‘öksürüğe’ tutulacaktır.
S a a Malezya adasında baba, çocuğun doğumundan evvel ve sonra domuz yemez, şiddetli-agresif
hareketlerde bulunmaz, yoksa bebek bundan etkilenecektir.
Modern Japonya’nın bazı yörelerinde, baba, karısının gebeliğinin 4.ayından sonra hurma, ağacından
düşmemiş kokonat ve kaplumbağa yemez.
Filipin’lerde, L u z o n’un Zambales’lerde, gelin, evlenmeden bir hafta öncesinden başlayarak ekşi
meyva yemez, yoksa, evlendikten ve çocuk sahibi olduktan sonra, çocuk mide ağrısından ıstırap çekecektir.
Bu örnekler daha da çoğalabilir. Genel inanç şudur ki, “couvade”a, genellikle güney Amerika ve güneydoğu Asya’da rastlanır. Diğer bir gözlem de bunun, en düşük kültürlerden en yüksek kültürlere bir ‘geçiş’
(intermediate position) alanlarında var olmalarıdır.
Yorum Hakkında
Kuramlar
1. 1723’de misyoner Josef François LAFITAU, dinsel yönden bir kuram sundu. Ona göre, yerliler, “orijinal
günah”ın (Adem ve Havva’nın cennette elma yiyişi) anımsanması ve Tanrıdan bu yollarla af dilenmesidir.
2. BACHOFEN (Das Mutterrecht, Stuttgart, 1861), bunun için daha bilimsel bir açıklama sundu. Ona göre
“kuvad”, ‘anaerkil’ (matriarchic) bir dönemden, ‘ataerkil’ (patriarchic) bir döneme geçiş ritüel’idir. Baba,
orijinal olarak annede mevcut “yaratma edim ve kudreti”ni paylaşmaktadır.
3. Lothar v. DARGUN’a göre ise (Mutterrecht und Vaterrecht, Leibzig 1892), bu kavimlerde, çocuk doğuran
anneler hiç bir zaman yatakta yatıp dinlenmezler; bu nedenle, ‘lohusa kadınları taklit’ söz konusu değildir. O
halde bu, gizli kalmış “baba otoritesi”nin simgesidir. Zira artık baba, ailenin en önemli ferdidir ve hakkı olması
nedeniyle, ‘kuvad’ı simgesel ve gerçekçil olarak yaşamalıdır.
4. Bu son iki görüşe şiddetle karşı çıkan birçok Alman, İngiliz ve Fransız bilginleri, özellikle BASTIAN
(Matriarchat und Patriarchat, Berlin 1886), iki tür yorumda bulunurlar:
a) Bu adet, yeni doğan çocuklarda sıklıkla görülen “lohusalık ateşi”nden (puerperal fever) ve “şeytan’ın
nazarı”ndan (evil eye) korunmak için yaratılmış bir ritüel’dir;
b) Erkek, “erkek çocuk yatağı” içinde olmadıkça, gerçek babalığı simgeleyemez.
5. Max MÜLLER (Chips from a German Workshop, London 1867), şu varsayımı sunuyor: Yeni doğan çocuğu,
gereksiz gürültü, patırdı ve baba’nın aşırı ajitasyon’undan korumak gayesiyle, baba yatağa adeta hapsedilir. Bu,
sonradan ‘tuhaf’ görülen bir adetin başlangıcı oldu ve herkesin işine yaradığı için öylece yerleşti. Başlangıçta,
kadınlarla olan ilişkilerinde kendini üstün gören -zavallı- koca (Belki de kadının yaratma edim ve gücüyle,
Dr.İ.E.) korkmaya ve sıradışı, olağanüstü çareler aramaya başladı. Sonuçta, tamamen ters bir davranışla, kendini
bir “şehit” (martyr) durumuna koydu, hasta rolüne soyundu, yatağa bağlandı ve ıstırap çekti.
6. Üç İngiliz bilim adamı; E.B. TYLOR, E.E. HARTLAND ve J.G.FRAZER, şunu savundular:
İlkel kabilelerde, baba ve çocuk arasındaki ilinti, bizlerde olduğuna inandığımız gibi, yalnızca
ebeveynlik ve ilişkilerini değil, baba ile bebek arasındaki çok şiddetli fiziksel bağı içerir (özdeşim=identification,
mystic participation, Dr.İ.E.) Tylor buna “sempatik sihir” (sympathetic magic) der. Hartland de, çocuğun,
ailenin bir ‘parçası’ olduğundan bahisle, çocuğun kendi kendine konuşma ve yiyebilme çağına kadar, bu bağın
çok şiddetli olarak kaldığından bahseder. Bu iki birimden herhangi birindeki bir incinme, acı çekme, hemen
diğer birimde de aynen hissedilir (1930’larda çekilmiş, Douglas Fairbanks, Jr.’un oynadığı “Korsikalı
Kardeşler”deki ‘ikiz’leri anımsatalım, Dr.İ.E.). Bu nedenle, bu olası acı ve ıstırapları önleyecek ritüel’ler -daha
önceden- geliştirilmiştir.
Frazer de, esas olarak ayni görüşü sahiplenerek, baba’nın, anne’nin gerçekten yaşadığı “çocuk doğumu”
olayının bir taklidini yaptığına inanır. Aynı yazar, Amerika’da, Kaliforniya Kızılderilileri hakkında
BANCROFT’un bir gözleminden bahseder: Çocuk doğunca, koca, kendini yatağa atar, inlemeye ve kıvranmaya
başlar ve gerçek doğum sancılarını çeken bir annenin geçirdiği tüm ‘acı’ sahnelerini yineler.”
Psikanalitik Yorum :
Theodor REIK, kanımca, psikanalitik yorumların en kabul edilebilir olanını yapıyor:
“Benim yorumlarım, Roheim, Jones ve Flügel gibi ünlü psikanalistler tarafından da kabul edilmiştir. Ek
olarak, Ferd v. Reitsenstein’ın görüşlerini burada özetlemeyi bir borç bilirim:
a) R i t ü e l , anneyle beraber yaşayan ve döllenmede en önemli payı olan baba’nın
önemini simgeler ve yansıtır;
b) İlkel kabilelerde çok rastlandığı gibi, cinsel ilişkiler hemen hemen sınırsız
derecede olduğundan,
bu adet, ‘gerçek baba’nın, özellikle yasasal zorunluğun var olduğu yerlerde, tesbitiyle önem
kazanır;
a) ‘Ana-erkil’ aile sisteminden ‘Baba-erkil’ aile sistemine geçişe sahne olan yerleşimlerde, çocuğu,
baba’nın aile grubu ve hükmü içine sokar;
b) Çocuğun sağlığını daha doğuştan itibaren korumak, özellikle, bazı kabilelerde olduğu gibi, kadının
aile efradının düşmanca hücumlarından korumak.
“Biz, Frazer’in yorumlarının birçoğuna katılıyoruz. Hiç şüphe yok ki, ‘kuvad’ın kullanılımı, “ruhsal
bir özdeşim” (psychical identification) olayıdır (Bugünlerde bizler, böyle kudretli bir özdeşimi ‘histerik’ ve
‘nörotik’ hallerde görmekteyiz). Sayın Dr. Karl Abraham da, nörotik bir adamın, her dört haftada bir şiddetli
baş ağrılarından ıstırap çeken bir vakadan bahseder (Adam, annesinin aybaşlarını taklit ediyordu).
“Mamafih ben, Freud’la birlikte, çocuğu ‘şeytanlardan kaçırmak’tan çok, bir “tılsım”ın (magic), her
türlü korkuları önleyen bir tedbir olarak kullanıldığını düşünüyorum. Basit bir deyimle, bu bir “Tılsımlı
Düşünce”dir (Magical Thinking) (Korkuları olan çocukların kendilerini ‘Superman’ varsaymaları gibi, Dr.İ.E.).
İnsanlar, kendi ‘öz’ (ve gizli) hasetlerini, agresyon’larını ifade edecekleri zaman, onu önce dışarıya yansıtırlar
(projection). Sonuçta; yatakta yatan lohusa kadının ‘şeytan’ (demon) tarafından istila edilip fazla ıstırap
çekmesini önlemek gayesiyle, onun taklidini yapma davranışının altında, onların daha fazla ıstırap çekmesini
arzulayan bir haset yatar (concealed hostility against the women!) Yani bu, erkeğin karısına karşı duyduğu ‘gizli
düşmanlığın’ (hostility) ve ‘ikilem’in (ambivalency) duygusal bir gösterisidir. Buna, “bastırılmış sadizm”
(repressed sadism) de diyebiliriz. T a g a l’ lerde (Merkezi Luzon, Filipinler; Dr.İ.E.) eve ya da yatağına
bağlanmış kadınlar; kocaları tarafından etraflarında birdenbire ateş yakıldığında veya ateş edildiğinde, dehşete
kapılırlar Şeytanlara, ya da iblislere karşı -sözüm ona- alınmış tedbirlerin altında, düşmanca -bilinçötesiduyguların yattığına başka bir örnek de, Türk’lerin karılarının yatakları altında bir kılıç bulundurmalarıdır.
Dolayısıyla, herhangi bir toplumda, zavallı kadının hafif sopa darbeleriyle dövüp sözüm ona iblis’leri
uzaklaştıran ritüel’ler, aslında, erkeklerin bu kadınlara karşı duydukları (ama, bastırdıkları) agresif (ve
düşmanca) duyguları sembolize ederler.
“Özet olarak, Freud ile birlikte kabul ederiz ki, herhangi bir “ürün”ün, hiç olmazsa iki motivasyon’u
vardır:
1) Mevcut sistemin gerçeklerinden doğan ve sanki ‘gerçek dışı’ (delusory) imiş gibi görünen, ve,
2) G i z l i , fakat en ‘etken’ ve ‘gerçek’ ögesi olan.
“Bu olayların a n a l i z i bize, bu ritüel’lerin altındaki bilinçötesi motif’in, düşmanca ve cinsel
dürtülerin korunması için yaratıldığına inandırıyor. Böylece, “kuvad”ı uygulayan kavmin üyeleri, bir taşla iki
kuş vuruyor: 1) ‘Kadın’ı, ‘erkek’in gizli şiddet ve cinsel tacizlerine karşı koruyor, ve 2) Ne kadar hayali de olsa,
bir kadının doğum sancılarını daha hafif hissetmesine yardımcı oluyor.”
Biz de, “niye bir savunma (defense) mekanizması?” sorusuna, “ ‘kadın’da, ‘ana-erkil’ aile dominansı
zamanından arta kalan ve aynı bağlamda ‘yaratma edimi’ne enerji veren kudret’in ‘geri-tepi’sini ya da intikamını
engellemek içindir” yanıtını verip okuyucularımızı kendi yorumlarıyla başbaşa bırakmak istiyoruz.
(PROF.Dr .İ.E.)
*
*
Sizlere, “Mitoloji” konusunda önemli bir makalemi daha sunuyorum :
(Prof.Dr. İ.E.) :
MİTOLOJİ
Mitoloji’ye (Mythology), zamanımızın entellektüelleri ‘saçma’, ‘yüzeysel’, ‘yalnızca bir masaldan
ibaret’, ‘çocuksal imajinasyonlar’ vb olarak bakabilirler. Bunlara karşın, genel kültür sahibi ve zihinleri
psikolojik bir mevcudiyete göre düzenlenmiţ kimseler mitoloji’ye, insan ruhunun en derin ve zevkli bir başarısı
diye bakar.
M i t o l o j i k h i k a y e l e r ve r i t ü e l’ler - s e r e m o n i’ler, herhangi bir kültürün (veya cult’ın)
en önemli iki ögesidirler. Bazı mitoloji’ler direkt olarak evrenin yaratılışının, insanın kaderinin, dinsel ve diğer
inanç sistemlerinin, örf ve adetlerin temsilcileri olarak tarihsel bir değer taşırlar.
Jung gibi psikanalistler, eski mitolojilerin, insanın ”ortak bilinçdışı” (collective unconscious)’nı
aydınlatan “ilkel arketipler”in (primordial archetype motifs) bir kümesi, toplantısı olarak görür. Bazı dil
bilginleri ve filolojist’ler ise, mitoloji’yi, ‘lisanın bir hastalığı’ (disease of language) olarak algılarlar.
İnsanoğlunun k ü l t ü r hikayesine baktığınızda, Freud’ün de birçok örnekler verdiği gibi, birçok
kahramanların, doğum-ölüm, cennet-cehennem, yeniden doğuş, kutsal topraklar ve benzer tema’ların, hemen her
yerde mevcut olduğunu görürüz.
Eski Devirlerin mitolojisi, genellikle ‘tanrıları’ ve ‘kahramanları’ içerir; onların doğuş ce ölüşleri, sevgi
ve nefretleri, kurtarıları ve entrikaları, zafer ve kayıpları, yaratış ve mahvediş hikayeleri. Yoksa evren’in
organizasyonu ve medeniyet’in yerleşmesi ve pekişmesi ile ilgili olanları azdır. Yukarıda sayılan özel
karakteristiklere-özelliklere karşın, t a n r ı l a r ve k a h r a m a n l a r, yerel kültürce tayin edilir.
M a s a l l a r, eğlendirmek için söylenir. M i t o l o j i ise, sanki bir oyun ‘havailiği ve hafifliği’ içinde
alınır.
Joseph Campbell diyor: “..Mit’in materyali, hayatımızın materyalidir! Bu materyal, vücudumuz ve
çevreyi de içerir.” Ona göre mitoloji’nin temel imajı, a n n e ve b e b e ğ i’dir.
Herkesin hayattaki ilk deneyimi, a n n e v ü c u d u’dur.
Le Debleu, Campbell’in bahseettiği iki varlık (anne ve bebek) arasındaki etkileşimi “mistik katılım”
(Participation Mystique) olarak nitelendirmiţti.
Anne’den sonra ç e v r e ve t ü m d ü n y a, e v r e n bu ilişkiyi, ergin düzeyinde yaţar. Evrenle
ilişkili olmak ve bunu bir harmoni içinde yaşamak, mitoloji’nin ana prensibidir.
Tarihte hemen her k ü l t ü r , kendi tanım ve imzasını taşıyan süpernatürel bir izlenim yaşamıştır. Bu
izlenimler günlük hayatta k a h r a m a n l a r ve f o l k l o r i k m a t e r y a l olarak sergilenirler.Yakından
incelenildiklerinde, bu mitolojik motiflerin esaslarının hemen hemen aynı olduklarını, fakat yerel kavimlerin
karakteristiklerine göre özel r i t ü e l’ler halinde belirlendiklerini saptarız.
Bu konuda, en temel tema’lardan biri, insanoğlunun, hayatın güçlüklerrinin ve gerçekcil stres’lerin
direkt olarak kabullenilmelerinden çok, imgeleme kudretini kullanarak, örneğin kızgın bir Tanrı mitolojisi’ni
yaratmak olmuţtur.
Son yılların felsefi ve bilgince araştırma yöntemleri, kıyaslamalı sembolizmi, dini ve mitoloji’yi, tek bir
sistem ya da öge olarak incelemeyi hala başaramamıştır. Halbuki insan, yeni arkeolojik keşiflerle, filoloji,
etnoloji, san’at tarihi, felsefe, folklor ve din’i içerecek, tinsel varlığının temel ünite’sinin en fundamantal
içeriğini neye ‘sade’ ve ‘görülebilir’, elle tutulabilir, kristal berraklığı ve içgörüyle sezinlemesin?
M i t o l o j i’de, nasıl b i l i m’de bitki ve hayvanların gelişimleri, gensel değişimleri (mutation), doğal
bir hikayeleri varsa, t a n r ı l a r ı n ve k a h r a m a n l a r ı n’da öyle bir hayat geliţim ve değişim hikayesi
vardır. Nasıl insan hayatı, Biyoloji biliminin, onun mütasyon’a uğrayıp hayvanlar-üstü bir yaratık haline gelen
insan’dan bahsedilir bir düzeye getirilmiţse, tanrılar da, gerçek ‘tanrı’ fikrinin, birçok tanrıların arınmalarından
sonra ortaya çıkmıştır. Tabiidir ki, t a n r ı fikri, tüm insan bilgisi ve bilimlerin üstündedir. Tanrı hakkında, arılar
ve çiçekler hakkında yazıldığı kadar, belki daha da çok eser yazılmıştır. Bugün tüm dünya insanlarının en çok
okuduğu kitap, dinsel bir kitap olan İncil’dir. (Sonra Shakeaspeare ve onu izleyerek de Agatha Christie gelir!)
Tanrının prensipleri, onun insanlar için yaptığı proğramlar, sonsuz hayat düzenlemeleri, onun namına kurulan
yapıtlar (cami, kilise, sinegog) sosyal hayatımızın çok geniş kısımlarını kaplamaktadırlar.
Mi t’in
Psikolojisi ve Arkeolojisi
Thomas Mann, “Joseph ve Kardeşleri” adlı dörtlü kitabında, mitoloji için, “Çok derin…çok derin..”
demişti. ‘Dipsiz, bucaksız’ diye nitelendirebileceğimiz mitoloji’de daha derinlere gittiğimiz derecede,
insanlığınen erken temellerine inmiş olmaktayız.
İ l k d e r i n l i k l e r, arkeolojik’tirler. Bunda Mezopotamya, Nil, Guatemala ve Peru uygarlıklarını
saptamaktayız.
İ k i n c i d e r i n l i k, palentolojik ve etnolojik’tir.
Ü ç ü n c ü d ü z e y ise çok daha derinlere; kuşlar, balıklar, maymunlar ve arılar arasındaki ritüel
danslar’a kadar iner.
Kendimize şu soruyu da sorabiliriz: Acaba insanlarda, hayvanlarda olduğu gibi, ‘patern’leşmiş,
kompülsif bir tepki vemeye bir eyilim var mıdır?
DOĞU’ya bakarsak, zengin mitolojik ‘mit’ (myth) ler ve mitolojik felsefeler, hemen hemen
bütünleşmiş şekillerde Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Çin ve Japonya’da görülür, Bunlara, onlardan da daha
eski, fakat içerik bakımdan benzeyen Eski Mezopotamya ve Mısır’ın mitolojik kozmolojileri de eklenebilir.
Tüm bu mitoloji’lerde E v r e n’in, bir sonuca gitmeyen, fakat “düşünen bir zihin” (mind) gösterilerini
sergileyen, ‘yücelen’ (transcendent) ve herşeyin üstünde varlığını hissettiren “kutsal kudretin radyasyonu”nu
hissedebilirsiniz.
YUNAN hatta paganik CELTO-GERMANIC mitolojik sistemler de, bu, esasında “düşünce” bulunan
mito-poetik felsefe’ye aittirler. Mamafih, Yunanlılar, kendilerini daha eski uygarlıklarla kıyasladıklarında,
‘farklı’ hissetmişlerdi.
DOĞU Mitolojisi’ne tepki olarak BATI’nın ilk izlenimleri, İRAN’lı Peygamber Zoroaster (İ.Ö.660)
tarafından sergilendi. Ona göre. “..eski inanç’ta esas, tanrıların saltanatının (Kingdom of God=Ahura Mazda)
kendini sürekli olarak yinelemesi, yani ebedi dönüş’ün kosmik seyri..” idi. Zaman, başlangıcındanberi, sürekli
olarak ‘olup durmaktaydı’. Altın, gümüş, bronz ve demir çağlarını geçiren dünya, prensip olarak kötüleşmekte
ve kaos’a gitmektedir.Ama, günün birinde, taze bir çiçek gibi yeniden goncalanacaktır.
Bu k a d e r’e inanırsak, k i ş i’nin gayretleriyle, gerek evren ve gerekse insan için yapılacak,
kazanılacak hiçbir şey yoktur. İnsanın yapacağı şey, yıldızlar-sular-kayalar gibi, kendine verilen rolü oynamsıdır.
Böylece, tüm Evrenle özdeşilir ve yaşanır.
Zoroaster, bu ‘ışığın’ ve ‘karanlığın’ gölge oyunları gibi birbiri ardında yer alarak, beraberce
dansederek, onların rüyavi-metafizik oriyantasyonunu bozdu. Zoroaster, ışık ve karanlığı iki diğer ayrı sistemlere
ayırdı. I ş ı k, temiz ve iyi, k a r a n l ı k ise kirli ve kara idi. O, daha dünya yaratılırken bunları birbirlerinden iki
ayrı öge olarak varolduklarına inandı. Zamanla, karanlığın kudreti aydınlığa hakim olmuştu. Sonunda kosmik bir
savaş başladı ve evren, böylece erdem (wisdom) ve şiddet (violence) ‘in bir bileşimi haline geldi. ‘Karanlık’ ve
‘Aydınlık’ (İyilik ve Kötülük) birbirlerini yenmek için amansız bir mücadeleye girişti. Bu arada, yaratılışın bir
parçası olan i n s a n da, ‘iyi’ ve ‘kötü’nün bir alaşımı oldu; ama insanoğlu, prensip itibariyle ışığın zaferi için
gönüllü olarak seferber oldu.
Zoroaster’e göre, dünyanın yaratılışından 12,000 yıl sonra, ışık galebe çalmaya başladı ve onun verdiği
müjdeye göre, bir 12,000 yıl daha sonra, Peygamber Saoshyant zamanında büyük bir kosmik yangın çıkacak ve
karanlık tümüyle yok olacak. Herşey ışıklanıp, Tanrının saltanatı sonsuz olarak kurulmuş olacak.
Böylece, insan ruhunun re-oriyantasyonu için, evreni, tanrı adına yeniden düzenlemek için bir insana
(Peygamber) delegasyon verilmiş oluyordu.
Yine aynı mitoloji’ye göre, ZOROASTER, ‘Dünya Ruhu’ demektir ve bunun ruhbani babası
Pourushaspa’dır. Bunun kökeni ‘astral’dır ve onunla birlikte, E v r i m’in (Evolution) doğal kudreti olan a r z u
prensibi (desire-principle - Pourushaspa) da hükümran olarak Ahura Dini’nin esasları kurulmuş olur. Bunda s e v
g i (love) esas olup, bu, hem insanın kendini daha yüksek mertebelere yüceltmesinde ve hem de ‘şeytan’a karşı
savaşmasında en etken, hatta biricik kudrettir.
Bu yeni k u d r e t inancının ilk mitolojik ifadesi, İRAN İmparatoru Cyrus the Great (İ.Ö.529) ve
Darius the Great (İ.Ö.521) ile, bir iki yıl içinde Hindistandan Yunanistana kadar iletildi. Musevi’ler (Hebrews)
mabetlerini yeniden inşa ettikleri gibi, Hz.Musa’nın verilerini yeniden gözden geçirdiler. 3. ve 4. Sosyolojik
patlama, bu inancın Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı ne şekilde etkilediğidir.
Isaac’a göre İ n c i l’de şunlar yazılıdır: “… Çadırınızı genişletin ve mülkünüzün perdelerini
uzatın..Kazıkları ve ipleri genişletin.. İlerde sağa, sola yayılıp boş şehirleri doldurmalısınız!”
Matthew’ye göre İ n c i l’de şunlar yazılıdır: “…ve bu Tanrı İmparatorluğunun temelleri tüm uluslara
bir tanıklık vesikası olarak yazılacak.. ve ondan sonra ‘son’ gelecek!”
Kuran’da da şöyle yazar (Bölüm 2: 191.-193. Ayetler) . “..Onları yakaldığın yerde kılıçtan geçir, zira
fesat ve zulüm, kılıçtan geçirmekten daha kötüdür. Siz onları, onların sizi sürüp çıkarttığı yerden sürüp
çıkartın..Ve artık hiçbir kez fesat ve zulüm olmayıncaya dek savaşınıza devam edin.. Ancak ondan sonra Allahın
adaleti ve inancı yerleşecektir!..”
YUNANLILAR’da, bu I ş ı k Ç o c u k l a r ı n ı n (Sons of Light), K a r a n l ı k Ç o c u k l a r ı
(Sons of Darkness) ile çarpışmaları, D i o n i s o s (Dionysus) Mitolojisinde ifade edilir. Bu konudaki
hurafelerin orijinleri kaydedilmeden geçişti, unutuldu. B i t k i dünyasının ölüm ve yeniden yaratılışı, doğuş ve
yapıtları, İ.Ö. 7.asırdan itibaren saptanmaya başladı. Gerçekte, bunların başlangıcı, Yunanlıların tarihinden bile
eskidir. Bu inanışların sonraki mütasyon’ları; ‘buğday’ danelerinin ve ‘üzüm’lerin İ l a h i p a t l a m a l a r ı
(divine rupture); ‘ekmek’ ve ‘şarab’ın y e n i d e n d i r i l m e (resurrection-basülbadelmevt) mythos’unda
Hz.İsa (Jesus Christ) ile özdeşleşti ve kilisenin inanç sistemi içine girdi. (Hz.İsa’nın kanı = şarap)
Demeter, fertil toprağın ve ziraatın büyük tanrıçası, Zeus’tan olan kızı Persophene ile Girit’ten
Sicilya’ya geldi ve Kyane Şelalesi yanında keşfettiği bir mağaraya kızını, iki yılanın himayesinde korumaya aldı.
Gündüzleri bu iki yılan, Persephone’nun çek-çeğini koştururlardı. Genç kız orada, üzerinde ‘evren’in resmi
bulunan bir yün kazak örüyordu. Demeter, Zeus’a, kızının mağarada olduğunu bildirdi. Zeus bu kez, bir yılan
kılığına girerek onunla ilişkide bulundu ve bu birleşmeden Dionysus (Dionisos) bu mağarada doğdu ve beslendi.
Çocuğun oyuncakları top, topaç, altın elmalar ve bir parça yün ile boğa böğürmesini çalan bir düdük idi.
Efsanenin ikinci kısmı, Dionisos’un ölümünü ve onun yeniden dünyaya gelişini anlatır. Çocuk kovukta
iken ona bir ayna verilir. O kendine hayranlıkla bakarken, arkadan, Zeus’un kıskanç karısı Hera tarafından
gönderilen iki titan yaklaşır. (TİTAN’lar, Zeus’la başlayan “Adil Tanrılar” devrinden önceki döneme aittirler.
Onlar, Uranus (Gök- ‘Heaven’ Tanrısı) ve Gaea (Yer Tanrısı) nın çocuklarıydı. OLYMPIANS (Zeus’un annesi
ve babası, Rhea ve Kronos) onlardan doğdu. Kronoz da çocuklarını yerdi. Zeus, annesi sayesinde kurtarılmıştı.
Titan’lar böylece ilkel, kanibalistik bir karakter taşırlar.)
Mağaraya giren titan’lar, beyaz kil (yahut da tebeşir) ile boyanmışlardı. (Bu tür maskeler, ‘kurban etme’
törenlerinde yer alan yamyamlarca, bazan da şamanlar tarafından takılırlar.) Titan’lar, çocuğu yedi parçaya
böldüler, üç ayaklı bir kazan içinde pişirip, yedi şiş’te kızarttılar. Yalnızca onun kalbi, iyi kalpli tanrıça Athene
tarafından kurtarıldı. Pişmiş etin kokusunu hisseden Zeus, hemen sahneye koştu ve yaratığı yıldırımlarla iki
titan’ı öldürdü. Athene, babası Zeus’a Dionisos’un kalbini kapaklı bir sepet içinde sundu. Zeus da, bu kutsal
artığı yuttu ve kendisi Dionisos’u yeniden doğurdu.
Bugün bu ritüel, Ekvatorial kavimlerde şaman’lar tarafından icra edilir.
Pythagoras’ın (İ.Ö. 587-507) kurduğu o r p h i c ( personal - kişisel ) okul düşüncesine göre ise, insan
nesli, Zeus tarafından mahvedilmiş Titan’ların küllerinden gelişti. Bu açıdan, i n s a n, karmaşa bir oluşumdur ve
iki prensibin alaşımından ortaya çıkmıştır:
1) DİONİSOS’ tan gelen i l a h i (divine) prensip,
2) TİTAN’lardan gelen ş e y t a n i - k ö t ü (wicked) prensip.
Bu imaj, Zoroaster tarafından tarif edilen e v r e n formülüne uyar. İnsanoğlu, ‘karanlık’ ve ‘şeytanlık’
tan ilahi kısmını kurtarmaya savaşır.
Y u n a n Mitolojisinde d ü n y a kurtarılmaya savaşılmaz, k i ş i kurtarılacaktır (Kylos tes geneseos
= Cycle of birth or becoming = Doğuş yahut varoluş sikl’i). K i ş i, yapısının ‘kötü’ kısmından kendini arınmak
maksadıyla, kendi vegeterianism, ascetism ve orphic rituel’lere sadık kalarak, b i r ç o k h a y a t l a r y a ş a r.
Derleyen: Prof.Dr. İsmail Ersevim
“Belli bir kültür ve uygarlıktan kaynaklanan mitoloji, en azından, insan zihninin, insan ruhunun bir
gereksiniminden doğar. Her tür zamansallığın dışında kurulur ve şaire zamandan kaçıp kimsenin
dokunamayacağı bir barınağa sığınma olağını sağlar. Nerval mitoloji aracılığıyla kişisel dramını açıklama,
anlatma olanağını bulur. İç dramını dile getiren bir efsaneyle karşılaşınca onu kaçırmaz, yapıtına alır,
kahramanlarıyla örtüşür, gerçekten kopup düşleneni yaşar.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:102)
Mithra, Mithras :
Bk.: Mitra
(HİNT MYTH., DİN) : Hıristiyanlık öncesi Tanrı; Eski Hint ve İran dininde ‘Işık’ tanrısı
“Hıristiyanlıktaki hiçbir şey orijinal değildir. Hıristiyanlık öncesi tanrı Mithra, ‘Tanrı’nın Oğlu ve
Dünya Işığı’ olarak bilinir. 25 aralık’ta doğmuştu, sonra bir taş mezara gömüldü ve üç gün sonra yeniden dirildi.
Bu arada 25 aralık aynı zamanda Osiris’in <Mısır Ölüler Tanrısı, İsis’in kocası>, Adonis’in <Yun.mit.: Afrodit:
Aşk ve Arzu Tanrıçası’nın sevdiği yakışıklı genç, bir yaban domuzu tarafından öldürüldü, ama Persephone:
Yun.Tanrıçası, Zeus ile Demeter’in kızı> tarafından yeniden hayata getirildi ve Dionisos’un <Yun. Mit.: Zeus ve
Semele’nin oğlu, şarap ve bereket tanrısı; Rom.Mit.’de: Bacchus>doğum günüdür. Krişna <Hint Tanrısı Vişnu>,
doğduğunda beraberinde altın, tütsü ve laden <Ladengillerden beyaz, kırmızı, pembe çiçekli, hekimlikte reçinesi
kullanılan, rastık, sürme yapılan ağaçcık -Cistus ladenfolius>. Hıristiyanlığın kutsal günü bile paganlardan
(ç)alıntıdır.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:260)
“Ancak şimdi Pistorius <Lokal bir din adamı>’u anlamıştım, içinde yarattığı düşü tümüyle gözlerinin
önünde canlandırabiliyordum. Bu düş: rahip olmak, yeni bir din ilan etmek, yücelmeyi, sevgi ve tapınmayı yeni
biçimlere kavuşturmak, yeni simgeler yaratmaktı. Buna ne gücü yetiyor ne işi elveriyordu. Aşırı bir tutkuyla
geçmişte oyalanıyor, eskiyi avucunun içi gibi biliyor; Mısır, Hindistan, Mithras ve Abraxas konusunda
gereğinden çok bilgi sahibi bulunuyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:162)
mitigate : (DAV.PSYCH.,İNG.) <miti’geyt> : Yatıştırmak, azaltmak, hafifletmek; mitigating causes :
(HUK.) cezayı hafifleten nedenler
Mitra :
(HIRİST. MYTH.) :
Papa, piskopos gibi yüksek rütbeli dini liderlerin törenlerde giydikleri başlık
“Zaten zorbaydılar, şimdi Konstantinopolis onların eline geçtiği için yanlarına artık hiç yaklaşılmaz,
liderlerinden biri basileus olur: Görevlilerimizin bazılarından çaldıkları mitra’ (piskopos ve din adamlarının
giydiği tören başlığı) ları atlarının kafasına koyuyorlar ve ilahilerimizi kendi uydurdukları bir Yunanca’yla,
kendi dillerinde kim bilir hangi yakışıksız sözleri araya katarak söylüyorlar(dı).”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:370)
mitre, -ter (HIRİST.,SAN.,) <may’tır> : -isim- Piskoposluk tacı; piskoposluk rütbesi; Resim çerçevesi
köşesi gibi uçları eğri kesilmiş iki tahtadan ibaret 90 derece açı köşesi; mitre box : öyle bir testerenin kutusu;
mitred : Piskopos tacı giyilmiş
mitt, mitten: (GİYSİ,İNG.,KOLL) <mit> : Kadınlara mahsus parmaksız dantel eldiven; SPOR: Baseball
oyuncularının giydiği yalnız baş parmak yeri bulunan eldiven; SLANG: Boks eldiveni; get the mitten :
terkedilmiş aşık; give the mitten : aşığını terketmek
mittimus : (HUK.,KOLL.) <mi’timus> :
Hapis cezası ilamı; Memuriyetten çıkarma, azletme
(Yeni Redhouse Lügati))
Miyadı dolmuş : Vaktini yitirmiş - Aşırı kullanılmış eşya (saat), giysi modeli, insan hayatı, sanat akımı
“Adam kitapları elinden bıraktı.
‘Seks ve çiftlik idaresi. Her ikisi de son derece sıkıcı konular.’ .....
‘Ne tesadüf, ben de resimden daha sıkıcı bir şey yoktur diye düşünürüm: donup kalmış bir nesne,
yarıda kalmış bir hareket, aslına kesinlikle sadık olmayan bir resim. Miyadı dolmuş bir uğraş...”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:101)
Mizaç : Huy, insanın içsel eğilimleri, yaratılış
“Olağanüstü güzel pek çok şiirde övgü konusu yapılan sabahlar karşısısnda apışıp kalmam, belki de en
büyük eksikliğim ve kusurum sayılacak iyi uyuyamayışımdan kaynaklanıyor, yaradılışıma ve felsefeme, mizacım
ve karakterime de her bakımdan uygun düşüyor.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:29)
Mizah, mizahçı, mizah duygusu : Gülmece, gülme ve gülmeciliği, şakacılığı, hafiften almayı bilen, esas alan
kişilik yapısı
“Ve her yerde soğuk rüzgara ve rüzgarla sürüklenen yapraklara bakıp yalnız hüzünlenmek değil,
gülmek de benim elimde olacak. Belki, zaman zaman düşündüğüm gibi mizahçı bir kişi gerçekten gizlenmiş
bulunuyor içimde. Böyleyse eğer, durum kötü sayılmaz. Ne var ki, bu mizahçı kişi içimde tastamam gelişip
oluşmuş değil; henüz yeterince çile çekmiş değilim..”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk-Nürnberg Yolculuğu”, sa:184)
“Kadın hiç gülümsemeden ‘Bunlar sadece senin için, ben yemek yedim.’ dedi. Söylediğinin yanlış
anlaşılmasından korkan Adam, ‘Şaka yapmıştım,’ diye atıldı hemen.
‘Ben de şakayı şakalamıştım,’ diye cevap verdi ev sahibesi korsanca bir gülümsemeyle. Sonra ekledi:
‘Hatırlasana, eskiden de mizah duygum olduğunu söylerdin. Sen ve ben aramızda leb demeden leblebiyi anlardık,
birbirimize göz kırpardık,’ dedi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47)
Mizansen : (FR.): Mise-en-scene: ‘Sahnye konmuş’dan alıntı. Sahnede kurulu düzen.
“Albert içini dökmekten hoşlanan biri değildi. Hele hiç tanımadığı bir adama. Ama o gün, belki de onu
kaçırdıkları sırada veda mektubunun cümlelerini zihninden geçirdiği için; belki de her şeyi hazırladıktan,
mizanseni kurduktan, her şeyi şaşmaz bir mekanizma gibi ayarladıktan sonra yazgısının denetimini birdenbire
elinden kaçırdığı ve bu nedenle dengesini biraz yitirdiği için; belki de hayatındaki son muhatap olarak karşısında
bedbaht bir zindancıyı bulduğu ve şu yeryüzündeki olayların saçmalığına uygun bir sonsöz fırsatı yakaladığı için
konuşmaya başlamıştı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:91)
Mnemosyne :
(YUN.MYTH.)
<Ni’mozini> :
Hafıza-bellek’ten sorumlu Mabude
Modası geçmiş : Eskimiş, zaman aşımına uğramış, artık uygulanmayan fikir, giysi, adet ve örf gibi şeyler
“Beni düşündüren, çocuğun annesinin durumuydu. Eğer o bu çocukla modası geçmiş fikirleri
uygulayarak başa çıkmayı umuyorsa, iş zor olacak demekti.”
(L. Carroll & J. Yober, “indigo çocuklar”, sa:150)
“Lily, ‘Ya bu ölüler,’ diye mırıldandı, ‘insan onlara acıyor, onları bir yana atıyor, hatta onları biraz da
küçümsüyordu bile. Onlara ne istersek yaparız.’ Lily, ‘Mrs. Ramsay silinip gitti. Artık onun isteklerini çiğneyip
geçebilir, onun dar görüşünü, modası geçmiş fikirlerini daha iyi bir şekle sokabiliriz,’ diye düşündü.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:278)
“Ticaret adamından çok amatör ruhlu biri olan bir adamın yanında, modası geçmiş, hantal bir iş yerinde
çalışmaktan hiç rahatsızlık hissetmez.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:60)
Modaya ayak uydurmak : Zamanın geleneklerine, yaşam tarzına paralel şekilde uyum sağlamak
“... babası kanserden ölmüştü ve Ziegler o günden beri, çok ilerlemiş olan bilimin onun başına da aynı
felaketin gelmesine izin vermeyeceğine inanıyordu. Ayrıca Ziegler’in o yılın modasına ayak uydurabilmek için
bütçesini zorlayarak iyi giyinmeye çabalamak gibi bir özelliği daha vardı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:34)
modus vivendi : (LAT.,FR.,HUK.) <modis vivendi> : Geçici uzlaşma <FR.: Trouver un modus vivendi)
Geçici bir zaman için, mahkemenin resmen ayrılan çiftlere bir süre beraber oturma hakkı vermesi
Mola; Mola vermek : Ara, teneffüs; Herhangi bir çalışmaya, işe, yürüyüşe ara vermek
“Şahmerdanın buharla işleyeni 200, 300, 500 kilo ağırlığı iki nefeste yukarı kaldırır. Fakat dört kişi bu
bin kiloyu, makinenin büyük ve küçük çarkı sayesinde ancak işletebilirler. Ağırlığı yukarıya çekmek için en
aşağı on beş dakika çalışmak lazımdır. Saatte bir de on beş dakika mola vermeden çalışmaya imkan yoktur.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:11)
“Kış gelince kanatları, sık ve geniş sürüler halinde sığırcık kuşlarını nasıl alıp götürürse, bu fırtına da o
günahkarları şuradan, buradan, aşağıdan, yukarıdan, öylece sürüklüyordu. Hiçbir ümitleri yoktu onların, asla; bir
mola vermek şöyle dursun, daha az acı çekmek düşüncesiyle bile avunamazlardı.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:110)
“Bekle. Daha bitmedi. Yıl bin dokuz yüz kık altı, Talihli, Batı Kıyısı’nda <Amerika’nın Washington,
California, Oregon, Arizona v.s. eyaletleri>, küçük takımlarla beyzbol oynuyor. Takım maç için otobüsle yola
çıkıyor. Bir yerde yemek molası veriyorlar, o sırada menajeri telefonla arayıp Talihli’nin bir üst lig’e alındığını
ve hemen takıma gitmesi gerektiğini haber veriyor. Bunun üzerine Talihli, eski takımıyla yola devam etmek
yerine eşyasını toplayıp otostop yaparak geri dönüyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:39)
“Bir virüsün en büyük zararı verebileceği yer orasıydı ve Jabba da zamanın büyük bölümünü orada
geçirirdi. Bununla birlikte, o anda Jabba mola vermişti ve NSA’nın bütün gece açık olan levazım bölümünde
pepperoni’li calzone yiyordu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:201)
“... Ve ben de geziniyorum, ama beni bir Tanrı okşuyor. Yaşam kısadır ve zaman yitirmek günahtır.
Bütün gün boyunca zaman yitiriyorum ve ötekiler çok çalışkan olduğumu söylüyorlar. Bugün mola verdim ve
kalbim başını alıp kendisiyle tanışmaya gidiyor.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:17-8)
“Bir parkta mola verip insanları seyretmeye koyulduk. Çocuklu kadınlar, bir yerlere yetişmek için
koşuşturan erkekler, bir köşede, bangır bangır müzik çalan bir radyonun başında münakaşa eden oğlanlar. Tam
karşı köşede, büyük ihtimalle incir çekirdeğini doldurmayacak bir konu hakkında hararetle tartışan kızlar...”
(P. Coelho, “Elif”, sa:85)
“Yalnızca yemek ve uyku molası vererek, beş gün boyunca yürümüştük..... Sıcak dayanılır gibi değildi;
mola verdiğimiz tüm kahveler ve köylerde insanlar kuraklıktan yakınıyorlardı. Sıcak yüzünden, İspanyolların
siesta alışkınlığına biz de uymuştuk, güneşin yakıp kavurduğu öğleden sonra ikiyle dört arasında yürümeye ara
veriyorduk.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:55)
“O anı birden, açık seçik geliyor gözlerinin önüne: Barış Kongresi’nin yapıldığı salonda, iki oturum
arasında verilen bir molada, Neçayev (Rus Devriminin bir kahramanı) bir köşede yalnız başına, küçük
sandviçleri midesine indirirken, gözleri parlayarak odayı dolduran yetişkinlere meydan okuyordu.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115)
“Defterin aslını eline ilk alışını hatırladı, nasıl da sersemce baktığını kargacık burgacık yazılara.
Annesinden defterin büyük halasına ait olduğunu öğrendikten sonra bir arkadaşının yardımıyla
Türkçeleştirilmesini sağladı. Şimdiyse okumakta daha bir güçlük çekiyor, her kısa cümlenin başında uzun
molalar veriyordu.”
(Samet Çamoğlu, “Mübadele Öyküleri-Kıyıya Vuranlar”, sa:54)
“Pavel arkadaşına doğru: ‘Söyle bakalım!’ diye homurdandı ve Vinska’yı görünce duymuş olduğu ilk
kızgınlık geçince, bir parça mola vermeleri için her ikisini de içeriye çağırdı. Böylece, çitin küçük kapısını açtı
ve davetini kabul etmiş olan bayanlara, bir ev sahibi böbürlenmesiyle, ‘hoş geldiniz’ dedi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:251-2)
“HAYATIMIN İLK ŞİİRİ
------------------------------İhtiyaç molası istedik,
Israrla hayır dediler.
Çizmesiyle tekmeledi asker,
‘Haddinizi bilin hepiniz’ dedi.”
(Muhammed el-Garani, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:54)
“Bu kasabada yemekler, Marceline için hiç de uygun değildi; yolculuk için yanımıza almayı akıl ettiğim
birkaç kuru bisküviden başka hemen hiçbir şey yiyemedi. Gözlerinin öne geliyor günün batışı, ormanların
yamaçlarına doğru gölgelerin hızla yükselişi; sonra bir mola daha.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:123)
“Arabacı, ara sıra durarak hayvanlarını dinlendiriyor, insanla konuşur gibi onlarla konuşuyordu. Bir
taşlığın ortasında, yine böyle bir mola vermesinden yararlandım:
-Daha çok var mı? diye sordum. O, ağır ağır başını salladı:
-Geldik.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:171)
“Böylece yeniden yola koyuldular; ama yolda bir yerde daha mola verecekleri konusunda söz aldılar
Şvayk’tan. Bir süre sonra, Floransa adında küçük bir café’ye uğradıklarında, bodur asker bir şeyler içebilmek
için gümüş saatini rehin bıraktı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:128)
“Geçenlerde yolum Teksas’a düşmüştü. Eski dostları, bildik yerleri yeniden dolaştım. Yıllar önce konuk
kaldığım bir koyun çiftliğinde bir hafta mola vermeye kararlıydım. Bütün konukların yaptığı gibi, ben de çiftlik
işlerine yardım için dört elle sarıldım. O ara çiftlikte en büyük iş koyunları yıkamaktı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:192)
“Kozma, dudaklarının ucunda çubuğunu unutmuş, düşünceli bir tavırla yere çöktü. Ay tepemiz üstüne
geldiği zaman bizi salyalarıyla kirleten yapışkan yapraklı otlar ve sazlar arasından yol açarak son mola
yerimizden ayrılmıştık. Kimse konuşmuyordu. Hey Allahım, kimse konuşmuyordu! Halbuki lazımdı. Konuşmak
mı? Yok, haykırmak, kırmak, kırıp geçirmek. O anda bizi çatlatacak bir zelzele <deprem> lazımdı.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:105)
“Sağ tarafında pırıl pırıl, uçsuz bucaksız mavi bir deniz uzanıyordu. Arada bir geçtikleri kasabalarda,
mola verdikleri benzin istasyonlarında, yol üstü lokantalarında gördüğü kızların kendisine benzemediğini
görüyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:261)
“Ağaçlardan kozalakları topluyor, çuvallara dolduruyorduk. Daha sonra bunları güneşte kurumaya
bırakacak, aradan bir süre geçince de kozalakları kırarak içindeki lezzetli fıstıkları çıkarıp paketleyecektik. Her
yıl yaptığımız bir işti bu. Toplama işi öğlene kadar sürüp gitti. Epeyce kozalak topladık, güneş tam tepedeyken
mola verdik. Yanımızda getirdiğimiz sandviçleri yemeğe koyulduk.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:91)
“ ‘O akşam’ deyip duruyordum. Elverişli bir kısaltmadan başka bir şey değil bu. Tanıştığımız dönemde
sayısız akşam yaşanmıştı; bunlar şimdi belleğimde iç içe geçip tek bir akşam oluşturuyorlar. Bazen bana, o
dönemde sanki sürekli birlikteymişizmiş, aillerimizin yanına arada bir kısa molalar için uğrayan uzun saçlı bir
güruhmuşuz gibi geliyor.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30)
“Mevsim ilerliyordu; Praskovi, bir köyde sekiz gün mola vermek zorunda kaldı. Öylesine kar yağmıştı
ki, yaya gidenler için bütün yollar kapanmıştı. Yollar kızaklarla iyice çiğnendikten sonra yaya olarak büyük bir
korkusuzlukla yola çıkmaya hazırlanıyordu.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:37)
“Bir türlü yenişemeyen şövalyeler, iki kez mola verip dinlendiler. İkinci molada yaşlı dük, elinde eski
bir mızrakla geldi.
‘Genç dostum,’ dedi, ‘öteki mızrakların tümü dövüş sırasında kırılıp parçalandı. Bunu al, şövalye
olduğum gün bana armağan edilmiş mızraktır bu. İthel dağında yaşayan ünlü bir demirci tarafından yapılmıştır.
Bugüne kadar yüzümü hiç kara çıkarmadı, her dövüşte zafer getirdi bana.’ ”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:70)
“Birbirini geçmişten tanıyan iki kadın, bir gece yarısı, uzak yol otobüslerinin mola verdiği bir
konaklama yerinde yıllar sonra karşılaşırlar! Hemen herkes hayatının film sahnelerine benzediği zamanları daha
değerli bulmaz mı? Oysa Meltem düşünüyor da, bu coşkun ilgiyi hak edecek kadar yakın arkadaş olmadılar ki
hiçbir zaman!”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142)
“Saat beş buçukta kalktı ve her zamanki gibi el yordamı ile ayakkabılarını buldu. Dışarı çıktı, ateşi yaktı
ve kaynaması için sıcak közlerin üzerine bir teneke su koydu. Tam o sırada, ilgisiz görünen bir anı aklında çıktı.
On beş gün önce, Wale’deki köy çayırında verdikleri molaydı...”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:141)
“Kimi kez, bir koşu anayola fırlar Salto’daki eve, Nuto’nun babasının dükkanına dek giderdim. Şimdi
orada olan talaşlar ve sardunyalar o zaman da vardı. Canelli’ye gidip gelenler orada mola verirlerdi çene çalmak
için, marangoz da planyayı, keseri, testereyi kullanmayı sürdürür, herkesle konuşur, Canelli’den, eski günlerden,
politikadan, müzikten, delilerden, dünyadan söz ederdi.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:75-6)
“Sabah akşam demir parmaklıkların önüne gidiyordum. Aklıma Milo ve kamyon yolculukları
geliyordu. Şu ara yollarda gitmek, istediğin her yerde mola vermek güzel olmalıydı. Özgür dünyanın ancak bir
parçacık aydınlığından yararlanabiliyordum. Kimi kez şöyle demek istiyordum: ‘İzin verin de çıkayım. Tevere
kıyısında dolaşıp geri gelirim. Ant içiyorum.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:179-80)
“Bir defada taşıdılar mütevazi mülklerini, Blimunda’nın başında bir bohça, Baltasar’ın sırtında bir
diğeri, işte hepsi bu. Uzun yolculuk boyunca ara sıra mola verdiler, sessizlerdi yol boyunca, çünkü söylenecek
bir şey yoktu, basit bir söz bile yersiz gelir yaşamlarımız değişirken.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:94)
“Ağaçların arasından mola yerini görüyor, adamlar ateşin başında, tencere dibi tutmadan ya da
yanmadan ateşten alınıyor, hızlı hareket etmeli, içeri girip şöyle demeli, benimle kışlaya gelin; ancak José
Calmedo, bu tarafa bakarlarsa onu görmelerini sağlayacak o bir-iki adımı atmıyor.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:197)
“Kendisi <Richis>, Laure ve dadıyla Cabris’ye yöneldi, burada öğle molası verdi, sonra Tanneron
dağlarına dalıp güneye indi. Yol çok zahmetliydi, ama geniş bir yay çizip Grasse Ovası’nın çevresinden dolaşıp
akşama kimseye görünmeden kıyıya varmayı sağlıyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:207)
“Sevgilim,
bu adanın çapı olsa olsa elli kilometreyi geçmez sanıyorum. Çepeçevre dolaşan daracık bir sahil yolu
var, çoğu yerde sarp kayaların tepesinden, kimi zaman da tuzdan kavrulmuş ılgın ağaçlarının çevrelediği, benim
de ara sıra mola verdiğim minicik, ıssız, taşlık koylara inen çıplak kıyı düzlüklerinden geçiyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:23)
“Bir anlamda burası bir yaşam deposuna benzer. Kesin olarak, ortadan yitmeden önce sahne
döküntüleri, uygun bir sınıflandırma öncesi burada son bir mola verirler, çünkü ölüm nedenleri göz ardı
edilemez. İşte bu yüzden bu yerde mola verirler, o da hepsini kollar, yardımcı olur.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:11)
“Pazar günleri öğleden sonra, arabayla kente bir gezinti yapma alışkanlığını edinmiştik. Değişmeyen bir
şeydi bu. Tirol’e uzanma, plajda Ereia Preta’ya kadar gidip gelme. Zaman zaman ailemin bir dostunda mola
verme.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:123)
mollify :
(DAVR.,KOLL.,İNG.)
mollycoddle :
çekmek
<mo’lifay> : -fiil- yumuşatmak, yatıştırmak, teskin etmek
(DAVR.,PSYCH., KOLL,İNG.)
<moli’kodıl> : Zayıf karakterli adam ya da genç kız; nazını
Moloz; Molozlanmak : Eski yapıdan kalma kireç ve toprak döküntüsü, yıkıntı; Değeri düşmek, molozlaşmak,
yaşlanmak
“ŞUBAT AYI: CAPE TOWN <1993>
2.
bir moloz alanıdır ülkem
savsözlerin, ayrıcalıkların, uyumların.
Pazarlıklar geveze tüfekler teslim ediyor
müstehcenliğe, pembe dizilere.”
(Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07)
“Alexandra
------------Ne istiyorsun benden, Alexandra?
Anlıyorum uysallık batağına düştüğümü!
Uzanıyorum öylece bırakırken beni uzaklarda.
Senden geldim, birçok defalar,
Dönüyorum geri.
Alexandra, seviyorum seni;
Biliyorum
Bütün yaşamlar saçma geldiği aman bana
Yürürdüm sana doğru, sessizce, bata bata çamurlarda,
Uzanırdım moloz yığınlarının ortasında,
Sıradan ve siyah.”
(Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10)
“-Gebersin! Ulan, bu kayarto bizi taş arabası mı belledi? Mangiz yetiştiremez olduk. Mangizinde
değiliz. ‘Paytoncu Osman molozladı,’ diyecekler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Momus : (YUN.,DİN,FİG.,İNG.) <mo’mıs> : Mitolojide kuru bulma, alay etme mabudu; FİG.: Herkeste,
herşeyde kusur bulan kimse
monac(h)al :
(HIRİS.,KOLL.,İNG.) <mon’akl> : Manastır hayatına ya da rahiplere ait
Monad; Monadic; Monadism; Monadoloji : (BİYO., FİLO.) Birim, tek hücreli organizma, Leibniz’in
felsefesine göre, ‘artık bölünemez birlik’ olan sonsuz tözlerden her biri; Tözel, monada ait; Evrenin
monad’lardan oluştuğunu temel alan varoluş felsefesi (Leibniz); Dil’in tanımlanma ve anlaşılma bilimi.
Bk.: LEIBNITZ
“Dil, daha çok, sözlükte açıklandığı gibidir: Son derece karmaşık bir organizmadır, bütün ögelerihücreler, sinirler, kan kürecikleri kemikler, parmaklar, sıvılar- aynı anda bulunurlar dünyada, hiçbiri de kendi
başına varlığını sürdüremez. Çünkü her sözcük başka sözcüklerle tanımlanır, böylece dilin bir bölümüne girmek,
bütününe girmek demektir. Öyleyse dil, Leibniz’in kullandığı terimle bir monadolojidir.Her şeyin içi madde ile
dolu olduğuna göre, tüm nesneler birbirleriyle ilişkilidir ve bu doluluk içindeki tüm kıpırdanmalar, uzaklıkla
orantılı olarak, uzaktaki nesneleri belirli ölçüde etkiler.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:193)
monandrous : (YUN.,SOSY.,KOLL.,İNG.) <mo’nand’rıs> : Tek kocalı, tek kocalılık usulüne ait; (BOT.)
: monandrik, tek ercikli; monandry : tek kocalılık
Monarşi : (SİYAS.) Bir devlette, tüm siyasal kudretin <erk> tek elde toplanıp, zamanı gelince ailenin
çocuklarına devrettiği totaliter, faşistik idare türü; mutlakiyet
“Piyade alayı bandosunu yöneten Nechwal’i diğer meslektaşlarından ayıran, sadece yeni melodiler
yaratırken başarıncaya kadar inatçı olması değildi. Birçok bando şefi konsere başlarken ilk melodileri
başçavuşlara yönettirir ve sadece ikinci bölümde değneği eline alıp bandonun karşısına geçer. Nechwal’e göre
bu, imparatorluk ve kraliyet monarşisinin çöküşünün çok önemli bir belirtisiydi.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:32)
“Bu nedenle nice büyük monarşilerin Parma prensine haset edeceği bu adamın bilinen bir tek tutkusu
vardı: Büyük kişilerde teklifsiz, içli dışlı konuşmalar ve maskaralıklar yaparak onların hoşuna gitmek. Büyük
adamın onun söylediklerine ya da sadece kendisine gülmesi ya da Bayan Rassi konusunda insanı isyan ettirecek
alaylar etmesi onun pek umurunda değildi. Yeter ki karşısındakileri güldürsün, onlar da kendisine karşı teklifsiz,
senli benli davransınlar, artık o pek memnun olur, sevinçten etekleri zil çalardı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:291)
(Il) mondo e un bel libro, ma poco serve a chi non lo sa leggere : (İTA.,OKUMA,KOLL.) <İl mondo e un
bel libro, ma poko serve a ki non lo sa legere> : Dünya, çok güzel bir kitap; fakat onnu okumasını bilmeyen
kimselere pek az faydası var = The world is a beautiful book, but is of a little use to the man who does not know
how to read it (İNG.)
monger : (SOSY.,KOLL.,İNG.) <man’gır> : Tacir, esnaf, satıcı, özellikle aşağı sınıftan biri: ironmonger :
demir satıcısı
mongrel : (ZOO,ANTR.,KOLL.,İNG.,GRAM.) <man’gril> : Soyu karışık ve bozuk köpek ya da başka
hayvan; karışık şey, karışık soylu; yarısı bir dilden, diğer yarısı başka bir dilden gelme sözcük
monodrama : (TİYAT.,KOLL.,İNG.) <mono’drama> : Tek aktör tarafından oynanan drama
monody : (MUS.,KOLL.,İNG.) <mo’nodi> : Tek sesle okunan mersiye; Tek sesli şarkı; monodist : monodi
bestekarı ya da söyleyen kimse
monogenesis : (BİYO.,İNG.,) <mono’cenesis> : Doğa’da tüm yaşayan şeylerin (insan,hayvan,bitki) tek bir
hücreden geliştiği teorisi; aşısız-döllenmesiz vücut bulma; metamorfoz olmadan büyüme
monolith :
(SAN.,MİMA.,İNG.) <monolit> : Yekpare, tek bir taştan yapılmış abide
(Yeni Redhouse Lügati)
Monolog : Bir kişinin tek başına uzun uzun konuşması; tirad
“Margot mutfakta bulaşık yıkıyordu, o da pelteleşmiş diliyle bibiriyle ilgisi olmayan konularda uzun bir
monologu sürdürüyordu. Söylediklerini ancak bölük pörçük anımsıyorum ama aklımdan çıkmayan bazı temel
noktalar var, özellikle de Cezayir’deki savaş anıları...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:40)
monophobia : (PSYCH.,KOLL.,İNG.) <mono’fobia > : Yalnızlık korkusu, yalnız kalmaktan korkma
monophysite : (HIRİS., KOLL.,İNG.) <mono’fisayt> : Hz. İsa’da yalnız bir tabiat-yaratılış olduğunu ya da
kendi nefsinde ilahi ve insani tabiat-huy,yaratılışların birleştiğine inanan kimse
monostich :
(EDE.,İNG.,) <mono’stik> : Şiir mısraı, bir mısralık şiir
monostrophic : (YUN.,EDEB.,İNG.) <mono’strofik> : Özellikle Eski yunan korolarındaki şiirlerde esas
ollan kafiye-vezin; Bk.: KORO
monotheism : (DİN) <mono’teizm> : Tek Allah’ın varlığına inanç, kabul; tevhid
(Yeni Redhouse Lügati)
Monoton : Aynı şekilde; heyecansız, tekdüze (hayat)
“Burada, eğer birisi, ‘Herkesin canı cehenneme, ben Perth’in Belediye Başkanıyım!’ dese, kimse bunu
adamakıllı sorgulamaz bile. Nasıl bizler, geriye yaslanıp, bir baş sallamasıyla, ‘Büyüklük hezeyanları. Akıl
hastalığı!’ diyebiliriz? Bu, belki de, serinkanlılıkla, hesaplı bir şekilde, yaşadıkları monoton hayattan uzalşamak
için seçtikleri bir eylem tarzı olabilir.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:49)
Monstrans, Monstras : M o n s t r a n c e (Fr.dan alıntı); (DİN,KOLL.) <mons’trıns> : Katolik ayinlerinde, Hz. İsa’nın bedenini temsil eden kutsal ekmeği içeren ya da boş-, güneş biçiminde, ortası boş obje-çanak
“Kızın kalbini Hıristiyan inancına yakın kılmak için temkinli ve dikkatli yollar aradı; çünkü biliyordu
ki, eğer o inancı, içinde güneşin binbir renkle parladığı bir monstras gibi apaçık ve ışıl ışıl ona doğru tutarsa, kız
titreyerek diz çökmeyecek, onun yerine bu düşman işareti görmemek için ters bir tavırla, sertçe arkasını
dönecekti.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:40)
Monşer : Tanzimattan sonra Avrupa’ya açılışta dilimize giren birçok Fransız sözcüklerinden biri: Tam
karşılığı “Mon cher” ‘Sevgili dostum!’ olup yakınlık ve samimiyet ifadesi olarak kullanılır
“Şevki homurdandı. O daima Galip’in sözünü ağzına tıkardı:
-Sakın üstadı taklit edeceğim diye, bizim halka Şeytan’dan bahsetmeye kalkma; seni Orta Oyunu’na
çıkmış sanarlar.
-Monşer, sen de hep ne söylesem alay edersin. Bir de Vehbi dede’ye soralım.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:78)
“CELİLE - Mükemmel bir gösteri efendiciğim, fakat hiçbir şey kanıtlamıyor.
OKYAY - Basma kalıp kötü edebiyat, kanıt namına sıfır. Bir Amerikalı bu boş sözlere metelik
vermez monşer.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:40)
“Kapıdan içeri bir adım attıktan sonra durdu, nutuk verir gibi elini sallayarak:
-Monşer, şuraya bak, dedi. Ne mizer (sefalet = misere-Fr.), ne mizer!... Okul demeye bin şahit ister.
Nasıl radikal olmak lazım? ‘Ya hep, ya hiç!’ dediğime bir kere daha hak veriyorsun ya!”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:221)
“ ‘... İdris’e de amcasının kızını yamıyoruz. İstersen haber ver, sana da bir tane uyduralım. Karım mı
diyeceksin? Nikahımdan düşmez mi diyeceksin? Boşver. Medeni nikah da ne oluyor? Şeriatın kestiği parmak
acımaz monşer, şer-i şerif üzre istersen dört tane al!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:162)
Montanyar : (FR. MYTH.): 1789 Büyük Fransız Devriminde, hükümet koalisyonu’ (Konvansiyon)nun en
aşırı, sol kesim üyeleri. <Sözcük itibariyle ‘montanyar’=montagneyard(s): dağcı, dağ adamı demektir.> Bu
üyeler, solcu Robespierre etrafında toplanmışlardı ki o da sonunda giyotin’e gitti
“Louise Masché de Rochemaure <Roşmor okunur>, kralın avcı subaylarından bir teğmenin kızıydı.
Kocası savcıydı. O öldükten sonra, devrimde yeni ilkeleri hemen benimsemişti..... Kim güçlüyse ondan yana
olduğu için kolaycı Feuillant’ların <Bk!>, Jironden’lerin <Bk.!> ve Montanyar’ların arasına girmişti. Uzlaşmacı
bir ruhu, sarılıp kucaklaşma tutkusu, entrikacı yetenekleri olduğundan bir yandan da aristokratlar ve
karşıdevrimcilerle işbirliği içindeydi. Geniş çevresi vardı.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:93)
Morali bozuk olmak, bozulmak; moralsizlik : Üzülmek, sinirlerine hakim olamamak, ruhsal direnme gücü
azalmak
“Gece böyle sürüp gidiyor. Siyah kitabını okuyor, Mavi onun kitabı okumasını seyrediyor. Zaman
geçtikçe Mavi’nin morali iyice bozuluyor. Böyle boş boş oturmaya alışık değil, hele şimdi karanlık da çökerken
sinirleri bozulmaya başlıyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11)
“Çocuğunuz yalnız olduğundan, moralinin bozuk olduğundan, ya da kendisini dışlanmış hissettiğinden
yakındığında, onu dinliyor musunuz? Yoksa onun bu hislerini geçici bir şey olarak görüp ciddiye almıyor
musunuz?”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:113)
“Kendi içinde güzellik taşıdığı için neyin güzel olduğunu görebilir, çünkü dünya bir aynadır ve herkese
kendi yüzünü yansıtır. Savaşçı kendi kusurlarını ve zayıf yanlarını bilir ama kriz anlarında morali bozulmasın
diye elinden geleni yapar.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:139)
“MADELEINE - Öyleyse daha önce ya da çok daha sonra doğsaydın! (Sessizlik. AMEDEE, ellerini
arkasında kavuşturmuş, düşüncelere dalmış, sırtı biraz kamburlaşmış bir halde sahnenin sol yarısında amaçsız
dolanmaktadır; sonra durur.)
AMEDEE - Bari moralim bozuk olmasaydı. Yorgunluktan hep. Aslında pek fazla bir şey yaptığım da
yok ama...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:74)
“Gece yine ilaçla uyumuştum, sabah uyandığımda bütün eklemlerim ağrıyordu. Kendimi kasmaktan ya
da üzüntüden olacak, iler tutar yerim kalmamıştı. Bu haber çıktığındanberi uyanınca ilk hissettiğim şey müthiş
bir moralsizlik, bir şeylerin kötü gittiği, bir felaket olduğuydu. Sonra bıçak gibi bir sızıyla olayı bilince
çıkarıyordum. O gün de öyle oldu. Yatağım ıslaktı. Gece ağlamış mıydım ne… Hiç fark etmemiştim.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:384)
“Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde
beni hayal kırıklığına uğratmıştı. ‘Bugün moralim çok bozuk,’ demişti Taksim’de bir buluşmamızda. ‘Hilton
Oteli’ne gidip çay içelim mi lütfen? Bütün o fakir mahalleler benim moralimi bugün daha da bozacak...’ ”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:312)
“LENI - Kapını vuracak, sen de açacaksın. Sana ne diyecek biliyor musun?
FRANTZ - Umurumda bile değil.
LENI - Aynen şöyle diyecek: Kendini tanık yerine koyuyorsun ama sen sanıksın! (Kısa bir sessizlik.)
Ne cevap vereceksin?
FRANZ - Defol burdan! Satılmış! Benim moralimi bozmayı asıl isteyen sensin!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:138-9)
Moral vermek : Ruhsal bakımdan takviye etmek; felaket hallerinde bozulan sinir ve ruh düzeni için sembolik
dahi olsa yardımda bulunmak, moralini düzeltmek
“O yıl İstanbul görülmemiş bir kış yaşıyordu, ortalık buz tutmuştu. Ama İstanbulda yaşayan Yahudiler,
göçmenlere moral vermek amacıyla sahilde bir ateş yaktılar. Struma’dan görülen bu ateşin sönmemesi için
kıyıya durmadan odun taşıdılar.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:260)
“Naim, ‘Ben iflah olmaz bir oburum ve bundan utanmıyorum’ diye durumunu kabullendi. ‘Yemek
yemeği sevmek Tanrı’nın bir lütfu! Sabah çekilmiş kahve kokusuyla uyursun. Brezilya’nın kokusudur bu ve
dünyadaki en nefis kokudur. Moralin hemen düzelir ve gün sona erene kadar kendine üç ziyafet çekeceğini
bilirsin. Her gün üç büyük şenlik!’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:375)
“Scarlett’in korkudan gözlerinin büyüdüğünü gören Yüzbaşı Randall son sözlerinden dolayı çok üzüldü
ve genç kadına moral vermek istedi:
-Kuşkusuz yeni bir geri çekilme olmayacak. Çünkü Kennesaw mevzileri Yankeeler tarafından
elegeçirilemez. Toplar dağların zirvesine yerleştirildi. Kuzeyliler’in oradan geçmeleri mümkün değildir.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:405)
Morbo gallico : Frengi <Morbo (ITA.): hastalık; gallico: Fransız>; “Napoli İlleti” = Morbus Gallicus
Bk.: Frengi
“Ertesi gün Arno Nehri’nin suları çekildi. Şehir, Lorenzo de’Medici’nin ölümcül bir hastalığın
pençesinde kıvranmakta olduğu haberiyle çalkanıyordu, kimse yüksek sesle dile getirmede de, Duka’yı ölüm
döşeği’ne düşüren illetin şu korkunç morbo gallico yani frengi olduğunu herkes biliyordu.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:323)
Moreno, Jacob L. : (TİYAT.,) Ünlü Romanyalı psiko-dramacı (1838-1974), Bk.: Oyun
moribund :
(BİYO.,İNG.) <mori’bond> : ölmek üzere olan, can çekişen
Mormon’lar : (DİN) Amerika Birleşik Devletleri’nin orta-kuzeyindeki Utah eyaletinde çoğunlıkla yaşıyan,
farklı bir mezhep sahipleri, 1830 yılında, New York Eyaletinde, Reverend Joseph Smith tarafından başlatılan
silahlı savaşta, başkan maalesef Federal Hükümet tarafından savaşta yitirilmişti. Katoliklikle Protestanlık arası,
kendi ‘tablet ve inançları’na saygılı, aile ilişkilerine çok değer veren bir toplum. Baba gelmeden hala yemek
sofrasına oturup yemeğe başlamayan kimseler. Hanımlar, evleninceye kadar bakire ve evde yaşar. 1890 yılına
kadar çok eşli olabiliyorlardı, fakat hükümet o tarihte yasakladı. Sizlere, onların tarihçesi ve gelişimleri
konusunda, Türkiye’ye döndükten sonra 2006’da İngiltere-Cambridge, Melrose Yay., A.C.-2084, ‘The Atlantis
Republic’ adlı eserimden aldığım -maalesef İngilizce- notlarımı sunuyorum. Özetle, ben, sanki öyle 26 yaşında
genç bir hanımla, Kilise’de evleniyorum - daha evvel Müslüman bir hanımdan boşandığım halde. Katolik’lerde
buna müsaaede etmezler, bilirsiniz. Ama, evlilikte ilk yılı tecrübe sayıyorlar, eğer evlilik sürmeyecekse, bir
celsede boşanabilirsiniz. İ y i o k u m a l a r! (Dr.İ.E.)
A.C. 2084, sa:121 on....
December 1st’968 , Code Island
“During the week I had a chance to go to the library and seek out some information about
Mormons from various books. The best came out again from ‘Encyclopedia Tannica’ (Gush, one
hundred years later what coincidence!). It may be of public knowledge for an ordinary citizen but for a
foreigner, it is a brand new history and quite interesting to read. I had to rush because Mrs. K. Had
already arranged with the Lady Francis (That was the prospective lady’s name!) to go to a movie,
however three of us altogether since going alone with a strange man was also not permissible in
Mormonism, so someone had to shaperon us. Good so far. This shall take place tomorow evening.
Well, in summary, ‘The Book of Mormon, taken from the plates of Nephi, is written to the
Lamanites, who are a remnant of the house of Israel; and also to Jew and Gentle - Written by way of
commandement, ans also by the spirit of prophecy and of revelation - Written and sealed up, and hid
up unto the Lord, that they might not be destroyed - To come forth by the gift and power of God unto
the interpretation thereof - Sealed by the hand of Moroni, and hid up unto the Lord, to come forth in
due time by way of the Gentile - The interpretation thereof by the gift of God.’ I was surprised to note
that they were also of Israel origin, the boom takes its origines from the Old Testament, the book of
Moses and that of Abraham. The historians had found some evidence, written on the original Egyptian
Papyri that been found at the Common Egyptian Funerary Texts, about the existence of these tribes
then, there. The old books say about the Nephrites, their having a history of virtuous, industrius and
fair-skinned people. Sinful, red-skinned Lamanites, tried to exterminate them, so they followed the
same fate of Jewish people: Wandering around the world. One big gap is that, from those before Jesus
days until A.C. 1830, Mormons were not heard of. Then there suddenly comes a Reverand James
SMITH (New York born, A.C. 1805), proclaims that He is the prophet of the Church of Jesus Christ
of Latter-day Saints, and establishes his head-quarters first in Missouri, building an entire brand new
Mormon City, Zion, in A.C. 1931. Their biblical existence, was taken from ‘golden plates’ and a very
specially made golden plate with special stones that were placed in silver bows, also called Moroni
Plate, as a proof of the glorious Israeli and Gentile backgrounds of Mormons, was delivered to
Prophet Smith by a male angel, MORONI himself in Kirkland, in front of two witnesses: David
WHITMER and Martin HARRIS. That plate, was to be saved and protected at the Mormons’ headquarters until eternity.
“The essential principals of Mormonism could be summarized, as follows;
. GOD has evolved from man,
. MEN might evolve into gods,
. The Persons of Trinity are of distinct beings,
. Human souls pre-existed. Christ came to the earth so that ‘all might be saved and
raised from the dead’, but, ‘a person’s future is determined by his-hers own action.’
. Justification is by faith and obediance,
. Obediance to be ordinances of the church,
. Repentance and Babtism are performed through immersion,
. Laying on the hands for Spirit Gifts, including prophecy, revelation, speaking in
tongues (I had met some people in one of the ‘Born-Again Christian Churches who
were speaking in tongues, meaning without knowing about anyone, they were able
to speak, communicate with each other not only with persons, but with their
ancestors too which was quite an experience for me!)
. Faitful memebrs of the church, would inherit eternal life as gods,
. When Christ will return, then shall be ‘the temple work’, principally “Baptism on
behalf of dead” shall be in order;
. Prosellytism, Polygamy were set by Smith himself, but legally declined in 1890.
As I understand Prophet Smith and His followers, had a quite opposition to their existence and
celestial claims that they are from Israel long before Jesus Christ, their priesthood and rituals are “true
representatives of true church”, the American Indians are their descendents, the Prophet is ordained as
such by an angel MORONI to settle this discipline throughout the U.S.A., spreading to Ohio and
Missouri, using even force when necessary and alike, have them involved involved in actual battles
with the Government and a lot of blood was shed, like The Mountain Maedows Massacre, A.C. 1857.
(Mohammed too was indulged in several wars while trying to spread Islam.) Rev. Smith himself was
killed in one of these battles as early as in 1844, at the age of 39, right after building a new city,
NAUVOO in 1839 A.C.; however his disciples, Lieut.Gen. Brigham YOUNG who later on became
Governor in A.C. 1852, and his son, Joseph Smith III, in Iowa and Illinois set the church (A.C. 185260) on very strong foundations and and worship in Utah thereafter, however extending themselves up
to England and Scandinavia. Prophet Smith was once in touch with a Masonic Lodge and present in
their meetings quite frequently, also reported.
As far as the administrative structure is concerned, each church has a president that is one of
the descendants of the Prophet and is appointed by revelation. In every church there are two
Councilors who possess very powerful political power, a Council of Twelve Apostoles, The First
Council of Seventy.
Mormon people live close-by their churches; attend to them very regularly and religiously.
4,000 to 5,000 people live in “Stakes”, a few hundred stakes are managed by a President and the
Bishop.
Well, sems to be interesting; sounds to me a Middle-Age-Chivalry-kind institution with some
mystery course. I felt a kind of chill too. Anyways, now at least I feel half-ready to meet young lady
Francis, my prospective bride, I guess. An untouched girl, late sixties in Merica, non-smoker, nondrinker and at the service of man obediantly? Hard to believe, but we will see.
December 2nd’ 1968
Code Island
“It is slightly after mid-night. We just returned from “Camelot”. Its music had mesmerized
me. Needless to say Mrs. K. (My son’s piano teacher, who had advised Lady Francis to me... matchmaker..), I and Lady Francis were altogether at the Central Cinéma, at the first balcony. Having a third
person between, had really facilitated this important ‘first get together’, especially when it was
amalgamated with a historical and mythical masterpiece.
Lady Francis is of medium height, somewhat plumb but not necessarily fat, with curvy
blondish hair, gross green frog-eyes, talking nearly in an alto voice, however giving a sense of purity
and serenity. On a few occasions when our fingers touched each other I felt a kind of cold and sweaty,
trembly but definitely not-estrogen driven and ridden body extentions. One immeditaley feels a kind
of security and trust. After movies too, not much has been said. We shook hands and said good-bye to
each other.
About half-an-hour later Mrs. K. Called me up and with a curious sounding voice asked my
opinion about Lady Francis. Of course I could not completely know a person in such relatively short
time, neither she, but my first impression was positive. Love, could have developped later on, at this
age and moment in my life, a logical marriage was perhaps much more wiser than an immediate fall in
love, I guess. Mrs. K. Said Lady Francis had liked me a lot; I was serious, mature but witty too, and,
trustable. “What shall be our next step?” I asked Mrs. K.; she said that, if it is alright with me, next
sunday I am invited for a sunday dinner, in their home with the family. This jet speed, while somewhat
scaring me, was giving me some sense of ‘right’ since, if the things were not this much in order, the
succession of the events could not have been this smooth. So, I keep my fingers crossed, and shall wait
for next sunday. Meanwhile I’d better to read a little bit more about Mormons.
December 10th’1968
Sea-Chief, Chussett
To day at noon, I and my junior, were present at Lady Francis’ home, one of the small
private properties in the assigned locality in one of the Mormon stakes, in a small town called
Sea-Chief, in our neighboring state Chussett. All names around here old American Indian
Tribes’ names. As Mormons state that Indians are coming from Mormon blood, they may feel
very secure and comfortable with their choice of settlement.
All family members greeted us right at the door, including father that really impressed me.
That was the custom that I am used to observe. The family really impressed me as a very honorable
one. Father, in his fiftiees with slightly greyish hair and eye-glasses, a serious but sincere man, an
engineer, as I said before; a healthy, strong man and obviously the true head of the house. Mother,
who looked like exactly her daugher: Somewhat plumb, emotional but sincere, thanked many times for
the bouquet of the flowers that my son presented to her. The older sister was not present at the
beginning, she was going to visit later on with her husband and baby. Without talking too much, we
silently and solemnly sat at the pre-designed seats at the dinner table. Lady Francis and I were facing
each other, husband and wife also, and my son somewhere between. Father, before start, raised her
hands half-way through and said his prayers:
“I pray to the Father in the name of Christ; O God, the Eternal Father, we ask thee in the
name of thy Son, Jesus Christ, to bless and sanctify this bread to the souls of all those who partake of
it; that they may eat in rememberence of the body of thy Son, and witness unto thee. O god, the Eternal
Father, that they are willing to take upon them the name of thy Son, and always remember him, and
keep his commandements which he hath given them, that they may always have his Spirit to be with
them. Amen.” And after he took his first bite of bread, we were allowed to take our own.
Lunch went on in a quiet but superficial air and exchange, with random talks about my and
father’s jobs, my son’s school, Lady Francis’ Hospital work and alike. As desert, cold cold fruit juice
was served. All were fine with me. I was dying to be alone with my bride-to-be and talk about various
facts of life, her feelings about marriage and sharing life with someone who had come from abroad,
with a son in hands, whether she has any thoughts about having more children, future home namely
where to live, finances and alike. However there did not occur any chance for these kind of things for
we never were left alone long enough. These things were obviously taken for granted, mature grownups could have made their own decisions later on or any time; obviously the most important thing at
the present time was my suitability to the Mormon congregation.
Thus, early in the afternoon, while the rest of the family was busy with getting acquainted
with each other, the Father and I sat aside and he drew the conclusions. He said, openly, he had liked
me; he already has heard about my reputation, righteousness, decency, hard and humanitarian work
that I had been doing, and specially taking care of my child, all alone. It was not fair for a man with
my qualities to carry on this kind of lonely life. God himself could not stand to be alone and had
created man thereof. “Here we are,” he said. “We are opening our arms to you. If you don’t have any
objection, next sunday morning, please come to Cburch, be our guest and observe the ceremonies.
There, the President of The Church shall explain to you the basic rules of the church and what to do
for a church wedding that is absolutely required.” Then, if everything was going to be alright, by
Christmas time, at the Holy Season that was just a feew weeks ahead anyway, we would marry. I
whole-heartily accepted the program for especially the day before Christmas was my son’s birthday;
why not we could not meet the dates?
“Early in the afternoon, Lady Francis’ older sister, husband and their nearly two-year old
baby-girl arrived. They were too, open, sincere and joyous people. They wished us luck and we,
vawing hands, took off, going for a ride in the beautiful surroundings and wilderness of the nature, in
spite of winter season. Everywhere was white, but roads were clean and sun was shining all-over. I
asked my son’s opinion how he is feeling about this forthcoming marriage; he, with a very clever
smile, answered, “Dad, this is your business, it does not make any differrence to me as long I am with
you.” This boy should have been a prophet himself. May be he is, time will show.
December 17th’1968
Code Island
“I woke up early this wintery sunday morning. I took my bath, and put my best suit on. I don’t
need to impress anyone, but I do not wish any technical matter should be a subject to spoil my image. I
left my son with hy next neighbor, doctor’s family from Uba. I am not rich, but I always had good cars
to run since I even do not know even how to change the tires. Anyways, my blue Mercedes shines and
slides over the crisby icy snovy roads and here I come.
The Church of Jesus Christ of Latter-day Saints, is one of the newely-set, well-built
churches in Code Island, close to Sea-Chief, Chussett town line. Mr. Normand, my prospective fatherin-law who was the senior Councillor and Deacon in the church hierarchy, personally met me at the
door aside the President of the church. After shaking hands, quickly we entered in one of the small
administrative offices. Office was furnished very neat and simple. On the walls Rev.Smith’s pictures
were faced with that of Jesus Christ, on the other.
Rev. Harold, in a very nice voice, asked about my original religion, marital status, and the
degree of the knowledge about Mormonism. I summarized briefly my status and mentioned about my
willingness of marrying Mr. Normand’s daughter Francis.
He informed me that in Mormon Church, there are two kinds of marriages; one, “marriage for
time”, and the other, “marriage for eternity,” or “celestial marriage.” The marriage for time, is losing
its validity after death. It is believed that some ‘not that much responsible people who neither are not
out of the world, nor are supposed to give in marriage, may prefer’ that type. One way, they do not
abide by the church’s law completely, not out-cast, they ara saved too, but without enlarging
themselves, they remain singly and without exaltation. In short, this lower form of marriage, if one
wants to, may prefer this, or the person’s civic condition may not be suitable more than this.
Celestial marriage is only performed in the holy temples, like here, and the participants
eventually shall be rewarded with a celestial or higher garde of exaltation to come. The other name for
this type of marriage is “Sealing”. Indeed, two good people, are sealed to each other until eternity and
even thereafter; the President who also is ‘chief priest’,
said, “By a revelation by Prophet Smith, in A.C. 1843, polygamy was permitted. Then prophet has
spoken of women “given unto him to multiply and replenish the earth... and for their exaltation in the
eternal worlds, that they may bear the sould of men,” namely, says a note, “the souls or spirits of men
to be born in heaven.” But, with another revelation in A.C. 1890, conforming with the Federal
regulations, the polygamy was abolished. President Wilford Woodruff, on A.C. November 1’1890,
addressing to the saints at Logan, Utah, saying, “I want to say this: I should have let all the temples go
out our hands; I should have gone to prison myself, and let every man go theree, had not yhe Gıd of
heaven commanded me to do what I did do; and when the hour came that I was commanded to do that,
it was all clear to me.” (Published in Deseret News, A.C. November 7’1891.)
“Therefore, my son Ismailov, if you marry Francis, as long as you remain married to her, you
may not marry another person at the same time.
“Knowing Francis and now you and considering Mr. Normand’s position, in this church, you
owe to marry in celestial form, only that fits you. That means, you shall have some ceremonies prior to
declaration and sanction of the wedding which is unseparable part of our rituals. You shall never tell
anyone in life time about the details of those rituals, may be just of highlights, or your personal
feelings if and when deemed to be necessary, in good will and not serving any evil souls, that’s all.
Otherwise, the results may be unthinkable. We recognize one year’s time as adjustment to the church
and its principles; so, God forbid if anything happens within the next twelve months, even separation
may be possible; but after a year, your said and unsaid- committments to Church, seals you them until
eternity.
“I repeat my son again that, just as the relationship between husband and wife who are married
only ‘for time’, does not carry over into the spirit world, so also is the bond od parents and children
broken by death, unless they are sealed by the proper temple rite. It is a part of the celestial marriage
rite to seal the children to the parents for eternity. But for a son (of who you have one!) whose parents
were not so sealed til eternity a way is provided whereby a family connection in the future world may
be continued. He can, by proxy, marry his parents for eternity and be sealed unto them through
these proxies. This is frequently done today by new converts to the faith. But here, too, the sealing is
not accepted unless it is freely accepted and all the conditions met by those who are sealed. Do you
understand all what I am saying?”
“I believe so, Sir!”
“Well, then, what date you choose? Mr. Normand mentioned one day before Christmas. Even
though the church is exceedingly busy those days, as you may already know, if you wish we could
arrange it. D’accord?”
“D’accord!”
“See you on December 23rd, 02.00 P.M., for your celestial marriage. Good luck to you by
now.”
“Yes Sir, on December 23rd, 02.00 P.M. for celestial marrriage. Thank you.”
We all shook hands, and I left the church however in a kind of half-daze. It first appeared to be
very plausible, acceptable and honorable principles, perhaps paving a road to a clean life, I am sure
they still are, but what created a kind of chill in me because of those committments. I am a man of
belief and committment, but I had never plunged into this deep chain of committments. I felt I was a
small drop in an ocean, fresh and entacing, but frightening too. Well, “Courage mon ami, courage!”
(Courage my friend, courage!), I consoled myself. I don’t think I shall be able to sleep to night, and
considerimg my son’s age, that is almost nine, I am not going to give any details about these church
committments that more than half of them are obscure events even to me, at least at this point.
December 24th’ 1968
Two Thousand Islands
“Well, you can congratulate me for my giantic courage what I had achieved yesterday noon, at
the Mormon Church. Francis was all in her whites and I was all in my blacks: The eternal challenge of
contrasts. All guests were ready on time, including my own little son, who was dressed-up nicely with
a black bow-tie, solemnly standing, having been gathered at the Ceremonial Hall.
As we had practiced before, Rev. Harold invited Francis and me to stand before him, and
began to read some paragraphs from ‘The Book of Mormon’:
“Here, Ismailov and Francis are standing before me, also meaning before Jesus Christ,
the Eternal God, to perform a celestial marriage in this Holy Church. However, according to our
covenant principles this sort, Ismailov has to be ‘ordained’ an elder in the Melchizedek Priesthood
(this was not told me before, and don’t know what is all about!) and also receive the other blessings
pertaining the house of Lord, all of which the Lord has indicated shall be administered in his holy
temple. As these blessings are made available for the living, they are also made avilable for their
worthy dead. Now, we are taking our groom to be ordained and gone through some ritualistic, spiritual
experiences before the Council of Twelve Apostles in our celestial ceremony chamber.”
He began to walk and I followed him. After two or three minutes walk, in eastern part of the
church, we entered in an incense filled ‘holy room,’ before the said members of the church. There,
they blinded me with a folder, turned the electricity off and pushed me forward. (I cannot say what
experiences I had thereafter, what kind of questions were asked and what kind of suggestions were
made due to high secrecy. I was not bewildered or scared whatsoever because I had had similar
experiences at the initiation of my third degree of ‘master’ freemasonry, just two years ago.)
Obviously I had passed the necessary trials and tribulations. Then, I was unfolded and returned, being
held my hand by Rev. Harold to the Ceremonial Hall.
There, again Rev. Harold, before the crowd, began to read some passages from the Book of
Moroni:
“And again, I exhort you, my brethren, that ye deny not the ‘gifts of God’, for they are many;
and they come from the same God. And there are different ways that these gifts are administred; but it
is the same God who worketh all in all; and they are given by the same manifestations of the Spirit of
God unto men, to prophit them (10:8).
“For behold, to one is given by the Spirit of God, that he may teach the word of ‘wisdom’
(10:9);
“And to another, that he may teach the word ‘knowledge’ by the same spirit (10:10);
“Wherefore, there must be ‘faith’, and if there must be faith there must also be hope; and if
there must be hope there must also be charity (10:20);
“And again I would exhort you that ye would ‘come unto Christ, and lay hold upon every
good ‘gift’ and not the evil gift, nor the unclean thing. (10:30).”
Then, Rev. Harold addressed to me: ‘The rings, please!’
I extended them, with somewhat trembling fingers. Holy man, took both of them and after
examining for a very short while, passed them through my fiancé Francis’ and mine’ ring fingers; and
he finished his blessings:
“Francis and Ismailov; as both of you came unto Christ, King of heaven, our creator, to
conjugate in the form of celestial marriage in this holy church, The Church of Jesus Christ of Latterday Saints, having been passed successfully all the necessary qualifications tests to be a member of
this congregation before the President, Councils, The Council of Twelve Apostles, Deacon, all priests,
in order to share the gifts of Jesus Christ on this earth and in death thereafter, I declare you husband
and wife. God bless you too. Amen. Now, you can embrace each other.”
That was it and I am now a junior member of Mormon Church. I am sure, I shall abide with all
rules and regulations of it. There is no reason why I may not do so. I am coming
to a close in my writings, because my bride is just awakening. So long.
*
I read the above written parts of my grand-father’s life story even without raising my head
from the top of my desk; and, when I raised it up, I was in a kind of daze. I sure was mesmerized with
the fluidity of the events, all intertwined with each other though appear occurring independently,
displaying a faith. Were they personal choices or pre-destined? I wouldn’t know. Oo, my God, the
time is almost 18.00 P.M., I should rush to my lovely wife for sharing the dinner; then of course, you
know where I am going. Now, at least I feel much more confident and sure of myself that I could
control the situation better than before, whatever the circumstances would bring. Because, because I
am much more acknowledged and equipped than before. We shall see.
I had previously mentioned about the architecturial designs of our houses that were mainly
depended heavily upon the earth-quake proof principles, and built accordingly: as many stories
possible, high but almost pyramid shaped, looking like old Assurian Ziggurats. Old people’s homes
were built much more closer to the earth, nonetheless they may look like alike. However, we permitted
to built the worship centers to be constructed as they were or might have been in their original features
in old times. Thus, their looks, besides being very distinguished and serene, offer to eyes a beautiful
panaromic scenes of different worlds. Classical Christian churches, Muslim mosques and Jewish
temples are already known too many people but Mormon Church, due to its rarety presents a different
kind of construction. One would say, “Oo, how beautiful Gothic chateau it is. Look at that cathedral
from Middle Ages!” It is rich, big and grandiose from outside but warm and friendly from inside.
However, wherever you go, you feel yourself as if you are in Salt Lake City, Utah.
Anyways, I was at the Church of Jesus Christ of the Latter-day Saints, just on time, for a
visit, as previously cited. Needless to say, with a small group of followers behind, Reverend Arthur
Brenner, President, shook hands with me quite lively, shaking a few times successively and presented
me to his company: “Here is Mr. George Kwell..” When I shook hands with him, I immediately
recognized him: He was the person who had come with a group of five for the possibility of the
establishement of the Masonic Lodge. He too was very much emotional of being with me again. “Here
is Kevork Papazian.. One of our most precious servants of the Church, Councillor.” “How do you do
Mr. Papazian!”, and Rev. Arthur continued to present, “Here is the one of the utmost respectable
persons, the last treasure who just joined us; His Excellency Reverend Pudowski!” A deep, bas-bariton
voice while saying “My pleasure, Sir!” shook me because that was the exact voice, however speaking
in Sanskrit then, who last night was giving the orders around. I looked into his eyes, they were as large
as and as deep as oceans, and appeared to be spotlessly clean. Nonetheless I felt myself uncircled and
queezed with a fiery-red iron. “The other councillor and the deacon shall join us later on. They are
getting ready for to night grand assembly. Let us go into my office, if you wish,” and we walked. Still
under the influence of my readings from my grand-dad, I and others followed him into his private
office where I had never been before. I sat down in a comfortable easy chair, right at the entrance. The
others also sat silently, after me. I looked around and make a polite comment about the beautiful
internal design and delightful furnishings. President, calmly and quietly responded with a few polite
words, but behind them, I felt there was going to come a strong wind, playing innocent perhaps,
silently but strongly pushing me into a rather difficult situation, “Okey, please tell us, why you are
here?”, knowing that, as we used to say in poker games in old home, “having the Ace of Spade in your
palm!”, he did not need to worry about anything. “The card is in my hands!”
Of course he did not ask the above question, kept looking, -as matter of fact, all doing the
same- into my eye. After an initial anxiety state that I experienced for certain seconds, I said:
“Mr. President. I have some questions and puzzles on my mind, perhaps related to Mormon
Church and Mormonism, however I do not feel competent enough to find some plausible answers and
be fair to myself and to the entire people in this Republic, including you Mormons, who had been very
respectable citizens throughout. I don’t want to go in the circles and repeat things that I myself am not
clear.”
“I appreciate your frankness and sincerity,” replied Reverend Arthur. “Your nobility and
fairness is well-known to everybody in the State. We do know your values and good-will, but still we
do not know the essence or matrix of the problem, how we can help you, Sir?”
“As time goes by, I am sure, I will be more specific. At the present time, I enriched my
knowledge just a little bit more about Mormon Church, but of course, they are not good enough. I
went over the known encyclopaedias and some religious books, naturally not good enough. (After
pausing for a while) I very specifically want to know more about MORONI ANGEL and MORONI
PLATES... (As soon as I mentioned these, their eyes circled around, gave some sparks to each other,
may be so, may be my paranoia) I don’t know whether you permit ‘The Book of Mormon’ circulate
outside of the church, do you?”
“Under normal circumstances ‘no’, but for your Excellency, isn’t it (looking at the others, and
then getting up and going to one of the cabinets, bringing out a rather small book with a dark blue
jacket) here is your Honor, this should be our gift to you, keep it as long as you wish. And, after
reading, if you need some interpretations, needless to say, we all are under your service.”
I was really grateful to them in a way, may be connecting inner thoughts and feelings via
subconscious avenues, but outwardly nonetheless polite and helpful they were. I was just at the
beginning of the mystery, but my conscious was clear from the very beginnings that, there was an
unfinished business somewhere, and that was touching, if not threatening somebody’s, perhaps mine
existence and only someone like me with a State power and good-will for humanity and fairness of
“Khalifa Omar”, could make some people happy and, at the same time, fulfilling some justice, long
awaited. I really felt quite eased up thru putting myself forward wide open, though sincere and
innocent, perhaps a kind of securing myself too, or the other important person whoever could be,
asking for extension of time. In other words, in a civilized way, we had crossed some messages for
everybody’s benefit. I believe human beings could resolve all man-made problems, provided that they
should keep their good-wills and intentions wild open, addressing to the very hearts of the other
brothern. Well, once again, here is the greatness of the New Atlantis Republic: One is for all, all is for
one!”
(İ. Ersevim, “A.C. 2084 - The Atlantis Republic”, sa:161-8)
Morpheus : (YUN.,MYTH.) <Mor’feus> : Rüya-uyku Tanrısı; in the arms of Morpheus : (bebek)
uykuda, uyuyor
Morrina :
Melankoli, özlem, sıkıntı, derin üzüntü (İsp.)
“Evet, Pazar günleri dans ederler. Elma şarabı içerler ve çalgıcı gayda çalar. Gayda, sizin
Bretonlarınızın dinsel bayramlarının yapıldığı yere giderken çaldıkları bir çalgıdır. Kederli bir çalgıdır bu İnsana
çok yakındır. Derin yankıları vardır..... Can sıkıntısı nedir, bilir misin? Morrina daha da beteridir. Bu, hiç bir
zaman var olmamış geçmişe duyulan özlemdir.... Hayır, Morrina’nın ne olduğunu anlayamazsın. Bunu anlamak
için tekdüze, sık, yoğun ve ince ince yağan; insanı iliklerine kadar ıslatan yağmur gerekir; tepeler üzerinde tüten
sis, melankolik ve sabırlı inekler gerekir; çok yakında bulunan, çağlayan ve tehdit eden okyanus gerekir; açlık,
yalnızlık ve sıkıntı gerekir. Bütün bunlar Morrina’nın başlangıcıdır ve Morrina benim bütün bölgemdir.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:19)
mors est quies viatoris – finis est omnis laboris : (LAT.,DİN) : <mors est kuays viatoris – finis est omnis
laboris = Yolcunun dinlenmesidir ölüm – O, her şeyin sonudur.
‘Çok düşünüyorsun. Oğlum,’ dedi bana dönerek, ‘ustan kötü örnek olmasın sana. Düşünülmesi gereken
biricik şey, yaşamımım sonunda bilincine vardım bunun, ölüm’dür. ‘Mors est quies viatoris - finis est omnis
laboris. Şimdi bırakın, dua edeyim.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa.:84-5)
Mortis cosa :
death (İNG.)
(LAT.,LİFE) <Mor’tis ko’za> : Yaklaşmakta olan ölüm nedeniyle = Because of impending
Mortiyi (mortu, mortuyu) çekmek : Ölmek (Argo)
“ELIZABETH - Hayır, üzgünüm ama öncelik bende... alet benim, ben bakacağım.
MAMA, sepetinden başka bir dürbün çıkarır ve seyirciye doğru bakar.- Kraliçem, bu sefer mortu
çektik galiba.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:49)
“-Aç be çabuk.
-Ne yapacaksın?
-Babamı göreceğim.
-O, mortiyi çekti bre!”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:234)
Mortocu, Mortucu : Mezarcı, ölü yılayıcı, gasal; Hapishanelerde sağlık işlerine yardım eden kimse, genellikle
bir din adamı (Argo)
“Elini sallayıp durdurttuğu Fayrap’a bakmadan yan gözle Kamil Beyi iyice süzerek sordu:
-Hastaneciler gelmedi mi ulan?
-Geldiler ağa.
-Geldiler de bizim Mortocu Zekeriya nerde kaldı? Sıçra bak!
Fayrap, bavulu yere bırakıp döndü:
-Nah, işte Ağa! Elini sallayıp seslendi: ‘Ulan Mortocu!. Yelkenle!.. Osman Ağam istiyor, fayrapla!.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32-3)
Moruk : Baba, yaşlı adam (Argo)
“-Ben uyurum, dostum! Uyuyamazsam devrası gün ayakta duramam be! Sen çocuk mu oluyorsun?
-Devrası gün ne demek?
-Bizim moruk ertesi güne devrası der de dilim alışmış. Sen ne tuhaf kızsın be! Uyurum uyumam sana
ne?”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:9)
“Rabia’nın evlenmesi..... Sabit beyağabey’in genç külhanilerinin içlerinde haset uyandırmıştı. Vay
canına! Kendileri türbe penceresi önünde geçer gibi önlerine bakarak yanından geçtikleri bu genç, bu afacan
hafız, nasıl olmuştu da yüzü buruşuk, moruk bir herifle evlenmeye razı olmuştu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:325)
“Kimi bölümlerini hatırlıyorum, ama gerisi bulanık, sanki hiç olmamış gibi. Benim moruğun beni
Cadillac’la gezdirdiğini hatırlıyorum, ama bu ne kadar sürdü, bilmiyorum’ ”.....“ ‘Bok canına!’ dedi. ‘Seni bir
başına bırakacağımı mı sandın moruk? O işi tekbaşına yapmaya kalkarsan kalpten gidersin.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:45;109)
“Corentin: ‘Bu işin ardını bırakmayacağız.’ diyordu..... ‘Bu moruk herif bize çok şey borçlu, onun için
bizi bir lokmada yutmaya çalışır. Bundan dolayı ben de onun damadı Keller’i göz hapsine aldırdım. Siyasal
işlerde aptalın biridir.’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:184)
“Madeni gözü kadar soğuk duran ocağa baktı ve düşünme gücünü yitirmeden, kapıcı kadının, gazinin
ve benim gözlerimizin önünde son soluğunu verdi. Tıpkı, Lethiere’in Brutus’ün Çocuklarının Ölümü adlı
tablosunda, konsüllerin arkasında dikkatli dikkatli bakan yaşlı Romalıları andırıyordu. Gazi, asker ağzıyla bana:
Moruk amma da sıkıymış ha! dedi.”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:72)
“... yeşiller bendeydi. Nasıl bir sistem uygulamadığımı hatırlıyordum ama işe yarıyordu ve ben
çalışmıyordum ve bu yeterince iyi bir yaşam tarzıdır. Ve Kathy vardı. Kathy donanımlıydı. Yanımızda oturan
moruk onu gördüğünde ağzının salyaları akardı. Sürekli kapıyı çalıp duruyordu. ‘Kathy! heyy, Kathy! Kathy!’
kapıyı ben açardım. üstümde sadece don.
‘aaa, şey sanmıştım...’
‘ne istiyorsun lan?’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:75)
“-Bırak Allahaşkına, bu insanları o denli saf görme, Katoliklerin bu kentte vicdan huzuruna
kavuşmalarından kolay ne var, ‘Toties Quotis’ dedikleri, tüm günahlarından arınılan kiliselerdene birine gidip
bir iki dua mırıldanmaları yeter, örneğin bir adım ötemizde Le Gesu Kilisesi var. Sen gerçeketen inanıyor musun
bu morukların keskin gözlerinden kaçıyor durumumuz? Bal gibi biliyorlar, kutsayıp geçip gidiyorlar.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:149-150)
“ ‘Şimdi beni iyi dinle ve ayağını sıkı bas. O tatlı yavrulara yazık olur yoksa.’ Ona bir paket verecekti,
paketin adı, ‘Sanat’tı. ‘Neymiş Sanat!’ ‘Moruğa o kadar çok para veriyorum diye sanatın ne olduğunu
bilmiyorum mu sanıyorsun yani?’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:265)
“Benim de görünüşüm onu irkitmiş olmalı: ilk bakışta belki de bir sokak serserisi gibi gelen, köşeye
kurulmuş bir moruk. Merhaba, dedi bozuntuya vermeden ve erkek iç çamaşırı ağırlıklı görünen çadır bezinden
iki beyaz çuvalı tepeden açılır çamaşır makinesine boşaltmaktan ibaret işine baktı.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:12)
“-Ama ben burada sabahlayamam ki; ben aklı başında, saygın bir adamım. Ne dersiniz, acaba geceyi bu
odada mı geçirecek?
-Kim?
-İşte bu moruk...
-Elbette bu odada geçirecek. Bütün kocalar sizin gibi değil ya; geceyi evde geçiren kocalar da vardır.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:46)
“Moruk, İvan’ı iki üç gün dolaşsın diye Çermaşna’ya gönderiyor: korudaki ağaçlara müşteri çıkmış,
sekiz bin rubleye almak istiyormuş. Bizimki İvan’ı ‘Bana yardım et; git, göz kulak ol.’ diye kandırıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:185)
“Delikanlı boşluğa bir yumruk salladı, burnunu temizleyip ellerini pantolonun kıçına sildikten sonra
döşeğinin yanına ilişti. Bir yandan da kendi kendine homurdanıyordu: ‘Ulan moruk, ben sana gösteririm!’ ”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:47)
“KOMİSER - Yani.. Devam edelim lütfen!
ROSA - Evet, devam edelim. Orada filmi seyrederken. Splendor’un kapısı açıldı ve.. Moruğun
danışmanı içeri girdi!
KOMİSER - Ya!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:99)
“Sonra, sahte kardinalin yanına döndü:
-Hayvan herif, dedi. İş mi bu senin yaptığın! Sen de tut ta pasaportu bile olmayan, göz altında
bulundurmak zorunda kalacağınız bir beceriksize teslim et çekini!
Ama Bardolotti uykudan ağırlaşmıştı, başını masaya bırakıyordu.
-Morukları işsiz bırakmamalı, diye mırıldandı.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:123)
“ ‘Demek halinden memnunsun. Bugün sizin bölükten birini ağaca bağlamışlar, doğru mu?’
‘Haa, evet. Bizim teğmenin emireri. Komutanın yemeğini mideye indirmiş de. Ne zaman hareket
ediliyor, biliyor musunuz?’
‘İşte bu soruya bittim moruk! Ne vakit yola çıkılacağını ihtiyar keçi bile bilmiyor. Hadi, iyi geceler.
Bit var mı sizin orada?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:416)
“Usta ona işaret parmağıyla gözdağı verdi: ‘Seni gidi yalan kumkuması, moruk seni! Bana kalırsa, senin
dansla filan artık bir ilgin kalmamış olsa gerek.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:95)
“Seni moruk, ortalığı bir kere derleyip toplasan nasıl olur? Hayır, jayır, buna var gücümle karşı
koyarım.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:90)
“ ‘Adı hatıralarımızdan çıkmasın. Heyhat! Zavallı kesilen baş. Neyse, sağlığınıza çocuklar!’
‘Seninkine de moruk tilki,’ dedi Petrus, gözü luppadak yutarak.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:332)
“KAMAROT - Sözleşmemiz iki yıl içindi. O da bugün bitti. Aman Yarabbi, tam iki yıl bir köpek
hayatı... Tayfa yarı yarıya aç. Morukta ise geriye dönmenin belirtisi bile yok. (Acılıkla.) Geriye dönmek. Bir
daha karaya ayak basabileceğimden bile şüphe etmeye başladım.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:10)
“Flaxman merdivenlerin dibine geldi. Ahbap-çavuş kolunu sevgiyle Gordon’un omzuna attı.
‘Keyfine bak moruk, keyfine bak! Cenaze gibisin. Crichton’a gidiyorum. Gel bir tek atalım.’
‘Gelemem, çalışacağım.’
‘Yapma! Ne biçim arkadaşsın sen! Yukarıda zaman öldürmenin ne yararı var? Gel Cri’ye gidelim,
barcı kıza asılalım.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:33)
“Alışmış bir kere, yalan söylemeden duramaz. Ama biri var ki... Bir elime geçsin, anasını ağlatacağım
onun.
-Eczacı mı?
-Evet. Ama moruğu değil, ötekini, o tüysüzü.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:279)
“LADY U.K. : Demek bütün o güzel sözler, bir Noel çöreğinin cicili-bicili kurdeleleriymiş!
SIR S.Ö. : Eşeğin boynuna takılmış çıngıraklar! Ya da bahar şenliğinin meydan direğine asılmış kağıt
güller, ne dersen de... Ah ayağım, ayağım... Küpidon’un okları saplanmış diye alay etti benimle... Herif de
moruk dedi, düpedüz moruk... (Seke seke çıkar.)”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:128)
Moskof : Rus halkının klasik çağrımı
“-... Olmuş işin kötüsü olmaz, olsa olsa az biraz ceremsi olur. Onu da kırar sarar, bulur tıolar, ‘Paranı bil
ve de edebini bil’ diyerekten önüne atıverdin mi...
-Ya tependeki Moskof?
-Moskof mu? Moskof’a boşver! Hayır, İngiliz’in hay hay dediğine Rus ağzını bile açabilemez.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:15)
Mosmor kesilmek; Mosmor olmak : Kızgınlık ya da hava azlığındasn yüzü menekşe rengi almak, neredeyse
boğulacak olmak
“ ‘Une plaisanterie numerique?’ (Fr.: <Ün plezantri nümerik?>=‘Sayısal bir şaka’ mı?) Sophie
Neveu’ya inanmayan gözlerle bakan Bezu Fache sinirden mosmor kesilmişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:72)
“Suratı mosmor kesilip zangır zangır titreyen paşa:
-Defol! diye bağırdı.
Korkudan Çerviakov’un beti benzi atmıştı. Ancak:
-Ne? Ne dediniz? diye fısıldayabildi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
“ ‘Şunu da söylemem gerek, Soylu Niketas, oyuna getirildiğim için kızgın olsam da, içimde belli bir
rahatlama hissediyordum ve sanırım herkes benimle aynı hislere sahipti. Suçluyu bulmuştuk, çok inandırıcı
alçakların alçağı bir herif ve artık birbirimizden kuşkulanmayacaktık. Zosimos’un alçaklığı bizi öfkeden mosmor
etmişti, ama birbirimize olan güvenimiz geri gelmişti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:333)
“ ‘Hayır, hayır,’ diye yanıtladı Ka. ‘Yok edilmeli o.’
‘Yufka yürekli liberalin birisin sen, Ka, aynı zamanda bir budala!’ General sinirden mosmor
kesilmişti. ‘Onlara çalışıyorsun sen. Bir Kommm sempatizanısın, bütün entellektüeller gibi, geçen gün bir
insanlar birliği öğütleyen ozan gibi. Güneşe inanmıyorsun sen!’ ”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69)
“İki dost, mosmor kesilmiş, ayakta duruyorlardı. Elleri titriyordu. Subay devam etti...”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:66)
“O gün pek heyecanlıydık, çünkü kendimizi ciddiyetle yılan aramaya vermiştik. Karnımıza dek çamura
batmıştık, güneş ensemiz yakıp kavurmuştu; oynattığımız taşların arasından kurbağalar fırlamış, ayak bileklerim
mosmor olmuştu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:12)
“Korkunç bir kükreme, Suvenir’in sözünü kesti... Harlov, dayanamamış, patlamıştı. Sıktığı
yumruklarını yukarıya kaldırdı. Yüzü mosmor kesildi, çatlak dudakları köpürdü, kızgınlığından titredi, madeni
sesiyle:
-Ocak mı diyorsun! dedi. İlenç mi, diyorsun. Yok, onlara ilenmeyeceğim! İlenç onlara vız gelir! Ama
yıkacağım ocaklarını!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:85)
“Ama çocuk, onca bağırmaktan mosmor kesilmişti. Annesi, onu kucağına almış, ne yapacağını
bilemiyordu. Sallıyor, tatlılıkla konuşuyor, ona neler vaat etmiyordu, ama boşuna! Öyle bir hengame kopuyordu
ki, boğucu havanın neden olduğu en küçük bir başağrısı bile dayanılmaz hale geliyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:115)
“Madam Josserand mosmor kesildi: Saturnin’in omuz darbelerini tanımıştı. Deli çocuğun salona
girdiğini düşünerek ürperdi. Böyle vurmayı sürdürürse bir evlilik daha güme gidecekti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:62)
“Gerçek, ihtiyarın, kendi kendini bu hale koyduğunu söylemeye olanak yoktu. Adamı öyle azgın bir
şiddetle boğmuşlardı ki, burnunu ağzının içine tıkmışlardı; ihtiyar mosmordu, adeta zenci olmuştu.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:II, sa:370-1)
Mot a mot : (FR.KOLL.) <mo’ta mo> : Kelimesi kelimesine = Word for word; Mot de guet <mo dö ge> :
Parola ya da dikkat edilecek sözcük = Password or watchword; Mot de l’énigme = <Mo dö l’enigm>
Bulmacadaki tahmin edilecek sözcük
Mouseion : (İBRA. MYTH.) : İlk kez, ‘Museviler <Musa’lar> tarafından korunan tapınak’ anlamında
kullanıldı, daha sonra, entellektüellerin sanat-edebiyat tartışmaları yaptıkları bir nevi ‘kültür merkezi’ rolüne
büründü.”
(Le) Moyen Age : (FR.) <Lö muayan aj> = Orta çağ = Middle Ages (İNG.)
Mozole : (MYTH.,DİN) : Çok ünlü ulusal kahramanlar şerefine, dışardan her zaman ziyaret edilebilmek için
yapılan mezar, yer yuvarlağı
“MOZOLE
<1944>
Onu yer yuvarlağına gömdüler,
Oysa sadece bir askerdi,
Evet dostlarım, sadece bir asker,
Ünsüz, ödülsüz bir sıra neferi.
Ona mozole olacak yer yuvarlağı
Ve milyonla yüzyıl süresince
Tozuyacak Saman Yolları
Bu mozolenin çevresinde.”
(Sergey Orlov<1921-1977>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, B. Ataoğlu, sa:163)
“Evet, sadece birkaç kişi var şapelde. Gerçek kitle ise artık yeni kurulmuş tapınağa, Lenin’in
mozolesine gidiyor akın akın. İnsanlar altılı yedili uzun, yılan gibi kuyruklarda bekleşiyorlar.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:226)
Mösyö : Fransızca “Monsieur’’nün çevirisi, kibarca ‘bay’ yerine kullanılan terim
“Uzun zamandır bunu bekliyordum, Mösyö! Hiçbir şey saklayamazsınız benden! Soylu bir hanım
mı?..... Yoksa kibar fahişeler çevresinde tasasız gezerken beklenmedik bir duyguya mı kaptırdınız kendinizi? .....
Yasemin kokululardan bir hanım mı, taze meyve kokularından mı, keskin kokululardan mı, şark kokularından
mı? Söyleyin bana, kuzum!’ ”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:13)
“Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler
kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki,
sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ Cézanne paletini kapıyor,
bıçağıyla Mösyö’nün pis çamurunu delik deşik ediyor. Sonra bir an sessizliğin ardından, son derece harika bir
biçimde dönüp, ‘Ah, nasıl da rahatladım!’ diyor.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170)
“-... Öyle sanıyorum, bu şatonun yakınları özellikle göz altındadır; özel bir polisin adamları dolaşıyor
durmadan. Şüphe uyandırmamak için, en değişik kılıklar altında çıkıyorlar ortaya. Öyle becerikli, öyle becerikli
ki bu insanlar!..... benim de geldiğim akşam azıcık yükümü istasyondan, indiğim yere götürmesine izin verdiğim
hamaldan sakınmamakla herşeyi altüst etmeme ramak kaldığını söylersem ne dersiniz, Monsieur?”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:107)
“Mösyö Gillenormand, bu konuda hiçbir şey belli etmemekle birlikte, Marius’ün eve getirildiğinden ya
da kendine geldiğinden beri ona bir kez olsun babacığım dememiş olduğunu görüyordu. ‘Mösyö’ demiyordu,
doğru, ama konuşmaları evirip çevirerek, ne birini ne de ötekini söylememeyi başarıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:261)
“Şimdi onu Adrian’ın her zaman dilediği gibi saf ve temiz bir sevgiyle seviyordu. Bu muhabbetlerini
Mösyö Max’dan bile saklamıyorlardı. Çoğu kez akşamları mutfak ocağının yanı başında yaptıkları sohbetlere o
da katılırdı. Uysal Alman, Adrian’a hayrandı, hatta bir gün karısına: ‘Ölürsem seni koruyacak candan bir dostum
olduğunu bildiğim için gözüm açık gitmeyeceğim,’ demişti de Anna bir genç kız gibi kızarmıştı.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:118)
“Cenaze töreninden bir gün sonra işleri düzenlemek için Pont-de-l’Eure noteri Maitre Pelletot ile
konuştuğu zaman bu adam ona şunları söylemişti:
-Mösyö Gaston, anneniz hanımefendinin size çok kızmış olduğunu bildirmek istiyorum. Belki bana ait
olmayan işlere burnumu sokuyorum, ama kırk yıldan beri ailenize gösterdiğim yakın ilgiyi bilirsiniz.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı-Mutluluk İçgüdüsü”, sa:261-2)
“Mösyö Darbédar sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Pierre’le konuşurken,
bir dev, bir çocukla oynarkern nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olduğundan dolayı sıkıldığını hissediyordu.
Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:52-3)
“ ‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’
‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle.
‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4)
Muallime : (EĞİT.) Osmanlı Türkçesinde bayan öğretmen
“Birlikte Öğretmenler Odası’na gittik. Burada birbirinden hırçın, müstebit, dedikoducu ve kaçık bir
yığın hocayla tanıştırıldım. Belki, bir yığın denecek kadar gözle görülür bir muallime kalabalığı yoktu ortada; ne
var ki küçük salonda gürültü ayyuka çıkıyordu.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:179)
Muamele; Muamelede bulunmak : İş; İlişki, iletişim, davranım; Cinsel ilişki; beraber olmak (Argo)
“Zaten evden dışarı çıkmak aklına bile gelmezdi. Kişiliği, sessiz bir volkan gibiydi. Dış dünyaya
anlatacak, şikayet edecek hiçbir derdi yoktu. Allah da bilirdi ya, karnı tok, sırtı pekti; evde insancıl bir muamele
görüyordu, eğitimine devam ediyordu ve çok sevdiği bir İloş vardı. Daha ne istesin?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:165)
“Charlot dudak büktü:
-Sabahın altısında muameleye var mısın yani sen?
-Ben mi? Hangi saatte olursa olsun, fark etmez.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:55)
Mubah : (MÜSL.,DİN) : Yapılmasında sevap, yapılmamasında günah olmayan; yapılmaması ya da
yapılmaması kişinin isteğine bırakılşış iş ve davranışlardır: uyumak, gezmek v.s. gibi.
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:152)
Mubarek : Bk.: Mübarek
Mucize : Akıl ya da mantık yoluyla çözülemeyen, açıklanamayan dolayısıyla da Tanrı’nın <ve tarihte bazı
peygamberlerin> kudret ve arzusuna atfedilen doğaüstü olgu; tansık
“...hani şu Aziz Clara’nın kız kardeşlerinden olan Agnes’in...1211’lerde Aziz Francisco halen dünyayı
dolaşmakta iken gerçekleşen o olay, hırsızlık değildi aslında, belki öyle de denebilir, çünkü hırsızlar Agnes’i
dağa kaldıracaktı ve belki de böylece onu efendimizden çalmış olacaklardı. Hırsız olduğu yere mıhlanmış
kalmıştı. Sanki Tanrı’nın görünmeyen eli ya da cehennemin dibinden kopup gelen şeytanın pençesi ona haddini
bildirmiş gibi bir sonraki sabaha değin öylece kaldı orada, ancak o zaman bölgenin yerlileri onu bulup kiliseye,
sunağın önüne kadar taşıdı, öyle ya tek bir mucize iyileştirebilirdi ve anlatması garip geliyor ama, o an Aziz
Antonio’nun heykeli buram buram terlemeye başladı..... Mucize, terleyen bir ağaç heykelinden ve azizin terine
bulanmış havluyla yüzü silinen hırsızın iyileşmesinden ibaretti. Bu yapılır yapılmaz hırsız ayağa kalktı. Artık
iyileşmişti, ve tövbe etti.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:16-7)
Muço : (DEN.) Gemici, tayfa yamağı
“ ‘-İşte altı ay var ki ben de hiçbir haber alamadım...’ demişti.
‘-Kimden?
Hizmetçi tatlı bir sesle cevap vermişti:
‘-Şey... Yeğenimden!’
Bayan Aubain omuzlarını silkerek:
‘-Ya! Sahi, yeğeninden!’ demiş ve sanki ‘Onu mu düşünüyordum!.. Bir muçodan, bir kopuktan bana
ne! Tasam o muydu?.. Oysa kızım... Bir düşünsene!’ demek istiyormuşçasına odada gezintisini sürdürmüştü.”
(G. Falubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:24)
Mudarla : “ROMAN” dilinde: Acıklı, hazin
“Cümbüş durunca şoparlar (Roman çocukları> başladılar:
-Ha buyurasın bir metelikçik şu öksüze de, Mevlam bereket versin kesenize!..
-Ha toslayasın bana da bir iki mangıırcık, çok mudarla bir dua edeyim size.”
(O.C. Kaygılı,”çingeneler”, sa:38)
muff : (KOLL.,GİYSİ,İNG.) <maf> : 1) El kürkü, manşon; (SAN.) : Boru bileziği; 2) Ahmak adam, acemice
ve kaba iş gören kimse); SPOR: Baseball’da topu havada kapamamak
Muhabbet : Aşk, sevgi; Yakınlık, sıcak ilişki, tatlı konuşma
“ ‘Bukowski,’ dedi el fenerini yüzüme tutan, ‘neden başını belaya sokmadan duramıyorsun?’
‘Kesin bu boktan muhabbeti’, dedim, ‘kodese gidelim.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:23)
Muhabbet kuşu : Avustralya menşeli, külrengi-sar-yeşil karışımı, aile hayatına benzer bir şekilde eşlerin
birbirine çok düşkün olduğu (öylesine ki, biri ölürse diğeri çok yaşamaz, tek kalmayı sevmezler), küçük, uzun ve
sivri kuyruklu bir kuş. Papağangillerden.
“PNOMOKONYOZ
------------------------Düşünmemeye çalışıyorum bunu.
Ama
tanır beni yavaş adımlarımdan,
ara sıra istemeden gelen
hafif öksürüğümden
ve hassas bir veremlininki gibi,
ve ciğerim dolu muhabbet kuşlarıyla.”
(Duncan Bush<d.1946>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.09.07)
Muhabbet tellalı, Muhabbet tellalı kılıklı : Pezevenk; cinsel pazarlık aranjmanlarını düzenleyen kişi (Argo)
“Sonunda, Raymond’a nasıl geçindiğini sordu. Beriki, ‘Ambarcılıkta,’ diye karşılık verince, savcı jüri
üyelerine dönerek, tanığın, bayağı deyimiyle muhabbet tellallığı yaptığını ve bunun herkesçe bilindiğini
söyledi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:92)
“VALŞENTIN - Muhabbet tellalı kılıklı rezil karı! Senin şu kuru vücudunu bile ortadan
kaldırabilseydim, gene bütün günahlarımın bol bol bağışlanacağını ümid edecektim.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:200)
“Rolfe (Hadrian VII yapıtının yazarı papaz Frederick Rolfe) acıklı bir hayat sürmüştü..... Yaşamı da
Venedik’te eşcinsellerin muhabbet tellalı olarak noktalandı; mektuplaştığı ve sık sık Venedik’e gelen zengin bir
İngiliz’e peşkeş çekebilmek için erkek çocukları kandırıyordu.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:30)
“ ‘Seni seviyorum’ sözü ancak tiyatroda ve romanlarda işitiliyor; etli-kanlı-kemikli yaşamdaysa aşk
dolu bir ‘seni istiyorum’, daha iyisi de susmak. Aşk? Hayır, sevgi bile denmez buna, adsız bir şey, İncil hafızları,
durmadan tesbih çekenler duadan ne kadar anlarlarsa, bu muhabbet tellallarının çoğu da aşktan o kadar
anlıyorlar.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:51)
“Ve onu uçuruma iten ben kendimdim, sadece ben... İçeri girince ölü gibi sararıverdi... Muhabbet
tellalı kılıklı o adi ev sahibi karıyı parayla elde etmiştim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:243)
Muhallebi; Muhallebi, Muhallebici çocuğu : Kavgadan korkan, çıtkırıldım ürkek şehir çocuğu
“İşi o hale getirdi ki, yumurcaklar gerçekten Kolya’yı alaya almaya, ona karşı bir muhallebici
çocuğuna davranır gibi davranmaya başladılar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:4)
“Düzenli, dakik olmayan gerçek bir hayat adamıdır bu. Bir kitap kurdu; işi gücü öğrenmek olan iyi bir
öğrenci; uslu, iyi bir çocuk; mahallebi çocuğu, kılı kırk yaran ders takıntılısı...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:140)
“-Aman Rhett bu ne biçim soru!
-Hey yavrum! Sakın bana oyun oynamaya kalkma! Ben ne Charles, ne Frank, ne de komşunuz olan
çiftliklerdeki muhallebi çocukları gibi sizin gözlerinize aşık olacak bir adam değilim. Param için mi söyleyin!”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1073)
“Kalbi deli gibi çarpıyor ve her an koşmaya hazır, hızlı adımlarla yürüyordu. ‘Bu suratla mı? Hadi
canım sende! Sen korkağın birisin!’ Görecekler onu, görecekler hepsi, o da görecek ötekiler gibi, bir gün adını
okuyacak: ‘Bak sen!’ diyecek, ‘Bir muhallebi çocuğu, bir ana kuzusu için hiç de fena sayılmaz hani’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:176)
MUHAMMED MUSTAFA, S.A.S. <O.S.O.> : ‘Ona Selam Olsun’, Hz. : (MÜSL.DİN) İslam
aleminin medarı ifitiharı kutsal Peygamberimiz. Allah’ın son elçisi. Kur’anı Kerimde Hz. İsa’nın
kendine inananlarda şöyle dediği belirtilmektedir:
“Tolstoy, seçip kitapçık haline getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, kardeşli ve
fedakarlığın, insana saygı ile sevginin İslam’da olduğunu vurgulamak istemiştir.’ “En son ve en büyük
din:
İSLAM! Tolstoy” (sa:44)”
(Prof.Dr. Telman Hurşidoğlu ALİYEV, ‘Tolstoy’un “Muhammed” Kitabı, arka kapak)
“Muhammed her zaman Evangelizm’in (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O, İsa’yı Allah
saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanlar’ın Allah’tan başka ilah yoktur ve
Muhammed O’nun Peygamberi’dir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur......................”
“Tolstoy, Müslümanlığı, Komünizm’in en yüksek seviyede temsil edildiği ve fikir olarak en
kuvvaetli olduğu bir zamanda dile getirmişti. O zaman böyle bir işe girişmek için belki de işkence ve
idamı göze almak gerekiyordu. Tolstoy işte bunu yaptı: Sanatının zirvesindeyken ve hiçbir şeye
muhtaç olmadığı bir dönemde bu işe girişmişti ki, ona bir mazaret de bulmak mümkün değildi. Yani,
‘Zayıftı, sığınmaya ihtiyacı vardı...’ diyemezdi kimse : <‘Hepimiz faniyiz, eninde sonunda bu
dünyadan ayrılacağız. İnsanoğlunun vehimlerine itaat etmektense, Hakikat’e teslim olarak gitmek
daha iyi!’ : DUMA temsilcisi ve Rus Başpiskopos’u Polosin (Ali)>
“İslam... ‘Allah’ın Kur’anda söyledikleri hakikattir...” - <Goethe.>
(Lev N. Tolstoy, “Hz. Muhammed- Gizlenen kitap”, ‘Giriş’; sa:14-5;127)
“Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S.), M.S. 571 yılında Mekke’de doğdu. Babası Abdullah,
annesi Amine’dir. Mustafa, Muhammed, Ahmet, Mahmud Peygamberimizin isimlerindendir. Peygamberimiz
daha doğmadan babası, altı yaşında iken de annesi vefat etti. Öksüz ve yetim kalan Hz. Muhammed (S.A.S.),
dedesi Abdülmuttalip ile amcası Ebu Talip’in yanında büyüdü. 25 yaşında Hz. Hatice ile evlendi. 40 yaşında
Yüce Allah’tan ‘vahiy’ almaya başladı, peygamber oldu. Peygamberlik süresi 23 yıldır.
‘622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etti. Bu olaya ‘Hicret’ denir ve Müslümanlarda takvim
başlangıı sayılır. Hz. Peygamber 632 yılında Medine’de vefat ett.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanların El Kitabı”, sa:127)
“..Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, haça tapmaktan (Hıristiyanlık’tan)
mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olna her
bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah’ı ve onun Peygamberini kabul ederdi.”
(Lev N. Tolstoy, “Hz. Muhammed - Gizlenen Kitap”, dış kapak)
ÖZEL NOT : Sizlere, 2006’da İngiltere’de, Cambride, Melrose Books tarafından İngilizce basılmış
kitabımdan: “A.C. 2084 : The New Atlantis” den, Hz. Peygamberimizden önce Arabistan ve Arap Halkının
sosyal ve tarihsel durumlarını açıklayan kısmı sunuyorum. Dr.İ.E.
Part 1
(Of the Arabs before MOHAMMED; In the time of IGNORANCE;
Geography, History, Religion, Learning and Customs)
“The Arabs, and the country they inhabit, which themselves call Jezirat al Arab, or ‘the
Peninsula of the Arabians’, but Arabia were so named from Arabs, a small territory in the province of
Tebama to which Yarab the son of Kahtan, the father of ancient Arabs, gave the name and where,
some ages after dwelt Ismael, the son of Abraham by Hagar. The name of Arabia used in a more
extensive sense sometimes comprehends all that large tract of land bounded by the river Eufrates, the
Persian gulf, The Sindian, Indian and Red Seas, and part of the Mediterranean: above two-thirds of
which country, that is, Arabia properly so called. Arabs have possessed almost from the flood; and
they have made themselves masters of the rest, either by settlements, or continual incursions; for
which reason the Turks and Persians at this day call the whole A r a b i s t a n, or the country of Arabs.
“But the limits of Arabia, in its more usual and proper sense, are much narrower, as reaching
no farther northward than the Isthmus, which runs from Ailaa to the head of Persian gulf, and the
borders of the territory of Cufa; which track of land the Greeks nearly comprehended under the name
of ‘Arabia the Happy’.
“Proper Arabia by the oriental writers generally divided into five province: Yaman, Hejaz,
Tehama, Najd and Yamama; to which some add Bahrein, as a sixth; some authors reduce them all to
two: Yaman and Hejaz. Most modern atlases demonstrate it as: Saudi Arabia, Jordan, Lebanon, Syria,
Yaman (Yemen) Arab Republic, People’s Democratic Republic of Yaman (Yemen) and Kuwait.
“This country has been famous from all antiquity for the happinesss of the climate, the fertility
and the riches, which induced Alexander the Great, after his return from his Indian expedition to form
a desing of conquering it, and fixing there his royal seat; but his death which happened soon after,
prevented the execution of this project. Aegyptians’ shutting their ports off to the external world one
side and the deserts that are unpassable to the strangers on the other, were the reason why Arabia was
so little known to the Greeks and Rome. Yemen, lies along the Red Sea is a dry, barren desert,
bounded by the mountains, well watered, yield great plenty and variety of fruits and in particular
excellent corn, gripes and spices.
“The Province of Hejaz, is bounded on the south by Yemen, on the west by the Red Sea, on
the north by the deserts of Syria and on the east by the province of Najd. This province is famous for
its two chief cities, Mecca and Medina, one of which is celebrated for its temple, and having giving
birth to Mohammed; and the other for being the place of his residence, for the past ten years of his
life, and of his interment.
“Mecca, sometimes is called Becca, which words are synonymous, and signify a place of
great concourse, is certainly one of the most ancient cities in the world. It is by some thought to be the
‘Mesa of the Scripture’, a name not unknown to the Arabians, and supposed to be taken from one of
Ismael’s sons. It is seated in a stony and barren valley, surrounded on all sides with mountains. An old
Koran, printid in A.C. 1850 describes: “The length of Mecca, from south to north, is about two miles,
and its breadth, from the foot of the mountains Ajyad to the top of another, called Konikaan, about a
mile. In the midst of this space stands the city, built in stone cut from the neighboring mountains.
There being no springs in Mecca, some unfit and bitter to drink except the well Zemzem of which
offers the water for eternity. The pilgrims who return from the Hadj - pilgramage visits -that call
themselves as Hadji-, bring zemzem to their countrymen in small pets, allegedly good for all kind of
illnesses and who wish an eternal life. The Sharif (or Prince) of the province has a garden well planted
at his castle of Marbaa, about three miles westward from the city. The temple of Mecca, is reputed
holiness of this territory.” Now, Mecca, after the national capital of Riyadh, is the most populus city of
Saudi Arabia. Passing easily 300,000 population spread over 10 square miles (26 square kilometres).
During the pilgramage however, the city outgrows with more than a million of worshippers who come
from four corners of the world. Then, the central courtyard of al-Haram mosque, is honored by the
crowd as the holiest shrine of Islam.
“Mecca, throughout the history had almost remained independent, although it accepted for a
while the power of Damascus-Syria, and later of the ABBASID caliphate of Baghdad-Iraq. In A.C.
1269 it began to be controlled by Egyptian Mamluk sultans. In A.C. 1517, outgrowing Ottoman
Empire that was headed by Sultan Selim II, conquered the city and took over the duties of ther caliph.
After the World War I in A.C. 1918, the control of Mecca was divided between the Mohammedan
descendant Sharifs and the Wahhakis of Central Arabia. The latest, the Wahhabi King Ibn Sa’üd
entered the city in A.C. 1925 and then it became an inseparable part of the kingdom of Saudi Arabia.
“Since the World War II, A.C. 1945, Mecca had expanded the roads through the mountain
gaps, constructed beautiful modern new streets in old city and transformed itself into a modern city.
The Square Mosque is magnificient in its size and architecture, enlarged from 313,520 to 1,724,032
square feet now (that corresponds from 29,127 to 160,168 square metres) to accomodate more than
300,000 worshippers at one time. To meet the demands, more and more comfortable hotels and guest
houses are constructed.
“Medina, Arabic Al-Madinah, formally AL MADINAH AL-MUDAWWARAN (The most
Glorious City) -one of the two most sacred cities of Islam- which til Mohammed’s retreat (A.C. 622)
was called Yathreb, is a walled city about half as big as Mecca built in a plain, salt in many places, yet
tolerably fruitful, particularly in dates, but more especially near the mountains, two of which, Ohod on
the north, and Air on the south. Here lies Mohammed interred in a magnificent building, covered with
a cupola, and adjoining to the east side of the great temple, which is built in the midst of the city.
“The Oasis was settled by Jews expelled from Palestine. After the hijrah-hegira, the control
passed to Arabs. That maintained until A.C. 661 when Damascus took control. The city was sacked in
A.C. 683 by caliphs and native amirs that the friction had lasted for a long time. After Ottoman
Empire’s rigid ruling that started in A.C. 1517, the control eventually enter Wahhabis domination.
Even though Turks built up the Hejaz railroad between A.C. 1904 - A.C. 1908, the control by them
was diminished. During the World War I, A.C. 1914-18, through the mutual work of Husayn Ibn’Ali,
the sharif of Mecca and the British officer T. E. Lawrence (Lawrence of Arabia) brought almost an
independence. Then, Ibn Sa’ud, starting by A.C. 1925, established his own dinasty.
“In Medina, among the historic monuments, one could cite, besides the tomb of Mohammed
in the Prophet’s Mosque, The Mosque of Quba, the Mosque of Two Qiblahs, the tomb of Hamza, and
the Islamic University that was founded in A.C. 1961.”
“Turning back to the developmental stages of Islamic Empire, still at the tribes’ period, the
most famous t r i b e s amongst those ancient Arabians were Ad, Thamud, Tasm, Jadis, the former
Jorham and Amalek.
“The tribe of Ad, were ascended from Ad, son of Aws, the son of Aram, the son of Sem, the
son of Noah. His posterity was greatly multiplied in the province of Hadramut, the Winding Sands.
Their first king was Shedad, the son of Ad, who had built a magnificient city, a fine palace adorned
with delicious gardens, purposing to create in his subjects a superstitious veneration of himself as a
God. This garden or paradise was called: “Garden of Irem” and is mentioned in Koran. It is said, it is
standing in the desert of Aden, but invisible, unless very rarely, when permitted by the God.
“The descendents of Ad in process of time, fell from the worship of true God into idolatry,
God sent the Prophet Hud to preach to and reclaim them. But they refused to acknowledge his
mission, or obey to him, God sent a hot and suffocating wind, which blew seven nights and eight days
together, and entering at their nostrils passed through their bodies, and destroyed them all; a very few
only excepted, who had believed in Hud, and retired with him to another place. That prophet
afterwards returned into Hadramut, and was buried near Hasec, where there is a small town now
standing, called Kabr Hud. Before the Adites were so severely punished, God, to humble them, and
incline them to hearken to the preaching of his prophet, afflicted them with drought for years. So, upon
it, they sent Lokman, different name from one who lived in David’s time, with sixty others to Mecca to
beg rain; but since they did not obtain it, Lokman with some of his company stayed in Mecca,
therefore escaped destruction. According to Koran, Lokman gave rise to another tribe called “the latter
Ad”, they however, since his descendants continued on idolatry, as Koran witnesses to it, they were
returned to monkeys.
“The tribe of Thamud, were the posterity of Thamud, the son of Gather, the son of Aram,
who fas falling into idolatry, the prophet Saleh was sent to bring them back to the worship of the true
God. This prophet lived between the time of Hud and of Abraham. A small number of the people of
Thamud hearkened to the remonstrances of Saleh, but the rest requiring, as a proof of his mission, that
he should cause a she-camel big and young to come out of a rock in their presence, he accordingly
obtained it of God, and the camel was immediately delivered of a young one ready weaned; but they,
instead of believing, cut the hamstrings of the camel and killed her; at which act of impiety of God
being highly displeased, three days after struck them dead in their houses by an earthquake and a
terrible noise from heaven, which some say, was the voice of Gabriel the archangel crying aloud, “Die
all of you!” Saleh, with those who were reformed by him, were saved from his destruction. The
prophet going into Palestine, and from thence to Mecca, where he ended his days.
“The tragical destructions of these two potent tribes are often insisted on in the Koran, as
instances of God’s judgment on obstinate unbelievers.
“The tribe of Tasm were the posterity of Lud, the son of Sem, and Jadis of the descendants of
Jether. These two tribes dwelt promiscuously together under the government of Tasm, till a certain
tyrant made a law, that no maid of the tribe of Jadis should marry, unless they defloured by him.
Which Jadisians not enduring, formed a conspiracy, and inviting the king and chiefs of Tasm to an
entertainment, privately hid their swords in the sand, and in the midst of their mirth fell on them and
slew them all, and extirpated the greatest part of the tribe; however, the few who escaped obtaining aid
of the king of Yaman, then, as it is said, Dhu Habshan Ebn Akran, assaulted the Jadis and utterly
destroyed them, there being scarce any mention made that time either of those tribes.
“The former tribe of Jorham (whose ancestor some pretend was one of the eighty persons
saved in the ark with Noah, according to Mohammedan tradition) was contemporary with Ad, and
utterly perished.
“The tribe of Amelek were descended from Amelek, the son of Eliphaz the son of Esau,
though some of the oriental authors say Amelek was the son of Ham, the son of Noah, and others the
son of Azd the son of Sem. The posterity of this person rendered themselves very powerful, and before
the time of Joseph, conquered the lower Egypt under their king Walid, the first who took the name of
Pharaoh, as the eastern writers tell us seeming by these Amelejites to mean the same people which the
Egyptian histories call Phoenician shepherds. But after they had possessed the throne of Egypt for
some descents, they were expelled by the natives, and at length totally destroyed by the Israelites.
“T h e p r e s e n t A r a b i a n s, according to their own historians, are sprung from two
stocks, Kahtan, the same with Joctan the son of Eber, and, Adnan, descended in a direct line from
Ismael the son of Abraham and Hagar; the posterity of the former they call al Arab al Ariba, meaning
the ‘genuine’ or ‘pure Arabs’ or ‘institious Arabs’, though some reckon the ancient lost tribes to have
been the only pure Arabians, therefore the posterity of Kahran also Motareba, which word likewise
signifies ‘institious Arabs’, though in a nearer degree than Mostareba: The descendants of Ismael
being the more distant graff.
“Besides these tribes of Arabs, who were all descended from the race of Sem, others of them
were the posterity of Ham by his son Cuch which name is in the scripture constantly given to the
Arabs and their country; though according to reliable resources they are rendered in Utopia; but
strickly speaking, the Cushites did not inhabit Arabia properly so called, but the banks of the
Euphrates and the Persian Gulf, whether they came from Chuzestan or Sussiana, the original
settlement of their father. They might probably mix themselves in process of time with Arabs of the
other race.
“The Arabians were for some centuries under the government of the descendants of Kahtan;
Yarab, one of his sons, founding the kingdom of Yaman, and Jorham, another of them, that of Hejaz.
“The province of YAMAN, or the better part of it, particularly the provinces of Saba and
Hadramaut, was governed by the princes of the tribe of Hamyar. Though at length the kingdom was
translated to the descendants of Cahlan his brother, who yet retained the title of king of Hamyar, and
had all of them the general title off TOBBSA which signifies successor, and was affected to this race
of princess, as that of Caesar was to the Roman emperors, and Khalif to the successor of Mohammed.
There were several lesser princes who reigned in other parts of Yaman, and were mostly, if not
altogether, subject to the king of Hamyar, whom they called the “great king”, but of these history has
recorded nothing remarkable or that may be depended upon.
“The first great calamity that befell the tribes in Yaman was the inundation of Aram, which
happened soon after the time of Alexander the Great, and is famous in the Arabian history. No less
than eight tribes were forced to abandon their dwellings upon this occasion, some of which gave rise
to the two kingdoms of Ghassan and Hira. And this was probably the time of the migration of those
tribes or colonies which were which were led into Mesopotamia by three chiefs: Becr, Modar and
Rabla, from whom the three provinces of that country are still named after Diyar Becr, Diyar Modar,
and Diyar Rabla. ABDSHEMS, surnamed Saba, having built the city from called SABA, and
afterwards Mareb, made a vast mound of dam to serve as a basin or reservoir to receive the water
which came down from the mountains, not only for the use of the inhabitants, and watering their lands,
but also to keep their country they had subjected in greater awe by being masters of the water. This
building stood like a mountain above their city, and was by them esteemed so strong, that they were in
no apprehension of its over failing. The water rose to the height of almost twenty fathoms (1
fathom=1.83 m.), and was kept in on every side by the work so solid, that many of the inhabitants had
their houses built upon it. Every family had a certain portion of this water were distributed by
aqueducts. But at length God being highly displeased at their great pride and insolence, and resolving
to humble and disperse them, sent a mighty flood, which broke down the mound at night while the
inhabitants were asleep, and carried away the whole city with the neighbouring towns and people.
“The tribes which remained in Yaman after this terrible devastation still continued under the
obedience of the former princes, till about 70 years before Mohammed, when the king of Ethiopia sent
over forces to assist the Christians of Taman against the cruel persecution of their king Dhu Novas, a
bigoted jew, whom they drove to that extremity, that he forced his horse into the sea, and so lost his
life and crown, after which the country was governed by four Ethiopian princes successively, till Seif
the son of Dhu Yazan of the tribe Hamyar, obtaining succours from Khosru Anushirwan, king of
Persia, which had been denied him by the emperor Heraclius, recovered the throne and drove out the
Ethiopians, but himself was slain by some of them who were left behind. The Persians appointed the
succeding princes till Yaman fell into the hands of Mohammed, to whom Bazan, or rather Badhan, the
last of them, submitted and embraced his new religion.
“This kingdom of the Hamyarites is said to have lasted 2020 years, or as others say above
3000, the length of the reign of each prince being very uncertain.
“It has been already observed that two kingdoms were founded by those who had left their
country on occasion of the i n u n d a t i o n o f A r a m; they were both out of the proper limits of
Arabia. One of them was the “Kingdom of Ghassan”. The founders of this kingdom were of the tribe
of Azd, who settling in Syria Damascena near a water called Ghassan, thence took their name, and
drove out the Dejaamian Arabs of the tribe of Salih, who before possed the country, where they
maintained the kingdom for 400 years, as others say 600, or as Abulfeda more exactly computes 616.
Five of these princes were named Hareth, which the Greeks write Aretas; and one of them it was
whose governor orders the gates of Damascus to be watched to take St. Paul. This tribe were
Christians, their last king being Jabalas the son of al Ayham, who on the Arabs’ successes in Syria
professed Mohammedism under Kahlif Omar; but recieving a disgust from him, returned to his
former faith, and retired to Constantinople.
“The other kingdom was that of Hira, which was founded by Malec of the descendants of
Cahlan in Chaldea or Irak; but after three descents the throne came by marriage to the Lakhmians,
called also the Mondars (the general name of those princes), who preserved their dominion, notwithstanding some small irruption by the Persians, till the Khalifat of Abubeer, when the Mondar al
Maghrur, the last of them, lost his life and crown by the arms of Khaled Ebu al Walid. This kingdom
lasted 622 years eight months. Its princes were under the protection of the kings of Persia, whose
lieutenants they were over the Arabs of Iraq, as the kings of Ghassan were for the Roman emperors
over those of Syria.
“Jorham the son of Kahtan reigned in Hejaz, where his posterity kept the throne till the time
of Ismael, but on his marrying the daughter of Modad, by whom he had twelve sons, Kidar, one of
them, had the crown resigned to him by his uncles the Jorhamites, though others may be descendants
of Ismael expelled that tribe, who retiring to Johainah, were various fortune, at last all destroyed by an
inundation.
“After the expulsion of the Jorhamites, the government of Hejaz seems not to have continued
for many centuries in the hands of one prince, but to have been divided among the heads of tribes;
almost in the same manner as the Arabs of the desert are governed at this day. At Mecca an aristocracy
prevailed, where the chief management of affairs till the time of Mohammed was in the tribe of
Koreish; especially after they had gotten the custody of the Caaba from the tribe of Khozaah.
“After the time of Mohammed, Arabia was about three centuries under the Khalifs his
successors. But in the year A.C. 325 of the Hejra, great part of that country was in the hands of the
Karmatians, a new sect who has committed great outrages and disorders even in Mecca, and to whom
the Khalifs were obliged to pay tribute, that the pilgrimage thither might be performed. Afterwards
Yaman was governed by the house of Thabateba, descended from Ali, the son-in-law of Mohammed,
whose sovereignty in Arabia some place so high as the time of Charlemagne. However, it was the
posterity of Ali, or pretenders to be such, who reigned in Yaman and Egypt so early as the tenth
century. The crown of Yaman descends not regularly from father to son, but the prince of the blood
royal who is the most in favour with the great ones, or has the strongest interest, generally succeeds.
“The governors of Mecca and Medina, who have always been of the race of Mohammed, also
threw off their subjection to the Khalife, since which time four principal families, all descended from
Hasan the son of Ali, have reigned there under the title of Sharif which signifies noble, as they reckon
themselves to be on account of their descent. These are Banu Kader, Banu Musa Thani, Banu Hashem,
and Banu Kitada all were in the throne of Mecca where they have reigned above 500 years.
“The kings of Yaman, as well as the princes of Mecca and Medina, had always been
absolutely independent, and not at all subject even in Ottoman Empire times. These princes often
making cruel wars among themselves that had given Ottoman emperor Selim I and son (Magnificent)
Soliman an opportunity to make themselves masters of the coasts of Arabia and the Red Sea, and a
part of Yaman, by means of a fleet built at Sues; but their successors have not been able to maintain
their conquests; for, except the port of Jadda, where they have a Basha (Pasha-General) whose
authority was very small.
“In summary, Arabians preserved their liberty and had very little interruption from outside
forces. The Assyrian or Median empires never got footing among them. The Persian monarchs, though
they were their friends, never make them tributary and were so far from being their masters; that
Cambyses, on his expedition against Egypt, was obliged to ask their leave to pass through their
territories; and, when Alexander (the Great) had subdued that mighty empire, yet the Arabians had so
little apprehension of him, that they alone, of all neighbouring nations, sent no ambassadors to him,
either first or last. The Romans never conquered any part of Arabia properly so called; the most they
did was to make some tribes in Syria tributary to them. The best was done by Augustus Caesar as far
as invasion, or penetration is concerned; yet he too was so far from subduing it that he soon was
obliged to return without effecting anything considerable, having lost the best part of army by sickness
and other accidents.”
(İsmail Ersevim, “A.C. 2084 - The New Atlantis”, Melrose Books, Cambridge, ENG.,sa:60-6)
Muhterem : Son derece saygı değer, sayı
“UŞAK - Efendim, babanız kitaplarınızı bırakıp ablanızın odasını toplamaya yardım etmenizi arzu
ediyorlar: yarın düğün var diye.
BIANCA - İkinize de Allahaısmarladık muhterem üstatlarım; gitmem lazımmış. (Bianca’yla uşak
gider.)”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:67)
“CORDELIA - Ne talihsizim! Kalbimi dile getiremiyorum. Efendimizi evlatlık bağının gerektirdiği
kadar seviyorum. Ne daha fazla, ne daha az.
LEAR - Nasıl... Nasıl? Cordelia, sözlerine dikkat et, mutluluğunu yok edebilirsin!
CORDELIA - Muhterem efendim; bana hayat verdiniz, büyüttünüz, sevdiniz beni. Ben de karşılık
olarak bütün görev ve yapmam gerekenleri gerektiği gibi yerine getiriyorum.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:15)
Muhteşem : Saygıdeğer, yüksek derecede, şaşaalı
“O kadar heyecanlanmıştı ki, yerinden fırlayıp haykırdı: ‘Kurşuna dizilmek, sonra da muhteşem bir
askeri törenle gömülmek isterim!’
Şvayk, ‘Hemen kapıp koyvermeyin,’ diye araya girdi. ‘Kafayı çalıştırırsanız, kimse bir şey
ispatlayamaz size karşı.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275)
“Ama Martin bulunduğu doruktan aşağı inmedi. Dokundurmanın hayvanca oluşu bile onu yere geri
getiremedi. Öfke ve incinme aşağıda, onun aşağısındaydı. O muhteşem bir düş görmüştü; o bir Tanrı olmuştu ve
o, bu solucan gibi adam için yalnızca derin ve korkunç bir acıma duyabilirdi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:122)
“Emilia’nın kardeşi Marcus’un durumu çok can sıkıcı bir hal almaya başladı. Noel arifesinde, Emilia
onu eve getirdi ve birlikte babası ve tüm kardeşlerini, Boller’den gitme hilemizle kurnazca alt ettik. Bu yüzden
neşeli bir halde Emilia’ya, ‘Artık Marcus’u bulup babanı alt ettiğimize göre her şey yoluna girecek. Göreceksin,
gerçekten de muhteşem bir hayat süreceğiz!’ dedim.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:324-5)
Mujik :
(ANTHR.) : (Fr.: Moujik) Rus köylüsü
“Bütün gün dolaşıyor (İhtilal sonrası Rus Cumhuriyeti-Moskova) ve bu çok renkli, çok tohumlu kaos’a
bakıyorum. Bütün Doğu karların altına dökülmüş, Sarıkları ağır, doğulu seyyar satıcılar, maynunlar gibi yağlı
Çinliler, deri kemerler, tahta ve kağıt oyuncaklar satıyorlar. Bütün kaldırımları kadınlarla erkekler tutmuş.
Bağırarak meyvalar, türlü balıklar, bebekler için önlükler, tüyleri yolunmuş tavuklar satıyorlar. Kız çocukları,
ağızlarında sigarayla gazete satıyor. Başlarında kırmızı mendilleriyle kadın işçiler geçiyor. Şişman, buruk suratlı,
elmacık kemikleri ve gözleri Mongollarinkine benzer kadınlar, başları sivri astragan külahlı yarı çıplak
çocukları, eller açık, her geçenden dilenen ve yerlerde sürünen sakatlar... Portakal rengi inekleri andıran
derileriyle, mısır gibi sık sakallı Mujik’ler geçiyor ve bütün hava bir inek sürüsü geçmiş gibi kokuyor...... Kaos:
Moskova’nın insan üzerinde bıraktığı ilk izlenim bu.”
............. “Şimdi bize masal gibi geliyor. Rusya’da büyük düklerin, sarhoş oldukları zaman, mujik’leri
bahçelerine sırasıyla dizip üzerlerinde atış talimi yaptıkları bir devirdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya mektuplar”, sa:383;387)
Mukaddes Kitap :
(HIRİS.) : İncil, Kitab-ı Mukaddes
“ ‘Hz. İsa zina yapan kadını bağışlamış, ondan bir inciri esirgeyen adamı lanetlemişti. Eh, benim de
iyilik perisi olacak halim yok.’ İşte bu kadar. Sorun onun gözünde çözülmüştü. Petrus’u bir kez daha Kitabı
Mukaddes kurtarmıştı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:76)
Mum gibi erimek : Hastalık ya da üzüntüden aşırı zayıflamak
“Tepeden tırnağa titreyip durdum, ah!
Dalda oturmuş bana el sallarken
bakarken güzelliğine mum gibi eridim.
Karaysa kara, bana ne bundan, kömür de kara.
Ama bir yanmayagörsün, güller gibi ışıldar!”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:57)
“GELİN - Anamın yurdu ağaçlıkmış, yemyeşilmiş. Toprakları öyle verimliymiş ki!
HİZMETÇİ - Onun için öyle şen şakraktı.
GELİN - Evet öyle. Ama burada mum gibi eridi gitti.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:28)
Mumla aramak, aratmak : Yeni durumdan şikayetçi olup eskiyi özlemek, arzu etmek, ettirmek
“Evrensel Okul madem ki Anglosakson misyonerlerin yardımını almıştı, ..... Büyük Güçlerin kendi
aralarında oynadıkları oyunda yer alan küçücük ve heyecanlı bir piyon değildi. Yapılan yardımı kesmekle
kalmayıp onunla çok daha acımasızca uğraşacak, Osmanlılar dönemindeki o iyi zamanları, Büyük Savaş’ı, Açlık
Dönemi’ni ve yeşil buğday tarlalarına musallat olan çekirge bulutlarını mumla aratacaklardı ona.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:324)
“İki hırsızın yaptıkları bunun yanında hiç sayılır. Helen Bayan Margot’yu benimle başgöz etmeğe
kalkışan köylüleri şimdi mumla arıyorum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:138)
Mum yakmak : Kiliselerde ayin ya da adak, murat niyetleriyle mum yakılır; modern lokantalarda havayı
romantik yapmak için “mum ışığında yemek” (candle-light dinner) geleneği adet olmuştur; bir adak yerine
gelmişse ya da eğlence için de olabilir; Osmanlı devrinde ve Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında, gereğinde,
“fener alayları” yapılırdı ki çoğunlukla, uzun bir sopaya bağlı camlı kutulu, elde taşınan ve havaya dikilen
yapıtlar vardı. Yıldönümü kutlamalarında da, doğum pastasının üstüne, küçük çocuklar için yaşları kadar, büyük
kimseler için de sembolik olarak birkaç mum konur. Evlilik pastalarına da etrafa ışık saçan mumlar konabilir.
“Ben ölürsem, -ya da kötü bir şey olursa-, sen mum yak da kıçına koy” sözü de argo olarak edebiyatta ve yaşam
kültürümüzde yer almıştır.
“Anthony neşeyle: ‘Pekala, oğlum,’ dedi.’Artık kulübüne gidebilirsin. Karaciğerinin rahatsız
olmadığına sevindim. Ama arada sırada para tanrısına birkaç mum yakmayı da unutma!’ ”
(O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:53)
“Kızlar bu güzel isme uydurulmuş kafiyeleri, ‘Mıstık’ı, bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerler,
hala hatırımda:
Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine baktık.”
diye bağırışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi.”
(Ömer Seyfeddinden Seçme Hikayeler-And”, Cilt:I, sa:123)
Mumyalamak : Kibarca: (kendi ellerimle) öldürmek
“Laigle onun sözünü kesti:
‘Her şeyden önce, içten gelen birkaç övgü ifadesiyle Blondeau’yu mumyalamak isterdim. Onu ölmüş
sayıyorum. Mumyalayınca, sıskalığında, renksizliğinde, soğukluğunda, katılığında ve de kokusunda büyük bir
değişiklik olmaz zaten.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:141)
Mumyası çıkmak : Çok yaşlanmak, yaşlı ve çirkin olmak
“ELLIE - Bütün gerçek nikahların kıyıldığı yerde, gökyüzünde.
LADY UTTERWORD - Bir yaşıma daha girdim, Miss Dunn. E, aferin sana baba!
MANGAN - Bir de beni yaşlı buluyordu. Kendisine baksın, mumyası çıkmış.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:129)
“Dux’de, birdenbire, yıllar boyunca birikmiş gölgelerin arasından Casanova’nın bir görüntüsü, daha
doğrusu Casanova’yı hatırlatan bir hayal, onun mumyası denebilecek kurumuş, zayıflamış, kemikleri çıkmış,
öfkesinden başka bir şeyi kalmamış, müzeye konulacak acayip bir yaratık çıkıvermiştir ortaya..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:92)
Mundiitis :
(LATİNCE)’den türetilmiş bir sözcük, ‘güncel yaşamın gerektirdiği ufak tefek kişisel kıvır zıvırlar
“Bütün gün ağır, Vire vadisi hasat emekçilerinin deyişiyle ‘yağlı bir güneş’le ısınmış topraktan kuvvetli
ve sıcak bir koku yükseliyordu. Toprağın yüzünde ot kokuları sürükleniyor gibiydi. Vagondaki tozu
uzaklaştırdım ve göğsümü keyifle şişirdim. Hizmetçimin çamaşır ve ufak tefek tuvalet malzemesiyle, mundiitis
doldurduğu çantam elime tüy gibi hafif geldiğinden, bir okullu çocuğun okul çıkışı ilk basit kitaplarını
sarmaladığı paketi sallaması gibi sallayıp durdum.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:61)
mundus senescit : (LAT.) <mundus senesit> : ‘Dünya yaşlanıyor’.
“Ve yarın, Honorius’un dediği gibi, insanların gövdeleri bizimkinden daha küçük olacak, tıpkı
bizimkilerin, eskilerin gövdelerinden daha küçük olması gibi. Mundus senescit. Tanrı’nın şimdi bizim
tarikatımıza <Fransisken> verdiği görev, atalarımızın bize emanet ettikleri bilgi hazinesini koruyarak,
yineleyerek, savunarak, bu uçuruma doğru gidişe karşı çıkmaktır.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:52-3)
Murad (murat) etmek : Arzu, istek, amaç, erek; Dilemek, anlam vermek, arzu belirtmek
“Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile ‘Kızıl Elma, Kızıl Elma!’ diyen halkın mutlaka
birşey murad ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mana olduğunu söyledi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:58)
“Kadın ne arzu etse sende de o murat var,
O murat bütünüyle senindir, vargücüyle;
Benim bol bol yaptığım, dertlerine dert katar,
Senin tatlı kösnünü ben arttrırım böyle.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:135, sa:311)
Murad(ın)a ermek; ermemek : Hayatta amacı, dileği, rüyası gerçekleşmek; Dileği, hulyası gerçekleşmemek
Bk.: Muradı olmak
“EY MAHPUSHANE KARANLIĞI
------------------------------------------Her gün biraz daha sıksa da kırılmaz bilinen
kelepçelerimiz,
Paramparça olacaklar.
Dayananlar elbette erecek muradına
Kapının eşiğindekiler girecekler içeri.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:38)
“Kambur parayı sayarken kadın derin bir soluk aldı ve gene soluk soluğa ‘Bana, siz Bayan Fischerle
misiniz, diye sordu.’ dedi. ‘Sen de dedin ki...’ diye haykırdı cüce, aptalca bir yanıt verdi de işini bozdu diye
yüreği ağzına gelmişti; tamam, her şeyi berbat etmişti mutlaka, etmişti ve muradına ermişti aptal salak!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:274)
“ANNE - Bu hayatın gidişidir: insan malı ve mülkü, kanı pahasına satın alıyor. Ben ona daha yüksek
bir bedel verdim: tüm gençlik hayatımı yok pahasına sattım.…. o kadar para biriktirdim ki, artık bugün
muradıma ermiş sayılırım..”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:65-6)
“UYUSUN DA BÜYÜSÜN
-------------------------------Uyu benim maviş kızım
Dem geçecek devran geçecek
Keloğlan murada erecek
Sökülecek Has bahçe’nin çitleri
Ağlayan nar gülecek”
(Rıfat Ilgaz<1911-1993>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:307)
“ARISTOVULOS
--------------------Anası, büyük Prenses, bu en yüce İbrani kadın,
ağlayıp dövünüyor:
Aleksandra ağlayıp dövünüyor bu felakete.
Ama yalnız kalınca değişiyor, ağlayıp sızlaması.
İnliyor, kuduruyor, küfredip lanetler yağdırıyor.
Nasıl aldattılar, nasıl tuzağa düşürdüler onu,
Nasıl da muratlarına erdiler sonunda
Ocağını yıkıp Asamoneonların!
Nasıl başardı bunu o kalleş kral”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“ ‘De bakalım, ne çıkarları var bize yalan söylemekle?’
‘Biz o ağacı bulacağız.’
‘O ağacı bulup muradımıza ereceğiz.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:107)
“NİNELER
------------Nineler, gece gündüz aklınız
Dünyasını sürmemiş
Oğlunuza gider.
Muradına ermemiş
Yavrunuza gider.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
“Bir koyağın yamacındaki eve sığınmıştık; ancak orada, dört beş yıl, bugünkü ürkünç talihimi unutturan
bir yüzyıllık mutluluk yaşadık. Gönlüme göre bir dost aramıştım; bu dost, oydu. Köyde yaşamak istemiş ve
muradıma ermiştim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:137-8)
Muradı olmak : Arzusu, isteği olmak
“İKİNCİ TÜFEKÇİ - Hasa Ağam. O nasıl söz öyle ? Böyle bir muradım yoktur. Lafım o manaya
peşrev çekmez.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:67)
(Les) murailles ont des oreilles : (FR.,KOLL.) <Le müray on de z’orey> : Duvarların (Yerin) kulağı vardır :
The walls (The earth) have ears (İNG.)
Murakabe; Murakabeye dalmak : Bakma, gözetme; Düşünce alemine dalmak, istiareye yatmak, meditasyon
yapmak; Dalıp kendinden geçme; Özellikle tasavvufta, Tanrı’dan başka her şeyi gönülden çıkarıp atmak ve
sadece Tanrı’yı düşünmek; denetleme
“Yüreği coşkuyla kabarmış, o çiçek çiçek sevgi esrikliğiyle <mest olmak, kendinden geçmek> öyle bir
saatte kalkıp dostu Narziss’e gelmişti ki, dostu murakabeye dalmış, riyazet ve uykusuzluktan iğne ipliğe
dönmüştü; gençliğini, yüreğini ve duyularını çarmıha geriyor, feda ediyor, kendini en sıkı itaat sınavından
geçiriyor ve bütün bunları us adına, tam anlamıyla minister verbi divini <Bk!) olmak için yapıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:98)
“İsmiyle seslendi Sidarta’ya. Sidarta cevap vermedi. Murakabeye dalmış oturuyordu Sidarta.” Öylece
oturup duruyordu, gözleri hayli uzaktaki bir hedefe takılıp kalmış, dilinin ucu dişlerinin arasından biraz dışarı
çıkmıştı. Nefes almıyordu adeta.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:13-4)
“Bir gönül eri, yakasının içine gömülmüş, murakabe içinde, mükaşefe denizlerine dalmıştı. Kendine
geldiğinde, arkadaşlarından biri ona takılarak:
‘Gezindiğin bahçelerden bize ne keramet hediyesi getirdin?’ diye sorunca, gönül eri şöyle dedi:
‘Gönlümdeydi bu, gül fidanına vardığında, dostlara götürmek için bir etek dolusu gül toplayayım, diye
düşünmüştüm... Ama, güle ulaştığım anda, kokusu beni öyle sarhoş etti ki,eteğim elimden gitti!...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:22-3)
Murdar : Cinsel ilişki ya da boşalmadan sonra yıkanılmazsa İslam inancında itham edilen durum; Pis, kir pas
içinde, bakımsız ve kokulu; Ölü, leş hayvana verilen sıfat ki eti yenmez
“BÜYÜKLENMENİN SONU
----------------------------------Tutmuş sessizlikle gece baştan başa
Anahtarı yitik bir zindan yerine.
Dönmüş başıboş sokak köpeklerine,
Ve, karıştırarak yazları kışlarla,
Geçti mi kırlardan bomboş bakışlarla,
Yıpranmış bir nesne gibi çirkin, murdar,
Ardından alayla gülermiş çocuklar.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:51)
“LOMOF - Ay sol bacağım tutuldu... Siz de dalavericinin birisiniz... Ay kalbim!.. Seçim zamınında
yaptığınız rezaleti bilmeyen yok... Of. Gözlerim yanıyor... Nerede şapkam?
‘NATALYA STEPANOVNA - Aşağılık! Şerefsiz! Murdar herif!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:24)
“Marius fakirdi, odası da yoksuldu ama fakirliği nasıl asilse, tavanarası odası da temizdi. Şu an
bakışların yönelttiği sefalet yuvası is iğrenç, pis, kir pas içinde, murdar, karanlık ve kasvetliydi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:273)
“Bir akşam Jom Kippur’dan sonra iki kuzenimle Büyük Tiyatro’nun önünden geçiyorduk. Tiyatronun
Bulunduğu caddede bir yığın insan birikmişti. Benim ‘murdar’ tiyatrodan gözlerimi bir türlü ayıramadığımı
farkedince, kuzenim Mayer sordu: ‘Sen de şimdi tiyatroda olmayı ister miydin?’ Susmam sanırım hoşuna
gitmemişti ki, şunları ekledi: ‘Şimdi içerde bir tek Yahudi’ye bile rastlayamazsın. Allah saklasın! Jom Kippur’un
son bulduğu akşam en kötü Yahudi bile ayak atmaz tiyatroya.’ ”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:147)
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası..... Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size? Geçmişi kınalı geceyi şu murdar
davulunuzu çalarak, saçma sapan büyülerinizi yaparak boşu boşuna geçirdiniz gitti.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63-4)
“CILIZ ŞEHZADE
Bir şehzade vardı; cılız, çelimsiz biriydi. Kardeşleriyse boylu poslu ve yakışıklıydılar. Günün birinde,
babasının tiksinen ve küçümseyici bakışlarıyla karşılaşan çocuk, hemen anlamıştı durumu:
‘Baba,’ dedi, ‘iri bir cahilden cılız bir akıllı daha iyidir. Koca bir nesne değer olarak yüce olmayabilir.
Koyun temizdir, ama fil ise murdar.”
(Sa’di, “Şehname”, sa:39)
Murdar kurbağa : Pis, cinsel ilişkiden sonra gusül abdesti almamış, yıkanmamış kimse; Son derece öfke
hissedilen birine söylenmiş bir sövgü (Argo)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
“Jean, bir felaket olacak korkusuyla:
-İpi bıraksana! diye haykırdı.
Kız dinlemiyor, soluk soluğa koşuyor, öfke ve dehşet dolu bir sesle sövüp sayıyordu:
-La Coliche! Duracak mısın, la Coliche!... Hay, pis murdar hayvan!... Hay! Miskin cenabet!”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:7)
Muscovy : (COĞR., ZOO.,KOLL) <Mus’kovi> : Rusya’nın eski adı; Amerika’ya özgü iri misk ördeği;
Muscovite : Rus, Moskof
muse : (EDE.,YUN.MYTH,MUS.) <myuz> : 1) Şiir ilham eden kudret; Muse : Güzel sanatlar, şiir ve
tarihin, musiki’nin dokuz peri mabudelerinden biri; -fiil- düşünceye dalmak, derin düşünmek, dalmak
Musibet : Başa gelen kötü şey, bela, olumsuz şey
“YEPİHODOV - Başüstüne... Hemen getireyim... Şimdi biliyorum artık revolverimle ne yapacağımı...
(Gitarı alır, çala çala uzaklaşır.)
YAŞA - Yirmi iki musibet... Sersemin teki, doğrusunu söylemek gerekirse... (Esner.)
DUNYAŞA - İnşallah kendini vurmaz. (Bir sessizlik.)”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:128)
“Daha doğrusu, ikisinden de vazgeçemiyordu. Ne kahveden, ne soğan ekmekten, ama bunun olanaksız
olduğunu da biliyordu. Parakovya Osipovna böyle bir şeye razı olur muydu hiç? Karısı kendi kendine, ‘Zifitin
pekini ye, musibet,’ diye düşündü.”
(N. Gogol, “Üç Hikaye-Burun”, sa:17-18)
R E N K L E R İN M İ S T İ S İ Z M’ İ :
RUH’UN EVRİMİNİN İNSAN ZİHNİNİN UYANIŞI BOYUNCA MİSTİK ÖĞRETİLERİ
Renk/Enerji Dizisi
Bilinçlilik Hali
Bilinçlilik Şekli
Kırmızı
Fiziksel
Fiziksel düzey - dünyevi gösteriler.
Hayatta kalabilme yetileri. Kolektif,
kavimsel kudretli kişiler. Kudretin
doğuşu.
Turuncu
Astral
Eterik, görünmez değerler. Zeka
ve yaratıcılık dünyası. İçsel
rehberlik ve yönelmiş duyular.
Sarı
Zihinsel, somut
Vücut-zihin enerjisi. Karar
verebilme ve kişisel arzu.
Tanınma ve yaratma için
gereksinim duyma. Aktif.
Yeşil
Zihinsel, soyut
Budist düzey. Ruha uyanışbaşlangıç aydınlanma; geniş
dünya görüşü; milletlerin ve
yerlerin çeşitliliğinin
kucaklanması.
Mavi
Yüksek”Intuition” Atomik düzey; “Birey” olarak
kişi;yüksek sezgi. “Bilmek”,
“Eğitim,”Erdem”.
İndigo
İlham, sezgi
Mor
“Spiritual”
“Monadic”-kişisel alan.
Tümüyle bireyselleşmiş,
kapsamlı içgörü ve algı.
Uhrevi, ilahi (divine) alan.
Tanrı’nın isteğine teslim.
Sadakatle hizmet.
Muska :
(DİN) : Dini inançlarla kaza ya da bir belaya duçar olmaması için, eski yazıyla (Arapça) yazılmış,
okunmuş dua veya totemik bir maddenin, üçgen biçiminde dürülmüş sertçene bir bez torbasının içine konup
boyuna asılması, ya da, taşıyanın elbisesinin iç astarına bir yana dikilmesi veya basitçe cebe konması.
“Ertesi gün anamın elini öptüm, o da eğilerek bana hayır duada bulundu ve Tanrı adına Frenkleşmemi
öğütleyerek boynuma, içinde uğurlu ağaç bulunan bir muska astı; dedem bunu savaşta taşır ve kendisine kurşun
değmezmiş.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa303)
Muson : (COĞR.) :
Hint Okyanusunda, mevsimlere göre yön değiştiren, şiddetli fırtına
“YALNIZ İHTİYAR
-----------------------Eskiden binlerce makarasında musonlar eserdi.
Artık pusulayı sapıtmış şaşkın gemi,
Seferde, dalgaların yararsız oyuncağı,
Eski kaşifi, yeşil Avustralya’nın!”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
Muşmula; Muşmula gibi olmak, Muşmula suratlı: Derisi pörsümüş, yaşlı; Yaşlanmak; Yaşlı yüzlü (Argo)
“Bu sefer, yani başımızda hiç durmadan boyna kahve cıgara çekmekte olan Sulukuleli muşmula suratlı
bir kocakarı,
-A..., dedi. Hoca Ali efendimiz, sizden iyi olmasın çok mübarek bir zattır. Bir işinizin, bir hacetinizin
olması için kendisine bir şey adayın, ossaat olur.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:209)
“Ben de sana derim ki bugün seni büyüleyen bir genç karının şu muşmulalık zamanı da gelecektir.
Gelecek yakındır! Hem a canım, ben sana kocakarının kendisini sunacak değilim a. Masalını sunacağım.
Kocakarı muşmula olmuşsa masalı da muşmula olmuş değil a!”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:26)
Muştulamak :
Müjde vermek
“Dostoyevski’nin yanıtı alçalış, Stavrogin’in deyimiyle ‘utanç’tır. Oysa uyumsuz bir yapıt yanıt
sağlamaz, işte bütün ayrım burada. Son olarak iyice dikkat edelim: bu yapıtta uyumsuzlukla çelişen, hristiyan
niteliği değil, gelecek yaşamı muştulamasıdır.”
(A. Camus, “Sisyphos Söyleni”, sa:117)
“KEMENT
Düşlediğin sabahtan ne kaldı sana
Ey sökmeyen şafağın muştucusu?
Sen, Green örneği, gözlüyordun
çamurdan doğan altın saçlı dilberi
mavi bir enginin dalgalarında”
(Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)
“Biraz daha büyüyüp vücudu erken kıllanmaya başlayınca, Hasso’ya ailenin helasında banyo yapmaya
izin verildi. Bu son olaydan sonra içinden bir ses artık onun da ailenin bir parçası sayılabileceği hususunda ilk
cemrenin düşmüş olabileceğini muştuluyordu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:164)
“Vahalar! Çölün üstünde adalar gibi duruyorlardı; uzaktan, hurmaların yeşilliği, köklerin su içtiği
kaynağı muştuluyordu: bazı bazı kaynak bereketliydi, zakkumlar eğiliyordu üzerine.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:116)
“Birdenbire Arşipel’in ufku uyandı. Venüs, ufuktan parlayıp göklere ağdı (fırladı). Gün, aydınını
muştuluyordu. Sendeliyerek kalktım ve kayığa döndüm.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:26)
“Sabahleyin güneş doğup da nefis bir gün muştulayınca, hiçbir zaman haykırmaktan kendimi
alamıyorum: işte yine birbirlerinin burnundan getirecekleri ilahi bir nimet.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:94)
“Ellinci Gün
-------------O gün ki yenilik muştuladı Kutsal Ruh,
iniyordu senin üzerine,
ve yanıyordu sağ elinde,
hiç sönmeyecek olan meşale;
ve seni insanlığa fener ol diye
diktiğinde dağın tepesine,
dudakların
kaynak moluşturdu söze.”
(Alessandro Manzoni<1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“Bir adam, o adil sultan Nuşirevan’a bir muştu getirdi:
‘Ulu Tanrı, senin o filanca düşmanını ortadan kaldırdı!’ diyerek haberi ulaştırdı. Sordu Nuşirevan:
‘Beni bırakacağını da işittin mi?’
‘Düşman ölümü şad etmez beni,
Benim dirliğim de değil ebedi!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:82)
“Müjde ürpertisinin içini sardığı ama bir yandan da bu Müjde’nin gerçek olacağı yolundaki tatlı
güvenle birleştiği bir Meryem Ana yaratabilmek için önce kızın varlığını inançla doldurmak için önce kızın
varlığını inançla doldurmak arzusundaydı. Ve onun çevresinde de, ilkbahar havası taşıyan sakin bir doğa
manzarası oluşturmayı düşünüyordu; ılık bahar mevsimini görünmez iplerle arkalarından çekiyormuşcasına
havada kuğu gibi süzülen beyaz bulutlar, yeniden dirilişe direnen ilk nazlı yeşilikler ve incecik çocuk sesi gibi
sesleriyle büyük saadeti muştulayan utangaç çocuklar.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:39-40)
Muştuluk istemek : Verilen ya da getirilen iyi haber için bir ödül istemek
“ ‘Buyur?
‘Sen bilmiyor musun ki Kaymakam onbaşıdan da, yüzbaşıdan da daha büyüktür?’
‘Buyur? Ya benim muştuluğum?’
‘Bre ulan, sersem sepet, mankafa, hiç Kaymakamdan muştuluk istenir mi?’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:121)
Mutatis mutandis : (LAT.) <muta’tis mutan’dis> : Değişmesi gereken şeyler, değişmelidirler = Changing
those things that must be changed (İNG.)
Mutfak paçavrası : Daima aç, mutfaklarda yemek peşinde olan hizmetçi
“Ana: ‘Çeneni kıs!’ diye çirkin bir çığlık koparıyor ve gittikçe daha sinir bastırıyor: ‘Hala şu mutfak
paçavralarından vaz geçip de zavallı ananı düşünmek aklına hiç gelmiyor.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:113-4)
Mutluluğuna son olmamak : Son derece mutlu olmak, çok sevinmek
“Bir Pazar olan ertesi gün, Elena, annesiyle birlikte kiliseye gitti; bereket versin ki babası arkalarından
gelmemişti. Kilisede ilk gördüğü insan, Giulio Branciforte oldu. Bir bakışta, onun yaralı olmadığından emin
oldu. Mutluluğuna son yoktu.”
(Stendhal, “İtalya Mektupları”, Cilt:II, sa:41)
Mutluluk kırıntısı satın almak : Mutsuzluğunu gidermek için her ne bahsına olursa olsun biraz mutluluk satın
almak, bir şeyler yapıp mutlu hissetmek
“Gerçekten de Madam Dambreville tüm bu aile kavgası sırasında dünyadan habersiz, koltukta kıvrılıp
kalmıştı. Bitkin ve yırgun görünüyordu, ama gözlerinde bir ışıltı belirmişti; ne pahasına olursa olsun biraz
mutluluk kırıntısı satın almaya karar vermişti.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:106)
Mutluluktan hava(lar)da uçmak : Son derece mutlu olmak
“Kadın, Fischerle’yi tek başına aramak istiyor, ötekiler de peşinden gelirler diye korkuyordu. ‘Hemen
dönerim!’ diye seslendi birkaç kez; uzaklaştıkça daha yüksek sesle bağırıyordu. Adamlar yerlerinden
kımıldamadılar. Fischerin korkusuna karşın mutluluktan uçacak gibiydi. Fischerle’yi bulacaktı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:372)
“Kendisini uyararak, ‘Bizi görenler ne düşünür sonra?’ dedim mahcub. ‘İkimizin mutluluktan
havalarda uçtuğumuzu ya da zil zurna sarhoş olduğumuzu,’ diye cevapladı. ‘Çokları da hiçbir şey düşünmeyecektir,’ dedi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:48)
“Bir gün.... yeni bir psikiyatrist geldi. İsmi Dr. Bruce idi. Kendisinin geri zekalı oğlu da fena halde
dövülmüş ve Carstairs’teki ‘koğuş’lardan birine konmuştu. Bu doktor, beni muayene ettikten sonra şunu
söylemişti: ‘Bu adamın burada işi ne? Onu buradan çıkarmaya çalışacağız!’ Ben mutluluktan uçuyordum.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:92)
Muzaffer : Galip, zafer kazanmış kimse
“BAHÇENİN FETHİ
------------------------biz o yemyeşil akan ormanda
bir gece yaban tavşanlarına
ve o soğukkanlı, acılı denizde
inci dolu istiridyelere
ve o yapayalnız muzaffer dağda
genç kartallara sorduk
ne yapmalı?”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:53-4)
Muzip; Muziplik etmek (Gülmek, şaka yapmak) : Şeytani bir şekilde, eğlenceli ya da gizemli
“Korkuya kapılmış çömezler önce çıktılar; kukuletaları yüzlerine çekilmiş, başları öne eğik, her
zamanki gibi şakalar yaparak, birbirlerini dirsekleyerek, muzip muzip gülerek, kurnazca ve çaktırmadan
çelmeler takarak birbirlerine takılmaksızın (çünkü bir çömez genç bir rahip de olsa her zaman bir çocuktur;
öğretmenin azarlarının pek değeri yoktur; onun sık sık genç yaşının gerektirdiği gibi çocukca davranmasını
önleyemez).”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:631)
“Hans bu yaşantıları herkesten saklıyor, bunlardan Heilner’e bile söz açmıyordu. Üzerindeki o eski
hüzünlü hal kaybolup giden Heilner, hırçın, tedirgin ve huysuz birine dönüşmüştü; manastıra, öğretmenlere,
öğrenci arkadaşların, havaya, insanların yaşam biçimine atıp tutuyor, Tanrının varlığını eleştiri konusu yapıyor,
bazen kavgacı biri kesiliyor ya da durup dururken aptalca şakalara ve muzipliklere kalkışıyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:113)
Mübadele; Mübadil, gayrimübadil : Değiş tokuş; Balkan Savaşı sıralarında <1912-13> Türkiye sınırları
dışında, örneğin Yunanistan’da -özellikle Selanik’te-, Bulgaristan’da, Yugoslavya’da yaşayıp da Türkiyeye göç
etmiş Türklerin (Benim ebeveynlerimin baba tarafı dahil), oradaki taşınmaz mallarıyla buradaki bazı mülklerin,
-bugünkü Siyasal yaşamda Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta- çoğu kez araya hükümetin de girerek resmileştirdiği
karşılıklı değişim anlaşmaları
“Selanik, yalılar; dedemin oradaki apartmanı, eski zamanın güzel ve kolay yaşamı gözümün önünde
büyürdü. Selanik’i hiç görmedim ben, annemin ailesi uzun yıllardan beri İstanbul’da yerleşmişmiş. Ne var ki,
kendimi bildim bileli ‘mübadil’ ‘gayrimübadil’ diye, anlamını pek kestiremediğim sözler duyardım. Dedemin bir
apartmanı varmış Selanik’te..... Dedem ömrü boyu yaban elde kalan bu apartmanın -belki daha başka
mülklerinin, bilmiyorum- karşılığını Türkiye’de almaya çalıştı. Bir bonolar lafı duyardım. Ama seksen yaşına
kadar bir şey geçmedi eline ve bir ağustos günü kendisine verilebilecek Büyükadada’daki bir evi görmeye
gittiğinin ertesi günü fenalık geçirip öldü. Mübadele lakırdısı da böylece kapanmış oldu ailemizde.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:27-8)
Mübarek : Kutsal; Çok saygı duyulan, takdir edilen kimse; Kandil, Ramazan, Bayram günleri; Allahın garibi,
kızılan, acayip kimse ya da şey
“Biraz düşündü, kararsız, fakat ciddi bir sesle dedi ki:
-Darılma ama, azıcık da Vehbi Efendi’ye varırsın diye korkuyordum. Mübarek adam, bana öteki gibi
değil. Bir türlü yüz göz olamıyorum.
-Seni yüzsüz Amca seni. Ben Vehbi Dede’nin pabucu olamam. Hem her sevdiğim adama varmaya
kalksam, sana da nikah olurdum.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317)
“Dante, farkında bie olmadan, karanlık ve vahşi bir ormanda kaybolmuştur. Yıl 1300; vakit, 7 nisan
mübarek Perşembe gününü 8 nisan mübarek Cuma gününe bağlayan gece... Pazara Paskalya... Gökde dolunay
ışıldamakta...”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:69)
“Bu bakımdan belki biraz da babasına çekmişti. Haham uzun boylu, ince yapılı bir adamdı. Üzerinde
adeta onu nurdan cüppe gibi saran, mübarek bir hal vardı. Çinliler arasında sık sık görülen bir göz hastalığına
yıllarca önce o da tutulmuş, bu derdin devası bilinmediği için, kör olmuştu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:12)
“Karı-koca Kien’ler, iki durak sonra indiler. Therese önden yürüyordu. Kien birden arkasından birisinin
bir şeyler söylediğini duydu: ‘Kolalı eteğinden başka işe yarar yanı yok.’ ‘Kadın değil, kale kapısı mübarek.’
‘Zavallı kocası.’ ‘Böyle kart bir karının nasıl olmasını beklerdin ki?’ Hepsi güldüler.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:74)
“ ‘Tanrım, vaat ettiğin kılıcı arayan ve eline almaya cesaret eden bizlere, dünyanın dört bir yanına
dağılmış mübarek ve günahkar kullarına merhamet et. Çünkü kendimizi bile tanımıyoruz ve çoğu zaman
kendimizi giyinik sanıyoruz, oysa çığlağız...’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:134)
“Tanrı’nın takdiriyle aynı gece hem padişah, hem vezir ve hem de dünya kraliçesi peygamber
hazretlerini (Tanrı’nın selamı onun üzerine olsun) rüyalarında gördüler. Peygamber: ‘Dünya kraliçesini Hüseyin
Hatibi’ye nikahladım, bundan sonra kraliçe onundur’ dedi. Ne güzel damat ve ne de güzel gelin! Şiir:
Mübarek olsun dünyada gelin güvey olmamız
Kıydı nikahımızı göklerdeki Tanrımız.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:3)
“GAZETECİ : Nesi var bu zavallının?
DELİ - Sanırım... Ufak bir sinir krizi... (Çantasından bir şırınga çıkarır ve Bertozzo’ya) Sıkıca tutun,
bu sana iyi gelir... Mübarek bir sakinleştirici.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:86)
“Sanki anadan doğma pandomimacı mübarek. Şöyle yapmış olmalı (Pandomima yapar). Simca’nın
sürücüsü akıllı adamdır. Leb demeden leblebiyi anlar. Marino’nun demek istediklerini anlamıştır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:32)
“MEPHISTOPHELES - Ey mubarek adam! Hala böyle bir fikre saplanıp kalıyorsunuz! Ömrünüzde
ilk defa olarak mı yalan yere şehadet etmiş olacaksınız?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:159)
“LUNARDO - Haydi, git işine, diyorum.
LUCIETTA, kendi kendine. - Sanki zehirle yoğurulmuş, mubarek.
LUNARDO - Haydi, durma, yoksa suratına bir tane aşkederim ki...”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:23)
“İnsanlar arasında hikayeme bir kahraman aradım. Ahlakın şüpheli izbelerinde dolaşmaya lüzum
kalmadan o, karşıma çıktı: Avnussalah... Ne mübarek isim, ne nefret edilecek isim sahibi. İnsan kendi kültür
tarlasının kabullendiği tohumların açılmsına göre huylanır.”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23)
“Palan hala kayıyordu..... Bütün gücüyle abandı. Bu sefer de sola yattı palan. Kaymakam:
‘Allah kahretsin bunu icat edeni...’ diye söylendi. ‘Eyer değil, yatak mübarek...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:190)
“Aziz Gellert’e ait mübarek (kutsal) eşyanın mucizeli etkileri üzerine olan eski bir kayıt bu kabildendir.
Bu kayıtta beş mucizeli olaydan bahsedilmektedir ki, bunlardan biri, mübarek (kutsal) eşyanın Csanad’taki
Meryem Ana Kilisesi’ne konmasından bir müddet sonra olmuştur.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:305)
“Murat Bey, Solfasol testisini kulpundan bir iple bağlayıp kuyuya salmıştı:
‘Buz mübarek, buz!..’ diyordu. (Sonra birden yüzünü yeisle buruşturdu.) ‘Canına yandığım, arattım,
arattım, bayat mayat bir şişe bira bulduramadım. Ah, bir bardak bira, gözümde tütüyor.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:52)
“Birinci sınıfta ihtiyar, kısa boylu, kötü bakışlı, sarkık bıyıklı, elinde daima değnek bulunan Pateropulos
bizi kovalar, toplayıp ördekmişiz de satmak için pazara götürüyormuş gibi sıraya sokardı. Her baba ona, yaban
keçisi çocuğunu verirken; ‘Eti senin, kemiği benim, öğretmen’ derdi, ‘döv onu, adam oluncaya kadar döv.’ O da
bizi acımadan döverdi ve hepimiz, öğretmen de, öğrenciler de, fazla sopa ile adam olacağımız zamanı beklerdik.
Büyüyüp de, insancıl teoriler kafamda oluşmaya başlayınca, bu ilk öğretmenimin yöntemini barbarlıkla
nitelendirdim; ama, insan tabiatını <doğasını> daha iyi öğrenince, Pateropulos’un o mübarek değneğini
kutsamaya başladım; acının, hayvandan insana çıkan yokuşta en büyük rehber olduğunu o öğretmişti.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:47)
“Denize, gökyüzüne bakıp düşünceye daldım. Böyle sevmek, keseri almak, kesmek ve canı yanmak…
Ama sakladım heyecanımı. Gülerek,
‘Kötü bir yol bu, Zorba,’ dedim. ‘Azizlerin hayatını anlatan bir kitaba göre, vaktiyle bir havari, bir
kadını görüp baştan çıkmış ve bir balta kapıp…’
Ne söyleyeceğimi bilip sözümü kesti:
‘Elinin körü! Onu kesmek ha! Yok olasıca aptal! Yahu, o mübarek hiçbir zaman engel olmaz ki…’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:27)
“… işte bu alçakgönüllü kahraman Abdülvahap Bey. O ki mağdur edilmiş mübarek bir şahsiyettir. Bu
kasabanın şom ağzına bakarsan, karşısına çıkan, işini yaptırmak isteyenden bir altından beş altına, on altından
yüz altına, yüz altından… Canı ne kadar isterse o kadar altın alıyormuş. Selam verenden bile bir şeyler
koparırmış. Böylelikle küp küp altınlar biriktirmiş. Vay fıkara Abdülvehap Bey vay!”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:46-7
“Arabacı hayvanı kamçıladı ve araba gıcırdayarak sağa sola salladı. Pierre gülerek:
-Saman arabası mübarek, dedi, her seferinde dingilin biri kırılıverecekmiş diye korkuyorum.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:55)
“Ceviz
Ellerin boş - yalnızca bir ceviz var.
Önce sıkıyor ve saklıyorsun bir sihir gibi
Ama sonra her şey seni sıkıyor ve biliyorsun
Eğer hayatta kalmak isitiyorsan,
Davranıp sihirbazı öldürmen gerek.
Cevizin içi meyve, umurunda değil,
Sen kabuğun içine kazınmış çözümü arıyorsun.
Acı büyük, avucunu sıkıp cevizi kırıyorsun.
Sessizleşiyor, okunmaz oluyor kırılan işaretler.
Cevap dersen Sfenks mübarek, ama boşluklardan tırmanıp
Giriyor ve meyveyi yiyorsun. Böylece kendine yer açıyorsun.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“-Sivil ne demek? (Gözlerindeki ürkekliğin yeini birden sevinç parıltısı aldı.) Mahpushaneye mi?
Sultanahmet’e... İhsan Bey’in yanına... ‘Müjde’ desenize...
-İhsan da kim ola? Haydi, toplanın bakalım. (Gardiyan İbrahim’e çıkıştı:) Neye apıştın ayı? ‘Çabuk’
dedim, mübarek gün, şamar geliyor!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:10)
“Meşe korusu iyice yapraklanmıştı. Yıl uğurlu başlıyordu. ‘Nisanda rahmet yağdı mübarek! Nisanda
rahmet yağmaz, gökyüzünden buğday yağar.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:11)
“-... Zanaate leke sürmüş olur! Deli Celadet’in dümbüklüğe soyunduğu nereden bilinecek?.. Üç kişiyle
gündüz gözü Bahçekapı’dan ve Eminönü’nden ve yeni köprüden geçip Galata’ya işporta dolusu banknot
taşıdığımız duyulmayınca... Biz bu mübarek dümbük namını, dünyaya nasıl yayabileceğiz aziz meslektaşlarım..”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:195)
“DOSVİDANYA (Rusça’da: ‘Allahaısmarladık’)
Bir sevgiliye koşar gibi geldim sana,
sen ki insana
bir sevgiliden daha yakın,
bir ana bağrı gibi sıcak
ve mübarek!
-------------------------Sen ki özverinin ülkesi,
görkemlinin mimarı;
sen ey Sovyetler diyarı
ve sen ey aziz Rusya,
Dosvidanya,
dosvidanya,
dosvidanya!..”
(Server Tanilli<d.1931>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:201)
“Kul hitaplarının bir seli ‘Haşmetlim! Mübarek efendimiz! Rütbeli Majesteleri!’ heyecanla çağıldar ve
ezici bir nezaketle konuğu saygıyle düzelttiği sandalyeye götürür.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Hölderlin’, Cilt:I, sa:251)
Mübarek gün : Bayram, Ramazan ya da Kandil; Cuma günü
“-... Mahpushaneye mi? Sultanahmet’e... İhsan By’in yanına... ‘Müjde’ desenize...
-İhsan da kim ola? Haydi, toplanın bakalım. Gardiyan İbrahim’e çıkıştı:
-Neye apıştın ayı? ‘Çabuk’ dedim, mübarek gün, şamar geliyor.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:10)
Müdavim : Bir maçın, kahvenin, meyhane vb.’nin sürekli devam edenlerinden, müşteri
“Şvayk’ın ağzının kaytanını çekmek mümkün değildi:
‘Komutanım, başınızı ağrıtıyorum ama, insan hayatının beş paralık kıymeti yok şu dünyada. Savaştan
önce, Bay Hubiçka diye bir komiser vardı, sık sık bizim Kupa meyhanesine uğrardı. Bir de kafası gözü
patlayanları, araba altında kalanları, intihar edenleri yazan bir gazeteci vardı, o da Kupa’nun
müdavimlerindendi. ’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:193)
Müebbetlik : Müebbet - hayat boyu hapse mahkum edilmiş kimse
“İKİZ - Tabii anlayacaklardır. Ama bahse girerim ki bu fırsatı kaçırmayacaklardır. Gerçekten önemli
bir değiş tokuş teklif ettim ortaya. Beni tutuklu birkaç teröristle değiştirmelerini teklif ettim. Müebbetlik otuz iki
teröristle..”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:65)
Müezza : Hz. Pygamber Efendimizin kedisi
“Hz. Muhammed kedileri çok seviyor. Hatta ünlü kedisi Müezza sedirde oturan peygamberin
hırkasının üstünde uyurken, onu uyandırmaya kıyamadığı için hırkanın eteğini kestiği anlatılıyor. Ona namaz
kılarken saldıran bir yılanı alt eden kedinin sırtını okşadığı da anlatılanlar arasında. Bu yüzden kediler sırtüstü
yere düşmezmiş. Dört bin yıl önce evcilleştirilmeye başlanan kediler Mısır’da kutsal. Siyam sarayını da onlar
korurmuş.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:150)
Müfsid :
(MÜSL.) : Başlanmış olan bir ibadeti bozan iş ve davranışlardır. Namazda gülmek gibi.
“Namazda gülmek, namazı bozar. Bozulan ibadet yeniden yeniden yapılır. (Müfsid): Bilerek ibadeti
bozmak, ayrıca cezayı gerektirir.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:153)
Mühr-i mübüvvet :
Bk.: Peygamberlik Mührü
Mühtedi : Din değiştirmiş kimse
“Babaannemin o gün anlattıklarından öğrendiğime göre, Semahat yetimhanede büyürken,
İstanbullu bir aile gelip evlat edinmek için onu seçmişti. O ailenin kızı olarak yaşamıştı ve büyüyünce de
dedemle evlenmişti.
‘Dedem Ermeni olduğunu biliyor muydu babanne?’
Uzunca bir süredir ilk kez yüzünde küçük bir gülümseme belirdi.
‘Biliyordu. Zaten bilmemesine imkan yoktu, çünkü müfus kağıdımda ‘mühtedi’ yazıyordu.
‘Mühtedi ne demek?’
‘Din değiştirmiş demek.’
‘Gerçekten değiştirdin mi dinini?’
‘Kimse bana böyle bir şey sormadı. Hıristiyan olarak doğmuşum ama Müslüman olarak yaşayıp
gittim.’
‘Ama sen namaz kılıyorsun, Ramazan’da oruç tutuyorsun?’
‘Herkes aynı Allah’a dua etmiyor mu kızım, ha kilisede ha camide. Ne fark eder?’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:94)
Mühür mumu tozu yutmak : Üstüne mühür basılan balmumu ile reçineden yapılmış genellikle kırmızı renkli
madde (Sealing-wax), Eski Rusya’da halk arasında ilaç olarak kullanılırdı
“FİRS - Keyfim yok..... Bir şeyler oldu bana, güçten düştüm. Rahmetli efendim, büyükbaba, her
hastalığı mühür mumu tozuyla tedavi ederdi. Yirmi yıldır, hatta daha fazla, bu tozdan alıyorum, belki de
yaşamamın nedeni bu.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:153)
Mühür yapmak (kendine) : Doğruluğunu tasdik etmek, onaylamak
“Seni kendine mühür yapmış, bunu böyle bil:
Sen de eşler yap diye, ölüp git diye değil.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:11, sa:63)
Müjde : Hıristiyan inancında, melek Cebrail aleyhisselam’ın, Hz. Meryem’e Haz. İsa’yı dünyayı getireceğini
haber vermesi
“Müjde ürpertisinin içini sardığı ama bir yandan da bu Müjde’nin gerçek olacağı yolundaki tatlı güvenle
birleştiği bir Meryem Ana yaratabilmek için önce kızın varlığını inançla doldurmak için önce kızın varlığını
inançla doldurmak arzusundaydı. Ve onun çevresinde de, ilkbahar havası taşıyan sakin bir doğa manzarası
oluşturmayı düşünüyordu; ılık bahar mevsimini görünmez iplerle arkalarından çekiyormuşcasına havada kuğu
gibi süzülen beyaz bulutlar, yeniden dirilişe direnen ilk nazlı yeşilikler ve incecik çocuk sesi gibi sesleriyle
büyük saadeti muştulayan utangaç çocuklar.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:39-40)
Mükaşefe : (AR.): Tanrı’ın yardımıyla kulun bazı sırları ilham yoluyla keşfetmesi; Gerçek ehline Tanrı
sırlarının keşfedilmesi
“Bir gönül eri, yakasının içine gömülmüş, murakabe içinde, mükaşefe denizlerine dalmıştı. Kendine
geldiğinde, arkadaşlarından biri ona takılarak:
‘Gezindiğin bahçelerden bize ne keramet hediyesi getirdin?’ diye sorunca, gönül eri şöyle dedi:
‘Gönlümdeydi bu, gül fidanına vardığında, dostlara götürmek için bir etek dolusu gül toplayayım, diye
düşünmüştüm... Ama, güle ulaştığım anda, kokusu beni öyle sarhoş etti ki, eteğim elimden gitti!...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:22-3)
Mülteci : İltica eden; memleketini türlü nedenlerle (ekonomik, savaş, siyasal vb.) terkedip yabancı bir ülkeye
sığınan göçmen
“Yine de kolay teslim olmamış ve son bir umut kapısını aralık bırakmak için, toplantı sonunda bir
önerisini kabul ettirmişti Politik mülteciler genellikle ülke grupları içinde yaşamıyor, birbirleriyle sık sık
görüşüyor ve böylelikle, kendilerini anlamayan İsveçlilere karşı bir dayanaşma içine giriyorlardı….. O kış
Stockhom’e çok siyasi mülteci gelmişti. Önceleri toplu olarak öğrenci yurtlarında ya da büyük evlerde kalıyorla,
şehrin sokaklarında birlikte dolaşıyorlardı. Ürkek ve tedirgindiler. Üzerlerinde soğuktan koruyan kürklü parkalar
ya da deri taklidi gocuklar olurdu. Nedense hiçbiri eldiven takmazdı. Soğuktan büzülür, arada bir yumruk
yaptıkları ellerini sıcak nefesleriyle ısıtmaya çalışırlardı. Akşamüstleri sokak lambalarının ve araba farlarının
önünde kar savrulurken onları Normalmstorg’daki ‘Palmhuset’ kahvesinde, plastik fincanlarla ‘Gevalia kahvesi’
içerken görürdünüz.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:91)
Mümin : İslam dininin, sorgusuz ve sualsiz, bilinen kural ve inançları kabul, tasdik ve kabul edip açıktan
söyleyen kimse
“Mevlana, bir gün ‘Mümin, müminin aynasıdır,’ sözü hakkında manalar saçıyordu. Buyurdular ki,
Tanrı’nın adlarından birisi de mümindir. İman eden kul da mümindir. ‘Mümin, müminin aynasıdır’ demek, ‘Tanrı
onda, o aynada tecelli etti’ demektir. Şiir:
‘Ruhları yaratan (Tanrı), sudan ve topraktan bir ayna yapıp karşısına koydu’.
‘Güneşi aksettiği zaman, ayna “Ben güneşim” demesin de ne desin?’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:567)
Mümkün mertebe; Mümkün olduğunca : Elden geldiği, olabildiği kadar
“Hazırlığımı çabuk tamamlayıp onunla beraber çıktım; ikimiz de hiç konuşmuyorduk. İlk olarak
vurduğumuz iki yaban tavuğunu filinta ile değil de av tüfeğiyle vurduğumuz için paramparça ettik, ama bir ağaç
altında mümkün mertebe iyi kızartarak sessiz sedasız yedik.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
“Herkes yol üzerinde korkunç bir bombardımanın olduğunu söylüyordu, zaten öyle olduğu da açıkça
işitiliyordu. Subaysa, emirerinin daha hızlı gitmesini istiyor, mümkün olduğunca en kısa zamanda alayına
katılmaya can atıyordu.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:19)
Mümkünü çaresi olmamak; Mümkünü yok : Hiçbir çarenin imkanı kalmamak
“Yalımlar göklere doğru süzülüyor. Göklerde dolanıyorlar. Ateş devi ormanın üstüne yatmış, dünyayı
yutarcasına nefes alıyor. Bir deli nefesi. Yaklaşmanın mümkünü yok.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:7)
“ ‘Çevirdik,’ dedi, ‘onu çevirdik. Herkes gördü onu.’ .....’Onu Akçasazda kıstırdık. Kaçmasının,
elimizden kurtulmasının mümkünü çaresi yok. On sekiz pare köy atımızla itimizle, karımızla kısrağımızla,
çoluğumuzla çocuğumuzla sardık Akçasazı..’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:46)
“Doğu’da en büyük yemin ‘üç taş’tır. Bir adamın eline üç taş verip, ‘yalan söylemeyeceğime’, üç taşı
atarak, ‘yemin ederim’ diyeceksin, dersiniz. Adam üç taşı attı mı, mümkünü yok yalan söyleyemez. Mahkemede
de bazı yargıçlar sıkışınca üç taşı attırırlarmış. Eğer adam yalan söylediyse, söylemenin mümkünü yok ya, bir
daha köylünün yüzüne bakamazmış.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:214)
Münafık :
(DİN, AR.) : ‘Nifak: İki yüzlülük, kötülük etmek’ten gelir.
“İnanılması gereken konulara İslam dininin öğrettiği şekilde inanmadığı halde inanmış (mü’min) gibi
görünen, gerçekten içten ve samimi olarak inanmayan, içi dışına uymayan, iki yüzlü kimselere ‘münafık’ denir.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:92)
Münasebetsizliğin dik alası : Göz göre göre enayi yerine koyulmak, edepsizlik
“-Ama Alfred, bu herifler adeta bizi dolandırmağa kalkmışlar! Hiç, bir gece için on altı mark yatak
parası olur mu?
-Dört beş yumurta için altı mark almak da doğrusu münasebetsizliğin dik alası.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:207)
Müptela (Aşka, kitaplara, musikiye, sevdaya, sigaraya, tatlılara, uyuşturuculara vb.) : Bağımlı, onsuz
yapamayan
“Yeni bir sevdaya müptela oldum
Evvelki çektiğim sevda ne imiş
Yarimden derdime bir şifa buldum
Lokman’ın verdiği deva ne imiş”
(Bezmi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:527)
“Yar neden hazzeder, neden hoşlanır
Bilmem güzel nenin müptelasıdır
Gönül gah görünür, gah ateşlenir
Ne çare çekmeli aşk belasıdır”
(Hazzetmek: Zevk almak; Gah gah: Bazı bazı)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:661)
Mürekkep harcanmamak : Hakkında hiç bir yazı yazılmamış olmak
“Aziyade’nin, ya da bir erkeğin haremindeki Müslüman kadınının, Hıristiyan bir erkekle ilişkiye
girmesinin olanaksızlığı üzerinde az mürekkep harcanmamıştır. Kimileri Aziyade’nin hiç bir zaman var
olmadığını, sanal bir sevgili olduğunu vurgularken; Gide, Cocteau, Goncourt Kardeşler gibi kimileri de onun
aslında bir erkek olduğunu ısrarla öne sürmüşlerdir.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:12, Önsöz)
Mürekkep yalamış olmak; Mürekkep yalayıcısı : Okuması yazması, okula gitmiş olmak; Bilgili kimse; Yazar
“... biraz yorulup siz yazın bunları; ondan sonra, istediğiniz imzayı koyarsınız altlarına: ister Hindistanlı
Preste Juan’ı, ister Trabzon İmparatoru’nu tercih edersiniz bunun için. İkisinin de iyi şairler olduğu söylenir;
fakat öyle olmasalar ve bilgiçlerle mürekkep yalamışlar peşimize takılıp işin doğrusunu meydana çıkarsalar bile,
asla kaygılanmayın: açık seçik bir yalan olsa, hiç kimse kalkıp bunları yazan eli kesmeyecektir.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:7)
“-Nerelisin sen?
-Göçmenim usta, Filibe’liyim… Yeni geldim…
-Okuyup yazman var mı?
-Eh, ilkokulu bitirdik, az çok mürekkep yalamışlığımız vardır…”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:58)
“ ‘Bir düşünelim bakalım, size nasıl bir görev bulabiliriz. Mürekkep yalamış bir gençsiniz, mutlaka iyi
yazıyorsunuzdur. Bakın, aklıma ne geliyor. Cephedeki her taburun savaşta olup bitenleri yazacak birine ihtiyacı
var bence. Taburun gösterdiği tüm kahramanlıklar, askerlerimizin yaşadığı tüm önemli olaylar kayda geçirilmeli.
Böylece şanlı ordumuzun tarihinin yazılmasına da katkıda bulunmuş oluruz.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:103)
“Eğer hayatımda manevi bir rehber, Hintlilerin dediği gibi Guru <bilge>, Aynaroz’da söylendiği gibi
bir ‘ihtiyar’ (Yerondas) seçmem gerekseydi, mutlaka Zorba’yı seçerdim. Çünkü onda, bir mürekkep yalayıcısının
kurtulması için gereken her şey vardı: Besinini, bir göz hareketiyle yüksekte yakalayan atasal bakış, her sabah
durmadan, her şeye yenilenen bir basitlikle bakması ve ezeli günlük şeylere bir bekaret vermesi, yani havaya,
denize, ateşe, kadına, ekmeğe... Elinin sağlamlığı, yüreğinin serinliliği, içinden ruhtan daha yüksek bir güç
varmış gibi kendi ruhuyla alay etme yiğitliği ve nihayet, en kritik anlarda, bir kurtarıcı olarak Zorba’nın ihtiyar
göğsünden, insanın içindeki en derin, dipsiz bir kuyudan yükselen vahşi, kıkır kıkır gülüşü. O, silkinir ve korkak
insancığın zavallı hayatını yarım yamalak koruyabilmek için bütün perdeleri yıkabilirdi ve yıkıyordu da...”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:431-2)
“Çünkü, mürekkep yalayan bir insanın kendini kurtarması için neye gereksinimi varsa, hepsi onda
vardı; uzaktaki besinini ok gibi yakalayan o ilkel avcı görüşü; rüzgar, deniz, ateş, kadın ve ekmek gibi, her
günün yüzyıllık öğelerine bir bakirlik vermek ve ölümsüzlüğe her zaman ilk kez bakmak konusunda gösterdiği o
her sabah yenilenen yaratıcı yalınlığı, elinin sağlamlığı, yüreğinin tazeliği, içinde ruhtan daha kuvvetli bir güç
varmış gibi, kendi ruhuyla alay etmek yolundaki babayiğitliği…”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:7)
“Dilediğince tevatür çıksın, kasabalı, ne kasabalısı, kasabaya bağlı yığınla köyün köylüsü onu değil
istidacı <dilekçeci> İdris, Kaymakam dahil, kasabanın bütün mürekkep yalamışlarından daha bilgili, kaleminden
kan damlar sayarsa saysın, o kendisinin derecesini herkesten iyi biliyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38)
“İş uzamaya başladı. Haklılığı konusunda en küçük bir kuşkusu olmayan Andrey Gavriloviç, olayı hiç
umursamıyor; ayrıca çevresine para saçmayı ne arzu ediyor, ne de bu olanağa sahip bulunuyordu. Mürekkep
yalamışlar takımının satılık vicdanlarıyla alay edenlerin başında her zaman kendisi bulunduğu halde, bir iiftiraya
kurban gitmek düşüncesi aklının ucundan bile geçmiyordu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:20)
“Onlara ‘siyah kahraman’dan ne anladığımı anlattım.
-Bir anarşist, diye özetledi Lemercier. Yavaşça:
-Hayır, dedim, anarşistler kendi tarzlarındaki adamları severler
-Öyleyse, kafadan sakat biri olmalı.
Bu sırada, mürekkep yalamışın biri olan, Messé araya girdi…”
(J.-P. Sartre, “Herostratos”, sa:85)
Mürid, Mürit : Çoğul: Müridan; ‘Rud’dan gelme sözcük: Çay, dere içinde akan su; Emreden, buyuran; Bir
şeye kendini teslim eden kimse
“Lübnan’ın temiz insanlarından bir şeyh vardı. Arap ülkelerinde hakkında hikayeler, olağanüstü öyküler
anlatırdı. Bir gün, Şam Camii’ne gitmişti. Oradaki mermerden bir havuz kenarında abdest alırken, ayağı kayıp
suya düşünce, kendini zor kurtarmıştı. Namazdan sonra mürit’lerinden biri:
-Benim bir sorum var, dedi ona.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:94)
Müsaade buyurmak; etmek : İzin vermek
“İHSAN BEY (Gizlice.) - Ama bu da yalanda benden aşağı değil, hem de iyi kubbe veriyor. Ne ise bu
kadar eğlendim ya. (Açıkça.) Eee, efendim, kulunuza müsaade buyurursanız gideyim?
AZMİ EFENDİ - Yoo! Bu kadar çabuk gidilir mi? Sizinle birlikte olmaktan doğrusu memnun
oldum.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:31)
Müsibet : Bela, felaket
“o kurşuncu rahimeyse
ben de bekçi osmanım
bana büyücü dediğini
duymayagöreyim
bir balık ölüsü yatıyordu,
büyücü olsam müşterisini
elinden alırdım
cüce müsibet
(B. Karasu, “Toya’da Ölüm Vardı”, sa:27)
Müslümanlık : Dünyaya, Hz. Muhammed Mustafa tarafından, Arabistanda, Mekke’den Medine’ye hicretiyle
indirilip M.S. 632’de resmen kurulmuş olan inanç sistemi, din. Hz. Musa tarafından kurulan Musevilik, Hz. İsa
tarafından sunulan Hıristiyanlık ve Müslümanlık, tüm dünyanın saygı gösterdiği üç büyük dindir.
“ ‘Türk olmak için yaratıldım ben, bütün gün boyunca Doğulu dilberler tarafından yapılan o şehvetli, iç
gıdıklayıcı dansları seyretmek için. Ya da bir Orta Fransa köylüsü olmak için, ya da cici hanımlarla çevrili bir
Venedik Taciri olmak için... Türk dedim evet az önce v e sözümü geri geri almıyorum. Türklere genellikle kötü
gözle bakılmasını da anlamıyorum! Pekala iyi yanları var Muhammed’in: Hurili sarayları ve odalıklı cennetlerin
icatçısına saygı gösterilmesini talep ediyorum. Müslümanlığa hakaret etmeyelim: Bir kümesle süslü olan biricik
din odur!’ ” (‘Kümes ve cennet, aynı zamanda Fransızların, tiyatroların ucuz biletle girilen üst kat galerilerine
verdikleri addır. Konuşan kimse, burada, Müslümanlığın yoksul insanlara da cennete girme hakkını olduğunu
söylüyor.>
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman; Cilt:IV, sa:436-7)
Müslüman mahallesinde salyangoz satmak : Gereksiz Batı yakınlığı ve takliti konusunda kullanılmış bir
deyim
“Gençliğinde Batı etkisiyle romanlar, şiirler yazan Ahmet Rasim erken yaşta başarısızlığa uğrayınca
aşırı Batı etkisini bir çeşit ‘taklitçilik’, züppelik, Müslüman mahallesinde salyangoz satmak olarak görmeye
başladı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:158)
Müstear : (ARAP,KOLL.) = ARAP’ça bir kelime olup, ‘Ariyeten-ödünç alarak; kendi malı olmayan,
kullanılmak üzere alınmış’ anlamına gelir ki, bazı Edebiiyatçılar, belki de daha rahat çalışmaları, ünlerinden
dolatı kolaylıkla rahatsız edilmemeleri için buna kaçmışlardır, bilmem. Psiklojik olarak söyleyebilirim ki,
suçluluk yaratmadan, öyle bir giz ardına saklanmak, hem yazar ve hemde kesif okuyucu kitlesi için bir takım
fantazilere neden olabilir ki bunda hiçbir hata yoktur. Ayni anlama gelebelecek m a h l a s ise, yine arapça
kökenli ‘Hulus’tan gelir, ‘kurtulacak yer’ anlamına gelir, fakat o daha ziyade ‘ikinci isimdir’ ve daha şahsi
karakterler taşır; örneğin, Fransa tarihinde XIV’ LOUIS’ye ,kendini güneş gibi gördüğü ve onu çok sevdiği için:
‘Le Roi Soleil! = Güneş Kral derlermiş; Sultan II. Mehmed, İstanbul’u Bizanslılardan aldı, yani İstanbul’u
fethetti, o da “Fatih” demektir. Her neyse, biz bilgimiz olsun diye bulabildiğimiz ünlülerin isimlerini alfabetik
olarak sıralıyoruz (İ.E.)
Gerçek İsmi:
Müstear İsmi :
Yaşam Yılları :
ANATOLE, Jacques :
BEYLE, Henry :
BLAIR, Eric Arthur
CASALIS, Henry :
CHANEY, John Griffith :
DZHUGASHUILI, Joseph Vissarionovich :
FARIGOOLE, Louis :
GÖNÜL, Mehmet Behçet :
KABAAĞAÇLI, Cevat Şakir :
KARIMOV, Mustafa Safiç :
LITZ, Frederick Auster :
VIAUD, Louis Marie Julien :
MAUROIS, André :
PESSOA, Fernando :
FRANCE, Anatole
STENDHAL
ORWELL, George
LAHOR, Jean
LONDON, Jack
STALIN
ROMAINE, Jules
NECATİGİL, Behçet <1935-43>
HALİKARNAS Balıkçısı
KARIM, Mustafa
ASTAIRE, Fred
LOTI, Pierre :
HERZOG, Emile
A.CAMPUS; R.RICARDO;
A. CAEIRO
MOLIERE
(1844-1924)
(1783-1842)
(1903-1950)
(1840-1909)
(1876- 1910
(1879-1950)
(1885-1972)
(1916-1979)
(1886-1973)
(1919-2005)
(1899-1987)
(1850-1923)
(1885-1917)
POQUELIN, Jean Baptiste :
(1888-1935)
(1622-1673)
İ S L A M Aleminden :
ENVERİ :
FİRDEVSİ :
SENAİ
:
Evhadeddin Ali bin VAHİDEDDİN
Eb’ul Kasım MANSUR
Ebül-Mecd Mecnun bin ADEM
Derleyen : İsmail Ersevim
Müstehap = Mendup : (MÜSL.) Peygamberimizin bazen yaptığı, bazen yapmadığı işlerdir : K u ş l u k
<akşamüstü, öğle ile ikindi arası> . Yapan, sevap kazanır; yapmayana dini bir ceza yoktur.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:152)
Müsvedde; Müsveddesi olmak : Hazırlanan ciddi bir yazının (mektup, tez) ilk hazırlık kopyası; İyi bir yapıtın:
insan, sanat-edebiyat eseri- kötü taklidi ya da kopyası olmak
“Sonunda sınavı yapacak öğretmen girdi salona, gürültüyü kesmelerini söyleyerek Latince sınavı için
bir metin dikte ettirdi, metni kolay bulan Hans da rahat bir nefes aldı. Hemen kolları sıvayıp adeta güle oynaya
bir müsvedde hazırladı, sonra müsveddeyi özen ve dikkatle temize çekerek götürüp teslim etti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:22)
“Kadın: ‘Ben yalan söylemiyorum,’ diye boşanıyor. ‘Ben ömrümde hiç yalan söylemedim, fakat sen
hep, evet, hep yalan söyledin. Ben doğruyu söylüyorum, sadece doğruyu, fakat sen şu karı müsveddesini
korumak istiyorsun; şu elin süpürgesini.’
‘O sokak süpürgesi değildir.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:113)
“ ‘Ayağa kalk küçük zabit!’
Poyraz hemen ayağa fırladı giitti kumandanın karşısında hazırol durdu.
‘Sen asker değil bir döküntüsün küçük zabit. Sen asker müsveddesisin. O yakandaki madalya gözüne
dizine dursun. Nankör küçük zabit, o göğsündeki mukaddes madalya, harbe girmiş çok paşada bile yok. Ben bu
madalyayı, fedakarane çalıştığınızdan dolayı size, emrimde çalışanlara verirdim…… Bu madalyayı sana
verdirdiğim gibi, aldırmasını da bilirim. Layık olmayanlar, bu madalyayı hak etmeyenler, bu madalyayı
taşıyamazlar.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:45)
“İşte o zamanlarda gönüllü bir suskunluk için, baş ağrısı, yorgunluk, ödeme güçlüğü, toplumsal
eşitsizlikler ya da taksi şoförlerinin küstahlığı gibisinden neden ve açıklamalar, yaşadığımız yakanın çağdaşlık
müsveddesi erkekleri tarafından rahatlıkla bulunabilir.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:16)
Müşerref olmak : Şereflenmek, onur duymak, onurlanmak
“Hiç sevmediği kimselerden biri de Naim Efendi’ydi; zira, bu vekarlı (ciddi, kontrollü), dürüst ve kibar
adam, onun taban tabana zıddı bir kişiydi. Bununla beraber, ikisi de dostça selamlaştılar:
‘Vallahi efendim, müşerref olduk, müşerref olduk, ne iyi ettiniz de teşrif buyurdunuz...’ şeklinde
basmakalıp birtakım lakırdılar söylüyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:103)
Müşteri : Pazar’dan ya da dükkanlardan, mağazalardan eşya ya da yiyecek alan her yaşta, her vatandaş; seks
pazarlığı yapan, vücudunu o emelle satanların her biri (Argo)
“Kermese gideceğim. Böyle, bin dereden su getirmeye ne lüzum var? Bu çok doğal bir şeydi: Orada
müşteri peşinde dolaşan karı kılıklı oğlanları seyredecekti. Sébastopol Bulvarındaki Kermes kendi alanında ünlü
bir yerdi. Durat Şirketinin kontrolörü sonradan öldürdüğü o küçük orospuyu orada tavlamıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:133)
Müteber : Muteber; Sağlam, güvenilebilir, kudretli, sözü geçer (kimse)
(Anadolu lehçesi)
“Reyiz Bey, coşkunlukla güldü:
‘Bir kere bu Irazca soykası erkan harp gurmayı gardaşım Muhtar. Yedi düvele garşı duracak orasbı.....
Emme en iyisi, Bayram Gara’yı şahsi davasından vaz geçirmektir. Neyse! Ben birezden Erle garagoluna bir
tilafon açar onbaşının gulağını bükerim. Müteber adamdır. Savcı beyi de yoklarım. Emme bak Muhtar, böyle
zamanda cüzdan dolu olmak gerek. Buna çok dikkat et...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:123)
Mütevazı : Sade, şatafatsız, gösterişsiz¸Tevazu sahibi kimse
“... ve o sonu gelmeyen ilginç buluşlarını gerçekleştirmek için günde yirmi altı saat çalıştırmaya
başlayıncaya dek sürdü mütevazı yaşamı. Alice, şarkı söyleyip para kazanmaya bir çeşit avanta gözüyle
bakıyordu.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:23)
Müteveffa :
Ölmüş olan kimse (kadın ya da erkek)
“ ‘Sen de iki satır yazarsan Tania mutlu olur. Ayrıca eski arkadaşların bir süre sonra Murad’ın anısına
bir araya gelmelerini arzu ediyor. Bence müteveffa’nın şerefine yapılacak konuşmalarla geçecek bir merasim
yersiz ve sıkıcı olur; buna karşılık, bunca yılın ardından eski arkadaş topluluğumuzu bir araya getirmek fikri
bana hiç de tatsız gelmiyor. Sen de bunu bir düşün! Yine konuşuruz... Sevgiler, Adam.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:138)
Müzelik olmak : Eskimiş, yıpranmış, yorgun olmak; (fig) : yaşlanmış hissetmek
“Gramofonun üzerinde hala eski bir yetmiş sekizlik <78 devirli> plak duruyordu, ama üzeri pislikle
kaplıydı. Mendilime tüküre tüküre yarım saatte temizleyebildim. Adı ‘Amapola’ydı <İkinci Dünya Savaşı
sonrasının en güzide tangolarından idi. İ.E.> . Gramofonu şifonyer üzerine koydum, kurunca silindirden
karmaşık sesler çıkmaya başladı. Melodi çok az duyulabiliyordu. Alet, yaşlılıktan dolayı sanki bunamıştı, ama
yapacak bir şey yoktu. Aslında daha ben çocukken müzelik olmuştu herhalde...”
(U. Eco, “Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi”, sa:163)
“Kamil Bey İstanbul’a ayak bastı basalı -on beş gündenberi- kendini müzelik olmuş saymakta, ancak
‘astım’ hastalarının anlayabileceği dayanılmaz bir tıkanıklıkla bunalmaktaydı. Oysa ev sahipleri çok naziktiler,
çok da seviyorlardı kendilerini. Paralanıyorlardı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:34)
“Dux’de, birdenbire, yıllar boyunca birikmiş gölgelerin arasındaki ‘Casanova’nın bir görüntüsü, daha
doğrusu ‘Casanova’yı hatırlatan bir hayal, onun mumyası olabilecek, kurumuş, zayıflamış, kemikleri çıkmış,
öfkesinden başka bir şeyi kalmamış, müzeye konulacak acayip bir yaratık çıkıvermişti ortaya..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Casonava, Cilt:III, sa:92)
Mysterium : (DİN) <Mister’iyum> : Giz, gizli kült <cult>, kült’ün yaptığı gizli ayin
“Burada sözlerine ara verdi Pistorius. Sonra yine konuşmasını sürdürdü:
A b r a x a s adını verdiğimiz bizim yeni inancımız güzeldir, sevgili dostum, sahip olduğumuz en iyi
şeydir. Ama bir süt çocuğudur henüz! Kanatları çıkmamıştır. Doğrusu, tek başına d i n, gerçekliği içermez.
Herkesin ortak malı olması, k ü l t ve esrikliği, ayinleri ve mysterium’ları kapsama alması zorunludur.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:143)
Mytilene : (COĞR.,YUN.,) <Miti’lene> : Midilli adasının Yunanca ismi. 1918 Mondoros antlaşması
ile, Osmanlı İmpartorluğu-Türkiye’nin Ege denizindeki en son kayıplarından biri
-Tüm Hakları Saklıdır-

Similar documents

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim Pabucu bile etmemek, olamamak : O çok değersiz bir kimsedir, tırnağı bile etmez onun bağlamında “Biraz düşündü, kararsız, fakat ciddi bir sesle dedi ki: -Darılma ama, azıcık da Vehbi Efendi’ye varı...

More information

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim lo lu unda upuzun, ilmekli bir halat, mehtabı parçalayarak sulara gömüldü..... Beli iki kat olmu ya lı bir baba geldi, oflayarak babanın üzerine çöme ti..... Aradan yıllar geçti; Baba, terfi ederek...

More information