bu ki̇şi̇ler türki̇ye ve i̇svi̇çre`de yaşiyorlar. her i̇ki̇ ülkede

Transcription

bu ki̇şi̇ler türki̇ye ve i̇svi̇çre`de yaşiyorlar. her i̇ki̇ ülkede
5,- CHF
B U K İ Ş İ L E R T Ü R K İ Y E V E İ S V İ Ç R E ’ D E YA Ş I Y O R L A R . H E R İ K İ Ü L K E D E B Ü Y Ü D Ü L E R , H E M
ORADA HEM BURADA OKULA GİTTİLER, HEM ORADA HEM BURADA ÇALIŞMA
H AYAT L A R I N I S Ü R D Ü R Ü Y O R L A R .
SIE LEBEN IN DER SCHWEIZ, SIE LEBEN IN DER TÜRKEI. SIE WUCHSEN HIER AUF UN D DORT,
SIE GIN GEN HIER UN D DORT IN DIE SCHULE, ARBEITEN HEUTE HIER UN D DORT.
T H E Y L I V E I N S W I T Z E R L A N D A N D T U R K E Y. T H E Y G R E W U P I N B O T H P L A C E S , AT T E N D E D
SCHOOL AN D WORK IN BOTH P LACES.
2 / 3
4 / 5
ÖN SÖZ
VORWORT
TAŞINABILIR
BIR KIOSK, ON TANE VIDEO
İSVİÇRE
PORTRE, DÖRT KADIN, BEŞ ERKEK VE BIR EVLI ÇIFT
IKI FARKLI KÜLTÜRDE
YAŞAMANIN NASIL BIR DENEYIM
VE TÜRKİYE
OLDUĞUNU ANLATIYORLAR.
BU KIŞILER TÜRKIYE VE İSVIÇRE’DE YAŞIYORLAR. HER
IKI ÜLKEDE BÜYÜDÜLER, HEM ORADA HEM BURADA
OKULA GITTILER, HEM ORADA HEM BURADA ÇALIŞMA
HAYATLARINI
SÜRDÜRÜYORLAR.
A R AS I N DA YO LC U LU K
BU FARKLI DENEYIM ONLARIN YAŞAMLARINI,
GÜNDELIK HAYATLARINI, ÖZELLIKLE DE
DÜŞÜNCELERINI BELIRLIYOR.
BU ONBIR BIYOGRAFIK ANLATIM BIZE GÖÇ KONUSUNA
ŞAŞIRTICI AMA AYNI ZAMANDA SAKIN VE YARATICI
BIR BAKIŞ SAĞLIYOR. GÖÇMENLER EDINDIKLERI HAYAT
TECRÜBELERINI GÖZDEN GEÇIRDIKLERINDE ŞUNU
SÖYLEMEK KESINLIKLE MÜMKÜN: KENDILERINI BIRDEN
FAZLA KÜLTÜRE AIT HISSEDIYORLAR.
EIN MOBILER KIOSK, ZEHN VIDEOPORTRÄTS – VIER
FRAUEN, FÜNF MÄNNER
UND EIN EHEPAAR
UNTERWEGS
ERZÄHLEN VON IHREN ERFAHRUNGEN VOM LEBEN
IN ZWEI WELTEN.
SIE LEBEN IN DER SCHWEIZ UND IN DER TÜRKEI. SIE
WUCHSEN HIER UND DORT ZAUF,
GINGEN HIER UND
WISCHEN DER SCHWEIZ
DORT IN DIE SCHULE, ARBEITEN HIER UND DORT.
DIESE ERFAHRUNGEN
PRÄGEN IHR LEBEN, IHREN
UND DER TÜRKEI
ALLTAG, ABER AUCH IHR DENKEN.
P R E FA C E
ELF BIOGRAPHISCHE ERZÄHLUNGEN GEBEN EINBLICK
IN DEN VERSCHLUNGENEN, ABER AUCH GELASSENEN,
JA KREATIVEN UMGANG MIT MIGRATION. DENKEN
MIGRANTEN ÜBER IHRE LEBENSERFAHRUNG NACH,
SO IST FÜR SIE SELBSTVERSTÄNDLICH: SIE FÜHLEN
SICH MEHR ALS NUR EINER KULTUR ZUGEHÖRIG.
A TRAVELLING
KIOSK, TEN VIDEO PORTRAITS – FOUR
ON THE ROAD
WOMEN, FIVE MEN AND A MARRIED COUPLE TALK
ABOUT THEIR EXPERIENCE REGARDING LIFE IN TWO
WORLDS.
THEY
LIVE IN SWITZERLAND AND TURKEY. THEY
BETWEEN SWITZERLAND
GREW UP IN BOTH PLACES, ATTENDED SCHOOL AND
WORK IN BOTH PLACES.
THESE EXPERIENCES SHAPED THEIR LIVES, THEIR
DAILY ROUTINE AND
THEIR WAY OF THINKING.
AND TURKEY
ELEVEN BIOGRAPHICAL ACCOUNTS PROVIDE A
GLIMPSE OF THEIR CONVOLUTED HISTORIES BUT
ALSO OF THE CALM AND CREATIVE WAY THEY
HAVE MANAGED THE EXPERIENCE OF MIGRATION.
WHEN MIGRANTS REFLECT ON THEIR PERSONAL
HISTORY, IT IS OBVIOUS THAT THEY FEEL THEY
BELONG TO MORE THAN ONE CULTURE.
6 / 7
İÇİNDEKİLER
I N H A LT S V E R Z E I C H N I S
FOTOĞRAF / FOTO / PHOTO:
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
CONTENT
4-5
Ö N S Ö Z V O R W O R T P R E FA C E
6-7
İ Ç İ N D E K İ L E R I N H A LT C O N T E N T
8
KÜNYE IMPRESSUM IMPRINT
9
TEŞEKKÜR DANK ACKNOWLEDGMENT
10-87
P O R T R E L E R : P O R T R ÄT S : P O R T R A I T S :
10-21
1 . YA S E M İ N M E R A L
22-31
2 . G E N Ç O S M A N YAVA Ş
32-41
3 . T Ü L AY K U L A
42-47
4. MEMET ŞAHİN
48-59
5. MEHMET YİLDİRİMLİ
60-67
6. HARUN DOĞAN
68-77
7 . İ S M İ H A N T O PA Ç
78-83
8. MÜJDE TÖNBEKİCİ
84-86
9 . AT İ L AY İ L E R İ
87-89
1 0 . N A Z İ R E & M E H M E T YA Ş A R T Ü R K
BENİMSEMEK – ÇEVİRMEK – KENDİNİ
90-93
YENİDEN BULMAK
94-96
ANEIGNEN – ÜBERSETZEN – NEU FINDEN
A P P R O P R I AT I N G – T R A N S L AT I N G –
97-99
REFINDING ONESELF
S P O N S O R L A R, D E S T E KÇ İ L E R S P O N S O R E N ,
102-103
PA R T N E R S P O N S O R S H I P, PA R T N E R
T U R N E P L A N I T O U R N E E P L A N T O U R P L1 0A4 N
8 / 9
KÜNYE
YAZAR:
Gaby Fierz
LEKTÖRLÜK:
Fritz Tschannen
İNGİLİZCE ÇEVİRİ:
Nigel Stephenson, Petra Meindl-Andrews
LEKTÖRLÜK:
Nigel Stephenson, Sibylle Brändli, Oliver Latheron
TÜRKÇE ÇEVİRİ:
Mesut Lizor
LEKTÖRLÜK:
Aylin Doğan Topuz
KREATIV DIREKTÖR:
Harun Doğan, Rawcut Design Studio, Zürih
SANAT YÖNETMENI:
Kevin Högger, Rawcut Design Studio, Zürih
GRAFİK TASARIM:
Ceren Bulut, Rawcut Design Studio, İstanbul
K APAK:
Genç Osman Yavaş
FOTOĞRAFLAR:
© Yasemin Meral, S.10-21; © Müjde Tönbekici,
S. 78-83; © Genç Osman Yavaş, S. 22-31; © Tülay
Kula, S. 32-41; © Memet Şahin, S. 42-47;
© Mehmet Yildirimli, S. 48-59; © Harun Doğan,
S. 60-67; © İsmihan Topaç, S.68-77
MATBA A:
Şan Ofset, Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
Kağıthane / İstanbul
IMPRESSUM
AU TO R I N :
Gaby Fierz
LEKTORAT:
Fritz Tschannen
ÜBERSETZUNG ENGLISCH:
Nigel Stephenson, Petra Meindl-Andrews
LEKTORAT:
Nigel Stephenson, Sibylle Brändli, Oliver Latheron
ÜBERSETZUNG TÜRKISCH:
Mesut Lizor
LEKTORAT:
Aylin Doğan Topuz
CREATIVE DIRECTOR:
Harun Doğan, Rawcut Design Studio, Zürich
ART DIRECTOR:
Kevin Högger, Rawcut Design Studio, Zürich
GRAPHIC DESIGN:
Ceren Bulut, Rawcut Design Studio, Istanbul
COVER:
Genç Osman Yavaş
FOTOGRAFIEN:
© Yasemin Meral, S. 10-21; © Müjde Tönbekici,
S. 78-83; © Genç Osman Yavaş, S. 22-31; © Tülay
Kula, S. 32-41; © Memet Şahin, S. 42-47;
© Mehmet Yildirimli, S. 48-59 ; ©Harun Doğan,
S. 60-67; © Ismihan Topaç, S. 68-77
DRUCKEREI:
Şan Ofset, Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
Kağıthane / Istanbul
IMPRINT
AUTHOR:
Gaby Fierz
LECTORATE:
Fritz Tschannen
TRANSLATION ENGLISH:
Nigel Stephenson, Petra Meindl-Andrews
LECTORATE:
Nigel Stephenson, Sibylle Brändli, Oliver Latheron
TRANSLATION TURKISH:
Mesut Lizor
LECTORATE:
Aylin Doğan Topuz
CREATIVE DIRECTOR:
Harun Doğan, Rawcut Design Studio, Zurich
ART DIRECTOR:
Kevin Högger, Rawcut Design Studio, Zurich
GRAPHIC DESIGN:
Ceren Bulut, Rawcut Design Studio, Istanbul
COVER:
Genç Osman Yavaş
PHOTOGRAPHY:
© Yasemin Meral, p. 10-21; © Müjde Tönbekici,
p. 78-83; © Genç Osman Yavaş, p. 22-31; © Tülay
Kula, p. 32-41; © Memet Şahin, p. 42-47;
© Mehmet Yildirimli, p. 48-59; ©Harun Doğan,
p.60-67; © Ismihan Topaç, p.68-77
PRINTING PLANT:
Şan Ofset, Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
Kağıthane / Istanbul
TEŞEKKÜR
DANK
ACKNOWLEDGMENT
EN İÇTEN TEŞEKKÜRLERİMİ ÖNCELİKLE BENİMLE
RÖPORTAJ YAPMAYI KABUL EDEN HARUN DOĞAN, ATİLAY
İLERI, TÜLAY KULA, YASEMİN MERAL, MEMET ŞAHİN,
İSMİHAN TOPAÇ, MÜJDE TÖNBEKİCİ, NAZİRE VE MEHMET
YAŞARTÜRK, GENÇ OSMAN YAVAŞ VE MEHMET YİLDİRİMLİ’YA
SUNMAK İSTİYORUM. AYNI ZAMANDA DESTEKLERİ İÇİN
GABİ VE ERDOĞAN ALTINDİŞ, SİBYLLE BRÄNDLİ, MARİANNE
EROL, MIRJAM FIERZ, OLIVIA FIERZ, CHRİSTOPH KELLER,
WALTER LEİMGRUBER, KATHARİNA STOLL, FRİTZ
TSCHANNEN, NİHAT YAŞARTÜRK VE YUSUF YEŞİLÖZ’E
TEŞEKKÜR EDERİM. MEIN DANK GILT ALLEN VORAN HARUN
DOĞAN, ATİLAY İLERİ, TÜLAY KULA, YASEMİN MERAL,
MEMET ŞAHİN, İSMİHAN TOPAÇ, MÜJDE TÖNBEKİCİ, NAZİRE
UND MEHMET YAŞARTÜRK, GENÇ OSMAN YAVAŞ UND
MEHMET YİLDİRMİLİ DIE SICH BEREIT ERKLÄRT HABEN, MIT
MIR GESPRÄCHE ZU FÜHREN. DANKEN MÖCHTE ICH AUCH:
GABI UND ERDOĞAN ALTINDİŞ, SIBYLLE BRÄNDLI, MARIANNE
EROL, MIRJAM FIERZ, OLIVIA FIERZ, CHRISTOPH KELLER,
WALTER LEIMGRUBER, KATHARINA STOLL, FRITZ
TSCHANNEN, NİHAT YAŞARTÜRK, YUSUF YEŞİLÖZ FÜR IHRE
UNTERSTÜTZUNG. MY WARMEST THANK YOU GOES TO MY
INTERLOCUTORS HARUN DOĞAN, ATİLAY İLERİ, TÜLAY KULA,
YASEMİN MERAL, MEMET ŞAHİN, İSMİHAN TOPAÇ, MÜJDE
TÖNBEKİCİ, NAZİRE UND MEHMET YAŞARTÜRK, GENÇ OSMAN
YAVAŞ UND MEHMET YİLDİRİMLİ. FOR SUPPORTING THE
PROJECT YOLDA I’D LIKE TO THANK GABI UND ERDOĞAN
ALTINDİŞ, SIBYLLE BRÄNDLI, MARIANNE EROL, MIRJAM
FIERZ, OLIVIA FIERZ, CHRISTOPH KELLER, WALTER
LEIMGRUBER, KATHARINA STOLL, FRITZ TSCHANNEN, NİHAT
YAŞARTÜRK, YUSUF YEŞİLÖZ.
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
1. YASE M İ N M ER A L
“HE R ZA M A N YO L L ARDA O L D U M ”
1. YASE M I N M ER A L
„I C H WA R I M M ER U N TERW EG S ”
1. YASE M I N M ER A L
“I HAV E A LWAYS T RAVELLED ”
Yasemin Meral 2014’ün Eylül ayında Türkiye’ye
kesin dönüş yaptıktan dört ay sonra kendisiyle
Türkiye’nin en doğusundaki illerden biri olan Van’da
gayet iyi korunan polis lojmanındaki dairesinde
buluştum. Eşi polis olarak 2015’in Ağustos ayına
kadar Van’da görevliydi. Türkiye’de öğretmenler ve
polisler için zorunlu olan Doğu hizmetini yerine
getiriyordu.
Yasemin Meral 1985 yılında St. Gallen’de doğdu,
orada büyüyüp okula gitti. Liseyi bitirdikten sonra
evden ayrılıp Basel’de psikoloji okudu.
Dedesi 1978 yılında çalışma amacıyla İsviçre’ye
gitti. Bir buçuk yıl sonra büyükannesi, aralarında
Yasemin’in babasının da olduğu iki büyük oğluyla
beraber İsviçre’ye gitti. Küçük olan diğer iki çocukları daha sonra İsviçre’ye gitti. Yasemin’in annesi
evlenip eşinin yanına St. Gallen’e yerleştiğinde 19
yaşındaydı. “Ailem her zaman çalıştı. Ben beş yaşına
kadar genelde büyükannemin yanında büyüdüm.
O benim en önemli rol modelimdi” diye anlatıyor
Yasemin Meral. Babası önce Uzwil’deki Bühler firmasında tesviyeci olarak dokuz yıl, sonra Morger
und Koller firmasında yirmi beş yıl çalıştı. Annesi
ise önce Forster Willi ve Jakob Schlaepfer isimli
tekstil fabrikalarında, sonra St. Gallen Kantonsspital
hastanesinde ameliyathane temizlik elemanı olarak
on yedi yıl çalıştı.
“İLKOKULDA KEN DİMİ BİR
YA B A N C I G İ B İ H İ S S E T T İ M . ”
Yasemin Meral hiç Almanca bilmediği için anaokul­
una gitmeye korktu. Anaokulu öğretmeni ona ve
aynı sınıfta olan kuzenine Türkçe konuşmayı yasak­
ladı. Böylece Almancayı hızlı öğrendi, ama oraya ait
olmadığı duygusu kalıcı hale geldi, diye hatırlıyor.
Geriye dönüp baktığında öğretmenlerinin o tavrının
bu duyguyu güçlendirdiğinden emin. “Öğretmenler
benden fazla bir şey beklemedi” diye düşünüyor.
Ortaokulda Latince dersi almak için başvurmak
istediğinde ve bunu sınıf gezisinde neşeyle anlattığında ilkokul öğretmeni tarafından adam akıllı
azarlandı. Kendi değerini abartmaması gerektiğini
Ich traf Yasemin Meral vier Monate nach ihrer Auswanderung in die Türkei im September 2014 in
Van, ein im äußersten Osten der Türkei gelegene
Stadt, wo sie in einem Toki, einer gut bewachten
Fertighaus-Siedlung für Polizeiangehörige, wohnte.
Ihr Ehemann war als Polizist bis im August 2015
in Van stationiert. Er absolvierte den sogenannten
Ostdienst, der für Lehrkräfte und Polizistinnen und
Polizisten in der Türkei obligatorisch ist.
Yasemin Meral ist 1985 in St. Gallen geboren, aufgewachsen und zur Schule gegangen. Nach der Matura zog es sie von zu Hause weg und sie studierte
in Basel Psychologie.
I met Yasemin Meral four months after her emigration to Turkey, in Van, a city in the easternmost
part of Turkey in September 2014. There she lived
in a Toki, a well-guarded settlement of pre-fabricated houses for law enforcement officers and their
families. Her husband, a policeman, was stationed
in Van until August 2015 where he completed the
so-called east duty, an obligatory stint for educators
as well as male and female police officers.
Yasemin Meral was born in St. Gallen in 1985 where
she grew up and went to school. After finishing high
school she left home and went to Basel to study
psychology.
Auf der Suche nach Arbeit landet ihr Großvater1978
in der Schweiz. Eineinhalb Jahre später folgt die
Großmutter mit ihren zwei älteren Söhnen, darunter
auch Yasemins Vater. Die jüngeren beiden kamen
später auch in die Schweiz. Yasemins Mutter ist 19,
als sie heiratet und zu ihrem Mann nach St. Gallen
zieht. „Meine Eltern haben immer gearbeitet. Bis
ich fünf Jahre alt war, habe ich hauptsächlich bei
meiner Grossmutter gelebt. Sie war meine wichtigste Bezugsperson“, erzählt Yasemin Meral. Der Vater
arbeitet als Abkanter zuerst neun Jahre bei Bühler
AG in Uzwil, dann 25 Jahre bei Morger und Koller
AG und die Mutter zuerst in den Textilfabriken
Forster Willi AG und Jakob Schlaepfer und dann
17 Jahre als Reinigungskraft im Operationssaal des
Kantonsspitals St. Gallen.
Her family moved to Switzerland in 1978, first
her grandfather, in search of work, then, eighteen
months later, her grandmother with her two eldest
sons, one of them Yasemin’s father. Later, the two
younger sons also came to Switzerland. Yasemin’s
mother was nineteen when she got married and
moved in with her husband in St. Gallen.
“My parents always worked. Until I was five, I lived
at my grandmother’s most of the time. She was my
most trusted confidant”, Yasemin Meral told me.
For the first nine years her father worked as a metalworker for Bühler AG in Uzwil, then twenty-five
years for Morger & Koller AG. To begin with, her
mother was employed at the textile companies Forster
Willi AG and Jakob Schlaepfer, respectively, later she
worked as a cleaner for seventeen years in the operating theatre of the cantonal hospital in St. Gallen.
„IN DER PRIMARSCHULE
F Ü H LT E I C H M I C H A L S
AUSLÄN DERIN.“
Sie hatte Angst, in den Kindergarten zu gehen, weil
sie kein Wort Deutsch konnte. Die Kindergärtnerin
verbot ihr und ihrem Cousin, Türkisch zu sprechen.
Deutsch habe sie schnell gelernt, geblieben sei aber
das Gefühl, nicht wirklich dazuzugehören, erinnert
sich Yasemin Meral. Im Rückblick ist sie sicher, dass
die Haltung der Lehrer dieses Gefühl verstärkten.
Man habe ihr nicht viel zugetraut, meint sie. Als sie
sich in der Sekundarschule für den Lateinunterricht
anmelden wollte und dies auf einem Klassenausflug
“IN PRIMARY SCHOOL I
F E LT L I K E A F O R E I G N E R . ”
Yasemin Meral was afraid to attend kindergarten
because she didn’t know a word of German. The
kindergarten teacher forbade her to speak Turkish
with her cousin. She learnt German swiftly but the
feeling of not belonging remained, Yasemin Meral
remembers. Looking back she’s quite certain that
her teachers’ attitude towards her intensified this
feeling. She says people had little trust in her abilities. When she wanted to take Latin in secondary
school, and happily told her fellow students about
12 / 13
PORTRELER
ve liseyi (Sekundarschule’yi) kazandığına sevinmesi
gerektiğini söyledi.
Kendine güvenmeyi ailesinden öğrendi. Babası özellikle şunu söylerdi: “İki dil konuşmak ve iki farklı
kültürü tanımak büyük bir avantajdır.” Çocukken
zaman zaman omuzlarına aşırı yük biniyordu.
Anne ve babası çalışıyordu, kız kardeşi bakıcıdaydı
ve o yedi yaşındayken öğle yemeğini evde kendi başına yemek zorundaydı.
Anıları içinde bunlar zor zamanlardı. Okulda da
problemleri vardı. Ailesi bu durumun farkına vardı
ve annesi birkaç yıllığına ev işi alıp evde kalmaya
başladı. Günün sonunda bütün bunlar onun erken
olgunlaşıp bağımsız biri olmasını sağladı.
“ R A S TA S I V E H I Z M A S I
OLAN TEK TÜRK KIZI
BENDIM.”
Meral ailesi 2000 yılının başında İsviçre vatandaşlığına alındı. Birçok anıyı Yasemin Meral anımsamıyor ama bir olay aklında kaldı. Vatandaşlık komisyonu tarafından on altı yaşındayken görüşmeye
davet edildi. Yetkililer, gelecek iki yıl içinde hiçbir
şekilde suça bulaşmamasıyla ilgili uyarıda bulundular. Bu tür konuşmalar kendisini bir suçluymuş gibi
hissettirdi.
Yasemin Meral’in ailesi için çocuklarının iyi Türkçe
öğrenmesi ve kendi kültürlerinin adetlerini bilmesi
çok önemliydi. Bundan dolayı tatillerde Bursa’daki
akrabalarının yanına gönderiliyorlardı. Daha sonra
yazın ailesi de yanlarına geliyor ve deniz kenarında
tatil yapmaya gidiyorlardı.
Babası İsviçre’nin St. Gallen kantonunda Türk Aile
Birliği’nin dernek başkanı olarak görev yapıyordu.
Diğer üyelerle birlikte Türkçe dersi ve çeviri hizmeti
veriyor, etüt yapıyor, 23 Nisan Çocuk Bayramı gibi
ulusal etkinlikleri düzenliyordu. Yasemin Meral ise
kızı olarak da dernek hayatının birçok faaliyetinde
yer alıyordu: folklor grubunda dans hocalığı ve yardımcı öğretmenlik yapıyor, bayramlarda etkinliklere destek veriyordu. Hayırseverlik işleri yapmayı
seviyorum, diyor Yasemin Hanım. Daha sonra
Basel’de eğitimi sırasında da bu tür faaliyetlerde bulundu. Bu yedi yıllık sürede Basel’de ticari amacı olmayan kültür radyosu X’te, Xstanbul adlı AlmancaTürkçe kültür programının sorumlularından biriydi.
Başka Türk ailelerin kızlarıyla kıyaslandığında özgür yetişti. Gerçi Türk ailelerindeki kadınlar gibi
her zaman temizlik yaptı ve ev işlerine yardım etmek zorunda kaldı ve bu türden işler yapmak zorunda olmayan İsviçreli kız arkadaşlarını kıskanırdı
çünkü onlar ev işlerine bu kadar dahil edilmiyorlardı. “Ama dışarı çıkma iznim vardı, gece yarısına
kadar olsa bile her zaman dışarı çıkabiliyordum.
Arkadaşlarımla yurt dışına seyahat edebiliyordum.” Bu yüzden annesinin arkadaşları onu çok
sorguya çekmiş. Rasta ve hızmayla dolaşmasını
anlayamıyorlarmış.
“A R A D A B I R U Z A K L A Ş M A M
LAZIM, BUNA BIR ŞEKILDE
I H T I YA C I M VA R . ”
Yasemin Meral Türkiye’ye kesin dönüş yapmayı birkaç yıl boyunca düşündü. İstanbul’da bir
Üniversite’de eğitim almaya niyet etti sonra bu fikri
bir kenara bıraktı. Erasmus programı çerçevesinde
bir sömestr Türkiye’de geçirmeyi planladı ama bu da
P O R T R ÄT S
freudig erzählte, sei sie vom Primarlehrer regelrecht
heruntergemacht worden: Sie solle sich nicht derart
überschätzen und froh sein, dass sie es überhaupt in
die Sekundarschule geschafft habe.
Selbstvertrauen habe sie in der Familie aufbauen
können. Vor allem ihr Vater habe betont: „Zwei
Sprachen sprechen und zwei Kulturen kennen ist
ein grosser Vorteil.“
Als Kind sei sie zuweilen auch überfordert gewesen. Mutter und Vater hätten gearbeitet, die kleine
Schwester sei bei der Tagesmutter gewesen und
sie musste als Siebenjährige alleine zu Hause zu
Mittag essen.
In ihrer Erinnerung war dies eine schwierige Zeit,
auch in der Schule habe sie Probleme gehabt. Die
Eltern hätten reagiert und die Mutter habe dann für
ein paar Jahre Heimarbeit angenommen und sei zu
Hause gewesen. Doch durch diese Erfahrungen sei
sie auch früh selbständig geworden.
„ I C H WA R D I E E I N Z I G E
T Ü R K I N M I T R A S TA S U N D
PIERCINGS.“
Die Familie Meral liess sich zu Beginn der 2000er
Jahre einbürgern. An vieles erinnert sich Yasemin
Meral zwar nicht mehr. Ein Erlebnis ist ihr jedoch
geblieben. Als 16-Jährige wurde sie alleine zum Gespräch vor die Einbürgerungskommission geladen.
Man habe sie ermahnt, sich in den folgenden zwei
Jahren ja nichts zu Schulden kommen zu lassen.
Diese Art Behandlung habe sich angefühlt, als wäre
sie eine Verbrecherin.
Yasemin Merals Eltern war es wichtig, dass die Kinder
gut Türkisch lernen und mit Kultur und Geschichte
ihres Herkunftslandes vertraut waren. In den Ferien
wurde sie daher oft in die Türkei geschickt zu ihren
Verwandten in Bursa. Im Sommer waren dann auch
die Eltern dabei und man fuhr ans Meer.
In der Schweiz engagierte sich der Vater als Präsident
des türkischen Elternvereins St. Gallen. Gemeinsam
mit dem Vorstand organisierte er Türkisch-Unterricht, Aufgabenhilfe, Übersetzungsdienste, Feste
wie beispielsweise der Nationale Tag des Kindes am
23. April. Als Tochter war auch sie vielseitig ins Vereinsleben involviert, sei es als Tanzlehrerin in der
Folkloregruppe, Nachhilfelehrerin oder Mitorganisatorin der Feste. Sie habe sich immer gerne engagiert, erzählt sie. So auch später in Basel während
ihres Studiums. Während sieben Jahre hatte sie die
Sendung Xtanbul – eine türkisch-deutsche Kultur­
sendung im Radio X, dem nichtkommerziellen
Basler Kulturradio, mitverantwortet.
Verglichen mit Töchtern aus anderen türkischen
Familien sei sie liberal aufgewachsen. Sie habe
zwar wie alle weiblichen Familienmitglieder immer
putzen und im Haushalt helfen müssen und ihre
Schweizer Freundinnen benieden, die nicht so in
die Hausarbeit eingespannt wurden. „Aber ich durfte in den Ausgang, zwar nur bis Mitternacht, aber
immerhin. Und ich durfte auch allein mit Freunden
ins Ausland reisen.“ Darauf sei ihre Mutter von ihren türkischen Freundinnen oft angesprochen worden. Sie konnten auch nicht verstehen, dass sogar
Piercings und Rastas durchgingen.
it on a school trip, her primary school teacher demeaned her, saying that she was not to overestimate
herself and should be grateful to have made it into
secondary school.
She built up self-esteem within her family, especially
with the help of her father: “Having two languages
and knowing two cultures is a big advantage”, he
told her.
Her father’s trust helped because, as a child, she
felt overwhelmed at times. Her mother and father
worked during the day and her little sister was away
in day care so, as a seven-year old, she often ate
lunch alone at home.
She recalls these difficult times well and the problems at school. Her parents reacted to the situation
by having her mother work from home for the next
few years. Nevertheless, these experiences made
Yasemin Meral self-sufficient early on.
“ I W A S T H E O N LY T U R K I S H
G I R L W I T H D R E A D LO C KS
AND PIERCINGS.”
At the beginning of the 2000s, the Meral family
became Swiss citizens. Yasemin has hardly got any
memories about it, but one event stuck with her. As
a sixteen year old she had to appear before the naturalization committee all alone. The officers reminded her not to get into trouble over the next few years.
This kind of treatment made her feel like a criminal.
For Yasemin’s parents it was important that their
children learned Turkish well and became acquainted with the culture and history of their native country. As a result she was frequently sent to
her relatives in Bursa, Turkey, during the school
holidays. During summer her parents were there
as well and the family often drove down to the sea.
In Switzerland her father became involved in the
Turkish parent association in St. Gallen and was
later made its president. With the help of the board,
he organized Turkish language lessons, homework
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
assistance, translation services and various social
events, for example, the International Child Day,
on the 23 of April. Being his daughter Yasemin was
involved in a wide array of the association’s activities as well, for example, as dance instructor of the
folklore dance group, as tutor or as member on the
committee responsible for organizing events. She
always loved to be involved, she said, even later in
Basel while studying. For seven years she was part of
the team responsible for the radio show “Xtanbul” –
a Turkish-German cultural programme on Radio X,
Basel’s non-commercial cultural radio station.
Compared to other Turkish families, her parents
were quite liberal when it came to her upbringing.
Like other female family members, she too had to
clean and help with household chores, and she envied her Swiss friends for having fewer tasks.
“But at least I was allowed to go out in the evenings,
only until midnight but, still, that was quite something, and, what is more, I was allowed to travel
abroad with my friends.”
Her mother’s friends often confronted her mother about these liberties. What they also could not
understand was why Yasemin was even allowed to
have piercings and dreadlocks.
“SOMETIMES I JUST NEED
T O G E T O U T , A W AY F R O M
EVERYTHING.”
gerçekleşmedi. Sonunda Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi’nde staj işi buldu. Ancak kesin dönüş yapmasında belirleyici olan aşktı. Bursa’da
bir gençlik arkadaşına aşık oldu. Yıllarca ilişkilerini
uzaktan sürdürdükten sonra evlendiler. Yasemin
Meral İsviçre’yi terk edip eşinin yanına Van’a yerleşti
ve İstanbul’da psikoterapi eğitimine başladı.
Bugün sekiz aylık kızı ve kocasıyla beraber İzmir’de
yaşıyor. Bu arada doktora tezini hazırlıyor ve her ay
eğitimi için iki üç günlüğüne İstanbul’a gidiyor. “Bir
yerde uzun bir süre kalmayı düşünebiliyorum ama
benim arada bir başımı alıp gitmem lazım. Eşimle
beraber yaşamaktan gerçekten çok memnunum.
Ama kendime mutlaka birkaç gün ayırmam lazım:
o zaman neyi arzuluyorsam onu yapabiliyorum.
Ne zaman canım isterse o zaman yemek yiyorum.
Canım isterse yemek yapıyorum, istemezse yapmıyorum. Bir bira içmek için bir cafeye gidiyorum.
Buna ihtiyacım var.”
„AB UND ZU MAL WEG,
ICH BRAUCHE DAS,
IRGENDWIE.“
Der Gedanke, in die Türkei auszuwandern, hat
Yasemin Meral einige Jahre mit sich herumgetragen.
Sie liebäugelte mit einem Studium an einer Istanbuler
Universität und verwarf die Idee wieder, fasste ein
Türkei-Semester im Rahmen des Erasmus Programms ins Auge, das aber ebenfalls nicht zustande
kam. Schliesslich klappte es mit einem Praktikum
an der grossen Istanbuler psychiatrischen Klinik in
Bakırköy. Ausschlaggebend für den Entscheid auszuwandern, war aber die Liebe. Sie verliebte sich in
einen Jugendfreund aus Bursa. Nach einer mehrjährigen Fernbeziehung heirateten sie schliesslich.
Yasemin Meral verliess die Schweiz und zog zu
ihrem Mann nach Van und begann in Istanbul eine
Ausbildung als Psychotherapeutin.
Heute lebt sie mit ihrer gut achtmonatigen Tochter
und ihrem Eheman in Izmir, bereitet sich für ihre
Doktorprüfungen vor, reist jeden Monat für ihre
Ausbildung für zwei, drei Tage nach Istanbul und
sagt: „Ich kann mir schon vorstellen, mal länger
an einem Ort zu bleiben, aber ich brauche das, ab
und zu mal weg, irgendwie. Ich lebe wirklich gerne
mit meinem Mann zusammen. Aber ich brauche
einfach ein paar Tage für mich: dann kann ich genau das machen, worauf ich Lust habe. Dann essen,
wann ich Lust habe, dann kochen, wann ich Lust
habe, gar nicht kochen, in ein Café gehen, ein Bier
zu trinken. Das brauche ich.“
Yasemin considered emigrating to Turkey for several years. She toyed with the idea of attending university in Istanbul, but dismissed it again. Then she
considered the possibility of a semester in Turkey
through the Erasmus student exchange programme
but that too came to nothing. In the end she managed to get an internship at a big psychiatric clinic
in Bakırköy, Istanbul. However, the main reason for
emigrating was love. In Bursa she fell in love with a
childhood friend. After a long distance relationship
that went on for several years, the two finally got
married. Yasemin left Switzerland and joined her
husband in Van.
Today she lives with her husband and their baby
daughter of eight months in Izmir, preparing for her
doctoral exams. She travels to Istanbul for her education as a psychotherapist each month for two or
three days. Commenting on this, she says:
“I can well imagine staying in one place for a longer period of time, but now again I just need to get
away. I love living with my husband, but from time
to time I need a few days to myself, to do exactly
what I feel like doing. To eat and cook when I like, or
not to cook at all, or go to a café, have a beer. That’s
what I need.”
14 / 15
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
16 / 17
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
18 / 19
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
20 / 21
PORTRELER
P O R T R ÄT S
YA S E M İ N M E R A L
PORTRAITS
22 / 23
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
2. GE NÇ O S M A N YAVAŞ
“ÇOK E S K İ DEN B ERİ H EP YAZ M AK İS TED İM”
2. GE NÇ O S M A N YAVAŞ
„IC H WO L LT E S C H ON IM M ER S C H REIBEN“
2. GE NÇ O S M A N YAVAŞ
“I HAV E A LWAYS WANTED TO W RITE.”
2014 yılı, Ağustos ayının sonunda Genç Osman
Yavaş ile İstanbul’un Asya tarafındaki Anadolu
Hisarı’nda ailesinin Boğazın kenarına kurulmuş restoranının sakin bahçesinde buluşuyorum. Görüşme
için tepede bir yerde bulunan on iki katlı apartmandaki bir daireye gidiyoruz. Ev babasına ait.
Genç Osman 1970 yılında Aargau’da ailenin ikinci
çocuğu olarak dünyaya geldi. Geceleri çok ağladığı
ve uyumadığı için Türkiye’deki bir akrabasının yanına gönderildiğinde daha kırk günlüktü. Ailesi çalışıp para kazanmak zorunda olduğu için İsviçre’de
kaldı. Anaokulu çağına geldiğinde ailesi onu tekrar
İsviçre’ye yanına aldı. İlkokula ve sonra Aargau
kantonundaki Windisch’te ortaokula gitti, liseyi
ise İstanbul’da okudu. Ailesi tam on yıl sonra kesin
dönüş yapana kadar Windisch ve İstanbul arasında mekik dokudu. Genç Osman bugün İstanbul’da
yaşıyor. Çevirmenlik, müzisyenlik ve çocuk kitabı
yazarlığı yapıyor.
“EVE GITMEN
G E R E K M I YO R M U ?”
Türkiye’de mutluydum, diye anlatıyor Genç Osman.
Ailesi onu yeniden İsviçre’ye almak isteğinde onlarla
birlikte gitmek istemedi. Bir tek ablasıyla birlikte
olmaktan memnun oldu. Daha sonra büyük bir
problem yaşamadım, diye hatırlıyor Genç Osman.
Almancayı hızlı bir şekilde öğrendi ve anaokulunda da gayet güzel günleri oldu. Çocukken İsviçreli
arkadaşların evlerinde çok sık bulundu ve onların
evlerinin kendi evlerinden çok farklı olduğunu hatırlıyor. Bu farklılığı misafirperverlik örneği üzerinden anlatıyor. “Beş yaşından on yedi yaşına kadar
İsviçre’de yaşadım ve bu zaman zarfında İsviçreli
bir ailenin yanında en fazla dört kez yemek yedim.
Oyun oynuyorduk ve saat altıdan kısa bir süre önce
anne ya da baba gelip bana şu soruyu sorardı: ‘Eve
gitmen gerekmiyor mu? Biz şimdi yemek yiyeceğiz.’
Bu benim için anlaşılmazdı, çünkü bizim evde şöyle
denir: ‘Biz şimdi yemek yiyoruz. Ailene bir telefon
et, bizimle yemeğe kalıp kalamayacağını bir sor
bakalım.’’ Yavaş ailesi İsviçrelilerle ilişkilerinde seçici davranıyordu. Çok gezen, kültürel ilgileri olan,
68 ruhunu taşıyan aileleri tercih ederlerdi genelde.
Genç Osman Yavaş treffe ich Ende August 2014
im Gartenrestaurant seiner Eltern, das idyllisch an
einem Zufluss des Bosporus in Anadolu Hisarı
auf der asiatischen Seite Istanbuls liegt. Für das
Gespräch fahren wir in seine Wohnung in einem
zwölfstöckigen Mehrfamilienhaus, das oben am
Hügel steht. Auch dieses Haus gehört seinem Vater.
1970 in Aarau als zweites Kind der Familie geboren,
war Genç Osman 40 Tage alt, als ihn seine Eltern zu
Verwandten in die Türkei brachten, weil er nachts
oft weinte, nicht schlafen konnte. Mutter und Vater
blieben in der Schweiz, weil sie arbeiten und Geld
verdienen mussten. Im Kindergartenalter holten
ihn die Eltern jedoch wieder zurück in die Schweiz.
Er besuchte die Primar- und später die Realschule
in Windisch im Kanton Aargau, das Gymnasium in
Istanbul und pendelte in den folgenden Jahren oft
zwischen Windisch und Istanbul hin und her, bis
seine Eltern vor gut zehn Jahren zurückkehrten.
Heute lebt er in Istanbul und arbeitet als Übersetzer,
Musiker und Autor von Kinderbüchern.
„MUSST DU NICHT NACH
HAUSE GEHEN?“
Er sei glücklich gewesen in der Türkei, erzählt
Genç Osman Yavaş. Als die Eltern ihn wieder in
die Schweiz holten, wollte er nicht mitgehen. Einzig
auf das Zusammensein mit seiner älteren Schwester freute er sich. Grosse Probleme habe er dann
aber nicht gehabt, erinnert er sich. Deutsch habe
er schnell gelernt und im Kindergarten habe er sich
wohlgefühlt.
Als Kind war er oft bei seinen Freunden in Schweizer
Familien und es fiel ihm auf, dass da einiges anders
war, als bei ihm zu Hause. Er illustriert dieses Anderssein am Beispiel der Gastfreundschaft: „Ich lebte
von Fünf bis Siebzehn in der Schweiz und habe vielleicht viermal bei Schweizern gegessen. Wir spielten
und kurz vor Sechs kam der Vater oder die Mutter
und fragte: Musst Du nicht nach Hause? Wir essen
bald. Das war für mich so unverständlich, denn bei
uns zu Hause hiess es: Wir essen bald. Ruf doch bei
dir zu Hause an und frage, ob du mitessen kannst.“
Die einzigen privaten Kontakte zu Schweizern habe
I meet Genç Osman Yavaş at the end of August 2014
in the outside seating area of an idyllic restaurant
belonging to his parents. The restaurant sits by a riverside that empties into the Bosporus on the Asian
side of Istanbul. For the interview we drive to his
apartment in a 12-story multifamily housing complex on a hill which is his father’s property as well.
Born in Aarau, Switzerland, in 1970 as the second
child of his family, Genç Osman Yavaş was forty
days old when his parents took him to relatives in
Turkey, because he cried all night and was unable
to sleep. His mother and father returned to their
jobs. However, when he had reached kindergarten
age, his parents brought him back to live with them
in Switzerland. He attended primary and secondary
school in Windisch, Canton Aargau, received his
high school degree in Istanbul and shuttled back
and forth between Windisch and Istanbul till his
parents returned to Turkey ten years ago. Today he
lives in Istanbul and works as a translator, musician
and author of children’s books.
“ D O N ’ T YO U H AV E T O
GO HOME?”
As a child he had been happy in Turkey, Genç
Osman Yavaş says. When his parents brought him
back to live with them in Switzerland, he did not
want to leave. The only thing he was looking forward to was being with his older sister, but he remembers adjusting well. He learned German quickly and felt comfortable in kindergarten. He spent
much time at his Swiss friends’ homes, and noticed
many things that were different from his own home.
He illustrates this with an example about the hospitality of Swiss families.
I lived in Switzerland from the age five to seventeen
and ate roughly four times at a Swiss family home.
We usually played till six o’clock, then their mother asked: ‘Don’t you have to go home? We’ll have
dinner soon.’ This was completely puzzling for me,
because at home our parents would say: ‘We’ll have
dinner soon. Why don’t you call your parents and
ask if they’ll allow you to eat with us?’”
24 / 25
PORTRELER
Diğer insanlar için onlar sadece yabancı işgücünden
ibaretti zaten, diye anlatıyor Genç Osman.
“ B O Y U M D A H A G I TA R I N
B O Y U K A D A R K E N G I TA R
Ç A L M AYA B A Ş L A D I M
VE O GÜNDEN ITIBAREN
ONU HIÇ BIRAKMADIM.”
P O R T R ÄT S
die Familie Yavaş zu „Alternativen“, weitgereisten
und kulturell interessierten Schweizern gehabt. Für
die anderen seien sie eh nur fremde Arbeitskräfte
gewesen, erzählt er.
The Yavaş family had private contacts only with
“Swiss liberals”, world travelled and culturally interested people. For everyone else they were only foreign workers, he says.
Tavan arasında babasının gitarını keşfettiğinde ilkokula gidiyordu. “Okuldan sonra gitar çalıyordum.
Ama ertesi gün gitar ortadan kayboluyordu. Onu
her yerde arıyor ve yine tavan arasında buluyordum.
Haftalarca bu köşe kapmaca böyle devam ediyordu.
Ailem parasız bir sanatçı olmamı istemiyordu.”
Ama Genç Osman inatçı biriydi ve pes etmedi.
Ailesine sadece tek tel üzerinden karmaşık melodiler çalınca ona engel olmaktan vazgeçtiler ve onu bir
gitar kursuna gönderdiler. Yetenekliydi, öğretmenleri bunu görüyor, onun yeteneğini en iyi şekilde
destekliyor, ona özel ders veriyor ve piyano gibi diğer müzik aletlerini öğretiyorlardı. Ama profesyonel
bir destek oldukça pahalıydı ve bunun için ailesinin
parası yoktu.
O zamandan itibaren müzik onun hayatında belir­
leyici bir rol oynadı. 1990’ların başında kendi
grubunu kurdu. 2015 yılında Türkiye turnesiyle
muhteşem bir geri dönüş yapan Mavi Sakal’ın solisti
oldu. Ayrıca üç yıldır da İstanbul’un mekanlarında
kendi parçalarıyla sahne alıyor.
“ORADAN KIS, BURADAN
KIS.”
Ailesi olabildiğince her masraftan kaçınıyordu.
Örneğin çocuk giysilerinde. Bu yüzden onun çok
komik giysileri oluyordu. Çizgili pantolonlar, yünlü
kazaklar, gösterişli ayakkabılar, hatta çocuk kahramanı Heidi’nin giydiği şu tahta ayakkabılar. Annesi
giysileri topladığı çuvalları kaldıkları apartmanın
önünde ortalığa saçardı. Bu yüzden hep alay konusu oluyordu. Ama bundan daha kötü durumlar da
oluyordu. Babası okul aktiviteleri için para ödemeyi
reddediyordu, masrafları ya öğretmenleri karşılıyordu ya da sınıfta para toplanıyordu. Bu onun için
acı vericiydi. Üstelik paraları da yok değildi. Babası
sırf Türkiye’de her yıl yeniden bir ev, bir tarla ya da
bir daire alabilmek için para biriktiriyordu. Parayla
olan bu ilişki onun üzerinde iz bıraktı: asla para biriktirmiyor, parası varsa harcıyor.
“ E V D E Ç O C U K K I TA B I M
YO KT U . B Ü T Ü N
KÜTÜPHANELERE
ÜYE OLDUM.”
Genç Osman Yavaş İsviçre’deki okul günlerini sevgiyle anımsıyor. İlkokul öğrencisiyken kitapların
dünyasını keşfetti. Hikayelerdeki hayalgücü onu
büyülüyordu. Önce sınıf, sonra okul kütüphanesindeki kitapları okudu ve aynı zamanda Brugg ve
Windisch’teki kütüphanelere de üye oldu. Okulda ya
da evde yatağın altında gizli gizli çok kitap okudu.
Geriye dönüp baktığında İsviçre’de elde etmiş olduğu en önemli yeteneğin edebiyat sevgisi olduğunu
düşünüyor. Öyle hırslı, başarılı bir öğrenci değildi.
Ona müzikle ilgili birçok şey öğreten ve çok değer
verdiği öğretmeni nedeniyle ortaokul döneminde
meslek okuluna gitmeyi tercih etti. Fakat daha sonra
bunun meslek eğitimi dışında başka olanaklar
sunmadığını fark edince hırslanıp küreklere asıldı.
İstanbul’da şansı yaver gitti ve Almanca konuşulan
ülkelerden gelen işçi çocuklarına yönelik bir okul
olan Anadolu lisesine gitti. Liseyi bitirdikten sonra
„ I C H WA R S O G R O S S W I E
D I E G I TA R R E , A L S E S
BEGANN UND NICHT MEHR
AUFHÖRTE.“
Er war in der Primarschule, als er auf dem Estrich
die Gitarre seines Vaters entdeckte. „Ich habe nach
der Schule auf ihr gespielt. Am nächsten Tag war die
Gitarre weg. Ich habe sie überall gesucht und wieder
im Estrich gefunden. Und das ging wochenlang so.
Meine Eltern wollten nicht, dass ich ein brotloser
Künstler werde.“
Doch Genç Osman Yavaş war eigensinnig, gab nicht
auf und als er den Eltern komplexe Melodien auf
nur einer Saite vorspielte, gaben sie den Widerstand
auf und schickten ihn in den Gruppenunterricht für
Gitarre. Er war begabt, das sahen auch die Lehrer
und förderten sein Talent, so gut es ging, gaben ihm
Einzelunterricht, lernten ihn andere Instrumente,
wie beispielsweise Klavier spielen. Doch eine gezielte Förderung wäre teuer gewesen und dafür hatten
die Eltern kein Geld.
Musik spielte von da an in seinem Leben eine entscheidende Rolle. Er gründete zu Beginn der 1990er
Jahre eine eigene Band, ist Leadsänger der bekannten türkischen Rockband Mavisakal, die 2015 mit
einer Konzerttournee in der Türkei ihr Revival feierte. Seit gut drei Jahren ist er zudem mit seinen eigenen Liedern in den Clubs von Istanbul unterwegs.
„ S PA R E N , S PA R E N , S PA R E N . “
Die Eltern hätten gespart, wo sie nur konnten. Zum
Beispiel bei den Kinderkleidern. Er sei immer so
komisch angezogen gewesen. Bügelfaltenhosen, ein
wollener Pullover, schnittige Schuhe oder HeidiZoggeli. Die Mutter habe die Säcke der Kleidersammlung vor dem Mehrfamilienhaus, in dem
“ I W A S A S TA L L A S T H E
G U I TA R W H E N I T S TA R T E D
AND NEVER ENDED.”
Genç Osman Yavaş was in primary school when he
discovered his father’s guitar in the attic.
“I played it after school. The following day the guitar
was gone. I searched for it everywhere and found it
in the attic again. This went on for weeks. My parents did not want me to become a penniless artist.”
But Genç Osman Yavaş was persistent, would not
give up, and when he played complex pieces for his
parents on only one string, they gave up their resistance and allowed him to participate in guitar
classes. His teachers noticed his talent and supported him as much as they could, gave him solo
lessons and taught him to play other instruments,
for example the piano. But more specialized tutoring would have been expensive and his parents had
no money for this.
From then on, music played a significant role in
his life. In the early 1990s he founded a band and
became the lead singer of the well-known Turkish
rock band Mavisakal, which celebrated its revival
with a concert tour in Turkey in 2015. In addition
he has been performing his own songs in clubs in
Istanbul for three years.
“ S AV E , S AV E , S AV E . ”
Genc’s parents saved money in whatever way they
could, for example when acquiring clothes for their
children. He was always dressed in a peculiar way.
He wore pleated pants, woollen sweaters, fancy
shoes or “Heidi-Zoggeli.” His mother often rummaged through the old clothes bags destined for
Goodwill in front of their multi-family house. He
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
sie wohnten, oft durchwühlt. Immer wieder sei er
deswegen ausgelacht worden. Und schlimmer noch
sei es aber gewesen, dass der Vater das Geld für die
Schullager nicht habe zahlen wollen und entweder der Lehrer die Kosten übernahm, oder dass es
durch eine Sammlung in der Klasse zusammenkam.
Das habe wehgetan. Zumal ja Geld vorhanden gewesen wäre. Nur der Vater habe gespart und jedes
Jahr in der Türkei wieder ein Haus, Land oder eine
Wohnung gekauft.
Dieser Umgang mit Geld hat ihn geprägt: er spart
nicht. Wenn er Geld hat, gibt er es aus.
„ Z U H A U S E H AT T E I C H
KEINE KINDERBÜCHER.
I C H WA R I N A L L E N
BIBLIOTHEKEN
EINGESCHRIEBEN.“
Marmara Üniversitesi’nin resim bölümünü kazandı.
Ama maddi nedenlerden dolayı okulu yarıda bırakmak zorunda kaldı. Birçok geçici iş yaptı. 1990’ların
ortasında bir çevirmen olarak geçimini sağlamaya
başlaması tamamen tesadüf şekilde bir Türk yayın­
evinin iş ilanı sayesinde oldu. Çocuk kitaplarına
olan tutkusunu adım adım hayatının merkezine
yerleştirdi. Okumalarına devam ediyor ve Alman
edebiyatından çocuk kitapları çeviriyor. 2015 yılında kendi yazdığı iki Türkçe çocuk kitabı yayınlandı.
Genç Osman Yavaş erinnert sich gerne an die Schulzeit in der Schweiz. Als Primarschüler entdeckte
er die Welt der Bücher. Er war fasziniert von den
fantasievollen Geschichten, las sich zuerst durch
die Klassenbibliothek, dann durch die Schulbibliothek und schrieb sich auch in die Bibliotheken von
Windisch und Brugg ein. Er habe oft heimlich gelesen, in der Schule oder zu Hause unter der Bettdecke.
Rückblickend meint er, dass diese Liebe zur Literatur das Wichtigste war, das er aus der Schweiz
mitgenommen habe. Er sei kein ehrgeiziger, erfolgreicher Schüler gewesen. Als man ihn in die Sekundarschule schickte, habe er es vorgezogen, wieder
in die Realschule zu gehen, wegen des Lehrers, den
er sehr schätzte, von dem er auch musikalisch viel
lernen konnte. Als dann aber klar wurde, dass ihm
nach der Realschule nur die Berufslehre offen stand,
erwachte sein schulischer Ehrgeiz. In Istanbul sah
er seine zweite Chance und besuchte das Anadolu
Lisesi, das Gymnasium für Kinder von Gastarbeitern aus deutschsprachigen Ländern. Nach dem
Abschluss schrieb er sich an der Marmara Universitesi für die Ausbildung zum Zeichnungslehrer
ein, musste das Studium aber aufgrund finanzieller
Probleme abbrechen. Er hielt sich mit zahlreichen
Gelegenheitsarbeiten über Wasser und es sei mehr
ein Zufall gewesen, nämlich durch das Inserat eines
türkischen Verlags, dass er Mitte der 1990er Jahre
zu seinem Broterwerb als Übersetzer gekommen
sei. Seine Faszination für Kinderbücher machte er
Schritt für Schritt zu seinem Hauptbetätigungsfeld.
Heute liest und übersetzt er deutsche Kinderliteratur. 2015 kamen seine beiden ersten eigenen Kinderbücher in Türkisch heraus.
was ridiculed for this again and again. But worst of
all his father refused to pay for school trips. Either
the teachers took over expenses or the money was
raised by the parents in his school class. This hurt,
inasmuch as his parents did have the money. But
his father saved it to buy one more house, a piece of
land or a condo in Turkey every year.
This way of handling money affected him deeply: he
does not save. When he has money, he spends it.
“AT H O M E I D I D N ’ T H AV E
ANY CHILDREN’S BOOKS.
I W A S R E G I S T E R E D AT
ALL THE LIBRARIES.”
Genç Osman Yavaş has fond memories of his school
days in Switzerland. As a primary school student he
discovered the world of books. He was fascinated by
all the imaginative stories, he read his way through
the class library, then the school library and, in addition, registered at the libraries of Windisch and
Brugg. He often read in secret, either at school or at
home in his bed beneath a blanket.
Looking back, Genç Osman Yavaş believes that his
love for literature was the most important thing he
brought with him from Switzerland. He was neither
an ambitious nor a successful student. When he was
admitted to a higher level in secondary school, he
preferred to return to “Realschule”, the lower level of
secondary school, because of a teacher whom he respected and who advanced his musical training. But
when he realized that this path would allow him to
receive vocational training only, his ambitious side
surfaced. He saw the Anadolu Lisesi in Istanbul, the
high school for children of migrant workers from
German speaking countries, as his second chance,
and he took it.
After finishing the Anadolu Lisesi, Genç Osman
Yavaş enrolled at the Marmara Universitesi for a degree as an art teacher, but had to quit the program
due to financial problems. He survived on occasional jobs. In the early 1990s he applied successfully
for the position as translator at a Turkish publishing house after seeing the advertisement by mere
chance. Step by step his fascination with children’s
books led to a fulltime occupation. Today he reads
and translates German children’s books. In 2015 he
published two Turkish works of his own.
26 / 27
PORTRELER
P O R T R ÄT S
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
28 / 29
PORTRELER
P O R T R ÄT S
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
30 / 31
PORTRELER
P O R T R ÄT S
G E N Ç O S M A N YAVA Ş
PORTRAITS
32 / 33
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
3. TÜL AY K U L A
“BI Z D I Ğ ER L ER I N DEN FARK LIY IZ VE
BI R BI R I M I Z E B EN Z ERIZ .”
3. T ÜL AY K U L A
„W I R UN T ER S CH EI DEN U NS VO N AND EREN
UN D ÄHN EL N U N S .“
3. T ÜL AY K U L A
“WE AR E DI F F ER ENT F RO M O TH ERS BU T,
AS A GR O U P, W E H AVE A LO T IN C O M M O N .”
2014’ün Eylül ayının ortası, İstanbul’daki Galata
kulesinin yakınlarında restore edilmiş tarihi bir
apartmanda tasarımcı ve girişimci Tülay Kula ile
buluşuyorum. Kendisi birkaç günlüğüne burada.
Üreticileri ziyaret ediyor, ürünleri kontrol ediyor,
yeni tasarımları tartışıyor, anlaşmalar yapıyor ve
fikir alış verişinde bulunuyorlar.
1977 yılında İsviçre’in kuzey batısındaki
Binningen’de doğdu ve orada büyüyüp okula
gitti. Liseyi bitirdikten sonra UBS’de staj yaptı.
Basel’de bir arkadaşıyla birlikte bir ev tuttu ve Basel
Üniversitesi’ne kaydoldu. Ama üniversite ona göre
değildi, onu yaratıcı meslekler cezbediyordu. Basel
Tasarım Okulu için hazırlık kursuna gitti ve daha
sonra Zürih’te Moda Tasarımı okudu. Daha okurken moda ajanslarında çalışıyordu. Gisin und
Suzuki moda ajansında çalışırken Yoshiki markasını yarattı ve 2014 yılının ortasında kendi işini kurdu.
“A R A B AY I A N N E M
KULLANIR, YEMEĞI
B A B A M YA PA R . ”
Tülay dünyaya geldiğinde annesi on sekiz yaşındaydı ve daha birkaç aydır İsviçre’de yaşıyordu. Babası
Biel-Benken’deki Zihlmann restoranında aşçı olarak
çalışıyordu. “Genç ve güzel bir annem olması her zaman hoşuma gitti” diye anlatıyor Tülay Kula gülerek.
Terzilik eğitimi almış olan annesi, yedi yaş küçük
olan kardeşinin doğumuna kadar Biel-Benken’de
Hasena yatak fabrikasında çalıştı. O zamandan beri
evde terzilik yapıyor. Tülay annesini açık görüşlü,
meraklı ve öğrenmeye hevesli biri olarak tanımlıyor
ve ailedeki rol dağılımını şöyle tarif ediyor: “Arabayı
annem kullanır, yemeği babam yapar. Ben hiç yemek yapamam. Bunun yerine dolapları ben monte
ederim, duvarları boyar ve parke döşerim. Erkek
kardeşim çok iyi yemek yapar, ama bir çivi dahi
çakamaz. Çocukken biraz çekingendi, anaokuluna
başladığında hiç Almanca bilmiyordu çünkü evde
Mitte September 2014 unweit des Galataturms in
Istanbul: In einer renovierten Altbauwohnung treffe
ich die Designerin und Unternehmerin Tülay Kula.
Sie ist für ein paar Tage hier, besucht ihre Produzenten, kontrolliert die Ware, diskutiert neue Entwürfe,
vergibt Aufträge und tauscht sich aus.
Geboren ist sie 1977 in Binningen in der Nordwest­
ecke der Schweiz und dort auch aufgewachsen und
zur Schule gegangen. Nach der Wirtschaftsmatur
machte sie ein Praktikum bei der UBS, mietete
gemeinsam mit einer Freundin eine Wohnung in
Basel und schrieb sich an der Universität Basel ein.
Doch die Uni war nicht ihr Ding, es zog sie in einen
kreativen Beruf. Sie schrieb sich für den Vorkurs der
Schule für Gestaltung in Basel ein, studierte später
Fashion Design in Zürich und arbeitete schon während des Studiums in Modeagenturen. Neben ihrer
Stelle bei der Modeagentur Gisin und Suzuki kreierte sie ihr eigenes Label Yoshiki und machte sich
Mitte 2014 selbständig.
„ M E I N E M U T T E R FÄ H R T
A U T O , M E I N VAT E R K O C H T . “
Ihre Mutter war achtzehn, als sie auf die Welt kam,
und lebte erst wenige Monate in der Schweiz. Der
Vater arbeitete als Koch im Restaurant Zihlmann
in Biel-Benken. „Es hat mir immer gefallen, eine
junge, schöne Mutter zu haben“, erzählt Tülay Kula
lachend. Die Mutter, gelernte Schneiderin, hatte bis
zur Geburt des sieben Jahre jüngeren Bruders eine
Stelle in der Matratzenfabrik Hasena in Biel-Benken.
Seither arbeitet sie als selbständige Änderungsschneiderin zu Hause. Tülay Kula beschreibt ihre
Mutter als eine offene, neugierige und wissbegierige
Person und skizziert die Rollenteilung in der Familie so: „Meine Mutter fährt Auto, mein Vater kocht.
Ich kann überhaupt nicht kochen, dafür kann ich
Möbel zusammenbauen und streichen und Boden verlegen. Mein Bruder kocht sehr gut, aber er
In mid-September 2014 I met the designer and
businesswoman Tülay Kula in an old renovated
apartment near the Galata Tower in Istanbul. She
was in town for a few days to visit her producers,
check up on her products, discuss new designs, contract out new projects, and talk shop.
Tülay Kula was born in Oberwil in 1977 in the
north-western corner of Switzerland where she also
grew up and went to school. After completed high
school with a focus on economics she did an internship with UBS, rented an apartment in Basel with a
friend, and enrolled at the University of Basel. But
the university was not her thing. She felt drawn towards a creative profession. She enrolled therefore
in a prep-course at the Basel School of Design and
later studied fashion design in Zurich while already
working in the fashion industry. Next to her work
at the fashion agency Gisin and Suzuki, she established her own label, Yoshiki, and started up her
own business in mid-2014.
“MY MOTHER DRIVES A
C A R , M Y FAT H E R C O O K S . ”
Her mother was eighteen when Tülay Kula was born
and had only been in Switzerland for a few months.
Her father worked as a chef at Restaurant Zihlman
in Biel-Benken.
“I always enjoyed having a young and beautiful
mother”, Tülay said, laughing.
Her mother, a trained seamstress, had a position at
the mattress company Hasena in Biel-Benken, until
her brother was born, who is seven years younger.
Afterwards she worked as an independent seamstress from home, specializing on alterations. Tülay
Kula described her mother as an open and curious
woman who was eager for knowledge.
Tülay Kula outlined the roles of the members of her
household as follows:
“My mother drives, my father cooks. I myself cannot
34 / 35
PORTRELER
Türkçe konuşuluyordu. Ancak ek dersler sayesinde
Almancayı hızla öğrenmişdi.
“HARIKA BIR DEDEM
OLDUĞU IÇIN
ÇOK ŞANSLIYIM.”
Çocukluğuyla ilgili fazla bir şey hatırlamıyor, ama
dört yaşındayken yaşadığı bir olay aklında kaldı.
“Tatil zamanlarını İstanbul’un yakınındaki bir köyde anneannem ve dedemin yanında geçiriyordum.
Bir keresinde ailem beni orada bırakmak istedi. O
zamanlar anne babaların işlerine konsantre olmak
için çocuklarını anneanne, babaanne, dedelerine
bırakmak gibi bir moda vardı. Daha yolculuğun
başında bir şeylerin olacağını sezdim. Swissair mağazasında bana uzun zamandır istediğim oyuncak
bebeği aldılar. Bir akşam annem benden vedalaştı.
Kendimi tuhaf hissettim. Daha pijamalarım üstümdeyken bavulu kaptığım gibi kapıya sürükledim ve
onun üzerinde uyudum. Dedem eve gelip beni öyle
görünce arabaya bindirdi ve havaalanına götürdü.
Aileme şunu söyledi: “Çocuğunuzu alın evinize
götürün!” Daha sonra da dedesi etkisini gösterip
Tülay’ın babasını Türkiye’ye geri dönme fikrinden
“Aptallık yapma! Herkes çocuğunu iyi bir eğitim
alsın diye yurtdışına gönderiyor, sen geri dönmek
istiyorsun!” diyerek vazgeçirdi.
“TÜRKIYE’DE
ÇALIŞABILECEĞIMI HIÇ
DÜŞÜNMEZDIM.”
Tülay Kula’nın gençken Türkiye’yle ilgili bir düşüncesi yoktu. Türkiye’de çalışabileceğini ise hiç düşünemiyordu. Sonra bambaşka şeyler oldu. Kendi
markasını tanıtmak istediğinde teyzesi onu ailesinin
köyünden bir terziyle tanıştırdı. Bu, günümüze kadar sürecek olan verimli bir işbirliğinin başlangıcı
oldu. Türkiye’de çalışmanın avantajlarını öğrenmeye
başladı: insanların birbirine destek olması, yeni ve
sıradışı olanı kabul etmeye hazır olması vs. İsviçre ve
Hindistan’da ilk koleksiyonlarının üretiminde yaşadığı deneyimlerden farklı olarak Türkiye’deki insanlar birçok açıdan daha esnek ve ürünü daha iyi hale
getirmek için çok özen gösteriyorlar. “Yaratıcı bir işbirliği için ideal çalışma koşulları!” İstanbul’da geçen
zamanı oldukça ilham verici buluyor. Üreticilerle
yaptığı görüşmelerde arta kalan zamanda şehri yalnız başına deneyimliyor, sokaklarında dolaşıyor ve
fikir topluyor.
“ KÖY D E I ŞV E R E N O L A R A K
B I R Ü N Ü M VA R . ”
Tülay Kula ailesinin iş birliğine güveniyor. Annesi
kalıp kesiyor ve terzilere kesimleri açıklıyor, babası
ürünleri alıp getiriyor, teyzesi ürünün zamanında
hazır olmasını sağlıyor ve amcasi sevkıyatla ilgileniyor. Bu şekilde herkesin bir işi var ve hepsi de biraz
onunla gurur duyuyor, diye ekliyor Tülay Hanım
gülerek. Köyde bir işveren olarak bilinen Tülay
Hanım’ın en çok da kadınları işe almayı tercih ettiğini de biliyorlar.
İstanbul’da takı ve deri çanta üreticisiyle iletişimi
her zaman kendi kuruyor. Sık ve doğrudan iletişim­
in önemli olduğunu vurguluyor çünkü temelde
estetik anlayışlarının büyük farklılıklar gösterdiğini söylüyor. Birlikte çalıştığı kuyumcu oldukça
gösterişli evlilik yüzükleriyle gurur duyarken Tülay
hanımın narin takıları onun pek ilgisini çekmiyor.
Ayrıca kalite kontrol olmadan da işler yürümüyor.
Söz konusu Türkiye’deki üreticilerse teslim tarihleri
de oldukça esnek oluyor.
P O R T R ÄT S
schafft es nicht, einen Nagel in die Wand zu hauen.“
Als Kind sei sie eher schüchtern gewesen und erst
recht im Kindergarten, wo sie zu Beginn nichts verstanden habe, da sie zu Hause nur Türkisch sprachen. Dank des zusätzlichen Deutschunterrichts
habe sie aber schnell Deutsch gelernt.
„ZUM GLÜCK HABE
ICH EIN EN SO TOLLEN
G R O S S VAT E R . “
Kindheitserinnerungen habe sie nur wenige, aber
ein Erlebnis als Vierjährige sei ihr geblieben: „Ich
war in den Ferien oft bei meinen Grosseltern im
Dorf in der Nähe von Istanbul. Einmal wollten
mich meine Eltern einfach dort lassen. Das war
damals so eine Mode, die Kinder bei den Eltern
in der Türkei zu lassen, um sich auf den Job zu
konzentrieren. Schon zu Beginn der Reise merkte
ich, dass etwas nicht stimmte. Sie kauften mir im
Swissair-Shop eine Folklorepuppe. So eine wollte ich
immer schon haben, hatte sie aber nie bekommen.
Eines Abends verabschiedete sich meine Mutter.
Ich hatte ein komisches Gefühl. Schon im Pyjama
packte ich meinen Koffer, schleppte ihn zur Haustür,
legte mich auf den Koffer und schlief darauf ein.
Als mein Grossvater nach Hause kam und mich so
sah, packte er mich ins Auto, fuhr zum Flughafen
und sagte meinen Eltern: nehmt euer Kind mit
nach Hause!“ Auch später habe der Grossvater zum
Glück seinen Einfluss geltend gemacht und ihren
Vater davon abgehalten, in die Türkei zurückzukehren. Er habe ihm gesagt: „Lass diese Dummheit!
Alle schicken ihre Kinder für eine gute Ausbildung
ins Ausland und du willst zurückkehren!“
„ I C H H ÄT T E N I E G E D A C H T ,
DASS ICH IN DER TÜRKEI
ARBEITEN KÖN NTE.“
Als junge Erwachsene konnte Tülay Kula nicht viel
anfangen mit der Türkei. Schon gar nicht konnte
sie sich vorstellen, in diesem Land zu arbeiten. Es
kam anders. Als sie vorhatte, ihr eigenes Label zu
lancieren, stellte ihr die Tante eine Schneiderin vor,
die im Heimatdorf der Eltern wohnte. Das war der
Anfang einer fruchtbaren Zusammenarbeit, die bis
heute andauert. Sie lernte die Vorteile einer Arbeit
in der Türkei kennen: die Unterstützung, die Bereitschaft, sich auf Neues und auch Unkonventionelles
einzulassen. Im Unterschied zu ihren Erfahrungen,
die sie bei der Produktion ihrer ersten Kollek­
tionen in der Schweiz und Indien gemacht hatte,
seien die Menschen in der Türkei in vielerlei Hinsicht sehr flexibel und bereit zu tüfteln, das Produkt
zu verbessern. „Ideale Bedingungen für eine krea­
tive Zusammenarbeit!“ Überhaupt empfinde sie
jeweils die Zeit in Istanbul als sehr inspirierend, da
sie sich neben den Terminen mit den Produzenten
auch die Zeit nehmen, alleine die Stadt zu erfahren,
durch die Strassen zu gehen, Ideen zu sammeln.
„ES SPRICHT SICH RUM
I M D O R F, DAS S I C H
ARBEIT BRINGE.“
Tülay Kula kann auf die Mitarbeit ihrer Familie
zählen. Die Mutter schneidert die Prototypen und
erklärt der Schneiderin die Schnitte, der Vater holt
und bringt die Ware, die Tante schaut, dass die Produkte zur rechten Zeit fertig sind und der Onkel
kümmert sich um den Versand. So habe jeder seinen Job und sie seien auch ein wenig stolz auf sie,
fügt Tülay Kula lachend hinzu. Sie sei Arbeitgeberin
cook but I can assemble furniture, paint and lay
floors. My brother cooks very well but cannot put
nails in the wall”
As a child she had been very shy, especially in kindergarten, where she at first didn’t understand a
word because they only spoke Turkish at home.
However, additional German lessons enabled her to
pick up the language quickly.
“ F O R T U N A T E LY I H A V E A
T E R R I F I C G R A N D FAT H E R . ”
She has only a few childhood memories, but one
event, which happened when she was four, stayed
with her:
“I often spent my school holidays at my grandparents in a village near Istanbul. One day my parents
decided to leave me there. At that time the general
trend was to leave children with the grandparents or
other relatives in Turkey in order to be able to focus
on the job in Switzerland. Right from the start of the
trip, I noticed that something was missing. My parents bought a folklore doll from the Swissair shop
at the airport. I had always wanted one of these, but
had never got one. One evening during our stay at
my grandparents’ house my mother bid me goodbye. I had a bad feeling. Already in my pyjamas, I
packed my suitcase, dragged it to the front door
and fell asleep on top of it. When my grandfather
returned home and saw me like this, he packed me
into the car, drove to the airport where he told my
parents: ‘Take your child home with you!’”
Later, too, her grandfather used his influence to
prevent her father from returning home to Turkey.
He had told him: “Don’t be stupid! Everyone sends
their children abroad for a good education, and you
want to return?!”
“I NEVER THOUGHT I
WOULD BE ABLE TO WORK
I N T U R K E Y. ”
As a young adult, Tülay Kula did not know what
to make of Turkey, let alone imagine working in
the country. But then things took a different turn.
When she was about to launch her own label, her
aunt introduced her to a seamstress who lived in
her parents’ home village. It was the beginning of a
rewarding collaboration that lasts to this day. Tülay
Kula came to appreciate the advantages of working
in Turkey, including the support and the willingness
to embrace new, unconventional ideas. Compared
to the experiences she had made during the production of her first fashion collection in Switzerland
and India, people in Turkey were very flexible and
always willing to further work on the product to
improve it.
“Ideal conditions for a creative cooperation!”
In general she finds her stays in Istanbul inspiring
because she uses the time aside of meetings with her
production team to roam the city by herself, to wander the streets and collect ideas.
“ T H E N E W S T H AT I B R I N G
WORK IS GETTING
AROUND IN THE VILLAGE.”
Tülay Kula is able to count on her family’s support.
Her mother cuts the raw designs and explains the
cuts to the seamstress, her father collects and delivers the merchandise, her aunt keeps an eye on the
deadlines and her uncle takes care of distribution.
This way everyone has their task, and they are actually quite proud of her, Tülay adds laughingly. In the
T Ü L AY K U L A
“A L M A N C A I L E
TÜRKÇEYI KARIŞTIRIP
A N L A Ş I YO R U Z .”
Tülay Kula son yıllarda İsviçre’de ya da Almanya’da
büyüyüp Türkiye’ye dönen birkaç tasarımcıyla tanıştı. Kendini onlara oldukça bağlı hissediyor ve
onlarla her konuyu konuşabiliyor.
“Biz hepimiz burada Türkiye’de benzer deneyimler
yaşıyoruz. Öncelikle bunlarla nasıl baş edeceğimizi
öğrenmemiz gerekiyor. Akrabalarımla bu konuları
konuşamıyorum. Neyden söz ettiğimi anlamıyorlar.
İsviçre’deki arkadaşlarım da her şeyi tam olarak anlayamıyorlar. Ancak İsviçre’den İstanbul’a geri dönmüş olanlar tam benim gibiler. Biz diğerlerinden
farklıyız ve birbirimize benzeriz.”
PORTRAITS
im Dorf und man wisse, dass sie gerne Frauen
beschäftige.
Den Kontakt zu ihrem Schmuck- und Leder­
taschenproduzenten in Istanbul pflegt sie selber. Ein
häufiger, direkter Kontakt sei wichtig, denn ihre
ästhetischen Vorstellungen würden sich doch stark
unterscheiden. Ihr Bijoutier könne nicht viel anfangen mit ihrem filigranen Schmuck und sie müsse
sich jeweils sehr zurückhalten, wenn er ihr stolz
seine protzigen Eheringe zeige. Und die Qualitätskontrolle, ohne die gehe es leider noch nicht. Auch
Liefertermine seien in den Augen ihrer türkischen
Geschäftspartner äusserst dehnbar.
„ICH MIXE DEUTSCH
UND TÜRKISCH UND MAN
VERSTEHT SICH.“
Tülay Kula hat in den letzten Jahren einige Designe­
rinnen und Designer kennen gelernt, die in der
Schweiz oder in Deutschland aufgewachsen und in
die Türkei zurückgekehrt sind. Mit ihnen fühlt sie
sich sehr verbunden und mit ihnen pflegt sie einen
regen Austausch:
„Hier in der Türkei machen wir alle ähnliche Erfahrungen. Wir müssen zuerst noch lernen, wie man
damit umgeht. Mit meinen Verwandten kann ich
das nicht besprechen. Sie verstehen nicht, wovon
ich rede. Auch meine Freundinnen und Freunde
in der Schweiz können nicht alles nachvollziehen.
Aber die Rückkehrer, die hier in Istanbul leben, sind
genau wie ich. Wir unterscheiden uns von anderen
und ähneln uns.“
village she is known as an employer, specifically one
who likes to hire women.
She attends to the business relationship with her jewellery and leather-bag manufacturer in Istanbul herself. She considers frequent and direct contact to be
important, not least because, in terms of aesthetics
and design, she and her manufacturer often have different opinions. Her jeweller does not know what to
make of her delicate jewellery and she usually has to
hold herself in check when he proudly presents his
crude wedding ring to her. Sadly, nothing goes without quality control. With regard to deadlines, too, her
Turkish business partners have a very flexible view.
“I SWITCH BETWEEN
GERMAN AND TURKISH
BUT P EOP LE SEEM TO
U N D E R S TA N D M E . ”
Over the last few years Tülay has met a number of
designers who grew up in Switzerland or Germany
and later returned to Turkey. She feels close and
keeps in close contact with them:
“The things we experience in Turkey are very similar,
and the first thing we have to do is learn how to deal
with the new setting. I cannot talk about this with
my relatives. They don’t know what I am talking
about. Nor can my friends in Switzerland really relate to it. But the returnees who now live in Istanbul
are exactly like me. We are different from others but,
as a group, we have a lot in common.”
36 / 37
PORTRELER
P O R T R ÄT S
T Ü L AY K U L A
PORTRAITS
38 / 39
PORTRELER
P O R T R ÄT S
T Ü L AY K U L A
PORTRAITS
40 / 41
PORTRELER
P O R T R ÄT S
T Ü L AY K U L A
PORTRAITS
42 / 43
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
4. ME ME T Ş A H I N
“H E R I KI TA R A F DA BIRBIRIND EN ETK ILEN IYOR”
4. ME ME T Ş A H İ N
„B E I D E S EI T EN FÄ RBEN AB.“
4. ME ME T Ş A H İ N
“BO T H S I DES T EN D TO RU B O F F O N EAC H OTHER.”
Memet Şahin’in ailesi birkaç yıl önce Didim’de bir
yazlık ev inşa ettiğinden beri zaman zaman tek başına ya da eşi Kadriye hanım ile birlikte yılda birkaç haftasını Ege kıyılarında geçiriyor. Memet Bey
1960 yılında Malatya’nın yakınındaki Eskiköy’de
doğdu. Daha on iki yaşındayken baba ocağını terk
etti, büyükannesi ve kardeşiyle birlikte Doğanşehir’e
taşındı. Orada kardeşiyle birlikte ortaokulu okudu.
Malatya’da politik faaliyetlerinden dolayı okuldan
atılana kadar iki yıl seçkin bir lisede okudu. Sonraki
iki yıl içinde Gazi lisesini bitirdi. Okulun yanı sıra
sol yayınlar satan bir kitapçıda çalıştı ve sol gruplar içinde aktif olarak yer aldı. Malatya’da sokak
ortasında saldırıya uğradı ve yaralandı. “1970’lerin
ikinci yarısı sabah evden çıktığında akşam eve sağ
dönüp dönemeyeceğini bilemediğin günlerdi” diye
hatırlıyor Memet Şahin. Onun için endişelenen
annesi, Memet Beyin haberi olmadan Almanya’ya
yolculuk planı hazırlıyordu. 1979’un sonbaharında
bavulunu topladı ve Berlin’e, dayısının yanına gitti.
Hiç kuşkusuz gitmek istemiyordu çünkü Türkiye’de
kalıp politik faaliyetlerine devam etmek istiyordu.
“ B I R Ç O K I N S A N I N H AYA T I N I
K U R TA R A B I L D I K . ”
Almanya’da yaptığı ilk şey hızlandırılmış
Almanca kursuna gitmek oldu. Berlin Teknik
Üniversitesi’nin hazırlık sınıfına kaydoldu çünkü
işletme okumak istiyordu. Fakat bambaşka şeyler oldu. 12 Eylül 1980 yılında Türkiye’de askeri
darbe oldu. Milli eğitim bakanlığı onun öğrenci statüsünü onaylamadı ve öğrenim işleri uzadı.
Zorunlu olarak çalışmaya başladı. Ve aynı politik
görüşten insanlarla birlikte Türkiye’deki askeri rejime karşı, baskı altında tutulanlar için mücadele
verdi. Bir ağın kurulmasına yardım etti ve sürekli
yollardaydı. Bunun için İsviçre Basel’e de geldi. Bu
şekilde birçok insanın hayatını kurtardık, diye anlatıyor Memet Şahin. Almanların ve İsviçrelilerin
dayanışması sayesinde yeni gelenler desteklendi. Bu insanların çok farklı hikâyeleri oldu, diye
devam ediyor Memet Bey. Örneğin bir arkadaşı
Almanya’da tıp okudu, ABD’de kendini geliştirdi ve
kariyer yapmayı başardı, kimileri ise insanlık dışı
Seit die Familie von Memet Şahin vor einigen Jahren in Didim ein Ferienhaus baute, verbringt er
­allein oder gemeinsam mit seiner Frau Kadriye einige Wochen im Jahr an der Ägäisküste. Geboren ist
er 1960 in Eskiköy, einem kleinen Dorf in der Nähe
von Malatya. Schon früh, als Zwölfjähriger, verliess er den elterlichen Bauernhof und zog, begleitet von der Grossmutter und seinem Bruder, nach
Doğanşehir, wo beide die Mittelschule besuchten.
Danach durchlief er in Malatya ein Elitegymnasium,
bis er nach zwei Jahren wegen seiner politischen
Aktivitäten von der Schule verwiesen wurde. Nach
weiteren zwei Jahren schloss er schliesslich in
Malatya das Gazi-Gymnasium ab. Neben der Schule
arbeitete er in einer Buchhandlung und war in einer
linken politischen Gruppierung aktiv. In Malatya
wurde er auf offener Strasse angegriffen und verletzt. „Die zweite Hälfte der 1970er Jahre war eine
Zeit, da ging man am Morgen aus dem Haus und
wusste nicht, ob man am Abend lebend nach Hause
kommen wird“, erinnert sich Memet Şahin. Seine
Mutter, immer in Angst um ihn, organisierte hinter seinem Rücken die Ausreise nach Deutschland.
Im Herbst 1979 packte Memet Şahin die Koffer und
reiste zu seinem Onkel nach Berlin. Widerwillig allerdings, denn er wollte in der Türkei bleiben und
sich dort politisch engagieren.
„WIR H AB E N SE H R
VIELEN DAS LEBEN
RETTEN KÖN N EN.“
Einen Intensivkurs in Deutsch war das erste, was er
in Deutschland machte. Danach schrieb er sich in
die Vorbereitungsklasse der Technischen Universität
Berlin ein, denn er beabsichtigte Betriebswirtschaft
zu studieren. Doch dann kam alles anders. Am 12.
September 1980 putschte in der Türkei das Militär.
Das türkische Erziehungsministerium bestätigte
ihm den Studentenstatus nicht und sein Studium
rückte in weite Ferne. Notgedrungen begann er eine
Erwerbsarbeit. Doch vor allem setzte er sich gemeinsam mit Gleichgesinnten für politisch Verfolgte in der Türkei ein. Er half, ein Netzwerk aufzubauen, war ständig unterwegs und besuchte auch aus
Ever since the family built a holiday home in Didim
a few years ago, Memet Şahin spends a few weeks
a year on the Aegean coast, alone or with his wife
Kadriye. Memet was born in Eskiköy in 1960, a small
village near Malatya. At the young age of twelve, he
left his parents’ farm and moved to Doğanşehir with
his brother and their grandmother, where the two
boys attended middle school. Afterwards he studied
at an elite high school for two years until he was expelled for his political activities. Two years later he
got his degree from Gazi High School in Malatya.
Beside school he worked at a bookstore and was politically active in a leftist group. In Malatya he was
assaulted and injured on the street.
“The second half of the 1970s was a time when
you didn’t know upon leaving the house whether
you would get back alive in the evening”, Memet
Şahin recalls.
The situation prompted his mother, who was in
constant fear for his safety, to arrange for his departure to Germany, behind his back. In the autumn of
1979, Memet Şahin packed his bags and travelled to
an uncle in Berlin, grudgingly though, because he
would have preferred to stay in Turkey and remain
politically active.
“ W E H E L P E D T O S AV E
MANY LIVES.”
The first thing he did in Germany was to take a crash
course in German. Afterwards he registered for the
prep-class at the Technical University of Berlin in
order to study economics. But things often do not
go as planned. On the 12 of September 1980 the military carried out a coup d’état in Turkey. The Turkish
department of education denied Memet Şahin student status, so a university education moved beyond
reach. Out of necessity he had to look for a job. But
above all, he, together with likeminded people,
fought for the rights of politically persecuted people in Turkey. He helped to establish a network, was
constantly on the move and consequently visited
Basel, Switzerland. “We helped to save many lives”,
Memet Şahin said looking back. Thanks also to the
solidarity of many German and Swiss people, he and
44 / 45
PORTRELER
işkencelerin yarattığı tahribatın üstesinden gelmeyi başaramadı, depresyona girdi.
“KIZIM SINIRI KAÇAK
OLARAK GEÇTİĞİNDE ON
BİR GÜN LÜKTÜ.”
Eşi Kadriye Hanımla politik aktiviteleri sırasında
tanıştı. O da Türkiye’deki siyasi mahkûmlar için mücadele veriyordu. Kendisi Dersimliydi, burası Doğu
Anadolu’da merkezi yönetime karşı direnen Kürt
bölgesi olarak bilinir. Politik aktiviteler her ikisinin
de hayatında önemli bir yere sahipti. Kadriye Hanım
hamile olduğunda bu onların hayatında büyük bir
değişim anlamına geliyordu. Baba olarak planladığı gibi Paris’e gidemedi, aksine Basel’de kaldı ve
Migros’un restoranında bulaşıkçılık işini kabul etti.
Eşi Kadriye Hanım sınırı kaçak olarak geçtiğinde
kızları on bir günlüktü. “Kızım dünyaya gelmişti ve
bir baba olarak sorumlu davranmak zorundaydım,”
diye açıklıyor Memet Şahin o zamanki kararını.
Mirgros’un onu otelcilik eğitimine gönderip ardından Türkiye’de Migros’un gastronomi alanını geliştirmesine yönelik iş teklifini politik nedenlerle geri
çevirdi. Daha sonra kalörifer tesisatçılığı dalında
lisanslı mesleki eğitimini bitirdi ve bu alanda birkaç
yıl çalıştı. 1991’de ücretsiz gazete Baslerstab’da bir
iş ilanı gördü: “Postacı aranıyor.” Onun postacılık
meslek hayatı böylece başlamış oldu. Bugün kanton
Baselland’daki Muttenz postanesinin dağıtım bölümünü yönetiyor.
“BEN HEP ARABULUCU
OLDUM.”
Ama politik bir çalışma olmadan Memet Şahin
Memet Şahin olamazdı. Bugün Basel şehrinin
belediye meclisinde yer alıyor ve yıllardan beri
Regenbogen derneğinin başkanı. Bu dernek
Türkiye'den gelenlere bilgisayar dersleri veriyor,
kültürel ve toplumsal sorunlarla ilgili toplantılar
organize ediyor, farklı kültürlerden gelen insanların bir arada daha iyi yaşayabilmesi için çaba sarf
ediyor. Memet Şahin kendisini birleştirici bir kişilik olarak tarif ediyor. “Her zaman içerisi ve dışarısı
arasında arabulucu oldum. Çemberi dışarıya açmaya çalıştım. Böylelikle çemberin dışında kalanların
çembere dahil olmalarına ön ayak olmaya çalıștım.
Her iki taraf da birbirinden etkileniyor. Entegrasyon
asla bitmez. Kuzey Avrupa’nın özeni ile Güney ülkelerinin rahatlığı birleşirse bu iyi oluyor.” O ve karısı
politik bağlarını aile hayatlarıyla gayet iyi bir şekilde birleştirdiler, diye düşünüyor Memet Bey. Her iki
çocuğu, Serpil ve Selim festivallerde, politik toplantılarda bulunuyorlar ve ne mutlu ki Türkçeyi de gayet iyi öğrendiler. Kendisi ve karısı Kürtçenin farklı
lehçelerini konuştukları için Türkçe aile dili oldu.
“GERIYE DÖNECEKLER
IÇIN BIR DANIŞMA
MERKEZI KURMAK
I ST I YO R U M .”
1996 yılında Şahin ailesi vatandaşlığa kabul edildi.
Memet Şahin çifte vatandaş olmak istemedi, çünkü
Türkiye’de askerlik yapmak istemiyordu. Türkiye’ye
yeniden yerleşmek ya da en azıdan yılın yarısını
Türkiye’de geçirmek fikri birkaç yıl önce aklına geldi
ve bu Gezi gibi yeni politik hareketlerin güçlenmesiyle ilintiliydi. Memet Şahin deneyimlerini, bilgi ve
birikimlerini sergileyebileceği bir alanda yeniden
çalışmak istiyor. “Aklımda iki proje var. Birincisi
Türkiye’deki sendikaların danışmanı olarak çalışmayı isterim. Daha şimdiden birtakım bağlantılar
P O R T R ÄT S
diesem Grund Basel in der Schweiz. Vielen hätten
sie durch ihre Hilfe das Leben retten können, sagt
Memet Şahin rückblickend. Dank der Solidarität
auch von Deutschen und Schweizern habe man die
Neu-Angekommenen unterstützen können. Ganz
Unterschiedliches sei aus ihnen geworden, führt er
aus: so habe beispielsweise ein Jugendfreund sein
Medizinstudium in Deutschland beenden können
und sich in den USA weiter qualifiziert, Karriere
gemacht, während andere sich nicht mehr zurecht
gefunden hätten, depressiv geworden seien und mit
psychosomatischen Krankheiten auf die unmenschlichen Erfahrungen reagiert hätten.
„ M E I N E TO C H T E R WA R
E L F T A G E A LT , A L S S I E
ILLEGAL ÜBER DIE
GRENZE KAM.“
Durch seine politischen Aktivitäten lernte er seine
Frau Kadriye kennen, die sich ebenfalls für die
Unterstützung der politischen Gefangenen in der
Türkei einsetzte. Sie stammt aus Dersim, einer für
den kurdischen Widerstand gegen die Zentralregierung bekannten Region in Mittelanatolien. Beide führten ein Leben als politische Aktivisten. Als
Kadriye schwanger wurde, bedeutete dies eine grosse Veränderungen in ihrem Leben. Der zukünftige
Vater ging nicht wie geplant nach Paris, sondern
blieb in Basel, nahm eine Stelle als Tellerwäscher
im Migros-Restaurant der Grün80 an. Seine Frau
Kadriye kam mit der elf Tage alten Tochter illegal
über die Grenze. „Ich war jetzt Familienvater und
musste nun Verantwortung übernehmen“, begründet
Memet Şahin seinen Entscheid im Nachhinein.
Ein Angebot der Migros, die ihn zum Hotelfachmann ausbilden wollte, damit er anschliessend in
der Türkei den Gastronomie Bereich der Migros
aufbauen würde, schlug er aus politischen Gründen
aus. Er absolvierte eine Lehre als eidgenössisch diplomierter Tankrevisor und arbeitete einige Jahre auf
diesem Beruf. Dann sah er Mitte der 1990er Jahre in
der Gratiszeitung Baslerstab das Inserat „Post sucht
Briefträger“. Seine berufliche Laufbahn bei der Post
nahm ihren Anfang. Heute leitet er die Poststelle
Muttenz im Kanton Baselland.
„ICH HABE IMMER
V E R M I T T E LT . “
Aber ohne politische Arbeit wäre Memet Şahin nicht
Memet Şahin. Heute sitzt er im Bürgergemeinderat
des Kantons Basel-Stadt und seit vielen Jahren ist er
Präsident des Vereins Regenbogen, der Sprach- und
Computerkurse für Migrantinnen und Migranten
aus der Türkei anbietet, Veranstaltungen zu kulturellen und gesellschaftlichen Fragen organisiert und
sich für ein besseres Zusammenleben der Menschen
aus verschiedenen Kulturen einsetzt. Memet Şahin
skizziert sich selber als eine integrative Person: “Ich
habe immer vermittelt zwischen innen und aussen.
Ich habe immer versucht, den Kreis zu öffnen und
gleichzeitig, diejenigen ausserhalb des Kreises reinzuholen. Beide Seiten färben ab. Integration hört nie
auf. Und wenn sich nordeuropäische Präzision mit
südländischer Gelassenheit mischt, ist das ganz gut.“
Das politische Engagement hätten er und seine Frau
gut mit ihrem Familienleben vereinbaren können,
meint er. Die beiden Kinder – Serpil und Selim –
seien an Festen, an politischen Veranstaltungen
immer dabei gewesen und glücklicherweise hätten sie auch gut Türkisch gelernt. Türkisch, weil er
und seine Frau Kadriye unterschiedliche kurdische
his group were able to support the newly arrived refugees. Their lives took many different courses, Şahin
recollects: a childhood friend from Turkey, for example, got his medical degree in Germany and went
on to continue his training in the USA; others were
not able to cope, became depressed and reacted to
the inhuman experiences they had suffered with
psychosomatic disorders.
“ M Y DAU G H T E R WAS
E L E V E N D AY S O L D W H E N
S H E I L L E G A L LY C R O S S E D
THE BORDER INTO
SWITZERLAND.”
It was through his political activities that he met his
wife Kadriye who also campaigned for political prisoners in Turkey. She was originally from Dersim, a
Kurdish region in Central East Anatolia, well known
for its resistance against the central government.
Both led a life as political activists. When Kadriye
became pregnant, it meant a big change to their
lives. Memet cancelled his planned move to Paris,
stayed in Basel and took on work as a dishwasher at
the Migros restaurant at Grün80. His wife Kadriye
crossed the border illegally with their daughter, who
was then eleven days old.
“I was a father now and had to accept responsibility”,
Memet Şahin explained his decision in hindsight.
He declined an offer from Migros to train as a hotel
manager with the aim of taking over a leading position in the company’s planned hotel and restaurant
enterprise in Turkey, for political reasons. Instead,
he completed an apprenticeship as certified oil
tank inspector and worked in this profession for
several years. In the mid 1990s he saw a job posting in the local newspaper Baslerstab: “Swiss Post
looking for postmen.”
The ad was the start of his professional career in the
Swiss postal service. Today he is head of the Muttenz
post office in Canton Basel-Landschaft.
“ I W A S A LW AY S A
M E D I AT O R . ”
Political work is part and parcel of Memet Şahin.
Today he is a member of the Citizens Council of
Canton Basel-Stadt. Additionally, he is president of
the organization “Verein Regenbogen” which offers
language and computer courses to immigrants from
Turkey and organizes events to address cultural and
social issues and promote a better understanding
between people of different cultural backgrounds.
Memet Şahin describes himself as an integrative and
embracing person:
“I have always mediated between differing social
groups, between inside and outside. I always try to
extend the circle and invite people from outside to
join in. Both sides influence each other. Integration
never ends but the meeting of northern European
diligence and southern European easy-going attitude actually provides a fertile ground.”
According to Memet, he and his wife have been able
to combine political activism with family life quite
well. His two children, Serpil and Selim, are always
present at festive or political events and have managed to pick up Turkish very well. Memet Şahin and
Kadriye agreed on Turkish as the family language because the parents speak different Kurdish languages.
MEMET ŞAHİN
kurmaya çalıșıyorum. İkincisi ise Türkiye’ye geri
dönecekler için her iki ülkede bir danışmanlık
merkezi kurmak isterim. Geriye dönenler çok fazla
beklenti içindeler ama sürekli olarak aldatılıyorlar
ve her şeylerini kaybediyorlar. İsviçre’ye geri dönüyorlar ve bu sosyal bir mesele haline geliyor. Bu yeni
bir olgu. Bu konuda bir şeyler yapmak gerekiyor.”
PORTRAITS
Sprachen sprechen würden und da habe sich Türkisch als Familiensprache aufgedrängt.
„ICH WILL EINE
B E R AT U N G S S T E L L E F Ü R
RÜCKKEHRER AUFBAUEN.“
1996 liess sich die Familie Şahin einbürgern. Memet
Şahin verzichtete auf die Doppelbürgerschaft, da er
kein Militär leisten wollte in der Türkei. Die Idee,
sich wieder in der Türkei niederzulassen, zumindest die Hälfte des Jahres dort zu verbringen, kam
vor einigen Jahren auf und hat mit dem Erstarken
neuer politischer Bewegungen in der Türkei, wie
der Gezi-Bewegung, zu tun. Memet Şahin sieht für
sich wieder sinnvolle Tätigkeitsfelder, in denen er
seine Erfahrungen, Kompetenzen und Kenntnisse
einbringen kann. „Ich habe zwei Projekte im Kopf.
Zum einen würde ich gerne als Berater der Gewerkschaften in der Türkei arbeiten. Da habe ich auch
schon Kontakte geknüpft. Zum anderen möchte
ich eine länderübergreifende Beratungsstelle mit
Büros in der Schweiz und der Türkei für Rückkehrer in die Türkei aufbauen. Rückkehrer sind überfordert, werden übers Ohr gehauen, verlieren alles.
Sie kommen wieder in die Schweiz und werden
Sozialfälle. Das ist ein neues Phänomen. Da gibt es
Handlungsbedarf.“
“ I W A N T T O E S TA B L I S H A N
I N F O R M AT I O N C E N T R E F O R
RETURNING MIGRANTS.”
In 1996 the Şahin family became Swiss citizens.
Memet Şahin renounced dual citizenship in order
to avoid having to do military service in Turkey.
At the same time, the idea of taking up residence
again in Turkey surfaced a few years back. Memet
Şahin’s idea of spending half a year there there was
in part triggered by the strengthening of new political movements in Turkey, for example, the Gezi
movement. Memet Şahin is looking for new fields
of activity where he can offer his expertise, competence and knowledge.
“I have two projects in mind. For one thing, I would
like to work as a consultant for the trade unions in
Turkey. I have actually already established contacts
with a few representatives. On the other hand, I
would like to establish an international information centre with offices in Switzerland and Turkey
to support returning migrants. They are often overwhelmed and people tend to cheat them out of all
their possessions. This prompts them to come back
to Switzerland where they become dependent on
social welfare. This issue is a new phenomenon that
needs dealing with.”
46 / 47
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEMET ŞAHİN
PORTRAITS
48 / 49
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
5. ME HM ET Y İ L Dİ R İM L İ
NE YAP T I Ğ I N I B I L EN, M ERAK L I VE Y ETENE KLI
5. ME HM ET Y İ L Dİ R İM L İ
ZI E L B E W U S S T , N EU G IERIG U ND BEG ABT
5. ME HM ET Y İ L Dİ R İM L İ
I N QUI SI T I V E, DET ERM INED AND G IF TED
Mehmet Yildirimli, Mühendis bir baba ve modacı
bir annenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya
geldi. Beş yaşındayken ailesiyle birlikte İsviçre’ye,
St.Gallen kantonundaki Niederwil’e yerleştiler.
“Anaokuluna gittiğimde sadece ‘evet’ ve ‘hayır’ diyebiliyordum, anne babam öyle derdi.” diye hatırlıyor Mehmet Bey konuşmamızda. Ama hızlı bir
şekilde St. Gallen Almancasını öğrendi çünkü dil
öğrenmek onun için asla zor olmadı diye devam
ediyor Mehmet Bey. Kendisinin yabancı dile yatkınlığı var ve çok dil biliyor. Yeni bir dil öğrenmeyi
seviyor. Mehmet Bey amaçları doğrultusunda okul
ve mesleki kariyerini başarılı bir şekilde sürdürdü.
İspanyolca öğrenmek için üç aylığına Sevilla’ya gittiğinde tek bir kelime Almanca konuşmamaya kararı
verdi. “Bu sayede çok iyi İspanyolca öğrendim,” diye
anlatıyor. Annesinin düzgün bir Türkçe öğrenmesinde ısrar etmesi onun şansına oldu. Bu sayede
İstanbul’da yaşadığı şu zamanlarda Türkçesini daha
da geliştirdi.
Mehmet Bey umut vaat eden ve meydan okuyan
yeni bir yola koyulmak söz konusu olduğunda fazla tereddüt etmeyen, yeni deneyimlere her zaman
açık biri. Pazarlama İletişimi Lisans Eğitimini tamamladıktan sonra sonra kimya alanında uzman
olan Ciba şirketinde çalışmaya başladı. Birkaç yıl
mesleki deneyim kazandıktan sonra 30 yaşından
önce Ekonomi alanında MBA yapma hedefini
gerçekleştirdi.
İş hayatını sürdürürken Stuttgart, Milano ve Lyon
şehirlerindeki ekonomi yüksek okullarında master
yaptı. MBA’den sonra Zürih’te bir Amerikan şirketine pazarlama yöneticisi olarak işe başladı. Ancak
iki yıl sonra şunu farketti: Değişim vakti gelmişti.
Mehmet Yildirimli bağımsız çalışmaya karar verdi
ve yeni kurulan bir kozmetik firması ve bir organizasyon ajansı için dışardan çalışmaya başladı.
Mehmet Yildirimli her zaman sanata ve kültüre
büyük ilgi duyuyordu. Büyük değişimler ve görüşmeler içinde olduğu o günlerde, Basel Sanat
Yüksekokulunda doçentlik yapan bir arkadaşı yeni bir bölümden bahsetti, “disiplinlerarasılık”. Arkadaşı bu bölümden bahsettiğinde önce
çok heyecanlandı ancak çok fazla şansı olacağını
In Istanbul als Sohn eines Ingenieurs und einer
Modefachfrau geboren, kam er als Fünfjähriger
mit seinen Eltern in die Schweiz, nach Niederwil
im Kanton St. Gallen. „Als ich in den Kindergarten kam, konnte ich einzig Ja und Nein sagen“ – das
zumindest hätten seine Eltern immer erzählt – erinnert sich Yildirimli in unserem Gespräch. Doch er
müsse dann sehr schnell St. Gallerdeutsch, gelernt
haben, denn die Sprache sei für ihn nie ein Problem
gewesen, fährt er fort. Yildirimli ist sprachgewandt
und lernt gerne neue Sprachen. Zielbewusst verfolgte er seine schulische und berufliche Karriere – als
er für drei Monate in Sevilla war, um Spanisch zu
lernen, nahm er sich vor, kein Wort Deutsch zu
sprechen: „So habe ich gut Spanisch gelernt.“ – erzählt er und zum Glück habe seine Mutter auf dem
Türkischen bestanden, auf einem gepflegten Türkisch, das er nun in seiner Istanbuler Zeit noch weiter verbessert habe.
Neugierig und mit viel Lust auf Unbekanntes
zögerte er nicht lange, wenn es darum ging, einen
neuen Weg einzuschlagen, der vielversprechender
und herausfordernder schien. Als er nach dem
Bachelor in Marketingkommunikation zunächst
bei der Ciba Spezialitätenchemie einstieg und einige Jahre Berufserfahrung sammelte setzte er sein
sich selber gesetztes Ziel, vor 30 noch einen MBA in
Ökonomie zu machen erfolgreich um. Berufsbegleitend absolvierte er den Masterstudiengang an den
Wirtschaftshochschulen in Stuttgart, Mailand und
Lyon. Nach dem MBA stieg er als Marketingleiter in
einer US-amerikanischen Firma in Zürich ein und
hatte es – wie Yildirimli es selber ausdrückt – nach
zwei Jahren gesehen.
Die Zeit sei reif gewesen für einen Wechsel. Er beschloss, sich selbständig zu machen und arbeitet als
Freelancer für eine Start-up Kosmetikfirma und
für eine Event-Agentur. Schon immer habe er sich
aber auch für Kunst und Kultur interessiert und in
dieser Zeit des Umbruchs und der vielen Gespräche,
habe ihm eine Freundin, die an der Hochschule für
Kunst in Basel doziere, von einem neuen Studiengang „Transdisziplinarität“ erzählt. Gereizt habe ihn
das schon, aber all zu viele Chancen habe er sich
Born as the son of an engineer and a fashion designer, Mehmet was five years old when his parents
moved to Niederwil, Canton St. Gallen, Switzerland.
“When I started pre-school, my German was limited
to the words ‘yes’ and ‘no’”, at least that is what his
parents told him. He remembers having had picked
up the St. Gallen dialect pretty quickly because
languages never really posed a problem for him.
Mehmet is proficient in different languages and he
loves to learn new ones. He pursued his education
and career persistently – when he studied Spanish
in Seville, for example, he vowed not to speak a
word of German during his three-month stay there.
“This is how I learned Spanish quite quickly”, he
said. Luckily his mother insisted that he kept up
his Turkish – proper Turkish – which has improved
steadily since living in Istanbul again.
Driven by curiosity and longing for new experiences, he never hesitated to take a new path if it
seemed more promising and challenging. After he
graduated in marketing communication, he gained
a few years of work experience at Ciba Specialty
Chemicals. He achieved his goal of completing an
MBA in economics before turning thirty. While
working he completed further programs at the universities in Stuttgart, Milan and Lyon. He started
work as a marketing director for an American firm
in Zurich but – in Yildirimli’s own words – he became fed up after two years.
Time was ripe for a career change. He decided to set
up his own business and began working as a freelancer for a start-up cosmetic company and an event
management agency. He has always been interested in art and culture. Then a friend, who teaches at
the FHNW Academy of Art and Design Basel, told
him about a new programme in Transdisciplinary
Studies. He was intrigued but he did not really think
he would get in, not least because he would first
have to complete a preparatory course.
“It was not my goal to get a second Master’s. I wanted
to escape the cookie-cutter thinking of the everyday
business world, to think outside the box and to understand how artists and designers think”, Yildirimli
explained.
50 / 51
PORTRELER
P O R T R ÄT S
This new programme in Transdisciplinary Studies
opened up new areas of thinking and new geographic and cultural fields. Together with a fellow
student, Mehmet applied at Swissnex Shanghai with
a project about the art and design network ChinaSwitzerland, with success. Originally he planned to
stay in China for six months, but it ended up being
three years. The two-and-a-half years as vice director at Swissnex proved a very valuable experience, “it
prepared me well for Turkey. I was introduced to the
Asian world and figured out what made it tick. Next
to that I developed a very good network”, he added.
PERSEVERANCE DESPITE
REJECTION
düşünmüyordu. Sanat Yüksekokulunda hazırlık
sınıfından başladığını orada okuyan arkadaşlarından biliyordu. “Amacım ikinci bir master yapmak
değildi. Amacım ekonominin düşünme tarzından
sıyrılıp büyük resme bakmak ve sanatçıları ve tasarımcıları anlamaktı.” Bu eğitim sayesinde Mehmet
Yildirimli için yeni alanlar açıldı, farklı coğrafyalar
ve kültürlerle tanışma fırsatı doğdu. Okuldan bir
arkadaşı ile birlikte İsviçre-Çin Sanat ve Tasarım
Ağı konusunda bir proje ile Swissnex Shanghai
firmasına başvurdular. Ve başarılı oldular. Çin’de
altı ay kalmayı planlarken bu süre 3 yıl oldu. İki
buçuk yıl Swissnex’te direktör olarak çalışmak ona
çok önemli deneyimler kazandırdı aynı zamanda
“Türkiye için iyi bir hazırlık oldu. Asya kültürünü
tanıma ve insanların düşünce tarzlarını anlama
fırsatı buldum ve çok iyi bağlantılar kurdum.” diye
anlatmaya devam ediyor.
E N G E L L E R E R AĞ M E N YO L A
D E VA M
Mehmet Yildirimli’nın mesleki kariyeri adeta masal
kitaplarındaki gibi çok renkli. Peki, hiç kırılmalar
olmadı mı? Ya Zorluklar? Merak ettim ve İsviçre’de
bir Türk ailenin çocuğu olarak neler yaşadığını sordum. “İlk vatandaşlık başvurumda yaşadıklarım
dışında kendimi asla bir yabancı gibi hissetmedim”
nicht erhofft – die Kunsthochschule, das habe er
von Freundinnen und Freunden gewusst, da beginnt man mal zuerst mit dem Vorkurs. „Mein Ziel
war es nicht, einen zweiten Master zu haben, mein
Ziel war es, vom Null-acht-Fünfzehn-Denken der
Wirtschaft wegzukommen und über den Tellerrand
hinauszuschauen und zu verstehen, wie die Künstler
und Designer ticken.“– erzählt Yildirimli. Durch
dieses Studium taten sich neue inhaltliche Felder
und neue geographische und kulturelle Horizonte
auf. Gemeinsam mit einem Kommilitonen bewarb
sich Yildirimli bei Swissnex Shanghai mit einem
Projekt über das Kunst- Design- Netzwerk China – Schweiz. Sie hatten Erfolg. Aus den geplanten
sechs Monaten China-Aufenthalt wurden für ihn
schliesslich drei Jahre. Die zweieinhalb Jahre als
Vize-Direktor von Swissnex seien eine sehr gute Erfahrung gewesen und „auch eine gute Vorbereitung
für die Türkei. Ich habe die asiatische Welt kennengelernt, gelernt, wie sie ticken und ich habe ein sehr
gutes Netzwerk aufgebaut“, fährt er fort.
TROTZ ABLEHNUNG
WEITERGEMACHT
Der berufliche Werdegang von Yildirimli liest sich
wie eine Bilderbuch-Karriere. Gab es keine Brüche?
Schwierigkeiten? – wollte ich wissen und fragte
Mehmet’s professional career sounds a bit like a
fairy tale.
“Did you never encounter difficulties, upsets of any
kind?” I wanted to know and asked him about
his experiences as a child with Turkish parents
in Switzerland.
“I never felt like a foreigner except when I applied for
Swiss citizenship”, he said, and then added that there
had been an episode before that, too. After primary
school, his parents initially wanted him to transfer
to Friedberg Secondary School in Gossau, but he
was not even admitted to the entry exam. The family
heard only indirectly from a neighbour, who taught
there, about the reason for his refusal. The school
board had denied him access because he would have
been the first, and only, Moslem in an exclusively
Christian school, a situation they did not want.
His father had been very upset, Mehmet remembers.
It did not bother Mehmet for all too long. He attended secondary school in Gossau and then went
on to high school in St. Gallen.
He was still in high school when he and his sister
applied for citizenship. It marked the beginning of
a process which would take several years. Initially
everything seemed to be progressing well. But one
day, while enquiring about the college programme
in Lausanne, he received a call from his sister. She
told him that a journalist had informed her that the
municipality of Oberbüren had rejected his application for citizenship. He was dumbfounded, could
not believe it, as he had always thought of himself
as being a Swiss citizen The vote had been close, the
result being confirmed only in the second round, he
heard later: twenty-one to twenty-one in the first
vote, twenty-one to twenty in the second round,
with one abstaining.
Neighbours and friends were shocked and could not
understand how this could have happened. Mehmet
researched the issue and discovered that although
the people in the village of Niederwil knew him, nobody knew him in Sonnental and Oberbüren. And
as the three villages together make up the municipality of Oberbüren, the majority of the citizens
entitled to vote had never heard of him. It seems
that his Turkish-sounding name had been enough
to frighten them off. In those days such decisions
required no explanation or justification.
L E A R N T F R O M PA S T
EXPERIENCE
This story taught him the importance of networking.
Nothing can be taken for granted. Today Mehmet
manages the Swiss Business Hub Turkey, which has
its office in the Swiss General Consulate in Istanbul.
He helps Swiss firms to establish themselves in
the Turkish market and promotes trade relations
MEHMET YİLDİRİMLİ
diye karşılık veriyor Mehmet Bey. Ve evet, bu olayın
aslında bir de öncesi varmış. Ailesi onu ilkokuldan
sonra Gossau’daki Friedberg yüksek dereceli lisesine göndermek istedi ancak sınava dahi alınmadı. Ailesi bunun nedenini o lisede ders veren bir
komşudan dolaylı olarak öğrendi. Okul yönetimi
Hıristiyanların çoğunlukta olduğu bir okulda onun
tek Müslüman olacağını ve bunun sorun olacağına
karar vermiş. Babam çok sinirlendi, diye hatırlıyor
Mehmet Bey. Kendisi bu konu üzerinde fazla durmadı, Gossau’daki normal liseyi bitirdikten sonra
St.Gallen’deki kanton okuluna gitti.
Kız kardeşiyle birlikte İsviçre vatandaşlığına başvurduğunda Mehmet Bey kanton okulunda öğrenciydi.
Böylece yıllar alacak bir süreç başladı ve her şeyin
yolunda göründüğü bir gün, Lozan’da gelecekteki
eğitimi hakkında araştırma yaptığı bir sırada kız
kardeşi telefonla onu aradı ve bir gazeteciden aldığı
habere göre onun vatandaşlık başvurusunun yüksek kurul tarafından reddedildiğini öğrendi. O gün
dünya başına yıkıldı, olanlara inanamadı, çünkü
kendini bir İsviçreli gibi hissediyordu.
Oylamayı kıl payı kaybetti ancak ikinci turda aleyhine karar verildiğini öğrendi daha sonra. İlk turda
21’e 21 oy, ikinci turda biri çekimser kalınca 21’e 20
oyla başvurusu reddedilmiş.
Yildirimli ailesi, komşuları ve tanıdıkları bu durum
karşısında dehşete düştü, olup bitene bir anlam veremediler. Mehmet Yildirimli bunun nedenini araştırdı ve Sonnental ve Oberbüren gibi aynı bölgeye
ait olan Niederwil köyünde bilindiğini ama diğer
köylerde bilinmediğini bulup çıkardı. Orada onu
kimse tanımadığı ve isimler sadece okunduğu için
bir Türk ismi hiç kuşkusuz “hayır” demek için yeterli olmuştu. O zamanlar karar hakkında herhangi
bir açıklama yapmak zorunlu değildi.
YA Ş AYA R A K Ö Ğ R E N M E K
Bu olay bana iletişim ağının ne kadar önemli olduğunu öğretti, diyor Mehmet Bey. Hiçbir sey
kendiliğinden olmuyor. Mehmet Yildirimli şuan
İsviçre’nin ihracatını destekleyen Switzerland
Global Enterprise’ın İstanbul temsilcisi ve İstanbul
İsviçre Konsolosluğunun bir parçası olan Swiss
Business Hub’ın yöneticiliğini yapıyor. İsviçreli
firmalara Türkiye’de ürünlerini satmalarında yardımcı olarak iletişim ağı kurmayı mesleği haline
getirdi. Mehmet Bey oldukça duyarlı, kendi özel
tecrübeleri sayesinde farklı kültürleri gayet iyi
tanı­yan; Türkiye, Çin, İsviçre ve ABD’deki iş ilişki­
leri hakkında derin bakış açılarına sahip biri. Aynı
zamanda Batı Avrupa ticaret kültürüyle (masada
oturmak, tartışmak, kurallarda anlaşmak ve yazılı
sözleşme yapmak) ne Türkiye’de ne Çin’de başarılı
işlere imza atılacağı anlamına gelmediğini tecrübe
etmiş biri. Karşılıklı güven için zamana ihtiyaç var,
diye açıklıyor Mehmet Bey. “İmzaların iki üç ay
sonra atılmasını tercih ederim çünkü sadece imza
Türkiye’deki firmalar için fazla anlam taşımıyor. Hiç
kuşkusuz anlaşma zorunlu ve önemli ama güven
çok daha önemli.”
PORTRAITS
nach seinen Erfahrungen als Kind türkischer Eltern
in der Schweiz.
„Ich habe mich eigentlich nie als Ausländer gefühlt,
ausser damals, bei meiner ersten Einbürgerung“,
entgegnet er. Und ja, da habe es noch eine Vor­
geschichte gegeben. Eigentlich hätten seine Eltern
ihn nach der Primarschule gerne auf das Gym­
nasium Friedberg in Gossau geschickt, doch da sei
er nicht einmal zur Aufnahmeprüfung zugelassen
worden. Die Begründung dafür erfuhr die Familie
nur indirekt von einem Nachbarn, der an diesem
Gymnasium unterrichtete. Die Schulleitung habe
gefunden, dass er der erste Moslem wäre unter
lauter Christen und das würde nicht gehen. Sein
Vater sei aufgebracht gewesen, erinnert er sich. Ihn
selber habe es nicht lange beschäftigt. Er habe die
Sekundarschule in Gossau besucht und sei danach
in die Kantonsschule in St. Gallen gegangen.
Er war noch in der Kantonsschule, als er zusammen
mit seiner Schwester den Antrag auf das Schweizer
Bürgerrecht stellte. Ein mehrjähriger Prozess begann und alles schien auf bestem Wege zu sein, bis
just an jenem Tag, als er sich in Lausanne über sein
zukünftiges Studium informierte, seine Schwester
anrief, um ihm mit zu teilen, dass sie von einer Journalistin erfahren habe, dass sein Antrag auf Einbürgerung von der Gemeinde Oberbüren abgelehnt
worden sei. Aus allen Wolken sei er gefallen, habe
es nicht glauben können, denn gefühlt habe er sich
schon immer als Schweizer.
Die Abstimmung sei knapp ausgefallen und erst
im zweiten Durchgang entschieden worden, hörte
er im Nachhinein. 21 zu 21 Stimmen im ersten, 21
zu 20 Stimmen bei einer Enthaltung, im zweiten
Durchgang.
Nachbarn, Freundinnen, Bekannte der Familie
Yildirimli waren entsetzt – begriffen nicht, wie es so
kommen konnte. Mehmet Yildirimli forschte nach
und fand heraus, dass er zwar in Niederwil, einem
Dorf, das wie Sonnental und Oberbüren zur Gemeinde Oberbüren gehört, bekannt war, aber nicht
in Sonnental und Oberbüren. Da habe ihn niemand
gekannt und da einzig die Namen runtergelesen
wurden, genügte wohl ein türkischer Name für ein
Nein. Begründungen für die Entscheide mussten
damals keine vorgebracht werden.
­
A U S E R FA H R U N G E N
GELERNT
Diese Geschichte habe ihn gelehrt, wie wichtig
das Netzwerken sei. Nichts sei selbstverständlich.
Yildirimli, leitet heute den Swiss Business Hub in
Istanbul, der die Schweizerische Exportförderung
Switzerland Global Enterprise im Land repräsentiert und der Teil ist des Schweizer Generalkonsulates in Istanbul. Er hilft Schweizer Firmen, ihre
Produkte in der Türkei zu verkaufen, und hat damit
das Netzwerken zu seinem Beruf gemacht. Er ist
sensibilisiert und kennt kulturelle Unterschiede
aus eigener Erfahrung, hat sich einen Einblick verschafft in lokale Businesswelten in der Schweiz, in
China, den USA und der Türkei. Und er hat gesehen,
dass sich mit der westeuropäischen Verhandlungskultur – am Tisch sitzen, diskutieren, Regeln vereinbaren und unterschreiben – keine erfolgreichen Geschäfte abschliessen lassen – weder in China noch
in der Türkei. Es brauche Zeit und Vertrauen erklärt
er: „Lieber zwei, drei Monate später unterschreiben.
Denn nur das Unterschreiben bedeutet für Unternehmerinnen und Unternehmer in der Türkei nicht
sehr viel. Klar ein Vertrag ist unabdingbar und
wichtig, aber das Vertrauen ist viel wichtiger.“
between Turkey and Switzerland. Thus he has made
networking his profession. He is sensitive to cultural differences from own experience, having gained
insight into the world of business in Switzerland,
China, USA and Turkey. These insights have made
him realize that the Western culture of negotiation –
finding solutions through discussions, negotiating
agreements and signing contracts – is not enough.
Building up true and trusted relationships is more
essential. “Rather sign two or three months later, because signatures alone do not mean much to business people in Turkey. Of course contracts are important, but trust is imperative”, Mehmet concludes.
52 / 53
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
54 / 55
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
56 / 57
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
58 / 59
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MEHMET YİLDİRİMLİ
PORTRAITS
60 / 61
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
6. HAR U N DO Ğ A N
“SAD E C E O R I J I NA L H IK ÂY EL ER O RTAYA KOYUYORUM.”
6. HAR U N DO Ğ A N
„I C H MACH E N U R AU TH ENTIS C H E G ES C H ICHTEN .“
6. HAR U N DO Ğ A N
“I C R E AT E AU T H EN TIC S TO RIES O NLY.”
Kasım 2014’te yağmurlu ve soğuk bir gün. Sanatçı
ve girişimci Harun “Shark” Doğan’la Galata semtindeki atölyesinde buluşuyorum. Harun Doğan 1972
yılında Luzern’de Türk işçi bir ailenin oğlu olarak
dünyaya geldi ve kanton Luzern’deki Eschenbach’ta
büyüdü. Ama ilk iki yılı ailesinin memleketi olan
Eskişehir’de teyzesinin yanında geçirdi. “Klasik bir
göç hikâyesi,” diyor Harun Doğan. “Babam yurt­
dışındaki kalifiye işçilerle ilgili birçok iş ilanına başvurdu. Von Roll’da tesviye ustası olarak iş buldu ve
annem de onun ardından iki yıl sonra Eschenbach’a
gitti.” Babasının yurtdışına gitme cesaretinden
memnun çünkü bu sayede gelişimi için iyi bir başlangıç yapma şansını elde etti.
“ O N B I R YA Ş I N D AY K E N
TA K I K O L E K S I Y O N U M L A
I L K PA R A M I K A Z A N D I M . ”
Harun Doğan henüz anaokuluna gitmeden önceki
çocukluk anılarını çok net ve de severek hatırlıyor.
“Anahtar çocuk” (ailesi çalıştığı için gün boyu yalnız kalan çocuklar için kullanılan bir tabir) olarak
Brunner ailesinde çok sık kalıyordu. “Dört cüretkâr ve ilginç çocuğun ve bir kızın olduğu, deneysel,
eğlenceli ve gürültülü bir aileydi. Çok çılgın oyunlar oynuyordurk. Bu hoşuma gidiyordu.” Bu kırsal
çevrede büyüdüğüne memnun, ona karşı ırkçı bir
deneyim yaşamadı. “Ailemin farklı olduğunu zaten
biliyordum. Dışarıda arkadaşlarımla birlikteyken
bunun bir önemi yoktu. Çok hızlı dostluk kuruyordum.” Öğretmenleri de onu seviyordu, bazı derslerde başarılıydı ama tembeldi. Ailenin katı disiplini
de bir etki yapmıyordu çünkü çeviriyi zaten kendisi
yaptığından (ailesi çok az Almanca konuşabiliyordu) veli toplantılarını istediği gibi yönlendirebiliyordu. Okul için ders çalışmaktan yapılacak çok
daha enteresan şeyler vardı. Örneğin babasının
tam teşekküllü atölyesinde olduğu gibi. Fikirlerini
gerçekleştirmesi için babasının ona gerekli aletleri
sağlamış olmasını hiçbir şekilde unutmuş değil.
“Eski Cola ve Fanta kutularından hippi küpeleri ve
özel takılar yaptım. Bunlardan iki tanesini sınıfın
en güzel kızlarına hediye ettim. Sonra patlama oldu.
Herkes bu küperlerden istedi. Tanesini yedi Frank
Ein nasskalter Tag im November 2014. Den Künstler und Unternehmer Harun „Shark“ Doğan treffe
ich in seinem Atelier im Galata-Quartier. Harun
Doğan kommt 1972 in Luzern als Sohn einer tür­
kischen Gastarbeiterfamilie auf die Welt und wächst
in Eschenbach im Kanton Luzern auf. Die ersten
zwei Lebensjahre verbrachte er allerdings bei einer
Tante in Eskişehir, dem Heimatort seiner Eltern.
„Eine klassische Migrationsgeschichte“, meint er
dazu, „mein Vater bewarb sich auf eine der vielen
Stellenangebote für Facharbeiter im Ausland und
nahm eine Stelle als Feinmechaniker bei Von Roll an
und meine Mutter folgte ihm nach zwei Jahren nach
Eschenbach.“ Er sei froh, dass der Vater den Mut gehabt habe, auszuwandern und damit auch für seine
Entwicklung gute Startchancen geschaffen habe.
A cold wet November day in 2014. I meet the artist
and businessman Harun “Shark” Doğan in his studio in the Galata quarter of Istanbul.
Harun Doğan was born in Lucerne as the son of a
Turkish migrant worker family in 1972. He grew
up in Eschenbach in Canton Lucerne but spent the
first two years of his life with his aunt in Eskişehir,
Turkey, his parents’ native city.
“A classic story of migration,” he says. “My father applied for one of the many jobs for skilled employees
on offer abroad and accepted a position as precision
mechanic at Von Roll. My mother followed him to
Solothurn two years later.” Harun Doğan is happy that his father had the courage to emigrate and
thereby create a good foundation for his son’s personal and professional development.
„ I C H WA R E L F U N D
VERDIENTE MEIN ERSTES
GELD MIT EINER
SCHMUCKKOLLEKTION.“
“ I WAS E L EV E N A N D
EARNED MY FIRST
MON EY WITH A JEWELRY
COLLECTION.”
Harun Doğan erinnert sich gut und gerne an die
Zeit, in der er als kleiner Junge, noch bevor er in
den Kindergarten ging, sich als sogenanntes Schlüsselkind oft bei der Familie Brunner aufhielt. „Es war
eine progressive, lustige und laute Familie mit vier
frechen und interessanten Jungs und einem Mädel
und wir haben die verrücktesten Spiele gemacht.
Das gefiel mir.“ Überhaupt sei er froh, dass er in
diesem ländlichen Umfeld aufgewachsen sei, Ressentiments gegen ihn als Ausländer habe er nicht
erfahren. „Ich wusste schon, dass unsere Familie
anders ist. Draussen mit meinen Kumpels spielte
das keine Rolle. Ich schloss schnell Freundschaft­
en“. Auch bei den Lehrern sei er beliebt gewesen,
in einzelnen Fächern auch gut, aber faul. Da habe
auch die Strenge der Eltern nichts bewirken können
und die Lerngespräche habe sowieso er als Übersetzer – die Eltern konnten nur wenig Deutsch – in der
Hand gehabt. Es habe einfach sehr viel Interessanteres zu tun gegeben als das Lernen für die Schule.
Zum Beispiel in der top ausgerüsteten Werkstatt
seines Vaters. Er rechne es seinem Vater heute noch
hoch an, dass er ihm das handwerkliche Rüstzeug
Harun Doğan has fond memories of his time before
attending kindergarten, when he stayed with the
Brunner family as a so-called latchkey child.
“It was a progressive, funny and loud family with
four bold and interesting boys and one girl. We often played the craziest games. I loved that.”
If anything, he was happy to have grown up in this
rural environment, where he never experienced any
animosity towards him as a foreigner.
“I already knew that our family was different. But
when I played outside with my pals, it never mattered. I always made friends quickly.”
His teachers liked him too, he excelled in some subjects, but he was lazy. Even his parents’ strictness
could not change anything because of their limited
knowledge of German. As their translator during
parent-teacher meetings Harun controlled the conversation with his teachers. He had so many more
interesting things to do than study for school, for
example busy himself in his father’s well equipped
workshop. To this day Harun Doğan holds his father
in high regard for providing him with the technical
knowledge and skills for the realization of his ideas.
62 / 63
PORTRELER
karşılığında sattım. Talebi karşılamakta güçlük
çekiyordum.”
Harun meraklı bir çocuktu ve on iki yaşındayken
bilgisayar dergileri okuyordu. 1985 yılında, on üç
yaşındayken okul temizliği yaparak kazandığı parasıyla Manor’dan Commodor 64 satın aldı. Ortaokul
öğretmeni bugün hala Harun’un ona bir bilgisayar’ın nasıl çalıştığını anlattığı günleri hatırlıyor.
P O R T R ÄT S
für die Umsetzung seiner Ideen vermittelt habe.
„Aus alten Cola- und Fanta-Dosen stellte ich Hippie
Schmuck her, Ohrringe. Zwei davon schenkte ich
den schönsten Mädchen in der Klasse. Dann ging’s
los. Alle wollten diese Ohrringe, das Stück für sieben Franken. Ich kam fast nicht mehr nach mit dem
Produzieren.“
Er war ein neugieriges Kind, las mit zwölf Computerzeitschriften und kaufte sich 1985 als Dreizehnjähriger bei Manor von seinem eigenen Geld, das
er mit Schulhaus-Putzen verdient hatte, einen Commodore 64. Noch heute erinnere sich sein Reallehrer daran, wie er ihm damals erklärt habe, wie ein
Computer funktioniere.
„SCHON ALS TEENIE
WUSSTE ICH, HIP HOP
IST MEIN DING.“
“DAHA ILK GENÇLIK
YILLARIMDA HIP HOP’UN
BANA GÖRE OLDUĞUNU
B I L I YO R D U M .”
On dört yaşında heyecanlı bir patenci olarak Luzern
şehri onu çekmeye başladı. Orada aynı kafadan arkadaşlarıyla Hip Hop ortamı yarattılar ve sonraki
yıllara damgalarını vurdular. Break dansçısı ve graffiti sanatçısı “Shark” olarak Luzern’in sınırlarının
ötesinde adını duyurdu. 1988’te Ice-T’nin “Colors”
albümü çıktığında Harun Doğan Luzern’de o güne
kadar ki en büyük Hip Hop partisini organize etti ve
1991’den itibaren dünyanın ilk renkli baskı grafitti
dergisi “Make’t’Better”ı yayınladı.
Yaklaşık yirmi yaşında bağımsızlığını kazandı ve
Hip Hop kültürüne olan tutkusunu mesleğe dönüştürdü. İlk sokak-sanat-moda markalarından
biri olan “wrecked industries” adlı firmayı kurdu.
Grafitti sanatçısı olarak anlaşmalar yaptı, tuval
üzerine grafitti, sprey boya ile binaların dış cephe duvarlarına dev grafittiler yaptı, grafik programları öğrendi, tişörtler için tasarım hazırlayıp
baskı yaptı ve 1990’lı yıllarda bütün Avrupa’da
yaklaşık 45 dükkanda satılan özel bir moda koleksiyonu yarattı. Isviçre’nin efsanevi Hip Hop grubu
“wreckedmob”un kurucusu olarak grubun menajerligini yaptı ve kendine ait bir plak şirketi vardı.
“Sürekli yoldaydım, turnelerdeydim ve birçok parti
düzenledim, konserler verdim, resim yaptım, her
şeyi Hip Hop adına yaptım. 2002’de her şeyi kestim.
Kafam kazan gibi olmuştu. Şirketi sattım, Luzern’i
terk ettim, Zürih’e taşınıp her şeye yeniden başladım,” diye anlatıyor Harun Doğan.
Zürih’te grafik ve tasarıma yoğunlaştı, “Icon
Lab” şirketini ve 2009’da ise Grafik Tasarım ajansı
“Rawcut Desing Studio”yu kurdu.
Als Vierzehnjähriger und begeisterter Skater zog es
ihn in die Stadt, nach Luzern, wo er mit Gleichgesinnten die Hip Hop Szene begründete und diese in
den folgenden Jahren wesentlich prägte. Er machte
sich als Breakdancer und Graffiti-Künstler „Shark“
einen Namen weit über Luzern hinaus. 1988, als
Ice-T‘s Album „Colors“ erschien, organisierte Harun­
Doğan die bis dato grösste Hip Hop Party in
Luzern und ab 1991 publizierte er «Make`t`Better» –
das erste Graffiti-Magazin der Welt in Farbe.
Mit knapp zwanzig Jahren machte er sich selbständig und seine Leidenschaft für die Hip Hop Kultur
zum Beruf. Er gründete die Firma „wrecked industries“, eine der ersten Street-Art-Fashion Brands.
Er erhielt Aufträge als Graffiti-Künstler, malte auf
Leinwand und besprayte ganze Hauswände, brachte sich Grafikprogramme bei, bedruckte T-Shirts
und kreierte eine eigene Modekollektion, die in
den 1990er Jahren in rund 45 Läden in ganz Europa
verkauft wurde. Er war Manager und Gründer der
legendären Schweizer Hip Hop Band „wrecked
mob“ und hatte ein eigenes Plattenlabel. „Ich war
viel unterwegs, auf Tournee, habe viele Partys organisiert, Konzerte gegeben, gemalt, viel gemacht –
alles im Namen von Hip Hop. 2002 musste ich
einen Schnitt machen. Es begann mir alles, über den
Kopf zu wachsen. Ich verkaufte die Firma, verliess
Luzern, zog nach Zürich und begann neu“, erzählt
Harun Doğan In Zürich konzentriert er sich auf
Grafik und Grafikdesign, gründet die Firma „Icon
Lab“ und 2009 die Grafikdesign-Agentur „Rawcut
Design Studio“.
„MICH INTERESSIERTE
SCHON IMMER
‚DAS ANDERE‘.“
Die Idee, in Istanbul ein zweites Studio aufzubauen,
trug er jahrelang im Kopf herum. Doch nie fand
er die richtigen Partner. Die Türkei kannte Harun
Doğan als Kind von den Ferien bei den Verwandten in Eskişehir. Später habe die Familie dann eine
Ferienwohnung in Ayvalık gekauft und sie hätten
jeweils noch zwei Wochen am Meer verbracht. Erste geschäftliche Kontakte habe er Mitte der 1990er
Jahre gehabt, als er gemeinsam mit einem Secondo,
der in die Türkei zurückging, eine Produktion im
Textilbereich gestartet habe. Die Zusammenarbeit
sei schwierig gewesen und er habe sie nach einigen
Jahren beendet. Doch der Kontakt zur türkischen
Bekleidungsindustrie blieb und verhalf zu einigen
grossen Aufträgen, zum Beispiel vom türkischen
Kleiderlabel Colins. Istanbul liess ihn nicht mehr los.
Harun Doğan fand in seinem Schwager, der
“I made hippie jewelry like earrings from old Coca
Cola and Fanta soda cans. I gave two pairs to the
most beautiful girls in class, which started the demand. I charged seven Swiss Franks a pair and
struggled to produce them fast enough.”
As a child Harun was filled with curiosity. He read
computer magazines at the age of twelve. In 1985,
when he was fourteen, he bought a Commodore 64
with the money earned from cleaning the school
halls. His secondary school teacher still remembers how Harun Doğan taught him the workings
of a computer.
“A L R E A DY A S A T E E N A G E R ,
I K N EW H I P H O P WAS M Y
THING.”
As a fourteen year old enthusiastic scater he was
drawn to the city, more specifically to Lucerne,
where he founded the Hip Hop scene with likeminded youths and influenced it profoundly in the
following years. He made a name for himself beyond Lucerne as the break-dancer and graffiti artist
“Shark”. In 1988, when Ice-T’s album “Colors” was
released, Harun Doğan organized the then biggest
Hip-Hop party in Lucerne. In 1991 he began publishing “Make’t’Better,” one of the first graffiti magazines in color worldwide.
When he was barely twenty years old he became an
entrepreneur and made his passion for Hip-Hop
culture his profession. He founded the company
“Wrecked Industries,” one of the earliest street art
fashion brands. He received commissions as a graffiti, made paintings on canvas, sprayed entire house
walls, taught himself graphic programs, printed
t-shirts and created his own fashion collection,
which sold in forty-five shops in different European
countries. Harun was co-founder and manager of
the legendary Swiss Hip-Hop band “Wrecked Mob”
and had his own record label.
“I toured a lot, organized many parties, played concerts, painted, everything in the name of Hip Hop.
In 2002 I had to stop. Things started to get out of
hand. I sold the company, left Lucerne for Zurich
and started all over,” Harun Doğan says.
In Zurich he focussed on graphic design. He founded the company “Icon Lab” and in 2009 the graphic
design agency “Rawcut Design Studio.”
“ I W A S A L W AY S
INTERESTED IN ‘THE
OTHER’.”
For years he had had the idea in mind to open another studio in Istanbul but never found the right
partners. Harun Doğan knew Turkey from school
holidays spent with relatives in Eskişehir. Later his
family bought a vacation home in Ayvalık where he
would enjoy an additional two weeks on the coast
with his family. Harun had established his first
business contacts in the mid 1990s, when he began
to produce textiles together with a “Secondo” (the
name for second generation migrant children) who
had gone back to Turkey to start a textile manufacturing business. The collaboration was difficult and
Harun ended it after a few years. But contacts to the
Turkish fashion industry remained and they helped
him to land a number of huge commissions, for example for the Turkish fashion label Colin’s. By that
time he could not let go of Istanbul anymore.
In 2012 Harun Doğan partnered up with his brother-in-law, a graphic designer and ideal partner, as it
HARUN DOĞAN
“‘DIĞERİ’ HER ZAMAN
I LG I M I Ç E K M I ŞT I R .”
İkinci reklam ajansını İstanbul’da açma fikri yıllardır
kafasında vardı. Ama uygun bir ortak bulamıyordu.
Harun Doğan çocukken ailesiyle tatil zamanlarını
Eskişehir’deki akrabalarının yanında geçirdiğinden
Türkiye’yi tanıyordu. Daha sonra ailesi Ayvalık’ta
bir yazlık satın aldı ve yazları iki haftalarını deniz
kenarında geçirmeye başladılar. İlk mesleki ilişkilerini 1990’ların ortasında kurdu. Türkiye’ye geri dönen bir arkadaşıyla tekstil alanında ortak bir şeyler
yapmaya başladı. Birlikte çalışmak zor oldu ve bu
ilişkiye birkaç yıl sonra son verdi. Ama Türk giyim
endüstrisiyle bağlantıları vardı ve bu sayede birkaç
büyük iş aldı. Örneğin Türk giyim markası Colins
gibi. Artık İstanbul peşini bırakmıyordu.
Harun Doğan bu iş için ideal olan ve kendisi gibi
grafik tasarımcı olan kız kardeşinin eşi ile ortaklık
kurunca “Rawcut Design Studio Istanbul” hayata
geçti. O zamandan beri her ay birkaç günlüğüne
İstanbul’a geliyor. İşinde başarılı olmak için her iki
kültürü tanımak önemli: “Burada beş İsviçreli’nin
oturduğunu düşün. Bu bir işe yaramaz” diyor ve fikrini şöyle açıklıyor: “Doğru kelimeleri seçmek gerekir, İsviçre’deki yöntemlerle burada çalışılamaz,buradaki insanların düşünce tarzını iyi bilmek gerekir.
Müşterilerimizle birlikte dışardan gelen bilgiyi kendi içimizdeki iş bilgisi ile ve arzu edilen amaçlarla
ilişkilendirmeyi başarırsak amacımıza ulaşmış oluruz. Söz konusu olan orijinallik. Herkes modern ve
Avrupalı olmak istiyor ve bunu kopya ediyor. Ama
bizim işimizde kendine özgü olanı bulmak, farklı
olan ile otantik bir hikaye yaratmak, yeniyi ve kendi
kimliğini bulmak esas olan.”
2015’in sonundan itibaren kız kardeşi Aylin,
“Rawcut”un İstanbul’daki şubesinde çalışmaya başlıyor ve “aile şirketi” ile çember tamamlanıyor.
PORTRAITS
ebenfalls Grafiker ist, den idealen Geschäftspartner
für das „Rawcut Design Studio Istanbul“. Seither
reist er jeden Monat für einige Tage nach Istanbul.
Für den Erfolg seiner Arbeit, sei es wichtig, beide
Kulturen zu kennen: „Stell dir vor, hier würden fünf
Schweizer sitzen. Das funktioniert nicht“, sagt er
und begründet seine Meinung so: „Man muss die
richtigen Worte wählen, man kann nicht mit den
gleichen Methoden arbeiten, muss wissen, wie sie
ticken. Wenn es uns gemeinsam mit unseren Kunden gelingt, das Knowhow von aussen mit dem
Knowhow von innen und dem angestrebten Ziel zu
verbinden, dann sind wir erfolgreich. Es geht um
Authentizität. Alle wollen modern, europäisch sein
und kopieren. Doch in unserer Arbeit geht es darum, das eigene Ding zu finden, das Andere, die authentische Geschichte, es geht um eine neue, eigene
Identität.“ Und wieder schliesst sich der Kreis: Seit
Ende 2015 arbeitet seine Schwester Aylin auch in der
Istanbuler Filiale von Rawcut und die Geschichte
des "Familienbetriebs" nimmt seinen Lauf...
turned out. Together they founded “Rawcut Design
Studio Istanbul”. He has been going to Istanbul for a
few days each month ever since. It is important for
his business success to know both cultures.
“Imagine five Swiss people in charge of this company.
It wouldn’t work,” he says and explains:
“You must choose the right words, you cannot use the
same methods, you need to know how they think. If
together with our client we manage to combine the
knowledge from the outside with the knowledge
from inside to reach the aspired goal we’ll be successful. It is all about authenticity. Everyone wants
to be modern, European, and they want to copy. But
in our line of work it is essential to find your own
way of doing things, the other, the authentic story; it
is about your own new identity.”
And so we have come full circle: Since the end of
2015 Harun’s sister Aylin has been working in the
Istanbul branch of “Rawcut Istanbul” and a new historic tale of a “family business”.
64 / 65
PORTRELER
P O R T R ÄT S
HARUN DOĞAN
PORTRAITS
66 / 67
PORTRELER
P O R T R ÄT S
HARUN DOĞAN
PORTRAITS
68 / 69
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
7. İ SMİ H A N TO PAÇ
“H E R ZA M A N N E DÜŞ Ü ND Ü Ğ Ü M Ü S Ö Y LED IM.”
7. İ SMİ H A N TO PAÇ
„IC H HAB E I M M ER G ES AG T, WAS IC H D ENKE.“
7. İ SMİ H A N TO PAÇ
“I HAV E A LWAYS S PO K EN M Y M IND.”
İsmihan Topaç 1970 yılında St.Gallen kantonuna
bağlı Grabs’ta, bir Türk işçi ailesinin üçüncü çocuğu
olarak dünyaya geldi. Babası Flawil’de Bühler firmasında metal tesviyecisi olarak çalıştı. Annesi daha
çok ev hanımıydı ama zaman zaman HABIS (1995
yılında faaliyetine son verdi) ve FLAWA isimli tek­
stil fabrikalarında çalıştı. İsmihan, Flawil’de ormanın kenarında bir apartmanda büyüdü. “On iki kişilik bir gruptuk, ormanda ve nehrin kenarında oyun
oynardık. İtalyan bir aile dışında herkes İsviçreliydi.”
Babasının kurucuları arasında yer aldığı dernekte
Türkiye’den gelen diğer ailelerle iletişim kuruyorduk, diye anlatıyor İsmihan Topaç.
Topaç ailesi yaz tatillerini İstanbul’da geçiriyordu.
Babası İstanbul’daki evini yeniliyordu ve çocuklar
çok sıkılıyordu. Deniz kenarında kampa gitmeyi
heyecanla bekliyorlardı. Daha sonra babası karısı
ve çocuklarının ısrarı üzerine bir yazlık satın aldı.
Ondan sonra yaz tatilleri keyifli bir hal aldı, diye anlatıyor İsmihan Hanım. Ancak uzun yolculuk zahmetli oluyordu. Çocukken arabayla Bulgaristan’dan
geçerken korkunç bir kaygı duyuyorlardı. Çok tehlikeli olduğu söylenen yolda babası 400 kilometre
boyunca asla durup mola vermezdi.
“OKULU TÜRKIYE’DE
KEŞFETTIM.”
Babası İsviçre’de 55 yaşında erken emekli olup 1986
yılında İstanbul’a dönmeye karar verince o da ailesiyle birlikte dönmek zorunda kaldı. Daha sonra,
diyor İsmihan Topaç, bu karardan memnun oldum.
İstanbul’da Anadolu lisesinin edebiyat bölümünde
okudu. Türk devletinin Avusturya, Almanya ve
İsviçre’de çalışan işçi ailelerinin çocukları için özel
olarak kurduğu bir liseydi bu. Derslerin bir kısmı
Almanca, bir kısmı Türkçe veriliyordu. Başlangıçta
bu hiç kolay olmadı, tüm bu değişim kültür şoku
yaşamasına neden oldu: Okul üniformaları, disiplin
ve Türkçe. Hepsi onun için yeniydi. Ama o bütün bu
meydan okumaların üstesinden gelip iyi bir öğrenci
olmayı başardı. Ve anlatıyor: “İsviçre’de okul benim
için önemli değildi, sadece geçmem gerekiyordu.
Herkes, zaten sadece meslek okuluna devam edebileceğimi, başka şansım olmadığını söylerdi. Ancak
Ismihan Topaç kam 1970 in Grabs, Kanton St.
Gallen, als drittes Kind einer türkischen Gastarbeiterfamilie auf die Welt. Der Vater arbeitete als Konstruktionsschlosser bei der Firma Bühler in Flawil, die
Mutter war hauptsächlich Hausfrau und zeitweise in
den Textilfabriken HABIS, die ihren Betrieb 1995
einstellte, und FLAWA tätig. Aufgewachsen ist sie in
Flawil, in einem Mehrfamilienhaus, oben am Wald­
rand. „Wir waren eine Gruppe von zwölf Kindern,
waren viel draussen im Wald, spielten am Bach. Es
gab noch eine italienische Familie, sonst waren alles
Schweizer.“ Den Kontakt zu anderen Familien aus
der Türkei hätten sie im Verein, den der Vater mitbegründet hatte, gepflegt, erzählt Ismihan Topaç.
Die Sommerferien verbrachte die Familie in
Istanbul, der Vater renovierte sein Haus, die Kinder
hätten sich gelangweilt und konnten die Tage auf
dem Campingplatz am Meer kaum erwarten. Später
habe der Vater auf Drängen der Kinder und seiner
Frau eine Ferienwohnung gekauft. Sie habe sich gefreut auf die Sommerferien, erzählt Ismihan Topaç.
Nur die lange Reise sei mühsam gewesen. Sie hätten
als Kinder immer schreckliche Ängste ausgestanden, wenn sie durch Bulgarien fuhren. Der Vater
habe während dieser 400 Kilometer langen Strecke
nie angehalten. Es sei zu gefährlich, hiess es immer.
„DIE SCHULE ENTDECKTE
ICH IN DER TÜRKEI.“
Als ihr Vater sich in der Schweiz 55-jährig frühzeitig pensionieren liess und 1986 beschloss, nach
Istanbul zurück zu kehren, musste sie mit. Im
Nachhinein, meint Ismihan Topaç, sei sie glücklich darüber. Sie besuchte in Istanbul das Anadolu
Lisesi mit Schwerpunkt Literatur, ein Gymnasium,
das der türkische Staat speziell für die Kinder der
Gastarbeiterfamilien in Österreich, Deutschland
und der Schweiz eingerichtet hatte. Ein Teil der
Fächer wurde in Deutsch unterrichtet, ein anderer in Türkisch. Zu Beginn sei es ganz und gar
nicht einfach, der Wechsel ein Kulturschock gewesen: Schuluniformen, Disziplin und die türkische
Sprache – alles neu. Doch sie nahm die Herausforderung an und wurde eine gute Schülerin.
Ismihan Topaç was born in 1970 in Grabs, Canton
St. Gallen, as the third child of a Turkish migrant
worker family. Her father was employed as a metalworker at the company Bühler in Flawil, her mother,
a housewife, worked part-time in the textile factories HABIS, which went out of business in 1995, and
FLAWA. Ismihan grew up in an apartment block on
a hill at the edge of the woods in Flawil.
“We were a group of twelve kids, spent a lot of time
in the woods and played down by a creek. There was
also an Italian family, all the others were Swiss.”
They kept in touch with other Turkish families
through the association her father had helped to
found, Ismihan said.
The family spent school holidays in Istanbul. While
her father was busy renovating their house there,
the kids were bored, impatiently waiting for the
day to go to the sea and for their stay at a camping
ground. Later the family persuaded the father to
buy a holiday home, and from then on Ismihan always looked forward to the school holidays, with exception of the long trip by car which was exhausting.
Travelling through Bulgaria was a terrifying experience, not least because their father never stopped for
a rest on the whole stretch of four hundred kilometres. It was said to be too dangerous.
“I DISCOVERED SCHOOL IN
T U R K E Y. “
When her father retired at the age of fifty-five and
decided to return to Istanbul in 1986, her parents
insisted that she came with them. Looking back,
Ismihan is happy about this decision. She attended
the Anadolu Lisesi in Istanbul where she focussed
on literary studies. The high school had been set up
by the Turkish government specially for Germanspeaking migrant worker children from Austria,
Germany and Switzerland. Some of the subjects
were taught in German, others in Turkish. The
beginning was not easy, change came as a culture
shock: school uniforms, discipline, the Turkish language – everything was new. But she rose to the challenge and became a very good student. Ismihan said:
70 / 71
PORTRELER
P O R T R ÄT S
In Switzerland I didn’t care much about school, I
just wanted to get through. Everyone told me, an apprenticeship is the limit, for you there are no other
opportunities. Turkey was different in this respect.
It was here that I discovered school and learning,
and to this day I yearn for knowledge.”
“A S U I T C A S E A N D 4 0 0
SWISS FRANKS.”
Türkiye’de her şey bambaşkaydı. Burada okulu ve
öğrenmeyi keşfettim ve bu sayede bugüne kadar öğrenmeye meraklı biri olarak kaldım.”
“ B I R B AV U L V E C E B I M D E
400 İSVIÇRE FRANKI.”
İsmihan Topaç İstanbul’a dönmek istemiyordu.
Bunu anne babası da biliyordu. Babası on altı yaşındaki kızıyla bir anlaşma yaptı. Okulu bitirir bitirmez
istediğini yapabilecekti. Üç yıl sonra liseyi bitirdi ve
yeniden İsviçre’ye gitti. “Bir bavul ve cebimde 400
İsviçre Frankı ile çok geçmeden Flawil’deki erkek
kardeşimin evinin kapısındaydım.” diye hatırlıyor
İsmihan Topaç. Türkiye’de eğitimini sürdürebilme
imkanı olmasına rağmen o yeniden İsviçre’ye taşınmayı tercih etti. Oradaki hayatın daha fazla özgürlük vaad etmesi onu cezbediyordu. Ama karşılaştığı
gerçek, hayalleriyle örtüşmedi. Kız arkadaşları sadece evlilikten ve çocuk sahibi olmaktan bahsediyordu. Bunlar onun hiçbir şekilde ilgisini çekmeyen
konulardı. 1980’lerin sonunda St. Gallen’de büyük iş
imkânlarına rağmen bir ofis işi bulmak neredeyse
imkânsızdı. O zamanlar Zürih’te yaşayan kız kardeşi ona kanton sınırlarının dışında iş başvurusunda
bulunmayı önerdi.
“HIÇBIR ZAMAN EVLENMEK
ISTEMEDIM. HIÇ ÇOCUĞUM
OLMADI. BUNLAR BANA
GÖRE DEĞILDI. HER ZAMAN
ILERLEMEK ISTEDIM.”
Zürih’te daha başarılı oldu. Bir günde yedi iş görüşmesi yaptı ve yedisinden de olumlu yanıt aldı, diye
anlatıyor İsmihan Topaç. İlk olarak Leu bankasında
iş buldu. Bu sırada eğitimini sürdürüyor, bağımsız
projeler gerçekleştirebiliyordu. Böylece kariyer basamaklarını hızla tırmanıyordu. Dört yıl sonra St.
Gallen kantonunun yönetimindeki iş ve işçi bulma
kurumunda yetkili memur olarak çalışmaya başladı.
St. Gallen kantonuna geri dönmesinin kişisel nedenleri de vardı. İsviçre’de geçirdiği onca yıl sonra artık
İsviçre vatandaşı olmak istiyordu. Fakat eviyle işi
arasında gidip gelmek zor oluyordu. Evini değiştirmesine imkân yoktu çünkü vatandaşlık için yeni bir
Sie erzählt: „In der Schweiz war mir die Schule egal,
ich musste nur durchkommen. Alle sagten, Du wirst
eh nur eine Lehre machen, eine andere Chance
wird es für dich nicht geben. In der Türkei war es
anders, ich entdeckte die Schule und entdeckte das
Lernen und bin es bis heute wissbegierig geblieben.“
„EIN KOFFER UN D 400
SCHWEIZER FRANKEN.“
Ismihan Topaç wollte nicht zurück nach Istanbul.
Das wussten ihre Eltern. Der Vater traf mit der
Sechzehnjährigen eine Abmachung: Sobald sie einen Schulabschluss habe, könne sie Tun und Lassen, was sie wolle. Nach drei Jahren beendete sie das
Gymnasium und ging wieder in die Schweiz. „Mit
einem Koffer und 400 Schweizer Franken stand ich
wenig später in Flawil bei meinem Bruder vor der
Tür“, erinnert sich Ismihan Topaç. Obwohl sie in
der Türkei hätte studieren können, zog sie es vor,
wieder in die Schweiz zu ziehen. Das Versprechen
eines freiheitlicheren Lebens lockte sie. Doch, was
sie antraf, entsprach nicht ihren Vorstellungen. Ihre
Freundinnen hätten nur vom Heiraten und Kinder
kriegen gesprochen. Ein Thema, das sie ganz und
gar nicht interessiert habe.
In St. Gallen war es trotz grossem Stellenangebot
Ende der 1980er Jahre aussichtslos, eine Arbeit im
Büro zu finden. Da habe ihr ihre Schwester, die damals in Zürich gewohnt habe, den Tipp gegeben,
sich über die Kantonsgrenze hinaus zu bewerben.
„ I C H W O L LT E N I E
H E I R AT E N . I C H H A B E
K E I N E K I N D E R . DAS WA R
NIE SO MEIN DING. ICH
W O L LT E I M M E R W E I T E R . “
In Zürich hatte sie mehr Erfolg. „Ich hatte an einem
Tag sieben Bewerbungsgespräche und sieben hätten
mich genommen“, erinnert sich Ismihan Topaç. Sie
fand eine Stelle in der Bank Leu, besuchte Weiterbildungen, konnte eigenständig Projekte durchführen.
Es ging die Karriereleiter hoch. Nach vier Jahren
wechselte sie in die kantonale Verwaltung St. Gallen
als Sachbearbeiterin bei der Arbeitslosenkasse. Die
Her parents knew that Ismihan had not wanted to
return to Istanbul. So her father made a deal with
his sixteen-year old daughter, telling her that as
soon as she had finished school, she could do whatever she liked. Three years later she got her degree
from high school and returned to Switzerland.
“Shortly afterwards, I was standing at my brother’s
doorstep in Flawil. I had a suitcase and 400 Swiss
franks on me”, Ismihan remembers.
Even though she could have attended university in
Turkey, she preferred to return to Switzerland. The
idea of a somewhat more liberal lifestyle sounded
promising. But what she found did not match her
expectations. All her girlfriends talked about was
marriage and children, a topic she was not interested in at all.
At the end of the 1980s it was impossible for her to
find an office job in St. Gallen. Her sister, who at the
time was living in Zurich, told her to apply for a job
elsewhere, beyond St. Gallen.
“ I N EV E R WA N T E D TO G ET
M A R R I E D A N D H AV E
C H I L D R E N . I T WAS N EV E R
M Y T H I N G . I A LW AY S
WA N T E D M O R E .”
In Zurich she had more success.
“On a single day I had seven interviews and all seven
employers would have taken me on”, Ismihan said.
She found a position at Bank Leu, visited further
training courses and was given own projects to
work on, allowing her to climb the career ladder.
After four years she switched jobs and started as a
caseworker in the cantonal unemployment bureau
in St. Gallen. Ismihan also had personal reasons
for returning to St. Gallen: she wanted to become
a Swiss citizen.
Commuting between Flawil, where she lived, and
Zurich, where she worked, was exhausting. She could
not change her place of residence because if she did,
she would have had to wait at least another six years
to re-apply for citizenship. After she became a Swiss
citizen in 2000, she went to live in Canton Zurich.
She switched jobs several times before moving to
Izmir in 2013, working, among others, for Coca
Cola Beverages, Import Parfumerie, Credit Suisse,
Raiffeisen Bank and Zurich Cantonal Bank.
“WHEN MY MOTHER DIED,
W E W E N T T O I S TA N B U L ,
A N D I T W A S T H E N T H AT ,
FOR THE FIRST TIME, I
THOUGH OF GOING BACK
TO T U R K E Y. ”
In general, she liked her life in Switzerland, but
quite often she also experienced
discrimination – sometimes subtle, other times
more open – and this bothered her. Unlike her parents, who had never stood up for themselves, she
had always spoken her mind and never shied away
from confrontations.
İ S M I H A N T O PAÇ
başvuruda bulunmadan önce bir yerde en az altı yıl
kalması gerekiyordu. 2000 yılında İsviçre vatandaşı
olduktan sonra Zürih’e taşındı. Defalarca iş değiştirdi. Coca Cola Beverages, Import Parfümerie, Credit
Suisse, Raiffaisenbank ve Zürcher Kantonalbank’ta
çalıştı.
“A N N E M Ö L D Ü Ğ Ü N D E
İ S TA N B U L’ A G I T T I K V E
ORADA ILK KEZ YENIDEN
GERI DÖNEBILECEĞIMI
DÜŞÜNDÜM.”
İsviçre’deki hayatı genelde mutlu geçti. Ama bazen
bilinçdışı, bazen de açık bir biçimde dışlayıcı tavırlara maruz kaldı. Bu gibi durumlarda bir şey söylemeye cesaret edemeyen anne babasından farklı olarak kendisi hakkını hep savundu, çatışmalardan hiç
çekinmedi. İsmihan Topaç yeni bir şeyler yapmak
istiyordu. Otuzlu yaşların sonunda neler yapabileceğini sorguladı. Geceleri kendi başına resim yapmaya başladı. Resimleri arkadaşlarına hediye ediyordu.
Bir Medyum’a gitti ve tavsiyesi üzerine güzellik uzmanı olmaya karar verdi. Aynı zamanda göç etme
kararı olgunlaşıyordu. Beş yıl önce annesi vefat ettiği zamanlar, kız kardeşiyle beraber sık sık İstanbul’a
gelmeye başladığında bunu ilk kez düşündü. Ve
2013’ün ilkbaharında İsmihan Topaç İzmir’de yeni
bir hayata başladı. Orada güzellik uzmanı olarak
çalışıyor. İşleri iyi gidiyor. Resim yapmayı bıraktı.
Manto tasarımları yapıyor onları diktiriyor ve güzellik salonunda satıyor. İsviçre ile olan bağı her
zamanki gibi çok sıkı. Her gün Tages-Anzeiger’i
(günlük bir gazeteyi) okuyor ve İsviçre’deki arkadaşlarıyla her gün telefonda konuşuyor.
PORTRAITS
Rückkehr in den Kanton St. Gallen hatte auch persönliche Gründe: sie wollte sich nun nach vielen
Jahren in der Schweiz einbürgern lassen.
Das Pendeln war anstrengend. Einen Wohnsitzwechsel konnte sie sich nicht leisten, da sie an
einem neuen Wohnort mindestens sechs Jahre hätte
warten müssen, bevor sie einen neuen Antrag auf
Einbürgerung hätte stellen können. Nachdem sie
2000 Schweizer Bürgerin geworden war, zog sie
in den Kanton Zürich, wechselte ihre Stelle mehrmals, bevor sie, 2013 nach Izmir umsiedelte. Coca
Cola Beverages, Import Parfümerie, Credit Suisse,
Raiffaisenbank und Zürcher Kantonalbank waren
in diesen Jahren ihre Arbeitgeber.
„ALS MEINE MUTTER
S TA R B , G I N G E N W I R N A C H
I S TA N B U L U N D D A H A B E
ICH ZUM ERSTEN MAL
G E DAC H T, I C H KÖ N N T E
JA AUCH WIEDER
ZURÜCK.“
Sie sei zufrieden gewesen mit ihrem Leben in der
Schweiz. Dennoch habe sie immer wieder unterschwellig und bisweilen auch ganz offen Diskriminierung erfahren. Anders als ihre Eltern, die sich
nicht getraut hätten, etwas zu sagen, habe sie kein
Blatt vor den Mund genommen und die Konflikte
nicht gescheut.
Ismihan Topaç suchte nach neuen Wegen, fragte
sich als Enddreissigerin, was könnte ich noch anpacken in meinem Leben. Sie beginnt, zu malen,
nachts für sich. Die Bilder schenkt sie ihren Freundinnen und Freunden. Sie besucht ein Medium,
lässt sich beraten und beschliesst, eine Ausbildung
als Kosmetikerin in Angriff zu nehmen. Gleichzeitig reift der Entschluss, auszuwandern. Das erste
Mal dachte sie daran, als ihre Mutter vor fünf Jahren
starb und sie mit ihrer Schwester öfters in Istanbul
war. Im Frühling 2013 war es dann soweit. Ismihan
Topaç beginnt ein neues Leben in Izmir. Sie arbeitet
als Kosmetikerin. Das Geschäft läuft gut. Mit dem
Malen hat sie aufgehört. Sie entwirft Mäntel, lässt
sie nähen und verkauft sie in ihrem Kosmetiksalon.
Mit der Schweiz ist sie nach wie vor eng verbunden:
sie liest jeden Tag den Tages-Anzeiger und telefoniert täglich mit ihren Freundinnen und Freunden
in der Schweiz.
Being in her late thirties Ismihan did some soul
searching, asking herself what she really wanted to
do in life. She started to paint at night, for herself,
giving the finished paintings away to friends. She
went to see a psychic for advice after which she decided to train as a cosmetician. At the same time she
reached a decision concerning her return to Turkey.
The first time she had thought about it was when
her mother had died five years ago whilst staying in
Istanbul with her sister. In spring of 2013 Ismihan
was ready to start a new life in Izmir.
Today she works as cosmetician. Business is good.
She has stopped painting. Instead, she designs coats
which she has made by a seamstress and and sell in
her beauty salon.
She still has strong ties to Switzerland. She reads the
Tages-Anzeiger (a Swiss daily newspaper) and talks
to her Swiss friends every day on the phone.
72 / 73
PORTRELER
P O R T R ÄT S
İ S M I H A N T O PAÇ
PORTRAITS
74 / 75
PORTRELER
P O R T R ÄT S
İ S M I H A N T O PAÇ
PORTRAITS
76 / 77
PORTRELER
P O R T R ÄT S
İ S M I H A N T O PAÇ
PORTRAITS
78 / 79
PORTRELER
P O R T R ÄT S
PORTRAITS
8. MÜJDE TÖ N B EK İC İ
“H E R YER DE B I R A Z YABANC I”
8. MÜJDE TÖ N B EK İC İ
„ÜB E R A L L EI N B I S SC H EN F REM D “
8. MÜJDE TÖ N B EK İC İ
“I AM A F O R EI G N ER EVERY W H ERE”
Müjde Tönbekici İstanbul’da doğdu. 1965 yılında üç yaşındayken ailesiyle birlikte İsviçre’ye,
Windisch’teki Birrfeld’e yerleşti. Babası Brown
Boveri’de (bugünkü ABB/ Aseon Brown Boveri
Group) teknisyen, annesi büro elemanı olarak çalıştı. Müjde Hanım anaokulu ve ilkokulu Windisch’te
okudu. 15 yaşındayken ailesinin tek ferdi olarak
Türkiye’ye geri döndü, Bursa’da kız lisesine gitti ve
bir yıl yatılı okudu. Bir yıl sonra babası, annesi ve kız
kardeşi Türkiye’ye geri döndü. Babası hiçbir şekilde
Türkiye’ye ayak uyduramadı ve İsviçre’ye geri döndü.
Türkiye’yle ve ailesiyle olan bütün ilişkilerini kesti.
Bu ayrılığı annesi duygusal olarak hiçbir zaman kabullenemedi ve bütün aile için bugüne kadar üstesinden gelemedikleri bir travma oldu, diyor Müjde
Tönbekici.
“ERKEK ARKADAŞIMLA
AY N I E V D E YA Ş A M A K
BIR DEVRIMDI!”
1980 yılında mühendislik bilimleri fakültesine kayd­
olduğu İzmir’de ailesinden uzakta gerçekten özgür
bir hayat yaşamaya başladı. Gerçi arkeoloji ya da
güzel sanatlarda okumayı çok istedi ama herkes
(annesi, akrabaları ve öğretmenleri) hep bir ağızdan
şunu söyledi: bunlar para getirmeyen bölümler ama
mühendislik eğitimi alırsan geleceğe güvenle bakabilirsin. “Farklı bir karar almadığıma halen pişmanım” diye anlatmaya devam ediyor Müjde Hanım.
Bir mühendis olarak hiç çalışmadı aksine turizm
alanında otelcilik, rehberlik ve gezi yazarlığı yaptı.
Deniz kenarındaki bu özgür şehirde yaşamak hoşuna gidiyordu. Kendisinin de ifade ettiği gibi, aileden
bağımsız yaşamak ve genç bir kız olarak hayatının
sorumluluğunu bilmek gibi, İsviçre’den getirdiği değerleri burada yaşayabiliyordu.
Ancak kalacak bir yer bulmak o kadar kolay olmadı.
Erkek arkadaşıyla birlikte yaşamak istediğini söylediği her defasında bütün kapılar yüzüne kapandı. Küçük bir yalan söyleyip üç kız arkadaşıyla eve
taşınacağını söyleyince işi yoluna koymayı başardı.
“Anneme hiçbir zaman yalan söylemedim; bilmesi
gereken her şeyi ona söyledim. Arkadaşlarıma karşı
In Istanbul geboren kam Müdje Tönbekici 1965 als
Dreijährige mit ihren Eltern in die Schweiz, nach
Birrfeld bei Windisch. Der Vater arbeitete als Techniker bei Brown Boveri (heute ABB Asean Brown
Boveri Group Ltd.), die Mutter als Büroangestellte.
Müdje besuchte die Primarschule und die Bezirksschule in Windisch. Als Fünfzehnjährige kehrte sie
zunächst als einzige der Familie in die Türkei zurück, besuchte das Mädchengymnasium in Bursa
und verbrachte ein Jahr alleine als Internatsschülerin. Vater, Mutter und die Schwester kehrten ein
Jahr später ebenfalls in die Türkei zurück. Ihrem Vater gelang es allerdings nicht, in der Türkei Fuss zu
fassen. Er kehrte zurück in die Schweiz und brach
alle Beziehungen zur Türkei, selbst zur Familie ab.
Diesen Bruch habe ihre Mutter emotional nie richtig verarbeitet, er sei für alle ein Trauma gewesen,
das sie bis heute noch nicht verarbeitet hätten, sagt
Müjde Tönbekici.
„MIT DEM FREUND
ZUSAMMEN ZU ZIEHEN,
DAS WA R R EVO LU T I O N Ä R !“
Für sie aber habe dann in Izmir, wo sie sich 1980
an der Fakultät der Ingenieurwissenschaften einschrieb, ein wirklich freies Leben fernab familiärer
Aufsicht begonnen. Sie hätte zwar viel lieber Kunstgeschichte oder Archäologie studiert, aber alle – die
Mutter, die Verwandten, die Lehrer – hätten gesagt,
das sei ein brotloses Studium, mit einem Ingenieurstudium hätte sie Zukunftschancen. „Ich bereue es
bis heute, dass ich mich nicht anders entschieden
habe“, führt sie aus. Gearbeitet hat sie nie als Ingenieurin, sondern ist bis heute im Tourismus tätig, als
Reiseleiterin, Reiseschriftstellerin und als Hotelier.
Die offene Stadt am Meer gefiel ihr und sie konnte, wie sie es selber ausdrückt, wichtige Werte, die
sie aus der Schweiz mitgenommen habe, wie die
Emanzipation von der Familie und der Wille als
junge Frau, ihr Leben selber in die Hand zu nehmen, umsetzen.
Es sei nicht einfach gewesen, eine Wohnung zu
finden, und als sie jeweils gesagt habe, dass sie mit
In 1965, as a three-year old kid, Müjde Tönbekici
moved from Istanbul to Birrfeld near Windisch in
Switzerland with her parents. Her father worked as
a technician for Brown Boveri (today ABB, Asean
Brown Boveri Group Ltd.), her mother as an office
assistant. Müjde attended primary and secondary
schools in Windisch. At the age of fifteen she went
to Bursa, Turkey, on her own where she enrolled in
the local high school for girls as a boarding student.
A year later, her father, mother and sister also returned to Turkey. But her father failed to gain a foothold and returned to Switzerland. He severed all ties
to Turkey, even to his family.
Emotionally her mother never got over the separation, a trauma the family has never come to terms
with up to this day, says Müjde.
“MOVING IN WITH MY
B OY F R I E N D WAS L I K E
S TA R T I N G R E V O L U T I O N ! ”
In 1980 she started a new, free life, away from parental observation, when she registered for a programme at the Department of Engineering at the
Ege University in Izmir. She would have loved to
study art history or archaeology, but everybody, including her mother, relatives and teachers, told her,
that there was no money to be earned in these fields
but that with a degree in engineering she would be
able to find a well-paying job.
“To this day I regret my decision”, she explains. She
never worked as an engineer. Instead, she has been
working in the tourism industry, as a travel guide,
travel writer and hotel manager ever since.
She liked Izmir, this open-minded city next to the
sea. She was able to live out some of the important
values she had brought with her from Switzerland,
such as emancipation from her family and the courage to take life into her own hands, not an easy thing
to do for a young Turkish woman. Finding an apartment was difficult. When she announced that she
was planning to move in with her boyfriend, people
usullay shut the door in her face. She had more success when she told the prospective landlord that she
80 / 81
PORTRELER
da açıktım ve dünya görüşümü her zaman savundum. Otuz yıldır hiç görmediğim arkadaşlarımla
Facebook sayesinde yeniden görüştüğümde onları
zamanında çok etkilediğimi söylerler. Ben genç ve
eğitimli kadınlar için o zamana kadar bilinmeyen
bir modeldim. Onlar hiç böyle yaşayamadıklarını
ifade ediyorlar.”
Müjde Tönbekici bunları misyonerlik amacıyla
yapmıyor. Kendi değerlerini yaşayabilmek onun
için her zaman çok önemliydi ve şunu belirtiyor:
“Roma’ya giden birçok yol vardır.”
“A N N E M B A N A D A N A
ETINDEN SUCUK ALMIŞTI,
AMA DIĞERLERINDE
D O M U Z E T I VA R D I . ”
Müjde Hanım Birrfeld’deki çocukluk anılarını hatırlayınca okuldaki, öteki olmanın acı verici bir deneyimini anlatmaya başlıyor. İsviçre’de sınıf olarak ormana gezintiye gitmek, ateş yakmak ve sucuk kızartmak
gelenekseldir. Okul gezilerinden birinde arkadaşlarının hepsinde domuz eti varken bir tek onda dana
etinden yapılma sucuk vardı. Ailesi dindar olmasa
da bir Müslüman olarak hiç domuz eti yemiyorlardı. O an, bir çocuk olarak dışlanmanın rahatsız edici
duygusunu yaşadı, sıkıntıdan ter bastı ve bir daha
hiç okul gezilerine gitmek istemedi. “Tıpkı diğerleri
gibi konuşsam ve öyle görünsem de onlardan farklı
bir yaşam biçimim vardı.”
“ D E L I R D I N M I , KÖY D E N E
YA PA C A K S I N ! ”
Müjde Tönbekici daha İzmir’deki eğitimi sırasında
Kültür Bakanlığı’nın rehberlik kursuna gitti ve bu
sayede sanata ve arkeolojiye olan ilgisini mesleğe
dönüştürdü. Windisch’teki çocukluğu sırasında
öğrendiği Almancası rehberlik alanında ona avantaj sağlıyordu ve İsviçre’den beraberinde getirdiği
bir şey daha vardı: köye olan sevgisi. Bir zamanların Rum köyü olan Şirince ile ilgili 80’lerin ikinci
yarısında bir roman okuyunca bu terk edilmiş yeri
görmeye gitti. İlk görüşte oraya âşık oldum, diye anlatıyor. Yarı harap olmuş bir ahırı düşük bir fiyata
satın aldı. Mütevazı birtakım değişiklikler yaparak
onu bir eve dönüştürdü ve oraya yerleşti. Bu, o zamanlar için çok sıra dışı bir olaydı. Çünkü eğitimli
Türk kadını genelde şehirde, eğitimsiz Türk kadını
ise köyde yaşardı. Annesi onu bir türlü anlayamadı
ve şunu söyledi: “Delirdin mi, köyde ne yapacaksın!”
Eski kocası Sevan Nişanyan ile (Ermeni asıllı ünlü
bir entelektüel) birlikte bir aile kurdular. Üç çocuğu
Şirince’de büyüdü. Birçok seyahat yaptılar, turizm
patlamasının yıkıcı etkilerine maruz kaldılar ve çoksatarlar listesine giren Küçük Otel Rehberi ile başka bir turizmin mümkün olduğuna dikkat çektiler.
Şirince onların yoğun entelektüel faaliyetleriyle ulusal ve uluslararası alanda tanınmaya başladı. Bugün
Şirince’nin sokakları turistlerle dolup taşıyor. Onlar
da iki hektarlık bir arazinin üzerine konukları ağırlayabilecekleri bir otel tesisi kurdular. Kaçak, çünkü
Şirince 80’lerin sonundan beri sit alanında yer alıyor.
Yeni bir yapı inşa etmek bir yana evlerde en ufak bir
değişikliğe bile izin verilmiyor. Değişiklikleri düzenleyecek yeni bir yasayı Şirince sakinleri 25 yıldan
daha fazla bir zamandır bekliyor. Ancak fiili şekilde
hiç kimse bu yasaya uymuyor. Bir tek iktidar partisini eleştiren Sevan Nişanyan’a dava açıldı. Kaçak
inşaat yapmaktan birkaç kere hapis yattı.
“Zor değişimleri kabullenmekte hiç zorluk çekmedim, bu zorlukların beni yavaşlatmasına izin
P O R T R ÄT S
ihrem Freund zusammenziehen wolle, habe man ihr
die Türe vor der Nase zugeschlagen. Geklappt hat es
dann, weil sie sich einer Notlüge bediente und sagte, sie seien drei Studentinnen auf Wohnungssuche.
„Ich habe meine Mutter nie angelogen, ihr so viel
mitgeteilt, wie sie wissen musste. Meinen Freunden
gegenüber war ich offen und verteidigte meine Welt­
anschauung. Dank Facebook komme ich jetzt in
Kontakt mit Menschen, die ich 30 Jahre nicht mehr
gesehen habe. Und sie sagen, dass ich ihnen damals
imponiert hätte. Ich sei für sie ein bisher nicht gekanntes Modell einer jungen, gebildeten Frau gewesen. Selber hätten sie so nicht leben können.“
Müjde Tönbekici ist nicht missionarisch. Wichtig
war und ist ihr bis heute, dass sie ihre Überzeugungen leben kann und meint: „Es gibt so viele Wege,
die nach Rom führen“.
„MAMA KAUFTE MIR EIN E
K A L B S B R AT W U R S T ,
A B E R A L L E H AT T E N E I N E N
C E R V E L AT . “
Erinnert sich Müjde Tönbekici an ihre Kindheit in
Birrfeld, dann erzählt sie von ihren Erlebnissen in
der Schule und ihren schmerzhaften Erfahrungen,
anders zu sein. In der Schweiz sei es üblich, dass
man bei Klassenausflügen in den Wald gehe, ein
Feuer mache und Würste brate. Alle hätten einen
Cervelat gehabt, nur sie eine Kalbsbratwurst, denn
als Muslime, auch wenn ihre Familie nicht gläubig
gewesen sei, würden sie kein Schweinefleisch essen.
Als Kind habe sie sich elend gefühlt, ausgeschlossen,
habe Schweissausbrüche gehabt und wollte nicht
mehr mit auf die Schulreisen. „Gesprochen habe
ich gleich wie die andern, ausgesehen auch, aber die
Lebensweise.“
„BIST DU VERRÜCKT KIND,
WAS S U C H ST D U AU F D E M
LANDE!“
Bereits während des Studiums in Izmir besuchte
Müjde Tönbekici den Kurs des türkischen Kultur­
ministerium für Reiseleitung und machte ihr
Interesse in Kunst und Archäologie zum Beruf.
Ihr Deutsch, das sie während ihrer Kindheit in
Windisch gelernt hatte, verschaffte ihr als Reiseleiterin Vorteile. Und noch etwas habe sie aus der
Schweiz mitgenommen: ihre Liebe zum Landleben. Als sie in der zweiten Hälfte der 1980er Jahre
einen Roman über das ehemals griechische Dorf
Şirinçe las, suchte sie diesen verlassenen Ort auf.
Es sei Liebe auf den ersten Blick gewesen, erzählt
sie. Sie kaufte für wenig Geld einen halb zerfallenen
Stall, baute ihn zu einem bescheidenen Wohnhaus
um und liess sich in diesem Ort nieder. Das war
damals ganz und gar nicht üblich. Denn gebildete
Türkinnen und Türken hätten in der Stadt und
ungebildete Türkinnen und Türken auf dem Land
gelebt. Die Mutter habe sie nicht verstanden und
gesagt: „Bist Du verrückt Kind, was suchst Du auf
dem Lande!“
Gemeinsam mit ihrem früheren Ehemann Sevan
Nişanjan, einem bekannten, armenischen Intellektuellen, gründete sie eine Familie. Ihre drei Kinder
sind in Şirince aufgewachsen. Sie reisten viel, waren
betroffen von den zerstörerischen Auswirkungen
des Tourismusbooms und setzten mit ihrem Bestseller Küçük Otel Rehberi, einem Führer kleiner
Hotels, ein Zeichen für einen anderen Tourismus.
Şirince wurde durch ihre rege publizistische Tätigkeit national und international bekannt – heute sind
was moving in with three female students.
“I never lied to my mother. I just told her as much
as she needed to know. Towards my friends I was
always open and never held back with my views.
Thanks to Facebook, I am able to reconnect with
people I haven’t seen for more than thirty years.
They tell me that, at the time, I had impressed them.
They regarded me as a new type of role model for
young educated women. They would never have
been able to live quite like I did.”
Müjde Tönbekici is not out to convert people. To
this day it is important to her that people live according to their own convictions and beliefs, under
the motto, many paths lead to Rome, so to speak.
“MAMA BOUGHT VEAL
SAUSAGE FOR ME,
ALL THE OTHERS HAD
PORK SAUSAGES.”
Looking back on her childhood in Birrfeld, Müjde
Tönbekici told me stories about her days at school
and the painful experience of being different. In
Switzerland, school hikes often include lunch
around a campfire and barbecuing sausages. Her
fellow students ate Cervelat, the typical Swiss pork
sausage, only she had a veal sausage, because as a
Muslim, even though her family was not deeply religious, she would not eat pork. Being the odd one
out made her feel excluded and miserable; she often
broke out in a sweat and thus refused to go on any
more school trips. “I talked like the others, looked
like them, but our ways of life were different.”
Already during her studies at university in Izmir,
Müjde Tönbekici took a course for travel guides offered by the Turkish Ministry of Culture and Tourism,
allowing her to turn her interest in art and archaeology into a profession. Her German language skills
gave her an additional advantage as a travel guide.
Something else she took from Switzerland was her
love for life in the country. In the second half of
the 1980s she read a novel about the Greek village
Şirince in Izmir Province after which she visited the
deserted place. It was love at first sight. With a small
amount of money she bought a ruined barn, converted it into a modest house, and took up residence
in the village. At that time, this was an unheard of
thing to do. Educated Turkish people lived in the
city, the countryside was for uneducated peasants.
Her mother did not understand her decisison: “Are
you out of your mind, child, what are you looking
for out there in the countryside?”
Together with her husband, Sevan Nişanyan, an
Armenian intellectual, she started a family. Her
three children grew up in Şirince. The couple travelled a lot and were shocked to see the damaging
effects caused by the tourism boom. With their
bestseller Küçük Otel-Rehberi, a guide featuring
small boutique hotels, they set an example for a different kind of tourism. Their stimulating publishing activities made Şirince famous, nationally and
internationally, and today the small streets are full
of tourists. Müjde and Sevan went on to build an
eco-friendly resort with guesthouses on a two-hectare piece of land, which, in fact, was illegal because
Şirince has been under heritage protection since
the late 1980s. It is forbidden to make alterations to
the old houses, let alone build new ones. For twenty-five years the village residents have been waiting
MÜJDE TÖNBEKICI
vermedim, hep ileri gitmek ve yeniliklere el atmak
için çabaladım.” Müjde Tönbekici, Nişanyan otelini
işletiyor, ama seyahate çıkmayı, rehberlik yapmayı
ihmal etmiyor. Büyük özlem duyduğu Mardin’e çekilmek hoşuna gidiyor. Onun için her yer evi, ama
aynı zamanda ona her yer biraz yabancı.
PORTRAITS
die Gassen voller Touristen. Selber haben sie auf einem Gelände von zwei Hektaren eine nachhaltige
Hotelanlage mit Gästehäusern gebaut. Ilegal, denn
seit Şirinçe Ende der 1980er Jahre unter Denkmalschutz steht, darf an den Häusern nichts verändert,
geschweige denn neu gebaut werden. Auf ein Gesetz, das die Modalitäten regeln würde, warten die
Einwohnerinnen und Einwohner seit mehr als 25
Jahren. De facto hält sich denn auch niemand daran.
Belangt wurde einzig der sich gegenüber der herrschenden Politik kritisch äussernde Sevan Nişanjan.
Er musste schon mehrmals wegen illegalen Bauens
ins Gefängnis.
„Es ist mir immer leicht gefallen, auch schwierige Veränderungen zu akzeptieren und mich nicht
aufhalten zu lassen, sondern immer weiter zu gehen, Neues anzupacken.“ Müjde Tönbekici führt
das Nişanjan Hotel und ist dennoch viel unterwegs,
leitet Reisegruppen und zieht sich gerne an ihren
Sehnsuchtsort, nach Mardin, zurück. Überall ist sie
zu Hause und dennoch immer auch ein wenig fremd.
for the set of regulations stipulated by the new law
on heritage sites, but nothing has happened, so no
one sticks to the rules. The only person ever to be
charged for criticizing the prevailing policy is Sevan
Nişanyan. He has been to jail several times for illegal building activities.
“It has always been easy for me to adapt to difficult
changes without being discouraged, to keep on moving and get new things going.” Today Müdje manages
the hotel Nişanyan, but she still travels a lot. She also
works as a travel guide and loves to withdraw to her
dream city of Mardin. She feels at home everywhere,
yet a sense of foreignness ever remains.
82 / 83
PORTRELER
P O R T R ÄT S
MÜJDE TÖNBEKICI
PORTRAITS
84 / 85
PORTRELER
P O R T R ÄT S
9. AT İ L AY İ L ER İ
“İN SA N I N B I R DEN FAZ LA VATANI VARD IR.”
9. AT İ L AY İ L ER İ
„M AN HAT M EH R ER E H EIM ATEN.“
9. AT İ L AY İ L ER İ
“I FE E L AT H O M E I N M O RE TH AN O NE C O UN TRY.”
“Vatan duygusunun insanın yaşadığı ülkeyle hiçbir ilgisi yok. Ben burada vatandaşı olduğum ve uzun süre
yaşadığım Hedingen’de de kendimi vatanımda hissediyorum, aynı zamanda ilk dört yılımı geçirdiğim
Zug’da da. İnsanın sadece bir tane değil birden fazla
vatanı vardır. Benim en yeni vatanım şu sıralar Efes
Selçuk.” diyor Atilay İleri. Kendisi beni 2014’ün sıcak
bir Ağustos gününde zeytin bahçesinde ağırladı.
“‘KIZILDERILILER’ GIBI
A Ç I K H AVA D A , D O Ğ A D A
BÜYÜDÜK.”
Atilay İleri 1942’de Balıkesir’de doğdu ve orada okudu. Kardeşleriyle birlikte yaz tatillerini dedesinin su
değirmeni olan köyünde geçirdikleri mutlu çocukluk zamanlarını özlemle anıyor ve bana dedesinin
anısına yaptırdığı yeni su değirmenini gösteriyor.
Jeolog olan erkek kardeşiyle beraber burada,
Selçuklu’ta toprak satın almayı 20 yıl önce çocukken
karar verdiler. Bunda çocukluk anıları çok belirleyici oldu. Liseden sonra eğitimini sürdürmek için yeterli parası yoktu. Bu yüzden Atilay Bey değişik işler
yaparak (bunlar arasında gazetecilik de var) ekmek
parasını kazanmak zorundaydı. 14 Ağustos 1964’te
Verzinkerei Zug şirketinin kabul ettiği bir işçi olarak Doğu Ekspresine binmesi ve İsviçre’nin yolunu
tutması tamamen tesadüf oldu. Balıkesir’deki işçi
bulma kurumundan bir yetkili Almanya’nın iyi ama
İsviçre’nin daha iyi olduğunu söylemiş. Böylece
Atilay Bey İsviçre’yi tercih etti ve orada Verzinkerei
Zug’da Adora’nın ilk bulaşık makinelerinin montajını yaptı.
“İNSAN SADECE BILMEDIĞI
BIR ŞEYE SALDIRIR.”
Yaklaşık bir buçuk yıl sonra bugünkü Hamburg’lu
eşi ile karşılaştı. Onunla birlikte hızlı bir şekilde
mükemmel bir Almanca öğrendi. Atilay İleri Zürih
Üniversitesi’nin hukuk fakültesine kaydolduktan iki
yıl sonra 1968’de evlendiler. 1971’de kızları dünyaya
geldi. Eğitiminin yanında bir fabrikada sabah vardiyasında çalışıyordu. “İlk sabah vardiyası saat dörtte
başlıyordu ve öğlen 12’ye kadar sürüyordu. Sonra
trenle Zürih’teki üniversiteye gidiyordum, akşam
„Heimatgefühl hat mit dem Staat, in dem man wohnt,
überhaupt nichts zu tun. Ich fühle mich hier genauso
in meiner Heimat, wie wenn ich nach Hedingen gehe,
wo ich Bürger bin und am längsten gelebt habe. Aber
auch in Zug, wo ich die ersten vier Jahre verbrachte.
Man hat nicht nur eine Heimat, sondern man hat
mehrere Heimaten. Meine neueste Heimat ist hier
in Ephesus“, sagt der Atilay Ileri, der mich an einem
heissen Augusttag 2014 auf seinem Anwesen inmitten
von Olivenhainen empfängt.
„W IR SIN D IM FR E IE N,
I N D E R N AT U R
AU FG EWAC H S E N , W I E
DIE ‚INDIANER‘.“
Atilay Ileri ist 1942 in Balıkesir geboren und hat dort
die Schulen besucht. Gerne erinnert er sich an die
glückliche Kinderzeit, als er und seine Geschwister die
Sommermonate beim Großvater auf dem Lande verbrachten, wo es eine Wassermühle gab. Und er zeigt
mir die neue Wassermühle, die er im Andenken an
seinen Großvater bauen ließ.
Überhaupt seien diese Kindheitserinnerungen ausschlaggebend gewesen, dass er und sein Bruder, ein
Geologe, sich vor 20 Jahren entschieden hätten, hier in
Selçuk, Land zu kaufen.
Nach der Matur fehlte das Geld für das Studium und
Atilay Ileri verdiente sich mit verschiedenen Jobs, unter
anderen als Journalist, sein Brot. Es sei Zufall gewesen,
dass er am 14. August 1964 als von der Ver­zinkerei
Zug angeworbener Arbeiter den Orientexpress Richtung Schweiz bestiegen habe. Der Vorsteher des Arbeitsamtes in Balıkesir meinte, Deutschland sei gut,
aber die Schweiz besser. Also ging er in die Schweiz
und montierte bei der Verzinkerei Zug die ersten
Adora Waschmaschinen.
„MAN BEKÄMPFT IMMER
N U R DAS , WAS M A N
N I C H T K E N N T.“
Nach gut eineinhalb Jahren traf er seine heutige Ehefrau, eine Hamburgerin. Mit ihr lernte er schnell ein
perfektes Deutsch. Sie heirateten 1968, zwei Jahre
nachdem sich Atilay Ileri an der Juristischen Fakultät
“Sense of home has nothing to do with the country
one lives in. I feel at home here in Turkey as I do
in Hedingen where I hold the right of citizenship
and where I lived longest. But I also feel at home in
Zug where I spent my first four years in Switzerland.
Many people not only have one native country, but
several. My newest home is here in Ephesus”, said
Atilay Ileri whom I met on a hot day in the olive
groves of his estate.
“WE GREW UP OUTDOORS
I N N AT U R E , A B I T L I K E
THE ‘INDIANS’.”
Atilay Ileri was born in Balıkesir in 1942 where he
also attended school. He has fond memories of his
childhood during which he and his siblings spent
the summer months with their grandfather on
his farm where there was a watermill. Atilay Ileri
showed me the new watermill, he had built in honour of his grandfather.
Together with his brother, a geologist, he bought
this estate in Selçuk twenty years ago in memory of
the days they spent with their grandfather.
Due to the lack of funds Atilay Ileri was not able
to visit university after finishing high school. In the
following he worked in various jobs, among them
as a journalist. By chance he saw an ad for a job in
Switzerland, at the Verzinkerei Zug, and when the
head of the employment office in Balıkesir told
him that Switzerland was probably even better than
Germany, he didn’t hesitate. On the 14 of August
1964 he boarded the Orient Express for Switzerland
where he took on the job of assembling the first
Adora washing machines for his new employer.
“ O N E O N LY F I G H T S W H A T
O N E D O ES N’T K N OW.”
One and a half years later he met his wife. She is
originally from Hamburg. Thanks to the relationship he quickly became fluent in German. They
married in 1968, two years after Atilay had enrolled
at the law school of the University of Zurich. In 1971
their daughter was born. In addition to studying he
did shift work:
AT I L AY İ L E R I
eve dönüyor, yemeğimi yiyip yatıyordum ve sabah
saat üç buçukta yeniden kalkıp aceleyle sabah vardiyasına yetişiyordum. O zamanlar yabancılarla ilgili
yasalardan dolayı ne oturduğunuz Kanton’u ne de
işinizi değiştirebiliyordunuz.”
1971 yılında hukuk eğitimini bitirdi ve Zürih bölge
mahkemesinde ilk yabancı olarak denetçi pozisyonunda çalışmaya başladı. Bir yabancı olduğu için
mahkeme kâtibi olması, yani memuriyet onun için
imkânsızdı. Bölge mahkemesindeki asistanlık görevinden sonra bir burs sayesinde doktorasını yazdı.
Okuduğu sürece Türkiye’deki askerlik görevinden
muaftı ve iki ülke arasında gidip gelebiliyordu. 1974
yılında, 32 yaşındayken vatani görevini yapma kararı aldı. Şanslıydım, diyor Atilay Bey, Ankara’da askeri okulda hukuk doçenti olarak güzel deneyimler
yaşadım. Daha yeni subay olan bir öğrencinin sorusunu dün gibi hatırlıyor: “Bize Marksizm’i anlatabilir misiniz?” Derslerin dinlendiğini bildiği halde
bu fikri çok cazip buldu. Çünkü İsviçre’de satın aldığı ilk kitap Kapital’in ilk üç cildiydi. Bugün dahi
herkese okumasını tavsiye ettiği en önemli kitaplar.
O zamanlar Das Kapital Türkiye’de yasaklı kitaplar
arasındaydı. Hiçbir kütüphanede yoktu. Bu yüzden
dersleri daha önce okuduklarını hatırlayarak anlattı
ve öğrencilerine öncelikle şunu söyledi: “İnsan bilmediği bir şeye saldırır. Her zaman yabancılardan
korkar. İster insan ister madde ya da bilgi olsun bu
böyledir. Bunu size Marksizm’in ne olduğunu anlamanız ve sonra birileri Maksizm’den söz ettiğinde
hemen ‘darbe’ yapmaya kalkışmayınız diye anlatıyorum.” Okul yönetiminden herhangi bir tepki gelmemiş ve Atilay Bey’e göre “muhtemelen onlar da
Marksizm’i öğrenmekten memnundular.”
“SONUNDA AĞZIMI
AÇABILDIM.”
İsviçre’ye geri döndüğünde – o zamanlar petrol
krizi ve ekonomik durgunluk vardı – Atilay Bey iş
bulamadı. Yabancılar bürosu onu sınır dışı etmek
istiyordu. Ona Ankara Üniversitesi’nde teklif edilen profesörlük teklifini politik nedenlerden dolayı reddetti. Bir okul arkadaşının tavsiyesi üzerine
Zürih’teki Langstrasse’de Moritz Leuenberger avukatlık bürosunda iş buldu. Mali sorumluluklardan
doğan haklar alanında uzmanlaştı ve yabancı işçilerin haklarını savundu. 1978 yılında Res Strehle ile
birlikte iş kazalarından kaynaklanan hak talepleriyle ilgili bir danışmanlık merkezi kurdu. Geriye dönüp baktığında mali sorumluluklar ve daha sonra iş
kazalarıyla ilgili alanda uzmanlaşarak hukuk kariyerini inşa ettiğini fark ediyor. Hukukun bu alanına
yoğunlaşmasının nedeni pragmatikti. “Avukatlık
belgem yoktu, çünkü bir yabancı olarak avukatlık
sınavlarına giremiyordum bu yüzden çok az davanın açıldığı bu alanlara yönelmek zorunda kaldım.
Bugün bile hala davaların yüzde doksan dokuzu uzlaşma yoluyla hallediliyor.” diye anlatmaya devam
ediyor Atilay İleri.
1982 yılında İsviçre vatandaşı oldu. 1984 yılında
avukatlık sınavını verdi ve o andan itibaren istediğini söyleyebilir duruma geldi. Çünkü vatandaşlıktan
önce her yıl oturma iznini yenilemek zorundaydı. Gerçi İsviçre’de ifade özgürlüğü yüksek düzeydeydi ama buna rağmen bir yabancı olarak dikkatli olması gerekiyordu. Atilay İleri 1989 yılında
Leuenberger bürosundan ayrılıp başka bir avukatlık bürosuna girdi ve iş kazalarından doğan haklar
alanında uzmanlaştı. 1994 yılında Bellevue’deki St.
Urbangasse’de kendi bürosunu açtı. Atilay İleri o
günden beri bu alanda uzman olarak biliniyor.
PORTRAITS
der Universität Zürich immatrikulieren liess. 1971
kam ihre Tochter auf die Welt. Neben dem Studium
arbeitete er Schicht: „Die erste Frühschicht begann um
vier Uhr und dauerte bis zwölf Uhr. Dann bin ich mit
dem Zug nach Zürich gefahren, war an der Uni, kehrte
abends nach Hause zurück, habe gegessen, geschlafen
und bin um halb vier wieder aufgestanden, eilte in die
Fabrik zur Frühschicht. Damals konnten wir aufgrund
der fremdenpolizeilichen Bestimmungen weder den
Kanton noch den Arbeitgeber wechseln.“
1971 schloss er sein Jus-Studium ab und begann, als
erster Ausländer überhaupt, als Auditor am Bezirksgericht Zürich zu arbeiten. Eine Stelle als Gerichtsschreiber, also eine Beamtenstelle, kam für ihn als Ausländer
nicht in Frage. Nach seiner Zeit als Hilfskraft am Bezirksgericht Zürich schrieb er dank eines Stipendiums
seine Doktorarbeit.
Solange er studierte, war er vom Militärdienst in der
Türkei befreit und konnte dennoch hin- und herreisen.
1974 beschloss er als damals bereits 32-Jähriger, diesen
Dienst am Vaterland hinter sich zu bringen. Er habe
Glück gehabt, sagt er, als Jus-Dozent an der Offiziershochschule in Ankara habe er eine gute Zeit erlebt. Er
erinnert sich, wie ihn ein junger angehender Offizier
gefragt hatte: Können Sie uns den Marxismus erklären? Das habe ihn gereizt, obwohl er wusste, dass die
Vorlesungen abgehört wurden. Denn sein erstes Buch,
das er in der Schweiz gekauft habe, seien die drei Bände des Kapitals gewesen. Es sei heute noch eines seiner
wichtigsten Bücher, das er allen zum Lesen empfehle.
Damals gehörte Das Kapital in der Türkei zu den verbotenen Büchern. Es gab es in keiner einzigen Bibliothek. Also habe er die Vorlesung aus dem Gedächtnis
gehalten und habe seine Ausführungen folgendermassen eingeleitet: „Man bekämpft immer das, was man
nicht kennt. Man hat immer Angst vor dem Fremden.
Ob Menschen, Materie oder Wissenschaft. Und ich erzähle euch das, damit ihr später wisst, was Marxismus
ist, damit ihr nicht gerade einen Staatsstreich macht,
wenn jemand von Marxismus redet.“
Von der Schulleitung habe es keine Reaktion gegeben
und Atilay Ileri meint: „Offenbar haben sie das auch
sehr gerne genossen und wollten auch lernen, was
Marxismus ist.“
„EN DLICH KON NTE ICH
MEINEN MUND
AUFMACHEN.“
Zurück in der Schweiz – es war die Zeit der Erdölkrise
und der Rezession – fand er keine Stelle. Die Fremdenpolizei wollte ihn ausschaffen. Die Professorenstelle,
die ihm an der Universität in Ankara angeboten wurde,
lehnte er aus politischen Gründen ab. Auf Empfehlung
einer Studienkollegin fand er eine Stelle im Anwaltsbüro von Moritz Leuenberger, dem späteren Bundesrat, an der Langstrasse in Zürich. Er spezialisiert sich
auf Haftpflichtrecht und vertritt die Interessen ausländischer Arbeitnehmerinnen und Arbeitnehmer.
1978 gründete er zusammen mit Res Strehle die Patientenstelle. Rückblickend erkennt er, dass er mit
dieser Spezialisierung auf Haftpflichtrecht und später
auf das neue Feld des Patientenrechts seine Karriere
als Jurist aufbaute. Grund für die Konzentration auf
dieses Rechtsgebiet war ein pragmatischer: „Ich hatte
kein Anwaltspatent, denn als Ausländer durfte ich die
Anwaltsprüfung nicht machen, deshalb habe ich mich
auf das Haftpflichtrecht konzentriert, ein Rechtsgebiet,
in dem wenig prozessiert wurde, auch heute noch. 99
Prozent der Fälle wurden aussergerichtlich durch einen Vergleich erledigt“, führt Atilay Ileri aus.
1982 folgte dann die Einbürgerung und 1984 die Anwaltsprüfung und von da an habe er endlich sagen
“The first shift started at four o’ clock and went on
until midday. I then took a train to Zurich, attended
courses at the university, came home in the evening,
ate, slept and got up again at three thirty the next
morning to start my shift at the factory. At that time,
we could switch neither canton nor employer owing
to the immigration regulations.“
In 1971 he got his law degree and started work as an
auditor at the Zurich district court, the first foreign
national to do so. Due to his national status, the position as court clerk, a civil servant position, was out
of the question. Following this he received a grant
to do a PhD.
While studying, he was exempt from military service in Turkey and was able to travel back and forth
between Switzerland and Turkey. In 1974, at the age
of thirty-two, he decided to do his military service
in his native country. He was lucky, he said, because, as a lecturer in law, he had had a good time
at the Military Academy in Ankara. Once a young
officer-to-be asked him to explain Marxism. It intrigued him although he knew that the classes were
being wiretapped. After coming to Switzerland, the
first books he bought were the three volumes of
Marx’s Capital. Still today, he says, it is one of his
most important books. He recommends it to everyone. Back then, in Turkey, the work was forbidden
and not to be found in any library. So he taught the
class from memory, beginning the session with the
following remarks:
“One always fights what one doesn’t know. One always fears the foreign, be it people, matter, or science. I give you this lecture on Marxism because
you should know something about Marxist theory. I
don’t want you to initiate a coup as soon as someone
starts talking about Marxism in your presence.”
The board of the academy never issued a comment
which Atilay explained as follows: “I think they
enjoyed the topic and themselves wanted to learn
about Marxism.”
“ F I N A L LY I W A S A B L E T O
SPEAK MY MIND.”
Back in Switzerland – it was the time of the oil crisis
and the recession – he was unable to find work. The
immigration authorities wanted to send him back
to Turkey. For political reasons, he refused a position as professor offered to him by the University
of Ankara. Thanks to the recommendation by a
friend he found a job at the law office of Moritz
Leuenberger in Zurich. In 1995 Moritz Leuenberger
became Swiss Federal Councillor. Atilay specializes
in liability law and represents immigrants’ interests
regarding employment issues.
In1978, together with Res Strehle (an editor for the
Swiss newspaper Tages-Anzeiger), he founded the
Patients’ Advocacy Service. In retrospect he acknowledges that he built his career as attorney by
specializing on liability law and later in the emerging field of patients’ rights. The reason for focussing
on this field of law was pragmatic:
“I didn’t qualify as an attorney-at-law because as a
foreign national I was not allowed to take the Swiss
bar exam. So I focused on liability law, a field of law
in which cases are rarely brought to court. Ninetynine percent of the cases are resolved out of court”,
Atilay explained.
In 1982 he became a Swiss citizen and in 1984 he
took his bar exam. Finally he was able to openly
speak his mind. Prior to his naturalization, he had
been obliged to renew his permit of residence every year, and, although Switzerland honours the
86 / 87
PORTRELER
“GÜVENI INSAN KENDI
YA R AT I R . ”
Her insan bilinmeyenden korkar, diyor Atilay Bey.
İnsanın kendisinin özgürce seçmediği yeni bir
çevreye nasıl alıştığıyla ilgili görüşlerini anlatıyor.
Kendisi sadece mesleki alanda değil sosyal ve kültürel hayatta da içinde yaşadığı toplumu aktif olarak
benimsiyordu. 1977–84 yılları arasında İsviçre radyosu DRS1’de Türkler için radyo programı yaptı ve
80’lerin başında Türk yardımlaşma derneğini kurdu.
Çalışmalarından dolayı Yabancılar Dairesi İsviçre
Konfederasyonu Komisyonluğu’na (bugün İsviçre
Konfederasyonu Göçmen Komisyonu olarak biliniyor) atandı. Aynı zamanda 1988 yılında Zihinsel
Özürlüleri Hayata Kazandırma Derneği onun girişimleri sayesinde gerçekleşti. Cesur kişiliğinden
dolayı tartışmalardan kaçınmıyordu ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenmekten çekinmiyordu.
Gönüllü olarak yürütülen ve yıl içinde sayısız başvuruyu yanıtlayan, birçok insanın sorununa yardımcı olan Türk Dayanışma Derneği olarak yarım
günlük sekreterlik işi için mali yardımları kabul
etmeyince, Atilay Bey Yabancılar Dairesi İsviçre
Konfederasyonu üyeliğinden istifa etti.
Atilay İleri büyük ölçüde avukatlık kariyerine odaklanıyordu ama aynı zamanda başka iş olanaklarını
da göz önünde tutuyordu. 1982 yılında avukatlık
sınavını kazanamama ihtimaline karşı döner zinciri kurmayı planladı. İlk dönerci dükkânı Zürih’te
Hirschenplatz’da kuruldu. Ama avukatlık sınavını
başarınca 1984’te tekrar satıldı. Erkek kardeşiyle
beraber Türkiye’de mermer işine girdi ama başarısız
oldu. Selçuk’ta 40 hektarlık büyük bir alanda birkaç
yıl önce başladığı, yüksek kaliteli zeytinyağı üretimi
gelecek vaad ediyor. Artemis tapınağını, şuanki yerinden birkaç kilometre uzaktaki bir tepeye yeniden
inşa etmeyi planlıyor. Burası bu topraklar üzerinde
uluslararası cazibesiyle bir özgürlük merkezi olacak.
Ama bugün bu projenin gerçekleşmesi çok zor görünüyor. Çünkü kurumları toprak vermeye hazır değil.
Son davaları da biter bitmez yaşam merkezini yavaş yavaş Selçuk’a kaydırmayı planlıyor. Kız kardeşi
ailesiyle birlikte daha şimdiden 2014’ün Ağustos
ayında İsviçre’den Türkiye’nin Ege kıyılarına taşınmış ve Atilay Bey ile birlikte zeytin fabrikasını yönetiyor. Ama İsviçre’ye her zaman bağlı kalırım, diyor
Atilay İleri. “Burada hiç arkadaşım yok. Bu yüzden
İsviçre’deki dostlarıma telefon ediyorum. Sırf arkadaşlarımla buluşmak, Bellevue’de olmak ya da Zug
gölünün kıyısında yürüyüş yapmak için bir günlüğüne İsviçre’ye uçabilirim.”
P O R T R ÄT S
können, was er wollte. Denn vor seiner Einbürgerung
habe er jedes Jahr seine Aufenthaltsbewilligung erneuern lassen müssen. Zwar werde in der Schweiz die
Meinungsäusserungsfreiheit hoch geschrieben, aber
als Ausländer habe man trotzdem zurückhaltend sein
müssen. 1989 trennte er sich vom Büro Leuenberger
und trat in eine andere Anwaltskanzlei ein, baute seine
Spezialisierung auf Patientenrechte aus und eröffnete
1994 seine eigene Praxis an in der St. Urbangasse
beim Bellevue. Er gilt bis heute als der Experte für
Patientenrecht.
„DER MENSCH SCHAFFT
S I C H V E RT R AU T H E I T.“
Jeder Mensch habe Angst vor dem Fremden, sagt
Atilay İleri und breitet seine Überlegungen aus, wie
sich Menschen mit einer oft nicht frei gewählten neuen sozialen Umgebung allmählich vertraut machen.
Selber machte er sich, wo er auch lebte und aktiv war –
nicht nur beruflich als Jurist, sondern auch im sozialen
Alltag und in kultureller Hinsicht – seine Umgebung
aktiv zu eigen.
So gestaltete er von 1977-1984 die Sendung für die
Einwohnerinnen und Einwohner aus der Türkei am
Schweizer Radio DRS1 und gründete zu Beginn der
1980er Jahre den türkischen Solidaritätsverein. Aufgrund seines Engagements wurde er in die Eidgenössische Kommission für Ausländerfragen (heute Eidgenössische Migrationskommission) berufen. Auch
der 1988 ins Leben gerufene Verein für hirnverletzte
Menschen geht unter anderen auf seine Initiative zurück. Als streitbarer Geist wich er Konflikten nicht aus
und scheute sich auch nicht für seine Haltung einzustehen. Als seinem türkischen Solidaritätsverein, der
ehrenamtlich geführt wurde und jährlich unzählige
Anfragen beantwortete und vielen Hilfesuchenden
weiterhalf, die finanzielle Unterstützung für eine halbe
Sekretariatsstelle verweigert wurde, trat er aus der Eidgenössischen Kommission für Ausländerfragen zurück.
Atilay Ileri konzentrierte sich zwar auf eine Karriere
als Anwalt, hielt aber immer auch nach weiteren Betätigungsmöglichkeiten Ausschau und plante 1982 für
den Fall, dass er die Anwaltsprüfung nicht bestehen
sollte, eine Dönerkette zu eröffnen. Der erste Dönerladen wurde am Hirschenplatz in Zürich realisiert,
aber nach bestandener Anwaltsprüfung 1984 wieder
verkauft. Mit seinem Bruder stieg er in der Türkei
ins Marmorgeschäft ein, blieb aber erfolglos. Vielversprechender ist die qualitativ hochwertige Olivenölproduktion auf seinem rund 40 Hektaren grossen
Anwesen in Selçuk, die er vor einigen Jahren begonnen hat. Und er plant die Rekonstruktion des Artemistempels auf einem Hügel nur ein paar Kilometer vom
ursprünglichen Standort entfernt. Hier soll auf Staatsland ein grosses Kultur- und Friedenszentrum mit
internationaler Ausstrahlung entstehen. Doch heute
ist man noch weit von einer Realisierung entfernt: die
staatlichen Behörden sind nicht bereit, das Land zur
Verfügung zu stellen.
Bald seien auch seinen letzten Fälle abgeschlossen und
dann plane er, seinen Lebensmittelpunkt mehr und
mehr nach Selçuk zu verlegen, seine Tochter ist mit ihrer Familie bereits im August 2014 von der Schweiz an
die türkische Agäisküste gezogen und führt mit ihm
gemeinsam die Olivenölfabrik.
Der Schweiz würde er aber immer verbunden bleiben, meint er und sagt: „Hier habe ich praktisch keine
Freunde, also rufe ich sie in der Schweiz an. Ich würde
auch für einen Tag in die Schweiz fliegen, einfach meine Freunde zu treffen, um am Bellevue zu sein oder
am Zugersee entlang zu spazieren.“
freedom of speech, as a foreign national he had to be
careful what he said. In 1989 he left the Leuenberger
office and joined another law firm but continued to
focus on patients’ rights. In 1994 opened his own
law firm in the St. Urbangasse near the Bellevue in
Zurich. Today he is one of the leading authorities on
patients’ rights.
“ P E O P L E A LW AY S T R Y T O
C R E AT E FA M I L I A R I T Y. ”
“All human beings fear the unknown and the foreign”,
Atilay believes. The question is how people who
move to a new environment – often not voluntarily –
settle down and become acquainted with their new
surroundings. As far as he himself is concerned, he
said, the only way was to actively engage with the
new world, not only professionally, but also in terms
of social and cultural activities.
Thus, for example, from 1977 to 1984 he was responsible for the Turkish programme of the Swiss
broadcasting station DRS1. In the early 1980s he
founded the Turkish Solidarity Association. Not
least owing to these efforts, he was appointed to the
Swiss Federal Commission on Foreigners (FCF), today the Swiss Federal Commission on Immigration
(FCM). In 1988 he helped to establish an association
for people with brain injuries. Being an outspoken
person, he never avoided conflicts and always stood
by his beliefs. When the Swiss authorities denied
the Turkish Solidarity Association – a voluntary association that did a lot of good work for people in
distress – the funds for a fifty percent secretarial position, he withdrew from his position in the Federal
Commission on Foreigners (FCF).
Although Atilay focussed on his career as an attorney he kept an eye open for other occupational projects, in case he did not pass the bar. One of these
was a kebab franchise in 1982. He opened his first
kebab shop at Hirschenplatz in Zurich, but sold it
again in 1984 after he had passed the bar. Together
with his brother, he entered the marble business in
Turkey, but without success. Much more promising
is the high-quality olive oil plant which he started a
few years ago on his forty hectare estate in Selçuk. In
addition, he is planning to reconstruct the Artemis
temple on a hill just a few kilometres away from its
original location. There, on government land, he
would like to create a large culture and peace centre
of international renown. But at present the project
is far from realization since the government is not
willing to allot the land.
Atilay is in the process of bringing his last cases to
a close and then plans to gradually move to Selçuk.
His daughter and her family have already moved
from Switzerland to the Aegean coast where she
helps to manage the olive oil plant.
He believes he will always remain attached to
Switzerland, and says:
“I hardly have any friends in Turkey, they’re all in
Switzerland, so I call them by phone. I would travel
to Switzerland even for only one day, just to visit my
friends, to be at the Bellevue, or to go for a walk
along the Lake of Zug.”
PORTRELER
P O R T R ÄT S
10. NA Z İ R E V E M EH M ET YAŞ ARTÜ RK
“Bİ Z İ SV İ Ç R E’ DE Y ETİŞ K İN O L D U K .”
10. NA Z İ R E U N D M E H M ET YAŞ ARTÜ RK
“W I R SI N D I N DER S C H W EIZ ERWAC H S EN
G E WOR D EN .”
10. NA Z İ R E A N D M EH M ET YAŞ ARTÜ RK
“W E C A M E O F AG E H ERE IN S W ITZ ERLAN D.”
2014’ün Ağustos ayının ortasında Nazire ve Mehmet
Yaşartürk çiftiyle buluştuğumda Trabzon’un merkezindeki apartman henüz tadilat halindeydi. Bundan
dolayı dönüşümlü olarak ya Mehmet Bey’in erkek
kardeşinin ya da en büyük oğulları Hasan’ın evinde
kalıyorlardı. Beni de burada misafir ettiler. Neredeyse
40 yıl yaşadıkları İsviçre’den Türkiye’ye daha yeni kesin dönüş yapmışlardı. İki oğulları ve kızları aileleriyle birlikte İsviçre’de yaşamaya devam ediyorlar.
Nazire ve Mehmet Yaşartürk 1956 yılında Trabzon’un
yaklaşık 60 kilometre batısındaki Vakfıkebir köyünde doğdular. Aile fındık üretimi ve hayvancılıkla
geçiniyordu. Mehmet Yaşartürk’ün babası ek olarak
tekstil ticareti yapıyordu. 1969 yılında İsviçre’de iş
bulunca oraya göç etti.
Mehmet Yaşartürk’ün annesi 1970’te göğüs kanserine yakalanınca babası ailenin sorumluluğunu en
büyük oğlu Mehmet’e verdi. Annesi ameliyattan sağ
çıkamazsa, ev işleriyle ilgilenecek ve dört aylık en
küçük kardeşlerine bakacak bir kadına ihtiyaç vardı
bu nedenle Mehmet beyin evlenmesi gerekiyordu.
Mehmet Yaşartürk babasının isteğini yerine getirdi
ve 1973’ün Aralık ayında çocukluğundan beri tanıdığı ve her zaman çok sevdiği kuzeni Nazire ile evlendi.
“BABAM, ISTERSEN
İSVIÇRE’YE
GELEBILIRSIN, DEDI.”
On sekiz yaşındaki bir gencin iş bulma umudu
pek yoktu böylelikle o da babası ve akrabaları gibi
İsviçre’ye iş bulmaya gitti. “O zamanlar telefonumuz
yoktu. Eşimin hamile olduğunu biliyordum ancak
sadece mektuplaşabiliyorduk ve mektuplar haftalar
sonra elimize geçiyordu. Bu yüzden bir oğlum olduğunu doğumdan ancak üç hafta sonra öğrenebildim”
diye anlatıyor Mehmet Yaşartürk.
“Her zaman yalnız olmak zordu. Akşamları erkenden yatıp uyuyordum. Gündüzleri çalışmak zorundaydım, bu iyi geliyordu, günler böylece geçip gidiyordu” diye hatırlıyor Nazire Yaşartürk.
Mehmet Yaşartürk 1976–1978 yılları arasında askerlik görevini yerine getirmek için Türkiye’de yaşadı.
Sonra Aargau kantonundan çalışma izni aldı ve yeniden İsviçre’ye gitti. Bu yüzden 1978’in Ekim ayında
Das Mehrfamilienhaus im Stadtzentrum von
­ rabzon war noch im Umbau, als ich Mitte August
T
2014 das Ehepaar Nazire und Mehmet Yaşartürk
traf. Abwechslungsweise wohnten sie daher bei der
Familie von Mehmets Bruder oder in der Wohnung
ihres ältesten Sohnes Hasan, wo sie auch mir Gastrecht gewährten. Eben erst waren sie nach fast 40
Jahren Leben in der Schweiz, wo beide Söhne und
die Tochter mit ihren Familien weiterhin wohnen,
in die Türkei zurückgekehrt.
Geboren sind Nazire und Mehmet Yaşartürk 1956
in Vakfikebir, einem Dorf am Schwarzen Meer
rund 60 Kilometer westlich von Trabzon. Die Eltern lebten von Viehwirtschaft und der Produktion
von Haselnüssen. Mehmet Yaşartürks Vater arbeitete zusätzlich als Textilhändler. 1969 migrierte er
in die Schweiz.
Als die Mutter zu Beginn der 1970er Jahre an Brustkrebs erkrankte, übertrug der Vater die Verantwortung für die Familie dem ältesten Sohn Mehmet. Er
müsse heiraten, hiess es, falls die Mutter die Operation nicht überlebe, brauche es eine Frau im Haushalt, die für den erst viermonatigen, jüngsten Bruder sorge. Mehmet fügte sich dem Willen des Vaters
und heiratete im Dezember 1973 seine Cousine
Nazire, die er schon als Kind kannte und immer
sehr gern gehabt hatte.
The renovation of the multifamily house in the
centre of Trabzon was still ongoing when I met
the couple Nazire und Mehmet Yaşartürk in midAugust 2014. While work was going on they alternated between living with the family of Mehmet’s
brother and with their eldest son, Hasan. It is
here that they welcomed me as a guest. The couple had just returned to Turkey after forty years in
Switzerland where both sons and their daughter
continue to live with their families.
Nazire und Mehmet Yaşartürk were born in
Vakfikebir in 1956, a village on the Black Sea, about
sixty kilometres west of Trabzon. Their parents
made their living with animal husbandry and hazelnut growing. In addition, Mehmet Yaşartürk’s father
worked as a textile merchant. In 1969 he emigrated
to Switzerland, having found work there.
When their mother came down with breast cancer at
the beginning of the 1970s, their father transferred
the responsibility for the business to his oldest son
Mehmet. He was told to get married, for if their
mother did not survive surgery there was need for
a woman in the house to take care of the youngest
brother who at the time was only four months old.
Mehmet conceded to his father’s wish and in 1973
married his cousin Nazire whom he had known and
liked very much since childhood.
„ M E I N VAT E R S A G T E ,
W E N N D U W I L LST, K A N N ST
DU MITKOMMEN IN DIE
SCHWEIZ.“
“ M Y FAT H E R S A I D , ‘ I F Y O U
WA N T, YO U CA N CO M E
A LO N G TO SW I TZ E R L A N D
WITH ME’.”
Aussicht auf Arbeit hatte der knapp Achtzehnjährige
aber kaum, so reiste auch er, wie schon der Vater
und andere Verwandte vor ihm, auf Arbeitssuche in
die Schweiz. „Damals hatten wir kein Telefon. Ich
wusste, dass meine Frau schwanger war. Wir haben
Briefe geschrieben, die waren zwei bis drei Wochen
unterwegs. So kam es, dass ich erst drei Wochen
nach der Geburt erfahren habe, dass wir einen Sohn
bekommen haben“, erzählt Mehmet Yaşartürk.
„Immer, allein zu sein. Das war schwierig. Ich ging
abends früh ins Bett und habe geschlafen. Tagsüber
musste ich arbeiten, da war ich abgelenkt und dann
In Turkey there were hardly any job prospects for
a young man of eighteen. So he followed his father,
and other relatives before him, to Switzerland in
search of a job.
“Back then we didn’t have a phone but I knew that
my wife was pregnant. We wrote letters, which took
two to three weeks to arrive. So only three weeks
after my wife gave birth I found out that I had a son”,
Mehmet recounted.
“To be alone all the time was difficult. I went to bed
early, but during the day I worked and was distracted, which made things easier”, Nazire recalled.
88 / 89
PORTRELER
ikinci oğlu Selim doğduğunda yanında değildi.
Nazire Hanım sonunda İsviçre’ye eşinin yanına taşınabildiğinde çok mutlu oldu. Bir tek Hasan’ı geride
bırakması çok acı verici oldu, diye anlatıyor oldukça
duygulanarak. Bir yıl sonra onu da yanlarına aldılar.
1981 yılında kızları Özlem dünyaya geldi.
“İYI BIR EĞITIM ALDIYSAN,
PA R A O T O M AT I K O L A R A K
GELIR.”
Mehmet Yaşartürk çocuklarının eğitimine büyük
önem veriyordu. Möhlin’in okul müdürü, Mehmet
beyin Hasan’ın hazırlık sınıfına girmesini desteklemesine şaşırdı, çünkü diğer yabancı işçi anne babalardan farklı tepkiler görmeye alışkındı. Mehmet
Bey için çocuklarının eğitim hayatlarına iyi bir başlangıç yapmalarını sağlamak çok önemliydi. Kendi
babası onu zamanında dil kursuna ve meslek edindirme eğitimine gönderseydi ona minnettar olurdu.
Çünkü mesleki bir eğitim sayesinde her zaman daha
fazla para kazanılırdı.
Bir keresinde okulda Hasan’ın haksız yere yüksek
dereceli lise yerine düz liseye gönderilmesiyle ilgili
sorun yaşandı. Mehmet Yaşartürk bunun üzerine
Rheinfelden’e taşınma kararı aldı. Böyle bir karar
aldığına çok memnun oldu, diyor Mehmet Bey geriye dönüp baktığında. Bu sayede bütün çocukları
iyi eğitim aldılar. Özlem satış elemanlığı, Hasan ise
makine tasarımı alanında eğitim aldı ve daha sonra
mühendis oldu. Nihat uluslararası ilişkiler okudu ve
bugün bir şirkette danışman olarak çalışıyor.
“MÜEZZIN EZAN OKUDU
MU, OĞLUM?”
Mehmet Yaşartürk kayınpederinin İsviçre’ye ziyaretini anımsıyor. “Biz Müslüman’ız. Ben ve eşim hayatta bir kez hacca gitmek istiyorduk. Çocuklarımızı
yalnız bırakamıyorduk bu yüzden kayınpederime
çocuklara bakmak için İsviçre’ye gelir mi sorduk.”
Yapılacak birçok iş vardı elbette: yemek, çamaşır, ev
temizliği, çocuklar ama bütün bunları severek halletti. Kayınpederi ilk kez yurtdışına çıktı. Her şey
onun için yeniydi. Daha ilk gün ne zaman ezan okunacak diye sordu.
“ FA B R I K AY I K A PAT I P
IŞINIZE SON VERMEK
Z O R U N D AY I Z . ”
Yaşartürk çifti 2009’un yazında tatilden İsviçre’ye
dönüp Mehmet beyin işten çıkartıldığını öğrenince dünya başlarına yıkıldı. Möhlin’deki Josef Meier
vagon fabrikasında Mehmet Bey otuz yıl boyunca
çalıştı. İyi ve güvenilir biri olarak ona değer veriliyordu. Bu durum onu derinden etkiledi. İlk kez
Türkiye’ye dönmeyi ciddi ciddi düşünmeye başladı.
Eşi buna karşı çıktı. O İsviçre’deki hayatını çok seviyordu: “Çocuklarımız da torunlarımız da burada”
diyor Nazire Hanım.
Fabrika satıldı ve çalışanların bir kısmı özel bir iş
kurumu aracılığıyla daha kötü koşullarla yine aynı
fabrikaya yerleştirildi, bunlar arasında Mehmet
Yaşartürk de vardı. Ama memlekete dönüş planı
giderek olgunlaşıyordu. Karar vermek kolay değildi. “Biz İsviçre’de büyüdük ve aile hayatımız
İsviçre’deydi” diye açıklıyor Mehmet Yaşartürk.
Mayın 2014’te Yaşartürk ailesi Rheinfelden’i terk
edip Trabzon’a gitti.
“YÜZMEYI ÇOK SEVERIM.”
Evin tadilatı çok fazla çaba ve enerji gerektiriyor. Ustalar İsviçre’deki ustalardan farklı çalışıyor,
P O R T R ÄT S
ging es“, erinnert sich Nazire Yaşartürk.
Von 1976 bis 1978 lebte Mehmet Yaşartürk wieder
in der Türkei, um seinen Militärdienst zu leisten.
Dann erhielt er vom Kanton Aargau eine Arbeitsbewilligung und reiste abermals in die Schweiz, so
dass er auch bei der Geburt seines zweiten Sohnes
Nihat im Oktober 1978 nicht dabei war.
Sie sei sehr froh gewesen, als sie endlich zu ihrem
Mann in die Schweiz ziehen konnte. Einzig, dass sie
Hasan zurückgelassen hätten, das sei schrecklich
gewesen, sagt Nazire sichtlich aufgewühlt. Ein ganzes Jahr seien sie getrennt gewesen. 1981 kam die
Tochter Özlem zur Welt.
„WEN N DU GUT
AUSGEBILDET BIST,
KOMMT DAS GELD
A U T O M AT I S C H . “
Mehmet Yaşartürk lag viel an einer guten Ausbildung seiner Kinder. Der Schulsekretär von Möhlin
sei überrascht gewesen, als er die Einteilung Hasans
in die Einführungsklasse unterstützt habe, weil
dieser sich von Gastarbeitereltern anderes gewohnt
war. Für ihn sei jedoch immer klar gewesen, dass
er alles unternehme, um seinen Kindern optimale
Startbedingungen zu geben. Er wäre seinem Vater
dankbar gewesen, hätte er ihn als jungen Mann
in einen Sprachkurs und in eine Lehre geschickt.
Denn mit einer Berufsausbildung hätte auch er
mehr verdient.
Einmal habe es Schwierigkeiten gegeben in der
Schule, Hasan sei zu Unrecht in die Realschule
anstatt in die Sekundarschule eingeteilt worden.
Mehmet Yaşartürk beschloss, nach Rheinfelden
zu ziehen. Zum Glück habe er sich so entschieden,
meint er rückblickend. Alle seine Kinder hätten
eine gute Ausbildung machen können, Özlem
machte eine Lehre als Verkäuferin, Hasan ein Lehre als Maschinenbauzeichner. Anschliessend bildete er sich weiter zum Ingenieur; Nihat studierte
Internationale Beziehungen und arbeitet heute als
Unternehmensberater.
„ S A G , M E I N S O H N , H AT
DER MUEZZIN GERUFEN?“
Mehmet Yaşartürk erinnert sich an den Besuch seines Schwiegervaters in der Schweiz. „Wir sind Muslime, ich und meine Frau wollten einmal im Leben
den Hadj machen. Unsere Kinder konnten wir nicht
alleine lassen, also fragten wir meinen Schwiegervater, ob er kommen würde, um auf die Kinder aufzupassen.“ Es sei schon etwas viel Arbeit gewesen,
kochen, putzen, waschen, zu den Kindern schauen,
doch er habe es gerne gemacht. Der Schwiegervater
sei zum ersten Mal im Ausland gewesen. Alles war
neu für ihn. Am ersten Morgen habe er sich nach
dem Ruf des Muezzins erkundigt.
„W I R M Ü S S E N D I E FA B R I K
SCHLIESSEN UND IHNEN
KÜNDIGEN.“
Mehmet Yaşartürk fiel aus allen Wolken. 2009, an
seinem ersten Arbeitstag nach den Sommerferien,
erhielt er die Kündigung, 30 Jahre hatte er in der
Wagonfabrik Josef Meier in Möhlin gearbeitet. Als
ein guter, zuverlässiger Mitarbeiter war er sehr geschätzt. Der Schock sass tief. Zum ersten Mal dachte er laut über eine Rückkehr in die Türkei nach.
Seine Frau war dagegen. Sie liebt das Leben in der
Schweiz: „Hier sind die Kinder, die Enkelkinder
und ich habe alles in der Schweiz“, sagt sie.
From 1976 to 1978 Mehmet Yaşartürk did his military service in Turkey. Having finished he received
a work permit in Canton Aargau and returned to
Switzerland. As a result he was not there again when
his second son, Nihat, was born in October 1978.
Nazire had been very happy to be finally reunited
again with her husband in Switzerland. But leaving Hasan behind was terrible, Nazire said, visibly
shaken. A year later they finally brought him to
Switzerland as well. In 1981 their daughter Özlem
was born.
“ I F YO U A R E W E L L
E D U C AT E D , M O N E Y W I L L
C O M E A U T O M A T I C A L LY . ”
For Mehmet Yaşartürk a good education for his
children was important. The school secretary in
Möhlin was surprised to learn about his support
of Hasan’s enrolment in a preparatory class; he was
used to a different attitude on the part of migrant
worker parents. Mehmet was always clear about
his commitment to provide his children with the
best starting position. He himself would have been
grateful if his father had made him visit a language
course as a young man and given him the chance to
do an apprenticeship. A professional training would
have enabled him to earn more.
Schooling began with difficulties when Hasan was
wrongfully sent to the “Realschule”, the lowest
level, instead of upper secondary school. Mehmet
Yaşartürk decided to move to Rheinfelden to be able
to send his children to better schools. Looking back,
that was a fortunate choice, he said. All his children
were able to get a good education. Özlem trained as
a salesperson, Hasan as a mechanical draughtsman
before completing his degree in technical engineering at college. Nihat studied international relations
and now works as a business consultant.
“TELL ME, SON, HAS
T H E M U E Z Z I N A L R E A DY
CALLED?”
Mehmet Yaşartürk recalls a visit by his father in-law
to Switzerland.
“We are Muslims, as you know, and once in our life
my wife and I wanted to go on the Hajj. But we
could not leave our children unattended, so we
asked my father in-law, whether he would come
to Switzerland and look after them.” It was a lot of
work, cooking, cleaning and to caring for the children, but the father in-law was happy to do it. It was
his first time abroad. Everything was new to him.
On his first morning in Switzerland he had asked
about the call of the Muezzin.
“ W E H AV E T O C LO S E
T H E FA C T O R Y A N D G I V E
YO U N OT I C E ”
Mehmet Yaşartürk was thunderstruck. When the
couple returned from vacation in the summer of
2009, and he was laid off. He had worked at the wagon factory Josef Meier in Möhlin for thirty years,
where he had been a well-respected, good and reliable employee. Nazire and Mehmet Yaşartürk were
shocked. For the first time he thought about returning to Turkey. His wife objected because she loved
life in Switzerland:
“The children and grandchildren are here, and every­
thing I have is in Switzerland”, she said.
When the factory was sold, some of the employees
N A Z I R E V E M E H M E T YA Ş A R T Ü R K
işçileri sürekli kontrol etmek gerekiyor, keşke birçok işi kendim yapabilsem, diye anlatıyor Mehmet
Bey. Burada kendini evinde hissetmiyor, kimse ona
buralı biri gibi davranmıyor aksine onu sürekli kandırmaya çalışıyorlar. Ancak hedefini hiç unutmuyor.
Amacım dört daireli binanın bir dairesini kendim
ve Nazire hanım için yapmak ve diğer üç daireyi de
çocuklarımız için yapmak sonrasını düşüneceğim,
diyor Mehmet bey.
Anlaştık, diye anlatıyor Nazire Hanım. Kendisi yılın
yarısını İsviçre’de, diğer yarısını da eşinin yanında
Trabzon’da geçirecek. İsviçre’deki hayatından, çocuklarından ve torunlarından aynı zamanda yüzmekten ve yapmayı çok sevdiği bahçe işlerinden
vazgeçmek istemiyor.
Die Fabrik wurde verkauft und ein Teil der Mitarbeiter über eine Temporärfirma zu schlechteren
Bedingungen wieder eingestellt: darunter auch
Mehmet Yaşartürk. Doch aus der Idee einer Rückkehr wurden immer konkretere Pläne. Der Entscheid fiel nicht leicht: „Wir sind in der Schweiz
erwachsen geworden und unser Familienleben war
in der Schweiz“, erzählt Mehmet Yaşartürk. Doch
Ende Mai 2014 verliess das Ehepaar Rheinfelden in
Richtung Trabzon.
„ICH GEHE SO GERNE
SCHWIMMEN.“
Der Umbau des Hauses koste viel Energie und Nerven. Die Handwerker würden anders arbeiten als
in der Schweiz. Er müsse ihre Arbeit ständig kontrollieren, am liebsten mache er vieles selber, erzählt
Mehmet Yaşartürk. Er sei hier nicht mehr richtig zu
Hause, werde auch nicht als einer von hier behandelt.
Und man versuche ständig, ihn übers Ohr zu hauen.
Doch er habe ein Ziel vor Augen, dieses Haus mit
den vier Wohnungen zu renovieren – für sich und
Nazire und für die drei Kinder je eine. Dann werde
er weiter sehen, sagt Mehmet Yaşartürk.
Sie hätten sich geeinigt, erzählt Nazire Yaşartürk, sie
werde ein halbes Jahr in der Schweiz und ein halbes
Jahr bei ihrem Mann in Trabzon leben. Auf ihr Leben in der Schweiz, die Kinder, die Enkel, aber auch
auf das regelmässige Schwimmen und ihren Garten,
in dem sie gerne arbeite und sich sehr wohl fühle,
könne und wolle sie nicht verzichten.
PORTRAITS
were rehired by a contracting firm, but on poor terms
and conditions, among them Mehmet Yaşartürk.
Slowly the idea of returning to Turkey became a concrete plan. The decision was not easy:
“We had grown up in Switzerland and our family life
was in Switzerland,” Mehmet Yaşartürk said.
But at the end of May 2014 the couple finally left
Rheinfelden for Trabzon in Turkey.
“ I LOV E SW I M M I N G .”
Work on the house was proving difficult and
drained energy and nerves. The craftsmen were
not like those in Switzerland which meant he had
to monitor their work all the time. Indeed, Mehmet
said, I prefer to do many of the tasks myself. He no
longer felt at home here, and the people didn’t look
upon him as a local. Moreover, they constantly tried
to cheat him. But he had a goal in mind, that is, to
renovate the house with its four apartments – one
for himself and Nazire, and one for each of his children. Time will tell what the future holds, Mehmet
concluded.
They had agreed, Nazire added, that she would alternate between living six months in Switzerland and
six months with her husband in Trabzon. She was
not willing to give up her life in Switzerland – her
children and her grandchildren, to go swimming
and her garden where she loved to work and where
she felt at peace.
90 / 91
İ S V I Ç R E V E T Ü R K I Y E A R A S I N D A K I U LU S - Ö T E S I U Z A M L A R D A
KIMLIKLERIN DÖNÜŞÜM SÜRECI
BE NİM SEM E K – Ç EVİ R MEK – KEN Dİ Nİ Y ENİ D EN B ULM AK
“ W I R K Ö N N E N I N D E R H E I M AT I N D E N F L I E G E R S T E I G E N
V E Ü Ç B I N K I LO M E T R E S O N R A E V I M I Z E K AV U Ş U R U Z
( Ü L K E M I Z E G I D E N U Ç A Ğ A B I N I P Ü Ç B I N K I LO M E T R E S O N R A E V I M I Z E K AV U Ş U R U Z , AY Y I L D I Z , 2 0 1 1 . )
Bu alıntı İsviçre halkının büyüyen nüfusunun bir kısmının yaşam evreni hakkında önemli bir bilgi sunuyor. Yeni iletişim araçları sayesinde çok dilli olmak tıpkı
birden fazla vatandaşlık gibi sosyal, kültürel, ekonomik hayatın günlük gerçekleri
arasında yer alıyor. Sosyal bilimci Yaşar Aydın’ın da dediği gibi çifte vatandaşlık
“ya o ya bu” değildir, sınır ötesi bir iletişimdir ve sanal değişim ulus-ötesi yönelimin bir parçasıdır (Aydın, 157-158, 2013.)
Türkiye’de araştırma amacıyla kaldığım beş aylık süre içinde hem İsviçre hem
Türkiye’de kalmış ya da kalmakta olan dört kadın, beş erkek ve bir evli çiftle görüşmeler yaptım ve onların gündelik hayatına kısmen katıldım. Benim ilgim yolda
olmanın, yani farklı mekânları evi kabul etmenin koşulları altında özel kimliklerin nasıl oluştuğu meselesine yöneliktir. Kendileri hakkındaki anlatılarda, çalıştıkları alanlarda ve olayların cereyan ettiği yerlerde kültürel bağlamda kişiye özgü
değişimler olduğu gibi uyum çabalarında da farklılıklar görülmekte. Toplumsal
değer yargıları ve davranışlar benimseniyor ve değiştiriyor, ve karşılıklı etkileşim
içinde yeni kimlikler meydana geliyor.
Grupların ve bireylerin gerçekleştirdiği işi anlamak için bu işi “kültürel çeviri” (Keinz, Schönberger, Wolf, 2012) olarak tanımlanıyor. Soru şu: kavramlar,
nesneler ve sosyal pratikler bir bağlamdan başka bir bağlama çevrilirse ne olur?
Aktörler çeviri sırasında hangi strateji ve taktikleri izliyorlar?
Türkiye’deki dört kadın, beş erkek ve bir evli çiftle görüşmeler 2014’ün temmuz ve aralık ayında gerçekleşti. Yani Recep Tayyip Erdoğan yönetimi altındaki
Türk hükümetinin giderek artan otoriter tavırları ve farklı düşünenlerle çatışmasının henüz görülmediği bir politik döneme denk gelmektedir bu. Bağlantıları
kurmak için önce İsviçre ya da Türkiye’ye yeniden göç edenler ve göçmenler hakkında, olgular ve sayılar, ama aynı zamanda benim soru ve düşüncelerimi dile
getiren teorik söylemim hakkında genel bir sunum yapmak istiyorum.
O L G U L A R V E S AY I L A R
İsviçre’deki Türk nüfusu 1960’dan 1990’lara kadar sürekli olarak arttı. Yüksek işsizlik oranı, Türkiye’deki sorunlu politik durum ve İsviçre ekonomisinin iş gücüne olan büyük talebi yirminci yüzyılın sonlarına kadar Türkiye’nin kırsal ve doğu
bölgelerinden tam 100.000 göçmen ve mültecinin İsviçre’ye gelmesine neden
oldu. Türkiyeli birçok göçmen İsviçre vatandaşı oldu. 1980 askeri darbesinden
sonra İsviçre’ye sığınma talebinde bulunanların Türk vatandaşlarının büyük bir
kısmı Kürt ve Alevilerden oluşuyordu (İsviçre Tarihi Elkitabı, 2014).
Bugün İsviçre’de Türk kökenli 120.000 kişi yaşıyor ve bunların yaklaşık
46.724’ü İsviçre vatandaşı (Wanner/Steiner,2012,32). Birkaç yıldan beri göçmenlerin sayısı azalıyor. 2002’de Türkiye’den İsviçre’ye gelen kişi sayısı 3.063’ken 2014
yılında bu sayı 1.643’tü.
Şu an tam tersi bir şekilde İsviçre’yi terk edip Türkiye’ye gidenlerin ağırlık kazandığı görülüyor. 2002’de bu rakam 841’di. 2014’de ise 1.348 kişiye ulaştı (Federal
İstatistik Dairesi, 2016). İstanbul’daki İsviçre Başkonsolosluğu’nun verilerine göre
2016’nın ocak ayında Türkiye’deki 4.136 İsviçre vatandaşının 3.483’ünün çifte vatandaş (İsviçre-Türk) olduğu açıklandı (İsviçre Başkonsolosluğu, 25.01.2016).
Burada Başkonsolosluk’ta kayıtlı olan sayılar söz konusu. “Kesinlikle bu kayıtların dışında sayısı bilinmeyen İsviçreliler de vardır. Herhangi bir tahminde
bulunamıyoruz” (İsviçre Başkonsolosluğu İstanbul, 10.11.2014). 2014’ün temmuz ayının sonundaki sayıları 2016’nın ocak ayındaki sayılar ile karşılaştırırsak
az önce bahsettiğimiz gibi Türkiye’ye göçün devam ettiği görülüyor. 2014’ün
temmuz ayının sonunda İsviçre pasaportu olan 3.526 kişi İsviçre’deki başkonsolosluğa başvurdu. 2016’nın ocak ayında ise bu rakam 4.136 oldu (İsviçre
Başkonsolosluğu İstanbul, 25.01.2016). Ayrıca çift vatandaşlığın sayıca fazla olması İsviçre’den Türkiye’ye göç edenlerin arasında evlilik yoluyla Türk pasaportu
alanların yanı sıra bir zamanlar Türkiye’den İsviçre’ye göç edenlerle sonraki kuşakların söz konusu olduğu akla geliyor.
SINIRLARI GEÇMEK
„ M É L A N G E , H O T C H P O T C H , A B I T O F T H I S A N D A B I T O F T H AT I S ,
HOW NEWNESS ENTERS THE WORLD.“ (RUSHDIE, İMAGINARY
1992, 394)
Göç araştırmalarındaki yeni dönemlerde göç, özel bir toplumsal alan olarak
görülmemekte. Göç fenomenini analiz nesnesi olarak görüyorlar ve Emile
Durkheimcı anlamda “fait social” (sosyal olgu) olarak betimliyorlar. Durkheim’a
92 / 93
MAKALE
göre bu fenomen toplumu bir bütün anlamında, yapısal olarak etkilemektedir ve
sadece gerekli görüldüğünde ve de tarihi etkisi varsa kişisel olarak ele alınmalıdır.
(Durkheim, 1965).
Göç fenomeni değişimlerin nedeni ya da soncu değil, aynı zamanda sosyal ve
kültürel değişim süreçlerinin tümünü oluşturan temel öğe olarak yorumlanmaktadır; bu değişim süreçleri dünya çapındaki ilişkilerin, yani küreselleşmenin yoğunlaşması ve karmaşıklaşmasının bir kısmını oluşturmaktadır (Dahinden, 2013,
s.89-90). Bu anlamda göç, geçici bir olgu ya da bir kereliğine olup biten bir fenomen değildir, aksine sosyolog ve göç araştırmacısı Ludger Pries’ın da ifade ettiği
gibi “ucu açık” bir süreçtir ve bu kuşakların ötesine uzanan hassas ve değişebilir
bir durumdur; karşılıklı olarak kendini ve yabancı olanı algılayarak, göçmenlerle
göçmen olmayanlar arasında ilişkiler kurarak yerel aidiyet ve bağlılıkların çoğul
(ekonomik, politik, sosyal ve kültürel) biçimine ulaşır. Böylece “ülke sınırlarını
aşan, göçmenlerin kalıcı yaşam pratiklerini oluşturan sosyal dokular meydana
gelir.” Onların “vatan”ı A ya da B ülkesi değildir, aksine bunların ötesinde onların
kendi kurdukları sosyal uzamlardır. İnsan kendini ne Alman ne de Türk olarak
hissediyor, aksine Alman-Türk ya da Türk-Alman olarak hissediyor. Hayatlarını
Almanya’da mı geçirmek istediklerine ya da Türkiye’ye gitmek isteyip istemediklerine nihai olarak karar vermiyorlar. Bir süreliğine Hollanda’ya ya da Fransa’ya
göç edip sonra dönebilirler, Almanya ya da Türkiye arasında mekik dokuyabilirler de (A.g.e.,s.77).
Görüştüğüm kişilerin hayat hikâyelerinde benimsemek, uyum süreci ve kendini yeniden bulmanın bütün unsurları; dillerin, fikirlerin ve değerler dünyasının
nasıl benimsendiği, değerlendirildiği, kullanıldığı ve ne tür aidiyetler olarak formüle edildiği açıkça görülmektedir. 30 saatten fazla süren görüşmelerden elde
ettiğim temel gözlemlerimi aşağıda özetliyorum.
DİLİ BENİMSEMEK
“Anaokuluna gittiğimde bir tek kelime Almanca bilmiyordum,” diyordu Yasemin
Meral bir görüşmemizde. Almancayı anlayamamak, bu acı verici deneyim onda
yer etmiş ve kendisinden yedi yaş küçük kız kardeşinin aynı deneyimi yaşamaması için onunla hep Almanca konuşmuş. Görüştüğüm kişilerin anlattıklarından
durum ve konuya göre Almancaya ya da Türkçeye öncelik verdikleri anlaşılıyor.
Çocukken İsviçre’ye gelmiş ya da İsviçre’de doğmuş olanlar Almancayı öncelikle okulda öğrendiler; yetişkinler ise iş yerinde, bir dil kursunda ya da hayatın
akışı içinde Almanca konuşan arkadaşlarından, film izleyerek ya da kendi kendilerine, gazete, dergi ve kitap okuyarak öğrendiler. İkinci ve üçüncü kuşaklar
Türkçeyi ailelerin yanında, dil kurslarında, Türkiye’deki akrabalarının yanında
kaldıklarında ya da Türkiye’deyken gittikleri okullarda öğrendiler. Dili benimseme süreçleri değişen aidiyetlerin bir yansımasıdır. Büyük bir çoğunluğun da
ifade ettiği gibi Almancayı başarılı bir şekilde öğrenmenin en iyi yolu kaldıkları
çevrede fazla yabancının olmamasına bağlıymış. “Çocuklarımın iyi Almanca öğrenmesini istiyorsam yabancıların az olduğu yerde ikamet etmem gerekir. Benim
amacım çocuklarımın bu dili iyi öğrenmeleri ve böylece iyi eğitim almalarıdır,”
diyor Mehmet Yaşartürk diğerlerini temsilen.
Aile içinde dilin kullanımı ailenin kültürel kökenine karşı mesafeli olmaya
ve farklı kültürlere olan ilgiye işaret de edebilir. “Benim ailem her zaman Türkçe
konuştu. Ben ve kız kardeşim onlarla her zaman Almanca konuştuk. Bu yüzden
zaman içinde Türkçeyle ilgili sorunlar yaşamaya başladık. Tamamen uyum sağlamıştık, bir İsviçreli gibi yaşıyorduk,” diye anlatıyor Genç Osman Yavaş.
Öte yandan ailenin kendi kültürünü öğretme isteği ve kendi dilinden duyduğu gurur ailenin dilinin seçilmesinde etkisini göstermektedir: “Ben hiç Türk
okuluna gitmedim, ama annem evde asla Türkçeden başka bir dilin konuşulmasına izin vermiyordu. Bundan gayet memnunum,” diyor Mehmet Yildirimli.
Sözü bu kez Yasemin Meral’e bırakalım: “Ailem her zaman şunu söyledi: büyük
anne ve babanızla iyi bir ilişki içinde olmanızı ve Türk kültürünü tanımanızı istiyoruz. Okul tatillerinde çoğunlukla Türkiye’ye gidiyordum ve Çarşamba günleri
öğleden sonra Türkçe derslere giriyordum, okuma-yazma öğreniyor ve Türkçe
kitaplar okuyordum.”
Görüştüğüm kişilerin anlattıklarından her durum ve konuda her zaman
Almancayı ya da Türkçeyi ön plana çıkardıkları açıkça görülüyor. “Duyguları
Türkçe algılıyorum, olguları ise Almanca,” diyor Yasemin Meral. Atilla İleri’nin
torunları ona ve karısına “dede” ve “nine” diyor. “‘Grossvater’ ya da ‘Opa’ demek
bize yabancı geliyor,” diyor.
Türkiye’de kaldıklarında, oraya geri döndükleri ya da göç ettiklerinde Türk
dilinin zenginliğinin, ama aynı zamanda açıklarının farkına varıyorlar. Türkiye’de
liseye gitmeye başladığında Türkçeyle ilgili sorunlar yaşayan İsmail Topaç bize
şunları anlatıyor. “Her yıl daha iyi oldum ve Türk dilini sevmeye başladım.
Almancadan daha renkli bir dil.” Türkçesi gayet iyi olmasına rağmen buradan
biri olmadığının bilincinde olan Tülay Kula şunu söylüyor: “Aksanım olmadığı
için şanslıyım. Buna rağmen yurtdışından geldiğimi fark ediyorlar, çünkü belli
G A BY F I E R Z
ifadeleri ve deyimleri farklı kullanıyorum ya da garip bulduğum için bazı selamlaşma şekillerine uyamıyorum.”
DEĞERLERİ BENİMSEMEK
Görüştüğüm kişiler anlatımlarında Türk ve doğulu değerlerinin karşısına
Avrupalı, İsviçreli değerleri koyuyorlar. Bunlar özellikle üç alanla ilgili: her
iki cinsin davranışları, ailenin değerleri, bireysel ve politik özgürlük biçimleri.
“İsviçre’de karşımdakine dürüst ve hoşgörülü olmayı öğrendim. Avrupa’nın bana
verdiği ve buraya gelirken beraberimde getirdiğim en önemli değerler bunlardır,”
diyor Müjde Tönbekici ve devam ediyor. “Kadın ve erkek ilişkilerine gelince, bu
genç kızlığımdan beri benim için önemli bir mesele olmuştur. Partileri hatırlıyorum. Kız arkadaşlarımın hepsi geceleyebiliyorlardı, ben ise geceleyin ailem tarafından alınıyordum. Daha o zaman büyüdüğümde eskimiş toplumsal normlara
boyun eğmeyeceğim diye kendi kendime yemin ettim. Örneğin İzmir’de genç bir
öğrenciyken erkek arkadaşımla birlikte eve taşınmıştım. Bu 1980’ların başında
devrimci bir eylemdi. Elbette ailenin otoritesi gereklidir ama çocuklara özgürce hareket edecekleri alan vermek önemlidir. Çocuklarımı böyle yetiştiriyorum.”
Tasarımcı ve iş kadını olarak Tülay Kula ailesinin köyündeki birçok kadının rol
modeli olmuş. “Terzim bir keresinde bana kendi işini yapmakta onu motive ettiğimi söylemişti. Bugün kendisi başarılı bir çanta imalatçısı. Köye iş getirdiğim,
kadınları çalıştırmayı sevdiğim herkesin dilindedir.”
Görüştüğüm kişiler İsviçreli aileleri kendi ailelerinden daha özgür buluyorlardı. Bu deneyimlerin hayatları üzerinde izleri olmuş. “Ailem ve akrabalarım
arasında evlenmeden ayrı bir eve taşınan ilk kişi bendim,” diyor Yasemin Meral.
Ve Harun Doğan: “Türk çevreleriyle fazla bir ilişkim olmadı. Daha çok İsviçreli
aileler ve çocuklardan etkilendim. Ailem benim kendime özgü, sıra dışı hayat
tarzımı kabul etmek zorunda kaldı. Daha 20 yaşındayken ilk grafik büromu açtığımda bana yabancı olduğumuzu ve normal bir iş bulmam gerektiğini söylediler.”
YETENEKLER EDINMEK
Ayrıca görüştüğüm kişiler İsviçre’de bilinçli bir şekilde ya da kendiliğinden elde
edilmiş yetenekleri vurguluyorlar. “Daha İsviçre’de ilkokula giderken kitapları sevdiğimi fark ettim. Müziğe olan eğilimimde orta okuldaki öğretmenim aracı oldu,”
diye anlatıyor Genç Osman Yavaş. Her zaman yüzmeyi öğrenmek istemişimdir,
diyor Nazire Yaşartürk. Sadece kadınlar için yüzme kursu İsviçre’de varmış ve
bu sayede çok arzuladığı bu sporu gerçekleştirebilmiş. Toplumsal politik aktiviteleri Memet Şahin’i İsviçre’deki politik sistemin esaslı uzmanlarından biri haline
getirmiş. Atilay İleri sadece Zürih üniversitesinde hukuk eğitimi almadı, aynı zamanda Zürih kantonunda avukatlık sınavlarını başarıyla geçti. Bunların dışında
birçok ilgi alanı oldu. Bir liberal olarak sosyal sorumluluk projelerinde yer aldı.
Örneğin Marksizm’i inceledi. 1970’li yıllarda Marks’ın Kapital’i Türkiye’de yasaktı.
ÇEVIRMEK
Genç Osman Yavaş çeviriyi meslek olarak edindi. “Bir iş ilanı üzerine başvurdum.
Bir, iki kitap çevirdim. Yayınevi benden memnun kaldı ve başka çeviriler aldım.”
Müjde Tönbekici de rehber olarak Alman turistleri Türkiye’de gezdirirken çeviri
yapıyor. “Almancayı direkt olarak mesleğimde kullanabiliyordum. Varoluşumun
temeli budur.”
Genel olarak göçmen ailelerin çocukları aileleri için çeşitli çeviri hizmetleri
sunarlar. Resmi kurumların mektuplarını çevirirler ve ayrıca okulda öğretmen
ve aile arasındaki görüşmelerde anında çeviri yaparlar. “Daha çocukken çevirmendim. Bu durum bana yorumlarımda esneklik de sağlıyordu,” diye anlatıyor
Harun Doğan.
KENDINI YENIDEN BULMAK
Kültürel özümsemeler ve uyum çabaları kriz ve belirsizliklerin neden olduğu
kendini yeniden bulma süreçlerini doğuruyor. Daha önce yukarıda Ludger
Pries’ten alıntı yaparak belirttiğim gibi bu ucu açık bir süreçtir. Yaşartürk ailesinin hayatında Mehmet Bey’in işini bırakması varoluşsal bir krize neden olmuştu.
Bunu üzerine Türkiye’deki olanaklar ve kaynaklar üzerine düşünmeye başladı.
Orada daha üç ay içersinde kendisinin yabancı biri olduğunu deneyimlemek zorunda kaldı. “Seni bir yabancı, zengin bir adam olarak görüyorlar. Yapabildikleri
her yerde seni kazıklamaya çalışıyorlar. Acı verici bir durum,” diyor Mehmet Bey
bir görüşmemizde ve devam ediyor. “Selam verişinden, yürümeden, giyiminden,
pazarda ürünlere bakışından seni tanıyorlar ve bundan faydalanmaya çalışıyorlar.” Yeterli Almancası olmadığından dolayı İsviçre vatandaşlığı alamayan Nazire
Hanım kocasından farklı olarak Türkiye’ye dönmeyi hiç istemedi. Daha önce olduğu gibi İsviçre’de kaldığı yeri bildiriyor ve her iki ülke arasında gidip geliyor.
Çiftin kendilerini ve evlilikle ilgili bireysel rollerini, daha doğrusu kimliklerini
BENİMSEMEK – ÇEVİRMEK – KENDİNİ YENİDEN BULMAK
yeniden tanımlamanın bir yolunu bulması gerekiyor. “Elimizden geleni yapıyoruz. Nasıl devam edeceğini bilmiyoruz,” diyor Mehmet Bey.
geliştirmeye, geleneksel olanla modern olanı birleştirip yeni bir şey meydana getirmeye katkı sağlıyor.
KENDİNİ YENİDEN BULMAK –
YERDEĞİŞTİRMELER
B İ R D E N F A Z L A K Ü LT Ü R E A İ T O L M A N I N
P O TA N S İ Y E L İ
Kendini yeniden bulmak süreçlerinde yer değiştirmeler gerçekleşiyor. Ailenin ve
toplumun rol dağılımları değişiyor, aidiyetler yeniden tanımlanıyor. Tülay Kula
genç kızken Türkiye’deki akrabalarının yanında kalmaktan hiç hoşlanmıyordu.
“Her şeye karışıyorlar, her şeyi çok iyi bildiklerini zannediyorlardı. Bu sinirimi bozuyordu,” diye anlatıyor; kendisi bugün tasarımcı olarak aile şirketini yönetiyor:
“Benim hayatım aile üyelerini birbirine yaklaştırdı. Herkesin bir işi var. Babam
kuryelik yapıyor. Annem kalıpları kesiyor ve köydeki terzilere nasıl yapacaklarını
gösteriyor. Teyzem takıların ve atkıların üretimini kontrol ediyor. Amcam malları
gönderiyor.” Ailesinden çok önce ayrılıp sanat ve iş dünyasında kendi arzuların
takip eden Harun Doğan da birkaç olumsuz deneyimden sonra aile kaynaklarına
başvuruyor. İstanbul’daki tasarım stüdyosunu eniştesiyle birlikte yönetiyor, kız
kardeşi de onlarla birlikte çalışıyor. “Gerçi tipik bir aile şirketi gibi çalışmıyoruz,
ama işin başında bir tanıdığının olması büyük bir avantaj. İsviçre’deyken geceleri
rahat uyuyorum,” diyor Harun Doğan. Aynı şekilde Atilay İleri de kızıyla beraber
aile şirketini yönetiyor. İş kazaları davalarına bakan bu ünlü avukat yirmi yıl önce
Selçuk’ta birkaç hektarlık toprak satın aldı ve bugün 70 hektarın sahibi, bunun
büyük bir kısmını zeytinlik olarak kullanıyor. Atilay İleri o günleri şöyle anlatıyor: “Kardeşimle birlikte burayı aldığımızda bu daha çok bir kimlik arayışıydı.
Burası bana büyüdüğüm yeri, dedemin değirmenini anımsatıyor. O zaman zeytin
üretimi yapacağımı hiç düşünmemiştim.”
Memet Şahin 1997 yılında tam on sekiz yıl sonra yeniden Türkiye’ye tatile
geldiğinde ülkenin politik olarak teslimiyeti ve ilgisizliği karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Türkiye’de bir hayat kurmayı düşünemiyordu. Son yıllarda ve Ege
kıyılarındaki Didim’de tatil zamanlarında o ve kendisi gibi uzun yıllar yurtdışında yaşamış kafa dengi insanlarla tanışınca bakış açısı değişmeye başlamış. Bir ev
satın alınarak ilk adım atıldı. “Siyasal düşünce tarzı değişti. Bir ,angajman var ve
ben de gelecekte bu yeni politik hareketin bir parçası olacağımı düşünebiliyorum,”
diye anlatıyor Memet Şahin.
Buraya ait olmamak, yabancı olmak deneyiminin illa ki acı verici olması gerekmiyormuş, bu insanı meraklı da yapabilirmiş, diye anlatıyor, kendisini vatansız olarak tanımlayan Müjde Tönbekici. “Bir yandan köklerin yok, ama öte yandan her şeye karşı açıksın ve bu harika bir şey. Nerede olursam olayım insanlarla
olan ilişkim hep önemli olmuştur.”
Genç Osman Yavaş bu dev şehrin kalabalığında dahi ona huzur veren soğukkanlılığını İsviçre’de sosyalleşmesine bağlıyor. “Pazar günleri her yer sakindi,
caddelerde pek insan olmazdı. Bu zamanları değerlendirmeyi, kendimi meşgul
edebilmeyi öğrenmek zorunda kaldım.”
Göç deneyimi görüştüğüm kişilerde birçok kültüre ait olma konusunu gündeme getiriyor. İsviçre’de sosyalleşmek ve Türk kökenli olmak belirsiz bir aidiyet
duygusunun esas nedeni. Hepsi için geçerli olan gerçek şu: birer yetişkin olarak
varlıklarını her iki ülkede sürdürüyorlar ya da Türkiye’de yeniden yaşama kararı
alıyorlar. Ama birden fazla kültüre ait olmalarının bilinci açıkça bu kararı gerçekleştirmelerine izin veriyor. Başta yabancı bir ülkede sosyalleşmenin ardında
bıraktığı izler o kadar güçlü ki insan bunları istemiyor olsa da kolayca bir kenara bırakamıyor. Dahası kimliklerin kendini yeniden bulmasındaki bu belirsizlik
olumlu bir şey olarak deneyimleniyor. İsviçre’nin toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatına uyum sağlamakta yaşanan bazı zorluklar birden avantaja dönüşebiliyor. Ailelerinin geldikleri ülkede yeniden yaşamaya başladıklarında buraya
başarılı bir şekilde ayak uydurup bu kültüre yeni bir şeyler getirebiliyorlar. Bu
yüzden görüştüğüm bu kişilerin birden fazla kültüre ait olmayı bir potansiyel
olarak görmeleri çok doğal.
KENDİNİ YENİDEN BULMAK –
DEĞERLENDIRMEK
Görüstüğüm kişilerin hayat hikayeleri, kültürel değişim ve uyum çabalarının nasıl değerlendirdikleri, bunlardan iş fikirleri ve ekonomik gereksinimlerini nasıl
geliştirdiklerini gösteriyor.
İsmihan Topaç İzmir’de (onun yeni memleketi) güzellik bakımıyla ilgili büyük bir piyasanın olduğunu bilerek İsviçre’de bu alanla ilgili eğitimini sürdürmüş
ve bugün bir güzellik salonu işletmektedir. “Müşterilerim İsviçre’deki eğitimime
değer veriyor ve ben burada alışılmış olmayan bir hizmet veriyorum. Örneğin burada her zaman içecek ve atıştıracak bir şeyler vardır.” Başarısını hem İsviçreli hem
de Türk kökenli olmasına bağlıyor, bu sayede kendi alanında yenilikler yapabiliyor.
Genç Osman Yavaş da farklı kültürel etkileri ve becerileri kendi için verimli
hale getirmiş biridir. Almanca-Türkçe dil ve edebiyat bilgisiyle müzikal becerilerini mesleğe dönüştürmeyi başarmıştır.
Tülay Kula Türkiye’deki üreticilerle tartışmayı çok verimli ve yaratıcı buluyor.
“İsviçre’de kaliteyi kontrol etmek zorunda değilsin. Her şey yolundadır. Ama yeni
bir fikrin varsa ve bunu uygulamak istiyorsan bu zor olur. Türkiye’de ama insanların daha açık ve ilgili olduklarını, zaman ayırdıklarını ve aynı zamanda farklı
bir şey yapmaya hazır olduklarını tecrübe ettim. Tasarım, yaratıcılık, geliştirme
ve üretim için İstanbul’da olmayı, sonrasındaki idari işler, satış ve sürüm için
İsviçre’yi tercih ederim.”
Görüşmelerim sırasında her zaman ortaya çıkan bir özellik var ki o da aracılık etmek ve tamamlayıcı unsur olmaktır. Memet Şahin bunu şöyle tarif ediyor:
“Her zaman çemberi dışarıda bulunanlara açmak için çaba gösteririm.” Mehmet
Yildirimli için bu kendi sınırlarının ötesine bakmak; farklı sorunları, sebepleri
ve ilgileri olan insanları bir araya getirmek, sinerji yaratmak, profesyonel aglar kurmak anlamına gelir. Harun Doğan da müşterileriyle özel bir kampanya
Kaynakça:
Aydin, Yasar. 2013, Zur Bedeutung von gesellschaftlichen Veränderungen und transnationalen Orientierungen bei
Mobilitätsenscheidungen: Abwanderung türkeistämmiger Hochqualifizierter aus Deutschland nach Istanbul, in: Pusch,
Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 147-169
AY YILDIZ, sadece für dich: Letzte Aktualisierung 3.10. 2011. URL: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=jehtALW24ZI (Download vom 26.9.2015)
Bundesamt für Statistik, Ein- und Auswanderung der ständigen Wohnbevölkerung nach
Staatsangehörigkeit http://www.bfs.admin.ch/bfs/portal/de/index/themen/01/07/blank/key/02/01.html
(Download 10.2.2016)
Dahinden, Janine. 2013: Von den transnationalen Migrationsstudien z einer Transnationalisierung der Sozialtheorie: Plädoyer für einen integrativen Ansatz. In: Pusch, Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei,
Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 83-101
Durkheim, Emile: Regeln der soziologischen Methode.. Darmstadt: Luchterhand, 1965
Historisches Lexikon der Schweiz: Letzte Aktualisierung 7.1.2014. URL: http://www.hls-dhs-dss.ch/textes/d/
D3374.php (Download vom 26.9.2015)
Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera: Vorwort. In: Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera (Hg.):
Kulturelle Übersetzungen. Berlin 2012
Pries, Ludger: Neue Dynamiken inter- und transnationaler Migration: Herausforderungen für Wissenschaft und
Politik. In: Pusch, Barbara (Hg.): Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei. Wiesbaden 2013, 67-82.
Rushdie, Salman: Imagenery Homelands. Essays and Criticism 1981-1991. New York 19922.
Wanner, Philippe; Steiner, Ilka: Einbürgerungslandschaft Schweiz Entwicklungen 1992-2010.
Bern 2012.
Başka kaynaklar:
İsviçre Başkonsolosluğu Istanbul, Gregor Fritsche, 10.11.2014 tarihli e-mail, 25.1.2016 tarihli e-mail
E S S AY
" W I R K Ö N N E N I N D E R H E I M AT I N D E N F L I E G E R S T E I G E N
V E Ü Ç B I N K I LO M E T R E S O N R A E V I M I Z E K AV U Ş U R U Z . "
( W I R K Ö N N E N I N D E R H E I M AT I N D E N F L I E G E R S T E I G E N
U N D N A C H 3 0 0 0 K I LO M E T E R N L A N D E N W I R B E I U N S Z U
H A U S E . ) ( AY Y I L D I Z 2 0 1 1 )
I D E N T I TÄ R E T R A N S F O R M AT I O N S P R O Z E S S E I M
T R A N S N AT I O N A L E N R A U M Z W I S C H E N D E R S C H W E I Z
UND DER TÜRKEI
A N EI G N E N – Ü B ER S ET Z E N – SIC H NEU F IND EN
94 / 95
Das Zitat bringt auf den Punkt, wie die Lebenswelt eines wachsenden Teils der
Schweizer Bevölkerung sich heute präsentiert. Dank neuer Kommunikationsmittel schreiben sich Zwei- und Mehrsprachigkeit ebenso ein in eine alltägliche
kulturelle, soziale und ökonomische Praxis wie Mehrfachzugehörigkeit. Oder
wie der Sozialwissenschaftler Yaşar Aydın es ausdrückt: Doppelzugehörigkeit sei
kein Entweder Oder, grenzüberschreitende Kommunikation und virtuelle Mobilität seien Teil transnationaler Orientierung. (Aydın 2013:157-158)
Während eines fünfmonatigen Forschungsaufenthalts in der Türkei habe ich
mit vier Frauen, fünf Männern und einem Ehepaar, die sowohl in der Schweiz als
auch in der Türkei zu Hause waren und sind, Gespräche geführt und mit ihnen
ein Stück Alltag geteilt. Mein Interesse galt der Frage, wie sich unter den Bedingungen des Unterwegsseins, des Zu-Hause-Seins an verschiedenen Orten neue
Identitäten herausbilden. In den Erzählungen über sich selbst, in den Tätigkeitsfeldern und Handlungsräumen zeigen sich individuelle Transformations- und
Übersetzungsleistungen vom einen kulturellen Kontext in den anderen. Kompetenzen und Wertvorstellungen werden angeeignet und transformiert und in ihrer
gegenseitigen Verknüpfung entstehen neue Identitäten.
Dabei wird die „kulturelle Übersetzung“, wie von Keinz; Schönberger; Wolff
(2012) definiert, als eine Arbeit verstanden, die von Gruppen und Individuen
geleistet wird. Die Frage ist, was passiert, wenn Begriffe, Objekte oder soziale
Praktiken von einem Kontext in den anderen übersetzt werden. Welche Taktiken
und Strategien des Übersetzens verfolgen die Akteure?
Die Gespräche fanden zwischen Juli und Dezember 2014 in der Türkei mit
vier Frauen, fünf Männern und einem Ehepaar statt. In einer Zeit also, in der
die politische Entwicklung, die zunehmend autoritär und auf Konfrontation mit
allen Andersdenkenden ausgerichtete Politik der türkischen Regierung unter
Recep Tayyip Erdoğan noch nicht absehbar war.
Für die kontextuelle Einbettung gebe ich zunächst einen Überblick über die facts
and figures der Migration und Remigration Schweiz-Türkei sowie Einblick in die
theoretischen Diskurse, die meine Fragen und Überlegungen leiten.
FA C T S A N D F I G U R E S
Von den 1960er bis in die 1990er Jahre nahm die türkische Bevölkerung in der
Schweiz ständig zu. Die hohe Arbeitslosigkeit, die politisch prekäre Lage in der
Türkei und die große Nachfrage nach Arbeitskräften in der Schweizer Wirtschaft führten dazu, dass bis ins späte 20. Jahrhundert gut 100.000 Migranten
und Flüchtlinge meist aus ländlichen und östlichen Gebieten der Türkei in die
Schweiz kamen. Viele Immigranten aus der Türkei haben sich einbürgern lassen.
Unter den türkischen Staatsangehörigen, die nach dem Putsch von 1980 einen Antrag auf Asyl in der Schweiz stellten, befanden sich überproportional viele Kurden
und Aleviten (Historisches Lexikon der Schweiz 2014).
Heute leben 120.000 aus der Türkei stammende Personen in der Schweiz, davon besitzen rund 46.724 das Schweizer Bürgerrecht (Wanner/Steiner 2012, 32).
Seit einigen Jahren nimmt die Zahl der Zuwanderer stetig ab. Kamen 2002 3.063
Personen aus der Türkei in die Schweiz, so waren es im Jahre 2014 noch 1’643.
Gerade umgekehrt ist der Trend derjenigen, die die Schweiz in Richtung Türkei verlassen. 2002 waren es 841 und 2014 stieg ihre Zahl auf 1.348 (Bundesamt
für Statistik 2016). Im Januar 2016 lebten laut Angaben des Schweizer Generalkonsulats in Istanbul 4.136 Schweizerinnen und Schweizer, davon 3.483 Doppelbürgerinnen und Doppelbürger (Schweiz-Türkei) in der Türkei. (Schweizer
Generalkonsulat, 25.1.2016)
Es handelt sich dabei um die Zahl derjenigen, die auf dem Generalkonsulat
registriert sind. „Sicherlich gibt es eine beachtliche ,Dunkelziffer‘ von Schweizerinnen und Schweizern, die sich hier nicht immatrikuliert haben. Eine Schätzung
können wir nicht abgeben.“ (Schweizer Generalkonsulat Istanbul, 10.11.2014) Vergleicht man die Zahlen von Ende Juli 2014 mit der Zahl im Januar 2016, setzt sich
der bereits erwähnte Trend einer Wanderung Richtung Türkei fort. Ende Juli 2014
waren 3.526 Personen mit einem Schweizer Pass im Schweizer Generalkonsulat gemeldet und im Januar 2016 4’136. (Schweizer Generalkonsulat Istanbul, 25.1.2016)
Die hohe Zahl der Doppelbürger lässt zudem vermuten, dass es sich bei den Einwanderern aus der Schweiz in die Türkei neben denjenigen, die durch Heirat einen
türkischen Pass erhielten, vor allem um ehemalige Auswandererinnen und Auswanderer aus der Türkei in die Schweiz und deren Nachfahren handelt.
ANEIGNEN – ÜBERSETZEN – SICH NEU FINDEN
GRENZEN ÜBERSCHREITEN
„ M É L A N G E , H OTC H POTC H , A B I T O F T H I S A N D A B I T
O F T H AT I S , H O W N E W N E S S E N T E R S T H E W O R L D . “
(RUSHDIE, IMAGINARY 1992, 394)
Neuere Ansätze in der Migrationsforschung sehen Migration nicht als einen gesellschaftlichen Sonderbereich an. Sie analysieren und beschreiben das Phänomen Migration als ein fait social im Sinne von Emile Durkheim, als ein Pänomen,
das die Gesellschaft insgesamt betrifft, strukturell bedingt und nur sehr bedingt
individuell wählbar ist und eine Geschichte hat. (Durkheim (1965)
Das Phänomen Migration wird also nicht nur als Resultat oder Auslöser für
Veränderungen, sondern als ein integraler Bestandteil sozialer und kultureller
Transformationsprozesse verstanden – Transformationsprozesse, die Teil von
Verdichtungs- und Verflechtungsprozessen weltweiter Beziehungen, der Globalisierung, sind. (Dahinden 2013:89-90) In diesem Sinne ist Migration auch keine
Episode oder ein einmaliges in sich abgeschlossenes Phänomen, sondern wie es
der Soziologe und Migrationsforscher Ludger Pries ausdrückt, als „ein ergebnisoffener Prozess zu verstehen, der über mehrere Generationen hinweg fragil
und revidierbar bleibt, und der durch wechselseitige Selbst- und Fremdwahrnehmungen/-zuordnungen zwischen Migrierenden und Nicht-Migrierenden
zu multiplen (ökonomischen, politischen, sozialen und kulturellen) Formen der
pluri-lokalen Einbindung und Teilhabe führt“ (Pries 2013, 68). Und so entstehen,
wie er weiter ausführt, „Ländergrenzen überspannende soziale Texturen als eine
durchaus dauerhafte Lebenspraxis von transnationalen MigrantInnen“, deren
„,Heimat‘ (ist) nicht Land A oder Land B, sondern der von ihnen konstruierte
Sozialraum zwischen beziehungsweise oberhalb von Land A und Land B ist. Ein
Beispiel: Menschen fühlen sich weder als Deutsche noch als TürkInnen, sondern
als Deutsch-TürkInnen oder Türkisch-Deutsche. Sie haben sich nicht endgültig
festgelegt, ob sie ihr Leben in Deutschland verbringen oder in die Türkei gehen
wollen. Es kann sein, dass sie für eine Zeit in die Niederlande gehen oder nach
Frankreich migrieren und dann zurückkehren – nach Deutschland oder in die
Türkei. Oder sie pendeln zwischen Deutschland und der Türkei“ (ebd., 77).
In den biographischen Erzählungen meiner Gesprächspartnerinnen und -partner
zeigen sich diese Aneignungs-, Übersetzungs- und Neufindungsprozesse darin,
wie Sprachen, Kompetenzen und Werte angeeignet, bewertet, angewendet und
welche Zugehörigkeiten formuliert werden. Auf der Basis von mehr als 30 Stunden Gespräch fasse ich im folgenden die Kernaussaugen zusammen.
SPRACHE ANEIGNEN
„Ich konnte kein Wort Deutsch, als ich in den Kindergarten kam“, sagt Yasemin
Meral im Gespräch. Nicht zu verstehen, diese schmerzliche Erfahrung sei ihr
geblieben und sie wollte nicht, dass ihre sieben Jahre jüngere Schwester die gleiche Erfahrung machen muss, so habe sie immer Deutsch mit ihr gesprochen.
Meine Gesprächspartnerinnen und -partner erzählten ausführlich wie und wo
sie sich die Sprachen Deutsch und Türkisch angeeignet haben. Diejenigen, die in
der Schweiz geboren sind oder als Kinder in die Schweiz kamen, lernten Deutsch
primär in der Schule, die Erwachsenen am Arbeitsort, in Deutschkursen oder informell mit deutschsprachigen Freundinnen und Freunden sowie durch Selbststudium, Filme und Fernsehen schauen, Zeitungen, Zeitschriften und Bücher
lesen. Lernort für die türkische Sprache ist für die zweite und dritte Generation
neben Türkisch-Sprachkursen, Aufenthalten bei Verwandten in der Türkei oder
dem Schulbesuch in der Türkei hauptsächlich die Familie. Im Sprachaneignungsprozess widerspiegeln sich die wechselnden Zugehörigkeiten. So erwähnte die
Mehrheit, wie wichtig es für den Lernerfolg der deutschen Sprache war, dass es
nicht zu viele Ausländerinnen und Ausländer in ihrem Umfeld gab. „Wenn ich
will, dass meine Kinder gut Deutsch lernen, dann muss ich an einem Ort wohnen, wo es nur wenige Ausländer hat. Mein Ziel war es, dass meine Kinder die
Sprache gut lernen und dass sie eine gute Ausbildung machen“, sagt Mehmet
Yaşartürk, stellvertretend für andere.
Die Sprachverwendung innerhalb der Familie kann auch auf Distanzierung gegenüber der kulturellen Herkunft der Eltern und den Wunsch nach einer anderen sozialen und kulturellen Zugehörigkeit verweisen: „Meine Eltern haben
immer Türkisch geredet und meine Schwester und ich haben mit ihnen immer
Deutsch gesprochen. Und darum bekamen wir mit der Zeit Probleme mit dem
Türkisch. Wir haben uns total angepasst. Wir lebten wie die Schweizer“, erzählt
Genç Osman Yavaş.
Auf der anderen Seite widerspiegelt sich in der Wahl der Familiensprache
auch das kulturelle Selbstverständnis der Eltern, der Stolz auf die eigene Sprache: „Ich war nie in einer türkischen Schule, aber meine Mama erlaubte zu Hause
keine andere Sprache als Türkisch. Und darüber bin ich sehr froh“, sagt Mehmet
Yildirimli. Und Yasemin Meral: „Meine Eltern haben immer gesagt: Wir wollen,
dass ihr guten Kontakt habt zu euren Grosseltern und zur türkischen Kultur. Ich
war in den Schulferien meistens in der Türkei und am Mittwochnachmittag besuchte ich den Türkisch Unterricht, lernte schreiben und las Bücher in Türkisch.“
Aus den Erzählungen meiner Gesprächspartnerinnen und -partner wird ebenfalls deutlich, dass sie je nach Situation und Thema jeweils dem Deutschen oder
Türkischen Vorrang geben: „Über Gefühle denke ich in Türkisch nach, über Sachliches in Deutsch“, sagt Yasemin Meral. Die Enkelkinder von Atilay İleri nennen ihn
und seine Frau Dede und Nine. „Grossvater oder Opa ist mir fremd“, sagt er.
Während Aufenthalten in der Türkei, einer Rückkehr oder Auswanderung in
die Türkei werden Defizite und Lücken, aber auch der Reichtum der türkischen
Sprache bewusst. İsmihan Topaç, die zu Beginn ihrer Gymnasialzeit in der Türkei Schwierigkeiten hatte mit der türkischen Sprache, bemerkt: „Ich wurde jedes
Jahr besser und begann, die türkische Sprache zu lieben. Sie ist viel bildhafter
als die deutsche.“ Oder Tülay Kula, die sich trotz sehr guter Türkischkenntnisse
bewusst ist, dass sie nicht eine von hier ist, meint: „Ich habe das Glück, dass ich
keinen Akzent habe. Trotzdem merken sie, dass ich aus dem Ausland komme,
weil ich gewisse Ausdrücke oder Sprüche anders verwende oder mich auch nicht
an die Art und Weise des Grüssens halte, weil ich das komisch finde.“
WERTE ANEIGNEN
In ihren Ausführungen stellen meine Gesprächspartnerinnen und -partner
europäische, schweizerische, westliche Werte den türkischen, orientalischen
gegenüber. Sie beziehen sich dabei vor allem auf drei Bereiche: das Verhältnis der Geschlechter, die Rolle der Familie, die individuellen und politischen
Gestaltungsfreiheiten.
„Aus der Schweiz habe ich Offenheit und Toleranz gegenüber anderen mitgenommen. Das sind ganz wichtige Werte, die mir Europa mitgegeben hat“, sagt
Müjde Tönbekici und fährt fort: „Was die Beziehungen zwischen Frau und Mann
angeht, war ich schon als junges Mädchen sensibilisiert worden. Ich erinnere
mich an diese Partys. Meine Freundinnen durften alle übernachten und ich wurde um Mitternacht von meinen Eltern abgeholt. Damals schwor ich mir, dass ich
mich als Erwachsene, überkommenen gesellschaftlichen Normen nicht unterwerfen werde. Ich zog beispielsweise in Izmir als junge Studentin mit meinem
Freund zusammen. Das war anfangs der 1980er Jahre revolutionär. Es braucht
eine elterliche Autorität, aber den Kindern einen Freiraum zu geben, ist wichtig.
So erziehe ich meine Kinder.“ Als Designerin und Unternehmerin ist Tülay Kula
im Dorf ihrer Eltern für viele Frauen zum Vorbild geworden: „Meine Schneiderin sagte mir, dass ich sie motiviert hätte, auch ihr eigenes Ding zu machen. Sie
hat heute eine erfolgreiche Taschenproduktion. Es hat sich rumgesprochen, dass
ich Arbeit bringe und gerne Frauen beschäftige.“
Meine Gesprächspartnerinnen und -partner erlebten Schweizer Familien
freier als ihre eigenen Familien. Diese Erfahrung hinterlässt Spuren: „Ich war
die erste in meiner Familie und Verwandtschaft, die unverheiratet auszog“, sagt
Yasemin Meral. Und Harun Doğan meint: „Ich hatte keinen grossen Kontakt zum
türkischen Umfeld. Ich wurde sehr von Schweizer Familien und Kindern geprägt.
Meine Eltern mussten akzeptieren, dass ich meinen eigenen, unkonventionellen
Weg gehe. Als ich mit knapp 20 Jahren mein erstes Grafikbüro eröffnete, meinten
sie, wir seien Ausländer und ich solle einen normalen Job suchen.“
KOMP ETENZEN AN EIGN EN
Meine Gesprächspartnerinnen und -partner betonen zudem ihre in der Schweiz
erworbenen formellen und informellen Kompetenzen. „Die Liebe zu Büchern
entdeckte ich bereits als Primarschüler in der Schweiz. Und den Zugang zur Musik vermittelte mir mein Reallehrer“, erzählt Genç Osman Yavaş. Schon immer
habe sie schwimmen lernen wollen, sagt Nazire Yaşartürk. In der Schweiz habe
es Schwimmkurse nur für Frauen gegeben und ihr lang gehegter Wunsch sei in
Erfüllung gegangen. Seine gesellschaftspolitischen Aktivitäten machten Memet
Şahin zu einem profunden Kenner des politischen Systems der Schweiz. Atilay
İleri erwarb nicht nur sein Jura-Studium an der Universität Zürich und machte sein Anwaltsexamen im Kanton Zürich, darüber hinaus konnte er auch seinen vielfältigen Interessen und Engagements als liberaler und sozial engagierter
Mensch nachgehen, sich beispielsweise mit Marxismus auseinandersetzen. „Das
Kapital“ von Marx war in den 1970er Jahren in der Türkei verboten.
ÜBERSETZEN
Genç Osman Yavas hat Übersetzen zu seinem Beruf gemacht: „Ich meldete mich auf ein Inserat, übersetzte ein, zwei Bücher. Der Verlag war zufrieden
und ich erhielt weitere Aufträge.“ Auch Müjde Tönbekici übersetzt, wenn sie
96 / 97
E S S AY
als Reiseleiterin deutschsprachige Touristinnen und Touristen durch die Türkei
führt: „Das Deutsch konnte ich direkt in meinem Beruf anwenden. Das ist meine
Existenzgrundlage“.
Generell erbringen Kinder von Migranten vielerlei Übersetzungsdienste für
ihre Eltern: sei es, dass sie Briefe offizieller Stellen oder unter anderen auch bei
Elterngesprächen in der Schule übersetzen. „Bereits als Kind war ich Übersetzer.
Das liess auch Spielraum für eigene Interpretationen“, erzählt Harun Doğan.
SICH NEU FINDEN
Kulturelle Aneignungs- und Übersetzungsleistungen bringen Neufindungspro­
zesse in Gang, die vielfach von Krisen und Unsicherheiten ausgelöst werden. Es ist
ein offener Prozess, wie ich es bereits oben Ludger Pries zitierend ausgeführt habe.
Im Leben des Ehepaars Yaşartürk löste die Kündigung von Mehmet eine
existenzielle Krise aus. Er besann sich jedoch auf seine Ressourcen und Möglichkeiten in der Türkei, wo er in den ersten drei Monaten die Erfahrung machen musste, dass er auch hier zu einem Fremden geworden ist: „Sie halten
dich für einen Ausländer, einen reichen Mann und sie nehmen dich aus, wo sie
können. Das tut weh“, sagt Mehmet im Gespräch und fährt fort: „Sie erkennen
dich daran, wie du grüsst, wie du dich bewegst, wie du angezogen bist, wie
du auf dem Basar die Waren anschaust und sie nutzen es aus.“ Nazire, die im
Gegensatz zu ihrem Mann aufgrund ihrer ungenügenden Deutschkenntnisse
in der Schweiz nicht eingebürgert wurde, wollte nie zurück in die Türkei. Sie
ist nach wie vor in der Schweiz angemeldet und reist hin und her. Das Ehepaar
muss einen Kompromiss finden, sich und ihre individuellen Rollen als Ehepartnerin, respektive -partner neu definieren. „Wir versuchen es, wir wissen
nicht, wie es weiter gehen wird“, sagt Mehmet.
SICH NEU FINDEN – VERSCHIEBEN
Im Neufindungsprozess finden Verschiebungen statt: Verschiebungen in der familiären und gesellschaftlichen Rollenteilung. Tülay Kula hielt sich als Teenager
und junge Frau nicht gerne bei den Verwandten in der Türkei auf. „Sie mischten
sich in alles ein, wussten alles besser. Das ging mir auf die Nerven“, erzählt sie, die
heute als Designerin ein kleines Familienunternehmen leitet: „Mein Leben hat
die Familie näher zueinander gebracht. Jeder hat seinen Job. Mein Papa macht
Kurierdienste. Meine Mutter schneidert die Prototypen und erklärt der Schneiderin im Dorf den Schnitt. Meine Tante überwacht die Produktion der Schmuckschachteln und Schals. Mein Onkel macht den Versand.“ Auch Harun Doğan,
der sich schon früh von seiner Familie gelöst und eigensinnig seine Interessen als
Künstler und Unternehmer verfolgte, griff nach einigen negativen Erfahrungen
auf familiäre Ressourcen zurück. Sein Design Studio in Istanbul führt er gemeinsam mit seinem Schwager, auch seine Schwester arbeitet mit. „Wir funktionieren
zwar nicht wie ein typischer Familienbetrieb, aber es hat grosse Vorteile zu wissen, dass deine Leute da sind. Ich kann besser schlafen, wenn ich in der Schweiz
bin“, sagt Harun Doğan.
Gemeinsam mit seiner Tochter führt auch Atilay İleri einen Familienbetrieb.
Der bekannte Patientenanwalt kaufte vor 20 Jahren in Selçuk einige Hektaren
Land und besitzt heute ein Landgut von 70 Hektaren, mehrheitlich Olivenhainen.
Hier leiten Vater und Tochter die mehrfach ausgezeichnete biologische Olivenölproduktion – Epheser Olivenöl. Atilay İleri erinnert sich: „Als ich gemeinsam mit
meinem Bruder dieses Land erwarb, war es eher eine Art Identitätssuche. Der Ort
erinnerte mich an die Mühle meines Grossvaters, wo ich aufgewachsen bin. Dass
ich einmal Olivenölproduzent werden würde, wusste ich damals noch nicht.“
Nachdem Memet Şahin 1997 nach 18 Jahren das erste Mal wieder in die
Türkei reisen durfte, war er enttäuscht über die politische Resignation und
Gleichgültigkeit. Er konnte sich ein Leben in der Türkei nicht mehr vorstellen. In
den letzten Jahren und seit sie in den Ferien in Didim an der Ägäisküste Gleichgesinnte, die wie er und seine Frau lange Jahre ausserhalb der Türkei lebten, kennen gelernt haben, gibt es jedoch die Perspektive Rückkehr. Mit dem Kauf eines
Hauses wurde der erste Schritt getan. „Die politische Denkweise hat sich geändert. Es gibt ein Engagement und ich kann mir vorstellen in Zukunft Teil dieser
neuen politischen Bewegungen in der Türkei zu werden“, führt Memet Şahin aus.
Die Erfahrung, nicht dazu zu gehören, fremd zu sein, müsse nicht nur
schmerzhaft sein, sie mache auch neugierig, meint Müjde Tönbekici, die sich
selber als Heimatlose bezeichnet: „Einerseits hat man keine Wurzeln, aber andererseits ist man allen und allem gegenüber offen. Und das ist das Wunderbare.
Wichtig sind für mich die Beziehungen zu Menschen, wo immer ich auch bin.“
Genç Osman Yavaş führt seine Gelassenheit, die ihn auch im Gewühl der riesigen Stadt nicht aus der Ruhe bringen kann, auf seine Sozialisation in der Schweiz
zurück: „An Sonntagen war immer alles still, auf der Strasse gab es kaum jemanden. Ich musste lernen, mit dieser Zeit umzugehen, mich selber zu beschäftigen.“
G A BY F I E R Z
SICH NEU FINDEN – IN WERT SETZEN
In den biographischen Erzählungen zeigt sich, wie kulturelle Aneignungs- und
Übersetzungsleistungen von den Gesprächprächspartnerinnen und -partnern in
Wert gesetzt werden, respektive wie sie für sich daraus eine Geschäftsidee und
eine ökonomische Existenzgrundlage entwickeln.
So hat İsmihan Topaç im Wissen, dass in Izmir, ihrer neuen Wahlheimat, ein
grosser Markt für Schönheitspflege besteht, sich in der Schweiz entsprechend
weiter gebildet und führt heute einen Schönheitssalon: „Meine Kundinnen
schätzen meine Ausbildung in der Schweiz und vor allem biete ich einen Service,
der hier nicht üblich ist. Es gibt zum Beispiel immer etwas zu trinken und zu
knabbern.“ Ihren Erfolg führt sie selber darauf zurück, dass sie sowohl ihren
schweizerischen wie ihren türkischen Hintergrund miteinander verbinden und
damit in der Branche etwas Neues anbieten kann.
Auch Genç Osman Yavaş macht die verschiedenen kulturellen Einflüsse und
Kompetenzen für sich fruchtbar, indem er seine deutschen und türkischen Literatur- und Sprachkenntnisse und -kompetenzen und seine musikalische Begabung zu beruflichen Tätigkeiten macht.
Die Auseinandersetzung mit ihren Produzentinnen und Produzenten in der
Türkei empfindet Tülay Kula als fruchtbar und kreativ: „In der Schweiz muss ich
die Qualität nie kontrollieren. Da stimmt alles. Aber, wenn ich eine neue Idee
habe und die ausprobieren will, dann ist es schwierig. In der Türkei hingegen,
habe ich die Erfahrung gemacht, dass sie viel offener und interessierter sind, sich
Zeit nehmen und auch bereit sind, speziellere Dinge umzusetzen. Am liebsten
wäre ich für das Entwerfen, das Kreative, Entwickeln und Produzieren in Istanbul und danach für das Administrative, Verkauf und Vertrieb in der Schweiz.“
Eine Kompetenz, die in den biographischen Erzählungen immer wieder auftaucht, ist die Fähigkeit, zu vermitteln und integrierend zu wirken. Memet Şahin
beschreibt es so: „Ich bin immer bestrebt, den Kreis zu öffnen für diejenigen, die
sich ausserhalb befinden.“ Und für Mehmet Yildirimli bedeutet das, über den
eigenen Tellerrand hinauszuschauen und Menschen mit unterschiedlichen Anliegen, Hintergründen und Interessen zusammen zu bringen, Synergien herzustellen, professionelles Networking zu betreiben. Auch Harun Doğan vermittelt,
wenn er gemeinsam mit seinen Auftraggebern spezifisch eigene Kampagnen entwickelt und Moderne mit Tradition zu etwas Neuem eigenständigen verbindet.
D A S P O T E N T I A L K U LT U R E L L E R
M E H R FA C H Z U G E H Ö R I G K E I T
Die Erfahrung der Migration wirft und warf bei meinen Gesprächspartnerinnen
und Gesprächspartnern die Frage nach der kulturellen Zugehörigkeit auf. Sozialisation in der Schweiz und Herkunft aus der Türkei sind die Ingredienzen eines
ambivalenten Zugehörigkeitsgefühls. Für sie alle gilt, dass sie als Erwachsene ihre
Existenzmittelpunkte in beiden Ländern haben oder sich entschieden haben, wieder in der Türkei zu leben. Das Bewusstsein ihrer kulturellen Zugehörigkeit macht
aber offensichtlich diese Festlegung nur teilweise mit. Zu stark ist die Spur, die die
Sozialisation im anfangs fremden Land, hinterlassen hat, als dass man sie einfach
wieder ablegen könnte und auch nicht wollte. Vielmehr wird diese Ambivalenz bei
der Neufindung der eigenen Identität als etwas Positives erfahren. Die manchmal
schwierige Integration ins gesellschaftlich, rechtliche und ökonomische Leben der
Schweiz stellt sich nun plötzlich als hilfreiche Erfahrung heraus, um im neu gewählten Ursprungsland einerseits wieder erfolgreich Fuß fassen, aber auch Neues
in die dortige Kultur einzubringen. Kein Wunder daher, dass alle Geprächsteilnehmerinnen und -nehmer in dieser Zweifachzugehörigkeit ein Potential sehen.
Bibliografie:
Aydin, Yasar. 2013, Zur Bedeutung von gesellschaftlichen Veränderungen und transnationalen Orientierungen bei
Mobilitätsenscheidungen: Abwanderung türkeistämmiger Hochqualifizierter aus Deutschland nach Istanbul, in: Pusch,
Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 147-169
AY YILDIZ, sadece für dich: Letzte Aktualisierung 3.10. 2011. URL: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=jehtALW24ZI (Download vom 26.9.2015)
Bundesamt für Statistik, Ein- und Auswanderung der ständigen Wohnbevölkerung nach Staatsangehörigkeit http://
www.bfs.admin.ch/bfs/portal/de/index/themen/01/07/blank/key/02/01.html
(Download vom 10.2.2016)
Dahinden, Janine. 2013: Von den transnationalen Migrationsstudien zu einer Transnationalisierung der Sozialtheorie: Plädoyer für einen integrativen Ansatz. In: Pusch, Barbara. Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und
Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, 83-101
Durkheim, Emile: Regeln der soziologischen Methode. Darmstadt: Luchterhand, 1965
Historisches Lexikon der Schweiz: Letzte Aktualisierung 7.1.2014. URL: http://www.hls-dhs-dss.ch/textes/d/
D3374.php (Download vom 26.9.2015)
Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera: Vorwort. In: Keinz, Anika;Schönberger, Klaus; Wolff, Vera (Hg.):
Kulturelle Übersetzungen. Berlin 2012
Pries, Ludger: Neue Dynamiken inter- und transnationaler Migration: Herausforderungen für Wissenschaft und
Politik. In: Pusch, Barbara (Hg.): Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei. Wiesbaden 2013, 67-82.
Rushdie, Salman: Imagenery Homelands. Essays and Criticism 1981-1991. New York 19922.
Wanner, Philippe; Steiner, Ilka: Einbürgerungslandschaft Schweiz Entwicklungen 1992-2010. Bern 2012.
Andere Quellen:
Schweizer Generalkonsulat Istanbul, Gregor Fritsche, e-mail vom 10.11.2014, e-mail vom 25.1.2016
P R O C E S S E S O F I D E N T I T Y T R A N S F O R M AT I O N I N T H E
T R A N S N AT I O N A L S PA C E B E T W E E N S W I T Z E R L A N D A N D T U R K E Y
A P P R OP R I AT I N G – T R A N S LAT I N G – R EF I N DIN G O N ES ELF
“WE CAN BOARD A PLANE IN OUR HOME COUNTRY AND
G E T O F F T H E P L A N E A G A I N 3 , 0 0 0 K I LO M E T R E S L AT E R ,
A N D Y E T W E ’ R E AT H O M E . ” ( AY Y I L D I Z 2 0 1 1 )
The quotation epitomizes the lifeworld of a growing number of people in
Switzerland today. Owing to the modern means of communication, bilingualism and multilingualism have become part of the common cultural, social and
economic practice, just as plural affiliations have. Or as the social scientist Yaşar
Aydın recently put it: dual affiliation is not an either / or; cross-border communication and virtual mobility have become part of a transnational orientation
(Aydin 2013, pp. 157-158).
During a five-month research in Turkey I conducted interviews with four
women, five men and one married couple with roots in Turkey as well as
Switzerland, and with whom I shared part of everyday life. My interest was to
understand how identities emerge in situations where one is betwixt and between
as well as at home in different places and settings. Their life histories as well as the
accounts of their fields of activity and scopes of action reveal a striking ability to
transform and translate from one cultural context to the next, allowing them to
appropriate and modify cultural competences and values to the effect that new
identities emerge from the intertwined contexts.
According to Keinz, Schönberger and Wolff (2012), “cultural translation” is
an activity performed by groups as well as individuals. The question is, what happens when terms, things or social practices are translated from one context into
another? What translation strategies and tactics do the actors have in mind?
I conducted the interviews in Turkey between July and December 2014, at a
time when it was not yet really foreseeable that the Turkish government under
Recep Tayyip Erdoğan was in the process of becoming ever more authoritarian
and willed to take action against all differently-minded people.
In order to provide the appropriate context I first present a summary of the facts
and figures concerning migration and re-migration between Turkey and Switzerland
and touch upon the theoretical discourses that guided my questions and ideas.
FA C T S A N D F I G U R E S
Between the 1960s and the 1990s the Turkish population in Switzerland grew
steadily. Owing to the difficult political situation and high unemployment rates in
Turkey, the high labour demand in Switzerland led to the influx of roughly 100,000
Turkish migrants and refugees up to the end of the twentieth century, the majority
of them from the rural areas of eastern Turkey. A substantial number of Turkish
immigrants finally became Swiss citizens. Many of the Turkish citizens who, following the military coup of 1980, applied for political asylum in Switzerland were
of Kurdish or Alevi origin (Historical Lexicon of Switzerland 2014).
Today there are roughly 120,000 people with Turkish roots living in
Switzerland; 46,724 of them have become Swiss citizens (Wanner/Steiner 2012,
p. 32). Over the last years, immigration from Turkey has been on the decline.
Whereas in 2002, 3,063 people from Turkey came to Switzerland, the number
had dropped to 1,643 by 2014.
At present the trend is in the reverse direction, with a growing number of
people leaving Switzerland again for Turkey. From 841 in the year 2002, the
figure rose to 1,348 in 2014 (Bundesamt für Statistik 2016). According to the
Swiss General Consulate in Istanbul, 4,136 Swiss citizens were living in Turkey in
January 2016; of these, 3,483 held dual Swiss-Turkish citizenship (Swiss General
Consulate, 25.1.2016).
The figure of 4,136 refers to individuals registered at the Swiss consulate, yet,
as the consulate staff conceded, “the number of Swiss citizens living here without
being registered is certainly higher, but we are unable to give you exact figures”
(Swiss General Consulate, 10.11.2014). Comparing the figures for the end of July
2014 with those of January 2016, the above-mentioned trend seems to be continuing. At the end of July 2014, 3,526 individuals with a Swiss passport were
registered at the Swiss General Consulate; in January 2016 the figure had risen
to 4,136 (Swiss General Consulate, 25.1.2016). The large number of dual citizens
suggests that, apart from individuals who received Turkish citizenship through
marriage, the figure includes mostly Turkish men and women who once emigrated to Switzerland and are now returning to Turkey, or else their descendants.
CROSSING BORDERS
“ M É L A N G E , H OTC H POTC H , A B I T O F T H I S A N D A B I T
O F T H AT I S H O W N E W N E S S E N T E R S T H E W O R L D . “
( R U S H D I E 1 9 9 2 , P. 3 9 4 )
98 / 99
E S S AY
Modern approaches to migration research no longer necessarily regard migration
as a discrete social field. Instead they prefer to describe and analyse the phenomenon of migration as a social fact in Emile Durkheim’s sense of the term, that is, as a
feature that involves and structurally determined society as a whole and provides
little scope for individual choice and historical development (Durkheim 1965).
Thus, the phenomenon of migration is not considered as mere a result or trigger of change, but as an integral part of the processes of social and cultural transformation – transformation processes that form an intrinsic part of transnational
dissemination, entanglement and integration, generally referred to as globalization (Dahinden 2013, pp. 89-90). In this sense, migration is not an episode or a
singular, bounded phenomenon, instead it is, in the words of the sociologist and
migration specialist Ludger Pries, “an open-ended process that remains fragile
and reversible across generations and which, through mutual ascriptions of Self
and Other between members of migrating and non-migrating groups, leads to
multiple (economic, political, social, cultural) forms of pluri-local inclusion and
participation” (Pries 2013, p. 68). Pries goes on to explain that, “boundary-crossing social textures become durable forms of life practice for many transnational
migrants … whose homeland is neither country A nor country B, but the constructed space they create between and beyond the two entities. An example:
migrants often do not consider themselves as either German or Turkish, but rather as German-Turkish or Turkish-German. They have not yet really decided on
whether they are going to remain in Germany or return to Turkey. It can even
be that they go to stay in the Netherlands or France for a while, before returning,
either to Germany or Turkey. Or else they travel to and fro between Germany and
Turkey (ibid., p. 77).
The life histories of the people I spoke with reflect these appropriation, translation and reinvention processes in which languages, skills and values are adapted, appraised and then applied to frame a sense of belonging. Based on more than
thirty hours of conversation, I now go on to outline the gist of what they told me.
LANGUAGE ACQUISITION
“When I first went to Kindergarten, I didn’t speak a word of German,” Yasemin
Meral recalls. Not being able to understand is something that stuck, and because
she didn’t want her seven-year-younger sister to go through the same ordeal, she
always spoke German with her. The process of learning two languages, German
and Turkish, is a topic that all my interlocutors talked about in length. Those who
were born in Switzerland, or came here as children, learnt German primarily
at school, adult migrants at the workplace, in language courses, with the help
of German-speaking friends and colleagues, through self-study and by watching television and movies. Second and third generation children learnt Turkish
mainly at home in the family, furthermore through language courses, with the
help of relatives in Turkey during holidays or even during a stint of schooling in
Turkey. The process of language acquisition reflects the shifting senses of belonging. Many of my interlocutors mentioned how important it was to get a grasp
on German, not to be in an environment dominated by foreigners. “If you want
your children to learn German well, you must live in a place where there are only
few foreigners. I always wanted my children to learn the local language and get
a good education,” Mehmet Yaşartürk told me, voicing the view of many fellow
countrymen and women.
Language use within the family can be a reference to the act of creating distance to one’s parents’ cultural background and the wish to belong to a different
social and cultural setting: “My parents always spoke Turkish with me and my
sister but we always answered in German, to the effect that we gradually lost our
Turkish. We always tried to fit in with our surroundings, in other words, we made
an effort to live like the Swiss people around us,” Genç Osman Yavaş explained.
But the choice of language at home may also reflect the parents’ cultural conception of self and pride in their language: “I never visited a Turkish school, but
at home my mother tolerated no other language than Turkish, and for this I’m
really grateful,” Mehmet Yildirimli commented. And Yasemin Meral added: “My
parents always said: we want you to remain in contact with your grandparents
and our Turkish culture. I spent most of my school holidays in Turkey, and every
Wednesday afternoon I went to a Turkish language class where I learnt to write
and read Turkish books.”
From the stories of my interlocutors it also became clear that, depending
on the situation and the subject at issue, they give preference to either German
or Turkish: “When it’s about feelings, I think in Turkish, when it’s about factual
matters, in German,” Yasemin Meral explained. Atilay İleri’s grandchildren call
him and his wife dede and nine, respectively, “Granddad or Grandpa would just
sound wrong,” he said.
During stays in Turkey or when returning or emigrating to Turkey, people
frequently become aware of their language deficiencies and gaps, but often they
also discover the wealth of the Turkish language. İsmihan Topaç struggled with
G A BY F I E R Z
the Turkish language at the beginning of her time at high school in Turkey but
went on to say: “Year for year I got better and gradually I came to love the Turkish
language. It’s much more picturesque than German.” Or Tülay Kula, who, despite
her fluent Turkish, gets to feel that she’s not from here: “I’m lucky I don’t speak
with an accent. All the same, the people recognize that I’m not from here because
I apply certain terms or idioms differently and because I don’t use the common
forms of greeting; they just sound so strange to me.”
A P P R O P R I AT I N G VA L U E S
In our discussions my counterparts often compared European and Swiss, that
is, Western values with Turkish, Oriental moral principles, focussing, above all,
on three areas: gender relationships, the importance of family, and the scope of
personal and political freedom.
“What I brought with me from Switzerland are openness and tolerance towards others. These are the really important values I learnt in Europe,” Müjde
Tönbekici said. “As far as the relationship between men and women is concerned,
I learnt early in life. I remember these parties. All my friends were allowed to
sleepover but my parents came to pick me up around midnight. I swore to myself
that, when I grew up, I would ditch all these old-fashioned social norms. For
instance, as a young student in Izmir I moved in with my boyfriend. In the early
1980s this was quite revolutionary. Parental authority is important, but children
also need a bit of freedom and independence. This is how I bring up my children.”
In her function as a designer and businesswoman, Tülay Kula has become somewhat of a role model for the women in her parents’ village: “My seamstress told
me that my attitude had encouraged her to do her own thing. Today she has her
own handbag business. Word got around quickly that I had jobs to offer and that
I preferred to employ women.”
In the eyes of my interlocutors, Swiss families enjoyed more freedom than
their own families, a fact that clearly left its mark: “I was the first in the family
and among my kin to move away from home unmarried,” Yasemin Meral recalled.
Harun Doğan commented: “I never had much contact with the Turkish people
around me. I took the Swiss kids and families I knew as my role model. My parents just had to accept that I wanted to go my own, unconventional way. When I
opened my own graphic design studio at the age of twenty, my parents pointed out
that we were foreigners and that I should look for a normal job like all the others.”
ACQUIRING SKILLS
My conversation partners frequently referred to the formal and informal skills
they had acquired in Switzerland. “I discovered my love for books at primary
school in Switzerland, while my secondary school teacher opened my ears to music,” said Genç Osman Yavaş. Nazire Yaşartürk recounted that it had always been
her wish to learn to swim; when she heard that in Switzerland there was such
a thing as swim classes for women only, her long-cherished dream came true.
Through his work as a political and social activist, Memet Şahin became an expert on Swiss politics. Atilay İleri not only got a law degree from the University of
Zurich and passed his bar exams in Zurich, being the liberal-minded and socially
committed man he was, he also found time to concern himself with things such
as Marxism. In the 1970s, Marx’s Capital was still on the forbidden list in Turkey.
T R A N S L AT I N G
Genç Osman Yavas has made translating his profession: “I answered an ad for
some translation work after which I translated one or two books. The publishers
seemed to be happy with my work, so I was given further consignments.” Müjde
Tönbekici also does quite a bit of translating in her job as travel guide for German
tourists visiting Turkey: “My German came in handy on the job. It has become
the bedrock of my existence.”
Children of migrants do a lot of translating for their parents, for example,
in explaining official letters and documents or as interpreters at parent-teacher
meetings at school. “Even as a child I often worked as a translator. This left me
with considerable leeway to interpret things as I wished,” Harun Dogan recalls.
REFINDING ONESELF
The work of cultural appropriation and translation tends to set processes of identity reinvention in motion. These are often triggered by the experience of crisis
and uncertainty. As Ludger Pries explained above, this is an open-ended process.
In the life of the Mr and Mrs Yaşartürk, Mehmet’s job loss precipitated an
existential crisis. In the end, Mehmet decided to return to Turkey and try his
luck there. But after three months he realized that, here too, he had become a
A P P R O P R I AT I N G – T R A N S L AT I N G – R E F I N D I N G O N E S E L F
foreigner, an outsider: “They take you for a rich foreigner and try to milk you
wherever they can, and that hurts,” Mehmet confided. “They recognize you as a
stranger by the way you move, the way you greet, the way you’re dressed or the
way you check out things at the bazaar, and then they try to take you for a ride.”
Nazire, who, unlike her husband, had not been granted Swiss citizenship owing
to her lack of language proficiency, never wanted to return to Turkey. She is still
officially registered in Switzerland and travels back and forth between the two
countries. The couple is forced to negotiate a compromise, find a way to redefine
their status as a married couple and their role as husband and wife, respectively:
“We’re working on it, but we don’t know how it will pan out in the long run,” v
remarked.
REFINDING ONESELF – SHIFTING FOCUS
In the process of refinding oneself, focuses tend to shift, leading to the recasting
of family and gender roles and a redefinition of belonging. As a teenager and
young woman, Tülay Kula did not enjoy staying with her Turkish relatives: “They
stuck their noses into everything, knew everything better. This got me down no
end,” she recalled. Today she is a designer and runs her own small business: “My
work brought the family closer together. Everybody has his or her part. My father runs errands, my mother makes the prototypes and explains the cuts to the
seamstresses in the village, my aunt supervises the production of the scarves and
jewellery boxes, and my uncle is responsible for distribution.” After leaving his
family at an early age, stubbornly pursuing his own interests and setting up his
own business, Harun Doğan now, too, relies on the support of his family, especially after going through a few hard patches. Today he runs a design studio in
Istanbul with this brother-in-law and with the help of his sister. “We’re not a
family business in the real sense of the term,” he says, “but it’s good to know who
your people are. It makes me sleep better when I’m in Switzerland.” Atilay İleri
operates a family business with his daughter. The successful medical lawyer purchased a piece of land twenty years ago in Selçuk where he and his daughter now
run an estate, producing olive oil. His Epheser bio olive oil has won him several
awards. Atilay İleri looks back: “When my brother and I bought this land, it had
a lot to do with searching for identity. The place reminded me of my grandfather’s
old mill where I grew up, but back then I never dreamt that, one day, I would
become an olive oil producer.”
When, in 1997, Memet Şahin travelled to Turkey for the first time in eighteen
years, he was disappointed with the degree of political fatigue and resignation
he encountered. At the time he couldn’t imagine living in Turkey. Recently, and
especially after spending holidays in Didim on the Aegean coast and getting to
know a group of like-minded people who, like himself and his wife, had lived
abroad for many years, the idea of going back to Turkey became a realistic option
again. Buying a holiday house there marked the first step of return. “The political
mood has changed. There is a new form of engagement among the people and
I can imagine myself becoming part of this new political movement in Turkey,”
Memet Şahin explained.
Not belonging, being an outsider, can but need not be a painful experience,
at times it can even be intriguing, as Müjde Tönbekici explained. She describes
herself as a person without roots: “Not having fixed roots means you are utterly
free to embrace new things and new people. It’s something I really appreciate.
Connecting with people wherever I am is really what matters to me.”
Genç Osman Yavaş explains his composure, which never fails him, not even
in the bustle of a large city, with the way he grew up in Switzerland: “Sundays
were always very quiet, there was nothing to do and the streets were almost empty. I had to learn how to deal with this dead time, how to occupy myself alone.”
REFINDING ONESELF –
E X P LO I T I N G O P PO RT U N I T I E S
The life histories I recorded reveal, among other things, how the protagonists
exploit their knowledge of two cultures and the skill of cultural translation to
their own benefit, in other words, to create business opportunities and gain an
economic footing.
For example, with the knowledge that there was a market for beauty products
and services in Izmir, her new home, Ismihan Topac invested time and money in
her training in this field while still in Switzerland. “My clients appreciate the fact
that I was trained in Switzerland but, above all, I offer a service that is not common here, including little things like drinks and nibbles.” She herself explains her
success by her dual Swiss and Turkish background and the novelty of her business
plan. Genç Osman Yavaş, too, makes the best of the different cultural influences
and skills by building on his knowledge of German and Turkish, the respective
literatures and cultures, his love of music, and turning them into a profession.
For Tülay Kula, working with producers in Turkey is a creative and valuable
experience: “In Switzerland I never have to check the quality of the work. Everything
fits there. But if I come up with a new idea and want to try it out, things become
complicated. In Turkey, on the other hand, I have learnt that people are much more
open and inquisitive, they take the time and are prepared to go the extra length to
create something special. The best thing would be to have the design, development
and production – all the creative steps – done here in Istanbul, and everything to
do with administration, sales and distribution sorted out in Switzerland.
One of the skills addressed again and again in the life histories is the ability to
mediate and exert an integrative influence, or as Memet Şahin put it: “I always try
to extend and open the circle and invite those outside to come in.” For Mehmet
Yildirimli this means thinking outside the box and bringing people with different views, problems, backgrounds and interests together to create synergies and
build networks. Mediating is also part of Harun Doğan’s job, especially when it
comes to developing campaigns for clients and fusing tradition and modernity
to create something new.
T H E P O T E N T I A L O F M U LT I P L E
C U LT U R A L B E L O N G I N G
For my interlocutors, the experience of migration has always touched upon the
issue of cultural belonging. Growing up in Switzerland with Turkish roots holds
the ingredients of an ambiguous sense of belonging. Some have their life centres
in both countries, others have decided to return to Turkey for good. Either way,
reconciling the decision does not translate easily into a sense of cultural belonging.
The experience of growing up in a foreign environment is not something you can
simply cast off – it leaves behind traces – nor do people necessarily wish to do so.
On the contrary, many regard this kind of ambiguity as an asset in the process
of redefining their identity. Their earlier struggle of “making it” in Switzerland
now unexpectedly turns out to be a helpful experience in the process of settling
down in the country of origin they have decided to return to, but also with regard
to infusing the culture they encounter there with new ideas. Thus it comes as no
great surprise that all the people I spoke with looked upon their dual belonging
as a great potential.
Bibliography
Aydin, Yasar. 2013, Zur Bedeutung von gesellschaftlichen Veränderungen und transnationalen Orientierungen bei
Mobilitätsenscheidungen: Abwanderung türkeistämmiger Hochqualifizierter aus Deutschland nach Istanbul, in: Pusch,
Barbara (ed.). Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, pp. 147-69
AY YILDIZ, sadece für dich: last update 3.10. 2011. URL: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=jehtALW24ZI (last accessed 26.9.2015)
Bundesamt für Statistik, Ein- und Auswanderung der ständigen Wohnbevölkerung nach Staatsangehörigkeit http://
www.bfs.admin.ch/bfs/portal/de/index/themen/01/07/blank/key/02/01.html (last accessed 10.2.2016)
Dahinden, Janine. 2013: Von den transnationalen Migrationsstudien z einer Transnationalisierung der Sozialtheorie: Plädoyer für einen integrativen Ansatz. In: Pusch, Barbara (ed.). Transnationale Migration am Beispiel Deutschland
und Türkei, Wiesbaden: Springer VS-Verlag, pp. 83-101
Durkheim, Emile: Regeln der soziologischen Methode. Darmstadt: Luchterhand, 1965
Historisches Lexikon der Schweiz: Last update 7.1.2014. URL: http://www.hls-dhs-dss.ch/textes/d/D3374.php (last
accessed 26.9.2015)
Keinz, Anika; Schönberger, Klaus; Wolff, Vera: Vorwort. In: Keinz, Anika; Schönberger, Klaus; Wolff, Vera (eds.).
Kulturelle Übersetzungen. Berlin 2012
Pries, Ludger: Neue Dynamiken inter- und transnationaler Migration: Herausforderungen für Wissenschaft und
Politik. In: Pusch, Barbara (ed.): Transnationale Migration am Beispiel Deutschland und Türkei. Wiesbaden 2013, pp.
67-82.
Rushdie, Salman: Imaginery Homelands. Essays and Criticism 1981-1991. New York 19922.
Wanner, Philippe; Steiner, Ilka: Einbürgerungslandschaft Schweiz Entwicklungen 1992-2010.
Bern 2012.
Other sources:
Swiss General Consulate Istanbul, Gregor Fritsche, E-mail of 10.11.2014, E-mail of 25.1.2016
100 / 101
102 / 103
SPON SORLAR, DESTEKÇİLER
S P O N S O R E N , PA R T N E R
DEST EKÇİLER PA RTNE R PA RT N ER
TÜRKİYE TÜRKEI TURKEY
İSVIÇRE SCHWEIZ
SWITZERLAND
S U P P O R T, PA R T N E R
S PONSORLAR SPO NSO RE N
S UPPO RT
Schweizerische Eidgenossenschaft
Confédération suisse
Confederazione Svizzera
Confederaziun svizra
Eidgenössische Migrationskommission EKM
T
R N/ EM P
1U
04
FLANI – İSVİÇRE
TOURN EE P LAN – SCHWEIZ
BASEL CL AR AM AT T E
BASEL SC H Ü T ZEN - M AT T PA R K RHEINF EL D EN KU R B RU NNE N
RHEINF EL D EN M A R KTG AS S E SU HR
LU ZERN TH EAT ER P L AT Z
BU OB ENMAT T W IND ISCH C A M P U S
FHNW B R U G G W IN D IS C H ZÜRICH RO T E FAB R IK S T. GALL EN
HI STORIS C H ES M U SEUM
W W W . Y O L D AY O L D A . C O M
W W W. YO L DA - U N T E R W EG S . CO M
TOUR P LAN – SWITZERLAN D
1 9 .0 8. –
2 5 .0 8 . – 0 7 .0 9 . 0 8 .0 9. – 14 . 0 9 . – 2 4 .0 8 . 2 0 1 6
2 8 .0 8 . 2 01 6
11 . 0 9 . 2 0 1 6
1 8 .0 9 . 2 0 1 6
2 0 .0 9 . – 2 4 .0 9 . 2 0 1 6
2 7 .0 9 . 05.10.
–
–
3 0.0 9 . 2 0 1 6
09.10.2016
12.10.
–
23.10.2016
I N S TA G R A M . C O M / Y O L D A _ U N T E R W E G S
T W I T T E R . CO M / YO L DA 2016
FA C E B O O K . C O M / YO L D A U N T E R W E G S