Sayı Issue: 11 Eylül-Ekim September
Transcription
Sayı Issue: 11 Eylül-Ekim September
Sayı Issue: 11 Eylül-Ekim September-October 2013 20 TL 10 EUR Kapak Cover: Sarkis İkiz, Gökkuşak / Twin, Rainbow, 2013 İmtiyaz Sahibi Publisher: Contemporary Istanbul Sanat Yatırımları A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı / Contemporary Istanbul Art Investment Inc. Chairman Ali Güreli Sorumlu Müdür Executive Director: Rabia Bakıcı Güreli Contemporary Istanbul Genel Koordinatörü General Coordinator Yönetici Editör Executive Editor: Hasan Bülent Kahraman Yayın Yönetmeni Editor in Chief: Zeynep Berik Yazıcı Grafik Tasarım Graphic Design: Beğlü Karahan (aksoycindoruk) Çeviri Translation: Ahmet Saraçoğlu, Tuğçe Yapıcı Reklam: Beril Güroğlu [email protected] [email protected] Katkıda Bulunanlar Contributers: Burcu Fikretoğlu, Çiğdem Asatekin, Çiğdem Zeytin, Ebru Yetişkin, Ece Pazarbaşı, Murat Germen, Ömer Çavuşoğlu, Samed Akman, Yekhan Pınarlıgil Yayın Kurulu Editorial Board: Ali Akay, Dr. Emin Mahir Balcıoğlu, Nuri Çolakoğlu, Levent Erden, Jeffi Medina, Paul Mc Millen, Akın Nalça, Michael Schultz, Görgün Taner APA Uniprint Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş. Apa – Giz Plaza, Büyükdere Cad. No. 191 Kat.20 34373 Levent, İstanbul, Türkiye ICE Magazine Mete Cad. Yeni Apt. 10/11 34437 Taksim / İstanbul İletişim/Contact: [email protected] [email protected] Satış ve Abonelik Sales and Subsrcription T +90 212 2447171 – 205 Son zamanlarda kentin ve kente dair her şeyin daha fazla farkına varır ve benimser olduk. Bu durum; daha fazla kabuğundan çıkmaya ve her çıktığında keşfedilecek bir şeylerin olduğuna dair bilinci ve merakı da beraberinde getirdi. Kentle kurduğumuz ilişkiyi ve onun içinde nasıl dönüştüğümüzü sürekli hatırlar, hatırlatır olduk. Eylül, İstanbul’un kültürel açıdan en renkli hali; çünkü Eylül’de İstanbul, üzerinden yaz rehavetini atar, meraklı gözler her kapıdan çıkanı, her duvarın arkasındaki sürprizi aramaya koyulur. Seslerin rengi değişir, çoklaşır, çoğullaşır. Bu Eylül, 13. İstanbul Bienali’nin kente dair söyleyecekleri merak konusu. ICE, Bienal kapsamında; Türkiye ile, kültürel ve politik olarak paralel enlemdeki Latin Amerikalı sanatçıların kamusal alanla kurdukları ilişkinin sanattaki yansımalarına bakıyor. Sokaklar, yapılar, sistemler ve kültür kurumları yeniden sorgulanıyor. İnci Eviner, Ortak Eylem Aygıtı adlı işinde, öğrenme ve öğretme pratiğini bir performatif araştırma alanına taşıyor. Sarkis’in ‘Gökkuşak’ adlı son işinde galeri mekanı ve dışarısı arasındaki zamansal ve mekansal ilişkiyi görüyoruz. Elio Montanari, bu Eylül ve ilk kez, 70’lerden günümüze güncel sanatçıların üretim süreçlerini kaydettiği fotoğraflarını sergiliyor. Contemporary Istanbul, yeniliklerini duyuruyor: Bu ay, Hall Arts’ta açılacak olan ‘Çoğulcu, Şiirsel, İronik’ sergisini, yeni dünyanın yeni medya fuarı Plug-in’i, çalışma alanını genişleterek, sanatçılara üretim alanı sunmak amacıyla açtığı Bodrum Contemporary Art Campus’ü tanıtıyor. 7-10 Kasım’da gerçekleşecek fuar öncesi heyecan Eylül’de başlıyor bu yıl. İstanbul bu Eylül kültürel çeşitliliğe ve rengarenk sokaklara uyanıyor. Lately, we have been more noticing and adopting of the city or anything related to it. This situation brought with it the awareness and the curiosity of coming out of our shells more often to find something new every time. We have been constantly remembering and reminding the relationship we established with the city and how we transform within it. Culturally, September is the most colorful month of Istanbul; because Istanbul in September shakes off the summer’s languor, curious eyes start to observe every door and search for the surprise behind every wall. The color of voices change, multiply and pluralise. This September, the object of curiosity is what the 13th Istanbul Biennial will have to say about the city. Within the scope of the Biennial, ICE surveys the artistic reflection of the relationship established between the public space and the Latin American artists, who are who are on the same cultural and political plane with Turkey. The streets, structures, systems and cultural establishments are being re-questioned. İnci Eviner, carries the learning and teaching practice to a performative research field in her work; ‘’Co-Action Device’’. We observe, in the most recent work of Sarkis, titled “Rainbow”, the temporal and spatial relationship between the gallery space and outside. This September, Elio Montanari presents, for the first time, his photographs, where he recorded the production processes of the contemporary artists from the70’s to present. Contemporary Istanbul announces its news: This month, it presents the ‘Çoğulcu, Şiirsel, İronik’ (Pluralist, Poetic, Ironic) exhibition, which will be opening at Hall Arts; the new media expo of the new world, Plug-in; and the Bodrum Contemporary Art Campus, which it established in order to expand the workspace and offers a production area to artists. This year, the excitement for the exposition that will be held between November 7 and 10, already starts in early September. This September, Istanbul wakes up to cultural diversity and colorful streets. Zeynep Berik Yazıcı Yayın Yönetmeni Editor in Chief 2 Storks_32 Storks_326939_235x297_0713.indd 1 24.07.13 12:21 16 38 Ardan Özmenoğlu 10-19 CI Haberler / News Yıl boyu gerçekleştirdiği etkinlikler ve 7-10 Kasım 2013’deki fuara dair haberlerle CI. CI with its year long events and the upcoming fair that will take place between November 7-10th. 20-29 Eylül’de Sezon Açılıyor Art Season Opens in September 16-17 “Çoğulcu, Şİİrsel, İronİk’’ “Pluralistic, Poetic, Ironic’’ 32-37 Elio Montanari 70’lerden bugüne sanatçıların üretim süreçleri Montanari’nin fotoğraflarında. The production processes of the artists since the 70’s are on Montanari’s photographs. 18-19 Papko Koleksİyonu Papko Collection Papko Koleksiyonundan seçki A selection from the Papko Collection 4 30-31 Yenİ medya koleksİyonerlİğİ Collecting new media Jean Conrad- Isabel Lemaitre İnci Eviner 38-43 İncİ Evİner’İn Ortak Eylem Aygıtı İnci Eviner’s Co-action Device 13. İstanbul Bienali’nde Rum Okulu’nda. 13rd Istanbul Biennale at the Greek School 44-51 İstanbul BİENAL’DE Güney Amerİka’dan Kent Manzaraları Urban Landscapes fromSouth AMERICA IN THE BIENNALE Bienal bir kente nasıl dokunur? How does a biennale touch a city? yazı / by: Ömer Çavuşoğlu 70 78 C M Y CM Şahin Kaygun Bodrum Contemporary Art Campus MY CY CMY K 52-54 Fulya Erdemcİ Kamusal alanın dönüşümü The transformation of public space 56-59 Allan Sekula Denizaşırı / Transmarine yazı / by: Murat Germen 68-71 Gİzlİ Yüz / Hidden Face: Şahİn Kaygun Sürreal, hikayeci, saklı Surreal, narrator, hidden yazı / by: Yekhan Pınarlıgil 72-74 Candaş Şİşman’ın Performans Resİmlerİ CandaS SıSman’s Performans Paintings 60-63 Şükran Moral: Despair yazı / by: Ebru Yetişkin Valie Export: Metanoia Farklı coğrafyalardan politik 76-81BCAC: bedenler Bodrum Contemporary Political bodies of different Art Campus geographies İlk sanatçılarını ağırlıyor yazı / by: Burcu Fikretoğlu Wellcomes its first artists 64-66 Sarkis’ten ‘Gökkuşak’ 82-84 İstanbul’un Rainbow’ by Sarkis Katmanları yazı / by: Çiğdem Zeytin Layers of Istanbul Seslerle kenti aramak Tracing the city through sounds 6 yazı / by: Ece Pazarbaşı 86-89 Hotel Italia Sanat mekanına taşınan otel The hotel that is carried to an art space 90-93 Asar-ı Atİka Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sanatsal araştırma Artistic reseach in Museum of Anatolian Civilisationz 94-101EYLÜL SERGİLER SEPTEMBER SHOWS 102-104 CI EVENTS ice_daniel.pdf 2 04/09/2013 14:21 C M Y CM MY CY CMY K Vortex 10.09.2013 - 5.10.2013 Sair Nedim Cad. No:4 34307 Besiktas, Istanbul 90 212 259 15 43 [email protected] w Katkıda Bulunanlar Contributers Ebru Yetişkin Murat Germen Ebru Yetiskin is an art critic and a sociologist based in Istanbul. As a full time lecturer, she teaches ‘sociology’ and ‘media’ in Istanbul Technical University. Yetiskin is a member of International Association of Art Critics (AICA) and she is also one of the organizers of Amber Arts and Technology Festival. Currently, she is working on curating two new media art exhibitions, ‘Speculative Curves’ and ‘Cacophony’. Ebru Yetiskin Istanbul’da yaşayan bir sanat eleştirmeni ve sosyologtur. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tam zamanlı öğretim üyesi olarak ‘sosyoloji’ ve ‘medya’ derslerini vermektedir. Yetişkin Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesidir. Ayrıca Amber Sanat ve Teknoloji Festivali’nin de düzenleyecileri arasındadır. Şu anda, ‘Spekülatif Eğriler’ ve ‘Kakofoni’ başlıklı iki yeni medya sanatları sergisi üzerinde çalışmaktadır. Murat Germen Sabancı Üniversitesi’nde fotoğraf, sanat ve yeni medya dersleri vermekte. Yurtiçi ve yurtdışında ellinin üzerinde kişisel / karma sergiye katkıda bulundu. Türkiye’de C.A.M. Galeri, Hollanda-Belçika’da ARTITLED! ve ADB’de Rosier Gallery tarafından temsil ediliyor. Yurtiçi / yurtdışı kişisel ve Istanbul Modern, Proje 4L Elgiz Müzesi koleksiyonlarında eserleri bulunmakta. Murat Germen is a professor of photography, art, new media at Sabanci University. Has contributed to over fifty inter/national group/solo exhibitions. He is represented by C.A.M. Gallery (Turkey), ARTITLED! (Netherlands-Belgium), Rosier Gallery (USA). Artist’s works are in personal collections inter/nationally, Istanbul Modern, Proje4L Elgiz Museum collections. Ece Pazarbaşı Burcu Fikretoğlu İstanbul Bilgi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü lisans ve University of London, Modernity yüksek lisans programlarını tamamladı. She had her undergraduate degree from Istanbul Bilgi University, Comparative Literature and completed her MA in Modernity at the University of London. Çiğdem Asatekin Resim ve Sanat Yönetimi eğitimi aldı. Sanatsal üretimine devam ederken, Istanbul Caz Festivallerinde, 12. İstanbul Bienali’nde, Galeri Apel’de ve uluslararası sanat organizasyonlarında çalıştı. Dijital kültür sanat platformu GriZine’de 1,5 sene boyunca sosyal medya ve içerik editörlüğünü üstlendi. Şimdi kitap çevirisi yapıyor, GriZine’e yazıyor ve Artwalk Istanbul koordinatörlüğünü yapıyor. Studied painting and art management. While continuing her artistic practice, Asatekin worked for Istanbul Jazz Festival, 12. Istanbul Biennial, Gallery Apel and various international art organizations. Worked as the social media and content editor in the digital arts and culture platform GriZine for 1,5 years. Currently she translates a book, writes for GriZine and coordinates Artwalk Istanbul. Çiğdem Zeytin 1981 yılında Almanya, Krefeld’te doğdu. Lisans eğitimini Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Reklamcılık Halkla İlişkiler BoÅNlümü’nde, Yüksek Lisansını ise Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Bilimi Ana Bilim Dalı Güzel Sanatlar Kuram ve Eleştiri Bölümü’nde gercekleştirdi Türkiye’den ve dünyadan ceşitli sanatçılarla röportajlar yapmakta, plastik ve intzeraktif sanatlar üzerine eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Beden İşlemsel Sanatlar Derneği Yönetim Kurulu üyelerindendir. Born in 1981 in Krefeld, Germany. Got her bachelor’s degree in Anadolu University, Faculty of Communication Sciences, Department of PR & Advertising, master’s degree again in Anadolu University, Institute of Social Sciences, Department of Science of Art, on theory and criticism. Makes interviews with various artists from both Turkey and all over the world, writes critical reviews on plastic and interactive arts. She is one of the board members of Body-Process Arts Association. İstanbul ve Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor. 2007’den beri hem kent ve hem de kırsal ortamlarda çeşitli kamusal alan projelerinin, sergilerin ve ses turlarının küratörlüğünü yapıyor. Nisan 2013’den beri, çalışmalarına Olafur Eliasson’un yönetmenliğindeki Berlin’deki Uzamsal Deneyler Enstitüsü’nde devam ediyor. En son projeleri arasında New Museum-New York’un Ideas City projesinin İstanbul koordinatörlüğü, 2012’de ARTER İstanbul’da açılan Sophia Pompery - Şeylerin Sessiz Şekli sergisi küratörlüğü, TANASBerlin’de René Block ile beraber eş-küratörlüğünü üstlendiği Turkish Art New and Superb (2012) ve Zwölf im Zwölften (2011) sergileri yer alır. Sanatsal projelerine CAMP.Contemporary Amplifier for Multidisciplinary Practices altında devam ediyor. Lives and works in Istanbul and Berlin. Since 2007, she has been generating public space projects in urban and rural domains. Since April 2013 she has been continuing her projects at Olafur Eliason’s Institution for Spatial Experiments. Among her recent projects are; Istanbul Coordinator for New Museum New York’s Ideas City, curation of Sophia Pompery – Shape of Things at Istanbul, ARTER Istanbul (2012), and co-curation of Turkish Art New and Superb (2012) ve Zwölf im Zwölften (2011)Tanas Berlin (20112012) together with René Block. She continues her artistic projects with CAMP. Contemporary Amplifier for Multidisciplinary Practices. Ömer Çavuşoğlu Kent bilimci, Ömer Çavuşoğlu London School of Economics’te LSE Cities programında proje yöneticisi olarak çalışıyor. İlgi alanı, kentsel politik mekanlar ve sınırlar. Ömer Çavuşoğlu is an urbanist who works as a project manager at LSE Cities, London School of Economics. His main area of interest lies in the urban political spaces and boundaries. Yekhan Pınarlıgil 2004-2008 yılları arasında Paris INHA’da (Institut National d’Histoire de l’Art) deneysel video ve sinema programları hazırladı. Kurguladığı sergi ve gösterimler Paris Guzel Sanatlar Akademisi ve Centre Pompidou başta olmak üzere ceşitli kurumlarda yer aldı. Centre Pompidou’da calışan Pınarlıgil bağımsız projeler yapmaya devam ediyor. Produced experimental video and cinema programs in Paris INHA (Institut National d’Histoire de l’Art) between 2004 and 2008. Exhibitions and presentations curated by Pınarlıgil took part in several institutions, notably Paris Fine Arts Ecademy and Centre Pompidou. Yekhan Pınarlıgil works for Centre Pompidou and keeps on creating independent projects. Hasan Bülent Kahraman Kadir Has Üniversitesi rektör yardımcısı olan Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman daha önce Bilkent ve Sabancı Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Ayrıca Sabancı Üniversitesi’nin kuruluşunda yer almıştır. Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Bölümü’nde Ertegün Profesörlüğü yapmış olan Kahraman, Akbank Sanat danışma kurulu ve Sabancı Müzesi yönetim kurulu üyesidir. Contemporary Istanbul’un genel koordinatörüdür. Kahraman’ın 1980 sonrası çağdaş sanatı irdelediği kitabı Aralık 2013’te yayınlanacak. Hasan Bülent Kahraman is the vice rector in Kadir Has University who has been in the foundation process of Sabancı University and worked there. Kahraman, has held the position as the Ertegün Professor in Princeton University Near Eastern Studies. He is the advisory board member of Akbank Sanat, Sabancı Museum and is the general coordinator of Contemporary Istanbul. Kahraman’s book on contemporary art after 1980’s will be published in December 2013. 8 ANISH 28x3 www.anishkapooristanbulda.com Çağdaş sanatın yaşayan efsanesi ilk kez sergilenecek eserleriyle Sakıp Sabancı Müzesi’nde. ANISH 28x35.indd 1 8/21/13 2:17 PM CI HABERLER / NEWS Contemporary Istanbul #8 7- 10 Kasım 2013 / November 7-10 2013 Çok yakında, Kasım ayında Contemporary Istanbul sekizinci etkinliğini gerçekleştirecek. Yıl boyu etkinliklerini, çalışma alanını genişleterek sürdüren Contemporary Istanbul, bu yılki fuarda yeniliklerini de tanıtıyor. Very soon, in November, Contemporary Istanbul will realize its eight edition. Contemporary Istanbul, which broadens its work field each year as well as its art fair will introduce its new projects during the fair. CI bu sene 100 uluslararası çağdaş sanat galerisine ev sahipliği yapacak. Marlborough Gallery, New York; Galerie Lelong, Paris; Andipa Gallery, London; Opera Gallery, Cenova; Galeria Filomena Soares, Lizbon; Galeria Javier Lopez, Madrid; Senda, İspanya; Michael Schultz, Almanya; Klaus Steinmetz, Kosta Rika, ve Türkiye’den Dirimart, Galerist, Galeri Mana, Galeri Nev, Pi Artworks, Rampa, x-ist katılımcı galeriler arasında yer alıyor. 10 CI will welcome 100 international galleries this year. Marlborough Gallery, New York; Galerie Lelong, Paris; Andipa Gallery, London; Opera Gallery, Genoa; Galeria Filomena Soares, Lisbon; Galeria Javier Lopez, Madrid; Senda, Spain; Michael Schultz, Germany; Klaus Steinmetz, Costa Rica; Dirimart, Galerist, Galeri Mana, Galeri Nev, Pi Artworks, Rampa, x-ist from Turkey are among the expected participant galleries. Yeni Ufuklar: Rusya Fuarda yer alan “Yeni Ufuklar” bölümü çevre ülkelerdeki çağdaş sanatın ifadesini keşfetmeyi hedefliyor. Geçtiğimiz yedi yılda yıldır dünyanın önemli galerilerini bir araya getirmenin yanı sıra, Suriye, İran, Körfez Ülkeleri ve Doğu Avrupa Ülkeleri’ni konuk eden fuarın “Yeni Ufuklar” bölümünün konuğu bu yıl Rusya. Yeni Ufuklar kapsamında CI’a katılacak galeriler ise Marina Gisich, St-Petersburg; Anna Nova Gallery, St-Petersburg. Stella Art Foundation Direktörü, Alexander Rytov ve Rusya Federasyonu Kültür Bakanlığı ofisinden Yulia Zazulina’nın CI’ın davetlisi olarak Eylül ayında İstanbul’a gelmesiyle, iki ülke arasındaki kültürel işbirliğine yönelik çalışmalar başlıyor. The New Horizons section explores contemporary artistic expression of surrounding countries of the region. Having previously featured contemporary art from Syria, Iran, the Gulf and Central and Eastern Europe, the 8th edition’s focus is on Russia, hosting galleries, artists, curators, publications, art critics and collectors from Russia. Marina Gisich, St-Petersburg; Anna Nova Gallery, St-Petersburg. As the Director of Stella Art Foundation, Mr. Alexander Rytov and Deputy Director of the Department of the Ministry of Culture will be in Istanbul as the guest of CI in September, the cultural cooperation process between the two countries will start. Rostan Tavasiev, Sleep Mammont, Anna Nova Gallery ART ISTANBUL: Sanat Dolu bir Hafta İstanbul’a olan ilgiyi artırarak, kentin uluslararası çağdaş sanat çevrelerince daha iyi tanınmasını sağlamak ve sanat çevrelerini kente çekmek amacıyla düzenlenen “Art Istanbul” sanat haftası bu sene 4- 10 Kasım 2013 tarihlerinde ikinci kez gerçekleşiyor. Tüm şehirde bir hafta sürecek olan sanat haftası Art Istanbul, sanat müzeleri, kurumlar ve galerileri içeren katılımcılarıyla sergi açılışları, rehberli geziler, sanatçı konuşmaları ve panellerden oluşan bir program sunuyor. Projenin ikinci yılında, IKSV, İstanbul Modern, Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, SALT, Arter ve daha birçok sanat kurumu, galeriler, sanat inisiyatifleri ve Avrupa ülkelerinin kültür merkezlerinin etkinlikleri, 13. İstanbul Bienali ile aynı zamanda, ortak bir yapı içinde izleyiciyle paylaşılacak. The 2nd edition of Art Istanbul, organized between November 4 and 10, 2013 aims to raise awareness of Istanbul and increase interest among international contemporary art audiences. A city wide, week long initiative, which sees participating institutions - including museums and galleries presents a program of exhibition openings, guided tours, artist talks and panel discussions. In the 2nd year of the project; the various events of galleries such as Istanbul Foundation For Culture and Arts (IKSV), Istanbul Modern, Sabancı Museum, Pera Museum, SALT, Arter but also art initiatives and European cultural institutions will be shared with the public within a unified structure. 11 CI Dialogues’da ‘Geleceğin Sanatı, Sanatın Geleceği’ ‘The Future of Art, The Art of the Future’ at CI Dialogues CI Dialogues, her yıl olduğu gibi bu yıl da güncel sanatın uluslararası fikir liderlerini konferans ve konuşmalarla bir araya getiriyor. Bu yıl ‘Yeni medya, yeni teknolojiler ve sanat’ odaklı CI Dialogues programı ‘Sanatın geleceği, geleceğin sanatı’ üzerine bir tartışma platformu oluşturacak. Dünyadan, yeni medya koleksiyonerleri, sanatçıları, küratörleri ve konusunda uzman kişilerin katılacağı program 7-9 Kasım 2013 tarihleri arasında Contemporary Istanbul fuar alanında, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek. As each year, CI Dialogues will bring the opinion leaders from all around the world at the conferences and talks. This year, the program that focuses on ‘New media, new technologies and art’ will create a discussion platform on ‘The future of art, the art of the future’. The program which will host new media collectors, artists, curators and professionals from all around the world will take place in the Contemporary Istanbul fairground, Lutfi Kırdar Congress Center between November 7-9, 2013. YENİ FUAR / NEW FAIR PLUG-IN ISTANBUL Contemporary Istanbul, önümüzdeki yıl ilkini gerçekleştireceği yeni medya fuarının adımını bu yıl Kasım ayında, fuar alanında atıyor. Yeni teknolojiler ve yeni medya fuarı Plug-in, bu yıl fuar alanında İstanbul Kongre Merkezi’nde 1000 m²’lik bir alanda, yeni medya galerilerinin ilk sergisiyle tanıtılacak. Contemporary Istanbul will launch its new media art fair on the fairground in November. Plug-in, the fair for the new technologies and new media will be introduced with an exhibition by new media galleries on a 1000 m² space at Istanbul Congress Center. Çağdaş Sanat Buluşmaları Contemporary Art Talks Çağdaş sanatın Türkiye’ye yayılması misyonuyla Akbank Private Banking desteğiyle 2010 yılından itibaren Çağdaş Sanat Buluşmaları’nı düzenleyen Contemporary Istanbul; Anadolu’daki çağdaş sanat koleksiyonerlerini, iş adamları ve yatırımcıları, genç sanatseverleri ve galericileri bir araya getiriyor. Antalya, Bursa, Ankara, Adana illerinde gerçekleştirilen buluşmaların ardından Contemporary İstanbul’un bu yılki durakları Bursa, İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana. Contemporary Istanbul has been realizing Contemporary Art Talks with the support of Akbank Private Banking since 2010 undertaking the mission of spreading the interest towards and knowledge about contemporary art all around Turkey. During those talks, the organization brings contemporary art collectors, business men and investors as well as young artists and gallerists in Anatolia together. After the talks realized in Antalya, Bursa, Ankara and Adana in the recent years, Contemporary Art Talks will take place in Bursa, İstanbul, Ankara, İzmir and Adana in September 2013. 12 Humboldt Forum: Dünya kültürlerinin yeni merkezi The new centre for the cultures of the world Ansichtvon der Nord-West-Seite© StiftungBerlinerSchloss – Humboldtforum / Franco Stella Önümüzdeki on yıl, Berlin’in tarihi kalbinde, önemli bir küresel erişimi bulunan, eşsiz bir sanat, kültür, bilim ve öğrenim merkezinin doğuşuna tanıklık edecek. Bu merkez, tamamıyla dünya kültürleri arası diyaloga adanacak ve küresel önemi bulunan tarihi ve güncel konuların, birçok yeni bakış açısı çerçevesinde tartışılacağı ve analiz edileceği bir forum görevi görecek. The next decade will see the emergence in the historical heart of Berlin of a unique centre for art, culture, science, and learning with significant global reach. It will be entirely dedicated to the dialogue between the cultures of the world and will act as a forum for debate and analysis of historical and current issues of global significance, viewed from a multitude of fresh perspectives. Humboldt Forum’un potansiyelini anlaması ve bundan istifade etmesi için gerekli imkânlar, zemin katında bulunan kamuya açık alanlar tarafından sağlanıyor. Burada düzenlenecek olan sergi, konser, konferans, film ve canlı performans gibi birçok organizasyon, çağdaş konuları ele alıyor olacak. Zemin katta bulunan kamuya açık alanlar, müzeler, kütüphane ve üniversite için birleşik bir profil yaratırken, binanın içindeki partnerler ise –dünya çapında bir ağa yayılmış ortak organizasyonlar ile birlikte- Humboldt Forum’un disiplinler arası tekil bir oluşum olmasını sağlayacak. The Humboldt Forum’s key to understanding and exploiting its potential is provided by the public areas on the ground floor. Numerous events here, including exhibitions, concerts, conferences, films and live performances, will tackle contemporary issues. The public areas on the ground floor will create a unified profile for the museums, library and university, as partners within the building itself, which – together with a worldwide network of collaborating organizations – will make the Humboldt Forum a single cross-discipline entity. Böyle bir kombinasyon ile karşılaştırılabilecek bir şey mevcut değil. Tarihsel açıdan önemli bir bölgede bulunan geçmişe ait bir anıtı, bugünün sergileneceği bir sahneye dönüştürüyor. Dünya Mirası Müzeler Adası ile kombinasyon hâlinde olan oluşum, Berlin’in merkezinde dünya kültürleri için gerçek bir odak yaratıyor. Bu yüzden Almanya, başkentinin kalbini, küreselleşmiş gerçek ile uğraşan kültür tarafından yapılabilen ve yapılması gereken, anahtar niteliğinde bir katkının sunulmasına adıyor. Such a combination has nothing to compare with it. It turns a monument to memories of the past, located on a historically important site, into a stage for showcasing the present day. In combination with the World Heritage Museum Island, it is creating a veritable focus of world culture in the centre of Berlin. Germany is therefore dedicating the heart of its capital city to offering the key contribution that can and must be made by culture in dealing with globalised reality. Bİna The Building Alman Parlamentosu, 2007 yılında Berlin Sarayı’nın üç adet tarihsel cephe ve Schlüter Avlusu yenilecek şekilde restore edilmesini öngören bir kararı meclisten geçirdi. Eski Müze, Katedral ve Alman Tarih Müzesi’nin evi olan Cephanelik doğal akranlarını geri kazanırken, Barok saray cepheleri, tıpkı eskisi gibi, muazzam cadde Unter den Linden’in harikulade odak noktaları olacaklar. In 2007, the German Parliament passed a resolution to have the Berlin Palace recreated with three historic façades and the Schlüter Courtyard. The Old Museum, Cathedral and Armoury, home of the German History Museum, regain their natural counterpart, while the Baroque palace façades revert to being the magnificent focal point of the grand avenue of Unter den Linden Berlin Sarayı – Humboldtforum Vakfı, Berlin Sarayı’nın yeniden inşasından sorumlu kabul makamıdır ve Forum için mekânın tarihine adanmış bir sergi düzenleyecektir. Berlin Sarayı’nın Arkadaşları (Friends of the Berlin Palace) kuruluşu ile birlikte, tarihi cephelerin yeniden inşası için bağış toplamaktadır. Ortak hedefleri, görünüşte Barok, ancak içerik olarak modern olan bir sarayı, yani Humboldt Forum’u yaratmaktır. Vakıf, 7-10 Kasım 2013 tarihleri arasında, beşinci İstanbul Contemporary organizasyonunda yer alacak. The Berlin Palace – Humboldtforum Foundation is the commissioning body responsible for the reconstruction of the Berlin Palace and will draw up an exhibition in the Forum dedicated to the site’s history. Together with the Friends of the Berlin Palace, it collects donations for the reconstruction of the historical facades. Their combined goal: the creation of a palace that is Baroque in appearance but utterly modern in terms of content – the Humboldt Forum. The Foundation will be present at the 8th Contemporary Istanbul from November 7. – 10., 2013. BCAC: Bodrum Contemporary Art Campus Contemporary Istanbul sekizinci yılında çağdaş sanatın geliştirilmesi ve tanıtılması için çalışmalarını sürdürmeye ve yıl boyunca farklı projeler ile hem sanatçıların hem de sanatseverlerin karşısına çıkmaya devam ediyor. CI Ağustos 2013 itibariyle Bodrum’da genç sanatçılara ve öğrencilere yönelik “Bodrum Contemporary Art Campus” projesini başlatıyor. In its 8th edition Contemporary Istanbul gave a start to “Bodrum Contemporary Art Campus (BCAC)”, an artist residency project taking place in Bodrum Yahşi. This project is also the first “art campus/artist residency” project in the world initiated by an art fair organization. BCAC of which Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman is the academic coordinator, provides the local and foreign young contemporary artists the opportunity of education and creation for 12 months in coordination with international universities and institutions. BCAC Mona Lisa, CI Çantalarında Mona Lisa on CI Bags “MONA LISA BAG by Ardan Özmenoğlu” İstanbul Bienali sırasında, bienal ziyaretçilerine şehrin önde gelen otelleri ve birçok yerde sunulacak. “MONA LISA BAG by Ardan Özmenoğlu” will be presented to the 13th Istanbul Biennial visitors at the leading hotels and in many places around Istanbul. 14 “Çoğulcu, Şiirsel, İronik” “Pluralistic, Poetic, Ironic’’ CI, 13. İstanbul Bienali kapsamında Hasan Bülent Kahraman’ın küratörlüğünü yaptığı, Öner Kocabeyoğlu koleksiyonundan seçilmiş yapıtları kapsayan bir sergi düzenliyor. Sergi, Sofa Otelde yer alacak ve 10 eylül günü açılacak. Sergi “Çoğulcu, Şiirsel, İronik” başlığını taşıyor ve son dönem güncel sanatın güçlü bir sunumunu gerçekleştiriyor. Contemporary Istanbul will hold an exhibition within the scope of the 13th Istanbul Biennial, titled “Pluralistic, Poetic, Ironic”, with works selected from the collection of Öner Kocabeyoğlu, curated by Hasan Bülent Kahraman. The opening will be on September 10th and will take place in Sofa Hotel, Hallarts Gallery. “Pluralistic, Poetic, Ironic” offers a strong presentation of recent contemporary art. Hermann Nitsch İstanbul’da Viyana Aksiyonizmi’nin kurucularından Hermann Nitsch (1938), 66. Boya Aksiyonu’nu (Malakt; Painting Performance), 8. Contemporary İstanbul Sanat Fuarı çerçevesinde İstanbul’da sergileyecek. Nitsch, öğrencilik yıllarında geliştirdiği Orgien Mysterien Theater projesinden bu yana, beş duyuya birden hitap eden sanat eserleri “sahneliyor”. Dini ayinleri andıran aksiyonlarında, onlarca katılımcı kurban kanı misali kırmızı boyalara bulanarak çoktan bir geleneğe dönüşmüş modern bir sanat ritüelini ifa ediyor. Nitsch bugüne dek ilkini 1962 yılında Viyana’da, sonuncusunu ise geçtiğimiz Haziran ayında Leipzig’te meydana getirdiği 138 Aksiyon ve yine ilkini 1960 yılında Viyana’da, sonuncusunu ise Ağustos ayında Prinzendorf’ta sahnelediği 65 Boya Aksiyonu gerçekleştirdi. Nitsch’in 66. Boya Aksiyonu, Contemporary Istanbul kapsamında İstanbul Kongre Merkezi’nde sergilenecek. Hermann Nitsch (1938), one of the founders of Vienna Actionism, will exhibit his 66th Painting Performance, Malakt, in the 8th Contemporary Istanbul Art Fair. Nitsch “stages” works that appeal to five senses ever since the Orgien Mysterien Theater project that he mainly developed during his years as a student. A great amount of participants get covered up with red paint reminiscent of a victim’s blood and perform in these actions that remind of religious rites, which is an art ritual that has already become a tradition. Nitsch had 138 Performances, first one being in Vienna in 1962 and the last one being in Leipzig in June of 2013. He also had 65 Painting Performances, of which the first one being in Vienna in 1960, and last one in Prinzendorf August of 2013. Nitsch’s 66th Painting Performance will be exhibited in Istanbul Congress Center during the 8th Contemporary Istanbul Art Fair. Yaşam Şaşmazer 2009 Untitled, 150x300 cm, acrylic on jute 15 Çoğulcu, Şiirsel, İronik Pluralist, Poetic, Ironic Hasan Bülent Kahraman ile söyleşi In conversation with Hasan Bülent Kahraman ‘Çoğulcu, şiirsel, ironik’. Hasan Bülent Kahraman,10 Eylül - 10 Ekim tarihleri arasında küratörlüğünü gerçekleştireceği sergide; son otuz yıldır unutulan, devrimlerin dili olan şiirsellik, hayatın içindeki ironi ve dünyanın istediği ama ‘neredeyse aşamayacağımız bir ufuk çizgisi’ olan çoğulcuktan hareketle, Öner Kocabeyoğlu Koleksiyonu’ndan 2000’ler sonrası bir seçkiyi bir araya getiriyor. Pluralist, poetic, ironic’. Hasan Bülent Kahraman pieces together in the exhibition he will curate between September 10th - October 10th, a post-2000s compilation from the Öner Kocabeyoğlu Collection, with reference to poetry, the language of revolutions, which had been forgotten in the past thirty years, the irony embedded in life, and pluralism, ‘a skyline which the world desires but we barely go across’ . Öner Kocabeyoğlu’na ait Papko koleksiyonundan yapacağınız seçki 80 sonrası doğan ve iş üreten sanatçıları, bir anlamda Türkiye güncel sanatının son dönemine ait işleri içeriyor. Bu koleksiyondaki seçkinin dönemsel olmasının yanı sıra, sergiye de adını veren ‘Çoğulcu, şiirsel, ironik’ kavramlarıyla nasıl bir yaklaşım getiriyorsunuz? Geçen yıl Kore’de ‘Karşılaşmalar’ adında geniş kapsamlı bir sergi düzenledim. Ardından bu yıl, Akbank Sanat’ın 20. yılı için, Aralık ayında yayınlanacak bir kitap yazdım. Kitapta 1980 sonrası Türkiye’deki çağdaş sanatı kapsamlı bir şekilde ele aldım. Bu sergi de tamamen 2000’lere ait olmasını istedim. Sergideki sanatçıların bir bölümü 1980 öncesinde doğmuş. Yapıtların tamamıysa 2000’lerde üretilmiş. Bu beni çok etkileyen bir husus. Daha önceki kuşaklar da güncel sanat bağlamında kendilerini aşmasını bildi. Bugün önceki kuşaklar kendi dönemlerinin duyarlılığı, sezgisi ve ifadesi içinde kalmıyor. Oysa Türkiye’deki sanatın tarihsel kimliğini en çok bu konu belirler: yenilenmemek, yeniyle içli dışlı olmamak. Serginin bir boyutunu bu saptama ve bağlam meydana getiriyorsa da nirengi noktası biraz daha ötede, serginin adında gizli: çoğulcu, şiirsel, ironik. Katalog yazısında da belirttiğim gibi dünya son otuz yıldır çoğulculuk istiyor ve arıyor. Tüm siyasal sistemler bu maksatla oluşturuluyor. Neredeyse aşamayacağımız bir ufuk çizgisi çoğulculuk. Dolayısıyla da özgürlükçülük, demokrasi, bireysellik gizli çoğulculuk kavramına, tıpkı etkileşim, hoşgörü, paydaşmacılık gibi. Dünya bilhassa son 30 yılda şiirselliği unuttu. Çünkü şiiri unuttu. Halbuki 20. yüzyılın başlangıç döneminde şiir ve şiirsellik dünyayı boydan boya katediyordu. Yeni dünyalar kuruyordu. Devrimler şiirle gerçekleştiriliyordu. Bu olumsuz durumun sayısız nedeni var. Başlıca nedeni, görsel olanın sözel olanın yerini alması. Buna bağlı olarak romantisizmin yitiminden söz edilebilir. Oysa şiirsellik her yerdedir. Her yerden derleyebilir insan şiirsel olanı. Asıl ironik olansa, hayatımızda. Belki daha derinde bir yerde saklı ama yine de orada duruyor. Kaldı ki, ironik olanı yaratmak da yaşamak da daha zordur. Daha kültürel bir olgudur ironik olan. Daha güçlüklerle doludur. 16 Your compilation from the Ömer Kocabeyoğlu’s Papko collection involves artists who were born and started producing their work after 1980, in a sense the latest period of the Turkish contemporary art. In addition to the periodicity of the compilation in this collection, what kind of approach do you bring to the table by using and naming the exhibition after the concepts ‘Pluralist, poetic, ironic”? I organized an exhibition which had quite a broad in scope, entitled “Encounters” in Korea last year. Then this year, I wrote a book honoring the 20th anniversary of Akbank Sanat, which will be published in December. The book exhaustively discusses the post-1980 contemporary art in Turkey. I wanted this exhibition to be completely dedicated to the 2000s. And it was. Some of the artists involved were born before 1980. But all of their works were produced in the 2000s. This is a matter, which impresses me greatly. The former generations have also managed to outdone themselves in the context of contemporary art. Today, the former generations do not stay inside the sensibility, the intuition and the expression of their period. However the historical identity of the art in Turkey is significantly designated by this very issue: not to modernize, keeping a distance with the new. Even though a dimension of the exhibition is created by this indication and context, the triangulation point is hidden a little far beyond, in the name of the exhibition: pluralist, poetic, ironic. As I mentioned in the catalogue text: for the last thirty years, the world desires and seeks pluralism. All political systems are formed to achieve this end. Pluralism is a skyline, which we barely go across. Therefore what liberalism is to pluralism, which keeps democracy and individuality in itself, is exactly like interactivity, tolerance and solidarism. The world has forgotten about the poetical, especially in the past 30 years. Because, it has forgotten about the poetry. Whereas, at the early 20th century, the poetry and the poetical were travelling the world from end to end. New worlds were forming. The revolutions were fought with poetry. There are a lot of reasons to this negative situation. The main reason is the visual replacing the verbal. The loss of romanticism can be discussed in connection with this. Yet the poetical is everywhere. One can compile the poetical anywhere he wants. What is really ironic is in our lives. Maybe it is hidden deeper but it’s there. Besides, it is harder to both create and live the ironic. The ironic is more of a cultural phenomenon. It is filled more with hardships. Because it’s more thorny. It’s poetic in a trash bin, a summer night, an empty city street. It can be ironic if there’s a cat on it, peering about. The poetical is grasped with one person. But for the ironic, at least two elements are necessary. This exhibition will take place within the scope of the Biennial, and the Biennial is in Istanbul. I have always seen this city as a poetic, pluralist, ironic place. We have been perceptibly experiencing and feeling this fact lately. Poetry and irony have been flowing down the streets. What’s interesting is, and I wrote about this during the Taksim protests, the 68 Movements were poetic. Poems were recited in the streets. There was no poetry in Taksim, just irony and humor. This was a total transformation all by itself. I wanted to underline both this tension and this distant connection by choosing works which embrace this context. Murat Pulat Çünkü daha dikenlidir. Çöp bidonu, bir yaz gecesi, boş kent sokağında şiirseldir. Ancak bir kedi üstüne tırmanmış bakıyorsa ironik olabilir. Tek kişiyle şiirsel olan yakalanır. Ama ironik olan için en az iki eleman gereklidir. Bu sergi İstanbul Bienali kapsamında. Ben bu şehri her zaman şiirsel, çoğulcu, ironik bir mekan olarak gördüm. Son dönemde bu gerçeği çok somut olarak yaşadık, hissettik. Şiir ve ironi sokaklardan aktı. Ama ilginçtir ve Taksim olayları sırasında da çok yazdım. 68 olayları şiirseldi. Sokaklarda şiir okunuyordu. Taksim’de şiir yoktu. İroni ve mizah vardı. Bu başlı başına bir dönüşüm demekti. Ben bu bağlamı kuşatan yapıtları seçerek ve onları böylesi bir çerçeveye oturtarak hem bu gerilimi hem de bu uzak akrabalığı vurgulamak istedim. Unlike Middle East, the contemporary art production in Turkey does not always and predominantly carry a reference to the culture of a specific geography. What, do you think, is one of the strongest reference and starting points of the contemporary art production in here? Since there is poetry in the name of this exhibition, I’ll make a reference to it. The modernity in Turkey is built over poetry. Our rich poetic tradition affected and intertwined with the political transformation of the government after the Tanzimat era. The poetry was in an intensive interaction and connection with the political. This was the truth of, especially the 20th century. Starting with the last 20 years of the 20th century, the visual surpassed the verbal and the poetical. What’s interesting is, it does not mean that it cut all its ties with the political. If you look at the art production in Turkey in the 1990s and the first ten years of the 2000s, you can see that none of the artistic areas in any period is political on this scale. The question is that the meaning of the political has changed. Before, the discussion was about the macro and state oriented policies and art was directed towards them. This is now over. Micro policies are what matters now. We have just recently learned that everything is political. And art is producing itself around those micrologies. Therefore, today, in Turkey’s contemporary art, individualities and communalities are blending together with the political. That’s why this art is pluralist, poetic and ironic! Türkiye’de güncel sanatı, Ortadoğu’da olduğu gibi her zaman ve çoğunluklu olarak belirli bir coğrafyanın kültürüne referansla üretilmiyor. Buradaki güncel sanat üretiminin en güçlü dayanak ve çıkış noktalarından biri nedir sizce? Madem şiir var bu serginin adında ona referansla bir yanıt vereyim. Türkiye’de modernite şiir üstünden kuruldu. Bizim büyük şiir geleneğimizin Tanzimat sonrası devletin siyasal dönüşümünü etkilemiştir ve onunla iç içe geçmiştir. Şiir siyasal olanla çok yoğun bir etkileşim ve iletişim içindeydi. Bilhassa 20. yüzyılın gerçeği buydu. 20. yüzyılın son 20 yılından başlayarak görsellik sözel olanı, şiirsel olanı aştı. Ama ilginçtir, bu siyasal olandan koptuğu anlamına gelmez. 1990’larda, 2000’lerin ilk on yılında bizde üretilen sanata bakın, hiçbir dönemde hiçbir sanatsal alan bu ölçüde politik değildir. Mesele politikanın anlamındaki değişimdir. Daha önce makro siyasetler, devlet odaklı siyasetler konuşuluyordu ve sanat ona dönüktü. Bu iş bitti. Şimdi mikro siyasetler dönemi. Her şeyin siyasal olduğunu yeni öğrendik. Sanat da o mikrolojiler etrafında kendisini üretiyor. Dolayısıyla bireylikler ve toplumsallıklar siyasal olanla karılıyor Türkiye’de, bugün, güncel sanatta. O nedenle bu sanat çoğulcu, şiirsel, ironik! 17 Papko Öner Kocabeyoğlu Koleksiyonu Öner Kocabeyoğlu Collection İlk kez Parİs Ekolü sanatçılarından Selİm Turan’ın eserİnİ alan Öner Kocabeyoğlu, bugün koleksİyonuna farklı dönemlerden 1000’e yakın eserİ dahİl etmİş. Kocabeyoğlu ‘’sanat koleksİyonu, bİlgİ, sabır, süreklİlİk, zaman ve fedarlık gerektİrİyor.’’ dİyor. Öner Kocabeyoğlu’s collection, which by now, includes close to a thousand works from different periods, had initially started by the acquisition of one of the works of Selim Turan, one of the artists of the School of Paris. “Art collection requires knowledge, patience, regularity, time and devotion”, Kocabeyoğlu states. Koleksiyonunuzu ne zaman oluşturmaya başladınız? 2000’li yılların başlarında bir müzayedeye katıldım ve kendi beğenimle severek bir tablo aldım. When did you start to build your collection? I attended to an auction sale back in the early 2000’s and acquired a painting suited to my own taste. İlk aldığınız eser nedir ve ilk alımınıza dair anınızı anlatabilir misiniz? İlk satın aldığım eser küçük kırmızı bir Selim Turan tablosuydu, resimle ilgim alakam olmadığı halde. O gün müzayede de sergilenen tüm eserler arasında beni içine çeken tek eser Selim Turan’ın bu küçük kırmızı tablosu oldu. Bu koleksiyona başlangıcın ilk adımıydı ama o gün bugünlere geleceğini hayal bile etmemiştim. What is the first artwork you acquired and can you share your recollections about that moment? The first artwork I acquired was a small, red painting by Selim Turan, even though I wasn’t really interested with painting. Among all the works displayed on that auction sale, that little red painting by Selim Turan was the only work which really inspired me. I had no idea that acquisition would lead to an art collection, but that was my first step towards it. Öner Kocabeyoğlu / Papko Koleksiyonu’nu nasıl bir bakış açısıyla oluşturuyorsunuz? Üretim alanı, mecra ve yaklaşım olarak nasıl bir koleksiyon? İlk satın aldığım Selim Turan eseriyle birlikte, öncelikle Selim Turan’ı araştırdım, kimdi, nerede çalışmış ve neler yapmıştı. Bu araştırma esnasında onun Paris Ekolü’nden bir sanatçı olduğunu öğrendim ve o ekolden olan diğer sanatçıları araştırmaya başladım. Bu dönemin eserlerine olan ilgimle birlikte aralarında Mübin Orhon, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, İlhan Koman ve Nejad Devrim’in eserlerini koleksiyonuma ekledim. Öner Kocabeyoğlu / Papko Koleksiyonu’nu nasıl bir bakış açısıyla oluşturuyorsunuz? Üretim alanı, mecra ve yaklaşım olarak nasıl bir koleksiyon? İlk satın aldığım Selim Turan eseriyle birlikte, öncelikle Selim Turan’ı araştırdım, kimdi, nerede çalışmış ve neler yapmıştı. Bu araştırma esnasında onun Paris Ekolü’nden bir sanatçı olduğunu öğrendim ve o ekolden olan diğer sanatçıları araştırmaya başladım. Bu dönemin eserlerine olan ilgimle birlikte aralarında Mübin Orhon, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, İlhan Koman ve Nejad Devrim’in eserlerini koleksiyonuma ekledim. Koleksiyonun kendi içerisinde bir bütünlüğe kavuştuğunu gördüğümde bunu sanatseverlerle paylaşmak için Ferit Edgü tarafından koleksiyondan seçilen, XX.yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı 1940-2000 başlıklı Santralistanbul’da ki sergiyi hazırladık 11 Mart-19 Haziran 2011 tarihleri arasında. Sergiye katılan sanatçılar, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, Hakkı Anlı, Abidin Dino, Ferruh Başağa, Selim Turan, Avni Arbaş, Nejad Devrim, İlhan Koman, 18 In what perspective do you build the Öner Kocabeyoğlu / Papko Collection? How would you describe the collection in terms of production area, media and approach? Right after I acquired his painting, I started a research on Selim Turan, about who he was, where he had produced his work and what he had done. During this research, I found out that he was an artist of the School of Paris and I started searching for other artists of the same school. With my surging interest to the works, I added to my collection the works from Mübin Orhon, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, İlhan Koman and Nejad Devrim. When I had finally seen that the collection obtained integrity in itself, I, together with Ferit Edgü, organized the exhibition in Santralistanbul, between March 11 and June 19 2011, entitled “20 Modern Artists of the 20th Century 1940-2000”, just to share this with art enthusiasts. The artists included in the exhibition were Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, Hakkı Anlı, Abidin Dino, Ferruh Başağa, Selim Turan, Avni Arbaş, Nejad Devrim, İlhan Koman, Mübin Orhon, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Ömer Uluç, Albert Bitran, Yüksel Arslan, Mehmet Güleryüz, Komet, Aleattin Aksoy, Ergin İnan and Koray Ariş. In time, the collection can exhibit some differences within itself. Art collecting requires knowledge, regularity, research, devotion, patience and time. I mainly build the collection according to my own tastes and as parts of a whole. It is possible to encounter in my collection works from both early and late periods of an artist. My collection doesn’t include installations and video art. Regarding Mübin Orhon, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Ömer Uluç, Albert Bitran, Yüksel Arslan, Mehmet Güleryüz, Komet, Aleattin Aksoy, Ergin İnan ve Koray Ariş. Koleksiyon zamanla kendi içerisinde bazı değişiklikler gösterebiliyor. Sanat koleksiyonerliği bilgi, süreklilik, araştırma, fedakarlık, sabır ve zaman gerektiriyor. Koleksiyonu daha çok kendi beğenimle, bir bütünün parçaları şeklinde oluşturmaya çalışıyorum. Bir sanatçının ilk yaptığı eseri olabileceği gibi son dönem çalışmış olduğu bir eserine de koleksiyonumda rastlamak mümkün. Koleksiyonumda enstlatasyon ve video sanatı yer alıyor. Fotoğraf sanatında yabancı sanatçılar hariç tek kopya fotoğraf dışında fotoğraf almıyorum, çünkü tek kopya benim için tablo gibi. Son yıllarda koleksiyonun yönünü üç ayrı yoldan devam ettiriyorum. İlk olarak 1940-1960 yılları arasında doğan sanatçılardan yaptığı seçkiler ki bunlar; Alev Ebuzziya, Seyhun Topuz, Azade Köker, Canan Tolon, Kemal Önsoy, Bedri Baykam, İrfan Önürmen, Ahmet Elhan. İkinci olarak 1960 ve sonrası doğmuş genç sanatçılarımızdan; Kemal Seyhan, Ekrem Yalçındağ, Ramazan Bayrakoğlu, Taner Ceylan, Gülay Semercioğlu, Haluk Akakçe, Leyla Gediz, Ebru Uygun, Seçkin Pirim, Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Burcu Perçin, Yaşam Şaşmazer, Erinç Seymen, Bahar Oganer. Üçüncü olarak da dünya çapında önemli yabancı çağdaş sanatçıların eserlerini, koleksiyonuma eklemeye devam etmekteyim. Bunlar ; Fernando Botero, Tony Cragg, Antony Gormley, Julien Schnabel,Peter Halley, Andreas Gursky, Sarah Morris, Anselm Kiefer, Peter Kogler, Susan Hefuna, Daisuke Ohba. Bunların dışında da şu sanatçıları çok yakından takip ediyorum yakında da koleksiyonuma eserlerini katmayı düşünüyorum; Stephan Balkenhol, Mark Bradford, Carlos Cruz-Diez, Robert Longo, Thomas Ruff, Rudolf Stingel, Jaume Plensa, Evan Penny, Bruno Peinado, Ivan Navarro, Joan Mitchell, Jason Martin, Richard Phillips ve Jeff Wall. Koleksiyonunuzda kaç eser var ve çoğunlukla hangi mecra/ malzeme üzerine odaklanıyorsunuz? Koleksiyonda Paris Ekolü Türk Ressamları, çağdaş Türk ressamları ve yurtdışından ressamlardan oluşan yaklaşık 100 sanatçının 1000’i aşkın eseri bulunuyor, bunların arasında tablolar olduğu gibi heykeller de var. Çağdaş Türk ressamlarından son dönem ilgilendiğim ve eserlerini aldığım sanatçılar arasında; Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Fulden Aran, Sema Kayaönü, Seçkin Pirim, Ali İbrahim Öcal, ,Burcu Perçin, Leyla Gediz, Arzu Akgün, Duygu Süzen, Nejat Satı, Erinç Seymen ve Ebru Döşekçi yer alıyor. photography, except for the ones by foreign artists, I choose not to acquire any works, unless it’s the original copy. An original copy is like a painting to my eyes. Of late years, I have been carrying on my collection from three separate ways. The first being the compilations I’ve fashioned from the works of artists, who were born between 1940 and 1960. The artists included are; Alev Ebuzziya, Seyhun Topuz, Azade Köker, Canan Tolon, Kemal Önsoy, Bedri Baykam, İrfan Önürmen, Ahmet Elhan. The second being the works from our artists, who were born in or after 1960; Kemal Seyhan, Ekrem Yalçındağ, Ramazan Bayrakoğlu, Taner Ceylan, Gülay Semercioğlu, Haluk Akakçe, Leyla Gediz, Ebru Uygun, Seçkin Pirim, Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Burcu Perçin, Yaşam Şaşmazer, Erinç Seymen, Bahar Oganer. And the third being the works from world-renowned, foreign contemporary artists; Fernando Botero, Tony Cragg, Antony Gormley, Julien Schnabel, Peter Halley, Andreas Gursky, Sarah Morris, Anselm Kiefer, Peter Kogler, Susan Hefuna, Daisuke Ohba. In addition to all these, I closely follow and soon would like to include in my collection the works from following artists: Stephan Balkenhol, Mark Bradford, Carlos Cruz-Diez, Robert Longo, Thomas Ruff, Rudolf Stingel, Jaume Plensa, Evan Penny, Bruno Peinado, Ivan Navarro, Joan Mitchell, Jason Martin, Richard Phillips and Jeff Wall. How many artworks do you have in your collection and on which media/material do you focus? The collection includes over 1000 works by approximately 100 artists, ranging from Turkish painters of the School of Paris, contemporary Turkish painters and foreign painters. Sculpture works are also included along with paintings. The contemporary Turkish painters I’ve been interested and added to my collection include; Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Fulden Aran, Sema Kayaönü, Seçkin Pirim, Ali İbrahim Öcal, Burcu Perçin, Leyla Gediz, Arzu Akgün, Duygu Süzen, Nejat Satı, Erinç Seymen and Ebru Döşekçi. 19 SERGİLER / EXHIBITIONS Çiğdem Asatekin Vicious Circular Breathing Rafael Lozano-Hemmer & Segment #4 Borusan Contemporary, 14 Eylül 2013 / September 14, 2013 16 Şubat 2014 / February 16, 2014 Vicious Circular Breathing, Perili Köşk’te biennale eşzamanlı gerçekleşen sergilerden biri. Lozano-Hemmer’ın aynı isimli işi, sanatçı tarafından Borusan Contemporary için özel istek üzerine üretildi. Perili Köşk’te ayrıca Borusan Koleksiyonu’ndan çeşitli sanatçıların yer alacağı Segment #4 sergisini de izlenebilir. One of the 2 exhibitions that can be viewed concurrently to the Istanbul Biennial in Perili Köşk is Vicious Circular Breathing. Lozano-Hemmer’s same titled work is produced specially for the Borusan Contemporary. Segment #4 the exhibition that brings various works from the Borusan Collection can also be viewed at Perili Köşk. Rafael Lozano-Hemmer, Flatsun Anish Kapoor S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, 10 Eylül 2013 / September 10, 2013 05 Ocak 2013 / January 5, 2014 1990 yılında Venedik Bienali’nde İngiltere’yi temsil eden, 1991 yılında Turner Ödülü’ne layık görülen ve 2012 Olimpiyat Oyunları kapsamında Londra’nın kamuya açık en büyük heykeline imza atan Anish Kapoor’un yapıtları, Eylül ayından itibaren İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. Soyut heykel sanatına yeniden anlam kazandıran başlıca sanatçı olarak tanınan Kapoor’un heykelleri; mimariyi, mühendislik ve teknolojiyi buluşturuyor. Anish Kapoor, who represented Britain in 1990 Venice Biennale and was awarded Turner Prize in 1991, also created the biggest public sculpture during the 2012 London Olympics will be in Istanbul from September. Known as the main artist who is known for regaining a meaning to abstract sculpture, Kapoor’s sculptures bring architecture, engineering and technology together. 20 Armaggan_Galeri_imaj_ilan_2013_ice_23x29.7_cm.pdf 1 8/19/13 4:51 PM Vadedilmiş Bir Sergi A Promised Exhibition Gülsün Karamustafa SALT Beyoğlu ve Galata, 10 Eylül 2013 / September 10, 2013 5 Ocak 2014 / January 5, 2014 Gülsün Karamustafa’nın bugüne dek en kapsamlı sergisi, 10 Eylül günü izleyiciyle buluşuyor. İsmi ise sanatçının Vaat Edilmiş Resimler isimli serisine gönderme yapıyor, bu kapsamda bir serginin vaktinin gelmiş olduğunun ve resimleri ile kavramsal üretimlerinin buluşma noktasının altını çiziyor. Sergideki neredeyse bütün işlerde ise, Karamustafa’nın sanat kariyeri boyunca uğraştığı “hareketlilik” teması hissediliyor. Göç, göçebelik, gurbet, yer değiştirme gibi anlamlara gelebilirken, yerinden edilme, kaçma anlamlarını da kazanıyor hareketlilik. Toplumsal tarih, kişisel tarihiyle birleşiyor ve işleri, bu akan devinimi görselleştiriyor. İşlerin büyük bölümü SALT Beyoğlu’nda, iki adet video yerleştirmesi ise SALT Galata’da izlenebilir. The most inclusive exhibition of Gülsün Karamustafa will meet the audience on September 10th. Its name refers to artist’s series Promised Paintings, and highlights both the fact that the time for an exhibition like this has come, and the meeting point of her paintings and other contemporary art pieces. Through all the works in the exhibition, the theme of “mobility”, that Karamustafa deals with since the beginning of her career can be seen. . This can mean immigration, nomadic life, being abroad, and switching places but it can also mean displacement and running away. Her personal history unites with societal history and the artworks visualize this flowing mobility. Most of the works can be seen at SALT Beyoğlu while two videos will be shown at SALT Galata. Gülsün Karamustafa, Kavanozda Venüs, 1988 Gülsün Karamustafa, Venus in jar, 1988 Retrospektif Retrospective Erol Akyavaş İstanbul Modern, 29 Mayıs 2013 / May 29, 2013 1 Aralık 2014 / December 1, 2014 Erol Akyavaş retrospektifi sanatçının Doğu-Batı sanat ve kültür dünyası arasında kurduğu kendine özgü sentezi, zaman içinde dönüşüm geçiren, tuval üzerindeki perspektif ve mimari düzenlemelerini, insan figürünü merkez aldığı bilinçaltı arayışlarını ve son döneminde dünyanın farklı kültürleri ile hesaplaşmalarını geniş bir çeşitlilik içerisinde bir araya getiriyor. Yaklaşık 290 yapıtlık seçki, Akyavaş’ın modern ve çağdaş sanat arasında üstlendiği öncü ve yaratıcı kimliğe vurgu yapıyor. Erol Akyavaş retrospective brings together in great diversity the unique synthesis Akyavaş developed between the artistic and cultural worlds of the East and the West, his perspectival and architectural arrangements on the canvas that passed through many transformations in time, his subconscious explorations that focused on the human figure and his interaction in his late period with the various cultures of the world. 22 Erol Akyavaş, Hallac-ı Mansur, 1987 Sen Rolünü Oyna, Senaryo Arkadan Gelir You play your part, scenario follows Burak Delier Pilot Galeri, 12 Eylül 2013 / September 12, 2013 26 Ekim 2013 / October 26, 2013 Burak Delier, Kriz ve Kontrol / Crisis and Control, Video 14 dk / min, 08 sn / sec Sanatçının ve Pilot Gallery’nin izniyle / Courtesy the artist and Pilot Gallery Pilot Galeri, Burak Delier’in yeni sergisine ev sahipliği yapiyor. Son dönem işlerinde kapitalizm-güncel sanat ilişkisini sorgulayan Delier, bu sefer “halihazirdaki üretim ve güç ilişkilerinin ötesinde, hayatı daraltan baskın yaşama kültürünün karşısına konabilecek nefes alma alanları yaratmaya çalışıyor.’’ Hepimizin gece uykularını, gündüz düşlerini bölen kariyerizm, iş dünyası ve gelecek kaygılarını baz alan üretimi ise serginin temelini oluşturuyor. Pilot Gallery hosts Burak Delier new exhibition. In his recent works, Delier questions and reveals the relations between capitalism and contemporary art, and this time, he “tries to create breathing spaces beyond the determined production and power relations against the life-sucking dominant living culture.” His work entitled ‘Crisis and Control’ is based on careerism, business world and future anxieties that make us all insomnic, and thus creates the base of the exhibition. On the Eve Francesco Albano Tophane-i Amire Kültür Merkezi, 29 Ağustos 2013 / August 29, 2013 20 Eylül 2013 / September 20, 2013 Sezona girerken Galerist, Tophane-i Amire Kültür Merkezi Tek Kubbe’de izleyiciyi İtalyan sanatçı Francesco Albano’yla ve heykelleriyle buluşturacak. Ayrı birer form ve kavram olarak kemik ve deriyi kullanan Albano’nun işleri, bedeni deforme ederek, heykelvari, durağan kemikler ile iç-dış arasındaki sınır olarak tanımlanabilecek, organik yapısıyla derinin zıtlıklarını özdeşleştiriyor ve bedenin bu iki temel taşından yola çıkan kavramlar sunuyor. Sergi 20 Eylül’de sona erecek. As the season starts, Galerist introduces us to the Italian artist Francesco Albano and his sculptures at Tophane-i Amire Cultural Center. Using bones and skin as different forms and concepts, Albano’s works deform the body structure and identifies the opposite features of sculpture-like, static bones and the organic skin that can be defined as the border between in and out; presents us new concepts out of these two fundamentals of the body. The exhibition can be seen until September 20th. Lump#2, Wax, polyester resin, Iron, 175 cm x 33 cm 24 THE ART OF HOSPITALITY, THE HOSPITALITY OF ART A member of the prestigious Design HotelsTM chain and chosen among Europe’s top 10 art hotels, The Sofa Hotel’s innovative and cosmopolitan approach to accommodation is reflected in every detail of its ambience, enriched by commissioned and acquired works of art. Hallarts; a sought after meeting point for contemporary art events, live performances, exhibitions and concerts, is a multi-functional venue located within the hotel that can be customized according to specific needs, met with the signature style of The Sofa Hotel. Highly Individual Place Teşvikiye Caddesi Nº 41-41A Nişantaşı · 0 212 368 18 18 · [email protected] · thesofahotel.com Kitap The Book Ali Kazma Galeri Nev, 11 Eylül 2013 / September 11, 2013 26 Ekim 2013 / October 26, 2013 Bu seneki Venedik Bienali Türkiye Pavyonu sanatçısı Ali Kazma’nın fotoğrafları, izleyiciyle Nev’de buluşuyor. Küratörlüğünü Regis Durand’ın üstlendiği sergi, kitapların üretim süreci ve okuyucuyla buluştuğu mekanların doğası üzerine izleyiciyi düşünmeye davet ediyor. Kitapla ilgili birçok mekanda çekilen 8000 fotoğrafın seçkisi ile birlikte aynı zamanda küratör Durand’ın yazdığı “Kitap” da bizi Nev’de bekliyor olacak. This year’s Venice Biennial Turkish Pavillion artist Ali Kazma’s photographs meet with the audience in Gallery Nev. The exhibition, curated by Regis Durand, pushes the viewer to think more about the production process of the books and the nature of the spaces that they meet the reader. The exhibition that is picked from 8000 photographes shot in various bookrelated spaces and also the “Book” by Durand will be waiting for us in Nev. Photographs from the archive “Book”, 2013 “Kitap” arşivinden fotoğraflar, 2013 26 İbrahim El-Salahi: İleri Görüşlü Bir Modernist Ibrahim El-Salahi: A Visionary Modernist Tate Modern, 3 Temmuz 2013 / July 3, 2013 22 Eylül 2013 / September 22, 2013 Afrika modernizmini işleyen ilk Tate Modern sergisi Ibrahim El-Salahi’nin hayatı ve işlerinin izini sürüyor. Bu majör retrospektif, sanatçının uluslararası kariyerinin 50 yılı aşkın süresinin 100 üretimini bir araya getiriyor. Sergi, Afrika ve Arap modernizminin en önemli figürlerinden birini sunuyor ve daha geniş, global bir sanat tarihi bağlamındaki yerini gözler önüne seriyor. The first Tate Modern exhibition dedicated to African Modernism traces the life and work of Ibrahim El-Salahi. This major retrospective brings together 100 works from across more than five decades of his international career. The exhibition highlights one of the most significant figures in African and Arab Modernism and reveals his place in the context of a broader, global art history. The Tree 2003 Private Collection © Ibrahim El-Salahi Preview Berlin Sanat Fuarı Preview Berlin Art Fair Zinnowitzer Strasse, 19-22 Eylül 2013 / September 19-22, 2013 Dokuzuncu yılında, Preview Berlin 19 – 22 Eylül tarihleri arasında Berlin’den galeriler ve uluslararası sanat yapıtlarını izleyiciye sunacak. Fuar, yine şehrin en heyecan verici mekanlarından birinde gerçekleşecek: Zinnowitzer Sokağı’ndaki opera atölyesinin eski sanatçı hollerinde. Bolca gün ışığı altında, uluslararası sanat alanı bu geniş, kolonsuz alanda buluşacaksanatı algılamak ve sunmak için ideal bir yer. Bu sene de standların yanısıra ilk defa 2012’de uygulanan, yükselen sanatçılara ve galerilere kendilerini göstermeleri için fırsat tanıyan solo duvarlar da olacak. In its ninth year of existence, from 19 – 22 September the Preview Berlin Art Fair will present galleries from Berlin and the international art. The art fair will once again play at a fascinating event venue of the city: The former painters’ halls of the opera workshop in Zinnowitzer Strasse. Under generous skylights, the international art scene will gather here in large, column-free spaces – an ideal place for the presentation and reception of art. In addition to the popular white cube booths, the fair will also feature solo walls established for the first time in 2012, allowing emerging artists and galleries to show themselves. 28 Photo: Susann Zielinski und Tim Adler aka Z.U.P.A., Berlin Images of an Infinite Film MoMA, 7 Eylül 2013 / September 7, 2013 2 Mart 2014 / March 2, 2014 David Lamelas. Time As Activity Düsseldorf, 1969. 16mm film (black and white, silent). 13 min. Başlangıç noktası olarak avangard sinemacı Hollis Frampton’ın bütün kaydedilmiş imajların kapsamlı tarihini teorize eden ve kainatı sonsuz bir film arşivine benzeten “sonsuz film” söylemini alan sergi, hafızanın precarious doğası, sinemanın kırılganlığı ve dünyadaki şeylere anlam atfetmenin öznel deneyimi arasında ilişkiler kuruyor. Taking as a point of departure avant-garde filmmaker Hollis Frampton’s notion of an “infinite film”, which theorizes an overarching history of all recorded images and likens the universe to an endless film archive, the exhibition suggests a link between the precarious nature of the memory, the fragility of film, and the subjective experience of assigning meaning to things in the world. Mary Reid Kelley ICA Boston, 31 Haziran 2013 / June 31, 2013 27 Ekim 2013 / October 27, 2013 Boston’daki Institute of Contemporary Arts, 27 Ekim’e kadar Mary Reid Kelley’i ağırlıyor. Sergide 2008’den itibaren çekilmiş 4 tane live action ve stop motion animasyonlardan oluşan anlatıcı video izleyebiliriz. Bu videolar tarihi veya efsaneye dayalı hikayeleri sunuyor, her birinde ise hepsi Reid Kelley tarafından oynanan birer ana karakter veya anlatıcı bulunuyor. Bu karakterlerde ise Reid Kelley makyajlı, peruklu, yüzü boyalı ve tamamen tanınmaz durumda. Eğitimli bir ressam olan sanatçı, bütün bu malzemeleri siyah ve beyaz üstüne kuruyor. Boston’s Institute of Contemporary Arts is hosting Mary Reid Kelley until October 27th. At the exhibition we can see 4 videos created between 2008 and the present, that is composed of live action and stop motion animations. They all present historical or myth-based stories, and at the center of each is a main character or narrator played by Reid Kelley, who appears costumed, bewigged or practically unrecognizable. A trained painter, Reid Kelley creates all of her costumes, props and sets in black and white. Frieze London Sanat Fuarı Frieze London Art Fair Regent’s Park, 17–20 Ekim 2013 / October 17-20, 2013 Frieze London fuarı, bu sene de heyecanla beklememiz gereken sanat etkinliklerinden bir tanesi. 17 Ekim’de başlayacak fuar, Regent’s Park’ta gerçekleşiyor ve 1000’in üstünde sanatçı ve projeyle izleyiciyi buluşturuyor. Pace, White Cube ve Gagosian’ın da dahil olduğu 150’den fazla galeri ve yeni tasarımıyla Frieze’i takvime mutlaka eklemek gerek. Frieze London Fair is definitely one of the most exciting art events this year. The fair starts October 17th, located in Regent’s Park and meets more than a thousand artists and projects with the audience. Pin Frieze to your calendars to see mare than 150 galleries including Pace, White Cube and Gagosian and experience the new design. Grizedale Arts and Yangjlan Group, Colloseum of the Consumed (2012) 29 Jean Conrad - Isabel L’emaitre Yeni Medya Koleksiyonerliği Collecting New Media Jean Conrad ve Isabel L’emaitre, dünyada sayılı yenİ medya koleksİyonerlerİ arasında. Barselona’dakİ Loop Yenİ Medya Fuarı’nın da komİtesİnde olan L’emaitre çİftİ, 7-10 Kasım arasında, CI Dialogues’un konuğu olarak Contemporary Istanbul’da. Jean Conrad and Isabel L’emaitre are one of the few new media collectors in the world of collecting. L’emaitres who are also in the commitee of the Loop New Media Fair in Barselona will be at Contemporary Istanbul as the guest of CI Dialogues between November, 7th-10th. 30 Video zamanımızın iletişimortamı ve koleksiyonumuzun da, zamandaki yerimizi yansıtmasını istiyoruz. Video is a medium of our time and we want our collection to reflect our place in time. Dijital ve video koleksiyonlarınız ile tanınıyorsunuz. Bir koleksiyoner olarak edindiğiniz ilk eser dijital bir çalışma değildi. Koleksiyonerliğe nasıl başladınız ve edindiğiniz ilk eser neydi? İspanya’da, Madrid ziyaretimiz (1982-1986) sırasında tablo koleksiyonları yaptık. Edindiğimiz ilk eser Fernando Zobel imzalı, soyut bir tabloydu. Daha sonra, Tapies, Jose-Maria Sicilia ve daha birçok İspanyol sanatçının eserlerini edinmeye devam ettik. Akabinde Londra’ya taşındık ve burada Tony Cragg, Carl Andre ve diğer sanatçılara ait heykelleri edindik. 90’lı yılların başlarında, Sugimoto, Rodney Graham ve Richard Long gibi isimlerin fotoğraflarını edinmeye başladık. Video sanatı koleksiyonları yapmaya ise 90’ların sonunda başladık. You are known for your digital and video collections but most probably the first artwork you acquired as a collector was not a digital work. How did you start collecting and what was the first artwork you acquired? We collected paintings in Spain during our stay in Madrid (1982-1986). The first artwork we acquired was an abstract painting by Fernando Zobel, we then continued to acquire paintings by Spanish artists such as Tapies, Jose-Maria Sicilia and many others. Then we moved to London where we acquired sculptures by Tony Cragg, Carl Andre other artists. In the early 90’s, we started to acquire photography from artists like Sugimoto, Rodney Graham, Richard Long. Late 90’s was when we started collecting video art. Koleksiyonlarınız için yeni medya çalışmalarını edinmeye nasıl başladınız? Karım ve ben, yaklaşık 40 yıllık sinema bağımlılarıyız. 1996 yılında bir gün, Londra’daki bir galeride bir Gillian Wearing videosuna denk geldik ve aniden, çağdaş sanat tutkumuzu, hareket eden görüntülere olan tutkumuzu ile birleştirebileceğimizi fark ettik. O günden itibaren video sanat eserleri toplamaya başladık ve ilgimiz, birkaç nedenden dolayı yıllar içinde giderek arttı. Video zamanımızın iletişim ortamı ve koleksiyonumuzunda, zamandaki yerimizi yansıtmasını istiyoruz. Bu ortam aynı zamanda büyük bir keşif ve gelişim potansiyeli taşıyor ve ilerleme sürecini heyecanla takip ediyoruz. Video sanatı, izleyicilerin, okuyucu, gözlemci ve yorumcuların rollerine erişmelerini sağlıyor ve seyirciler olarak, olgun izleyiciler olduğumuzu hissetmeyi seviyoruz. Video sanatı zaman, konsantrasyon ve sessizlik gerektiriyor ve insanların zaman ayırmayıp, genelde “zapladığı” bir sanat sosyetesine, sağlıklı bir yaklaşım getiriyor. Bir tabloyu evinizde veya yaşadığınız yerde paylaşmanız mümkün. Ancak yeni medya eserlerinin paylaşımı pek kolay değil. Bu eserleri arkadaşlarınıza nasıl gösteriyorsunuz? Gösterim etkinlikleri mi düzenliyorsunuz? Tutkumuzu diğer insanlarla paylaşmayı seviyoruz. Arkadaşlarımız bizi ziyaret ettiğinde, son edindiğimiz eserleri onlara gösteriyoruz. Video izlemek özel bir tecrübe ve bunu arkadaşlarla yapmak, bu tecrübeyi daha da özel bir hâle getiriyor. Bir sanat eseri almanın heyecanından bahseder misiniz? Sizi bir eseri sevmeye ve satın almaya iten şey ne oluyor? Video eselerini “coup de coeur”e (ilk görüşte beğenme) göre ediniyoruz ve aldığımız kararlarda piyasa durumunu önemsemiyoruz. Loop Committee’nin başkanı olarak, sanat piyasasının yeni medya eserlerine nasıl baktığından söz eder misiniz? İlgi ne durumda ve yeni medya eserlerinin geleceği nasıl görünüyor? Gün geçtiktçe daha fazla koleksiyonerin, özellikle de görüntünün her zaman mevcut olduğu bu toplumda yetişen yeni nesillerin, video sanatı ile ilgilenmeye başlayacağına inanıyoruz. Dijital eserlerinizi nerede ve nasıl muhafaza ediyorsunuz? Eserlerimiz sabit disklerde tutuluyor ve her biri farklı yerlerde bulunan birçok yedeği bulunuyor. Eser muhafazası çok önemli bir konu ve laboratuvarlardan bu alanda tavsiye ve yardım almanız mümkün. Tablo ve fotoğraf gibi diğer iletişim ortamları ile hâlen ilgileniyor musunuz? Diğer ortamlara bakmaya devam ediyoruz ama yalnızca video ediniyoruz. Daha önce görmediğimiz eserlerle tanışmayı her zaman isteriz! Fuarlarda, bienallerde, galerilerde, sanat okullarında olabilir... Her zaman için genç sanatçıların eserlerini görmeye istekli ve hevesliyiz. How did you start acquiring new media works to your collections? We collected paintings in Spain d My wife and I have been cinema addicts for almost 40 years. When one day in 1996 we came across a Gillian Wearing video in a London gallery, we suddenly realized that we could combine our passion for contemporary art with our love for the moving image. From that moment we began collecting video art and our interest has grown steadily over the years for a number of reasons. Video is a medium of our time and we want our collection to reflect our place in time, this medium has also great potential for exploration and development and we follow its progression with enthusiasm. Video art gives viewers access to the role of readers, observers and interpreters and we like to feel that as spectators we are mature viewers. Video art needs time, concentration and quietness and brings a healthy attitude towards art in a society where people do not take time and are often « zapping «. You can share a painting in your house or a place you live in. However new media works are not easy to share. How do you show them to your friends? Do you make screenings? We like to share our passion with others, when friends come home we show them our recent acquisitions. Watching videos is a special moment, and even more with friends. Can you tell us about an excitement of buying an artwork? What triggers you to like and buy an artwork? We acquire video works by « coup de cœur » and do not pay attention to the market to make our choices. As the president of Loop Commitee, could you please tell us about the art market for new media? How is the interest and how does the future look for new media works? We are convinced that there will be more and more collectors interested in video art, especially in the new generations raised in this society where image is omnipresent. Where and how do you keep your digital artworks? Our works are kept on hard disks with several backups, each backup being in a different location. Conservation is a very important issue and in this domain laboratories may give good advice and help. Are you still interested in other media such as painting or photography? We continue to look at other media but exclusively acquire videos now. We are always interested to discover works that we do not know! It could be in fairs, biennales, galleries, art schools... We are always curious and keen to see the works of young artists. 31 Elio Montanari Röportaj/Interview: Zeynep Berik Marina Abramovic, Ulay, Gilbert and George, Harald Szeemann, James Lee Byars... Elio Montanari, 35 yıl boyunca güncel sanatın mihenk taşları olan bİrçok sanatçının üretim süreçlerİnİ belgeledİ. Salt’ta açılacak olan ‘Bİrİ, Hİçbİrİ, Bİnlercesİ’ sergİsİ İle sahne Montanari’nin. 70’li yıllardan beri fotoğraf çekiyor ve sanatçıların eserlerini belgeliyorsunuz. Ömür boyu sürdürdüğünüz bu projeye başlamanızı sağlayan şey neydi? Kendim de fotoğraf çektiğim ve güzel fotoğraflar çekmek istediğim için bu işe başladım. Fakat çektiğim fotoğraflardan hiçbir zaman tatmin olamadım; çünkü güzellik tanımına dair herhangi bir fikrim yoktu. Bu nedenle sanat eserlerinin doğuşunu belgelemeye karar verdim ve kameranın bu iş için en uygun araç olduğunu düşündüm. Bu durumda güzelliği yaratmak gibi bir sorumluluğum olmayacaktı çünkü bu sorumluluk sanatçıya ait olacaktı. Yakaladığımız şey orada olduğundan dolayı fotoğraf, gerçeklik ile aynı ontolojik durumu paylaşır. Benim fotoğraflarımda gördüğünüz şey eserin içerisinde güzelliğin ilan edilmesidir. Bu yaklaşım aynı zamanda beni 1500 yıllık fotoğraf tarihinin ağırlığından da kurtarmış oldu. Dolayısıyla 35 yıl önce bu işe başladım. Yine de bugün ‘proje’ kelimesinin kullanım şekliyle benim 35 yıl önce başlattığım proje arasında bir farklılık var. Benimki 35 sene sürdü. Buna rağmen bu durum sizi sistemin bir parçası olmaktan alıkoymuyor ya da koyamıyor. Evet, bir bakıma öyle. Yine de güzelliği ben yaratmak zorunda değilim. Fakat diğer bir nokta da fotoğrafçının ikinci dereceden yaratıcı kişi olması. Ben sanat eseri hakkında pek çok bilgi içeren fotoğraflar üretmeye çalıştım. Güzelliği fotoğrafın kendisinde değil de içerisinde aradığınız için kendinizi fotoğrafçı olarak görmüyorsunuz; peki bu durum sizi fotoğrafçılık janrında hangi konuma yerleştiriyor? Çalışmalarımın doğasında belgeleme eylemi var; bu yüzden de çalışmalarım herhangi bir estetik kaygıya sahip değil. Estetik dediğimiz şey sanat tarihinde bulunur, yani kuramdır. Benim fotoğraflarım güzel değil ama anlamlı ve onların manası eserlerimin toplumsal bir anlam ifade edecek biçimde kullanılabilir olmasından geliyor. Kültürel bir çalışma oldukları için kamu yararına fayda sağlıyorlar. İnsanların araştırmasına, bilgi dağarcıklarını ve aralarındaki dayanışmayı artırmalarına yardımcı olacak belgeler üretiyorum. Fotoğraflarımı sanatçının fikirlerinin tezahürü olarak nitelendiriyorum. Bresson’ı neden önemsemediğimi anlarsınız. Çünkü ben anın geçişini resmediyorum, anın kendisini değil. Fotoğrafta güzelliğin sanat eseri olduğundan bahsettiniz, sanatçılar ile eserleri arasında ne tür ilişkiler fark edebildiniz? Mesela portrenin objesi, objenin de portresi olabilir. Mario Merz’in çalışmaları buna bir örnek teşkil eder. Örneğin Mario Merz’in ‘Homage to Archimboldo’ adlı eseri. Üç aylık sergi boyunca her hafta Salı günü zambakları değişti. Ben de Salı günlerini ard arda fotoğrafladım. Eserin yapısı aynı kalıyor fakat içinde bir şey değişiyor. Benim objenin portresi diye adlandırdığım şey bu; portrenin objesi de bu olabilir tabii. Sergiye dair kilit noktalardan birisi bu. Sergide Harald Szeemamn’a ait beş adet fotoğraf göreceksiniz. Kollarını açıyor. Son fotoğraf ise kucaklamak, kendini açmak üzerine. Bu benim Harald ile 1999 yılındaki çalışmamı gösteriyor. 32 Uzun yıllardır çekmiş olduğunuz fotoğraflar sergide sanat eseri olarak sergilenecek. Bir küratör tarafından seçilmiş olacak, çerçevelenecek ve uygun görülen bir sergi alanında sergilenecek. Salt’ta gerçekleşecek olan serginin hazırlık sürecinden biraz bahsedebilir misiniz? Bu fotoğraflar zanaatkarlık bağlamında değerlendirilebilecek sanat eserleri. Sergide yaklaşık 200 adet fotoğraf bulunuyor. Seçimleri November (Paytner) yaptı. Serginin küratörlüğünü son derece hassas bir biçimde ve zekice gerçekleştirdi. Bir noktada kendisini eserlere yeterli ölçüde açtı. Seçimler, sanatçıların eserleriyle kurdukları ilişkilere göre yapıldı. Fotoğraf / Photo: Samed Akman Marina Abramovic, Ulay, Gilbert and George, Harald Szeemann, James Lee Byars... Throughout his 35 year-long project, Elio Montanari documented the production processes of these and many more artists who were the milestones of contemporary art. With ‘One, Noone and One Hundred Thousand’ at Salt, the stage is Montanari’s. You’ve been taking the photographs and documenting the works of artists since the 70’s. What made you start this life long project? I started since I was taking pictures and I wanted to make beautiful pictures but I never satisfied myself because I don’t have any idea of beauty. So I decided to document the artworks in their state of birth and I thought the camera was the suitable tool for this. Then I was not responsible for creating the beauty as its the responsibility of the artist. What we are cathing is there, so the image shares the same ontological status with reality. The announcement of the beauty within the work is what you can see in my images. This approach also made me feel free from the heaviness of 1500 years of history of photography. So, 35 years ago I started with this. However there’s a difference between the way they are using the word ‘project’ from what I started doing 35 years ago. Mine lasted 35 years. As you don’t consider yourself as a photographer in the sense that you are not looking for the beauty of the photograph itself but in the photograph itself, where does it place your photographs in the genre of photogprahy? The nature of my work is documentation so it doesn’t have any aesthetical concern. Aesthetics is within the history of art, so is theory. My photographs are not beautiful but significant and their significancy come from the usefulness of my work as a social meaning. It helps the common good since its a work of culture. I produce documents which help people to study, develop knowledge and solidarity. I consider my images as the manifestations of artists’ thinking. You’ll understand why I don’t care about Bresson. Because I illustrate the passing of the moment, not the moment itself. Yet it still doesn’t and can’t exclude you from being part of the system. Yes, in a way. However I don’t have to produce the beauty. Yet the other thing is the consequent author is the photographer. I tried to produce images with a lot of information about the work of art. The photographs you’ve taken so many years will be treated as works of art at the exhibition. They will be curated, framed, displayed in a proper exhibition space. Can you talk about how the selection has been made for the exhibition that will take place at Salt? They are artworks in terms of craftsmenship. There are around two hundred photographs at the exhibition. November did the selection. She curated it in a very sensitive and intelligent way. Because at a certain point she opened enough herself for the works. The selection has been made according to the relatioship of the artist with his work. 33 Hüseyin Bahri Alptekin · Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi - 9. İstanbul Bienali 2005 Salt’taki sergi bu çok katmanlı güzellik, tarih, belgeleme, arşiv projesi sürecine yeni bir katman ekliyor. Bu sergi bize sizin bu süreçleri belgelediğiniz 35 sene hakkında ne anlatıyor? Sergideki fotoğrafların küçük boyutta olması önemli bir husus. Bu durumda artık fotoğrafçılıktan bahsediyoruz; yalnızca sanat tarihinden değil. Bence bu fotoğraflar için en büyük sergileme boyutu 30x20 cm. Bu da piyasanın dayatmacı isteklerine bir tepki aslında. Sanat piyasası devreye girdiğinde, fotoğrafçılık sorunlu bir hal alıyor: Fotoğrafçılık bir sanat dalıdır, evet sanat. Fotoğrafçılar düşünmezler. Evet, düşünmezler. Sanat eleştirmenlerinin de fotoğraf hakkında pek bir şey bilmemeleri çok acı. Güncel sanatın galerileri ve müzeleri var. Büyük beyaz duvarları doldurmak için büyük fotoğraflar basıp sergilenebilir, ama benim fotoğraflarımda aynı zamanda fotoğrafın doğasını vurgulayan böyle bir piyasa eleştirisi de var. Ayrıca fotoğrafların karanlıkta tutulması gerektiğini ifade etmek için birtakım sekanslar gösterdiğim küçük kutular bulunduruyorum bu sergide. Benim fotoğraflarım aile fotoğrafı, ben sanat ailesine aidim. Bazı fotoğraflar sizin için daha özeldir, bu nedenle onları albüm içerisinde veya küçük bir kutuda saklarsınız. Egonuz olmadığı zaman ve güzelliği inşa etmediğinizi hİssettiğiniz ama güzelliği nasıl yaratacağınızı bildiğiniz zaman görünmez olursunuz. Kutulara özellikle ne koymayı tercih ettiniz? Marina Abramovic ile Ulay’ın son performanslarını... Ben de onlarla birlikteydim. Her zaman için onların fotoğraflarını yalnızca ben çekerdim. Ben çekerdim çünkü hiç kimse onların fotoğrafını çekmesi için kimseye para ödemezdi; eseri gelişim süreci içerisinde belgeleyen de ben oldum. Şimdi bile bunu pek önemsemiyorlar. Sizin fotoğrafınızı çeken oldu mu? Hayır. O dönemlerde bu sanatçılarla nasıl tanıştınız? Örneğin Matthew Barney; onun fotoğraflarını çeken tek kişi de benim. Bir diğeri ise James Lee Byars ile Harald Szeemann. Ayrıca James Lee de serginin önemli bir parçası, kendisine de saygı duruşunda bulunuyoruz. Birlikte çok uzun zaman geçirdiğinizi düşünürsek James Lee Byars sizi etkilemiş olmalı... 34 As you mentioned the beauty is the artwork within the photographs, what kind of relations did you manage to catch between the artist and the artwork? For example the object of the portrait can be portrait of the object. The work of Mario Merz is an example. Mario Merz’s ‘Homage to Archimboldo’. The lily changed every week on Tuesdays throughout the three month exhibition. So I presented the sequences of all Tuesdays. You have the structure of the work same, but something changes inside. This is what I call the portrait of the object, the object of the portrait can also be that. For instance this is one key to the exhibition. You’ll see five images of Harald Szeemann. He is opening his arms. The final image is to embrace, to open yourself. This is when I worked with Harald in 1999. And the exhibition at Salt opens a new layer to this multi-layered conception and display of beauty, history, documentation, so to say, the archieval project. What do they tell us about your 35 years of documenting these processes? The fact that the photographs at the exhibition are small is an important thing to notice. Now we start talking about photography, not only art history. For me, the 30 x 20cm is the maximum size in which the photographs can be displayed. This is a reaction to the imposing will of the market. When the art market is concerned, photography takes a problematic position. Photography is an art, yes art. Photographers don’t think. Yes, they don’t think. It’s a pity that art critics also don’t know much about photography. Contemporary art has its galleries and museums. We can print photographs in big sizes and fill up the walls of a gallery to fill the space. There is also such a critic of the market in my photographs which underline the nature of photography. At this exhibition, I also propose to have little boxes where I show some sequences to say photographs have to be kept in the dark. My photographs are family photographs since I belong to the family of art. You know, some photographs are more special for you so you keep in the album or in a little box. You become invisible when you don’t have the ego and when you don’t feel that you are not building the beauty but you know how to produce beauty. P: inf ww BERT STERN P: +90 (216) 369 80 50 [email protected] www.art350.com 26.09. - 20.10.2013 Bağdat Caddesi No: 350 34738 Erenköy İstanbul/Turkey Elio Montanari,Venice Rent Collection Courtyard Cai Guo-Qiang XLVIII. La Biennale di Venezia 1999 Bana yalınlığı öğretti. Örneğin bir sanatçı olmadığımı anlamamı sağladı. O, günün 24 saati yaratıcıyken ben o kadar da yaratıcı değildim. Bu bilgidir ve bilgi de senin bir şeylere bakış açını değiştirir. Bir performans sanatçısı için fotografik imge eserin kendisidir. Onlarla nasıl tanıştınız? Onlarla beraber yaşadık. Seyahat ettik, yiyip içtik. Peki onları seyredip hayatlarını kayıt altına alırken kendinizi nasıl hissettiniz? Eğer bir fikriniz varsa, onu nasıl gerçekleştireceğinizi bilirsiniz. Fikir benimdir ve onu boşa harcayamam. Ben daima onlar tarafından kabullenilen tek kişiydim. Onlara bir sanat eserinin ne olduğunu soruyordum. Benimle ilgilenmiyor musunuz? Önemli değil, çünkü sanatçı bir hatadır. Orada kaybolmanız gerekir, yoksa çalışırken nasıl Joseph Beuys’un yanında durabilirsiniz ki? Bir de deklanşör sesinin insanı nasıl rahatsız edeceğini düşünün. Bu, sizin bütün bu şeylerin arasında nasıl hareket ettiğinize bağlı bir durum... Onlara görünmez olmanız gerekebilir. Fotoğrafçı mekanın içindedir. Bir yol veya bir an bulmalısınız ve nasıl hareket etmeniz gerektiğini bilmelisiniz. Sanatçılar bunun hassas bir an olduğunu bilir ve bunu önemsemezler. Egonuz olmadığı zaman ve güzelliği inşa etmediğinizi hissettiğiniz ama güzelliği nasıl yaratacağınızı bildiğiniz zaman görünmez olursunuz. Bir eser yazarın bencilliği değil – benim kendi bencilliğim de değil -; eserin benmerkezciliğidir. İkimiz de işin içindeyiz... Hem sanatçı hem de ben. Siz eseri yalnızca gelişim süreci içerisinde göstermiyorsunuz. Sanatçı fotoğrafın merkezinde bulunuyor. Bunu yadsıyamazsınız. Ayrıca sanatçıları da kahraman gibi betimlemiyorsunuz... Tek bildikleri şeyin fotoğrafçılık olduğunu düşünen insanlar fotoğrafçılık hakkında bir şey bilmiyorlardır. Bilmeniz gereken başka bir şey vardır. Ancak onun çevresinde dönen şeyleri anladığınız takdirde toplumsal ve alaycı bir değere sahip bir şey üretebilirsiniz. Örneğin Matthew Barney beni stüdyosunda istememişti. Eserlerinin fotoğraflarını kendisi ile asistanları 36 çekmişti. Fotoğrafın önemli olmadığını söylemiştim. Fotoğraf çekebilir veya çekmeyebilirdik. Bu o kadar da önemli değildi. Yani fotoğraf çekme eyleminin gerçekleşmesini kastediyorsunuz. Bir bakıma evet. Demek istiyorum ki yaptığınız iş faydalıysa bir anlam ifade eder. Onun sokakta bisiklete binerken, yürürken fotoğraflarını çekmeye başlamıştım... Çünkü kamusal bir alanda buna hayır diyemezdi. Kamusal alan ve sınırlar... Bunlar hassas meseleler. Benim özel alanıma giremezsin, de diyebilirdi... O zaman kavga ederdik. Kamusal alanda böyle bir şey söylemeye hakkı yok. Bana doğru yürüyüp “Bu akşam ne yapıyorsun?” diye sordu. Ben de “Bu akşam seninle meşgulüm” dedim. O da beni stüdyosuna davet etti. Yaşadığınız bir başka kritik andan bahsedebilir misiniz? Gilbert ile George... George hastanedeydi. Kassel’a vardığımda Documenta sanatçılarından birisinin sokakta neredeyse ölmek üzereyken bulunduğunu duydum. Hastanede bir sanatçı. Taksiyi durdurdum ve “Burada kaç hastane var?” diye sordum. Altı... Hastanelerden birisine girip temizlik yapan kadına sordum... Bana yolu gösterdi. Odaya girdiğimde yatakta uzanmakta olan birisi vardı. Bir sandalye çekip yanına oturdum. “Bir şeye ihtiyacınız var mı? Ben Documenta’dan geliyorum” dedim. Dergi fotoğrafçısı mısınız? Hayır. Hiçbir dergiye bağlı çalışmıyorum. Sanat fotoğrafçısısınız öyleyse. Evet. Öyleyse fotoğraf çekebilirsiniz. Altı tane fotoğraf çekip oradan ayrıldım. İşe gittim ve öğleden sonra Documenta barında birileri George’un Venedikli bir fotoğrafçıdan başka hiç kimseye fotoğraflarını çektirmediğini konuşuyordu. Maurizio Cattelan... Kendisiyle New York’ta beraberdik. Orada bir metro istasyonunda tanıştığımızda saat sabahın 4’üydü. Duchamp’ın Washington Kemeri’nin önündeki fotoğrafı gibi bir fotoğrafını çekmek istediğimi söyledim. Buluştuğumuzda etrafta dolanarak oyalanıyordu. Onun bir pozunu çektim; bu poz sanat tarihiyle bağlantılıdır. What did you specifically choose to put in the boxes? Last performance of Marina Abramovic and Ulay... I was with them. I was always the only one to take their photographs. I was, because nobody was paying anyone to take their photographs, I was the first to document the work of art in progress. Even now they don’t care much about it. Has anyone took your photographs? No. How did you meet these artists at that time? For instance with Matthew Barney. I am the only one who took pictures of him. Another subject is James Lee Byars and Harald Szeemann. James Lee is also the important part of the exhibition as there is a homage to him here. As you spent so much time together James Lee Byars must have influenced you... He gave me simplicity. For instance, to know that I am not an artist. I was not as creative while he was creative 24 hours a day. This is knowledge, and knowledge changes the way you look at things. For a performance artist, the photographic image is the work. So another critical moment in which you were there? Gilbert and George... George was in the hospital. I arrived at Kasssel and heard that an artist of Documenta was found almost dying on the street. He is in the hospital. An artist in a hospital! I stopped the cab and I said how many hospitals do you have here? Six... I entered one of the hospitals, I asked a cleaning lady... She showed me the way. I entered the room and there’s one bed, he was lying. I took a chair and sit close to him. Do you need something? I said, I am here from Documenta. You are a photographer from a magazine? No. I am not from any magazine? You are an art photographer. Yes. Then you can take pictures. I took six shots and I left. I went to work and in the late afternoon I heard at the bar of documenta, people saying that George didn’t let anyone took them since a Venician photographer took them. Maurizio Cattelan... I was in New York with him. It was 4 am when I met him at a metro station. I said I wanted to take a photograph of him where Duchamp had his photo taken in front of the Washington Arch. We met, he was moving and playing around. I took a shot of him and its linked to the history of art. How did you get to know them? I lived with them. I travelled with them, I ate with them. So how did they feel when you were there watching them, taking the record of their lives. If you have the idea, you know how to realize it. The idea is mine and I can’t waste the idea. I was always the only one who was accepted by them. I was asking what a work of art was. Aren’t you interested in me? No, an artists is a mistake. How do you stay with Joseph Beuys when he is working. Also, think about the noise of the click and how it would disturb one. Its a matter of how you move in between all these things... You might need to become invisible for them. A photographer is in the space. You have to find a way, a moment and know how to move. The artists knows thats a delicate moment he doesn’t care about it. You become invisible when you don’t have the ego and when you don’t feel that you are not building the beauty but you know how to produce beauty. A work is not the egoism of the author – not my own egoism - but the egocentricism of the work. Both we are in the work... The artist, myself. You are not showing the process through the work only. The artists is in the center of the photograph. You can’t ignore that. And you are not showing artists as heroes... People who think they only know about photography, they don’t know anything about photography. You have to know something else. Only if you understand the things around it you can do something with a social and synic value. With Matthew Barney, he didn’t want me in his studio. Him and his assistant were the ones who took the images of his works. I said that the photograph was not important. We could take photographs, or not. It was not not so important. You mean the materialisation of it. In a way, yes. I mean if the work you do is useful then it makes sense. I started to take the pictures of him on the street while riding a bike, walking... Because you are on a public space, he can’t say no. Public space and limits... Are critical issues. He could say you can’t enter my own space... Then we fight. He doesn’t have the right to say that on public space. He was coming towards me and asked ‘’What are you doing tonight?’’ I said ‘’I’m busy with you tonight.’’ Then he invited me to his studio. Elio Montanari, Ouverture Lothar Baumgarten Castello di Rivoli · Torino 1984 37 İnci Eviner Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüd Co-Action Device: A Study Zeynep Berik Videolarında yarattığı zaman, mekan ve karakterlerin çok katmanlı yapısını bu sefer İstanbul Bienali’nde Rum Okulu’nun avlusunda oluşturduğu araştırmacı bir performatif alana taşıyor İnci Eviner. Sanatçı, ‘Zihinsel Aygıt’ olarak tanımladığı bilgi üretim alanı ‘Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüd’ ve yeni desen serisi ‘Huzursuzluğun Tasnifi’ ile bienalde. İnci Eviner is carrying the multi-layered structure of times, spaces and characters, which she creates with her videos, to an inquisitve performative space she designed in the Greek School during the 13rd Istanbul Biennale. The artist is in the Biennale with ‘Co-action Device: A study’ which she calls a ‘mental device’ and her recent sketches ‘Taxonomy of Malaise’ Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! / En geniş zamanlı bir şiir yazacağız diye başlar Ece Ayhan Yort Savul’a. Kitaba ve şiire adını veren Yort Savul, Ece Ayhan’ın şiirinde; iktidara, baskıya başkaldırı ve yeni bir dilin arayışıdır. Şiir 1977’de yayımlandığı tarihten bugüne güncelliğini korur, bugüne doğru seslenir. Ece Ayhan ve *Yort Savul, İnci Eviner’in İstanbul Bienali’ndeki ‘Eylem Aygıtı: Bir Etüd’ adlı işinde yeni bir dil üzerinden fiziksel ve zihinsel coğrafyaları arama çalışmasındaki çıkış noktalarından sadece biri. Karaköy’de bulunan Tarihi Rum Okulu’nun avlusunda kuracağı ‘’bilgi üretim aygıtı’ olarak nitelendirdiği mekanın içindeki odalardan birini ise, İkinci Yeni akımının bu önemli şairine ithaf eder Eviner. Burada – henüz bilmiyoruz- Bakışsız Bir Kedi Kara’nın ‘’kırık çekmeceleri’’, ‘’18 yaşından küçüklerin okuyabileceği bir atlas’’gelir gözünümüzün önüne. Belki de ‘meçhul öğrenci’, ‘devletin ve tabiatın ortak yanlış sorusunu’ tekrar soracak burada: ‘Maveraünnehir nereye dökülür?’ Ece Ayhan starts his poem Yort Savul, with the lines ‘Bring the Atlases! Historical Atlases! / We will write a poem in the very simple present tense. *Yort, Savul, which gives its name to the book and poem, is the expression of the quest for a revolt against the state and oppression, and a search for a new language in Ece Ayhan poetry. The poem has maintained its actuality since it was published in 1977 until now, and appeals to today’s world. Ece Ayhan and Yort Savul are only one of the departure points of İnci Eviner’s work called ‘Co-Action Device: A Study’ at İstanbul Biennial, in her search for physical and mental geographies based on a new language. Eviner dedicates one of the rooms in the site, “information production device” as she calls it, which she will build in the entrance of Historical Greek School in Karaköy, to this significant poet of ‘The Second New’ movement. Here - actually, we don’t know yet - you conjure up a mental picture of the broken drawers of ‘A Blind Cat Black, and an atlas, which can be read by children under the age of 18. *Yort Savul, adını Yunus Emre’nin ‘’Padişahı kim bileydi, kul itmese yort savul’’ ile başlayan şiirinden alıntıdır. *The poem Yort Savul is named after Yunus Emre’s verses: who would know the sultan, if the man didn’t say Yort Savul! 38 39 Ortak Eylem Aygıtı eskiz / Co-action Device sketches Farklı kurgu-mekanlardan oluşan bu ortak üretim alanı, katılan öğrencilerin araştırma alanlarını bir çeşit eylemsellik içinde düşünmeye açmalarına sebep olacak. İnci Eviner’in ütopik mimari yapılar üzerinden devşirerek oluşturduğu ve bir aygıt gibi çalışacağını belirttiği okul içinde okul, performatif bir araştırma ve üretim merkezi. Kendisi de bir akademisyen olan sanatçının üretim ve düşünme biçimini en çok etkileyen yazarlardan biri ise Ranciere. Eviner, projenin çıkışına, mekansal ve zihinsel yapısına dair şunları söylüyor: Ranciere, sanat ve siyaset arasındaki estetik ilişkinin mantığını yeniden hayal etmek’’ten bahseder. Bunu, hayali bir okul formunda, sınıfların kırık mimari ütopyadan devşirildiği huzursuz tünellerle birbirine bağlanan, tersine araştırma odaları, duvarna mahkemelerin yansıdığı atölyeler, bir köşede Yort Savul’un, Ece Ayhan’ın hayaletlerinin dolaştığı, Alice’in bir kez daha kendini kaybettiği sürekli işleyen nesnelerin aktörlere, aktörlerin mekanlara dönüştüğü ve bunun araştırıldığı bir aygıt inşa edilebilir mi? 40 Perhaps the unknown student will ask the question posed by both government and nature again: ‘Where does Transoxiana run into?’ This co-production area, which consists of different fictional spaces, will provoke the participating students to think of their research areas in a sort of actuality. School inside the school, which, was created by İnci Eviner as a result of converting the main body of work based on architectural structures, and which, as the artist states, will function like a device, is a performative research and production centre. Being an academician herself, the artist states that Ranciere is one of the writers who influenced her way of thinking the most. Eviner explains the inspirations, spatial and mental structure of the project as follows: Ranciere talks about “re-imagining the logic of the aesthetical relation between the art and politics. Can we build a device in the form of a school, where classes converted from a broken architecture are connected to each other through restless tunnels, reverse research rooms, workshops, walls of which are enlightened with the image of courtrooms, in one corner Perfomatif. Araştırmacı. Daha önce benzeri bir projeyi Kadir Has Üniversitesi’nin desteğiyle Tiflis Trienal’de gerçekleştiren Eviner, orada da sanatçı ve araştırmacılarla birlikte alternatif bir okul olarak performatif bir alanı geliştirmiş. Yedi ay süren Acting in the Library / Kütüphaneyi Sahnelemek adlı bu iş için, açık çağrıyla davet etmiş öğrencileri. İstanbul Bienali’nde yaptığı işte de, bienalin bir aya kısalan süresi boyunca, yine açık çağrıyla davet ettiği öğrenciler çalışacak bu ütopik mimari yapının içinde. Burayı, öğreten ve öğrenen arasındaki ilişkinin düğümlenip çözüleceği bir ‘’estetik alan’’ olarak tanımlıyor Eviner. ‘’Sanat ve siyasetin birbirine dokunduğu noktaların keşfedileceği’’ bu mekanı ‘’etkileşimli aygıt çalışmaları’’ olarak adlandırıyor. Bienal’de sergilenecek olan ‘Huzursuzluğun Tasnifi’ adlı desen serisinin yanı sıra, performatif araştırmaya odaklandığı, sanat üretimi ve düşünme biçimini sorguladığı işler Eviner’in hocalık deneyimini de görünür kılıyor. ‘’Sanatın kurumların dışında ve içinde öğretilemez bir şey olması ve spekülasyona maruz kalıyor olmasından’’ hareketle öğrenci ve hocanın karşılaşma, birbirlerini ve pratiklerini etkileme noktalarını araştırmaya açıyor. Eviner’in araştırma sürecinde karşılaştığı yazarlardan biri olarak belirttiği Ranciere’in ‘öğrenci hocadan hocanın henüz bilmediği bir şey öğrenir’’ sözü, sanatçının hem eğitime hem de kendi sanatsal pratiğine yaklaşım biçimini açıklıyor: Ortak Eylel Aygıtı’nda hoca, sanatçı ve araştırmacı kimliğini bölerek kendisini ‘çoklu bir özne olarak’ konumlandırmış. ‘’Otonom bir sistem olarak çalışan ve fikir üreten farklı bir ortak üretimin metodolojisini araştıran bir aygıtı nasıl tasarlayabilirim diye düşündüm’’ diye sormuş. Rum Okulu’ndaki bu iş üst katlardan, bir karınca yuvasına bakar gibi izlenebilecek. Çalışmaların sonucu da okulun içinde, etrafta görübilecek. Çok katmanlı bir yapı olan okul, şu soruları da düşünmeye açıyor: ‘’Birbirimizden nasıl ve ne şekilde öğreniyoruz, fikir kimden çıkıyor? Bu fikirleri biz birbirimizle nasıl başka bir şeyin üretimine dönüştürüyoruz?’’ Bu sorular, sanatsal düşünme, teori,siyaset, pratik etme, öğrenme biçimine alan açmak için var. ‘’Sanat, hayatın yerini alamaz, almak da istemez’’ diyor Eviner, sanatsal alanın genişlemesine ve üretilebilmesine dair ihtiyaçtan söz ederken. Perfomatif araştırma biçimine ilgi duymaya başlaması, sanatçıların işlerini anlatış ve sunuş biçimleriyle ilgili duyduğu sıkıntıyla başlamış. ‘’Bir sanatçı, bir işini anlatırken örnekleyerek ya da kendini temsil ederek ifade ediyor kendisini. Ben ise bunu bir daha yapmamaya karar verdim.’’ İlk performatif sunum (lecture) denemelerinden birini, SALT’ta düzenlenen ve küratörlerinden biri olduğu ’’Bilgiyi Sahnelemek’ (2012) adlı uluslararası seminerde ‘Harem’ adlı işindeki karakterleri anlatırken gerçekleştirmiş. ’Harem’deki Ladie Montague, Jalal Toufic, Antoine Melling gibi karakterlerle birlikte paralel konuşmacılar yarattığı bir sahne tasarlamış ve bu oyuncularla birlikte performatif bir sunum gerçekleştirmiş. Sanatçı olarak ‘Yüzünü silme, dağıtma ve paylaşma’ çoklu bir özne meselesi diyor bunun için Eviner. Okul: Ezberbozum için zihinsel egzersizler Rum Okulu’nun içinde kurulacak olan yapı için; 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda tasarlanmış sığınaklar, evler ve ütopyanın ikonları haline gelmiş yapılardan yola çıkmış Eviner. Ortak Eylem Aygıtı bir çalışma, araştırma alanı ve özgürleştirici bir sanatsal mekan olarak tasarlanıyor. Eviner’in bu işte katılımcılardan beklentisi, kendi sınırlarının dışına çıkıp, yeni söylemler üretmeleri. Gezi pratiğinin buradaki etkisi hakkında, bu sürecin otonom alanlara ihtiyacımız olduğunu göstermiş ve bu alanları yaratma cesareti vermiş olması, diyor. ‘Gezi’den sonra bilgi üretimi Kaliteli ve özgür eğitim hakkı, Gezi’yle birlikte tekrar gündeme geldi. Bireysel alternatif eğitim ve bilgi paylaşımı alanları yaratılma ihtimali, herkesin gözünde daha da gerçekçi bir hale dönüştü. İnci Eviner, sanat pratikleriyle teorinin birbiriyle ilişkisi ve birbirini beslemesi üzerine odaklandığı performatif araştırma işlerinde, ‘’izleyiciyi zihinsel olarak aktive eden’’ paylaşma şeklini vurguluyor. Karşılıklı üretime dayanan bu çalışma şeklinin entellektüel olarak bireysel bir hesaplaşmayı da gerektiğini söylüyor. Akademilerdeki dogmatik sitemi kıran bu yaklaşım, ona göre, sanat pratiklerininin içinden politikayı 42 of which roams Yort Savul and Ece Ayhan in the other, Alice loses her way once again, continuously moving objects turn into actors, and actors turn into spaces and all these entities are subjected to in inquiry based on this concept? Performative. Researcher. Having realized a similar project at Tbilisi Triennal with the support of Kadir Has University before, Eviner developed a performative space as an alternative school there with the artists and researchers. She invited the students with an open call , for this work called Acting in the Library, which was performed for a period of seven months. Also in this project, which will be carried out within the scope of İstanbul Biennial, students invited by the artist with open call will work in this utopic architectural structure. Eviner defines this place as an ‘aesthetical space,’ where the relationship between the teacher and learner reaches a problematic climax and is resolved. This space, where the intersecting points of art and politics will be discovered,’ is called by the artist “interactive device studies.’ In addition to ‘‘Taxonomy of Malaise’, a series of sketches, which will be exhibited at İstanbul Biennial, the works, in which the artist focuses on performative research and interrogates her way of thinking are making Eviner’s teaching experience more visible. Communication phases, at which the teacher and the student meet, influence each other and their practices are subjected to a research based on the idea that “the art is something which can be taught neither inside nor outside the institutions and constantly manipulated.” “The student learns from the teacher something which the teacher is yet to know,” a quote by Ranciere, one of the artists Eviner came across during the research process, explains the artist’s approach towards both education and her own artistic practice: In Co-action Device, the teacher positions himself / herself ‘as a multi-subject’ by dividing the artist and researcher identity. She asked herself ‘how can I design a device, which investigates the possibility of a different co-production methodology, which functions as an autonomous system and produces ideas.” The audience will be able to watch this work from the upper floors as if looking at an ant nest. Results of the works will also be exhibited in the school and surrounding areas. The school, which is designed as a multi-layered structure, also aims to provoke the following questions: “How and in what ways do we learn from each other; who the idea comes from? How do we cooperate towards turning these ideas into the production of something? These questions are available for making a space for artistic thinking, theory, politics, practice and different ways of thinking. “Art can not replace life, nor does it want to,” says Eviner, when she talks about the need for producing and expanding artistic field. Her interest in performative research methodology became apparent when she started to have troubles about artists’ way of explaining and presenting their works. “An artist expresses oneself by way of exemplification or representing himself / herself when explaining a work of art. I decided not to do this once again.” She performed one of her first performative presentation (lecture) attempts when she was explaining the characters of her work entitled ‘Harem’ at “Putting the Information on Stage,” (2012), an international seminar organized at SALT. Eviner was also one of the curators of this organization. She designed a stage which consisted of lecturers in parallel with Harem’s characters such as Ladie Montague, Jalal Toufic, Antoine Melling, and she performed a ‘performative’ presentation with these actors. On this subject, Eviner says that ‘deleting, distributing and sharing one’s face’ as an artist is a matter of multi-subject.’ School: Mental exercises for breaking the routines Eviner started her creative journey with structures turned into shelters, houses and utopian icons, which were designed during the First and Second World War, for the structure, which was to be built inside the Greek School. Co-Action Device is designed as a study, research area and liberating artistic space. In this work, Eviner expects the participants to go beyond their own boundaries and create new discourses. About Huzursuzluğun Tasnifi serisinden / From the series, Taxonomies of Malaize the influence of Occupy Gezi practice, she says that this process showed us the need of creating autonomous spaces and gave us the courage of creating these areas. Information production after ‘Gezi.’ Huzursuzluğun Tasnifi serisinden / From the series, Taxonomies of Malaize arama cesaretini gösteren ve risk alanları bir araya getirecek bu projede. Huzursuzluğun Tasnifi Huzursuzluğun Tasnifi, Eviner’in Bienal’de sergilenecek olan desen serisinin başlığı. Sosyal ve performatif alandan farklı olan bu pratiği için şunları söylüyor: Çizmek, zihnimde olup bitenleri anlamanın bir yolu benim için. Aynı zamanda toplumsalla bireyselin birbirine karıştığı, kimliklerin buluştuğu bu akışkan imgelerin çıkıp geldiği çukurları açığa çıkarıyor. Desenlerinde ve yarattığı performatif alanlarda, Eviner’in düşünsel alanı görsel bir yüzeye taşırken kullandığı çok katmanlı dil, tarihselliğin içinde kaybolmadan tarihi figürleri ve yapıları yeni düşünme biçimleriyle bir araya getiriyor. Bildiğimiz karakterler bilmediğimiz bir dili konuşuyor. Sanatçı peşinde olduğu merak, araştırma, bozma ve yeniden inşa etme sürecine davet ediyor izleyiciyi. Right to high-quality and free education came into question once again after Gezi movement. The possibility of individual alternative education and information sharing areas, became a more realistic option in the eyes of everyone. In her performative research works, which focus on the relationship between artistic theories and practices and how they feed each other, İnci Eviner puts an emphasis on the way of sharing, “which activates the audience mentally.” She states that this methodology, which is based on mutual production, also requires and individual selfconfrontation in intellectual context. This approach, which crosses the limits of dogmatic thinking in academic world, will bring all those people, who show the courage of seeking the politics through artistic practice and take risks together. Taxonomy of Malaise Taxonomy of Malaise is the title of Eviner’s pattern series, which will be exhibited in the Biennale. She explains the difference between this practice and social and performative area as follows: For me, drawing is a way to understanding what is going on inside my mind. It also reveals the pits, from which these fluid images that bring the society and individual, and different identities together originate. Eviner carries the intellectual space to a visual surface in her patterns and performative spaces she creates, and the multi-layered language she uses infuses historical figures and structures with new ways of thinking without being lost in historicity. The characters we know, speak a language we are not acquainted with. The artist invites the audience to the process of curiousity, inquisition, infraction and rebuilding, which she has been pursuing through her entire career. 43 Bienal kente nasıl dokunur? How does the Biennale touch the city? Ömer Çavuşoğlu Türkiye’de son dönemde yaşanan sosyal, politik ve kültürel hareketin paralelinde, Sao Paolo’dan Brezilya’nın çeşitli yerlerine yayılan protestolar hafızalarda tazeyken; Meksika, Arjantin ve Brezilya’nın kültürel izdüşümleri bu seneki Bienal kapsamında yer alıyor. While the protests spreading from Sao Paolo to various places in Brazil are still fresh in the memories in parallel with the recent social, political and cultural movement in Turkey, Mexico, Argentina and Brazil’s cultural reflections will be seen in Istanbul Biennale. Hector Zamora, Material Inconsistency, 2012, Tuğla / Bricklayer, bricks, Boyutlar değişebilir / Dimensions variable, Courtesy the artist and Luciana Brito Gallery. Photo: Caio Caruso 44 Vermeir and Heiremans, The residence (a wager for the afterlife), 2012 Single screen video installition, 37 min. Courtesy Limited Editions and Jubilee Photo: Kristien Daem İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkentleri’nden biriyken, ev sahipliğini paylaştığı Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nde, kavramsal sanatçı Jochen Gerz, “2-3 Sokaklar (2-3 Strassen)” projesini yürütüyordu. Bölgede, değişen endüstriyel kimliğin sonucu gerçekleşen kentsel, kamusal ve sosyo-kültürel dönüşümler kapsamında, yeni müzeler ve kültür merkezlerine yapılan yatırımlar sonucu hibrit bir ortam oluşmuştu. Berlin Sanat Akademisi’nce (Akademie der Kunste) düzenlenen Kültür:Şehir (Kultur:Stadt) programı kapsamında 25 Mayıs 2013’te sunum yapan Gerz, projeyi şöyle açıkladı: “Ruhr bölgesinde, Londra veya Paris ile yarışacak derecede yoğunlukta galeri, müze ve kültür merkezi var. Bölgenin tarihi de malum, fakat bölge halkında, bizim alışageldiğimiz üretim kapsamlarında sanat üreten kişi az.” Bu durum üzerine Gerz, bu bölgedeki kentlerde birer sokak seçip, kentlilerden birbirleriyle ve çeşitli sanat formlarıyla olan etkileşimlerini kayda dökmeye karar verir. İsteyen herkesin dahil olabildiği ve desteklendiği projenin 19 yaşındaki katılımcılardan biri, oturduğu apartmanda yaşayan Türkiyeli bir göçmenin, basit dikim-söküm işlerinden anladığını keşfettikten sonra, kendisiyle ortak olarak, ısmarlama t-shirt’ler üreten bir firma kurar. Bu hikayeyi dinledikten 2 gün sonraya Londra’ya dönüşümü takip eden 1-2 gün içerisinde Gezi Parkı’ndaki yıkım çalışmalarına karşı gelmek isteyen bir While Istanbul was one of the 2010 European Capitals of Culture, Jochen Gerz was conducting his project “2-3 Streets (2-3 Strassen)” in Ruhr, Germany, which was the co-host of Istanbul for that year. A hybrid environment was formed in the region within the scope of urban, public and socio-cultural transformations realized as a result of the changing industrial identity and the investments made in the new museums and cultural centres. Gerz, making a presentation on 25th of May in 2013 as part of the Culture:City (Kultur:Stadt) program organized by Berlin Academy of Arts (Akademie der Künste), explained the project as follows: “There are as many galleries, museums and cultural centres in Ruhr as there are in London or Paris. Historical wealth of the region is obvious. However there are not many people producing art as we know in the folks of the region.” Upon realizing this, Gerz chooses one street in every city of this region and decides to record the interactions among the citizens and the ones among the citizens and various forms of art. One of the 19-year-old participants of the project in which anyone can participate and is supported, discovers that a Turkish immigrant is interested in simple sewing and establishes a firm producing made-to-measure T-shirts with him. 45 Bertille Bak, Safeguard Emergency Light System, 2010, Video, 7 min. Courtesy Nettle Horn London and the artist. Stills: Bertille Bak gruba yapılan müdahelelerle ilgili haberleri okumaya başladım. 1 Haziran itibariyle de, Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin bir çok yerinde, insanlar, aynı mahallelerde, aynı ilçelerde, aynı şehirlerde oturdukları komşularının neler yaptıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini daha iyi anlayabildekleri bir ortak sürecin içlerinde bulmuşlardı kendilerini. “Kentsel Dönüşüm Projeleri” adı altında, doğal afetlere karşı dayanıksız bina stoğunun yenilenmesi veya güçlendirilmesi gibi gerçekten elzem bir ihtiyacın, yalnızca bina yıkım ve yerine yeniden yapım ile bu esnada oluşan katma değerin (David Harvey’nin Maxist tanımıyla, gayrimenkul üzerinden oluşturulan “surplus profit”) belirli zümrelere dağıtılma projesi, Türkiye literatürüne yeni yeni girmeye başladı. “Kentsel dönüşüm”ün, 19. yüzyıl ortasında Haussman’ın Paris’inde başlayan modern bir olgu olarak, son 30 yılda aldığı şeklin akademik analizlerinin kamuoyuna aktarılmaya başlaması ise Gezi olayları etkisiyle oluşan kentsel algı ile mümkün oldu. Kentliler, kentlerini oluşturan değerler ve dinamikler bütünü üzerine daha kapsamlı tartışmalar yürütüyor artık. Bu sürecin kültür ve sanata nasıl yansıyacağına dair beklentiler hızla oluşmaya başlamışken, kavsamsal çerçevesi kentsel dönüşüm üzerine kurulu olan Bienal’deki sanat, bu beklenmedik sosyal dönüşme nasıl cevap verecek? Bienal’de eserleri sergilenecek bazı işlerin, Türkiye gündemine dair referanslar içermesi, kuşkusuz, beklenebilecek bir durum. Aynı şekilde, okuyacağınız bahsi geçen sanatçıların önemli bir kısmının Latin Amerika coğrafyasından geliyor olması da. Gezi olaylarını 1 hafta ile takiben, ve São Paulo’dan Brezilya’nın çeşitli yerlerine yayılan protestolar hafızalarda tazeyken, birçoğu 20. yüzyıl ortalarından itibaren diktatoryel veya cunta rejimlerinden nasibini almış; iktisadi gelişmeleri de dönem dönem Türkiye ile benzerlikler taşıyan Meksika, Arjantin, ve Brezilya’nın başını çektiği bu iklimin kültürel izdüşümlerinin bu seneki Bienal kapsamında yer edindiğini göreceğiz. Meksika doğumlu, ve São Paulo’da yaşayan, Bogotá, Havana, Lima gibi Latin Amerika’nın çeşitli şehirlerinde eserler üreten ve sergileyen, Héctor Zamora, bu sanatçılardan. 2 days after listening to this story, I returned London and within the following 1-2 days, I started to read news about the interventions to a group resisting the demolition work in Gezi Park. As of 1st of June, people both in Gezi Park and around Turkey found themselves in a common process where they can better understand what their neighbours living in the same towns, districts and cities do, feel and think. “Projects of Urban Transformation”, which is a quite essential need for renovating or strengthening the buildings that are indurable to natural disasters, has recently entered into Turkish literature only as the project of demolishing buildings, building new ones on their places and distributing the added value created meanwhile (in terms of David Harvey’s Marxist description: surplus profit created through real estate) to certain groups. Starting to convey the academic analyses of “urban transformation” in the last 30 years to public opinion, as a modern phenomenon to start in Haussman’s Paris in the middle of 19th century,has been possible thanks to the urban perception created by Gezi incidents. Citizens are conducting more extensive discussions on the values and dynamics creating their cities. While the expectations as to how will Gezi practice will be reflected into culture and arts have started to risen immediately, how will art in the Biennial, whose conceptual framework depends on urban transformation, will respond to this unexpected social transformation? We might certainly expect that some of the works which will be exhibited in the biennial will make references to Turkey’s agenda. Similarly, the fact that a significant number of the artists you will read about are coming from Latin America is not unexpected, either. Starting only one week after the Gezi incidents,while the protests spreading from São Paulo to various places in Brazil are still fresh in the memories, we’ll see the cultural projections of a climate where Mexico, Argentina and Brazil are leading the way in the scope of this year’s Biennial. Most of the countries of this climate had their share of dictatorial and junta regimes since the middle of the 20th century and their economic developments had similarities to Turkey from time to time. 46 ICE_eylu SONBAHAR KIŞ 2013 / 14 mudo.com.tr ICE_eylül.indd 1 21.08.2013 17:48 İSTANBUL BIENALİ Genellikle kamusal alanda oluşturduğu enstalasyonlarda cemaatlerin örgütlenme biçimlerini ve kentsel ve mimari ortamların bir kültürün mekan anlayışını nasıl ifade ettiğini araştıran sanatçının eserlerinden biri “Paracaidista, Av. Revolucion 1608 bis”. Burası, Mexico City’de bulunan Carrillo Gil Sanat Müzesi’nin dış duvarlarını sarmallayacak şekilde, yerel malzemeler ve oto-konstruksiyon (bir nevi gecekondu üretimi) tekniğiyle üretilmiş bir mekan. Mekan, 3 ay boyunca sanatçılar tarafından, çeşitli ve esnek kullanımlara açılırken, eserin ismindeki “Paracaidista”, Latin Amerika coğrafyasında da yaygın olan informel yerleşkelerde yaşayanlara dair bir gönderme. Zamora, “Sciame di Dirigibili”de iki bina arasında sıkıştırılmış, gerçek boyutlarda bir zeplin ile, hem Venedik kültüründeki yerel tarihe göndermede bulunur, hem de kamusal alan ve kamusal zihinde oluşturduğu gerçeküstü öğeyle, ortak hafızayı, arzuları ve fantezileri dönüştürerek yeni kavrayış biçimlerine alan açar. Sanatçı aslında, geçici de olsa, bir nevi Gezi Parkı’na Toplu Kışlası AVM’sini gerçekten yerleştirmiş olurken, bunun kent paydaşlarında nasıl çağrışımlar yapacağını da gözlemleme şansına erişir. Sanatçının, çoklukla beslendiği coğrafyaya dair yaptığı en önemli çalışma ise “Errant”. Şehir nüfusu 12, metropoliten nüfusu ise 20 milyona yaklaşan São Paulo’nın gelişimi de İstanbul ile benzerlikler içerir. Brezilya’nın endüstriyel ve finansal başkenti olma yolunda, merkez-periferi ekseninde ve özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren hızlı göç ve kontrolsüz ve dengesiz büyüme ile asfalt ve betona yatırım yapan kent doğal dokusunu çoklukla yitirmiştir. Zengin kentliler, felç edici trafikten kaçmak için seyahatlerini helikopterlerle yaparken, kent merkezlerindeki “Cracolândia” ve çevrelerdeki varoş mahallelerinde uyuşturucu ve güvenliğe dair olgular kentin ayrıştırıcı coğrafyasından nasiplerini alır. Zamora, Project Margem kapsamında Tamanduateí nehrinin yatağı üzerine, asma teknikle yerleştirilmiş ağaçlarla, geçici ve ufak bir kentsel vaha yaratırken, şehri çevreleyen eyaletin yeni Kentleşmeden Sorumlu Genel Sekreteri, mimar Fernando de Mello Franco’nun, kendi mimari pratiğinde uyguladığı, su yolları ve kanallarını şehre tekrar kazandırma pratiğini sanatsal pratiğine yansıtır. Örnekleme olarak, tanıdığımız bir coğrafya ile şaşırtcı benzerlikler içermiyor mu? Bienal’e bir başka Brezilyalı sanatçısı ise Fernando Piola. São Paulo şehrinde yaşayan ve çalışmalarına devam eden sanatçının projeleri kentin Jose Antonio Vega Macotela, Time Exchange 55, 2006, Two color photographs mounted on cardboard 70x90cm 48 Born in Mexico and living in São Paulo, Héctor Zamora is one of these artistsproducing works of art and exhibiting them in Latin American cities such as Bogotá, Havana, Lima. Zamora mostly investigates the organizational forms of the communities and how the urban and architectural environments represent the understanding of space in a culture through his installations. One of his works is titled “Paracaidista, Av. Revolucion 1608 bis”. This is space which was created using local materials and auto-construction (a kind of shantyhouse production) technique which encapsulates the outer walls of Carrillo Gil Museum of Arts located in Mexico City. While the space was being opened to various and flexible uses by the artists, the word “Paracaidista” found in the title of the work is a reference to the ones living in the informal premises, which is a widespread phenomenon in Latin America. In “Sciame di Dirigibili”, Zamora both makes reference to the local history of Venetian Culture with the aid of a zeppelin in real dimensions, which is stuck in between two buildings and makes room for new ways of comprehension by transforming the common memory, desires and fantasies with the surreal element he created in the public space and intelligence. Actually, while the artist manages to install Topçu Barracks in the Gezi Park in a way, though temporarily, he also has the opportunity of observing its associations it will evoke in the urban sharers. The most important work of the artist regarding the geography he mostly nourishes himself on is Errant”. The development of São Paulo, of which urban population is approximately 12 millions and metropolitan population is 20 millions bears resemblences to İstanbul. On the way to becoming Brazil’s industrial and financial capital, the city has largely lost its natural texture on the axis of centre-periphery,especially beginning from the middle of the 20th century as a result of rapid migration, uncontrolled and unbalanced enlargement, investment in asphalt and concrete.While the rich urban citizens are travelling by helicopters to escape the paralysing traffic jam, phenomena such as drugs and security get their share of the discriminating geography of the city in “Cracolândia” and the surrounding ghettos. While Zamora creates a temporary and little urban oasis by the technique of hanging trees on the riverbed of Tamanduateí in the scope of Project Margem, he also reflects architect Fernando de Mello Franco’s (surrounding state’s new General Secretary in charge of Urbanization) reviving practice regarding the waterways and channels to his own artistic practice. Doesn’t it bear resemblances to a familiar geography as exemplification? Another Brazilian artist of the Biennial is Fernando Piola. Living and working in São Paulo, while the artist’s projects deals with the conflicts and socio-political tensions arising in the public spaces of the city, he gives information to the audience about the incidents ignored by the official discourses and narratives in the Brazilian history. Piola belongs to the young representatives generation of 85 artists constituting the big, pretentious MAC USP collection titled “Now and Before (o Agora, o Antes)” found in MAC (Museum of Contemporary Arts) connected to São Paulo University, which is one of the reputable institutions in the city. The word meaning “meeting point” in its mainland, originating from ancient Greek, known as “agora” in Portuguese and “ahora” in Spanish, has got the meaning of “now” in these languages. It also contributed to the exhibition titled “Agoraphobia” held at Berlin TANAS Gallery between May-July 2013 as a kind of sneak peek of the Biennial. The exhibition was fictionalised on the politicization of the public space and the feelings aroused by this. Liliana Maresca Secondary School Project, involved in the exhibition and will be a guest at the Biennial, is a project realized by a group of artists after the riot which took place in Argentina in 2001, leading to clashes between the public and the cops. This group of artists took the name of Liliana Maresca Secondary School Project afterwards. They have been working since 2007 to develop a training program focused on visual arts in one of the ghettos of Lomas de Zamora. The collective has been working to raise awareness of the neighbourhood residents via an İSTANBUL BIENALİ Nicolas Mangan, 1/2 Matter Over Mined (for a World Undone), 2012, C-print, 69-103cm, Courtesy Hopkinson Mossman and Labor Mexio kamusal alanlarında ortaya çıkan çelişkiler ve sosyopolitik gerilimleriyle ilgilenirken, kendisi son dönem Brezilya tarihinde resmi söylem ve anlatıların sırt çevirdiği olaylar hakkında izleyicilere bilgiler sunar. Piola, şehrin hatırı sayılır kurumlarından São Paulo Üniversitesi’ne bağlı MAC (Çağdaş Sanatlar Müzesi)’nin “Şimdi ve Daha Önce (o Agora, o Antes)” isimli, büyük, iddialı, ve MAC USP’nin koleksiyonunu oluşturan 85 sanatçının, genç temsilciler kuşağındadır. Portekizce’de “agora”, İspanyolca’da da “ahora” olarak antik Yunan kökeninden, bu dillere “şimdi” anlamına geçmiş, ve öz coğrafyasında, “buluşma yeri” anlamına gelen sözcük, aynı zamanda Bienal’in bir nevi ön tanıtımı olan ve Mayıs -Temmuz 2013 tarihleri arasında Berlin TANAS Galeri’de, “Agoraphobia” isimli sergisine de vesile oldu. Sergi, kamusal alanın politizasyonu ve bunun doğurduğu hisler üzerine kurgulanmıştı. Sergide yer alan ve Bienal’e de konuk olacak olan Liliana Maresca Secondary School Project, Arjantin’de 2001 yılında gerçekleşen ve halkla polis arasında çatışmalara sahne olan isyanın ardından (daha sonra Liliana Maresca Ortaokulu Projesi adını alacak) bir grup sanatçının, 2007 yılından bu yana, Lomas de Zamora’nın yoksul mahallelerinden birindeki 349 numaralı okulda görsel sanatlar odaklı bir eğitim programı geliştirdikleri bir proje. Kolektif, mahallenin kimliğinden ve ayrımcılık, aile içi şiddet, çocuk işçiliği ve kamusal hizmetlerin eksikliği gibi mahalleyi ilgilendiren ve acil çözüm gerektiren sorunlardan türetilen güncel sanat stratejileri içeren bir eğitim tasarısı aracılığıyla mahalle halkını bilinçlendirmek için çalışıyor. Meksikalı Jose Antonio Vega Macotela, doğrudan sosyal iletişimi bir projeye dönüştürken, sanat üretimine ilişki içerisinde bulunduğu kişileri dahil eden bir sanatçı. Sanatçı, hapishane ziyaretlerinde mahkumlarla arkadaş olarak, onlar için ‘dış dünyada’ istediklerini yerine getirme taahütü ile, onlarla zamanını takas ediyor. VICE dergisine verdiği röportajda, zaman olgusunu “kurumlar tarafından tahsis edilmiş bir olgu” olarak nitelendiren ve bizden alınarak, üretim ve dağıtım modellemesine entegre edilen, çalıştığımız zamanı maaş, boş zamanlarımızı da tüketim olarak ifşa ettiğimiz bir meta olarak gören Macotela, hapishanede geçirilen sonsuz zamanlardan bir eser üretme derdinde. Mahkum arkadaşları için yaptıklarının karşılığında, education plan consisting of contemporary art strategies. Those strategies derive from the identity of the neighbourhood and problems concerning the neighbourhood and calling for urgent solution such as discrimination, domestic violence, child labour and lack of public services. Mexican Jose Antonio Vega Macotela is an artist who includes people he is in interaction with into his art production while transforming direct social communication into a project. The artist makes friends with the prisoners during his prison visits, exchanges his time with them, giving promise of doing what they want to do in the “outer world”. In the interview he gave to the magazine VICE, he describes time as “a phenomenon allocated by the institutions” and taken from us, integrated into the production and distribution modelling, considering the time we’re working as salary and our spare time as a commodity we show as consumption. Macotela aims to create an artwork from the infinite time spent in the prison. In return for what he does for his prisoner friends, they do whatever he wants to apply as an artist. A kind of “according to the capability of everyone, need of everyone!” Meanwhile, spending his time in the most remote and ‘dangerous’ neighborhoods of Mexico City not only does he gain new lives from his imprisoned friends and new abilities from some of them, but he also enables them to reflect their feelings and experiences and share it with the outer world generally using their bodies. While this is a kind of therapy, it is also a ritual of perceiving with people, whom we share the same spaces, the lives they’re living in these spaces. Merely, in this respect, while the space is reduced to a prison scale, time is almost swelling up to an almost infinite quantity. Argentinian artist Tomás Espina, who is working on time, creates aggressive and disturbing elements with his unusual choice of materials (such as gunpowder, soot, coal etc.)and his manner as a poète maudit (cursed poet) who tackles the social riot burst out in Argentina in the post-crisis period together with the secret, irrational struggles in the individuals intelligence. Another artist Espina created artworks together at MAC/VAL in 2011 is Martín Cordiano was developing installations as part of his ongoing research regarding the concept of construction as a 49 İSTANBUL BIENALİ Martin Cordiano and Thomas Espina, 2/3 Dominio, 2011, InstallationCourtesy Afshan Almassi and MAMCO Museum, Geneva kendisinin bir sanatçı olarak uygulamak istediği ne varsa, mahkumlar da bunları yerine getiriyor. Bir nevi “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre!” Bu sırada, zamanın Mexico City’nin en ücra ve ‘tehlikeli’ mahallelerinde geçiren sanatçı, hem mahkum edilmiş arkadaşlarından yeni hayatlar, ve bazılarından yeni beceriler elde ediyor; hem de onlara, genellikle vücutlarını kullandırarak, hislerini ve yaşadıklarını yansıtma ve bunu dış dünyayla paylaşma imkanı sağlıyor. Bu bir nevi terapi olduğu kadar, bir nevi, aynı mekanları paylaştığımız kişilerle, onların bu mekanlar üzerinde yaşadıkları hayatları algılama ritüeli. Sadece, bu hususta, mekan, bir hapishane ölçeğine indirgenirken, zaman, neredeyse sonsuz bir niceliğe şişiriyor. Zaman üzerine çalışan Arjantinli sanatçı Tomás Espina alışılagelmişin dışında malzeme kullanımı ile (barut, is, kömür gibi), kriz sonrası dönemde Arjantin’de başgösteren çatışmalı toplumsal başkaldırıyı bireyin zihnnindeki gizli, irrasyonel mücadelelerle bir arada ele alan bir poète maudit’i (lanetli şairi) olarak edası ile izleyici üzerinde agresif ve rahatsız edici öğeler oluştururken, beraber MAC/VAL’de 2011 yılında eser ürettiği bir diğer Arjantinli Martín Cordiano ise hem mekan ve malzemeden, hem de insan davranışını ve doğal kabul edilen ortak anlaşmaları belirleyen, esneklikten yoksun mimari yapılara yönelik titiz bir çözümlemeden ortaya çıkabilecek toplumsal ve bireysel anlatılara dair ütopyacı bir metafor olarak inşaat kavramı ile ilgili devam eden araştırmasının bir parçası olarak enstalasyonlar geliştiriyordu. Ortak projeleri Dominio, imha ve inşa süreçlerini, bir felaket sonrası hasar görmüş bir iç mekanın tamamen yeniden yapılanması şeklinde tasarladıkları enstalasyonla ele aldılar. Ütopik bir mekansal değişimi başkalaşım derecesinde yansıtan sanatçıların işi, gene Bienal’e konuk olan ve A.I.R extension #14 artist impressions Projeleri ile, Bristol’da bulunan bir sanat merkezinin lüks apartmanlara dönüştürülürken ne gibi sığ, ve parodik öğelerle bir “iyi yaşam (the good life)” yaratılabileceğine dem vuran VERMEIR & HEIREMANS’ın video çalışmalarına da konu oluyor. Bu pratik, toplumsal algımızda TOKİ modeli dönüşüm olarak yer edindi bile. 50 utopian metaphorrelated to social and individualistic narratives. Those narratives can come out of space, material or a precise analysis into architectural structures devoid of flexibility which determine both human behaviourand common treaties accepted as normal. Their common project Dominio tackled destruction and construction processes with an installation planned as wholly reconstructing a damaged indoor space after a disaster. The work of the artists reflecting a utopic spatial change as a metamorphosis, becomes a topic for VERMEIR & HEIREMANS’s video work, too. VERMEIR & HEIREMANS’s video is also a guest at the Biennial. They discuss what kind of “a good life” can be produced while the centre of arts in Bristol is being transformed into some luxury buildings through their A.I.R extension #14 artist impressions project. This practice has found its place in our social perception as TOKİ (housing development administration of Turkey) type of transformation. Undoubtedly, Bertille Bak from France is one of the artists making the most direct references to the practice of spatial transformation. Documenting the change in Barlin district, where he spent his childhood, famous for its coal mines, through “Faire le mur”, in “Banner” series the artist orders a collective weaving task from the folks of the district during the process of Faire le mur’s documentary preparation process. Folks famous for their weaving history, make reproductions of well-known artists of that region such as Nicolas Poussin, Gericault, Willem Cornelisz Duyster. While “Safeguard Emergency Light System” tries to speak out the problems of the inhabitants of a collective housing face to face with evacuation, the artist in the series of “Urban Chronicles” documented the use of satellite dish in the buildings of Brooklyn where he dwelled for a time. He did this documentation in order to ‘map’ the living conditions of the immigrant folks as an ethnographer and thanks to his surveys directed by satellite visual systems. The traffic between the sociological research and art (or fiction) in the projects of the artist, raises the awareness of the audience regarding the dangerous and marvellous porosity of these frames. Şüphesiz ki, mekansal dönüşüm pratiğine en direkt göndermeleri yapan sanatçılardan biri, 1983 doğumlu Fransız Bertille Bak. “Faire le mur” ile, çocukluğunun geçtiği, ve eskiden kömür madenleri ile önem kazanmış Barlin bölgesindeki değişimi belgeleyen sanatçı “Banner” serisi ile Faire le mur’un belgesel hazırlanış süresince, bölge halkına kolektif bir dokuma işi ısmarlıyor. Dokumacılık geçmişi ile yer edinmiş zanaatkar halk, Nicolas Poussin, Gericault, Willem Cornelisz Duyster bölge coğrafyasının ünlü ressamlarının işlerinin reprodüksiyonunu üstleniyorlar “Safeguard Emergency Light System” Bangkok’un Din Daeng bölgesinde, yerinden edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir toplukonut halkının sorunlarına tercüman olmaya çalışırken, “Urban Chronicles” serisinde sanatçı, bir dönem yaşadığı Brooklyn’de, göçmen halkın yaşam koşullarını bir etnograf gibi ‘haritalandırabilmek’ için, uydu görüntü sistemleri ile yönlendirdiği araştırmaları sayesinde, apartmanlarda çanak anten kullanımını belgelemiş. Sanatçının projelerinin toplum bilimsel araştırma ile sanat (veya kurgu) arasında gidip gelişi, aynı zamanda izleyiciye bu çerçevelerin tehlikeli ve harikulade gözenekliliğine dair bir farkındalık kazandırıyor. Bienal’e katılan sanatçıların işledikleri konular ve eserlerinin kavramsal çerçeveleri, bir post-Gezi sanatseverini, Gezi pratikleri ile ilişkilendirebilecek ortamlar sunacak. Bir yandan Bienal’in ücretsiz giriş politikası izlemesi, belki kamusal alanı, erişilebilirlik düzleminde genişletirken, mekan tercihlerinde, bahsini ettiğimiz olgulara pek fazla vurgu yapılmadığını söyleyebiliriz. Fakat Bienal gibi sanat örgütlenmelerinin belirli lojistik gereksinimleri olduğu da malum. Bunun da ötesinde, Bienal’de Gezi pratiğini sunup sunamayacağı, biraz tanıtım, ve çoklukla da katılım boyutunda değerlendirilmeli. Bienal, Gezi olayları sonrası, zaten her iki senede bir, belli ölçüde değiştirdiği kurumsal kimliğini, 2013 yılını yansıtacak şekilde yönlendirebilir, ve bu etkinliğin İstanbul halkı, ve Türkiye sanat çevreleri ile ilişkisi üzerine vurgularda bulunabilir. For a Post-Gezi art-lover, the discussed topics and conceptual frames of the works in the Biennial will offer an atmosphere that could be correlated with Gezi practices. While the free entrance policy of the Biennial expands public space into the reachable platform, we could say that the choice of venues do not emphasise those phenomena a lot. However, it’s a fact that artistic organizations such as Biennials have particular logistic needs. Beyond this, whether the Biennial can offer Gezi practice or not should be evaluated in terms of promotion and mostly participation. After the Gezi incidents, the Biennial can direct its corporate identity, which he partly changes every two years, in a way that would reflect the year 2013 and makes emphasis on the impact of this event’s on inhabitants of İstanbul and Turkey’s art milieux. Since Gezi incidents, as we also started to often speak out in the urban forums, the question “Who does the Biennial belong to?” can be tackled as a “public value” too. We’ve started to examine various actors and social, political and economic phenomena while looking for a response to this question. That’s why the question how will the visitors see the curatorial selection of the Biennial through the post-Gezi perception, is more important. Although İstanbul Biennial is a part of the international art network, its visitors comprise of people who stood side by side in Gezi and gathered in the following platforms. Maybe the visitors of this year’s Biennial will also create that big mosaic spoken out at Gezi. This depends more on how the Biennial positions itself rather than which works will the participating artists exhibit. Gezi olayları ve onu takiben, kent forumlarında sık sık dile getirmeye başladığımız ve artık yanıtını ararken farklı aktörleri ve sosyal, politik ve ekonomik olgularını da irdelediğimiz “Bienal kime ait” sorusunu, artık “bir kamusal değer” olarak ele alma şansına da sahibiz. İşte bu yüzden de, Bienal’in oluuşturduğu küratoryel seçkinin, ziyaretçilerdeki post-Gezi algısıyla nasıl izleneceği sorusu belki de daha önemli. İstanbul Bienali uluslararası sanat ağının bir parçası da olsa, ziyaretçileri ekseriyetle, Gezi’de yanyana durmuş ve sonrasındaki oluşumlarda birlikte olmuş kitleler. Belki bu seneki Bienal’in ziyaretçileri de, Gezi’de dile getirilen o büyük mozaiği yaratır. Bu da Bienal’e katılacak sanatçıların hangi işleri sergileyeceklerinden ziyade, Bienal’in kurum olarak kendini nasıl konumlandırdığına bağlı olacak. Liliana Maresca Secondary School Project, 2012 Approximately 20 min, Courtesy Liliana Maresca Secondary School Project 51 Fulya Erdemci Kamusal Alanın Dönüşümü Fulya Erdemci ile söyleşi In conversation with Fulya Erdemci 13. İstanbul Bienali’nin küratörü Fulya Erdemci, Gezi süreciyle birlikte İstanbul’da kentsel kamusal alandaki sosyal dönüşüm hakkında ‘’İstanbul’da şu an yaşananlar destansı nitelikte ve kesinlikle herhangi bir sergi veya sanat etkinliği ile karşılaştırılamaz boyutta’’ diyor. Fulya Erdemci, the curator of 13. Istanbul Biennale, on the transformation of the public space in Istanbul: ‘’Current experiences in Istanbul are so heroic and larger than life and really not comparable with any exhibiton and art activity.’’ Kamusal alanda sanat ile ilgili pratiğinizin ilk dönemlerine baktığımızda, 2002 yılında ilki Nişantaşı’nda, 2005 yılında ikincisi Tünel – Karaköy hattında küratörlüğünü gerçekleştirdiğiniz Yaya Sergileri’ni görüyoruz. 2000’lerin başından bugüne, Türkiye’de kamusal alanda sanatın üretimi ve algılanma biçimi olarak değişen nedir? 2002 yılında birincisini ve 2005’te de ikincisini gerçekleştirdiğimiz İstanbul Yaya Sergileri, kentsel kamusal mekan problematiklerine ve neo-liberal kent politikaları doğrultusunda gerçekleşen kentsel dönüşümlere odaklanmaktaydı. İstanbul Yaya Sergileri’nin ikincisinin kavramsal çerçevesinde belirttiğimiz gibi sergi, “hızla değişen, farklılaşan ve yeni anlamlara dönüşen bir dünyada, küreselleşmenin merkezleri olan kentlerin mercek altına alınarak, sosyal, kültürel ve kentsel müdahalelerin sivil inisiyatif, kamu ve yayanın talepleriyle belirlenmesini hedeflemektedir. Küresel ölçeğe karşı insani ölçeği ön plana çıkararak, kamusal alanın farklı sosyal sınıf ve grupların ortak yaşam alanı olarak dönüşümünü” ön görmekteydi. Bu anlamda Yaya Sergileri, 90’larda başlamış olan kentsel dönüşüme karşı da bir farkındalık yaratmayı hedefliyordu. Ama kentsel dönüşüm bu dönemlerde daha çok planlama düzeyinde olduğu için kamusal alan problematiği ve kentsel dönüşüm bugünkü kadar İstanbulluların yaşamını doğrudan etkileyen, gergin ve sıcak bir tartışma konusu değildi. Bugün sürmekte olan yaklaşık 48 dev dönüşüm projesinin müzakereye yer vermeyen bir biçimde yukarıdan kararlarla uygulandığı ve bunun sonuçlarının adaletsiz şiddetli bir tecrübe olarak yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu anlamda, ciddi bir hassasiyet, kentte birikmiş bir öfke ve sertleşmiş bir tepki var. Bu da kamusal mekanlarda yer alan her projenin bu gerginlik ve öfke süzgecinden geçerek algılanmasına yol açabilir diye düşünüyorum. 52 When we look at the early years of your practical about art at public space, we can see Pedestrian Exhibitons which you carried out as curator at 2002 in Nişantaşı firstly and secondly at line of Tunel-Karakoy. What is the difference as art making at public spare in Turkey and its perception by from the top of years 2000? The Pedestrian Exhibitions that we carried out at 2002 firstly and 2005 secondly, have been focused on place problematics and urban transformation that occurs in acoordance with neo-liberal city policies. As we mentioned on conceptual framework of second Istanbul Pedestrian Exhibitions, exhibition targets to determine the social, culturel and urban interventions with demands of civil initiative, community and pedestrian, at world that rapidly changing, differentiating and transforming to new means by holding under a microscope the cities which are center of globalization. By bringing humanitarian criterion into the forefront against global criterion, it has foreseen to transformation of the public space as a common life space of different social class and groups. In that means, Pedestrian Exhibitons target to create an awareness anti urban transformation which starts at 90’s. But as public transformation was planning level that period, public space problematic and urban transformation was not a matter of intense and caustic debate which affects life of Istanbulites directly like today. Consequentl, more comfortable perception and experience process and it functions effectively. We pass through period at which approximately 48 transformation projects carry out with top-down decisions by not including negotiation and in this period conclusions of that have been experienced with unfair violence. In that means, there is a critical sensibility, accumulated anger and hardened reaction at city. I think that this situation can cause to be perceived every project at public spaces by filtering of that anger and tension. Bienal’in bu yılki kavramsal çerçevesinin kamusal alana dair meselelere odaklanmasının, Gezi olaylarından sonra bir soru işaretine dönüştüğünü gördük: Bienal yapılacak mı? Kamusal alana dair söylenecek her şey Gezi’de söylendi, şimdi sanat Gezi’nin gölgesinde mi kalacak gibi sorular bunlardan bazıları. Siz ise bu süreci yaşamış olmaktan dolayı kendinizi şanslı gördüğünüzü söylemiştiniz, bir konuşma sırasında. Siz bu süreç sonrasında küratör olarak ne nasıl bir dönüşüm yaşadınız ve yaşıyorsunuz? İstanbul’da şu an yaşananlar destansı nitelikte ve kesinlikle herhangi bir sergi veya sanat etkinliği ile karşılaştırılamaz boyutta. Hepimiz şaşkın, coşkulu ve yeniden ümit doluyuz. Önceleri yalnızca bir ihtimal olan söz konusu “kamusal alan” öyle bir yaratıcı enerjiyle açıldı ki, sokaklar konuşmaya, şarkı söylemeye, dans etmeye, yürümeye ve etkileşime geçmeye başladı. Gezi işgalinin doğurduğu kolektif, anonim ve öz-örgütlemeli yaşama ve hareket kapasitesi ve sonrasında mahalle parklarında süregelen forumlar bize farklı, hatta birbiriyle çelişen dünya görüşleri ve pratiklerin nasıl beraber var olabileceği ve hareket edebileceğini öğretti, öğretmeye de devam ediyor. Bu anlamda, Gezi deneyimi kısa bir süre için de olsa mikro ölçekte bienalin kavramsal çerçevesinde sorduğu We realized that conceptual framework of this year’s Bienal has focused the subjects about public spaces and this has turn into question mark after events of Gezi: Will Bienal be take place? All the things about public places have been said at Gezi. Will art be in Gezi’s shadow? These questions are some of them. But you had said that you count yourself lucky during one conversation. how was your transformation after this process and now? Current experiences in Istanbul are so heroic and larger than life and really not comparable with any exhibiton and art activity. All of us are astonished, excited and inspried with hope again. Aforementioned public space that was a possibility in advance has opened out with such a creative energy that streets began to talk, sing, dance, walk and interact with everything. The capasity of movement and collective, anonymous self-organization life that Gezi occupation gives birth and forums that ongoing at street parks teach to us that how can be exist different and even contradicting worldviews together and continue to teach. In that means Experience of Gezi put into place this utopic question which in Bienal’s conceptual frame ask even microscopically. In this sense, realizing that conceptual frame and exhibition have asked appropriate and right time make me really Fotoğraf / Photo: Manuel Çıtak 53 bu ütopik soruyu tecrübenin alanına soktu. Bu anlamda kavramsal çerçevenin ve serginin yerinde sorular sorduğunu ve doğru zamanlama içerisinde olduğunu görmek doğal olarak beni çok sevindirdi. Ama Gezi’de gördüğümüz bu tekil olguyu, evrensel boyutta, bir sistem olarak düşünebilir miyiz sorusu hala geçerli. Bunun da ötesinde, sanatın yaşamın kendisine dönüştüğü ütopik bir dünyada yaşamadığımızı ve Gezi’nin bir deneyim ve mücadele sürecini başlattığını ama bu sürecin dondurulup kemikleşmiş bir söyleme dönmemesi ve devamlılığı için, düşünsel ve sanatsal araçlarla açımlanıp anlamlandırılmasının hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum. Gezi öncesi ve sonrası – yaşamakta olduğumuz süreç - diye bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Gezi sonrası, şimdi, sizce sanat nereye doğru evrilir, Gezi sanata dair ne gibi soruları sordurur, neleri sorgulatır? Öncelikle şunu hatırlatmak isterim, Gezi bir günden diğerine kendi kendine olmadı: okuduğumuz kitapların, bizi etkileyen filmlerin, gündeliğin içinden bize başka bir dünyanın deneyimini veren sanat eserlerinin, belleğimizde yer eden derslerin, bizi dönüştüren sohbetlerin, hepsinin Gezi’yle birlikte ortaya çıkmakta olan kültürde payı olduğunu düşünüyorum. Gezi tarihi bir eşik. Öylesine radikal bir tecrübeden geçtik ki artık hiç bir şey eskisi gibi devam edemez. Sanata gelince, öncelikle içinde yaşadığımız kapitalist sistemin bir parçası olarak işleyen Sanat Dünyası’nın ciddi bir eleştiriden geçeceğine inanıyorum. Hem sanatın üretim biçimleri ve ilişkilerinin sorgulandığı hem de dağıtım ve paylaşım koşullarının ele alındığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bugüne kadar verili teorik ve pratik yapılanmalarla ortaya koyduğumuz eleştirel tavrın ortaya çıkmakta olan yeni paradigmayla birlikte eleştiriden geçip baştan aşağıya değişeceğine inanıyorum. Sanat dünyasına her yıl eklemlenen genç sanatçıların öz-örgütlenme pratiklerini geliştirerek üretimlerini paylaşacakları farklı yapılanmalar ortaya koyacaklarını, ayrıca, sanat pazarı ve kurumlarının da kendilerini sorgulayarak, yeni formatlara alan açacaklarını düşünüyorum. Gezi öncesi ve sonrası dönem Bienal’e seçilen işlerin değerlendirilmesini nasıl etkiledi? Aynı şekilde, bu kadar kısa sürece sanatçılar işlerinde değişiklik yaptılar mı? 13. İstanbul Bienali için, Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Tarlabaşı Bulvarı, Karaköy ve Sulukule mahallesi gibi kentteki en tartışmalı -ve de bienalin varlığıyla soylulaştırma tehlikesi olmayan- kentsel mekanlara odaklanmıştık. Gezi’den önce sergiyi yapılandırdığım sırada, sokaklarda gerçekleşen spontane, protest sanatsal eylem ve performansları sipariş etmek veya sergiye dâhil etmek gibi bir niyetim yoktu; çünkü bu tür sanatsal aksiyonların tepki verdikleri kurumsal çerçeve tarafından ehlileştirilmemesi gerektiğini düşünüyordum. Ancak, hâlihazırda bu tür çalışmalar varsa, belirli bir çerçevenin içine sokmadan onlara işaret etmenin mümkün olduğu kanısındaydım. Buradan hareketle, kentsel kamusal mekanlardan çekilme eylemiyle, yani varlığı yoklukla imleyerek, Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladık. Kentsel kamusal mekanlardan çekilmemiz, mekan konusunda önemli bir soruna da yol açtı ama Arter ve Salt Beyoğlu gibi sanat kurumlarıyla ve 5533 gibi bir sanatçı inisiyatifiyle kısa sürede işbirlikleri geliştirerek, bu sorunun üstesinden gelebildik. Ayrıca, kamusallık kavramını yeniden düşünmeyi öneren bu bienalin herkese açık olmasını baştan beri arzu ediyorduk. Ama Gezi sonrasında kentsel kamusal mekanlardan çekilme kararıyla, kavramsal çerçeveyle örtüşen bir kamusallık yaratabilmek adına bienalin bu edisyonunu ücretsiz yapmayı başardık. Bu süreçte, sanatçıların Gezi direnişine yanıt veren yeni işler üretmesini ya da bu konuya işaret etmesini istemedim. Henüz içinden geçmekte olduğumuz bir süreçle ilgili iş üretmek için biraz erken olduğunu düşünüyorum, prematür sonuçlar doğurabilir. Ama zaten bu bienalin kavramsal çerçevesi simyevi bir biçimde Gezi direnişindeki temel soruları açımladığı için ve sanatçı ve yapıtların seçimleri bu minvalde gerçekleştiği için bir çok sanatçının işleri Gezi’den çok önce üretilmiş olmasına rağmen, Gezi’yle ilişkili görülebilir. happy. But the question that can we think this singular phenomenon as a universally and as a system is stil valid. Beyond this, I think that we don’t live in a utopic world at which art transforms to real life and Gezi has start a process of experience and struggle but it is critically important of giving meaning with intellectual and artistic means for permanence of this process and not to turn back to confirmed expression. We pass through a historical process as before and after Gezi. Now, after Gezi, How art will evolve? Which questions will bring forth about art with Gezi? Firstly, I want to remind that; Gezi didn’t come into existance in a one day. I think that boks that we read, films which affect us, art works that give us experience of another world from ordinary life, courses which leave a mark in our memory, conversations which tranform us, all these things contribute generated culter that exist with Gezi. Gezi is a historical step. We experienced so radically that nothing will be as before. As for art, firstly, I believe that Art World that running as part of capitalist system in which we live, will be exposed serious criticism. We have entered period in which both interrogate the art manufacturing types, relations and discuss conditions of distribution and sharing. And I believe that critical attitude that we put forward with given theoretic and practical settlement by now, will be change entirely in occurance with generated new pradigm. I think young artists will develop their self-organization practices and find new ways for share their productions. Besides, art markets and foundations will allow for new formats by making selfquestioning. How the process before and after Gezi affected to judgement of works? Similarly, Did the artists make changement in their Works in such a short time? We had focused on public spaces like Gezi Park, Taksim Square, Tarlabaşı Boulevard, Karaköy and Sulukule Quarterwhich are the most controversial and have no danger of gentrification with Bienal. During consisting time of exhibition before Gezi, I have no intend to order or include the sponteneously and protest artistic action and performances at streets because I believed this kind of artistic actions must not be tame by institutional frame that they are against. But I think that ıf there are some available works, it possible to indicate without putting a certain frame. Starting from this, with action of retreat from public spaces, namely indicating existance with absence, we aimed to support by underlining the public forums and creative actions which come up at area of freedom that opening with resistance of Gezi. Our retreat from public spaces caused important trouble about space but developing collacoration with art foundation like Arter and Salt Beyoğlu and artist initiative like 5533 in a short time, we could handle with this problem. In addition, we want that this Bienal which suggest to think again about publicity is free for all. But after Gezi, with decision of retreat from public spaces, in behalf of create publicity overlapping with conceptual frame, we achieved to make free this edition of Bienal. In this process, I didn’t want that artists produce new Works respond to the resistance of Gezi or indicate this subject. I think that early for producing works about process in which we pass through. But anyway, conceptual frame of this Bienal expounds basic problems at Resistance Of Gezi and choosing artists and Works occurs in this way. Although Works of artists had been produced before Gezi, it can be seen related with Gezi. A D K 54 ice ilan tas..i ANTONIO COSENTINO • MUSTAFA PANCAR • GÜL ILGAZ • ÖZGÜR KORKMAZGİL DİDEM ÜNLÜ • MARIA PAPADIMITRIOU • SIMEON STOILOV • JUAN DEL GADO • YENİ ANIT KÜRATÖR/CURATOR FIRAT ARAPOĞLU | 17 EYLÜL / SEPTEMBER - 26 EKİM / OCTOBER 2013 Gayrettepe Mah. Hoşsohbet Sk. Selenium Panorama Residence, Mağaza 1 Gayrettepe -İstanbul 0212 356 10 53 – 55 • 0212 270 70 64 Pazar hariç her gün 10.00-19.00 / Mon. to Sat. from 10 am to 7 pm. 55 ice ilan tas..indd 1 03.09.2013 18:40 Allan Sekula ve ‘Balık Hikayesi’ Allan Sekula and the ‘Fish Story’ Murat Germen Allan Sekula’nın “Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. Kasım 1993” adlı eseri, yolda olmanın verdiği özgürlük hissi ile kapitalizmin güç ve kontrol sevdası arasında gidip gelen bir ruh halini aktarmak ister gibidir. Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. November 1993’ seems like it is trying to convey a mood alternating between the feeling of freedom given by being on the road and passion of power and control found in capitalism. Bazı eserler ilk görüşte insanı aniden etkilerler ve hafızaya çakılı kalırlar, unutmazsınız. Son zamanlardaki görüntü bolluğunu hesaba katarsak, hafızalarda çakılı kalabilen imgelerin içeriksel ve/veya estetik düzlemlerde başarılı olduklarını varsayabiliriz. Allan Sekula’nın “Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic, Kasım 1993” adlı eseri benim için böyle bir eser. Sanatçının 1988 ve 1994 yılları arasında New York, New Jersey, Rotterdam, Los Angeles, Hong Kong, Seul, Barselona, Gdansk, Glasgow, Londra, Newcastle-upon-Tyne, Pusan, San Diego, Ulsan, Veracruz, Vigo ve Varşova gibi kentlerin endüstriyel limanlarında gerçekleştirdiği “Fish Story” başlıklı çalışma ve araştırma; bu kentlerin tarihî, sosyopolitik, estetik ve edebî bağlantılarını küresel ölçekte keşfetmek üzere düşünülmüş. Çalışma kapsamındaki büyük sergiye dahil edilen bu fotoğrafın, benim bu derece ilgimi çekmesinin iki nedeni olduğunu sanıyorum. Birincisi İstanbul Modern’de 2010 yılında açtığım “Yol” adlı sergi (ki yazının sonuna doğru kavram metninden alıntı yapacağım), diğeri ise şu an artık mevcut olmayan Garanti Galeri’de 2005 yılında açtığım “İkon olarak endüstri: Endüstriyel estetik” adlı sergi. Bu sergi için Harem’deki limana girmiş, orada fotoğraf çekmiş, konteyner yığınlarının ve yükleme kolaylığı için aralarında bırakılan boşlukların oluşturduğu kent suretinden çok hoşlanmıştım. Burada çektiğim fotoğrafları en kısa zamanda sergilemeyi planlamakla birlikte, halen bir esere dönüştürmüş değilim fakat herhangi bir yerde konteyner gördüğümde bu kendine has dünyaya ilişkin heyecanım depreşiyor. Sekula’nın bu eserini gördüğümde heyecan duymamın ve belleğime unutmamacasına yerleştirmemin önemli nedenlerinden birisi bu olmalı. Fotoğrafa tekrar bakıyorum: Açık deniz ortasında seyreden bir gemi söz konusu ve konteynerler hiç de karada durdukları gibi “yerleşik, sağlam” durmuyorlar, hatta gayet “emanet” bir halleri var. İlerideki bulutlar güçlü 56 Some works influence you immediately at first sight and stay imprinted on your memory, you cannot forget about them. Taking the recent abundance of images into account, we can reckon the images leaving an indelible imprint on memories as succesful ones in terms of content and/ or aesthetics. In my opinion, Allan Sekula’s work “Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. November 1993” is such a work for me. The work and survey titled “Fish Story” conducted by the artist between 1988 and 1994 in the industrial harbors of cities such as New York, New Jersey, Rotterdam, Los Angeles, Hong Kong, Seul, Barcelona, Gdansk, Glasgow, London, Newcastle-upon-Tyne, Pusan, San Diego, Ulsan, Veracruz, Vigo and Warsaw aims discovering the historical, sociopolitical, aesthetical and literary connections among these cities on a global scale. This photo which has been involved in the big exhibition as part of the work has considerably took my attention. I assume that there are two reasons behind this. One of them is the exhibition of mine titled “Road”, held at İstanbul Modern in 2010 (I am going to include a citation from the conceptual text of the exhibition towards the end of this article), and the other one is my exhibition titled “Industry as an icon: Industrial aesthetics” held at Garanti Gallery, which does not exist any more, in 2005. I went into the harbor in Harem for this exhibition, took photos; I liked the city appearance created by the bulks of containers and the aisles left for the ease of loading. While planning to display those photos as soon as possible, I haven’t been able to turn them into a work yet. Yet, whenever I encounter a container somewhere, my enthusiasm towards this sui generis world is triggered. This must have been one of the reasons why I feel excited when I see this work of Sekula and make it imprinted on my mind. Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic, Kasım / November 1993, From the series, Fish Story serisinden bir fırtınanın haberini veriyor gibiler ve bunun yarattığı bir tedirginlik söz konusu. “Gemi yüksek dalgalarla karşılaşırsa konteynerler düşer mi, onun da ötesinde gemi batar mı?” gibi olası soruların yarattığı bir tekinsizlik hissi var. Bu safhada Sekula’nın bu çalışma ile ne gibi bir kavramsal çerçeve çizdiğini anlamaya çalışmakta fayda var. Çeşitli malların, paranın, bilginin ve gücün küresel değişimi ve hareketi kapsamında, Sekula; panoramik deniz manzaraları, denizcilik cihaz ve taşıtlarının yakın plan görüntüleri, kargo konteynerleri, ambarlar, yelkenciler ve tersane işçilerini kaydetmiş. Gelişmiş kapitalist dünyanın coğrafyalarında süregiden seyahatlerde çekilmiş bu fotoğrafa bakarken “gemi batarsa kapitalizm de batar mı?” gibi eleştirel bir soru geliyor kulağıma derinlerden. Öte yandan, Sekula’nın olağana bir güzelleme yapmayı amaçladığı da söylenebilir. Küresel ekonominin işleyiş süreci içinde bu yolculuklar rutin sayılan gündelik olaylarken; sanatçının bunu bize aktarım biçim, bağlam ve herkese nasip olmayacak kişisel tanıklığı bunu özel, biricik bir olay haline getirmeye yetiyor. Olağana güzelleme şahsen çok ilgi duyduğum I’m looking at the photo once more: A boat cruising in the open sea and the containers are not looking “settled and sturdy” as they looked on the land at all; instead, they look rather “escrowed”. The clouds we see beyond are seemingly messengers of a powerful storm and there is tension in the air caused by the upcoming storm. There is a feeling of uncanny caused by the questions such as “If the boat runs into extreme waves, will the containers fall or which is worse, will the boat sink down?” At this stage, it would be beneficial to make an effort to understand what kind of a conceptual framework Sekula constructs through this work. In the scope of the global exchange and movement of various goods, money, knowledge and power, Sekula recorded panoramic sea views, close shots of marine devices and vessels, cargo containers, warehouses, sailmen and dockers. While looking at this photo which was taken during ongoing cruises in the geography of developed capitalist world, a critical question such as “Will capitalism also sink down when the boat sinks down?” comes to my mind from afar. 57 bir yönlenme, bu yüzden sanatçı beyanımın belli bir bölümünü bu tavır oluşturuyor. Olağana odaklanıp, onun alışagelinmiş algısını değiştirerek yeni bir idrak önermek bu tavrın merkezine oturuyor. Buradan tekrar endüstriye atlamak gerekirse, sanayi yapılarında bulacağımız ve anonim bir boyut taşıyan kendine has makine estetiğinin de Sekula’nın ilgisini çektiğini düşünüyorum. Benzer mecralarda dolaşan konstrüktivist anlayışa bağı ise Lawrence Rinder çok isabetli bir şekilde kuruyor: “Hem stilistik hem de tematik olarak Sekula’nın işlerinde; Sergey Eisenstein’ın, Rus Devrimi esnasında bahriyedeki ayaklanmayı konu edindiği 1925 tarihli klasiği ‘Potemkin Zırhlısı’ filmindeki öyküsel ve şiirsel görselliğin yansımasını görmek olası.” Sanatçının kendisi ise işlerine dair şu sözleri sarf ediyor: “... Gilles Deleuze; Amerikalı yazar Herman Melville’in Moby Dick adlı romanında tasvir ettiği anlamda bir ‘gemi’nin; düzen ve düzensizliğin, kontrol ve kaosun buluşma noktası olduğunu öne sürer. Sistemsel olarak bakıldığında, gemi bir düzen, bir kap numunesidir. Görüngübilimsel boyutta ise gemi bir labirent, ürkütücü bir cinnet vesilesi, klostrofobi, körlük ve boğulmadır. İlk tahayyül kaptanınkidir, sonraki de mürettebatın. Ancak kaptan da bir insandır ve kendisi kaosa sürüklenmeye meyilliyken, mürettebat da ayaklanarak müştereken özerk bir yapıya yükselme eğilimi içinde olabilir. O halde, gemi hem kendi içine kapanmış mekânsız bir heterotopik uzam, hem de aynı zamanda denizin sonsuzluğuna teslim olmuş rekabetçi bir güç aracı, bir savaş makinesidir.” 1970’lerden bu yana Sekula, belgeci fotoğrafın herhangi bir ideolojik ithaf olmadan gerçeği yansıtıyor olduğu iddialarına en çok karşı çıkanlardan birisi oldu. Post-strüktüralist ve post-modernist teorilerin etkisini göz ardı etmeyen fotoğrafçı, belgeci fotoğrafın mucizevi gerçeklik vaadini, “naif görenekçilik” olarak adlandırdı. Fotoğrafın özündeki anlamın ancak çeşitli sunum ve kullanım bağlamları çerçevesinde değerlendirilebileceğini öne sürdü. Gerçekçiliği geçersiz bir yaklaşım olarak gördü. On the other hand, it could be inferred that Sekula aimed at praising “the ordinary”. While these journeys are daily incidents considered routine within the proceeding process of the global economy; the way that the artist conveys this to us, the context, and his personal witnessing turns it into a special, unique incident. Praising the ordinary is a tendency in which I’m personally quite interested; that’s why a particular part of my artistic manifestation is made up of this attitude. Offering a new comprehension by focusing on the ordinary and changing its usual perception is at the centre of this attitude. If it is necessary to jump to industry again, I think Sekula is interested in the partially anonymous and sui generis machine aesthetics that we can find in the industrial structures. Lawrence Rinder quite incisively links it to the constructivist understanding which wander around similar media: “In Sekula’s works, it’s possible to see both stylistically and thematically the reflection of narrative and poetic visuality found in the 1925 production classic movie “Battleship Potemkin” by Sergey Eisenstein, which tells the story of the riot in the navy during the Russian Revolution.” The artist mentions his works as follows: “... Gilles Deleuze puts forward that a ‘boat’ in the sense described by American author Herman Melville in Moby Dick is a meeting point of order and disorder, control and chaos. Examining systematically, boat is a sample of order, a container. However, considering phenomenologically, boat is a labyrinth, a creepy reason for amok, claustrophobia, blindness and drowning. Former imagination is the one of the captain, the later is the one of the crew. However, the captain is also a human being and while he tends to be dragged into the chaos, the crew might also be in a predisposition towards rising up to a jointly autonomous structure by staging a revolt. This being the case, the boat is both a heterotypical space without location, retired into its own shell and a competitive means of power, a war machine which surrendered in to the infinity of the sea.” Sekula has been one of the people who opposed to the claims that documentarist photography reflects reality without any ideological Still from The Forgotten Space, 2010 A film essay by Allan Sekula & Noël Burch 58 Çağdaş fotoğrafa yön veren mihenk taşlarından birisi olarak değerlendirebileceğimiz Allan Sekula’nın “Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. Kasım 1993” adlı eseri şüphesiz ki turistik bir yolculuğu belgelemez. Yolda olmanın verdiği özgürlük hissi ile kapitalizmin güç ve kontrol sevdası arasında gidip gelen bir ruh halini aktarmak ister gibidir. Yazıyı bitirirken, “Yol” sergisi konsept metninden alıntı yaparak süreci daha olumlu bir yere taşımak istiyorum: “Şimdiye kadarki yaşamımda beni en çok rahatsız eden konulardan biri; insanın her daim mevcut konumunu, yaşam biçimini, politik görüşünü, ait olduğu çeşitli grupları bir makam ve tahakküm aracı olarak kullanması oldu. Azınlık konumunda olanların bile, haklı bir mücadele sonrasında gücü ellerine geçirdiklerinde, mağrur ve bağımsız azınlıklar olarak kalmayı tercih etmek yerine, ellerindeki güçle yetinmeyip çoğunluk olmayı arzuladıklarını gördüm sıklıkla; insanların sistemleri yıkmak istemelerinin tek nedeninin kendi sistemlerini inşa etmek olduğunu gördüm hayal kırıklığı ile. Bağımsız kalmayı tercih eden bireylerin ise asilikle, aksilikle, dik başlılıkla suçlandığını tecrübe ettim. Yolda olmak beni bu yükten, sıkıntıdan, cendereden, sınıflandırmadan kurtarır; bağımsız hissetmenin en etkin, heyecan verici, keyifli, devingen yoludur yolda olmak… Yol bize bulmayı öğretir ya da bulduğumuzu sandığımızdan kurtulabilmeyi. Yola çıkmadıkça bulma, kurtulma şansımız daha az olur; hayatı değiştirebilecek rastlantılar ancak yoldayken karşımıza çıkar. Yoldayken bulduklarımızla yola çıkmadan önce yapılan planlar değişebilir, bu yüzden de yol aslında yürürken oluşur. Yolunu gözlediğiniz çıkar yolu keşfetmenin yollarından biri yola çıkmaktır…” attribution. Not ignoring the influence of the post-structuralist and postmodernist theories, the photographer renamed the miraculous promise of reality by the documentarist photography as “naive conventionalism”. He suggestted that the essential meaning of the photography can only be evaluated within the frameworks of various presentation and utilisation contexts. He considered realism an invalid approach. Who can be considered one of the benchmarks of contemporary photography, Allan Sekula’s work titled “Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. November 1993” does not provide evidence for a touristical journey, undoubtedly. It seems like it is trying to convey a mood alternating between the feeling of freedom given by being on the road and passion of power and control found in capitalism. While ending my article, I would like to carry the process into a more positive status by quoting a passage from the conceptual text of the show “Road”: “One of the issues that has most disturbed me in my life so far is people’s always using their status, life style, political opinion and the various groups they belong to as a means of position and domination. I’ve often seen that even the ones in the position of minority, gaining power after a rightful struggle, long for being majority instead of settling for the power in their hands and preferring to stay as independent minorities. I’ve been disappointed upon seeing that the reason behind people’s wish to demolish the system is to build up their own system. I’ve experienced that people preferring to stay independent have been accused of being rebellious, ill-tempered and stubborn. Being on the road sets me free from this burden, boredom, pressure, classification; being on the road is the most active, exciting, jolly, dynamic way of feeling independent... Kaynaklar: - Allan Sekula, “War Without Bodies,” Artforum, Kasım 1991, s. 107. - Hilda van Gelder ve diğer., “A Debate on Critical Realism Today”, 2006, s. 125. - https://smmoa.org/programs-and-exhibitions/allan-sekula-fish-story/ - http://www.wdw.nl/event/allan-sekula-fish-story/ - http://www.tate.org.uk/research/publications/tate-papers/production-view-allansekulas-fish-story-and-thawing-postmodernism The road teaches us either to find or to get rid of the ones we think we have found. We have a slighter chance of finding or getting rid of unless we take the road; we come across coincidences that will change our lives only on the road. The plans we make before taking the road can change upon the ones we find on the road; that’s why the road comes into being while we’re walking on it. One of the ways of discovering the ‘way out’ you’ve been waiting for is taking the road...” References: - Allan Sekula, “War Without Bodies,” Artforum, November 1991, page 107. - Hilda van Gelder etc., “A Debate on Critical Realism Today”, 2006, page 125. - https://smmoa.org/programs-and-exhibitions/allan-sekula-fish-story/ - http://www.wdw.nl/event/allan-sekula-fish-story/ - http://www.tate.org.uk/research/publications/tate-papers/production-view-allansekulas-fish-story-and-thawing-postmodernism 59 Despair: Şükran Moral Metanoia: Valie Export Burcu Fikretoğlu VALIE EXPORT, Justizpalast #4, 1982 - 124.5 x 184.5 cm, Unique Körperkonfiguration / Body Configuration series Siyah Beyaz Fotoğraf / B&W Photograph 60 Galeri Zilberman iki gelenek dışı performans sanatçısının eserlerinden oluşan bir sergiyle karşınızda: Şükran Moral ile VALIE EXPORT’tan “Despair & Metanoia”. Şüphesiz ki sergi iki sanatçının ortak kaygılarına dikkat çekiyor. İki sanatçının da vücudu resmetme biçimleri coğrafi bakımdan birbirinden uzak olan iki kadının ana fikrinin evrenselliğini vurgulayan küratöryel bir anlayışla bir araya getirilmiş. Galerie Zilberman presents a twoperson exhibition by two unconventional performance artists, Şükran Moral and VALIE EXPORT: “Despair & Metanoia” The exhibition undoubtedly draws the attention to the common concerns of both artists and the way they portray the body is curatorially juxtaposed in such a manner that highlights the universality of the subject matter of the two geographically distant women. Kadınlar üzerindeki hetero-normatif, ataerkil ve dini baskıları tehdit eden kışkırtıcı performanslarıyla tartışma yaratan Moral, aynı zamanda akıl hastaları, çocuklar ve göçmenler gibi toplumsal güçten yoksun diğer gruplar ile de alâkadar. Serginin en önemli parçalarından birisi sergiye ismini veren “Despair” (“Ümitsizlik”) isimli eser olacak. “Despair”, Şükran Moral’ın, bir gemide kollarına ve başlarına renkli, küçük kuşların tünediği bir grup yasadışı erkek göçmene odaklandığı en önemli eserlerinden. Bizlere sunacağı bir diğer çarpıcı imge ise kendisinin yarı çıplak bir otoportresi. Bu otoportrede Moral, sanatın kutsal değerlere saygısızlığı, kurban edilen sanatçı ve feminizmin daima mücadele ettiği fallus merkezli tanrı imgesi hakkında sorular ortaya atacak biçimde bir çarmıh üzerinde konumlandırılmış. Performans Performanssanatının sanatınınyanı yanısıra sırafilm filmalanında ksunda da bir öncü olan 1940 doğumlu VALIE VALIEEXPORT, EXPORT,savaş savaşsonrası sonrasıdönemin döneminenenönemli önemlifeminist feministsanatçılarından sanatçılarından birisidir.birisidir. Kariyerine, feminizm ile avangardın henüz henüz kuramsal ifadelerini Kariyerine, feminizm ile avangardın kuramsal ifadelerini bulmamış olduğuolduğu bir dönem olan 1960lı yılların yılların ortalarında başladı. İsmini bulmamış bir dönem olan 1960lı ortalarında başlamıştır. Waltraud Hollinger’den büyük harflerle yazılan VALIE EXPORT’a İsmini Waltraud Hollinger’den büyük harflerle yazılan VALIEçevirdikten EXPORT’a sonra Otto Mühl,sonra Günter Brus ve Günter Rudolf Schwarzkogler radikallerle gibi çevirdikten Otto Mühl, Brus ve Rudolf gibi Schwarzkogler birlikte Viyanabirlikte performans sahnesine Bedenini sanatının radikallerle Viyana sanatı performans sanatıkatıldı. sahnesine katılmıştır. Bedenini merkezine yerleştirmesinin yanımerkezine sıra EXPORT, sanatının yerleştirmesinin yanı sıra EXPORT, Moral, who has been causing controversy with her provocative performances that threaten the hetero-normative, patriarchal and religious pressure on women is also concerned with other groups who lack societal power such as the mentally-ill, children and immigrants. A centerpiece of the exhibition will be “Despair” naming the show. “Despair” is one of her crucial works in which she focuses on a group of male illegal immigrants on a boat with small coloured birds perching on their arms and heads. Another striking image she will present us will be her semi-nude selfportrait where she is positioned as if on the cross bringing about the questions of profanity of art, the victimised artist and of the phallocentric image of god which feminism has always struggled with. VALIE EXPORT, born in 1940, a pioneer in the use of film as well as performance art, was one of the most important feminist artists of the post-war period. She started her career in the mid-1960’s at a time when feminism and the avant-garde had not yet found their theoretical expression. Having changed her name from Waltraud Hollinger to VALIE EXPORT in Capital letters, she joined the world of Viennese performance art with extremists as Otto Mühl, Günter Brus and Rudolf Schwarzkogler. EXPORT, besides placing her body in the centre of her art, was openly a feminist, and her main concern was the politicization of the private sphere 61 aleni bir feministti ve temel meselesi özel alan ile kadın bedeninin medya temsilleri bakımından politize edilmesiydi. Kısa süre sonra performanslarını kaydetmeye başladı. Neredeyse kırk yıl süren aktif döneminden, yani 70lerden başlayarak günümüze kadar uzanan süre zarfında 29 adet performans videosunu içeren “Metanoia”’yı bu sergide görme fırsatı bulacağız. “Metanoia” sözcüğü Yunancada “ötesinde” veya “sonrasında” anlamlarına gelen meta ile “akıl” veya “algı” manasındaki nous sözcüklerinin bileşiminden oluşur. Bu sözcük modern Yunancada “pişmanlık” ve “tövbe” anlamlarına gelir. Buradaki dinsel çağrışım Moral’ın sergi alanında bulunan çarmıha gerili imgesi ile bir nevi diyalog içerisinde. EXPORT’un “Body Configuration (1981)” (“Beden Konfigürasyonu”) adlı serisinden iki adet büyük ölçekli fotoğraf, bir anıtı ahenk içerisinde kucaklayan kendi imgesini resmeden 70li yıllardan klasikleşmiş bir baskı çalışması ile kendi kendisini tatmin eden bir kadının yer aldığı “Man & Woman & Animal” (“Erkek & Kadın & Hayvan”) isimli erken dönem performansı da sergideki işlerinden. Teslis kavramını çağrıştıran bu videodaki kadının cinsel hazzı pornografik tatmin gücünden yoksun meraklı ve çocuksu bir kişinin yaşadığı hazdır. Bu yönden “Erkek & Kadın & Hayvan” performansı Baba & Anne & Çocuk ön koşulunu olduğu gibi Baba & Oğul & Kutsal Ruh üçlemesini de altüst eder. Kadınlara atfedilen toplumsal roller ile kadınların erkek bakışının öznesi haline gelmesi, pornografi yardımıyla cinsel hazza ulaşma gibi meselelere duyduğu ilgi, onu ekran ile cilt arasındaki analojiye ve bakışa maruz kalanın (veya temas edilenin veya koklananın) edilgen kalmasına (veya kalmamasına) odaklanarak ekranı incelemeye yöneltir. Kadın bedeni (iktidar kavramını tartışmak için temel aldığı çıkış noktası) ile film ve video arasında kurulan bu türden bir bağlantı onu yeni kavramı olan “genişletilmiş sinema”nın keşfine yöneltir. Genişletilmiş sinemada bedeni, hem ekrana karşı hem de ekranın içerisindeki tanımsız geçiş süreci içinde tekrar tekrar konumlandırır. Görsel egemenlik olmaksızın kendi bedeniyle bir ilişki kurmak için yoldan geçenlere meydan okuduğu Touch and Tap Cinema (1968) (“Dokunma ve Hafifçe Vurma Sineması”) adlı çalışmasında sanat ile yaşam arasındaki sınıra dair ciddi bir tartışma bulunur; çıplak göğüslerine yerleştirdiği kutuyu bir perde yardımıyla örter ve insanların ellerini perdeden geçirip göğüslerini hissetmesine müsaade eder. EXPORT için, izleyicinin eylemi gereklidir ve izleyici karanlıkta gizlenerek iki kişinin sevişmesini izlemez. EXPORT, “genişletilmiş sinema” vasıtasıyla görülecek şey ile seyirci arasındaki irtibatı kopartır ve onu istismar eder. Geleneksel çekim, montaj 62 and the female body in terms of media representation. Soon, she started to record her performances and from her almost four decades of activity, we will see “Metanoia”, a 29 videos of performances from the 70’s until recently. “Metanoia” in Greek combines meta meaning beyond or after and nous meaning mind and perception. The word means regret and repentance in modern Greek. The religious connotation here is somewhat in dialogue with Moral’s image of her crucified self within the exhibition space. Two large scale photographs from EXPORT’s “Body Configuration (1981)” series and a vintage print from the 70’s in which she harmoniously embraces a monument and her earlier performance showing a woman finding pleasure in herself “Man & Woman & Animal” can also be seen at the show. In this “trinity” video connoting the holy once again, the sexual pleasure of the female is that of a curious, childlike one lacking the power pornographic satisfaction suggests. In that, “Man & Woman & Animal” disrupts Father & Son & Holy Spirit as much as it does the Father & Mother & Child prerequisite. Her interest in social roles cast for women and their being the subject of the male gaze, the scopophilic, leads her to explore the screen, focusing on the analogy between the screen and the skin, and the gazed at (or touched and smelled) remaining passive (or not). Such a connection between female body, -her main starting point to discuss power-, and film and video leads to her discovering her notion of “expanded cinema” in which she repeatedly places the body in that liminality both against and within the screen. In her Touch and Tap Cinema (1968) where she challenges passers by in a street to establish a relationship with her body without visual mastery, there is a serious discussion of the border between art and life; she places a box in front of her bare breasts, covering the box with a curtain and allows people to stick their hands through the curtain and feel her bare breasts. For EXPORT, the action of the viewer is necessary and the audience is not in the dark merely watching two people make out while they themselves are hidden. With “expanded cinema”, EXPORT breaks the contact between the spectacle and the spectator and exploits it. She neglects the traditional shooting, montage and projection. Her interest in image, her earlier specific tendency toward cubism, futurism and constructivism and “the form and extension of artistic expression in(to) space”* as she names it, leads to her own way of dealing with image. Expanded cinema today would mean the study of the evolution of the cinematic language with new mediums such as multiple projection environments, holography, laser movies and other VALIE EXPORT, TAPP und TASTKINO, (1969) 1989 Expanded Cinema, Tapp- und Tastfilm, Straßenfilm, Mobiler Film körperaktion, social action Video. TV Produktion, 1989 Video DVD, PAL 4:3, 1’11’’, Autostart-Loop ve projeksiyona aldırmaz. İmgeye duyduğu ilgi, kübizm, fütürizm ve yapısalcılığa karşı erken dönemdeki temayülü ve kendi ifadesiyle “sanatsal ifadenin mekandaki formu ile uzantısı”* imgeyle kendine özgü bir ilişki kurmasına neden olur. Bugün genişletilmiş sinema kavramı sinemaya özgü dilin çoklu projeksiyon ortamları, holografi (üç boyutlu resim), lazerli filmler ve diğer gerçelik simülasyonları gibi yeni ortamlar ile geçirdiği evrimin incelenmesi manasına gelir. EXPORT’un kendi genişletilmiş sinema bağlamını ortaya sürdüğü dönemde bu kavram tıpkı alternatif ve bağımsız sinemanın bir parçası gibi baskın güçleri ortadan kaldırmaya yönelik bir siyasi iletişim aracıydı. EXPORT görme dışında başka duyulara da yer verdi ve bu sinemaya başka boyutlar ile orta katmanlar ekledi. Böylelikle genişleme işlemi gerçekliğin kendisi için de geçerlilik kazanmış oldu. Moral ile EXPORT’un eserlerinin birlikte sergileneceği sergi alanı işgal edilmiş kamusal alana delalet ediyor ve ekranın tahakkümünü yıkıp onu hünerle işliyor. Hem Moral hem de EXPORT sanatçının yaşamı, kutsal olana saygısızlığı ve tabu yıkan özgünlüğü sorunlarını ele alıyor. Her ikisinin de eserleri bizi beden, bedenin sınırları ile bedenin yalnızca edilgen ve talimatlara uyan bir nesneye dönüşmesi meselelerini yeniden kavramsallaştırmaya zorluyor. Aksine, bedeni gizeminden arındırıyor ve meta olmaktan çıkarıyorlar. Moral ile EXPORT’un kariyerleri boyunca ilk karşılaşmaları ve eserlerinin beraber sergileneceği ilk sergi olan Despair & Metanoia seyirciye yeni soruların kapısını açacak. *Film gösterimleri ile bağımsız Avusturya film yapımcılığı üzerine söyleşilerin yer aldığı, Mark Webber tarafından düzenlenen ve 31 Mayıs-1 Haziran tarihlerinde Londra’da gerçekleştirilen “Zorunlu Çerçeve – Bağımsız Avusturya Sineması 1955–2003” (“The Essential Frame – Austrian Independent Film 1955–2003”) isimli iki gün süren programda VALIE EXPORT tarafından yapılan konuşmanın düzenlenmiş halinden alıntılanmıştır. www.senseofcinema.com simulations of reality. At the time when EXPORT brought about her context of expanded cinema, it was the means for political communication, like part of the alternative and independent cinema, aiming to break dominant powers. EXPORT included other senses than sight and she included other dimensions and medial layers to it. In this way the expansion has also become valid for reality itself. The exhibition space with the juxtaposition of Moral’s and EXPORT’s work, attests the invaded public space and breaks and manipulates the dominancy of screen. They both bring up the question of the life of the artist, its profanity, it’s taboo-breaking particularity. Their work forces us to re-conceptualize body, its boundaries and its merely turning into an object which is passive and acted upon. Instead they demystify and decommodify it and their first time encounter in the course of their career and the first time their work is being exhibited together with Despair & Metanoia open up new questions to the spectator. *From the edited version of a lecture delivered by Valie Export at “The Essential Frame – Austrian Independent Film 1955–2003”, a two-day program of screenings and talks on Austrian independent filmmaking curated by Mark Webber and held in London, May 31- June 1. www. senseofcinema.com Sol sayfa resim: Şükran Moral, Sanatçı / The Artist, 1994 Tuval Üzerine Inkjet Baskı / Inkjet Print on Canvas, 200x180 cm, Ed. 10 63 Gökkuşak Rainbow Sarkis ile söyleşi In conversation with Sarkis Çiğdem Zeytin SARKİS’İN GALERİ MANA’DAKİ SON SERGİSİ ‘İKİZ’E EKLEDİĞİ ‘GÖKKUŞAK’, SERGİ MEKANININ DIŞARIYLA KURDUĞU İLİŞKİYE VE İŞLERİN ZAMAN İÇERİSİNDE DEĞİŞEN ANLAMINA İŞARET EDİYOR. ‘RAINBOW’, the work whıch SARKIS ADDED TO HIS LAST SHOW ‘IKIZ’ AT GALLERY MANA, REFERS TO THE RELATIONSHIP BETWEEN THE GALLERY SPACE THE OUTSIDE WORLD, as well as THE CHANGING MEANINg of the works ın tıme. 64 Sarkis, İkiz, Gökkuşak / Twin, Rainbow, 2013 Serginin adını taşıyan İKİZ kavramını nasıl okumalıyız? Sergideki “İkiz” ifadesi tekrarları referans alıyor. “Tekrarlardan ifade etmek istediğimiz nedir?” diye sorarsanız şöyle açıklayabiliriz. Bir müzik eserini örnek alalım, bu eseri ilk kez dinlediğinizde onunla tanışırsınız, ikinci dinlediğinizde eserle ilgili algınız değişir, üçüncü dinlediğinizde ise aranızda artık bir bağ oluşmuştur ve ona tutku duymaya başlamışsınızdır. Eserle birlikte artık siz onunla olan ilişkiniz içinde yeni şeyler doğurursunuz. Eseri bir zemin olarak düşünürseniz onun yüzeyinde yaşamaya başladığınızı söyleyebiliriz. Yeni bir yaşam alanı bir başkası tarafından üretilmiş eserin sizin tutkuyla bağlandığınız üzerinde yaşamaya başladığınız zemininde ilişkinizin doğurdukları... Burada eserin de yaratılmış olduğunu unutmamak gerekir. Eser sizden bağımsız bir parçayken onunla yeni bir şeylere dönüşür yeni varoluşlar doğurursunuz. Bu diğer tekrarlarda yeni keşiflerinizle devam eder. Sergi mekanına ve düzenlenişine baktığımızda da bunu görebiliriz. Şu an üç katlı galeri mekanının üçüncü katındayız. İlk iki kat serginin düzenlendiği, yerleştirildiği alan. Birinci katla girdiğiniz etkileşimden sonra ikinci kata çıktığınızda aynı tekrarı farklı nüanslarla yaşayarak ikiziyle karşılaşıyorsunuz. How should we read the concept TWIN, which is also the title of the show? The expression “Twin” in the exhibition makes reference to repetitions. If you ask me “What do you mean by repetitions?”, I can explain as follows: For example, let’s take a musical composition. First you listen to it and you become acquainted with it. Your perception of the composition changes the second time you listen to it. However, you have established a bond with it and started to feel passion towards it at the third time you listen to it. From now on, you start giving birth to new things in your relationship with it. If you consider the artwork a platform, in a way you start living on its surface. A new living space; the things brought about on the platform of the artwork created by another person, but you feel passion towards it and start living on it... At this point, it shouldn’t be forgotten that the artwork is a created one. While the artwork is a piece independent of you, you transform into a new thing with it and give birth to new existentences. This situation continues with your new discoveries through your other repetitions. We can see this fact when we look at the exhibition space and its 65 Sergi mekan ilişkisi içinde bakarsak şu an bulunduğumuz üçüncü kat yerine zeminde yani serginin girişinde olsaydık konuşmamız farklı olacaktı. Sergiyi taşıyan iki ana kat içinde birbirlerine gönderen bir sergi kurmak istedim. Belleğe kaydedilenin tekrar deneyimlenmesini sağlarken belleklere referans veren bir sergi kurgusu yarattım. Düşünün bir, mimarlar mekanı kurgularken mekana gelecek olan kişiyi bir tavra davet etmek üzere tasarlarlar. Aynı şey sergi mekanının düzenlenmesi için de geçerli. Sanat izleyicisinin sergi mekanına girdiğinde bir tavra girmesi ve sergiyi bu şekilde yaşaması serginin tasarımının önemli bir detayı. Sergi mekanlarında genelde nesneye doğru bir gidiş vardır. İzleyici serginin kendisiyle değil, nesneleriyle karşılaşır. İkiz sergisini farklı kılan birbirine benzeyen iki dünya kurulmuş olması. Ve gitgide genişlemesi, serginin kendisinin konuşur hale gelmesiyle nesnelerle sınırlı kalmayarak sanatın konuşuyor olmasıdır. Aynı zamanda eklemek gerekir ki sergi 10 Eylül’de yeniden programa giriyor. Sergiden bazı parçalar koleksiyonlara alındı yani sergi sürekli bir değişim içinde, tıpkı bir yaşam formu gibi. Bu anlamda serginin çıkış noktası ile devamlılık arz edişi kendi içinde önemli bir tutarlılık gösteriyor. Yani serginin yaşayan bir belleği var diyebiliriz, doğru muyum? Bellek soyut bir kavramdır. Amacım asla soyutluklar yaratmak ve bunları beslemek olmadı, aksine soyuttan somuta gitmek önceliğim. Unutmamak gerekir ki her sanat eserinin bir fiziği vardır. Örneğin bir heykelde malzeme bütün ağırlığı ve varlığıyla heykeli kurar. Sergide yer alan bakır heykellerde formu ve fizik varlığıyla böyledir. Başka türlü olamazlar. Bu anlamda sergide her şey detaylarla diğerine bağlanıyor. Afrika maskları bakır zemin üzerinde fotoğraflanmıştır. Bakır zemin üzerine oturtulmuş ve bakır çivilerle duvarda yerlerini almıştır. Serginin ortasında yer alan kasa serginin kalbidir. İlk çıkış noktası harp ganimetlerini saklayan bir kasa olmasıydı. Masklar kasada ganimetler olarak yerini almak üzereyken içine kütlesel olarak yerleştirmeyi tercih ettiğim silindir ambalaj sergideki tüm ganimetleri kapsayan bir anlama büründü. Silindirin içinde bir petekte bal var. Ortasında yer alan delikten hava alan bal yaşamaya devam ediyor. Yani eserler somut formlarıyla ve hikayeleriyle birbirlerine referans veriyorlar. Aynı şekilde duvarda yer alan vitraylar da tekrar eden ikilikler üzerine kurgulandı. Sokakta her gün karşılaştığımız sıradan insanlar vitrayların tekrar eden formları içinde kutsallaşıyorlar. Peki Gökkuşak sergide yerini nasıl buldu? Olması gerektiği gibi. Gökkuşak; serginin içinde bulunduğu mekan, mekanın bulunduğu sokak ve çevreyle ilişkisi içinde yaşayan bir serginin kendini var etmiş bir öğesi. Farkındaysanız gökkuşak sıradan bir gökkuşağı değil kendiliği içinde farkını ortaya koyan bir eser. Son bir kaç aydır yaşananlarla birlikte anlam kazanıyor. Sergide onun da yerini almasıyla ropörtajın başında konuştuğumuz üzere serginin yaşayan bir varlığa dönüşmesi konusuna geri dönmüş oluyoruz. Yani dış dünyayla ilişkisi içinde nefes alan bir sergiyle karşı karşıyayız. 66 configuration. Right now, we’re on the third floor of the three-storey gallery space. First and second floors are where the exhibition is held and installed. When you leave the interaction you got into with the first floor and walk into the second floor, you experience the same repetition with different nuances and encounter a twin version of the first floor. When we think within the scope of exhibition-space relationship, if we were on the ground floor, at the entrance of the exhibition, instead of the third floor right now, our conversation would have been different. I wanted to install an exhibition of which two main floors make references to each other. Enabling the reexperiencing of the thing imprinted on the memory, I created an exhibition setup which makes references to memories. Think about it, architectures plan a space with the aim of inviting the guests to an attitude. The same fact works for the setup of the exhibition space. Art spectators’ assuming an attitude upon entering the exhibition space and experiencing the show through this attitude is a significant detail of the show’s design. There is usually a process towards object in the exhibition spaces. The spectator encounters the objects of the show, not the show itself. What makes the show Twin different is its setting up two similar worlds. It’s also different since it’s gradually expanding and the show itself has started talking, which makes it not limited to the objects but makes art talk. Besides, it should be added that the show starts again on 10th of September. Some pieces of the exibition were taken for collections; I mean the show is always in flux, just like a living form. In this sense, the starting point of the show and its continuity show significant consistency. So we can say that the show has a living memory; am I right? Memory is an abstract concept. I’ve never aimed creating abstractions and nurturing them. Instead, my priority is going from the abstract to the concrete. It shouldn’t be forgotten that every artwork has physics. For example, in a statue, material installs the statue with all its weight and entity. The copper statues in the show are also like this with their form and physical entity. They cannot be otherwise. In this sense, everything in the show correlate with each other through details. African masks were photographed on a copper ground, installed on a copper ground and hung on the wall on copper nails. The safe found in the middle of the show can be considered the heart of the exhibition. Starting point was having a safe to keep the war booty. While masks were about to be put into the safe as war booty, the cylinder package I preferred installing into the safe took on a meaning comprising all the booty in the exhibition. There is comb honey in the cylinder. Honey breathes through the hole found in the middle of the cylinder so that it continues with living. All in all, the works make references to each other through their concrete forms and stories. Similarly, the stained glasses hung on the walls were fictionalised on repeating dichotomies. Ordinary people whom we encounter on the street every day are sanctified through the repeating forms of the stained glasses. So, how did Rainbow find its place in this show? Just as it was meant to be. Rainbow is an element of an exhibition living within a relationship among the exhibition space, the street and surrounding on which the space is located. I don’t know whether you’re aware of it but Rainbow is not an ordinary rainbow, it’s a work which manifests its difference within itself. It has become meaningful after the last few months’ agenda. Involving it in the exhibition, we’re coming back to the topic of exhibition’s turning into a living entity, as we discussed at the beginning of the interview. In other words, we’re face to face with an exhibition that breathes within its relationship with the outer world. 67 Gizli Yüz Şahin Kaygun Yekhan Pınarlıgil Seksenlerin başında gökyüzü kurşuna çalıp da gök gürlediğinde, tam renklenecek gibi olan televizyonlar karanlığa dönmüş, spikerler siyah beyaz makyaja bürünmüşler. Upuzun bir gece başlamış, güneşle dolunay yeknesak sanki, üstelik lambalara üç mumluk ampulden fazlası takılmaz olmuş. Sokaklar tenhalaşmış, gölgeler duvarlara tırmanmış, meydanlarda kimse kalmamış. İnsanlar yüzlerini saklar olmuşlar, sorandan sormayandan, bakandan bakmayandan. Kapüşonlu ceketler moda olmuş, seksenler böyle başlamış Türkiye’de... Yetmiş yedinin 1 Mayıs’ında Kaygun’un objektifine bilmeden poz veren, bensiz olmaz, bizsiz hiç olmaz diyen kahraman suretleri üç mumluk lambalar aydınlatmaktan çok gölgeler olmuş; karanlık birden düşmüş pir düşmüş yüzlerine. Maske zorunlu kıyafetmiş seksenlerde. İnsanlar yüzlerini çıkarmış, maskelerini takmışlar. Ben sana benzemişim, sen ona, o onlara, birbirimiz bir olmuşuz, tek vücut, tek vücutta kör bakış, renk körü soytarılarmışız. Sessiz, renksiz, kederli bir karnaval anonsu duyulmuş. Emtivi’de garbın afetleri rengarenk sallaya dursun, bizim kızlar dağılmış, bizim kadınlar saklanmışlar perde arkalarına, görünmesine görünürlermiş de, gösterdikleri kadardan soldukları, silindikleri anlaşılırmış esas. Meydanları boşaltanlar evlere çekilmiş, perdeleri çekmişler, suret olmuşlar hicabın arkasında, tüllerin ardından bakar olmuşlar sokakta uçuşan, sokaktan uçuşan gölgelere. Şehirde gölgeler suretlerden, suretler gölgelerden korkarmış. Kasvetli bir hava, bir de fısıltı varmış, kimsenin anlamadığı, anlayıp da tekrar edemediği karanlık olaylar, dillendirilemeyecek şeyler, gizemli hikayeler, hayasız masallar varmış. Bir koca sinema varmış şehirde, koca ülke sinemaymış: İki seans birden, biraz erotik, biraz kara film, ama özellikle melankoli, özellikle buhran, biraz yalan biraz da dolan. Yer göstericinin ışığı da olmasa sinemadakiler kendilerini yapayalnız hissederlermiş, yer göstericinin ışığına rağmen sinemadakiler yapayalnızlarmış. Filmin afisinde tanrılar başroldeymiş, suretleri mermermiş, açlıkları ölüm gibiymiş, sözleri ölümden hemen önce sanki. 68 Korkunc Ivan’ın Koltuğu / The Armchair of Ivan the Terrible, Arşivsel pigment baskı / Archieval pigment print, 50x70 cm, 1987 ve bağlanmış bir sütuna tanrının garip yüzsüz sureti aç bir kartal gibi bekliyor Üç mumluk ışıkta saklananları, maske takip geceye katılanları, perde arkasında örtünenleri, gölge olmuşları, erotik filmden kendini dışarı atmaya çalışanları, bütün bu siyah beyaz ahaliyi yakalamış Şahin Kaygun, bir büyü yapmış. Seksenlerin seksenlere benzemesi için, bir tılsım lazımmış, bir okumak , bir üflemek. Tılsımından ebemkuşağı dökülmüş, seksenlerin fotoğrafları böylece renklenmiş... ve tabii bir de genç kızlara tanımadıkları kişiler Kaygun sayesinde çiçek verir olmuş… 1 Günseli Inal, Akşamüstü gariplikleri II, Lale sesiydiler ve yoktular. 69 Hidden Face Şahin Kaygun Yekhan Pınarlıgil At the beginning of the 80s when the sky became sullen and the thunders were heard, the TVs which were about to get colorful turned into darkness, TV presenters were disguised in black and white make-up. A very long night started, as if the sun and the full moon were uniform; on top of that, only low-light light bulbs were put in the lamps. Streets became godforsaken, shadows climbed on the walls, noone was left on the squares. People started to hide their faces from the ones who asked or didn’t ask, who looked or didn’t look. Hoodies became trendy, that’s how the 80s started in Turkey... On the 1st of May in 1977, the figures of heroes who posed for Kaygun’s object-glass, who said “never without me”, “never without us” became shadows rather than illuminating low-light light bulbs; darkness descended on their faces suddenly, never lit up again. Putting on masks was a kind of dress code in the 80s. People took off their faces, put on their masks. I resembled you, you resembled him, he resembled them, we became one, as one man, blindsight in one body, we were color-blind jesters. A silent, colorless, sorrowful announcement of carnaval was heard. While the beautiful western girls were shaking on Emtivi, our girls were scattered, our women buried themselves behind the curtains, though they still appeared, it was understood that they were withered, wiped away. The ones who made the squares empty returned their homes, pulled the curtains, became figures behind shame, started to look behind the veils at the shadows fleeting on the streets, fleeting from the streets. Shadows were afraid of figures and figures were afraid of shadows in the city. A gloomy weather, and a whispering, dark incidents there were, mysterious stories, indecent tales understood by noone, understood but could not be repeated. There was an enormous cinema in the city, whole country was a cinema : the double feature, a little erotic, a little film noir, but especially melancholy, especially depression, a little bit of monkey business. The moviegoers would have felt all alone if it hadn’t been for the usher’s flashlight, the moviegoers were all alone despite the usher’s flashlight. Gods were starring in the movie poster, their figures were of marble, their hunger was like death, as if their words were just before death. 70 İsimsiz / Untitled, F85, Polaroid 9x11cm1984 and tied to a column weird faceless figure of god waiting as a hungry eagle Şahin Kaygun caught the ones hiding in the low-light light bulbs, the ones joining the night with their masks on, the ones veiling themselves behind the curtains, the ones who turned into shadows, the ones trying to run out from the erotic movies, all this black and white people and he casted a spell on them. A spell, a healer was needed to make the 80s look like 80s. A rainbow fell down from his spell, hence the photos of the 80s became colorful... and of course the flowers were started to be given to young girls by strangers thanks to Kaygun... 1 Günseli Inal, Nightfall Oddities II, They were voices of the tulip and they did not exist. 71 Candaş Şişman’ın Performans Resimleri Candaş Şişman’s Performance Paintings Candaş Şişman ile söyleşi In conversation with Candas Sisman Ebru Yetişkin ‘’Mantıklı eserler üretmek yerine duygusal tarafa gitmeyi tercih ediyorum. Bu da dijital işlerin soğukluğunu ve katılığını öldürüyor. Benim arzum, bütün mecralardan faydalanarak son derece basit ve saf görünen, karmaşık yapılar yaratmak.’’ İstanbul’da yaşayan genç ve öncü yeni medya sanatçılarından Candaş Şişman, yaşamın karmaşıklığını saf ve basit görsel-işitsel soyutlamalarla dengeliyor. Henüz keşfedilmemiş karşılıklı etkileşimler ve akıştaki metamorfozlar için melez duygu alanları oluşturmayı amaçlıyor. Şişman’ın Galloway ve Thacker’ın (2006) vurguladıkları bir hususu duygusal bakımdan kavrayışı ise gerçekten de çarpıcı: umursamak... özen göstermek, yani caring Bizler bugün siyasi ve iktisadi anlamda veriyi “iyileştirmenin”, ona “özen göstermenin”, onun “küratörlüğünü yapmanın” yollarını tartışırken Şişman’ın dilde alternatif ifade yolları bulma arayışı, olası başka dünyalara doğru hareket etmeye davet ediyor ve buna yol açıyor. Şişman şöyle diyor: <Önemli olan seçimlerimizdir. Ulaştığımız veriler ile farklı olasılıkları nasıl bir araya getirdiğimizdir.> Akış… Monolitik… Metamorfoz… Edicium… Retory… Isofield… Bunların tümü Şişman’ın, hareketin temel bir role sahip olduğu gündelik işlemlere sanatsal müdahaleleri yansıtıyor. Bu işler aslında içinizde bulunan bir şeyi yakalıyor. Belki de bu işlerle gizlenemez bir coşkuyla etkileşim kurmanızı ve onlardan keyif almanızı sağlayan da bu. Bir şey size ansızın dokunuveriyor ve hareket içerisindeki belirli bir deneyim içerisinde varoluşsal bir koşul yaratarak kaçıyor. 72 Şişman’ın eserlerinde hareket, zaman aracılığıyla algoritmik bir mimari kapsamında akmakta. Çalışmalarının bir çoğunda organik ve aperiyodik görsel-işitsel formların, şimdiye kadar bir bakıma ‘modern’ addedilen şeylerin son derece kristal haldeki düzenine yenilikçi bir alternatif getirdiğini görüyoruz. Şişman’ın Metamorfoz (2008) gibi önceki eserlerinde devinim, hareket ile hareketsizlik arasındaki etkileşim tarafından yaratılmakta. Zamansız bir imge, çeşitli zaman etkileri tarafından çoğaltılmakta. Başka bir deyişle, bir resim spesifik sesler ve kokular ile bağdaştırılarak kurulmakta. Şişman bu çalışmaları ‘performans resimleri’ olarak adlandırıyor. Bu eserlerde beyindeki alıcı motorları etkinleştirerek ve belleği yeniden etkin hale getirerek devinim yaratılıyor. Kamusal bir performansta eserini tamamlayan bir sanatçının aksine burada eser seyircinin, sesin, kokunun ve imgenin karşılıklı etkileşimi içerisinde ortaya çıkıyor ve işleniyor. Performans resimlerinde Şişman, ‘sinestezi’ gibi bir algısal deneyimde, farklılık yaratan nörolojik koşullarla çalışarak bir devinim yaratmaya odaklanıyor. OM (Metamorfoz Serisi), 2008, Dijital Baskı ve Ses ‘’Instead of producing logical pieces, I prefer going to the emotional side. That kills the coldness and rigidness of digital creations. My wish is to be able to create, with the use of all mediums, complex structures, which look very simple and pure > he said earlier in an interview’’ Candaş Şişman, a leading young new media artist based in Istanbul, counterbalances complexity of life with pure and simple audio-visual abstractions. He aims to construct hybrid emotion fields for unexplored mutual interactions and flowing metamorphosis. It is indeed striking how Sisman gives an affective insight about what Galloway and Thacker (2006) were emphasizing: caring. While today we are politically and economically discussing about the ways of ‘curing’, ‘caring’ and ‘curating’ data, Sisman’s quest to find alternative means of expression to language creates and calls for the moves to other possible worlds. He says: < The important thing is our choices. It’s how we combine different possibilities and data we gain > Flux… Monolithic… Metamorphosis… Edicium… Retory… Isofield… all reflect Sisman’s artistic interventions to everyday processings, in which movement plays a fundamental role. These works catch something that is actually resident in you and perhaps, that’s what makes you enjoy and interact with it sometimes with an uncontainable beam. Something touches you momentarily and flees by creating an existential condition within a given experience in < moves. Movement is infused with time in Sisman’s works within an algorithmic architecture. In most of his works, we see that organic and aperiodic audio-visual forms become an innovative alternative to the extreme crystalline regularity of what has up to now been considered somehow ‘modern’. In the early works of Sisman, such as Metamorphosis (2008), movement is generated by the interaction between the motion and the motionless. A timeless image is augmented with various time-affects. That is, a painting is installed by associating with specific sounds and scents. Sisman calls these works ‘performance paintings’. By activating sensormotors in brain, in these works, movement is produced by reactivating the memory. In contrast to an artist who completes a work in a public performance, here, the work actually generates and processed within the mutual interaction of the viewer, the sound, the scent and the image. In these performance paintings, Sisman focused on creating movement by working with neurological conditions such as ‘synesthesia’, a difference in perceptual experience. 73 SYN-Phon; Candaş Şişman’ın grafik notasyona dayalı ses ve görüntü performansı. Performans, Budapeşte’de Barabás Lőrinc (Trompet) ve Ölveti Mátyás (Çello) ile birlikte 29 Haziran 2013’te gerçekleştirildi. SYN-Phon; audio-visual performance based on graphical notation by Candaş Şişman featuring Barabás Lőrinc (Trumpet) & Ölveti Mátyás (Cello) on June 29th. 2013 in Budapest. 74 Mesela kırmızı ile karşılaştığınız bir anı hayal edin; bir anda tatlı ve sulu böğürtlenler nasıl da ağzınızı sulandırır. Ya da bir testerenin metalik sesini duyduğunuzda istemsizce boynunuzu kaşımaya ya da hareket ettirmeye başlarsınız. Duyumsama nörolojik bir durum olduğu için duyumsal ve bilişsel bir izin peşinden sürükleyen uyarım, bir sonrakinde bazı otomatik ve istemsiz deneyimlere yol açabiliyor. Parikka (2013) ile yapılan bir söyleşide Sampson bugün bilişsel kapitalizmin aksine “duyguların, arzu ve deneyimlerin emeğine giderek daha fazla önem verildiğini” öne sürmüştü. Sampson için bulaşıcılık ile bilinçdışı çağrışım arasındaki bağlantılar iki katmanlı. Bir yandan, toplumsal olan, beyinsel fonksiyonun altındaki bir seviyede taklit edilebilirlik-önerisi tarafından enfekte oluyor. Yani bu, eserin hareket ve eyleme yönelik taklit edilebilirlik-önerisinin tam da o anda sahip olunabilecek bazı öznel değerlerle ilişkilendirilmesi olarak betimlenebilir. Burada çeşitli duygu, arzu ve deneyimler – kendilik üzerinde çalışmak üzere- işe koyulur. Öte yandan duygu, inanç ve arzularının yönlendirildiğini yakalamamaları için izleyiciler son derece meşgul edilir ve dikkatleri dağıtılır. Bu durum neoliberal hegemonyanın çağdaş işletim sistemlerinin sanatsal bir müdahale dahilinde çökertilmesi ile pekala ilişkilendirilebilmekte. Sanayi toplumlarına içkin olan dijital ile organik arasındaki ikili karşıtlıkları kullanmaktansa Metamorfoz, mekanik aletler ile taranmış etlerden oluşan bir ağ içerir. Bazı araştırmacıların sinestezinin beyinde bulunan “çapraz bağlanmalar”dan kaynaklandığını savunmaları gibi, Şişman da çeşitli düzeneklere ait donanımların bedenlere ait etlerin yazılımıyla karışarak iç içe geçişlerini açığa çıkarıyor, izleyicileri bugünün “çapraz bağlanan” dünyalarında organik ile inorganik varlıklar arasındaki karşıt benzerliği fark etmeye davet ediyor. http://www.bakmagazine.com/mobile/interviews/candas-sisman Imagine when you see the color red, you begin to taste sweet juicy blackberries, or when you hear a metallic sound of a saw, you start scratching your neck involuntarily. As sensation is a neurological condition, stimulation of one sensory or cognitive trail leads to some automatic, involuntary experiences in a following one. In an interview with Parikka (2013), Sampson argued that today in contrast to cognitive capitalism ‘‘the emphasis is increasingly on the labor of emotions, affect and experience’’. For Sampson, the relations between virality and non-conscious association are twofold. On one hand, the social is infected at the infra level of brain function by imitationsuggestibility. That is the imitational-suggestion of the work for moves and actions becomes associated with some subjective values to be possessed within that precise moment. Here, various emotions, affects and experiences are put at work – on the self. On the other hand, the viewers are kept too busy, and too distracted, to really grasp that their feelings, beliefs and desires are being steered. This can also be related with subverting the contemporary operations of neoliberal hegemony within an artistic intervention. Instead of using the binary distinction, inherent in the industrial societies between digital and organic, Metamorphosis contains a mesh of mechanical devices and scanned flesh. As some researchers believe that synesthesia results from “crossed-wiring” in the brain, revealing the nesting of the hardware of various assemblies mixed with the software of body flesh, Sisman invites viewers to realize the counter-similarity between the organic and inorganic entities in today’s ‘’crossed-wiring’’ worlds. http://www.bakmagazine.com/mobile/interviews/candas-sisman 75 BCAC: Bodrum Contemporary Art Campus Contemporary İstanbul tarafından bu yıl Bodrum’da açılan mİsafİr sanatçı programı İlk sanatçılarını ağırladı. BCAC (Bodrum Contemporary Art Campus) genç sanatçılara yıl boyu atölye, konaklama ve farklı derslere katılma İmkanı sunuyor. Programın İlk altı katılımcısından çalışma süreçlerİnİ dİnledİk. The residency program initiated by Contemporary Istanbul hosted its first artists this summer. BCAC (Bodrum Contemporary Art Campus) gives young artists the opportunity to work in the studio, accommodation and participate different courses throughout the year. We talked with the first seven participants about their working processes. 76 77 Duygu Sabancılar Hafıza ve buna bağlı olarak arşiv, politika ve manipülasyon gibi kavramlar çalışmalarımın merkezini oluşturuyor. Hafızayı kişisel en özel anların ifadesi ve aynı zamanda toplumsal güç ve iktidar sorunu olarak görüyorum. Kendimi ve çevremi yeniden keşfederek, hayat pratiği ve gündelik yaşam sahneleri ve onları belirleyen politik ve kişisel deneyimler üzerine çalışıyorum. Unutma ve hatırlama, unutturma ve hatırlatma kavramları arasında yaptığım çalışmaların hangi üretim biçiminde ya da hangi malzemeyle yapılmış olduğunun bir önemi kalmıyor. Bütüne baktığımda işlerimi kolaj-dekolaj olarak üretiyorum. Bu durumun her an her yerden imgelerin yapışmasıyla ve sökülmesiyle oluşan hafızamın, paraleli olduğunu düşünüyorum. Burada daha önceki işlerimin devamı niteliğinde bir iş yapıyorum. Günlük ve geçici malzemlerlerin yanı sıra yine günlük ama hiçbir zaman geçici olmayan şu an ve sonraki zamanlarda kalıcı etkiler yaratan kişi, mekan ya da bir olayı belki biraz espirili belki biraz dramatik şekilde karşılaştırmaya çabalıyorum. Mekanlar üretim sürecini bazen engelleyici bazen ise tetikleyici bir duruma dönüştürebiliyor. Yine de değişimin iyi geldiğini düşünüyorum. Bilmediğiniz bir ortam bazen davranışları kısıtlarken farklı olanı görmemizi ve sorgulamamızı da sağlayabiliyor. Bu nedenle değişik bir yerde ve mekanda olmak kendi pratiğimi zihinsel açıdan iyi anlamda zorlayıcı bir sürece dönüştürüyor. Concepts such as memory and in conjunction with this the archive, politics and manipulation are found at the centre of my work. Rediscovering both myself and my milieu, I’m working on life practice and daily scenes of life besides the political and personal experiences determining them. Production type and material remain insignificant in my works on the concepts forgetting and remembering, making forget or reminding. Holistically speaking, I produce my works as collagedécollage. I think this situation is in parallel with my memory in which images stick together and rip apart any time anywhere. I’m creating a work here as a sequel to my earlier works. Besides daily and temporary materials, I’m also struggling to involve -maybe a little humorously and dramatically- daily but not temporary people, spaces and incidents that leave a lasting impression now and in the future. Places may transform the production process either into a hindering or triggering situation. Nevertheless, I think the change is beneficial. An unknown space may make you see and question different things while limiting your behavior at the same time. For this reason, being in a different place or space turns my own practice into a mentally and positively forcing process. Kıvılcım Harİka Seydİm Malzeme seçimim yapacağım çalışmaya göre şekilleniyor ama genelde video tekniğini kullanıyorum. Çektiğim fotoğrafların üzerinde dijital ortamda oynayarak stop motion videolar üretiyorum, normal video görüntülerini de genellikle montaj kısmında manipüle ediyorum. Burada, program öncesinde yapılan işlerimin devamı işler üretiyorum. Tüketim üzerinden ilerlediğim çalışmalarım şu ara tanımsız beden formlarına dönüşmeye başladı. Videonun hareketli yapısından yararlanarak bedenin bazı bölümlerini olduğundan farklı bir biçime sokarak çoğaltıyorum, ortaya yeni formlar ve yeni algı biçimleri çıkıyor. Tek başıma çalışmak konsantrasyon açısından ve kendi kendine kalıp düşünme açışından iyi gelse de bir arada olmanın, fikir alışverişinde bulunmanın bana bir şeyler kattığına inanıyorum. Mekanın değişimiyse benim için yeni bir araç. Çalıştığım mekan işimin bir parçası olabiliyor. BCAC’da herkesin özel alanları var yani birlikte ya da yalnız çalışmak size kalıyor sizin diğer sanatçılarla etkileşiminize, çalışma disiplininize bağlı. My choice of material is shaped by the work I’m planning to make but generally I’m using video technique. I’m producing stop motion videos using the photos I took and changing them in the digital media; I’m also generally manipulating the normal video images at the editing stage. I’m producing sequels to my earlier work. Advancing through consumption, my works have been turning into undefined body forms nowadays. Benefiting from the moving structure of the video, I’m reproducing various parts of body by reshaping them and acquiring new forms and new forms of perception. Although working alone is good for me in terms of concentration and reflecting, I believe that exchanging ideas and being in interaction with others are contributing to my creativity. Furthermore, change of space is a new medium as well. The space I’m working in can be a part of my job. Everyone has a special space at BCAC. In other words, working alone or together with others is your choice. It depends on your interaction with other artists and your working discipline. 78 Görkem Ergün İşlerimin temelini fotoğraf ve onların üzerinden dijital mecrada yapılan manipulasyonlar oluşturuyor. El ile ürettiğim bazı objeler, yaptığım baskılar, sokaktan ve internetten topladığım imajlar gibi çesitli medium ve malzemeleri kullanarak bu manipulasyonları yapıyorum. Programın Bodrum’da ve kaldığımız yerin doğanın içinde olması bu kadar tahribatın yaşandığı zamanda doğanın ve doğadaki yaşantının öncelik kazanmasına sebep oldu. Linol baskı, fotoğraf, doğadan topladığım diğer malzemelerle gerçekleşecek bir çalışma ortaya çıkacak. Üzerinde durduğum duygulardan ve yaklaşımlardan vazgeçmeyerek onlara bazı eklemeler yaparak aynı düzlemi devam ettireceğim. Çoğunlukla bilgisayar başında olmama rağmen diğer malzemeleri de kullandığım için atölye önem kazanıyor. Başta düşündüğüm, planladığım şeylerin çoğu üretim sürecindeki deneme aşamalarında çöpe gidebiliyor ve kalanlar üzerinden yeni bir yola giriyor iş. Rastlantısallık ve denemek oldukça önemli, herhangi bir şey -bir kırıntı - kafamı bambaşka bir yola sokabiliyor. Kendimi biraz da çöpçü olarak görüyorum çünkü üretim sürecinde görebildiğim, toplayabildiğim ve işime yarayacağını hisettiğim her şeyi toplarım ve onları düzensiz olsa da, tutarım. Sonra kırpar, dönüştürür ve kullanırım. Bazen topladıklarıma dönüp bakmasam da toplama süreci oldukça zihin açıcı. My works are based on photography and their manipulations on digital media. I’m creating these manipulations using various media and materials such as some handmade objects I produced, the prints I’ve made earlier, images I collected on the streets and the internet. The fact that the program is in Bodrum and that we’re staying in a natural area caused the nature and the life in nature to take primacy during such a time where so much destruction is being experienced. I’ll create a work making use of linocut printing, photography and other kind of materials I collected in the nature. Without giving up my basic feelings and approaches, just making some additions to them, I’ll maintain the same plane. Engİn Konuklu Genellikle tuval üzerine akrilik ya da yağlı boya ile çalışıyorum. Resimlerimi ağırlıklı olarak pistole (airbrush) ile yapıyorum. Bazen de füzen ya da kurşun kalem ile çalışıyorum.Bodrum’a geliş yolunda ve tesisin etrafındaki patikalarda çektiğim fotoğrafları resmediyorum. Bunun yanı sıra füzen portreler yapıyorum. Bazı farklı denemeler yapma fırsatı yakaladım. Çalışma rutinimin dışına çıkmaya çalışıyorum. Beni etkileyen ve resme dönüştürmek istediğim görüntüler bazen bilinçli bazense tesadüfi olarak, çektiğim fotoğraflarda ya da film karelerinde karşıma çıkıyorlar. I usually work acrylic or oil-paint on-canvas. On most of my paintings I use airbrush. Sometimes I also work using fusain or charcoal pencils. I illustrate the photos I take on my way to Bodrum and on the pathways around the facility. Besides this, I also draw charcoal portraits. I’ve had opportunity of experiencing some new stuff. I’m trying to break my routine. I intentionally or coincidentally encounter images in the photos I took or in the film frames; those images affect me or I want to turn them into pictures. Although I’m usually working on a computer, the studio remains important since I also use other kind of materials. Most of the things I’ve thought or planned may become junk during the testing stages of the production process and the work takes a new road on the remainings. Randomness and trying are very important, anything –any scrap- can direct my mind into a brand new way. Somehow I consider myself a garbage man for during the production process I collect everything I can see, collect and feel that I can utilize them. I keep them, even if disorderly. Then I clip them, recycle and utilize. Even though I do not turn to them later, collecting process is quite illuminating. 79 Serkan Çalışkan Çalışmalarımda malzeme seçiminde bulunurken gerek kavramsal çerçeve gerekse malzemenin kullanım olanaklarını düşünürek üretime yöneliyorum. Kendimi sınırlandırmadan yola çıkıyorum ve süreç içinde ihtiyaçlarla birlikte çalışma kendini var ediyor. 2001 yılından beri günlük gibi tuttuğum defterlerde ise ana malzeme defter haricinde - ki onlar da form değiştiriyor sürekli- diğer araçlar sürekli değişiyor. Burada tuval yüzeyinde kolaj yapıyorum. Yazı, dil, yabancılık, günlük, teşhir ve boşluk gibi kavramları düşünerek başladı çalışma. Büyük ölçülerdeki (180x160cm) tuvale aktarmaya başladım. Aktarmada “dil”in gücünden yararlanarak tuval yüzeyine yazı yazıyorum. “Dil”in ve “yazı”nın kullanımı kişisel yaşamımı teşhir eden bir araç gibi kullanırken, “ben” ya da “o” her kimse hikayenin öznesi, bu kadar açık anlatımda durduğu için biraz pornografik denilebilir. Sırtlan / Hyena, Tuval üzerine akrilik / Acrylic on canvas, 130x150 cm, 2013 Ahmet Sarı Resimlerimi akrilik boya ve karışık teknikle yapıyorum. Malzemeyi genel olarak imajın değerine göre kullanıyorum. Önceki disiplinime dayanarak hayvanları resmediyorum; bu mekanın sessiz ve sakin oluşu, bana yapmak istediğim iş için uygun bir atmosfer. Bir diğer düşündüğüm iş ise ses enstalasyonu. Doğadaki bir sürü sesi 1.30 dakika aralıkla kaydediyorum ve bunları birleştireceğim. Ne kadar değişik bir ses olacağının merakı içindeyim. Atölyemin dışında çalışmak oldukça farklı çünkü neredeyse alıştığınız bütün malzemeler değişiyor. Tabii burada da çalışmak insani başka bir ruh haline sokuyor; bu da başka bir deneyim. Stüdyo mantığı genel olarak sanatçıyı rahatlatan bir mekan. İnsanın kendi kendisiyle kalıp düşündüğü yer, kızdığı, yazdığı, çizdiği vb… bir sürü şeyin rahatça sancılandığı bir atmosfer. Ben kendi atölyemde özgürüm, istediğim disiplini deniyorum ama genel olarak resim yapıyorum. Belli bir çalışma disiplinim yok istediğim zaman işin başına geçip onunla mücadele ediyorum, eserin sancısı yarı tasarı yarı sezgi halindedir ama sanatçının hata payını eserinde göz ardı etmesini, o lezzeti bırakmasını da isterim. I’m using acrylic paint and mixed technique in my work. I’m using the material generally according to the value of the image. I’m painting animal figures because of my earlier discipline. Being calm and silent, this space provides me with the appropriate atmosphere for the work I want to create. Another project of mine is a sound installation. I’ve been recording a lot of sounds in the nature at intervals of 90 seconds and I’m going to combine these voices. I’m curious about what kind of a different sound I’ll acquire at the end. Working outside of my studio is quite different because almost all the materials you got used to are changing. Undoubtedly, working here changes your mood too; this is also a new experience for me. In general, studio is a space which relaxes the artist. A place where one can stay alone and ponder, get angry, write, draw etc... an atmosphere where a lot of things can easily have pain together. I’m free at my own studio, trying whatever discipline I want to but generally I’m painting. I don’t have a specific working discipline. I start working whenever I want and I struggle with it. The pain of the artwork is half proposal and half intuition but I want the artist to ignore the margin of error at the artwork and include that flavor in the work, too. 80 Buraya gelmeden önce kafamda tasarladığım şeyler vardı. Burada hepsi rafa kalktı. Süreci dinlemeye karar verdim. Genel olarak yalnız çalışan biriyim. Atölye kavramım yalnız kalabileceğim bir alan. Birikenlerle, kafamda tasarlandığım kavramlarlar yakınlaşmaya başlayıp şekil almaya başladığı zaman atölye çalışması devreye giriyor ve orada süreçle birlikte işler şekilleniyor. While choosing materials for my works, I start production process after considering both the conceptual framework and the areas of usage of the material. I start out without limiting myself and the work brings itself into existence besides the needs during the process. As for the notebooks I’ve been keeping like journals since 2001, all the other materials keep constantly changing except for the notebook, which is the main material –though they also keep changing their forms constantly-. I’m producing a collage on-canvas here. The work started on my pondering on concepts such as writing, language, alienage, journal, exposal and blankness. I began conveying those thoughts of mine on a big (180x160 cm) canvas. During this transfer, I’m writing on the canvas benefiting from the power of the “language”. While the usage of “language” and “writing” looks like a device exposing my personal life, the subject of the story, whether it’s “me” or “he”, may be a little pornographic since it’s expressed very openly. I had some projects in my mind before coming here. Here I postponed them all. I think I decided to listen to the process. I generally work alone. My concept of studio is a space where I can be alone. When the accumulation and the concept in my mind start getting closer and taking shape, the workshop work steps in and the works take their forms during the process. Ayfer Karabıyık Malzeme seçimimi üzerinde düşündüğüm çalışma belirliyor ama bazen elime geçen bir nesne ondan ne yapabileceğimi bana gösteriyor. Hazır nesneler, video kayıtları, internet gibi farklı malzemelerle çalışıyorum. Bu aralar sprey boyalarla çalışıyorum. Dil üzerine düşünmeyi seviyorum. Bazen duyduğum ve okuduğum bir cümle veya kelimenin o anda bana çağrıştırdıkları üzerine gidiyorum. Bir süredir yoğun olarak ‘Patlama’ kavramı üzerinden çıkan bir seri üzerine çalışıyorum, burada da üzerinde çalıştığım işler bu serinin devamı. Burada olmak benim için yeni bir deneyim. Bu kadar sessiz bir yerde bu kadar uzun bir süre geçirmemiştim. Buraya gelmeden önce yapabileceklerimle ilgili kafamda dolaşan bazı şeyler çalışma yöntemi olarak olmasa da ifade biçimi olarak değişti. Kolay konsantre olabilen birisi değilim, dolayısıyla dikkatim dağılmadan çalışabileceğim bir alana sahip olmak benim için yeterli. Bu alanın nerede olduğunun pek önemi yok, bulunduğum yere göre çalışma biçimim de değişebilir. Bazen bilgisayarımla çalışabileceğim bir alan yeterli olabiliyor. My choice of materials is determined by the work I’m reflecting on. An object shows me what to do with itself. I’m working with various materials; ready-made objects, video records, internet. I’m working with spray paints these days. I like pondering on the language issue. Sometimes I reflect on the associations of a sentence or a word I hear or read. I’ve been intensely working for some time on a serial on the concept of ‘explosion’, the works I’m working here are also part of that serial. Actually being here is a kind of new experience for me since I’ve never spent so much time in such a silent place before. In fact, this space is an open studio. Before coming here, I had some thoughts regarding what can I do. They changed in terms of style of expression, though not in terms of my working style. I’m not a person who can easily concentrate on something. For this reason, it’s enough for me if I have a space where I can work without being distracted. I don’t care where this space is, my working style depends on the space I’m in. Sometimes a place where I can work with my computer suffices to me. 81 İstanbul’un Katmanları İstanbul’un Katmanları Ece Pazarbaşı “Her yenİ kente geldİğİnde yolcu, bİr zamanlar kendİsİnİn olduğunu artık bİlmedİğİ bİr geçmİşİnİ bulur yenİden: artık olmadığın, ya da sahİp olmadığın şeyİn yabancılığı, hİç senİn olmamış yabancı şeylerİn eşlİğİnde bekler.” “Upon arriving to each new city, the traveler finds a past he did not know he had: the strangeness of what you no longer are or no longer possess lies in wait for you in strange, non-possessed places….” Italo Calvino, Görünmez Kentler Italo Calvino, Invisible Cities Her gün yeni bir güne aynı yatakta ama farklı bir şehirde uyanırsınız. Perdeyi araladığınızda bir yandan tamamen yabancısı olduğunuz, diğer bir yandan da içgüdüsel olarak çok da iyi tanıdığınız bir şehir görürsünüz. Her seferinde farklı, ama hep aynı. Katman katman bir İstanbul. Her gün hatta her an başka bir katmanına uyanırsınız. Her seferinde kenti anladığınızı sanırsınız ama çok geçmeden yanıldığınızı görürsünüz. Böyle bir yerdir burası. Depderin. Everyday, you wake up in the same bed but to a different city. Opening the curtain reveals to you a city, where you’re a complete stranger to, but on the other hand, you instinctively know very well. Different, yet the same every time… Istanbul, one layer over another… Every day, even every moment wakes you up to a new layer. Every time you think you finally understand the city, but soon after, you realize that you were wrong again. That’s what this city is. Bottomless. Bir kere kesinlikle yorucudur: Her daim ve her seferinde farklı bir şekilde beş duyumuzun reseptörlerini itinayla meşgul eder. Gözler, her gün ancak 17 milyonda bir görebileceğiniz farklı farklı insanları algılar. Koku deseniz gani gani yemek, çöp, toz, toprak, o gün şanslıysanız denizden gelen iyot... Kokuları takip ederseniz bin bir tat... Bu kadar kalabalık bir şehirde dokunma ve teması atlasanız olmaz, İstiklal’de yürürken kaç kişi ile çarpışırsınız, güneşi ne sıklıkta teninizde hissedersiniz? Ses spektrumu zaten katman katmandır, müzikten trafiğe; köpek havlamasından inşaat sesine.... Ama tüm bu farklı bileşenlerin birleştiği noktanın özü bu şehirdir, ve bu öz her gün aslında aynı şehirde olduğunuzu fısıldar kulağınıza. Böyle bir toprak üzerinde farklı bileşenlerin zenginlikler kaynağı olduğu su For one thing, it’s tiring: It occupies the receptors of our five senses in an incessant and ever-changing manner. The eyes perceive different people whose chance to be seen by you every day is one in 17 million. There’s an abundance of odor too, with the food, the trash, the dust, the soil, and if it’s your lucky day, iodine from the sea… All sorts of flavors, if you choose to follow the odors… You can’t give touching and physical contact a miss in such a congested city, who knows how many people you knock into when walking on the İstiklal Street, how often do you feel the sun on your skin? And there’s already the sound spectrum with its several layers, from music to traffic; barking dogs to construction sites… But the essence of the point, on which all these different components combine, is this city, and 82 götürmez bir gerçek. İstanbul’un taşı toprağı nasıl bir altın ise, yene yene bir türlü bitmemiş. Güç sahipleri, imparatorlar, padişahlar, politikacılar, tüccarlar ve niceleri buradan nemalanmaya bakmış. Tüm bu politikalar üzerinden, toplumun bireylerinin nasıl yönlendirildiğinin, farklı koşulların ne metodlarla empoze edildiğinin, bireylerin nasıl birer yaşam sürdüğünün farkına varmak önemli. Gezi protesoları ile beraber bireylerde farkındalık ve bulundukları durumu değiştirme potansiyelinin ortaya çıktığını görmek inanın müthiş bir öfori yaratıyor. Benim bu farkındalığı yaratma ve nacizane uyandırma yöntemim; konseptini oluşturduğum, üzerinde düşünüp araştırma yaptığım koloboratif ses turları üzerinden oldu. 2009’dan bu yana küratörlüğünü yaptığım bu ses projeleri serisi aslında sesi, yürüme aksiyonunu ve dinleyiciyi bu şehri anlamak için bir araç olarak görüyor. İlki (Cevdet Erek, Suat Öğüt, Ergun Tükel, Roomservices katılımıyla) ‘İstanbul Ses Turu’ adı altında gerçekleşen proje, şehir içinde kaybolan bireye ve bireyselliğe odaklanmıştı. Proje, aynı şehirde yaşayan insan sayısı kadar, hatta bu kişilerin değişik ruh halleri kadar farklı İstanbul kenti olması durumunun altını çizerek, İstanbul’u sadece sanatçıların gözünden değil, tasarımcıların, şehir plancılarının ve this essence whispers in your ear that you’re actually in the same city every day. It’s irrefutable that these components are a source of richness for these lands. The gold paving the streets of Istanbul seem to be unlimited in plenitude. Power holders, emperors, sultans, politicians, merchants and so forth have sought to benefit from these parts. It’s important to recognize how the individuals of society are diverted through these policies, the methods used in imposing the different conditions and the lives led by individuals. Believe me when I say that seeing the awareness and the potential to alter the current situation blooming in individuals after the Gezi protests, creates a marvelous euphoria. My way of creating and humbly awakening this awareness was through the collaborative audio tours that I made after a concept creation, contemplation and research process. This audio project series, which I have been curating since 2009, in fact, regards the sound, the action of walking and the listener as tools for understanding this city. Debuted (with participations of Cevdet Erek, Suat Öğüt, Ergun Tükel, Roomservices) under the name of ‘İstanbul Audio Tour’, the project was focused on the ‘Şehir Ayaklarımın Altında’ projesi için yaklaşık 260 pafta Pervitich ve Goad haritası kolaj tekniğiyle birleştirilmiştir. For the ‘Walk Over the City’ project, around 260 sheets of Pervitich and Goad maps have been put together with collage technique. www.c-amp.org 83 esnafın sesinden tanımlamayı amaçladı. 2010’da farklı bir konseptle; Can Altay ve Aslı Altay; Justin Bennett & Renate Zentschnig’in katılımıyla gelişen İstanbul-Amsterdam Ses Turu metropollerin farklı kişisel haritalarını çizme yönünde bir çabanın sonucu olarak, kentsel çevrenin öznel algıya ve bu çevrenin bahsedilen algıyı biçimlendiren etkisine odaklanarak ortaya çıkmıştı. Bu senenin başında ise Burçin Elmas, Polonca Lovsin, Khadija Massaoudi ve Vahit Tuna ile yeni bir konsept altında birleştik. ‘Şehir Ayaklarımın Altında’ için kurduğum konsept İstanbul’un tarihi boyutunu en az iki farklı katmandan inceleyen ve devletlerin empoze etmek istedikleri ideolojileri nasıl mimariyi ve şehir planlama pratiklerini kullanarak yaptıkları noktasından yola çıktı. Projede Miray Özkan ve Utku Serkan Zengin ile beraber Pervitich’in İstanbul’unu Google’ın İstanbul’u ile harita üzerinde iki katman halinde birleştirip bunların üzerine ses turları oturttuk. Şu anda üzerinde çalıştığım proje ise, yine başka şehirler üzerinden İstanbul’u anlamak üzerine kurulu. Berlin’de Olafur Eliasson ile beraber kendisinin kurduğu Institute for Spatial Experiments’de (Uzamsal Deneyler Enstitütsü) yer aldığım süre boyunca üzerinde çalışmakta olduğum bu projede, ‘Şehir Ayaklarımın Altında’daki aynı düzleme getirme eylemini başka bir aşamaya taşıyarak, iki kenti, Berlin ve İstanbul’u aynı boyuta taşımayı hedefliyoruz. Çeşitli kent uzmanlarının Berlin’de İstanbul’u buldukları zihinsel ve fiziksel benzer noktalardan bir harita oluşturup, bu zaman ve mekan kayması durumunu ses turlarına ve bir yayına dönüştürmeyi amaçlıyoruz. Proje 2014’de Stadtmuseum Berlin’de yer alacak. Düşüncelerinizi bir süreliğine susturup, kulaklarımızı başkasının sesi arasına sıkıştırıp sadece size aktarılanlara odaklanmak bu şehri, şehrin devinimini farklı perspektiflerden gözlemleyebileceğiniz en iyi yöntemlerden birisi. Kent uzmanları diye nitelendirdiğim her ses turu yaratıcısı ile yaptığımız bu yürüyüşler bir yandan da şehrin hafızasını kayıt altına alıyor, bir yandan da kalabalık kentlerde bir süre sonra yapmayı önemsemediğimız, birbirini dineme/anlama pratiğini hatırlatıyor. Kulaklıkları taktığınız her seferinde başka bir sanatçının zihnine girip, onun sizin için hazırlamış olduğu şehirde yürürken gözlerinizin bir kamera gibi kayıt ettiği canlı filmin bir nevi soundtracki, aslında sizin varlığınız olmadan asla da işlemeyecek bir performatif ses enstalasyonunun parçası haline geliyorsunuz. İşte bahsettiğim farkındalığı tam da bu noktada, her gün bir yabancı olarak uyandığımız bu şehre, başkalarının sesinden yeniden yolcu olma halinde bulma olasılığı ortaya çıkıyor. Bir sonraki ses turu projesinde de, yeni İstanbul’u, direnen İstanbul’u farklı bakış açıların birlikteliğini kutlayarak ile, iktidarın “bizler” ve “onlar” diye ayırmadan halini yansıtabilmek, ulaştırabilmeyi umuyorum. 84 individual and individuality getting lost in the city. The project aimed to describe İstanbul through not only the eyes of the artist, but through the sounds of designers, city planners and tradesmen, by underlining the case of having as many İstanbuls as the number of people living in the city, or even as their different states of mind. In 2010, with a different concept, the İstanbul-Amsterdam Audio tour, made with participations of Can Altay and Aslı Altay; Justin Bennett and Renate Zentschnig, emerged as a result of an effort to draw the different personal maps of metropolitan cities, while focusing on the urban environment and subjective perception and the moulding impact of this environment to the aforementioned perception. At the beginning of this year, we collaborated with Burçin Elmas, Polonca Lovsin, Khadija Massaoudi and Vahit Tuna under a new concept. The concept I have created for ‘Şehir Ayaklarımın Altında’ (‘Walk Over the City’) takes the city planning and architectural practices used by governments in order to impose their ideologies as a starting point and examines İstanbul’s historical aspects from at least two different layers. Together with Miray Özkan and Utku Serkan Zengin, we combined Pervitich’s İstanbul and Google’s İstanbul as two layers on a map and placed audio tours on those. The project I’m currently working on is established again on understanding İstanbul through other cities. I have been working on this project in Berlin, throughout my time in the Institute of Spatial Experiments, founded by Olafur Eliasson, my project partner. In this project, our target is to carry both cities, Istanbul and Berlin, to the same extent by taking the platform equalizing action in Walk Over the City to another level. We aim to create a map of mental and physical similarities, determined by various urban specialists between Berlin and İstanbul and transform this time and space shifts into audio tours and a publication. The project will be presented in Stadtmuseum Berlin, in 2014. One of the best methods for observing this city’s motion through different perspectives is silencing your thoughts for a second, pressing your ears amidst the sounds of another and just focusing on what’s being transferred to you. These walks we take with all audio tour creators, whom I describe as urban specialists, record the urban memory, while reminding us the practices of listening / understanding each other, which we, after a while, become oblivious to in crowded cities. Every time you wear the headphones, you enter into the mind of another artist and become a part of the soundtrack to the live movie, produced for you by the artist, recorded by your camera-like eyes while walking, a performative audio installation which could never work without your being. And the awareness I mentioned reveals itself right at this point; in the possibility of finding yourself, through other people’s voices as a passenger of the city, in which you wake up every day as a stranger. For my next audio tour project, I hope to reflect and convey the new, resisting İstanbul by celebrating the synergy of different perspectives and avoiding the “us” and “them” discourse adopted by the government. CAGDAS SANAT BULUSMALARI 85 Hotel Italia Tarlabaşı’nda pek çok terk edilmiş ve yıkık bina var. Neden özellikle Hotel Italia’yı seçtiniz ve otelin sizin İtalyan köklerinize nasıl bir bağlantısı var? Bizim için mekânların isimler kadar önemli çıkış noktaları olduğunu söyleyelim, zira mekânlar, bize olası müdahaleleri hayal ettirecek ve fikirler önerecek birer sembol. Bu sefer bize kendimizi sorgulatan fiziki mekân, İstanbul’du. İlham verici kış yürüyüşlerimizden birinde, İtalyan Konsolosluğu’nun önünde karşılaştığımız kırık tabelalı ve tüm kapı ve pencereleri kapatılmış Hotel Italia, bize çok özel, “bağlamından–kopuk” bir kimliğe sahip göründü. Hepimiz Palermo’da yaşıyoruz dolayısıyla büyük bir ihtimalle bizi anında çeken, o ‘mamma sfatta’vari görünüştü. “Hey, işte burada!” dedik birbirimize. “Haydi geldiğimiz rahme tekrar girelim!” Burada, önümüzdeydi. İtalya özne, Otel nesne... ve İstanbul da yüklem diyebiliriz. Proje başlangıçtan itibaren nasıl gelişti? Süreç esnasında neler keşfettiniz ve sergi başta planlandığı şekilde mi gerçekleşti? Hotel Italia binasının içinde çalışmanın imkânsız olduğunu keşfettikten sonra proje çok değişti. O noktada Hotel Italia’yı orijinal mekâna çok yakın olan Mixer galerinin içinde, mecazi olarak yeniden yaratmaya karar verdik. Mixer ekibi projeyi anında kavradı ve benimsedi, galeri mekânının karakteristik özeliklerine müdahalelerde bulunma ihtiyacımıza saygı gösterdiler. Yani orijinal mekânda çalışmanın imkânsızlığı nedeniyle, aynı değeri taşıyan hayali bir mekân kullanmamız projeyi bağlamsızlaştırdı. Mixer Sanat Mekanı, İstanbul’un Beyoğlu semtİndekİ terk edİlmİş olan Hotel Italia’yı kendİ mekanına taşıyor. İtalyan sanatçı grubu Nostra Signora İle birlİkte gerçekleştİrİlen sergİ geçİş mekanı olan otel ve sanat eserlerİ İçİn geçİcİ bİr yer olan galerİ arasında dİyalog kuruyor. Bu ‘Duchamp’vari yer değiştirme, bize kaptan çok içeriklere odaklanma fırsatı sağladı ve müdahalemizin şiirselliğini güçlendirdi. Hatta kendimizle, İtalya’yla, İtalya’nın tarihiyle, politikaları, alışılmışlıkları, görselleri ve kendi hatıralarımızla yüzleşmemiz gerekti. Kendini aynada izlemek gibiydi… Başka bir deyişle; İstanbul’da Hotel İtalia isimli bir heceleme kitabı… Biraz dada ve biraz da futurist bir kavramdı. Şu an üzerinde çalıştığımız sembolik çizgi, bu oteli bir deneyim mekânı yapmak. ‘İlk’i yaratma eyleminin kendisi olan deneyimleri gözardı edemeyiz. Son enstalasyon ve mekânın kuruluşu, seyircilerin farklı bir bakış açışıyla işlere bakma ve sembolik olarak “Hotel İtalia” diye adlandırılmış bu odaları gezmelerini öneren en hayati nokta. Bu karşılaşmadan ne tür işler ortaya çıktı? Deneyimler hafızaya bağlı olduklarından hafızayla uğraşmanın kendine ve etrafına aynı anda bakma fırsatı sağladığını düşünüyoruz. İstanbul’dan kendine yeniden yön vermek kesinlikle orijinal ve yenilikçi bir bakış açısı sağlıyor. Bu şehrin gücü ve kıymeti bin yıllık farklı kültürleri benimseme, o kültürleri birbirleriyle etkileştirme kapasitesinden geliyor ve biz de Akdenizliler olarak bu şehirde pek çok benzerlik bulduk. Bu nedenle, bir bakıma işler bizim köklerimizle bağlantılı ve yeniden gözden geçirdiğimiz gelenekle işleri geleceğe yansıtıyoruz. Bir sanatçı kolektifi olarak beraber çalışmanın bizim için en değerli tarafı -farklı kültürleri kesiştirme ve deneyimlerimizin sembollerini ortaya çıkarma ihtiyacının bilincinde olarak- her birimizin yaratıcılık süreçlerinin neticesinde ortaya çıkan estetik çeşitlilik. Bu nedenle bu hafızalar ancak ötekilerle yüzleşerek ve etkileşerek evrensel hafızalara dönüşebilirler. Jesse Gagliardi’nin işleri“The Fall of Rebel Angels” ve “Terrestrial Concept”te gelenekle, daha doğrusu Klasik’le bir yüzleşmeden 86 bahsedebiliriz. Kumaş hatıraları ve organlara ağıt Philippe Berson’un “Sacrifice” isimli heykellerinde görülebilir. Kültürel hafızalar, kurum tarafından susturulmuş, öldürülmüş revolutionary peygamberler Giordano Bruno ve Pier Paolo Pasolini’nin simulakrası üzerinden, Simone Mannino’nun “The Symbolic Line”ında ele alınmış. Yakın tarihin hatıraları ise Cesare Inzerillo’nun, günümüz Türkiye’sinde de örneklerinin bulunduğu ve İtalya’da 1970‘lerde yaygın olan gecekondulaşmayı ele aldığı işlerinde görülebilir. Son olarak, kuşakların aktarılması esnasında miras kalan hatıralar Riccardo Scibetta’nın fotoğraflarında görülebilir: bir Sicilyalı topluluğunun özel aile koleksiyonundan gelen fotoğraflar bize semboller ve el işaretlerinin evrensel ve zamandışı değerini hatırlatıyor. Bu fikir öncesinden aklınızda var mıydı, “Geçici bir yerleşim yeri olarak otel ve geçici bir sunum yeri olarak sergi mekânı”? Eğer cevabınız ‘evet’se, sergideki işler bunu nasıl yansıtıyor? Otel bir geçiş mekânıdır; başka tüm mekânlardan daha çok gidiş ve gelişin yansıtıcı fikirlerini barındırır; içlerinde görünmelerin ve gözden kaybolmaların göz kırpmalarını taşıyan iki kritik an. Müze olmayan bir sergi mekânı söz konusuysa, ortaya çıkan aynı zamanda gelip geçicidir, bir hedef ihtiyacından doğmuştur. Her sonucu yeni bir yaşamı takip eder, yeni bir uyumun gelişebileceği bir ümittir. Bu da kimi zaman farklı sanat işlerini birbirlerine kenetleyen bağı yansıtır, özellikle yüzleşmeye ve farklı bakışların karşılıklı alışverişine dayalı bir kolektif sergisinde. Eğer mekanizma doğru çalışırsa, ortaya çıkan bir tutam sihirdir, sonsuzlukta havada asılı kalmış bir zarafet anı, başkaları ve kendimiz için yapılmış bir hediyedir. enstalasyon ve mekânın kuruluşu, seyİrcİlerİn farklı bir bakış açışıyla İşlere bakma ve sembolİk olarak “Hotel İtalia” dİye adlandırılmış bu odaları gezmelerİnİ öneren en hayati nokta. Yersizleştirilmenin ana noktalarınızdan biri olduğu düşünülürse, İstanbul’daki en son gelişmeler ve Gezi Protestoları işlerinizi nasıl etkiledi? Gezi Parkı, tüm metropolitan yeşil alanlar gibi, şehrin dayattığı çılgın tempodan uzaklaşma olanağı sunan bir mekân. Yavaşlayıp, düşünüp kendinize dönebileceğiniz bir yer. Yaşanan tüm zorluklara rağmen bu özel dönemde burada bulunduğumuz için kendimizi şanslı sayıyoruz. Projemizin, bu denli büyük bir kolektif öz-bilinçlilik sürecinden ortaya çıkan enerjiyle daha da güçlenerek ortaya çıkacağını düşünüyoruz ve sanatçılar olarak araç gereçlerimizi bu değişim sürecine en iyi katkıyı yapabilmek için bilemeye başladık. Schermata 87 Hotel Italia There are many rundown and empty buildings in the Tarlabaşı district, why did you especially choose Hotel Italia and how does it refer to your being from Italy? Let’s say that for us places, as much as titles, have always been an important point of departure, as they are signs which suggest ideas and make us think of possible interventions. The physical place this time was Istanbul, a city where we immediately felt the need to question ourselves. During our several inspiring winter walks around the city, the vision of Hotel Italia in front of the Italian Consulate, with its wrecked sign and shut doors and windows appeared to us as a place gifted with a very special ‘out of context’ identity. We all live in Palermo, so probably to immediately attract our attention was that glimpse so similar to the mamma sfatta (“mama in rags”) that usually hosts us. “Hey, here it is!” we said to each other. “Let’s enter the womb from where we came.” It’s here, in front of us. So, yeah, we could say that Italy is the subject; Hotel is the direct object... and Istanbul the verb. Mixer Art Space is moving the old and emptied Hotel Italia in Beyoglu, Istanbul to its exhibtion space. The exhibition, realized with the Itailan artist group Nostra Signora builds a diyalog between the hotel as a transition space and the gallery space as a temporary place for the artworks. How did the project evolve? What have you discovered during the process, did the exhibition happen as initially planned? Upon discovering that it was impossible for us to work inside Hotel Italia, the project changed radically. At that point we decided to metaphorically recreate Hotel Italia within the space of Mixer, an art space located in the Tophane district of Istanbul, which is coincidentally very close to the original intended site. The Mixer team immediately understood and welcomed the project, respecting our need to intervene on the characteristics of the space. Therefore, the impossibility to work in the original space led us to de-contextualize it, however, not the hotel itself, but an imaginary place where we were able to bring the same values. This Duchampian relocation has allowed us to focus more on the content rather than the container, thus strengthening the poetic qualities of our intervention. In fact, we had to get to grips with ourselves and with Italy, its history, its politics, its common places, its images, our memories... it was like looking at your-self in the mirror… in other words: a spelling-book called Hotel Italia in Istanbul; a concept that is may seem both a little Dada and Futurist at the same time. The symbolic line on which we are still working on is to make this hotel a place of experience. However, we too must understand that we can never neglect our experiences, the first of which must lie never overlooking the act of creation itself. The final installation, including the way the space is set up, is essential in our quest in suggesting to the audience various points of view to consider when admiring the works and walking through the symbolic rooms of ‘Hotel Italia’. What kind of works came out of this encounter? We believe experiences are related to memory, and that to be able to deal with memory is to be able to both look beyond - and directly at yourself in detail - to be able to take stock and reposition yourself in Istanbul most certainly grants one an original and innovative point of view. The strength and uniqueness of this city lies in its idealistic capacity of being able to welcome different cultures to a place where it is almost compulsory for them to engage in a dialogue; and as we are also Mediterranean, we were thankfully able to find many affinities with this city. Therefore, in a sense the works are closely related to our roots, to those roots that encompass a tradition that’s been about projecting oneself into the future. As an artist collective, there are many things that inspire Nostra Signora and what we appreciate most about working together is the opportunity of discovering the aesthetic diversity achieved by each of our creative processes, being conscious that we are all bonded by the need to cross into and beyond diverse cultures and bring out the symbols in our individual experiences. Consequently, these universal memories can only achieved by means of confrontation and exchanging in an inter-cultural dialogue. 88 We can see traces of confrontation and tradition in the work(s) of Jesse Gagliardi, more specifically in his works entitled ‘The Fall of Rebel Angels’ and ‘Terrestrial Concept’. Using the contrasting feels of fabric and the remains of organs creating interesting compositions, Philippe Berson’s sculpture entitled ‘Sacrifice’ also plays with the themes of confrontation and tradition. Cultural memories are found in abundance in Simone Mannino’s ‘The Symbolic Line’, a work that focuses on the issue of language through the simulacra of Giordano Bruno and Pier Paolo Pasolini, both of whom were revolutionary prophets forced to remain silent by the regime and later murdered by the establishment. Memories of recent history in Cesare Inzerillo’s installation which surrounds the topic of illegal building most commonly seen in Italy during the 1970’s, and in retrospective appearing to have several resemblances to today’s Turkey. Finally, Riccardo Scibetta looks at memory as a legacy within the shift of generations in his photographs once belonging to a family’s private collection of a Sicilian community; they remind us of the universal and how values and gestures shift with time. The final installation, including the way the space is set up, is essential in our quest in suggesting to the audience various points of view to consider when admiring the works and walking through the symbolic rooms of ‘Hotel Italia’. When you were initially planning the exhibition, did you have the idea of the hotel as a temporary residential space and the exhibition space as a temporary display space and if so, how are the works now reflected in the exhibition space? A hotel is a place of transit, a place where more than anywhere else the ideas of arrival and departure seem so synonymous, a place where two very crucial moments in life are hosted – filled with intermittent periods of appearances and disappearances. In the case of an exhibiting space which is not a museum, what comes to light are the transient qualities of the works which are redeemed from the need of having an aim. mutual exchange of different gazes. Successfully achieved, what comes to light is a grain of magic, a moment of sheer grace floating in eternity, a gift which is intended for all to appreciate. Every ending is followed by a beginning, a hope from which a new harmony can be developed, reflecting the bond that sometimes comes to tie different works of art, especially in the event of a collective exhibition based on confrontation and How have the latest developments in Istanbul, in particular the Gezi Protests influenced your work as displacement seems to be one of your main starting points in this exhibition? Gezi Park, as all metropolitan green areas, is a place allowing people to take a break from the frantic pace imposed by the city, a place to slow down, reflect and go back to yourself. Despite the several difficulties of the recent months, we feel lucky to have been at least been witnesses. We believe that our project will come out strengthened by the vibrant energy created by such a great collective process of self-awareness, and as artists, we’ve been sharpening our tools in order to give the best possible contribution to this process of transformation. Riccardo Scibetta, Hotel Lampedusa 89 Asar-ı Atika Ancient Works Mari Spirito ve Övül Durmuşoğlu projesi A project by Mari Spirito and Övül Durmuşoğlu Sanatçılar / Artists: Akram Zaatari, Rosella Biscotti, Nilbar Güreş Sanatsal ve arkeolojik araştırmayı bir araya getiren bir proje olan Asar-ı Atika, küratör Övül Durmuşoğlu, Protocinema’dan Mari Spirito’yu ve sanatçılar Akram Zaatari, Rossella Biscotti ve Nilbar Güreş’i, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bir araya getirdi. Bu proje, Övül’ün tanımı ile “farklı türden bir araştırma ile yaşanan bir karşılaşma. Müze, hepimiz için birçok yeni olanağın oluşmasını sağladı.” Fotoğraf / Photography: Rosella Biscotti 90 Anadolu Medeniyetleri Müzesi (1921) Türkiye’nin en eski müzelerinden biri ve Rossella Biscotti, Nilbar Güreş ve Akram Zaatari gibi sanatçıları barındıran projeniz de, bu müzede yapılan birkaç sanatsal araştırmadan biri. Bu projenin ana odağı nedir? Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika başlıklı projemiz, birçok sanatçının araştırma bazlı metotlar ile ortaya çıkan işlerine duyduğumuz ilgi sonucu oluştu. Proje, spesifik olarak bu arkeoloji müzesine, “İçinde ne var?”, “Nasıl tasarlanmış?”, “Tarihi eserler nasıl bağlamlandırılmış?”, “Erişim sağlamak için gerekli bürokratik prosedürler neler?” gibi soruları, çağdaş sanatçı ve küratörlerin gözünden bakarak sormayı amaçlıyor. Ayrıca, çok farklı iki alanın araştırması, içerikler, hangi tarihin kime sunulduğu gibi yaklaşım katmanları da mevcut. Hepimiz için asıl fikir, buna bakmak ve hangi soruların ortaya çıktığını, “çağrışımlarımızın” ne anlama geldiğini görmekti. Övül: Başlattığımız araştırma, bildiğimiz kadarıyla, türünün bu müzedeki ilk örneği. Metotlarımızı besleyecek bağlamlara nasıl daha derinlemesine bakabiliriz? Bazen kendi tartışmalarımız içinde o kadar kilitli kalıyoruz ki, farklı düşünce yollarını açabilecek ince, önemli detayları göremiyoruz. Bu yüzden karşılaşmalar, araştırmanın ilk hedefi olarak belirlendi. Örneğin, Nilbar Güreş’in Arter’de, 2013 yılının Ocak ayında düzenlenen “Haset, Husumet, Rezalet” sergisinde yer alan işlerinde portrelediği neolitik ana tanrıça figürü ile karşılaşma. Bu üç sanatçının tüm işleri araştırma bazlı metotları genişletmeye devam ediyor ve arkeolojik ögeler ile güçlü bir diyalog içinde. Bu proje ikinizi, Akram Zaatari, Rosella Biscotti ve Nilbar Güreş’i Ankara’da nasıl bir araya getirdi? Övül ve Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika, ICI mezunlarına yapılan ve SAHA tarafından desteklendiği için Türkiye’de icra edilmesi gereken bir araştırma projesi çağrısına cevap olarak doğdu. İkimiz de, iki yıl önce, Brezilya’nın Minas Gerais eyaletinde bulunan Instituto Inhotim’de düzenlenen ve bölgeye özel işlerin kabulü ve adaptasyonu ile ilgili konulara odaklanan ICI “Curatorial Intensive” eğitim programına katılmıştık. Türkiye’de bulunan bu tür bir müze, çağdaş sanat ile nadiren diyalog kurar. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin (örneğin, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin aksine), şehrin içinde çok belirli kökleri ve amaçları vardır. Özellikle bölgeye ve araştırma bazlı sanatsal metotlara olan ortak ilgimiz, bizi bu projede bir araya getiren şey oldu. Övül aslen Ankaralı ve arkeolojiye olan ilgisi nedeniyle, müzeyle uzun süredir devam eden kişisel bir bağı mevcut. Mari, göçebe projesi Protocinema’yı geliştirmek için İstanbul’da yaşıyor ve araştırmalarını İstanbul’un ötesine taşımaya çalışıyor. Bu yüzden, ilgilerimizi birleştirmemiz ve yolculuğumuza oradan başlamamız oldukça organik ve doğal bir şekilde gerçekleşti. Hem Akram Zaatari, hem de Rossella Biscotti’nin bu çevre gezisi, yerinde araştırma ile ilgileniyor olması bizim şansımızaydı. Zaatari’nin devam eden Hashim Al-Madani araştırması, ikimiz için de büyük bir ilham kaynağı. Ayrıca, kendisinin dOCUMENTA (13) için yaptığı Time Capsule enstalasyonu, gelecekte bulunup bulunmayacağı belli olmayan bir mesaj göndermek ile ilgiliydi. Kısmen gizlilik ile ilgili olan, başka bir şiiri ortaya çıkardı. Rossella Biscotti için arkeoloji sadece bir hareket değil, bilgi ve araştırma ile olan ilişkisini tanımlayan bir kavram. Bir hafta süren sürecin ardından, SALT Ulus’da bir yuvarlak masa söyleşisi gerçekleştirdik. Ek olarak, kahvaltı esnasında ve kahve içerken yaptığımız konuşmalar arasından, yolculuğumuz boyunca bizimle kalanlar da mevcut. Üçüncü ortağımız Nilbar Güreş, kendi bakış açısını New York’ta yapacağımız konuşmamızda sunacak. Hem Zaatari, hem de Biscotti’nin sanatsal metotları araştırma bazlı. Bu müze için özellikle ne tür bir araştırma yapıldı? Övül ve Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika içinde, müze müdüriyeti ile iki adet toplantımız / söyleşimiz oldu. Bu ziyaretler sırasında, Müze’nin sorumlu olduğu kurtarma kazıları hakkında bilgi aldık. Akram ve Rossella ile Müze tasarımını, sunumunu ve anlatısını tartıştıktan sonra, bu eserlerden bazılarının geldiği kazı yerlerini ziyaret ettik. Araştırmalarımız, bizi üç farklı arkeolojik kazı yerine götürdü: yeni keşfedilen erken bronz çağı Çayyolu Höyüğü, Ankara civarında bulunan, Frigyalılar’a ait Gordion, Yassıhöyük ve Konya, Çatalhöyük’teki önemli neolitik yerleşim alanı. Kazı ekipleri ile birebir konuşma ve daha fazla soru sorma fırsatımız oldu. Aramızda yaptığımız ilk konuşmanın anahtar kelimeleri kazı yeri, peyzaj, arkeolojik kazı yapma işi ve gömme oldu. Eserler çıkartıldıktan sonra, sahada bulunan peyzajlara/izlere/insanlara/toplumlara ne olduğu ile ilgili sorular soruldu. Sanatsal süreç ile arkeolojik süreç arasındaki ilişki nedir? Geçmiş ve antik arasındaki etkileşim nedir? Sanatçılar, ilk üç sunum için (Ankara, İstanbul, New York) söylemimizi iki film ile diyalog hâlinde formülleştirmeye karar verdiler. Bu filmler, müzelerde bulunan eserler ve keşfedildikleri alanlar ile olan ilişkilerimizin yanı sıra, her iki mekândaki fiziksel varlığımızın ne anlama geldiği ile ilgili sorular soruyor. Shadi Abdel Salam’ın, 1969 (Mısır) yapımı “The Night of Counting the Years” adlı filmi, Akram Zataari tarafından kısmen izletildi ve tartışıldı. Buna karşılık olarak, Roberto Rossellini’nin, 1954 (İtalya) yapımı “Journey to Italy” adlı filmi, Rossella Biscotti tarafından izletildi ve tartışıldı. Bu söyleşi kayıt altına alındı ve yakın zamanda İngilizce ve Türkçe olarak basılacak. Coğrafyası, psikocoğrafyası ve tarihi ile Ankara şehri, söyleşilerimizin arka planı hâline geldi. Ankara ve Konya’da beraber tecrübe ettiğimiz süreç, işlerimizde icra ettiğimiz araştırmanın doğasına da vurgu yaptı. Alanda bulunmak, bu süreç için çok önemli bir elementti. Gelecekteki sunumlarımızda, bu konu ile ilgili daha fazla soru sormak ve küratoryel bağlamda alan olarak araştırma ve araştırma olarak alanı vurgulamak da istiyoruz. Sanatsal yaklaşım açısından düşünüldüğünde, bu projede, müze ve müzenin kültürel mirası ile ilgili daha önce söylenmemiş neler var? Övül ve Mari: Şu an için, birçok arkeoloji müzesi gibi, Anadolu Medeniyetleri Müzesi de bir genişletme ve restorasyon işlemine tabi tutuluyor. Bu yüzden eserlerin yalnızca ana katmanlarını görme fırsatı bulduk. Müzeye daha önce bizimki gibi bir talep ile gelen olmamıştı; çoğu zaman kendilerine başvuran araştırmacılar arkeoloji alanından oluyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi, istediğimiz şeylerin bazıları çok yoğun bir bürokrasi altında korunuyor. Bu nedenle, geçirdiğimiz bir hafta, bu yapılar ile ilgili bir pilot çalışma olarak değerlendirilebilir sadece. Bilgiye ulaşım konusunda resmi birçok kısıtlama bulunduğu için, kişisel konuşmalar çok daha yararlı oldu. Aynı zamanda, alternatif yaklaşımımız gayet hoş karşılandı. Merak ettiğimiz birçok şey hakkında bilgi kazandık ve bu iş birliğinin farklı düzeylerde de devam edeceğini umuyoruz. Gerçekten de daha yapacak çok şey var. 91 Asar-ı Atika, a project that brings artistic and archeological research together, brought curator Övül Durmuşoğlu, Mari Spirito of Protocinema and artists; Akram Zaatari, Rossella Biscotti and Nilbar Güreş together in Museum of Anatolian Civilisations. This project, as Övül describes “is an encounter with a research of different kind. For the all of us, the museum opened up many new possibilites.” Fotoğraf / Photography: Rosella Biscotti 92 Museum of Anatolian Civilisations (1921) is one of the oldest museums in Turkey and your project with the artists Rossella Biscotti, Nilbar Güres, and Akram Zaatari, and is probably one of the few artistic research on that museum. What is the main focus of this project? Mari: Our project - titled - Ancient Works / Asar-ı Atika - came from our interest in many artists work that comes out of a research based practice. The intention of the project is to look at this specific archeology museum - What is in it? How it is designed? How are the artifacts contextualized? What is the bureaucracy of getting access? ... and so on, with the eyes of contemporary artists and curators. You also have the layers of approaches: to research in two very different fields, to content, what history presented for who? The idea was for all of us to look at this and see what questions come up - what are our “evocations” – meaning. Övül: The research we have started is the first of its kind, that we know of, in this specific museum. How can we look deeper in the contexts that feed our practice? Sometimes we are so locked in our own discussions that we cannot see some finer critical details that may open up other ways of thinking. Thus, the research is first aimed at encounters. For example, the encounter with the neolithic mother goddess figure Nilbar Güreş portrayed in her work commissioned for the exhibition “Envy, Enmity, Embarrassment ” at Arter, January 2013. All three of these artists’ work continue to expand research based practice, and have a strong dialogue with the archaeological. How did this project bring you two and, Akram Zaatari and Rosella Biscotti together in Ankara? Övül and Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika is a response to an open call by ICI for a research project from its alumni to take place in Turkey, as it was supported by SAHA. We had both participated in the ICI Curatorial Intensive that focused on issues of commissioning and adaptation of site-specific works and took place at the Instituto Inhotim in Minas Gerais, Brazil, two years ago. Museums of this nature in Turkey rarely converses with contemporary art The Museum of Anatolian Civilizations has very particular roots and intentions within the city (unlike İstanbul Archaeology Museum for example). Our common interest in site specificity and research based artistic practice brought us together in this research. Ankara is Övül’s hometown, and she has a longtime attachment to the museum on a personal level because of her interest in archaeology. Mari has been living in İstanbul for developing her site-roaming project Protocinema, and is interested in extending her research beyond Istanbul. Thus it was quite organic and natural to combine our interests and start our journey there. We were lucky that both Akram Zaatari and Rossella Biscotti were interested to join in this excursion, on-site research . Zaatari’s ongoing Hashim Al-Madani research is a great inspiration for both of us. Also, his Time Capsule installation for dOCUMENTA (13) was a work about sending a message that may or may not be found in the future. It revealed another poetry , partially about concealment. For Rossella Biscotti archaeology is not only a gesture but a notion defining her relationship with information and research. We presented a roundtable conversation at SALT Ulus after our week long process. In addition, we had many conversations we had around breakfast and coffeetables, during our journeys that stay with us. Nilbar Güreş, our third collaborator, will bring in her perspective in our following talk in New York. As Both Zaatari and Biscotti’s artistic practices are research oriented, what kind of a research have been done about this specific museum? Övül and Mari: Within Ancient Works / Asar-ı Atika we had two meetings/ conversation with the museum directorship office. In these visits, we found out about the rescue excavations this Museum is in charge of. After discussing the museum design , display and narratives with Akram and Rossella, we ended up visiting the sites where some of these artifacts have come from Our inquiry brought us into the field to three archeological sites: the newly discovered early bronze age Çayyolu Höyüğü, Phyrgians’ Gordion, Yassıhöyük around Ankara and the important neolithic settlement Çatalhöyük, Konya. We had the opportunity to speak one-to-one with the excavation teams working on site and ask further questions. Site, landscape, the act of excavation and burying were our keywords in our first conversation among each other Questions about what happens to landscapes/traces/people/societies where artifacts are removed, after they have been removed, came up. What is the relationship between the artistic process and the archeological process? What is the interaction between the future and the ancient? For the first of three presentations (Ankara, Istanbul, New York) the artists decided to formulate our conversation in dialogue with two films. These films ask questions about our relationship to the artifact in museums, versus in sites where they are found; as well as, what our physical presence means in both places. “The Night of Counting the Years”, 1969, (Egypt) by Shadi Abdel Salam was presented in part and discussed by Akram Zataari. As a response “Journey to Italy” 1954, (Italy) by Roberto Rossellini was presented and discussed by Rossella Biscotti. The conversation was recorded and will be available in print in English and Turkish, forthcoming. The city of Ankara, its geography, psychogeography, and history became the background of our conversations. The process we have experienced together in Ankara and Konya also underlined the nature of the research we conduct in our work. Being on the site was a vital element of this process. In our future presentations, we would like to ask further questions on this issue and highlight research as site and site as research in the context of curatorial as well. What does this project tell us about the museum and the cultural heritage of the museum that has not been said before in terms of artistic approach? Övül and Mari: At the moment Museum of Anatolian Civilizations is undergoing an extension and restoration as many archeaological museums are. So we were able to see only the main strata of artefacts. It was the first time museum had received such a demand like ours; most of the time the researchers they receive are from the field of archaeology. Some of the things we asked for are protected with an immense bureaucracy, as you can imagine. Thus our one week involvement can be only considered pilot study in dealing with these structures. Since there are many restrictions on information on an official level, personal talks were much more useful. At the sametime, our alternative approach was quite welcomed. We learned about a lot of things we were curious about and hope this collaboration will continue on other levels, as well. Indeed, there is more to be done. 93 SERGİLER / SHOWS Çiğdem Asatekin ‘Gidebileceğimiz bir yer biliyorum’ ‘I know a place where we can go’ Bergsen Bergsen, 17 Eylül 2013 / September 17, 2013 28 Ekim 2013 / October 28, 2013 Gidebileceğimiz bir yer biliyorum, sanatın temsil gücünün ışığında, önemli bir soruyu görünür kılmaya çalışan bir proje: Umudu, umut mekanlarını ya da umut mekanlarına dair pozitif/negatif beklentileri nasıl görünür kılabilir ve buna dair nasıl bir farkındalık yaratabiliriz? Bir yanda 21.yüzyılın postmodern birey ve etiğiyle ve neo-liberal politikalar ekseninde, bedenlerimiz mekanların içinde sinmiş durumda ve birey kendisini çıkmaz bir sokakta ve yalnız hissediyor. Ama öte yandan New York, Stuttgart, Atina, Tunus, Kahire, İstanbul ve daha birçok yerde görüldüğü gibi kamusal alanda bir araya gelerek, tabiri caizse kamuyu bir daha tanımlıyor. Şu açık ki, ütopyalar asla öyle kolay sindirilemiyor ve hiç beklenmedik anlarda patlayabiliyorlar. Siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan birey ve toplum ne kadar düşkırıklıkları yaşasa da, gidebilecekleri bir yer ararken ya da onu yeniden yaratırken biliyorlar ki; “Sous les pavés, la plage!” In line with the post-modern individual and ethics of the 21st century and neo-liberal policies, our bodies stay cowered inside spaces and the individual feels stuck in a dead-end street and alone. But, on the other hand, as seen on New York, Stuttgart, Athens, Tunisia, Cairo, Istanbul and several other places, they gather in public spaces and redefine public, so to speak. It is obvious that utopias are hard to digest and can burst at unexpected times. Even though the political, economic and cultural disenchantments the individual and the society experience, when searching for a place to go, or re-creating it, they know that: “Sous les pavés, la plage!” Antonio Cosentino, Suriye Serisi’nden / From Syria Series, 2 x 2,5 m Tuval üzerine yağlıboya / Oil on canvas, 2011-2012 INtheVISIBLE Arslan Sükan Galerist, 11 Eylül 2013 / September 11, 2013 12 Ekim 2013 / October 12, 2013 INtheVISIBLE, galeri mekanını sorgulamaya, ‘‘beyaz küp’’ün kendisine çağırıyor ziyaretçileri. Genç sanatçı Arslan Sükan, mekanla adeta bir tuval gibi oynayarak post-modernizmle beraber galeri mekanının kendisinin bir algı nesnesi haline gelmesini görünür kılıyor. Bağlamını kaybeden mekanın kendisi bir içeriğe dönüşüyor. INtheVISIBLE invites us to the ‘‘white cube’’ itself, question the gallery space.Young artist Arslan Sükan plays with the gallery space as if it’s the canvas and reveals the fact that within post-modernism the gallery space became a perceptual object itself. The space looses its context and becomes the content. Prepare yourselves for a gallery experience that will worth your curiosity and excitement. Arslan Sükan, İsimsiz/ Untitled, 12,86 x 130 cm, C-print_2013. 94 Moving Spaces Azade Köker CDA Projects, 12 Eylül 2013 / September 12, 2013 6 Ekim 2013 / October 6, 2013 Azade Köker, CDA Projects’teki kişisel sergisinde kent kavramını temele oturtuyor, ve kent üzerinden kentli insanı, insanlığın kenti ve kentin insanı nasıl dönüştürebileceğini sorguluyor. Sergide Köker’in resim, video ve enstelasyonlarını görebiliriz. Azade Köker bases her exhibition on the concept of city, and questions urbanity, how people change the city and how city can change the people. Köker’s paintings, installations and videos can be viewed at the exhibition. Azade Köker, Tempo in Forest, 2013, Mixed Media, Video, 150x250 cm Özgürlük Parkı – Tanrıya Güveniyoruz Freedom Park – In God We Trust Bjorn Melhus Dirimart, Eylül 2013 / September 2013 Alman – Norveçli medya sanatçısı Bjorn Melhus, kişisel sergisiyle Dirimart’ta. Amerikan dolarının üstünde şu yazar: Tanrıya güveniyoruz. Melhus için bu cümle, dini kapitalist politikanın bir simgesi, ve seküler bir toplum olarak tanımlansa da bu söylem değişmiyor. Aynı kapital-din sentezini günümüzde Türkiye’de de izlediğini belirten sanatçı, son dönemde Türkiye’de yaşanan toplumsal hareketleri ise bir araç haline getiriyor ve sergisinde Gezi’den parçalar kullanıyor. German-Swedish media artist Bjorn Melhus is hosted by Dirimart for his solo show. Its says on the American dollars: In God we trust. For Melhus, this sentence is a symbol of religious capitalist policies, and USA being defined as a secular society doesn’t change this statement. Stating that he sees the same capital-religion synthesis in Turkey now, the artist uses partial images from Gezi Park protests and uses this recent societal movement in Turkey as a tool. Bjorn Melhus, Liberty Park Sketches 95 Vortex Daniel Canogar Vortex, dijital baskı / digital print, 73.9 x 272 cm, 2011 Art ON the Gallery, 10 Eylül 2013 / September 10, 2013 5 Ekim 2013 / October 5, 2013 Daha önce Contemporary Istanbul’da Art ON standında Spin isimli enstalasyonunu izlediğimiz yeni medya sanatçısı Daniel Canogar, kişisel sergisiyle İstanbul’da. İşlerini hazır nesneler üzerine kuran ve batık nesnelerden ilham alan Canogar’ın fotoğraf ve enstalasyonlarını bu sergide izlenebilir. Last year, we have seen his installation Spin at Art ON’s booth in Contemporary Istanbul. Now, new media artist Daniel Canogar will be in Istanbul with his solo show. Canogar’s photographs and installations, who puts ready made objects in the center of his artistic practice and inspires from sunken objects can be seen at this exhibition . Her Şeyden Sonra After All Siemens Sanat, 11 Eylül 2013 / September 11, 2013 13 Kasım 2013 / November 13, 2013 Siemens Sanat sezona Avrupa Kültür Derneği ile işbirliği içinde gerçekleştirdiği proje Her Şeyden Sonra ile başlıyor. Geçtiğimiz 10 yılda kültür alanında nelerin değiştiğini sorgulayan proje kapsamındaki sergi Genleşme’de, daha önce Sinop Bienali’nde izleme fırsatı bulduğumuz 13 ülkeden 21 sanatçının işleri yer alacak. Proje kapsamında forumlar da gerçekleşecek. Siemens Sanat starts the season with its project After All, in corporation with European Cultural Association. The project questions the chages that happened in the cultural sector in the last decade. The project exhibition Expansion presents the works by 21 artists from 13 different countries that we had the chance to see in the last Sinop Biennial. Forums will also take place during the exhibition. 96 İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar Everyone Carries a Shadow Lale Tara Galeri x-ist, 10 Eylül 2013 / September 10, 2013 16 Ekim 2013 / October 16, 2013 10 Eylül’de x-ist’te Macaristan’ın terkedilmiş binalarıyla karşılaşıyor izleyici. Lale Tara, kendi kurguladığı 12 sahneyi, Macaristan’ın değişik bölgelerindeki atıl, terk edilmiş yerlerinde fotoğraflamış. İşler, aynı zamanda Jung’un insanın gölgesi öğretisine gönderme yapıyor. The viewer meets Hungary’s emptied buildings on September 10th. Lale Tara photographed 12 fiction scenes in the abandoned places at different regions of Hungary. The works also refers to the Jung doctrine, the shadow of men. “Card players”, Fotoğraf / Photography, diasec, 120 x 180 cm, 2012 Kayıp The Loss Daire Sanat, 4 Eylül 2013 / September 4, 2013 5 Ekim 2013 / October 5, 2013 Daire Sanat, 4 Eylül’de Ahmet Duru, Buğra Erol, Candan Öztürk, Deniz Rona ve Evrim Kavcar’ın yer alacağı Kayıp isimli sergisiye ev sahipliği yapıyor. Sergi, kaybetme hissini, toplumsal ve kişisel ani değişimler üzerinden ele alıyor ve disiplinlerarası bir deneyim sunuyor. Daire Sanat brings Ahmet Duru, Buğra Erol, Candan Öztürk, Deniz Rona and Evrim Kavcar together at the exhibition ‘‘The Loss’’ from September 4th on. The exhibition discusses the feeling of loss through societal and personal sudden changes and presents a interdisciplinary experience. Ahmet Duru, “Patlama I”, Kağıt üzerine karakalem, Charcoal on paper, 54x69 cm, 2013 Ters Köşe Işıl Eğrikavuk Egeran Galeri, 5 Eylül 2013 / September 5, 2013 5 Ekim 2013 / October 5, 2013 Işıl Eğrikavuk ,Ters Köşe / Reverse Corner 2013 Video yerleştirme / Video installation Geçtiğimiz senenin Full Art Prize ödüllü sanatçısı Işıl Eğrikavuk, yeni video enstalasyonu Ters Köşe’yle Eylül ayında Egeran Galeri’de olacak. Gezi olaylarından etkilenerek ürettiği işte sanatçı halkın politik kamusal alan kullanımının önemini vurguluyor. Işıl Eğrikavuk, last year’s Full Art Prize winner, will be in Egeran Gallery in September with her new video installation Ters Köşe. The artist keynotes the importance of the community access to political public spaces. 97 Green Flower Street Tate Modern, 13 Eylül 2013 / September 13, 2013 12 Kasım 2013 / November 12, 2013 Barselona’daki Tatiana Korouchkina Galeria d’Art’ın 13. İstanbul Bienali’ne paralel olarak gerçekleştireceği serginin küratörlüğünü Ariel Roger üstleniyor. Sergi adını Donald Fagen’in Green Flower Street şarkısından alıyor. Farklı teknik ve malzemelerle çalışan sanatçılardan oluşan bu grup sergisinde işlerin ortak noktası, ‘kırılganlık’. Bu kırılganlık; politik, sosyal ve çevresel durumları etkilediği gibi tüm zorluklara direnen bir yapıya sahip. Ariel Roger is the curator of the exhibition that will take place concurrently with the 13. İstanbul Biennale, organized by Barcelona based gallery, Tatiana Korouchika Galeria d’Art. The exhibition takes its name from a Donal Fagen song called Green Flower Street, and is a tribute to the musician. In this group exhibition which brings artists from different backgrounds using different techniques and materials, the works share a common concept as ‘fragility’. This concept has a structure which both effects political, social and environmental conditions and resists all challenges. Adres/Address: Lüleci Hendek Sok. No. 50 Galata – Istanbul Pietro Ruffo, Liberty House, 2011 Rebecca Turner, Lunar 98 ‘Diorama Maps’ Sohei Nishino Sanatorium, 11 Eylül 2013 / September 11, 2013 12 Ekim 2013 / October 12, 2013 Sohei Nishino, Jerusalem, 110x116 cm 2012-2013 Photounder courtesy of Michael Hoppen Gallery Sergi, Nishino’nun Osaka Üniversitesi’nde henüz öğrenciyken başladığı ve halen devam eden Diorama Maps serisinden örnekler taşıyor. Diorama Maps serisi, Nishino’nun seçtiği şehirlerin sokaklarını yürüyerek gezdiği ve bu esnada fotoğrafını çekerek kayıt altına alarak kendi hafızasında yeniden yarattığı çok katmanlı ve büyük boyutlu haritalarından oluşuyor. Her harita, Nishino’nun çektiği fotoğrafların yine kendisi tarafından basılması, kesilip yapıştırılması ve ardından üretilmiş olan kolajın fotoğrafının çekilmesi süreçlerini içeren bir çalışma sonucunda ortaya çıkıyor. The exhibition includes the works from the Diorama Maps series that Nishino started as a student in Osaka University. Diorama Maps series consist of large and multi layered maps reconstructed by Nishino’s memories by walking the streets of the city he chose and recordings of this walk as photographs. Each map is the result of an intense preparation period in which the artist prints the photos by himself, cuts and glues them and takes the photo of the final collage. Görünürdeki Yazar The Apparent Author Meriç Algün Ringborg Galeri Non, 12 Eylül 2013 / September 12, 2013 Serginin referans noktası Oxford İngilizce Sözlük ve içinde yer alan örnek cümleler. Algün Ringborg bu sergi için her biri temelinde kısıtlar dahilinde üretimi ve yaratmayı sorgulayan bir dizi yeni çalışma ortaya koyuyor. Bu işler hali hazırda yazılmış satırların aralarından bir anlam çıkarma ihtimaline göz atarken, aynı zamanda bunun nasıl bir anlam olabileceğini de inceliyor. Serginin tamamı sözlükte bulunmuş, bir takım talimatlar içeren ve yol gösterici niteliği taşıyan cümleler üzerinden kurulmuş. Aralarında bir sesli anlatı, iki video ve bir roman taslağı bulunan işlerin hepsi aynı metodoloji ile hazırlanarak yazma/yazar fikrini karakterize ediyor. The exhibition has a distinct reference, The Oxford English Dictionary and its exemplifying sentences. For this exhibition Algün Ringborg has constructed a new series of works each of which explore the act of making and creating through this particular constraint. It is an exploration into the possibilities of making sense between the lines of the already written, examining also what type of sense that is. The whole exhibition is constructed through a set of instructive sentences found in the dictionary. Amongst other works there is an audio narrative, two videos and a manuscript for a novel – all characterizing the idea of an author and constructed using the same methodology. Meriç Algün Ringborg, On Writing 2013 150 blank books 330 x 15 x 21 99 Marjinal Devrim Marginal Revolution Kuad Galeri, 10 Eylül 2013 / September 10, 2013 10 Kasım 2013 / November, 10 2013 Küratörlüğünü Max Presnill ve Gül Çağın’ın üstlendiği Marjinal Devrim, siyasi konuları sorguluyor. Sergiye katılan sanatçılar, sivil haklar, özgürlük kavramı ve finansal güç arasındaki ilişki gibi kavramları araştırıyor ve topluma söylem alanı yaratmaya çalışıyorlar. Birçok siyasi ve toplumsal sorunlu ilişkinin sorgulamasını görebileceğimiz sergi Kuad’da. Curated by Max Presnill and Gül Çağın, Marginal Revolution questions political issues. The artists analyze concepts like civil rights, the relations between freedom and financial forces and they try to provide an expressive platform to the public. The exhibition which we can see the examination of various political and societal problematic issues, is waiting for us in Kuad. Chad Person, Drone, 2013, US currency on canvas over board, 23 x 31 cm, courtesy of the artist and Mark Moore Gallery Resim Mehmet Ali Uysal Pi Artworks Galatasaray, 11 Eylül 2013 / September 11, 2013 26 Ekim 2013 / October 26, 2013 Mehmet Ali Uysal, 2013, ‘’Painting’’ serie, architectural installation, variable dimensions. 100 Pi Artworks’te, bomboş, bembeyaz bir beyaz küp karşılıyor izleyiciyi. Hem resmin güncel sürecini, hem de galeri mekanının dönüşümünü sorgulayan Uysal, sergisinde resimlerini ve yerleştirmelerini mekanla birleştiriyor ve izleyiciyi üretimi kendisinin tamamlaması üzerinden zorluyor. At Pi Artworks, an empty, totally white cube meets the audience. Uysal, who questions the process of a painting as well as the transformation of the gallery space, conjoins his works with the gallery space and pushes the viewer to complete the artwork themselves. Connecting the Dots: Atölyeler Connecting the Dots: Workshops Pera Museum, 6 Ağustos 2013 / August 6, 2013 22 Eylül 2013 / September 22, 2013 Geçtiğimiz Haziran’da İstanbul’da gerçekleşen Marmara Üniversitesi Öğrenci Trienali atölye sergisi, Eylül ayının sonuna kadar Pera Müzesi’nde görülebilir. Gerçekleşen toplam 38 atölyenin 13’ünde üretilmiş işlerin bir seçkisinden oluşan sergi, Connecting the Dots trienalinin güzel bir özetini sunuyor. Marmara University Student Triennale -which took place in Istanbul last June- workshop exhibition can be seen in Pera Museum till the end of September. The exhibition is formed from selected works from 13 of the total 38 workshops that took place, and gives a very good idea of Connecting the Dots triennale. Mimi Misaki,Cabinet of Curosities 2 Döngülerde İlerlemek Moving Forward in Circles Cengiz Çekil & Açık Telefon Kulübesi / Nilbar Güreş Rampa, 14 Eylül 2013 / September 14, 2013 12 Ekim 2013 / October 12, 2013 Rampa, sezon başında iki ismi birden ağırlıyor. İlk kişisel sergisi yine Rampa’da Vasıf Kortun küratörlüğünde gerçekleşen, 2011’de MoMA’da da işleri sergilenen Cengiz Çekil ve işleri 11. İstanbul Bienali de dahil olmak üzere birçok uluslararası platformda sergilenmiş Nilbar Güreş, aynı sergide bir arada. Rampa welcomes two different names at this first exhibition of the season. Cengiz Çekil, whose first solo exhibition shown in Rampa, curated by Vasıf Kortun and exhibited in MoMA in 2011 comes together with Nilbar Güreş, previously exhibited in various international platforms including the 11. Istanbul Biennial. Biz Vardık, Biz Yoktuk Merve Üstünalp artSümer, 5–28 Eylül 2013 / September 5-28, 2013 Biz Vardık, Biz Yoktuk’ta Üstünalp, kendi geçmişi ve deneyimleri üzerinden ataerkil toplumdaki kadını işlerinin temeline alıyor. Hem bir eleştiri, hem bir toplumsal sorgulama görüyoruz işlerde. Kendine has ironilerle dolu bu sergi, artSümer’de Eylül ayı boyunca sürecek. In Biz Vardık, Biz Yoktuk, Üstünalp bases her works on the women in a male-dominated community through her own past and experiences. We can see both a critical point of view and a societal examination in the works. This exhibition, full of specific ironies of its own, can be seen in artSümer in September. 101 CI Events Venice Biennale 102 Art Basel Event 103 BCAC Art Dubai Event 104
Similar documents
kültür yöneticileri değişimi
katılımcılarının her birine ortaklık kurdukları kişi/kurumların faaliyet gösterdikleri şehirlerde on iki gün geçirme imkanı sağlıyor. Bu ziyaretler, uluslararası işbirliklerinin geliştirilmesine ol...
More information