Sayı Issue: 11 Eylül-Ekim September

Transcription

Sayı Issue: 11 Eylül-Ekim September
Sayı Issue: 11
Eylül-Ekim September-October 2013
20 TL 10 EUR
Kapak Cover: Sarkis
İkiz, Gökkuşak / Twin, Rainbow, 2013
İmtiyaz Sahibi Publisher: Contemporary Istanbul Sanat
Yatırımları A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı / Contemporary
Istanbul Art Investment Inc. Chairman Ali Güreli
Sorumlu Müdür Executive Director: Rabia Bakıcı Güreli
Contemporary Istanbul Genel Koordinatörü General Coordinator
Yönetici Editör Executive Editor: Hasan Bülent Kahraman
Yayın Yönetmeni Editor in Chief: Zeynep Berik Yazıcı
Grafik Tasarım Graphic Design: Beğlü Karahan (aksoycindoruk)
Çeviri Translation: Ahmet Saraçoğlu, Tuğçe Yapıcı
Reklam: Beril Güroğlu
[email protected]
[email protected]
Katkıda Bulunanlar Contributers:
Burcu Fikretoğlu, Çiğdem Asatekin, Çiğdem Zeytin, Ebru
Yetişkin, Ece Pazarbaşı, Murat Germen, Ömer Çavuşoğlu,
Samed Akman, Yekhan Pınarlıgil
Yayın Kurulu Editorial Board: Ali Akay, Dr. Emin Mahir Balcıoğlu,
Nuri Çolakoğlu, Levent Erden, Jeffi Medina, Paul Mc Millen,
Akın Nalça, Michael Schultz, Görgün Taner
APA Uniprint Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş. Apa – Giz Plaza, Büyükdere
Cad. No. 191 Kat.20 34373
Levent, İstanbul, Türkiye
ICE Magazine
Mete Cad. Yeni Apt. 10/11 34437 Taksim / İstanbul
İletişim/Contact: [email protected]
[email protected]
Satış ve Abonelik Sales and Subsrcription
T +90 212 2447171 – 205
Son zamanlarda kentin ve kente dair her şeyin daha fazla
farkına varır ve benimser olduk. Bu durum; daha fazla
kabuğundan çıkmaya ve her çıktığında keşfedilecek bir
şeylerin olduğuna dair bilinci ve merakı da beraberinde
getirdi. Kentle kurduğumuz ilişkiyi ve onun içinde nasıl
dönüştüğümüzü sürekli hatırlar, hatırlatır olduk.
Eylül, İstanbul’un kültürel açıdan en renkli hali; çünkü Eylül’de
İstanbul, üzerinden yaz rehavetini atar, meraklı gözler her
kapıdan çıkanı, her duvarın arkasındaki sürprizi aramaya
koyulur. Seslerin rengi değişir, çoklaşır, çoğullaşır.
Bu Eylül, 13. İstanbul Bienali’nin kente dair söyleyecekleri
merak konusu. ICE, Bienal kapsamında; Türkiye ile, kültürel ve
politik olarak paralel enlemdeki Latin Amerikalı sanatçıların
kamusal alanla kurdukları ilişkinin sanattaki yansımalarına
bakıyor. Sokaklar, yapılar, sistemler ve kültür kurumları
yeniden sorgulanıyor. İnci Eviner, Ortak Eylem Aygıtı adlı
işinde, öğrenme ve öğretme pratiğini bir performatif
araştırma alanına taşıyor. Sarkis’in ‘Gökkuşak’ adlı son işinde
galeri mekanı ve dışarısı arasındaki zamansal ve mekansal
ilişkiyi görüyoruz. Elio Montanari, bu Eylül ve ilk kez, 70’lerden
günümüze güncel sanatçıların üretim süreçlerini
kaydettiği fotoğraflarını sergiliyor.
Contemporary Istanbul, yeniliklerini duyuruyor: Bu ay,
Hall Arts’ta açılacak olan ‘Çoğulcu, Şiirsel, İronik’ sergisini,
yeni dünyanın yeni medya fuarı Plug-in’i, çalışma alanını
genişleterek, sanatçılara üretim alanı sunmak amacıyla açtığı
Bodrum Contemporary Art Campus’ü tanıtıyor. 7-10 Kasım’da
gerçekleşecek fuar öncesi heyecan Eylül’de başlıyor bu yıl.
İstanbul bu Eylül kültürel çeşitliliğe ve rengarenk
sokaklara uyanıyor.
Lately, we have been more noticing and adopting of the city or
anything related to it. This situation brought with it the awareness
and the curiosity of coming out of our shells more often to
find something new every time. We have been constantly
remembering and reminding the relationship we established with
the city and how we transform within it.
Culturally, September is the most colorful month of Istanbul;
because Istanbul in September shakes off the summer’s languor,
curious eyes start to observe every door and search for the
surprise behind every wall. The color of voices change,
multiply and pluralise.
This September, the object of curiosity is what the 13th Istanbul
Biennial will have to say about the city. Within the scope of the
Biennial, ICE surveys the artistic reflection of the relationship
established between the public space and the Latin American
artists, who are who are on the same cultural and political
plane with Turkey. The streets, structures, systems and cultural
establishments are being re-questioned. İnci Eviner, carries
the learning and teaching practice to a performative research
field in her work; ‘’Co-Action Device’’. We observe, in the
most recent work of Sarkis, titled “Rainbow”, the temporal and
spatial relationship between the gallery space and outside.
This September, Elio Montanari presents, for the first time, his
photographs, where he recorded the production processes
of the contemporary artists from the70’s to present.
Contemporary Istanbul announces its news: This month, it
presents the ‘Çoğulcu, Şiirsel, İronik’ (Pluralist, Poetic, Ironic)
exhibition, which will be opening at Hall Arts; the new media expo
of the new world, Plug-in; and the Bodrum Contemporary Art
Campus, which it established in order to expand the workspace
and offers a production area to artists. This year, the excitement
for the exposition that will be held between November 7 and 10,
already starts in early September.
This September, Istanbul wakes up to cultural diversity and
colorful streets.
Zeynep Berik Yazıcı
Yayın Yönetmeni Editor in Chief
2
Storks_32
Storks_326939_235x297_0713.indd 1
24.07.13 12:21
16
38
Ardan Özmenoğlu
10-19 CI Haberler / News
Yıl boyu gerçekleştirdiği
etkinlikler ve 7-10 Kasım 2013’deki fuara dair
haberlerle CI.
CI with its year long events and the upcoming fair
that will take place between November 7-10th.
20-29 Eylül’de Sezon Açılıyor
Art Season Opens in September
16-17 “Çoğulcu, Şİİrsel, İronİk’’
“Pluralistic, Poetic, Ironic’’
32-37 Elio Montanari
70’lerden bugüne sanatçıların üretim süreçleri Montanari’nin fotoğraflarında.
The production processes of the artists since the 70’s are on Montanari’s photographs.
18-19 Papko Koleksİyonu
Papko Collection
Papko Koleksiyonundan seçki
A selection from the Papko Collection
4
30-31 Yenİ medya koleksİyonerlİğİ
Collecting new media
Jean Conrad- Isabel Lemaitre
İnci Eviner
38-43 İncİ Evİner’İn Ortak
Eylem Aygıtı
İnci Eviner’s Co-action Device
13. İstanbul Bienali’nde Rum Okulu’nda.
13rd Istanbul Biennale at the Greek School
44-51 İstanbul BİENAL’DE Güney Amerİka’dan Kent Manzaraları
Urban Landscapes
fromSouth AMERICA IN THE BIENNALE
Bienal bir kente nasıl dokunur?
How does a biennale touch a city?
yazı / by: Ömer Çavuşoğlu
70
78
C
M
Y
CM
Şahin Kaygun
Bodrum Contemporary Art Campus
MY
CY
CMY
K
52-54 Fulya Erdemcİ
Kamusal alanın dönüşümü
The transformation of public space
56-59 Allan Sekula
Denizaşırı / Transmarine
yazı / by: Murat Germen
68-71 Gİzlİ Yüz / Hidden Face: Şahİn Kaygun
Sürreal, hikayeci, saklı
Surreal, narrator, hidden
yazı / by: Yekhan Pınarlıgil
72-74 Candaş Şİşman’ın Performans Resİmlerİ
CandaS SıSman’s Performans Paintings
60-63 Şükran Moral: Despair yazı / by: Ebru Yetişkin
Valie Export: Metanoia Farklı coğrafyalardan politik 76-81BCAC:
bedenler
Bodrum Contemporary
Political bodies of different Art Campus
geographies
İlk sanatçılarını ağırlıyor
yazı / by: Burcu Fikretoğlu
Wellcomes its first artists
64-66 Sarkis’ten ‘Gökkuşak’
82-84 İstanbul’un Rainbow’ by Sarkis
Katmanları
yazı / by: Çiğdem Zeytin
Layers of Istanbul
Seslerle kenti aramak
Tracing the city through sounds
6
yazı / by: Ece Pazarbaşı
86-89 Hotel Italia
Sanat mekanına taşınan otel
The hotel that is carried to an art space
90-93 Asar-ı Atİka
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde
sanatsal araştırma
Artistic reseach in Museum of Anatolian Civilisationz
94-101EYLÜL SERGİLER
SEPTEMBER SHOWS
102-104 CI EVENTS
ice_daniel.pdf
2
04/09/2013
14:21
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Vortex
10.09.2013 - 5.10.2013
Sair Nedim Cad. No:4 34307 Besiktas, Istanbul 90 212 259 15 43 [email protected]
w
Katkıda
Bulunanlar
Contributers
Ebru Yetişkin
Murat Germen
Ebru Yetiskin is an art critic and a sociologist based
in Istanbul. As a full time lecturer, she teaches
‘sociology’ and ‘media’ in Istanbul Technical
University. Yetiskin is a member of International
Association of Art Critics (AICA) and she is also one
of the organizers of Amber Arts and Technology
Festival. Currently, she is working on curating two
new media art exhibitions, ‘Speculative Curves’ and
‘Cacophony’.
Ebru Yetiskin Istanbul’da yaşayan bir sanat
eleştirmeni ve sosyologtur. İstanbul Teknik
Üniversitesi’nde tam zamanlı öğretim üyesi olarak
‘sosyoloji’ ve ‘medya’ derslerini vermektedir. Yetişkin
Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesidir.
Ayrıca Amber Sanat ve Teknoloji Festivali’nin de
düzenleyecileri arasındadır. Şu anda, ‘Spekülatif
Eğriler’ ve ‘Kakofoni’ başlıklı iki yeni medya sanatları
sergisi üzerinde çalışmaktadır.
Murat Germen Sabancı Üniversitesi’nde fotoğraf,
sanat ve yeni medya dersleri vermekte. Yurtiçi
ve yurtdışında ellinin üzerinde kişisel / karma
sergiye katkıda bulundu. Türkiye’de C.A.M. Galeri,
Hollanda-Belçika’da ARTITLED! ve ADB’de Rosier
Gallery tarafından temsil ediliyor. Yurtiçi / yurtdışı
kişisel ve Istanbul Modern, Proje 4L Elgiz Müzesi
koleksiyonlarında eserleri bulunmakta.
Murat Germen is a professor of photography, art,
new media at Sabanci University. Has contributed to
over fifty inter/national group/solo exhibitions. He is
represented by C.A.M. Gallery (Turkey), ARTITLED!
(Netherlands-Belgium), Rosier Gallery (USA). Artist’s
works are in personal collections inter/nationally,
Istanbul Modern, Proje4L Elgiz Museum collections.
Ece Pazarbaşı
Burcu Fikretoğlu
İstanbul Bilgi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat
Bölümü lisans ve University of London, Modernity
yüksek lisans programlarını tamamladı.
She had her undergraduate degree from Istanbul Bilgi
University, Comparative Literature and completed her
MA in Modernity at the University of London.
Çiğdem Asatekin
Resim ve Sanat Yönetimi eğitimi aldı. Sanatsal
üretimine devam ederken, Istanbul Caz
Festivallerinde, 12. İstanbul Bienali’nde, Galeri
Apel’de ve uluslararası sanat organizasyonlarında
çalıştı. Dijital kültür sanat platformu GriZine’de 1,5
sene boyunca sosyal medya ve içerik editörlüğünü
üstlendi. Şimdi kitap çevirisi yapıyor, GriZine’e yazıyor
ve Artwalk Istanbul koordinatörlüğünü yapıyor.
Studied painting and art management. While
continuing her artistic practice, Asatekin worked for
Istanbul Jazz Festival, 12. Istanbul Biennial, Gallery
Apel and various international art organizations.
Worked as the social media and content editor in the
digital arts and culture platform GriZine for 1,5 years.
Currently she translates a book, writes for GriZine
and coordinates Artwalk Istanbul.
Çiğdem Zeytin
1981 yılında Almanya, Krefeld’te doğdu. Lisans
eğitimini Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri
Fakültesi Reklamcılık Halkla İlişkiler BoÅNlümü’nde,
Yüksek Lisansını ise Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Sanat Bilimi Ana Bilim Dalı Güzel
Sanatlar Kuram ve Eleştiri Bölümü’nde gercekleştirdi
Türkiye’den ve dünyadan ceşitli sanatçılarla röportajlar
yapmakta, plastik ve intzeraktif sanatlar üzerine
eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Beden İşlemsel
Sanatlar Derneği Yönetim Kurulu üyelerindendir.
Born in 1981 in Krefeld, Germany. Got her bachelor’s
degree in Anadolu University, Faculty of
Communication Sciences, Department of PR &
Advertising, master’s degree again in Anadolu
University, Institute of Social Sciences, Department
of Science of Art, on theory and criticism. Makes
interviews with various artists from both Turkey
and all over the world, writes critical reviews on
plastic and interactive arts. She is one of the board
members of Body-Process Arts Association.
İstanbul ve Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor. 2007’den
beri hem kent ve hem de kırsal ortamlarda çeşitli
kamusal alan projelerinin, sergilerin ve ses turlarının
küratörlüğünü yapıyor. Nisan 2013’den beri,
çalışmalarına Olafur Eliasson’un yönetmenliğindeki
Berlin’deki Uzamsal Deneyler Enstitüsü’nde devam
ediyor. En son projeleri arasında New Museum-New
York’un Ideas City projesinin İstanbul koordinatörlüğü,
2012’de ARTER İstanbul’da açılan Sophia Pompery
- Şeylerin Sessiz Şekli sergisi küratörlüğü, TANASBerlin’de René Block ile beraber eş-küratörlüğünü
üstlendiği Turkish Art New and Superb (2012) ve
Zwölf im Zwölften (2011) sergileri yer alır. Sanatsal
projelerine CAMP.Contemporary Amplifier for
Multidisciplinary Practices altında devam ediyor.
Lives and works in Istanbul and Berlin. Since 2007,
she has been generating public space projects in
urban and rural domains. Since April 2013 she has
been continuing her projects at Olafur Eliason’s
Institution for Spatial Experiments. Among her recent
projects are; Istanbul Coordinator for New Museum New York’s Ideas City, curation of Sophia Pompery –
Shape of Things at Istanbul, ARTER Istanbul (2012),
and co-curation of Turkish Art New and Superb
(2012) ve Zwölf im Zwölften (2011)Tanas Berlin (20112012) together with René Block. She continues her
artistic projects with CAMP. Contemporary Amplifier
for Multidisciplinary Practices.
Ömer Çavuşoğlu
Kent bilimci, Ömer Çavuşoğlu London School of
Economics’te LSE Cities programında proje yöneticisi
olarak çalışıyor. İlgi alanı, kentsel politik mekanlar ve
sınırlar.
Ömer Çavuşoğlu is an urbanist who works as a
project manager at LSE Cities, London School of
Economics. His main area of interest lies in the urban
political spaces and boundaries.
Yekhan Pınarlıgil
2004-2008 yılları arasında Paris INHA’da (Institut
National d’Histoire de l’Art) deneysel video ve sinema
programları hazırladı. Kurguladığı sergi ve gösterimler
Paris Guzel Sanatlar Akademisi ve Centre Pompidou
başta olmak üzere ceşitli kurumlarda yer aldı. Centre
Pompidou’da calışan Pınarlıgil bağımsız projeler
yapmaya devam ediyor.
Produced experimental video and cinema programs
in Paris INHA (Institut National d’Histoire de
l’Art) between 2004 and 2008. Exhibitions and
presentations curated by Pınarlıgil took part in several
institutions, notably Paris Fine Arts Ecademy and
Centre Pompidou. Yekhan Pınarlıgil works for Centre
Pompidou and keeps on creating independent
projects.
Hasan Bülent Kahraman
Kadir Has Üniversitesi rektör yardımcısı olan
Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman daha önce Bilkent
ve Sabancı Üniversitesi’nde görev yapmıştır. Ayrıca
Sabancı Üniversitesi’nin kuruluşunda yer almıştır.
Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları
Bölümü’nde Ertegün Profesörlüğü yapmış olan
Kahraman, Akbank Sanat danışma kurulu ve Sabancı
Müzesi yönetim kurulu üyesidir. Contemporary
Istanbul’un genel koordinatörüdür. Kahraman’ın 1980
sonrası çağdaş sanatı irdelediği kitabı Aralık 2013’te
yayınlanacak.
Hasan Bülent Kahraman is the vice rector in Kadir
Has University who has been in the foundation
process of Sabancı University and worked there.
Kahraman, has held the position as the Ertegün
Professor in Princeton University Near Eastern
Studies. He is the advisory board member of
Akbank Sanat, Sabancı Museum and is the general
coordinator of Contemporary Istanbul. Kahraman’s
book on contemporary art after 1980’s will be
published in December 2013.
8
ANISH 28x3
www.anishkapooristanbulda.com
Çağdaş sanatın yaşayan efsanesi
ilk kez sergilenecek eserleriyle
Sakıp Sabancı Müzesi’nde.
ANISH 28x35.indd 1
8/21/13 2:17 PM
CI HABERLER / NEWS
Contemporary Istanbul #8
7- 10 Kasım 2013 / November 7-10 2013
Çok yakında, Kasım ayında Contemporary Istanbul sekizinci etkinliğini
gerçekleştirecek. Yıl boyu etkinliklerini, çalışma alanını genişleterek sürdüren
Contemporary Istanbul, bu yılki fuarda yeniliklerini de tanıtıyor.
Very soon, in November, Contemporary Istanbul will realize its eight edition.
Contemporary Istanbul, which broadens its work field each year as well as its art
fair will introduce its new projects during the fair.
CI bu sene 100 uluslararası çağdaş sanat
galerisine ev sahipliği yapacak. Marlborough
Gallery, New York; Galerie Lelong, Paris;
Andipa Gallery, London; Opera Gallery,
Cenova; Galeria Filomena Soares, Lizbon;
Galeria Javier Lopez, Madrid; Senda,
İspanya; Michael Schultz, Almanya; Klaus
Steinmetz, Kosta Rika, ve Türkiye’den
Dirimart, Galerist, Galeri Mana, Galeri Nev,
Pi Artworks, Rampa, x-ist katılımcı galeriler
arasında yer alıyor.
10
CI will welcome 100 international galleries
this year. Marlborough Gallery, New York;
Galerie Lelong, Paris; Andipa Gallery, London;
Opera Gallery, Genoa; Galeria Filomena
Soares, Lisbon; Galeria Javier Lopez,
Madrid; Senda, Spain; Michael Schultz,
Germany; Klaus Steinmetz, Costa Rica;
Dirimart, Galerist, Galeri Mana, Galeri Nev,
Pi Artworks, Rampa, x-ist from Turkey are
among the expected participant galleries.
Yeni Ufuklar: Rusya
Fuarda yer alan “Yeni Ufuklar” bölümü çevre ülkelerdeki çağdaş sanatın
ifadesini keşfetmeyi hedefliyor. Geçtiğimiz yedi yılda yıldır dünyanın önemli
galerilerini bir araya getirmenin yanı sıra, Suriye, İran, Körfez Ülkeleri ve
Doğu Avrupa Ülkeleri’ni konuk eden fuarın “Yeni Ufuklar” bölümünün
konuğu bu yıl Rusya. Yeni Ufuklar kapsamında CI’a katılacak galeriler ise
Marina Gisich, St-Petersburg; Anna Nova Gallery, St-Petersburg. Stella
Art Foundation Direktörü, Alexander Rytov ve Rusya Federasyonu Kültür
Bakanlığı ofisinden Yulia Zazulina’nın CI’ın davetlisi olarak Eylül ayında
İstanbul’a gelmesiyle, iki ülke arasındaki kültürel işbirliğine yönelik çalışmalar
başlıyor.
The New Horizons section explores contemporary artistic expression
of surrounding countries of the region. Having previously featured
contemporary art from Syria, Iran, the Gulf and Central and Eastern
Europe, the 8th edition’s focus is on Russia, hosting galleries, artists,
curators, publications, art critics and collectors from Russia. Marina
Gisich, St-Petersburg; Anna Nova Gallery, St-Petersburg. As the Director
of Stella Art Foundation, Mr. Alexander Rytov and Deputy Director of the
Department of the Ministry of Culture will be in Istanbul as the guest of CI
in September, the cultural cooperation process between the two countries
will start.
Rostan Tavasiev, Sleep Mammont, Anna Nova Gallery
ART ISTANBUL:
Sanat Dolu bir Hafta
İstanbul’a olan ilgiyi artırarak, kentin uluslararası çağdaş sanat çevrelerince
daha iyi tanınmasını sağlamak ve sanat çevrelerini kente çekmek
amacıyla düzenlenen “Art Istanbul” sanat haftası bu sene 4- 10 Kasım
2013 tarihlerinde ikinci kez gerçekleşiyor. Tüm şehirde bir hafta sürecek
olan sanat haftası Art Istanbul, sanat müzeleri, kurumlar ve galerileri
içeren katılımcılarıyla sergi açılışları, rehberli geziler, sanatçı konuşmaları
ve panellerden oluşan bir program sunuyor. Projenin ikinci yılında, IKSV,
İstanbul Modern, Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, SALT, Arter ve daha
birçok sanat kurumu, galeriler, sanat inisiyatifleri ve Avrupa ülkelerinin kültür
merkezlerinin etkinlikleri, 13. İstanbul Bienali ile aynı zamanda, ortak bir yapı
içinde izleyiciyle paylaşılacak.
The 2nd edition of Art Istanbul, organized between November 4 and 10,
2013 aims to raise awareness of Istanbul and increase interest among
international contemporary art audiences. A city wide, week long initiative,
which sees participating institutions - including museums and galleries presents a program of exhibition openings, guided tours, artist talks and
panel discussions. In the 2nd year of the project; the various events of
galleries such as Istanbul Foundation For Culture and Arts (IKSV), Istanbul
Modern, Sabancı Museum, Pera Museum, SALT, Arter but also art
initiatives and European cultural institutions will be shared with the public
within a unified structure.
11
CI Dialogues’da ‘Geleceğin Sanatı, Sanatın Geleceği’
‘The Future of Art, The Art of the Future’ at CI Dialogues
CI Dialogues, her yıl olduğu gibi bu yıl da güncel sanatın uluslararası fikir
liderlerini konferans ve konuşmalarla bir araya getiriyor. Bu yıl ‘Yeni medya,
yeni teknolojiler ve sanat’ odaklı CI Dialogues programı ‘Sanatın geleceği,
geleceğin sanatı’ üzerine bir tartışma platformu oluşturacak. Dünyadan,
yeni medya koleksiyonerleri, sanatçıları, küratörleri ve konusunda uzman
kişilerin katılacağı program 7-9 Kasım 2013 tarihleri arasında Contemporary
Istanbul fuar alanında, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek.
As each year, CI Dialogues will bring the opinion leaders from all around the
world at the conferences and talks. This year, the program that focuses on
‘New media, new technologies and art’ will create a discussion platform on
‘The future of art, the art of the future’. The program which will host new
media collectors, artists, curators and professionals from all around the
world will take place in the Contemporary Istanbul fairground, Lutfi Kırdar
Congress Center between November 7-9, 2013.
YENİ FUAR / NEW FAIR
PLUG-IN ISTANBUL
Contemporary Istanbul, önümüzdeki yıl ilkini gerçekleştireceği yeni medya
fuarının adımını bu yıl Kasım ayında, fuar alanında atıyor. Yeni teknolojiler ve
yeni medya fuarı Plug-in, bu yıl fuar alanında İstanbul Kongre Merkezi’nde
1000 m²’lik bir alanda, yeni medya galerilerinin ilk sergisiyle tanıtılacak.
Contemporary Istanbul will launch its new media art fair on the fairground
in November. Plug-in, the fair for the new technologies and new media
will be introduced with an exhibition by new media galleries on a 1000 m²
space at Istanbul Congress Center.
Çağdaş Sanat Buluşmaları
Contemporary Art Talks
Çağdaş sanatın Türkiye’ye yayılması misyonuyla Akbank Private Banking
desteğiyle 2010 yılından itibaren Çağdaş Sanat Buluşmaları’nı düzenleyen
Contemporary Istanbul; Anadolu’daki çağdaş sanat koleksiyonerlerini, iş
adamları ve yatırımcıları, genç sanatseverleri ve galericileri bir araya getiriyor.
Antalya, Bursa, Ankara, Adana illerinde gerçekleştirilen buluşmaların
ardından Contemporary İstanbul’un bu yılki durakları Bursa, İstanbul,
Ankara, İzmir ve Adana.
Contemporary Istanbul has been realizing Contemporary Art Talks with the
support of Akbank Private Banking since 2010 undertaking the mission of
spreading the interest towards and knowledge about contemporary art all
around Turkey. During those talks, the organization brings contemporary
art collectors, business men and investors as well as young artists and
gallerists in Anatolia together. After the talks realized in Antalya, Bursa,
Ankara and Adana in the recent years, Contemporary Art Talks will take
place in Bursa, İstanbul, Ankara, İzmir and Adana in September 2013.
12
Humboldt Forum:
Dünya kültürlerinin yeni merkezi
The new centre for the cultures of the world
Ansichtvon der Nord-West-Seite© StiftungBerlinerSchloss – Humboldtforum / Franco Stella
Önümüzdeki on yıl, Berlin’in tarihi kalbinde, önemli bir küresel erişimi bulunan,
eşsiz bir sanat, kültür, bilim ve öğrenim merkezinin doğuşuna tanıklık edecek. Bu
merkez, tamamıyla dünya kültürleri arası diyaloga adanacak ve küresel önemi
bulunan tarihi ve güncel konuların, birçok yeni bakış açısı çerçevesinde tartışılacağı
ve analiz edileceği bir forum görevi görecek.
The next decade will see the emergence in the historical heart of Berlin of a unique
centre for art, culture, science, and learning with significant global reach. It will
be entirely dedicated to the dialogue between the cultures of the world and will
act as a forum for debate and analysis of historical and current issues of global
significance, viewed from a multitude of fresh perspectives.
Humboldt Forum’un potansiyelini anlaması ve bundan istifade etmesi için gerekli
imkânlar, zemin katında bulunan kamuya açık alanlar tarafından sağlanıyor. Burada
düzenlenecek olan sergi, konser, konferans, film ve canlı performans gibi birçok
organizasyon, çağdaş konuları ele alıyor olacak. Zemin katta bulunan kamuya açık
alanlar, müzeler, kütüphane ve üniversite için birleşik bir profil yaratırken, binanın
içindeki partnerler ise –dünya çapında bir ağa yayılmış ortak organizasyonlar ile
birlikte- Humboldt Forum’un disiplinler arası tekil bir oluşum olmasını sağlayacak.
The Humboldt Forum’s key to understanding and exploiting its potential is
provided by the public areas on the ground floor. Numerous events here, including
exhibitions, concerts, conferences, films and live performances, will tackle
contemporary issues. The public areas on the ground floor will create a unified
profile for the museums, library and university, as partners within the building itself,
which – together with a worldwide network of collaborating organizations – will
make the Humboldt Forum a single cross-discipline entity.
Böyle bir kombinasyon ile karşılaştırılabilecek bir şey mevcut değil. Tarihsel
açıdan önemli bir bölgede bulunan geçmişe ait bir anıtı, bugünün sergileneceği
bir sahneye dönüştürüyor. Dünya Mirası Müzeler Adası ile kombinasyon hâlinde
olan oluşum, Berlin’in merkezinde dünya kültürleri için gerçek bir odak yaratıyor.
Bu yüzden Almanya, başkentinin kalbini, küreselleşmiş gerçek ile uğraşan kültür
tarafından yapılabilen ve yapılması gereken, anahtar niteliğinde bir katkının
sunulmasına adıyor.
Such a combination has nothing to compare with it. It turns a monument to
memories of the past, located on a historically important site, into a stage for
showcasing the present day. In combination with the World Heritage Museum
Island, it is creating a veritable focus of world culture in the centre of Berlin.
Germany is therefore dedicating the heart of its capital city to offering the key
contribution that can and must be made by culture in dealing with globalised
reality.
Bİna
The Building
Alman Parlamentosu, 2007 yılında Berlin Sarayı’nın üç adet tarihsel cephe ve
Schlüter Avlusu yenilecek şekilde restore edilmesini öngören bir kararı meclisten
geçirdi. Eski Müze, Katedral ve Alman Tarih Müzesi’nin evi olan Cephanelik doğal
akranlarını geri kazanırken, Barok saray cepheleri, tıpkı eskisi gibi, muazzam cadde
Unter den Linden’in harikulade odak noktaları olacaklar.
In 2007, the German Parliament passed a resolution to have the Berlin Palace
recreated with three historic façades and the Schlüter Courtyard. The Old
Museum, Cathedral and Armoury, home of the German History Museum, regain
their natural counterpart, while the Baroque palace façades revert to being the
magnificent focal point of the grand avenue of Unter den Linden
Berlin Sarayı – Humboldtforum Vakfı, Berlin Sarayı’nın yeniden inşasından sorumlu
kabul makamıdır ve Forum için mekânın tarihine adanmış bir sergi düzenleyecektir.
Berlin Sarayı’nın Arkadaşları (Friends of the Berlin Palace) kuruluşu ile birlikte,
tarihi cephelerin yeniden inşası için bağış toplamaktadır. Ortak hedefleri, görünüşte
Barok, ancak içerik olarak modern olan bir sarayı, yani Humboldt Forum’u
yaratmaktır.
Vakıf, 7-10 Kasım 2013 tarihleri arasında, beşinci İstanbul Contemporary
organizasyonunda yer alacak.
The Berlin Palace – Humboldtforum Foundation is the commissioning body
responsible for the reconstruction of the Berlin Palace and will draw up an
exhibition in the Forum dedicated to the site’s history. Together with the Friends
of the Berlin Palace, it collects donations for the reconstruction of the historical
facades. Their combined goal: the creation of a palace that is Baroque in
appearance but utterly modern in terms of content – the Humboldt Forum.
The Foundation will be present at the 8th Contemporary Istanbul from November
7. – 10., 2013.
BCAC:
Bodrum Contemporary
Art Campus
Contemporary Istanbul sekizinci yılında çağdaş sanatın geliştirilmesi ve
tanıtılması için çalışmalarını sürdürmeye ve yıl boyunca farklı projeler ile hem
sanatçıların hem de sanatseverlerin karşısına çıkmaya devam ediyor. CI
Ağustos 2013 itibariyle Bodrum’da genç sanatçılara ve öğrencilere yönelik
“Bodrum Contemporary Art Campus” projesini başlatıyor.
In its 8th edition Contemporary Istanbul gave a start to “Bodrum
Contemporary Art Campus (BCAC)”, an artist residency project taking
place in Bodrum Yahşi. This project is also the first “art campus/artist
residency” project in the world initiated by an art fair organization. BCAC
of which Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman is the academic coordinator,
provides the local and foreign young contemporary artists the opportunity
of education and creation for 12 months in coordination with international
universities and institutions.
BCAC
Mona Lisa, CI Çantalarında
Mona Lisa on CI Bags
“MONA LISA BAG by Ardan Özmenoğlu” İstanbul Bienali
sırasında, bienal ziyaretçilerine şehrin önde gelen otelleri ve
birçok yerde sunulacak.
“MONA LISA BAG by Ardan Özmenoğlu” will be presented
to the 13th Istanbul Biennial visitors at the leading hotels
and in many places around Istanbul.
14
“Çoğulcu, Şiirsel, İronik”
“Pluralistic, Poetic, Ironic’’
CI, 13. İstanbul Bienali kapsamında Hasan Bülent Kahraman’ın
küratörlüğünü yaptığı, Öner Kocabeyoğlu koleksiyonundan seçilmiş
yapıtları kapsayan bir sergi düzenliyor. Sergi, Sofa Otelde yer alacak ve 10
eylül günü açılacak. Sergi “Çoğulcu, Şiirsel, İronik” başlığını taşıyor ve son
dönem güncel sanatın güçlü bir sunumunu gerçekleştiriyor.
Contemporary Istanbul will hold an exhibition within the scope of the 13th
Istanbul Biennial, titled “Pluralistic, Poetic, Ironic”, with works selected from
the collection of Öner Kocabeyoğlu, curated by Hasan Bülent Kahraman.
The opening will be on September 10th and will take place in Sofa Hotel,
Hallarts Gallery. “Pluralistic, Poetic, Ironic” offers a strong presentation of
recent contemporary art.
Hermann Nitsch İstanbul’da
Viyana Aksiyonizmi’nin kurucularından Hermann Nitsch (1938), 66. Boya
Aksiyonu’nu (Malakt; Painting Performance), 8. Contemporary İstanbul
Sanat Fuarı çerçevesinde İstanbul’da sergileyecek. Nitsch, öğrencilik
yıllarında geliştirdiği Orgien Mysterien Theater projesinden bu yana, beş
duyuya birden hitap eden sanat eserleri “sahneliyor”. Dini ayinleri andıran
aksiyonlarında, onlarca katılımcı kurban kanı misali kırmızı boyalara
bulanarak çoktan bir geleneğe dönüşmüş modern bir sanat ritüelini ifa
ediyor. Nitsch bugüne dek ilkini 1962 yılında Viyana’da, sonuncusunu
ise geçtiğimiz Haziran ayında Leipzig’te meydana getirdiği 138 Aksiyon
ve yine ilkini 1960 yılında Viyana’da, sonuncusunu ise Ağustos ayında
Prinzendorf’ta sahnelediği 65 Boya Aksiyonu gerçekleştirdi.
Nitsch’in 66. Boya Aksiyonu, Contemporary Istanbul kapsamında
İstanbul Kongre Merkezi’nde sergilenecek.
Hermann Nitsch (1938), one of the founders of Vienna Actionism, will
exhibit his 66th Painting Performance, Malakt, in the 8th Contemporary
Istanbul Art Fair. Nitsch “stages” works that appeal to five senses ever
since the Orgien Mysterien Theater project that he mainly developed during
his years as a student. A great amount of participants get covered up with
red paint reminiscent of a victim’s blood and perform in these actions that
remind of religious rites, which is an art ritual that has already become a
tradition. Nitsch had 138 Performances, first one being in Vienna in 1962
and the last one being in Leipzig in June of 2013. He also had 65 Painting
Performances, of which the first one being in Vienna in 1960, and last one
in Prinzendorf August of 2013. Nitsch’s 66th Painting Performance will
be exhibited in Istanbul Congress Center during the 8th Contemporary
Istanbul Art Fair.
Yaşam Şaşmazer
2009 Untitled, 150x300 cm, acrylic on jute
15
Çoğulcu, Şiirsel, İronik
Pluralist, Poetic, Ironic
Hasan Bülent Kahraman ile söyleşi
In conversation with Hasan Bülent Kahraman
‘Çoğulcu, şiirsel, ironik’. Hasan Bülent Kahraman,10 Eylül - 10 Ekim tarihleri arasında küratörlüğünü
gerçekleştireceği sergide; son otuz yıldır unutulan, devrimlerin dili olan şiirsellik, hayatın içindeki ironi
ve dünyanın istediği ama ‘neredeyse aşamayacağımız bir ufuk çizgisi’ olan çoğulcuktan hareketle,
Öner Kocabeyoğlu Koleksiyonu’ndan 2000’ler sonrası bir seçkiyi bir araya getiriyor.
Pluralist, poetic, ironic’. Hasan Bülent Kahraman pieces together in the exhibition he will curate
between September 10th - October 10th, a post-2000s compilation from the Öner Kocabeyoğlu
Collection, with reference to poetry, the language of revolutions, which had been forgotten in the
past thirty years, the irony embedded in life, and pluralism, ‘a skyline which the world desires but
we barely go across’ .
Öner Kocabeyoğlu’na ait Papko koleksiyonundan yapacağınız
seçki 80 sonrası doğan ve iş üreten sanatçıları, bir anlamda
Türkiye güncel sanatının son dönemine ait işleri içeriyor. Bu
koleksiyondaki seçkinin dönemsel olmasının yanı sıra, sergiye de
adını veren ‘Çoğulcu, şiirsel, ironik’ kavramlarıyla nasıl bir yaklaşım
getiriyorsunuz?
Geçen yıl Kore’de ‘Karşılaşmalar’ adında geniş kapsamlı bir sergi
düzenledim. Ardından bu yıl, Akbank Sanat’ın 20. yılı için, Aralık ayında
yayınlanacak bir kitap yazdım. Kitapta 1980 sonrası Türkiye’deki çağdaş
sanatı kapsamlı bir şekilde ele aldım. Bu sergi de tamamen 2000’lere
ait olmasını istedim. Sergideki sanatçıların bir bölümü 1980 öncesinde
doğmuş. Yapıtların tamamıysa 2000’lerde üretilmiş. Bu beni çok etkileyen
bir husus. Daha önceki kuşaklar da güncel sanat bağlamında kendilerini
aşmasını bildi. Bugün önceki kuşaklar kendi dönemlerinin duyarlılığı, sezgisi
ve ifadesi içinde kalmıyor. Oysa Türkiye’deki sanatın tarihsel kimliğini en çok
bu konu belirler: yenilenmemek, yeniyle içli dışlı olmamak.
Serginin bir boyutunu bu saptama ve bağlam meydana getiriyorsa da
nirengi noktası biraz daha ötede, serginin adında gizli: çoğulcu, şiirsel,
ironik. Katalog yazısında da belirttiğim gibi dünya son otuz yıldır çoğulculuk
istiyor ve arıyor. Tüm siyasal sistemler bu maksatla oluşturuluyor. Neredeyse
aşamayacağımız bir ufuk çizgisi çoğulculuk. Dolayısıyla da özgürlükçülük,
demokrasi, bireysellik gizli çoğulculuk kavramına, tıpkı etkileşim, hoşgörü,
paydaşmacılık gibi.
Dünya bilhassa son 30 yılda şiirselliği unuttu. Çünkü şiiri unuttu. Halbuki
20. yüzyılın başlangıç döneminde şiir ve şiirsellik dünyayı boydan boya
katediyordu. Yeni dünyalar kuruyordu. Devrimler şiirle gerçekleştiriliyordu.
Bu olumsuz durumun sayısız nedeni var. Başlıca nedeni, görsel olanın
sözel olanın yerini alması. Buna bağlı olarak romantisizmin yitiminden söz
edilebilir. Oysa şiirsellik her yerdedir. Her yerden derleyebilir insan şiirsel
olanı.
Asıl ironik olansa, hayatımızda. Belki daha derinde bir yerde saklı ama yine
de orada duruyor. Kaldı ki, ironik olanı yaratmak da yaşamak da daha
zordur. Daha kültürel bir olgudur ironik olan. Daha güçlüklerle doludur.
16
Your compilation from the Ömer Kocabeyoğlu’s Papko collection
involves artists who were born and started producing their work
after 1980, in a sense the latest period of the Turkish contemporary
art. In addition to the periodicity of the compilation in this
collection, what kind of approach do you bring to the table by using
and naming the exhibition after the concepts ‘Pluralist, poetic,
ironic”?
I organized an exhibition which had quite a broad in scope, entitled
“Encounters” in Korea last year. Then this year, I wrote a book honoring the
20th anniversary of Akbank Sanat, which will be published in December.
The book exhaustively discusses the post-1980 contemporary art in
Turkey. I wanted this exhibition to be completely dedicated to the 2000s.
And it was. Some of the artists involved were born before 1980. But
all of their works were produced in the 2000s. This is a matter, which
impresses me greatly. The former generations have also managed to
outdone themselves in the context of contemporary art. Today, the
former generations do not stay inside the sensibility, the intuition and
the expression of their period. However the historical identity of the art
in Turkey is significantly designated by this very issue: not to modernize,
keeping a distance with the new.
Even though a dimension of the exhibition is created by this indication and
context, the triangulation point is hidden a little far beyond, in the name of
the exhibition: pluralist, poetic, ironic. As I mentioned in the catalogue text:
for the last thirty years, the world desires and seeks pluralism. All political
systems are formed to achieve this end. Pluralism is a skyline, which we
barely go across. Therefore what liberalism is to pluralism, which keeps
democracy and individuality in itself, is exactly like interactivity, tolerance
and solidarism.
The world has forgotten about the poetical, especially in the past 30 years.
Because, it has forgotten about the poetry. Whereas, at the early 20th
century, the poetry and the poetical were travelling the world from end to
end. New worlds were forming. The revolutions were fought with poetry.
There are a lot of reasons to this negative situation. The main reason is the
visual replacing the verbal. The loss of romanticism can be discussed in
connection with this. Yet the poetical is everywhere. One can compile the
poetical anywhere he wants.
What is really ironic is in our lives. Maybe it is hidden deeper but it’s there.
Besides, it is harder to both create and live the ironic. The ironic is more of
a cultural phenomenon. It is filled more with hardships. Because it’s more
thorny. It’s poetic in a trash bin, a summer night, an empty city street. It can
be ironic if there’s a cat on it, peering about. The poetical is grasped with
one person. But for the ironic, at least two elements are necessary.
This exhibition will take place within the scope of the Biennial, and the
Biennial is in Istanbul. I have always seen this city as a poetic, pluralist,
ironic place. We have been perceptibly experiencing and feeling this
fact lately. Poetry and irony have been flowing down the streets. What’s
interesting is, and I wrote about this during the Taksim protests, the 68
Movements were poetic. Poems were recited in the streets. There was no
poetry in Taksim, just irony and humor. This was a total transformation all
by itself. I wanted to underline both this tension and this distant connection
by choosing works which embrace this context.
Murat Pulat
Çünkü daha dikenlidir. Çöp bidonu, bir yaz gecesi, boş kent sokağında
şiirseldir. Ancak bir kedi üstüne tırmanmış bakıyorsa ironik olabilir. Tek kişiyle
şiirsel olan yakalanır. Ama ironik olan için en az iki eleman gereklidir.
Bu sergi İstanbul Bienali kapsamında. Ben bu şehri her zaman şiirsel,
çoğulcu, ironik bir mekan olarak gördüm. Son dönemde bu gerçeği çok
somut olarak yaşadık, hissettik. Şiir ve ironi sokaklardan aktı. Ama ilginçtir
ve Taksim olayları sırasında da çok yazdım. 68 olayları şiirseldi. Sokaklarda
şiir okunuyordu. Taksim’de şiir yoktu. İroni ve mizah vardı. Bu başlı başına
bir dönüşüm demekti. Ben bu bağlamı kuşatan yapıtları seçerek ve onları
böylesi bir çerçeveye oturtarak hem bu gerilimi hem de bu uzak akrabalığı
vurgulamak istedim.
Unlike Middle East, the contemporary art production in Turkey
does not always and predominantly carry a reference to the culture
of a specific geography. What, do you think, is one of the strongest
reference and starting points of the contemporary art production in
here?
Since there is poetry in the name of this exhibition, I’ll make a reference
to it. The modernity in Turkey is built over poetry. Our rich poetic tradition
affected and intertwined with the political transformation of the government
after the Tanzimat era. The poetry was in an intensive interaction and
connection with the political. This was the truth of, especially the 20th
century.
Starting with the last 20 years of the 20th century, the visual surpassed the
verbal and the poetical. What’s interesting is, it does not mean that it cut
all its ties with the political. If you look at the art production in Turkey in the
1990s and the first ten years of the 2000s, you can see that none of the
artistic areas in any period is political on this scale. The question is that the
meaning of the political has changed. Before, the discussion was about the
macro and state oriented policies and art was directed towards them. This
is now over. Micro policies are what matters now. We have just recently
learned that everything is political. And art is producing itself around those
micrologies.
Therefore, today, in Turkey’s contemporary art, individualities and
communalities are blending together with the political. That’s why this art is
pluralist, poetic and ironic!
Türkiye’de güncel sanatı, Ortadoğu’da olduğu gibi her zaman
ve çoğunluklu olarak belirli bir coğrafyanın kültürüne referansla
üretilmiyor. Buradaki güncel sanat üretiminin en güçlü dayanak ve
çıkış noktalarından biri nedir sizce?
Madem şiir var bu serginin adında ona referansla bir yanıt vereyim.
Türkiye’de modernite şiir üstünden kuruldu. Bizim büyük şiir geleneğimizin
Tanzimat sonrası devletin siyasal dönüşümünü etkilemiştir ve onunla iç içe
geçmiştir. Şiir siyasal olanla çok yoğun bir etkileşim ve iletişim içindeydi.
Bilhassa 20. yüzyılın gerçeği buydu.
20. yüzyılın son 20 yılından başlayarak görsellik sözel olanı, şiirsel
olanı aştı. Ama ilginçtir, bu siyasal olandan koptuğu anlamına gelmez.
1990’larda, 2000’lerin ilk on yılında bizde üretilen sanata bakın, hiçbir
dönemde hiçbir sanatsal alan bu ölçüde politik değildir. Mesele politikanın
anlamındaki değişimdir. Daha önce makro siyasetler, devlet odaklı siyasetler
konuşuluyordu ve sanat ona dönüktü. Bu iş bitti. Şimdi mikro siyasetler
dönemi. Her şeyin siyasal olduğunu yeni öğrendik. Sanat da o mikrolojiler
etrafında kendisini üretiyor.
Dolayısıyla bireylikler ve toplumsallıklar siyasal olanla karılıyor Türkiye’de,
bugün, güncel sanatta. O nedenle bu sanat çoğulcu, şiirsel, ironik!
17
Papko
Öner Kocabeyoğlu Koleksiyonu
Öner Kocabeyoğlu Collection
İlk kez Parİs Ekolü sanatçılarından Selİm Turan’ın eserİnİ alan Öner
Kocabeyoğlu, bugün koleksİyonuna farklı dönemlerden 1000’e yakın eserİ
dahİl etmİş. Kocabeyoğlu ‘’sanat koleksİyonu, bİlgİ, sabır, süreklİlİk, zaman ve
fedarlık gerektİrİyor.’’ dİyor.
Öner Kocabeyoğlu’s collection, which by now, includes close to a thousand
works from different periods, had initially started by the acquisition
of one of the works of Selim Turan, one of the artists of the School of
Paris. “Art collection requires knowledge, patience, regularity, time and
devotion”, Kocabeyoğlu states.
Koleksiyonunuzu ne zaman oluşturmaya başladınız?
2000’li yılların başlarında bir müzayedeye katıldım ve kendi beğenimle
severek bir tablo aldım.
When did you start to build your collection?
I attended to an auction sale back in the early 2000’s and acquired a
painting suited to my own taste.
İlk aldığınız eser nedir ve ilk alımınıza dair anınızı anlatabilir misiniz?
İlk satın aldığım eser küçük kırmızı bir Selim Turan tablosuydu, resimle
ilgim alakam olmadığı halde. O gün müzayede de sergilenen tüm eserler
arasında beni içine çeken tek eser Selim Turan’ın bu küçük kırmızı tablosu
oldu. Bu koleksiyona başlangıcın ilk adımıydı ama o gün bugünlere
geleceğini hayal bile etmemiştim.
What is the first artwork you acquired and can you share your
recollections about that moment?
The first artwork I acquired was a small, red painting by Selim Turan,
even though I wasn’t really interested with painting. Among all the works
displayed on that auction sale, that little red painting by Selim Turan was
the only work which really inspired me. I had no idea that acquisition would
lead to an art collection, but that was my first step towards it.
Öner Kocabeyoğlu / Papko Koleksiyonu’nu nasıl bir bakış açısıyla
oluşturuyorsunuz? Üretim alanı, mecra ve yaklaşım olarak nasıl bir
koleksiyon?
İlk satın aldığım Selim Turan eseriyle birlikte, öncelikle Selim Turan’ı
araştırdım, kimdi, nerede çalışmış ve neler yapmıştı. Bu araştırma
esnasında onun Paris Ekolü’nden bir sanatçı olduğunu öğrendim ve o
ekolden olan diğer sanatçıları araştırmaya başladım. Bu dönemin eserlerine
olan ilgimle birlikte aralarında Mübin Orhon, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla,
İlhan Koman ve Nejad Devrim’in eserlerini koleksiyonuma ekledim.
Öner Kocabeyoğlu / Papko Koleksiyonu’nu nasıl bir bakış açısıyla
oluşturuyorsunuz? Üretim alanı, mecra ve yaklaşım olarak nasıl bir
koleksiyon?
İlk satın aldığım Selim Turan eseriyle birlikte, öncelikle Selim Turan’ı
araştırdım, kimdi, nerede çalışmış ve neler yapmıştı. Bu araştırma
esnasında onun Paris Ekolü’nden bir sanatçı olduğunu öğrendim ve o
ekolden olan diğer sanatçıları araştırmaya başladım. Bu dönemin eserlerine
olan ilgimle birlikte aralarında Mübin Orhon, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla,
İlhan Koman ve Nejad Devrim’in eserlerini koleksiyonuma ekledim.
Koleksiyonun kendi içerisinde bir bütünlüğe kavuştuğunu gördüğümde
bunu sanatseverlerle paylaşmak için Ferit Edgü tarafından koleksiyondan
seçilen, XX.yüzyılın 20 Modern Türk Sanatçısı 1940-2000 başlıklı
Santralistanbul’da ki sergiyi hazırladık 11 Mart-19 Haziran 2011 tarihleri
arasında.
Sergiye katılan sanatçılar, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, Hakkı Anlı, Abidin
Dino, Ferruh Başağa, Selim Turan, Avni Arbaş, Nejad Devrim, İlhan Koman,
18
In what perspective do you build the Öner Kocabeyoğlu / Papko
Collection? How would you describe the collection in terms of
production area, media and approach?
Right after I acquired his painting, I started a research on Selim Turan,
about who he was, where he had produced his work and what he had
done. During this research, I found out that he was an artist of the School
of Paris and I started searching for other artists of the same school. With
my surging interest to the works, I added to my collection the works from
Mübin Orhon, Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla, İlhan Koman and Nejad
Devrim.
When I had finally seen that the collection obtained integrity in itself, I,
together with Ferit Edgü, organized the exhibition in Santralistanbul,
between March 11 and June 19 2011, entitled “20 Modern Artists of the
20th Century 1940-2000”, just to share this with art enthusiasts.
The artists included in the exhibition were Fahrelnisa Zeid, Fikret Mualla,
Hakkı Anlı, Abidin Dino, Ferruh Başağa, Selim Turan, Avni Arbaş, Nejad
Devrim, İlhan Koman, Mübin Orhon, Adnan Çoker, Burhan Doğançay,
Ömer Uluç, Albert Bitran, Yüksel Arslan, Mehmet Güleryüz, Komet, Aleattin
Aksoy, Ergin İnan and Koray Ariş.
In time, the collection can exhibit some differences within itself. Art
collecting requires knowledge, regularity, research, devotion, patience and
time. I mainly build the collection according to my own tastes and as parts
of a whole. It is possible to encounter in my collection works from both
early and late periods of an artist.
My collection doesn’t include installations and video art. Regarding
Mübin Orhon, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Ömer Uluç, Albert Bitran,
Yüksel Arslan, Mehmet Güleryüz, Komet, Aleattin Aksoy, Ergin İnan ve
Koray Ariş.
Koleksiyon zamanla kendi içerisinde bazı değişiklikler gösterebiliyor.
Sanat koleksiyonerliği bilgi, süreklilik, araştırma, fedakarlık, sabır ve zaman
gerektiriyor. Koleksiyonu daha çok kendi beğenimle, bir bütünün parçaları
şeklinde oluşturmaya çalışıyorum. Bir sanatçının ilk yaptığı eseri olabileceği
gibi son dönem çalışmış olduğu bir eserine de koleksiyonumda rastlamak
mümkün.
Koleksiyonumda enstlatasyon ve video sanatı yer alıyor. Fotoğraf sanatında
yabancı sanatçılar hariç tek kopya fotoğraf dışında fotoğraf almıyorum,
çünkü tek kopya benim için tablo gibi.
Son yıllarda koleksiyonun yönünü üç ayrı yoldan devam ettiriyorum. İlk
olarak 1940-1960 yılları arasında doğan sanatçılardan yaptığı seçkiler ki
bunlar; Alev Ebuzziya, Seyhun Topuz, Azade Köker, Canan Tolon, Kemal
Önsoy, Bedri Baykam, İrfan Önürmen, Ahmet Elhan.
İkinci olarak 1960 ve sonrası doğmuş genç sanatçılarımızdan; Kemal
Seyhan, Ekrem Yalçındağ, Ramazan Bayrakoğlu, Taner Ceylan, Gülay
Semercioğlu, Haluk Akakçe, Leyla Gediz, Ebru Uygun, Seçkin Pirim,
Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Burcu Perçin, Yaşam Şaşmazer,
Erinç Seymen, Bahar Oganer.
Üçüncü olarak da dünya çapında önemli yabancı çağdaş sanatçıların
eserlerini, koleksiyonuma eklemeye devam etmekteyim. Bunlar ; Fernando
Botero, Tony Cragg, Antony Gormley, Julien Schnabel,Peter Halley,
Andreas Gursky, Sarah Morris, Anselm Kiefer, Peter Kogler, Susan Hefuna,
Daisuke Ohba. Bunların dışında da şu sanatçıları çok yakından takip
ediyorum yakında da koleksiyonuma eserlerini katmayı düşünüyorum;
Stephan Balkenhol, Mark Bradford, Carlos Cruz-Diez, Robert Longo,
Thomas Ruff, Rudolf Stingel, Jaume Plensa, Evan Penny, Bruno Peinado,
Ivan Navarro, Joan Mitchell, Jason Martin, Richard Phillips ve Jeff Wall.
Koleksiyonunuzda kaç eser var ve çoğunlukla hangi mecra/
malzeme üzerine odaklanıyorsunuz?
Koleksiyonda Paris Ekolü Türk Ressamları, çağdaş Türk ressamları ve
yurtdışından ressamlardan oluşan yaklaşık 100 sanatçının 1000’i aşkın
eseri bulunuyor, bunların arasında tablolar olduğu gibi heykeller de var.
Çağdaş Türk ressamlarından son dönem ilgilendiğim ve eserlerini aldığım
sanatçılar arasında; Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Fulden Aran,
Sema Kayaönü, Seçkin Pirim, Ali İbrahim Öcal, ,Burcu Perçin, Leyla Gediz,
Arzu Akgün, Duygu Süzen, Nejat Satı, Erinç Seymen ve Ebru Döşekçi yer
alıyor.
photography, except for the ones by foreign artists, I choose not to acquire
any works, unless it’s the original copy. An original copy is like a painting to
my eyes.
Of late years, I have been carrying on my collection from three separate
ways. The first being the compilations I’ve fashioned from the works of
artists, who were born between 1940 and 1960. The artists included are;
Alev Ebuzziya, Seyhun Topuz, Azade Köker, Canan Tolon, Kemal Önsoy,
Bedri Baykam, İrfan Önürmen, Ahmet Elhan.
The second being the works from our artists, who were born in or after
1960; Kemal Seyhan, Ekrem Yalçındağ, Ramazan Bayrakoğlu, Taner
Ceylan, Gülay Semercioğlu, Haluk Akakçe, Leyla Gediz, Ebru Uygun,
Seçkin Pirim, Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Burcu Perçin, Yaşam
Şaşmazer, Erinç Seymen, Bahar Oganer.
And the third being the works from world-renowned, foreign contemporary
artists; Fernando Botero, Tony Cragg, Antony Gormley, Julien Schnabel,
Peter Halley, Andreas Gursky, Sarah Morris, Anselm Kiefer, Peter Kogler,
Susan Hefuna, Daisuke Ohba. In addition to all these, I closely follow and
soon would like to include in my collection the works from following artists:
Stephan Balkenhol, Mark Bradford, Carlos Cruz-Diez, Robert Longo,
Thomas Ruff, Rudolf Stingel, Jaume Plensa, Evan Penny, Bruno Peinado,
Ivan Navarro, Joan Mitchell, Jason Martin, Richard Phillips and Jeff Wall.
How many artworks do you have in your collection and on which
media/material do you focus?
The collection includes over 1000 works by approximately 100 artists,
ranging from Turkish painters of the School of Paris, contemporary Turkish
painters and foreign painters. Sculpture works are also included along with
paintings.
The contemporary Turkish painters I’ve been interested and added to my
collection include; Ansen, Murat Pulat, Ardan Özmenoğlu, Fulden Aran,
Sema Kayaönü, Seçkin Pirim, Ali İbrahim Öcal, Burcu Perçin, Leyla Gediz,
Arzu Akgün, Duygu Süzen, Nejat Satı, Erinç Seymen and Ebru Döşekçi.
19
SERGİLER / EXHIBITIONS
Çiğdem Asatekin
Vicious Circular Breathing
Rafael Lozano-Hemmer
& Segment #4
Borusan Contemporary,
14 Eylül 2013 / September 14, 2013
16 Şubat 2014 / February 16, 2014
Vicious Circular Breathing, Perili Köşk’te biennale eşzamanlı gerçekleşen
sergilerden biri. Lozano-Hemmer’ın aynı isimli işi, sanatçı tarafından
Borusan Contemporary için özel istek üzerine üretildi. Perili Köşk’te ayrıca
Borusan Koleksiyonu’ndan çeşitli sanatçıların yer alacağı Segment #4
sergisini de izlenebilir.
One of the 2 exhibitions that can be viewed concurrently to the Istanbul
Biennial in Perili Köşk is Vicious Circular Breathing. Lozano-Hemmer’s
same titled work is produced specially for the Borusan Contemporary.
Segment #4 the exhibition that brings various works from the Borusan
Collection can also be viewed at Perili Köşk.
Rafael Lozano-Hemmer, Flatsun
Anish Kapoor
S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi,
10 Eylül 2013 / September 10, 2013
05 Ocak 2013 / January 5, 2014
1990 yılında Venedik Bienali’nde İngiltere’yi temsil eden, 1991 yılında
Turner Ödülü’ne layık görülen ve 2012 Olimpiyat Oyunları kapsamında
Londra’nın kamuya açık en büyük heykeline imza atan Anish Kapoor’un
yapıtları, Eylül ayından itibaren İstanbullu sanatseverlerle buluşacak. Soyut
heykel sanatına yeniden anlam kazandıran başlıca sanatçı olarak tanınan
Kapoor’un heykelleri; mimariyi, mühendislik ve teknolojiyi buluşturuyor.
Anish Kapoor, who represented Britain in 1990 Venice Biennale and was
awarded Turner Prize in 1991, also created the biggest public sculpture
during the 2012 London Olympics will be in Istanbul from September.
Known as the main artist who is known for regaining a meaning to
abstract sculpture, Kapoor’s sculptures bring architecture, engineering and
technology together.
20
Armaggan_Galeri_imaj_ilan_2013_ice_23x29.7_cm.pdf
1
8/19/13
4:51 PM
Vadedilmiş Bir Sergi
A Promised Exhibition
Gülsün Karamustafa
SALT Beyoğlu ve Galata,
10 Eylül 2013 / September 10, 2013
5 Ocak 2014 / January 5, 2014
Gülsün Karamustafa’nın bugüne dek en kapsamlı sergisi, 10 Eylül günü
izleyiciyle buluşuyor. İsmi ise sanatçının Vaat Edilmiş Resimler isimli
serisine gönderme yapıyor, bu kapsamda bir serginin vaktinin gelmiş
olduğunun ve resimleri ile kavramsal üretimlerinin buluşma noktasının
altını çiziyor. Sergideki neredeyse bütün işlerde ise, Karamustafa’nın
sanat kariyeri boyunca uğraştığı “hareketlilik” teması hissediliyor. Göç,
göçebelik, gurbet, yer değiştirme gibi anlamlara gelebilirken, yerinden
edilme, kaçma anlamlarını da kazanıyor hareketlilik. Toplumsal tarih, kişisel
tarihiyle birleşiyor ve işleri, bu akan devinimi görselleştiriyor. İşlerin büyük
bölümü SALT Beyoğlu’nda, iki adet video yerleştirmesi ise SALT Galata’da
izlenebilir.
The most inclusive exhibition of Gülsün Karamustafa will meet the audience
on September 10th. Its name refers to artist’s series Promised Paintings,
and highlights both the fact that the time for an exhibition like this has
come, and the meeting point of her paintings and other contemporary art
pieces. Through all the works in the exhibition, the theme of “mobility”, that
Karamustafa deals with since the beginning of her career can be seen.
. This can mean immigration, nomadic life, being abroad, and switching
places but it can also mean displacement and running away. Her personal
history unites with societal history and the artworks visualize this flowing
mobility. Most of the works can be seen at SALT Beyoğlu while two videos
will be shown at SALT Galata.
Gülsün Karamustafa, Kavanozda Venüs, 1988
Gülsün Karamustafa, Venus in jar, 1988
Retrospektif
Retrospective
Erol Akyavaş
İstanbul Modern,
29 Mayıs 2013 / May 29, 2013
1 Aralık 2014 / December 1, 2014
Erol Akyavaş retrospektifi sanatçının Doğu-Batı sanat ve kültür dünyası
arasında kurduğu kendine özgü sentezi, zaman içinde dönüşüm geçiren,
tuval üzerindeki perspektif ve mimari düzenlemelerini, insan figürünü
merkez aldığı bilinçaltı arayışlarını ve son döneminde dünyanın farklı
kültürleri ile hesaplaşmalarını geniş bir çeşitlilik içerisinde bir araya getiriyor.
Yaklaşık 290 yapıtlık seçki, Akyavaş’ın modern ve çağdaş sanat arasında
üstlendiği öncü ve yaratıcı kimliğe vurgu yapıyor.
Erol Akyavaş retrospective brings together in great diversity the unique
synthesis Akyavaş developed between the artistic and cultural worlds of
the East and the West, his perspectival and architectural arrangements
on the canvas that passed through many transformations in time, his
subconscious explorations that focused on the human figure and his
interaction in his late period with the various cultures of the world.
22
Erol Akyavaş, Hallac-ı Mansur, 1987
Sen Rolünü Oyna,
Senaryo Arkadan Gelir
You play your part,
scenario follows
Burak Delier
Pilot Galeri,
12 Eylül 2013 / September 12, 2013
26 Ekim 2013 / October 26, 2013
Burak Delier, Kriz ve Kontrol / Crisis and Control, Video 14 dk / min, 08 sn / sec
Sanatçının ve Pilot Gallery’nin izniyle / Courtesy the artist and Pilot Gallery
Pilot Galeri, Burak Delier’in yeni sergisine ev sahipliği yapiyor. Son dönem
işlerinde kapitalizm-güncel sanat ilişkisini sorgulayan Delier, bu sefer
“halihazirdaki üretim ve güç ilişkilerinin ötesinde, hayatı daraltan baskın
yaşama kültürünün karşısına konabilecek nefes alma alanları yaratmaya
çalışıyor.’’ Hepimizin gece uykularını, gündüz düşlerini bölen kariyerizm,
iş dünyası ve gelecek kaygılarını baz alan üretimi ise serginin temelini
oluşturuyor.
Pilot Gallery hosts Burak Delier new exhibition. In his recent works, Delier
questions and reveals the relations between capitalism and contemporary
art, and this time, he “tries to create breathing spaces beyond the
determined production and power relations against the life-sucking
dominant living culture.” His work entitled ‘Crisis and Control’ is based on
careerism, business world and future anxieties that make us all insomnic,
and thus creates the base of the exhibition.
On the Eve
Francesco Albano
Tophane-i Amire Kültür Merkezi,
29 Ağustos 2013 / August 29, 2013
20 Eylül 2013 / September 20, 2013
Sezona girerken Galerist, Tophane-i Amire Kültür Merkezi Tek Kubbe’de
izleyiciyi İtalyan sanatçı Francesco Albano’yla ve heykelleriyle buluşturacak.
Ayrı birer form ve kavram olarak kemik ve deriyi kullanan Albano’nun
işleri, bedeni deforme ederek, heykelvari, durağan kemikler ile iç-dış
arasındaki sınır olarak tanımlanabilecek, organik yapısıyla derinin zıtlıklarını
özdeşleştiriyor ve bedenin bu iki temel taşından yola çıkan kavramlar
sunuyor. Sergi 20 Eylül’de sona erecek.
As the season starts, Galerist introduces us to the Italian artist Francesco
Albano and his sculptures at Tophane-i Amire Cultural Center. Using bones
and skin as different forms and concepts, Albano’s works deform the body
structure and identifies the opposite features of sculpture-like, static bones
and the organic skin that can be defined as the border between in and out;
presents us new concepts out of these two fundamentals of the body. The
exhibition can be seen until September 20th.
Lump#2, Wax, polyester resin, Iron, 175 cm x 33 cm
24
THE ART OF
HOSPITALITY,
THE HOSPITALITY
OF ART
A member of the prestigious
Design HotelsTM chain and
chosen among Europe’s
top 10 art hotels,
The Sofa Hotel’s innovative
and cosmopolitan approach to
accommodation is reflected in
every detail of its ambience,
enriched by commissioned and
acquired works of art.
Hallarts; a sought after meeting
point for contemporary art
events, live performances,
exhibitions and concerts, is a
multi-functional venue located
within the hotel that can be
customized according to specific
needs, met with the signature
style of The Sofa Hotel.
Highly Individual Place
Teşvikiye Caddesi Nº 41-41A Nişantaşı · 0 212 368 18 18 · [email protected] · thesofahotel.com
Kitap
The Book
Ali Kazma
Galeri Nev,
11 Eylül 2013 / September 11, 2013
26 Ekim 2013 / October 26, 2013
Bu seneki Venedik Bienali Türkiye Pavyonu sanatçısı Ali Kazma’nın
fotoğrafları, izleyiciyle Nev’de buluşuyor. Küratörlüğünü Regis Durand’ın
üstlendiği sergi, kitapların üretim süreci ve okuyucuyla buluştuğu
mekanların doğası üzerine izleyiciyi düşünmeye davet ediyor. Kitapla ilgili
birçok mekanda çekilen 8000 fotoğrafın seçkisi ile birlikte aynı zamanda
küratör Durand’ın yazdığı “Kitap” da bizi Nev’de bekliyor olacak.
This year’s Venice Biennial Turkish Pavillion artist Ali Kazma’s photographs
meet with the audience in Gallery Nev. The exhibition, curated by Regis
Durand, pushes the viewer to think more about the production process
of the books and the nature of the spaces that they meet the reader. The
exhibition that is picked from 8000 photographes shot in various bookrelated spaces and also the “Book” by Durand will be waiting for us in Nev.
Photographs from the archive “Book”, 2013
“Kitap” arşivinden fotoğraflar, 2013
26
İbrahim El-Salahi:
İleri Görüşlü Bir Modernist
Ibrahim El-Salahi:
A Visionary Modernist
Tate Modern,
3 Temmuz 2013 / July 3, 2013
22 Eylül 2013 / September 22, 2013
Afrika modernizmini işleyen ilk Tate Modern sergisi Ibrahim El-Salahi’nin
hayatı ve işlerinin izini sürüyor. Bu majör retrospektif, sanatçının
uluslararası kariyerinin 50 yılı aşkın süresinin 100 üretimini bir araya getiriyor.
Sergi, Afrika ve Arap modernizminin en önemli figürlerinden
birini sunuyor ve daha geniş, global bir sanat tarihi bağlamındaki yerini
gözler önüne seriyor.
The first Tate Modern exhibition dedicated to African Modernism traces the
life and work of Ibrahim El-Salahi. This major retrospective brings
together 100 works from across more than five decades of his international
career. The exhibition highlights one of the most significant
figures in African and Arab Modernism and reveals his place in the context
of a broader, global art history.
The Tree 2003 Private Collection © Ibrahim El-Salahi
Preview Berlin Sanat Fuarı
Preview Berlin Art Fair
Zinnowitzer Strasse,
19-22 Eylül 2013 / September 19-22, 2013
Dokuzuncu yılında, Preview Berlin 19 – 22 Eylül tarihleri arasında Berlin’den
galeriler ve uluslararası sanat yapıtlarını izleyiciye sunacak. Fuar, yine şehrin
en heyecan verici mekanlarından birinde gerçekleşecek: Zinnowitzer
Sokağı’ndaki opera atölyesinin eski sanatçı hollerinde. Bolca gün ışığı
altında, uluslararası sanat alanı bu geniş, kolonsuz alanda buluşacaksanatı algılamak ve sunmak için ideal bir yer. Bu sene de standların yanısıra
ilk defa 2012’de uygulanan, yükselen sanatçılara ve galerilere kendilerini
göstermeleri için fırsat tanıyan solo duvarlar da olacak.
In its ninth year of existence, from 19 – 22 September the Preview Berlin
Art Fair will present galleries from Berlin and the international art. The
art fair will once again play at a fascinating event venue of the city: The
former painters’ halls of the opera workshop in Zinnowitzer Strasse. Under
generous skylights, the international art scene will gather here in large,
column-free spaces – an ideal place for the presentation and reception of
art. In addition to the popular white cube booths, the fair will also feature
solo walls established for the first time in 2012, allowing emerging artists
and galleries to show themselves.
28
Photo: Susann Zielinski und Tim Adler aka Z.U.P.A., Berlin
Images of an Infinite Film
MoMA,
7 Eylül 2013 / September 7, 2013
2 Mart 2014 / March 2, 2014
David Lamelas. Time As Activity
Düsseldorf, 1969. 16mm film (black and white, silent). 13 min.
Başlangıç noktası olarak avangard sinemacı Hollis Frampton’ın bütün
kaydedilmiş imajların kapsamlı tarihini teorize eden ve kainatı sonsuz bir film
arşivine benzeten “sonsuz film” söylemini alan sergi, hafızanın precarious
doğası, sinemanın kırılganlığı ve dünyadaki şeylere anlam atfetmenin öznel
deneyimi arasında ilişkiler kuruyor.
Taking as a point of departure avant-garde filmmaker Hollis Frampton’s
notion of an “infinite film”, which theorizes an overarching history of all
recorded images and likens the universe to an endless film archive, the
exhibition suggests a link between the precarious nature of the memory,
the fragility of film, and the subjective experience of assigning meaning to
things in the world.
Mary Reid Kelley
ICA Boston,
31 Haziran 2013 / June 31, 2013
27 Ekim 2013 / October 27, 2013
Boston’daki Institute of Contemporary Arts, 27 Ekim’e kadar Mary Reid Kelley’i ağırlıyor. Sergide 2008’den itibaren çekilmiş 4 tane live action ve stop
motion animasyonlardan oluşan anlatıcı video izleyebiliriz. Bu videolar tarihi veya efsaneye dayalı hikayeleri sunuyor, her birinde ise hepsi Reid Kelley
tarafından oynanan birer ana karakter veya anlatıcı bulunuyor. Bu karakterlerde ise Reid Kelley makyajlı, peruklu, yüzü boyalı ve tamamen tanınmaz
durumda. Eğitimli bir ressam olan sanatçı, bütün bu malzemeleri siyah ve beyaz üstüne kuruyor.
Boston’s Institute of Contemporary Arts is hosting Mary Reid Kelley until October 27th. At the exhibition we can see 4 videos created between 2008 and
the present, that is composed of live action and stop motion animations. They all present historical or myth-based stories, and at the center of each is a
main character or narrator played by Reid Kelley, who appears costumed, bewigged or practically unrecognizable. A trained painter, Reid Kelley creates all
of her costumes, props and sets in black and white.
Frieze London Sanat Fuarı
Frieze London Art Fair
Regent’s Park,
17–20 Ekim 2013 / October 17-20, 2013
Frieze London fuarı, bu sene de heyecanla beklememiz gereken sanat
etkinliklerinden bir tanesi. 17 Ekim’de başlayacak fuar, Regent’s Park’ta
gerçekleşiyor ve 1000’in üstünde sanatçı ve projeyle izleyiciyi buluşturuyor.
Pace, White Cube ve Gagosian’ın da dahil olduğu 150’den fazla galeri ve
yeni tasarımıyla Frieze’i takvime mutlaka eklemek gerek.
Frieze London Fair is definitely one of the most exciting art events this year.
The fair starts October 17th, located in Regent’s Park and meets more
than a thousand artists and projects with the audience. Pin Frieze to your
calendars to see mare than 150 galleries including Pace, White Cube and
Gagosian and experience the new design.
Grizedale Arts and Yangjlan Group, Colloseum of the Consumed (2012)
29
Jean Conrad - Isabel L’emaitre
Yeni Medya Koleksiyonerliği
Collecting New Media
Jean Conrad ve Isabel L’emaitre,
dünyada sayılı yenİ medya
koleksİyonerlerİ arasında.
Barselona’dakİ Loop Yenİ
Medya Fuarı’nın da komİtesİnde
olan L’emaitre çİftİ, 7-10 Kasım
arasında, CI Dialogues’un
konuğu olarak Contemporary
Istanbul’da.
Jean Conrad and Isabel L’emaitre
are one of the few new media
collectors in the world of
collecting. L’emaitres who are
also in the commitee of the Loop
New Media Fair in Barselona will
be at Contemporary Istanbul
as the guest of CI Dialogues
between November, 7th-10th.
30
Video zamanımızın iletişimortamı ve
koleksiyonumuzun da, zamandaki
yerimizi yansıtmasını istiyoruz.
Video is a medium of our time and
we want our collection to reflect our
place in time.
Dijital ve video koleksiyonlarınız ile tanınıyorsunuz. Bir
koleksiyoner olarak edindiğiniz ilk eser dijital bir çalışma değildi.
Koleksiyonerliğe nasıl başladınız ve edindiğiniz ilk eser neydi?
İspanya’da, Madrid ziyaretimiz (1982-1986) sırasında tablo koleksiyonları
yaptık. Edindiğimiz ilk eser Fernando Zobel imzalı, soyut bir tabloydu.
Daha sonra, Tapies, Jose-Maria Sicilia ve daha birçok İspanyol sanatçının
eserlerini edinmeye devam ettik. Akabinde Londra’ya taşındık ve burada
Tony Cragg, Carl Andre ve diğer sanatçılara ait heykelleri edindik. 90’lı
yılların başlarında, Sugimoto, Rodney Graham ve Richard Long gibi
isimlerin fotoğraflarını edinmeye başladık. Video sanatı koleksiyonları
yapmaya ise 90’ların sonunda başladık.
You are known for your digital and video collections but most
probably the first artwork you acquired as a collector was not a
digital work. How did you start collecting and what was the first
artwork you acquired?
We collected paintings in Spain during our stay in Madrid (1982-1986).
The first artwork we acquired was an abstract painting by Fernando Zobel,
we then continued to acquire paintings by Spanish artists such as Tapies,
Jose-Maria Sicilia and many others. Then we moved to London where we
acquired sculptures by Tony Cragg, Carl Andre other artists. In the early
90’s, we started to acquire photography from artists like Sugimoto, Rodney
Graham, Richard Long. Late 90’s was when we started collecting video
art.
Koleksiyonlarınız için yeni medya çalışmalarını edinmeye nasıl
başladınız?
Karım ve ben, yaklaşık 40 yıllık sinema bağımlılarıyız. 1996 yılında bir gün,
Londra’daki bir galeride bir Gillian Wearing videosuna denk geldik ve
aniden, çağdaş sanat tutkumuzu, hareket eden görüntülere olan tutkumuzu
ile birleştirebileceğimizi fark ettik. O günden itibaren video sanat eserleri
toplamaya başladık ve ilgimiz, birkaç nedenden dolayı yıllar içinde giderek
arttı. Video zamanımızın iletişim ortamı ve koleksiyonumuzunda, zamandaki
yerimizi yansıtmasını istiyoruz. Bu ortam aynı zamanda büyük bir keşif ve
gelişim potansiyeli taşıyor ve ilerleme sürecini heyecanla takip ediyoruz.
Video sanatı, izleyicilerin, okuyucu, gözlemci ve yorumcuların rollerine
erişmelerini sağlıyor ve seyirciler olarak, olgun izleyiciler olduğumuzu
hissetmeyi seviyoruz. Video sanatı zaman, konsantrasyon ve sessizlik
gerektiriyor ve insanların zaman ayırmayıp, genelde “zapladığı” bir sanat
sosyetesine, sağlıklı bir yaklaşım getiriyor.
Bir tabloyu evinizde veya yaşadığınız yerde paylaşmanız mümkün.
Ancak yeni medya eserlerinin paylaşımı pek kolay değil. Bu eserleri
arkadaşlarınıza nasıl gösteriyorsunuz? Gösterim etkinlikleri mi
düzenliyorsunuz?
Tutkumuzu diğer insanlarla paylaşmayı seviyoruz. Arkadaşlarımız bizi ziyaret
ettiğinde, son edindiğimiz eserleri onlara gösteriyoruz. Video izlemek özel
bir tecrübe ve bunu arkadaşlarla yapmak, bu tecrübeyi daha da özel bir
hâle getiriyor.
Bir sanat eseri almanın heyecanından bahseder misiniz? Sizi bir
eseri sevmeye ve satın almaya iten şey ne oluyor?
Video eselerini “coup de coeur”e (ilk görüşte beğenme) göre ediniyoruz ve
aldığımız kararlarda piyasa durumunu önemsemiyoruz.
Loop Committee’nin başkanı olarak, sanat piyasasının yeni medya
eserlerine nasıl baktığından söz eder misiniz? İlgi ne durumda ve
yeni medya eserlerinin geleceği nasıl görünüyor?
Gün geçtiktçe daha fazla koleksiyonerin, özellikle de görüntünün her
zaman mevcut olduğu bu toplumda yetişen yeni nesillerin, video sanatı ile
ilgilenmeye başlayacağına inanıyoruz.
Dijital eserlerinizi nerede ve nasıl muhafaza ediyorsunuz?
Eserlerimiz sabit disklerde tutuluyor ve her biri farklı yerlerde bulunan
birçok yedeği bulunuyor. Eser muhafazası çok önemli bir konu ve
laboratuvarlardan bu alanda tavsiye ve yardım almanız mümkün.
Tablo ve fotoğraf gibi diğer iletişim ortamları ile hâlen ilgileniyor
musunuz?
Diğer ortamlara bakmaya devam ediyoruz ama yalnızca video ediniyoruz.
Daha önce görmediğimiz eserlerle tanışmayı her zaman isteriz! Fuarlarda,
bienallerde, galerilerde, sanat okullarında olabilir... Her zaman için genç
sanatçıların eserlerini görmeye istekli ve hevesliyiz.
How did you start acquiring new media works to your collections?
We collected paintings in Spain d My wife and I have been cinema addicts
for almost 40 years. When one day in 1996 we came across a Gillian
Wearing video in a London gallery, we suddenly realized that we could
combine our passion for contemporary art with our love for the moving
image. From that moment we began collecting video art and our interest
has grown steadily over the years for a number of reasons. Video is a
medium of our time and we want our collection to reflect our place in time,
this medium has also great potential for exploration and development and
we follow its progression with enthusiasm. Video art gives viewers access
to the role of readers, observers and interpreters and we like to feel that
as spectators we are mature viewers. Video art needs time, concentration
and quietness and brings a healthy attitude towards art in a society where
people do not take time and are often « zapping «.
You can share a painting in your house or a place you live in.
However new media works are not easy to share. How do you
show them to your friends? Do you make screenings?
We like to share our passion with others, when friends come home we
show them our recent acquisitions. Watching videos is a special moment,
and even more with friends.
Can you tell us about an excitement of buying an artwork? What
triggers you to like and buy an artwork?
We acquire video works by « coup de cœur » and do not pay attention to
the market to make our choices.
As the president of Loop Commitee, could you please tell us about
the art market for new media? How is the interest and how does
the future look for new media works?
We are convinced that there will be more and more collectors interested
in video art, especially in the new generations raised in this society where
image is omnipresent.
Where and how do you keep your digital artworks?
Our works are kept on hard disks with several backups, each backup
being in a different location. Conservation is a very important issue and in
this domain laboratories may give good advice and help.
Are you still interested in other media such as painting or
photography?
We continue to look at other media but exclusively acquire videos now. We
are always interested to discover works that we do not know! It could be in
fairs, biennales, galleries, art schools... We are always curious and keen to
see the works of young artists.
31
Elio Montanari
Röportaj/Interview: Zeynep Berik
Marina Abramovic, Ulay, Gilbert and
George, Harald Szeemann, James Lee
Byars... Elio Montanari, 35 yıl boyunca
güncel sanatın mihenk taşları olan
bİrçok sanatçının üretim süreçlerİnİ
belgeledİ. Salt’ta açılacak olan ‘Bİrİ,
Hİçbİrİ, Bİnlercesİ’ sergİsİ İle sahne
Montanari’nin.
70’li yıllardan beri fotoğraf çekiyor ve sanatçıların eserlerini
belgeliyorsunuz. Ömür boyu sürdürdüğünüz bu projeye başlamanızı
sağlayan şey neydi?
Kendim de fotoğraf çektiğim ve güzel fotoğraflar çekmek istediğim için bu
işe başladım. Fakat çektiğim fotoğraflardan hiçbir zaman tatmin olamadım;
çünkü güzellik tanımına dair herhangi bir fikrim yoktu. Bu nedenle sanat
eserlerinin doğuşunu belgelemeye karar verdim ve kameranın bu iş için
en uygun araç olduğunu düşündüm. Bu durumda güzelliği yaratmak gibi
bir sorumluluğum olmayacaktı çünkü bu sorumluluk sanatçıya ait olacaktı.
Yakaladığımız şey orada olduğundan dolayı fotoğraf, gerçeklik ile aynı
ontolojik durumu paylaşır. Benim fotoğraflarımda gördüğünüz şey eserin
içerisinde güzelliğin ilan edilmesidir. Bu yaklaşım aynı zamanda beni 1500
yıllık fotoğraf tarihinin ağırlığından da kurtarmış oldu. Dolayısıyla 35 yıl önce
bu işe başladım. Yine de bugün ‘proje’ kelimesinin kullanım şekliyle benim
35 yıl önce başlattığım proje arasında bir farklılık var. Benimki 35 sene
sürdü.
Buna rağmen bu durum sizi sistemin bir parçası olmaktan
alıkoymuyor ya da koyamıyor.
Evet, bir bakıma öyle. Yine de güzelliği ben yaratmak zorunda değilim.
Fakat diğer bir nokta da fotoğrafçının ikinci dereceden yaratıcı kişi olması.
Ben sanat eseri hakkında pek çok bilgi içeren fotoğraflar üretmeye çalıştım.
Güzelliği fotoğrafın kendisinde değil de içerisinde aradığınız için
kendinizi fotoğrafçı olarak görmüyorsunuz; peki bu durum sizi
fotoğrafçılık janrında hangi konuma yerleştiriyor?
Çalışmalarımın doğasında belgeleme eylemi var; bu yüzden de çalışmalarım
herhangi bir estetik kaygıya sahip değil. Estetik dediğimiz şey sanat
tarihinde bulunur, yani kuramdır. Benim fotoğraflarım güzel değil ama
anlamlı ve onların manası eserlerimin toplumsal bir anlam ifade edecek
biçimde kullanılabilir olmasından geliyor. Kültürel bir çalışma oldukları için
kamu yararına fayda sağlıyorlar. İnsanların araştırmasına, bilgi dağarcıklarını
ve aralarındaki dayanışmayı artırmalarına yardımcı olacak belgeler
üretiyorum.
Fotoğraflarımı sanatçının fikirlerinin tezahürü olarak nitelendiriyorum.
Bresson’ı neden önemsemediğimi anlarsınız. Çünkü ben anın geçişini
resmediyorum, anın kendisini değil.
Fotoğrafta güzelliğin sanat eseri olduğundan bahsettiniz, sanatçılar
ile eserleri arasında ne tür ilişkiler fark edebildiniz?
Mesela portrenin objesi, objenin de portresi olabilir. Mario Merz’in
çalışmaları buna bir örnek teşkil eder. Örneğin Mario Merz’in ‘Homage
to Archimboldo’ adlı eseri. Üç aylık sergi boyunca her hafta Salı günü
zambakları değişti. Ben de Salı günlerini ard arda fotoğrafladım. Eserin
yapısı aynı kalıyor fakat içinde bir şey değişiyor. Benim objenin portresi diye
adlandırdığım şey bu; portrenin objesi de bu olabilir tabii. Sergiye dair kilit
noktalardan birisi bu.
Sergide Harald Szeemamn’a ait beş adet fotoğraf göreceksiniz. Kollarını
açıyor. Son fotoğraf ise kucaklamak, kendini açmak üzerine. Bu benim
Harald ile 1999 yılındaki çalışmamı gösteriyor.
32
Uzun yıllardır çekmiş olduğunuz fotoğraflar sergide sanat eseri
olarak sergilenecek. Bir küratör tarafından seçilmiş olacak,
çerçevelenecek ve uygun görülen bir sergi alanında sergilenecek.
Salt’ta gerçekleşecek olan serginin hazırlık sürecinden biraz
bahsedebilir misiniz?
Bu fotoğraflar zanaatkarlık bağlamında değerlendirilebilecek sanat eserleri.
Sergide yaklaşık 200 adet fotoğraf bulunuyor. Seçimleri November
(Paytner) yaptı. Serginin küratörlüğünü son derece hassas bir biçimde
ve zekice gerçekleştirdi. Bir noktada kendisini eserlere yeterli ölçüde açtı.
Seçimler, sanatçıların eserleriyle kurdukları ilişkilere göre yapıldı.
Fotoğraf / Photo: Samed Akman
Marina Abramovic, Ulay, Gilbert and
George, Harald Szeemann, James Lee
Byars... Throughout his 35 year-long
project, Elio Montanari documented
the production processes of these
and many more artists who were the
milestones of contemporary art.
With ‘One, Noone and One Hundred
Thousand’ at Salt, the stage is
Montanari’s.
You’ve been taking the photographs and documenting the works of
artists since the 70’s. What made you start this life long project?
I started since I was taking pictures and I wanted to make beautiful
pictures but I never satisfied myself because I don’t have any idea of
beauty. So I decided to document the artworks in their state of birth
and I thought the camera was the suitable tool for this. Then I was not
responsible for creating the beauty as its the responsibility of the artist.
What we are cathing is there, so the image shares the same ontological
status with reality. The announcement of the beauty within the work is
what you can see in my images. This approach also made me feel free
from the heaviness of 1500 years of history of photography. So, 35 years
ago I started with this. However there’s a difference between the way they
are using the word ‘project’ from what I started doing 35 years ago. Mine
lasted 35 years.
As you don’t consider yourself as a photographer in the sense that
you are not looking for the beauty of the photograph itself but in
the photograph itself, where does it place your photographs in the
genre of photogprahy?
The nature of my work is documentation so it doesn’t have any
aesthetical concern. Aesthetics is within the history of art, so is theory. My
photographs are not beautiful but significant and their significancy come
from the usefulness of my work as a social meaning. It helps the common
good since its a work of culture. I produce documents which help people
to study, develop knowledge and solidarity.
I consider my images as the manifestations of artists’ thinking. You’ll
understand why I don’t care about Bresson. Because I illustrate the
passing of the moment, not the moment itself.
Yet it still doesn’t and can’t exclude you from being part of the
system.
Yes, in a way. However I don’t have to produce the beauty. Yet the other
thing is the consequent author is the photographer. I tried to produce
images with a lot of information about the work of art.
The photographs you’ve taken so many years will be treated
as works of art at the exhibition. They will be curated, framed,
displayed in a proper exhibition space. Can you talk about how the
selection has been made for the exhibition that will take place at
Salt?
They are artworks in terms of craftsmenship. There are around two
hundred photographs at the exhibition. November did the selection. She
curated it in a very sensitive and intelligent way. Because at a certain point
she opened enough herself for the works. The selection has been made
according to the relatioship of the artist with his work.
33
Hüseyin Bahri Alptekin · Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi - 9. İstanbul Bienali 2005
Salt’taki sergi bu çok katmanlı güzellik, tarih, belgeleme, arşiv
projesi sürecine yeni bir katman ekliyor. Bu sergi bize sizin bu
süreçleri belgelediğiniz 35 sene hakkında ne anlatıyor?
Sergideki fotoğrafların küçük boyutta olması önemli bir husus. Bu durumda
artık fotoğrafçılıktan bahsediyoruz; yalnızca sanat tarihinden değil. Bence
bu fotoğraflar için en büyük sergileme boyutu 30x20 cm. Bu da piyasanın
dayatmacı isteklerine bir tepki aslında.
Sanat piyasası devreye girdiğinde, fotoğrafçılık sorunlu bir hal alıyor:
Fotoğrafçılık bir sanat dalıdır, evet sanat. Fotoğrafçılar düşünmezler.
Evet, düşünmezler. Sanat eleştirmenlerinin de fotoğraf hakkında pek bir
şey bilmemeleri çok acı. Güncel sanatın galerileri ve müzeleri var. Büyük
beyaz duvarları doldurmak için büyük fotoğraflar basıp sergilenebilir,
ama benim fotoğraflarımda aynı zamanda fotoğrafın doğasını vurgulayan
böyle bir piyasa eleştirisi de var. Ayrıca fotoğrafların karanlıkta tutulması
gerektiğini ifade etmek için birtakım sekanslar gösterdiğim küçük kutular
bulunduruyorum bu sergide. Benim fotoğraflarım aile fotoğrafı, ben sanat
ailesine aidim. Bazı fotoğraflar sizin için daha özeldir, bu nedenle onları
albüm içerisinde veya küçük bir kutuda saklarsınız.
Egonuz olmadığı zaman ve güzelliği inşa
etmediğinizi hİssettiğiniz ama güzelliği
nasıl yaratacağınızı bildiğiniz zaman
görünmez olursunuz.
Kutulara özellikle ne koymayı tercih ettiniz?
Marina Abramovic ile Ulay’ın son performanslarını... Ben de onlarla
birlikteydim. Her zaman için onların fotoğraflarını yalnızca ben çekerdim.
Ben çekerdim çünkü hiç kimse onların fotoğrafını çekmesi için kimseye
para ödemezdi; eseri gelişim süreci içerisinde belgeleyen de ben oldum.
Şimdi bile bunu pek önemsemiyorlar.
Sizin fotoğrafınızı çeken oldu mu?
Hayır.
O dönemlerde bu sanatçılarla nasıl tanıştınız?
Örneğin Matthew Barney; onun fotoğraflarını çeken tek kişi de benim. Bir
diğeri ise James Lee Byars ile Harald Szeemann. Ayrıca James Lee de
serginin önemli bir parçası, kendisine de saygı duruşunda bulunuyoruz.
Birlikte çok uzun zaman geçirdiğinizi düşünürsek James Lee Byars
sizi etkilemiş olmalı...
34
As you mentioned the beauty is the artwork within the
photographs, what kind of relations did you manage to catch
between the artist and the artwork?
For example the object of the portrait can be portrait of the object. The
work of Mario Merz is an example. Mario Merz’s ‘Homage to Archimboldo’.
The lily changed every week on Tuesdays throughout the three month
exhibition. So I presented the sequences of all Tuesdays. You have the
structure of the work same, but something changes inside. This is what I
call the portrait of the object, the object of the portrait can also be that. For
instance this is one key to the exhibition.
You’ll see five images of Harald Szeemann. He is opening his arms. The
final image is to embrace, to open yourself. This is when I worked with
Harald in 1999.
And the exhibition at Salt opens a new layer to this multi-layered
conception and display of beauty, history, documentation, so to
say, the archieval project. What do they tell us about your 35 years
of documenting these processes?
The fact that the photographs at the exhibition are small is an important
thing to notice. Now we start talking about photography, not only
art history. For me, the 30 x 20cm is the maximum size in which the
photographs can be displayed. This is a reaction to the imposing will of the
market.
When the art market is concerned, photography takes a problematic
position. Photography is an art, yes art. Photographers don’t think. Yes,
they don’t think. It’s a pity that art critics also don’t know much about
photography. Contemporary art has its galleries and museums. We can
print photographs in big sizes and fill up the walls of a gallery to fill the
space. There is also such a critic of the market in my photographs which
underline the nature of photography. At this exhibition, I also propose to
have little boxes where I show some sequences to say photographs have
to be kept in the dark. My photographs are family photographs since I
belong to the family of art. You know, some photographs are more special
for you so you keep in the album or in a little box.
You become invisible when you don’t
have the ego and when you don’t feel
that you are not building the beauty but
you know how to produce beauty.
P:
inf
ww
BERT STERN
P: +90 (216) 369 80 50
[email protected]
www.art350.com
26.09. - 20.10.2013
Bağdat Caddesi No: 350
34738 Erenköy
İstanbul/Turkey
Elio Montanari,Venice Rent Collection Courtyard Cai Guo-Qiang
XLVIII. La Biennale di Venezia 1999
Bana yalınlığı öğretti. Örneğin bir sanatçı olmadığımı anlamamı sağladı. O,
günün 24 saati yaratıcıyken ben o kadar da yaratıcı değildim. Bu bilgidir ve
bilgi de senin bir şeylere bakış açını değiştirir. Bir performans sanatçısı için
fotografik imge eserin kendisidir.
Onlarla nasıl tanıştınız?
Onlarla beraber yaşadık. Seyahat ettik, yiyip içtik.
Peki onları seyredip hayatlarını kayıt altına alırken kendinizi nasıl
hissettiniz?
Eğer bir fikriniz varsa, onu nasıl gerçekleştireceğinizi bilirsiniz. Fikir benimdir
ve onu boşa harcayamam. Ben daima onlar tarafından kabullenilen tek
kişiydim. Onlara bir sanat eserinin ne olduğunu soruyordum. Benimle
ilgilenmiyor musunuz? Önemli değil, çünkü sanatçı bir hatadır. Orada
kaybolmanız gerekir, yoksa çalışırken nasıl Joseph Beuys’un yanında
durabilirsiniz ki? Bir de deklanşör sesinin insanı nasıl rahatsız edeceğini
düşünün.
Bu, sizin bütün bu şeylerin arasında nasıl hareket ettiğinize bağlı bir
durum... Onlara görünmez olmanız gerekebilir.
Fotoğrafçı mekanın içindedir. Bir yol veya bir an bulmalısınız ve nasıl
hareket etmeniz gerektiğini bilmelisiniz. Sanatçılar bunun hassas bir an
olduğunu bilir ve bunu önemsemezler. Egonuz olmadığı zaman ve güzelliği
inşa etmediğinizi hissettiğiniz ama güzelliği nasıl yaratacağınızı bildiğiniz
zaman görünmez olursunuz. Bir eser yazarın bencilliği değil – benim kendi
bencilliğim de değil -; eserin benmerkezciliğidir. İkimiz de işin içindeyiz...
Hem sanatçı hem de ben.
Siz eseri yalnızca gelişim süreci içerisinde göstermiyorsunuz.
Sanatçı fotoğrafın merkezinde bulunuyor. Bunu yadsıyamazsınız.
Ayrıca sanatçıları da kahraman gibi betimlemiyorsunuz...
Tek bildikleri şeyin fotoğrafçılık olduğunu düşünen insanlar fotoğrafçılık
hakkında bir şey bilmiyorlardır. Bilmeniz gereken başka bir şey vardır.
Ancak onun çevresinde dönen şeyleri anladığınız takdirde toplumsal ve
alaycı bir değere sahip bir şey üretebilirsiniz. Örneğin Matthew Barney beni
stüdyosunda istememişti. Eserlerinin fotoğraflarını kendisi ile asistanları
36
çekmişti. Fotoğrafın önemli olmadığını söylemiştim. Fotoğraf çekebilir veya
çekmeyebilirdik. Bu o kadar da önemli değildi.
Yani fotoğraf çekme eyleminin gerçekleşmesini kastediyorsunuz.
Bir bakıma evet. Demek istiyorum ki yaptığınız iş faydalıysa bir anlam ifade
eder. Onun sokakta bisiklete binerken, yürürken fotoğraflarını çekmeye
başlamıştım... Çünkü kamusal bir alanda buna hayır diyemezdi.
Kamusal alan ve sınırlar... Bunlar hassas meseleler. Benim özel
alanıma giremezsin, de diyebilirdi...
O zaman kavga ederdik. Kamusal alanda böyle bir şey söylemeye hakkı
yok. Bana doğru yürüyüp “Bu akşam ne yapıyorsun?” diye sordu. Ben de
“Bu akşam seninle meşgulüm” dedim. O da beni stüdyosuna davet etti.
Yaşadığınız bir başka kritik andan bahsedebilir misiniz?
Gilbert ile George... George hastanedeydi. Kassel’a vardığımda Documenta
sanatçılarından birisinin sokakta neredeyse ölmek üzereyken bulunduğunu
duydum. Hastanede bir sanatçı. Taksiyi durdurdum ve “Burada kaç
hastane var?” diye sordum. Altı... Hastanelerden birisine girip temizlik
yapan kadına sordum... Bana yolu gösterdi. Odaya girdiğimde yatakta
uzanmakta olan birisi vardı. Bir sandalye çekip yanına oturdum. “Bir şeye
ihtiyacınız var mı? Ben Documenta’dan geliyorum” dedim.
Dergi fotoğrafçısı mısınız?
Hayır. Hiçbir dergiye bağlı çalışmıyorum.
Sanat fotoğrafçısısınız öyleyse.
Evet.
Öyleyse fotoğraf çekebilirsiniz.
Altı tane fotoğraf çekip oradan ayrıldım. İşe gittim ve öğleden sonra
Documenta barında birileri George’un Venedikli bir fotoğrafçıdan başka hiç
kimseye fotoğraflarını çektirmediğini konuşuyordu.
Maurizio Cattelan...
Kendisiyle New York’ta beraberdik. Orada bir metro istasyonunda
tanıştığımızda saat sabahın 4’üydü. Duchamp’ın Washington Kemeri’nin
önündeki fotoğrafı gibi bir fotoğrafını çekmek istediğimi söyledim.
Buluştuğumuzda etrafta dolanarak oyalanıyordu. Onun bir pozunu çektim;
bu poz sanat tarihiyle bağlantılıdır.
What did you specifically choose to put in the boxes?
Last performance of Marina Abramovic and Ulay... I was with them. I was
always the only one to take their photographs. I was, because nobody was
paying anyone to take their photographs, I was the first to document the
work of art in progress. Even now they don’t care much about it.
Has anyone took your photographs?
No.
How did you meet these artists at that time?
For instance with Matthew Barney. I am the only one who took pictures of
him. Another subject is James Lee Byars and Harald Szeemann. James
Lee is also the important part of the exhibition as there is a homage to him
here.
As you spent so much time together James Lee Byars must have
influenced you...
He gave me simplicity. For instance, to know that I am not an artist. I was
not as creative while he was creative 24 hours a day. This is knowledge,
and knowledge changes the way you look at things. For a performance
artist, the photographic image is the work.
So another critical moment in which you were there?
Gilbert and George... George was in the hospital. I arrived at Kasssel and
heard that an artist of Documenta was found almost dying on the street.
He is in the hospital. An artist in a hospital! I stopped the cab and I said
how many hospitals do you have here? Six... I entered one of the hospitals,
I asked a cleaning lady... She showed me the way. I entered the room and
there’s one bed, he was lying. I took a chair and sit close to him. Do you
need something? I said, I am here from Documenta.
You are a photographer from a magazine?
No. I am not from any magazine?
You are an art photographer.
Yes.
Then you can take pictures.
I took six shots and I left. I went to work and in the late afternoon I heard
at the bar of documenta, people saying that George didn’t let anyone took
them since a Venician photographer took them.
Maurizio Cattelan...
I was in New York with him. It was 4 am when I met him at a metro station.
I said I wanted to take a photograph of him where Duchamp had his photo
taken in front of the Washington Arch. We met, he was moving and playing
around. I took a shot of him and its linked to the history of art.
How did you get to know them?
I lived with them. I travelled with them, I ate with them.
So how did they feel when you were there watching them, taking
the record of their lives.
If you have the idea, you know how to realize it. The idea is mine and I
can’t waste the idea. I was always the only one who was accepted by
them. I was asking what a work of art was. Aren’t you interested in me?
No, an artists is a mistake. How do you stay with Joseph Beuys when
he is working. Also, think about the noise of the click and how it would
disturb one.
Its a matter of how you move in between all these things... You
might need to become invisible for them.
A photographer is in the space. You have to find a way, a moment and
know how to move. The artists knows thats a delicate moment he doesn’t
care about it. You become invisible when you don’t have the ego and
when you don’t feel that you are not building the beauty but you know how
to produce beauty. A work is not the egoism of the author – not my own
egoism - but the egocentricism of the work. Both we are in the work... The
artist, myself.
You are not showing the process through the work only. The artists
is in the center of the photograph. You can’t ignore that. And you
are not showing artists as heroes...
People who think they only know about photography, they don’t know
anything about photography. You have to know something else. Only if you
understand the things around it you can do something with a social and
synic value. With Matthew Barney, he didn’t want me in his studio. Him
and his assistant were the ones who took the images of his works. I said
that the photograph was not important. We could take photographs, or
not. It was not not so important.
You mean the materialisation of it.
In a way, yes. I mean if the work you do is useful then it makes sense.
I started to take the pictures of him on the street while riding a bike,
walking... Because you are on a public space, he can’t say no.
Public space and limits... Are critical issues. He could say you can’t
enter my own space...
Then we fight. He doesn’t have the right to say that on public space. He
was coming towards me and asked ‘’What are you doing tonight?’’ I said
‘’I’m busy with you tonight.’’ Then he invited me to his studio.
Elio Montanari, Ouverture Lothar Baumgarten
Castello di Rivoli · Torino 1984
37
İnci Eviner
Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüd
Co-Action Device: A Study
Zeynep Berik
Videolarında yarattığı zaman, mekan ve karakterlerin çok
katmanlı yapısını bu sefer İstanbul Bienali’nde Rum Okulu’nun
avlusunda oluşturduğu araştırmacı bir performatif alana
taşıyor İnci Eviner. Sanatçı, ‘Zihinsel Aygıt’ olarak tanımladığı
bilgi üretim alanı ‘Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüd’ ve yeni desen
serisi ‘Huzursuzluğun Tasnifi’ ile bienalde.
İnci Eviner is carrying the multi-layered structure of times,
spaces and characters, which she creates with her videos,
to an inquisitve performative space she designed in the
Greek School during the 13rd Istanbul Biennale. The artist is
in the Biennale with ‘Co-action Device: A study’ which she
calls a ‘mental device’ and her recent sketches ‘Taxonomy of
Malaise’
Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! / En geniş zamanlı bir şiir yazacağız diye
başlar Ece Ayhan Yort Savul’a. Kitaba ve şiire adını veren Yort Savul, Ece
Ayhan’ın şiirinde; iktidara, baskıya başkaldırı ve yeni bir dilin arayışıdır. Şiir
1977’de yayımlandığı tarihten bugüne güncelliğini korur, bugüne doğru
seslenir.
Ece Ayhan ve *Yort Savul, İnci Eviner’in İstanbul Bienali’ndeki ‘Eylem Aygıtı:
Bir Etüd’ adlı işinde yeni bir dil üzerinden fiziksel ve zihinsel coğrafyaları
arama çalışmasındaki çıkış noktalarından sadece biri. Karaköy’de bulunan
Tarihi Rum Okulu’nun avlusunda kuracağı ‘’bilgi üretim aygıtı’ olarak
nitelendirdiği mekanın içindeki odalardan birini ise, İkinci Yeni akımının bu
önemli şairine ithaf eder Eviner. Burada – henüz bilmiyoruz- Bakışsız Bir
Kedi Kara’nın ‘’kırık çekmeceleri’’, ‘’18 yaşından küçüklerin okuyabileceği
bir atlas’’gelir gözünümüzün önüne. Belki de ‘meçhul öğrenci’, ‘devletin
ve tabiatın ortak yanlış sorusunu’ tekrar soracak burada: ‘Maveraünnehir
nereye dökülür?’
Ece Ayhan starts his poem Yort Savul, with the lines ‘Bring the Atlases!
Historical Atlases! / We will write a poem in the very simple present tense.
*Yort, Savul, which gives its name to the book and poem, is the expression
of the quest for a revolt against the state and oppression, and a search for
a new language in Ece Ayhan poetry. The poem has maintained its actuality
since it was published in 1977 until now, and appeals to today’s world.
Ece Ayhan and Yort Savul are only one of the departure points of İnci
Eviner’s work called ‘Co-Action Device: A Study’ at İstanbul Biennial, in her
search for physical and mental geographies based on a new language.
Eviner dedicates one of the rooms in the site, “information production
device” as she calls it, which she will build in the entrance of Historical
Greek School in Karaköy, to this significant poet of ‘The Second New’
movement. Here - actually, we don’t know yet - you conjure up a mental
picture of the broken drawers of ‘A Blind Cat Black, and an atlas, which
can be read by children under the age of 18.
*Yort Savul, adını Yunus Emre’nin ‘’Padişahı kim bileydi, kul itmese yort savul’’ ile
başlayan şiirinden alıntıdır.
*The poem Yort Savul is named after Yunus Emre’s verses: who would know the
sultan, if the man didn’t say Yort Savul!
38
39
Ortak Eylem Aygıtı eskiz / Co-action Device sketches
Farklı kurgu-mekanlardan oluşan bu ortak üretim alanı, katılan öğrencilerin
araştırma alanlarını bir çeşit eylemsellik içinde düşünmeye açmalarına
sebep olacak. İnci Eviner’in ütopik mimari yapılar üzerinden devşirerek
oluşturduğu ve bir aygıt gibi çalışacağını belirttiği okul
içinde okul, performatif bir araştırma ve üretim merkezi. Kendisi de bir
akademisyen olan sanatçının üretim ve düşünme biçimini en çok etkileyen
yazarlardan biri ise Ranciere.
Eviner, projenin çıkışına, mekansal ve zihinsel yapısına dair şunları söylüyor:
Ranciere, sanat ve siyaset arasındaki estetik ilişkinin mantığını yeniden
hayal etmek’’ten bahseder. Bunu, hayali bir okul formunda, sınıfların kırık
mimari ütopyadan devşirildiği huzursuz tünellerle birbirine bağlanan, tersine
araştırma odaları, duvarna mahkemelerin yansıdığı atölyeler, bir köşede
Yort Savul’un, Ece Ayhan’ın hayaletlerinin dolaştığı, Alice’in bir kez daha
kendini kaybettiği sürekli işleyen nesnelerin aktörlere, aktörlerin mekanlara
dönüştüğü ve bunun araştırıldığı bir aygıt inşa edilebilir mi?
40
Perhaps the unknown student will ask the question posed by both
government and nature again: ‘Where does Transoxiana run into?’ This
co-production area, which consists of different fictional spaces, will
provoke the participating students to think of their research areas in a sort
of actuality. School inside the school, which, was created by İnci Eviner
as a result of converting the main body of work based on architectural
structures, and which, as the artist states, will function like a device, is
a performative research and production centre. Being an academician
herself, the artist states that Ranciere is one of the writers who influenced
her way of thinking the most.
Eviner explains the inspirations, spatial and mental structure of the project
as follows:
Ranciere talks about “re-imagining the logic of the aesthetical relation
between the art and politics. Can we build a device in the form of a school,
where classes converted from a broken architecture are connected to
each other through restless tunnels, reverse research rooms, workshops,
walls of which are enlightened with the image of courtrooms, in one corner
Perfomatif. Araştırmacı.
Daha önce benzeri bir projeyi Kadir Has Üniversitesi’nin desteğiyle Tiflis
Trienal’de gerçekleştiren Eviner, orada da sanatçı ve araştırmacılarla birlikte
alternatif bir okul olarak performatif bir alanı geliştirmiş. Yedi ay süren Acting
in the Library / Kütüphaneyi Sahnelemek adlı bu iş için, açık çağrıyla davet
etmiş öğrencileri. İstanbul Bienali’nde yaptığı işte de, bienalin bir aya kısalan
süresi boyunca, yine açık çağrıyla davet ettiği öğrenciler çalışacak bu
ütopik mimari yapının içinde. Burayı, öğreten ve öğrenen arasındaki ilişkinin
düğümlenip çözüleceği bir ‘’estetik alan’’ olarak tanımlıyor Eviner. ‘’Sanat
ve siyasetin birbirine dokunduğu noktaların keşfedileceği’’ bu mekanı
‘’etkileşimli aygıt çalışmaları’’ olarak adlandırıyor.
Bienal’de sergilenecek olan ‘Huzursuzluğun Tasnifi’ adlı desen serisinin yanı
sıra, performatif araştırmaya odaklandığı, sanat üretimi ve düşünme biçimini
sorguladığı işler Eviner’in hocalık deneyimini de görünür kılıyor. ‘’Sanatın
kurumların dışında ve içinde öğretilemez bir şey olması ve spekülasyona
maruz kalıyor olmasından’’ hareketle öğrenci ve hocanın karşılaşma,
birbirlerini ve pratiklerini etkileme noktalarını araştırmaya açıyor.
Eviner’in araştırma sürecinde karşılaştığı yazarlardan biri olarak belirttiği
Ranciere’in ‘öğrenci hocadan hocanın henüz bilmediği bir şey öğrenir’’
sözü, sanatçının hem eğitime hem de kendi sanatsal pratiğine yaklaşım
biçimini açıklıyor: Ortak Eylel Aygıtı’nda hoca, sanatçı ve araştırmacı
kimliğini bölerek kendisini ‘çoklu bir özne olarak’ konumlandırmış.
‘’Otonom bir sistem olarak çalışan ve fikir üreten farklı bir ortak üretimin
metodolojisini araştıran bir aygıtı nasıl tasarlayabilirim diye düşündüm’’
diye sormuş. Rum Okulu’ndaki bu iş üst katlardan, bir karınca yuvasına
bakar gibi izlenebilecek. Çalışmaların sonucu da okulun içinde, etrafta
görübilecek. Çok katmanlı bir yapı olan okul, şu soruları da düşünmeye
açıyor: ‘’Birbirimizden nasıl ve ne şekilde öğreniyoruz, fikir kimden çıkıyor?
Bu fikirleri biz birbirimizle nasıl başka bir şeyin üretimine dönüştürüyoruz?’’
Bu sorular, sanatsal düşünme, teori,siyaset, pratik etme, öğrenme biçimine
alan açmak için var. ‘’Sanat, hayatın yerini alamaz, almak da istemez’’ diyor
Eviner, sanatsal alanın genişlemesine ve üretilebilmesine dair ihtiyaçtan söz
ederken.
Perfomatif araştırma biçimine ilgi duymaya başlaması, sanatçıların
işlerini anlatış ve sunuş biçimleriyle ilgili duyduğu sıkıntıyla başlamış. ‘’Bir
sanatçı, bir işini anlatırken örnekleyerek ya da kendini temsil ederek ifade
ediyor kendisini. Ben ise bunu bir daha yapmamaya karar verdim.’’ İlk
performatif sunum (lecture) denemelerinden birini, SALT’ta düzenlenen
ve küratörlerinden biri olduğu ’’Bilgiyi Sahnelemek’ (2012) adlı uluslararası
seminerde ‘Harem’ adlı işindeki karakterleri anlatırken gerçekleştirmiş.
’Harem’deki Ladie Montague, Jalal Toufic, Antoine Melling gibi karakterlerle
birlikte paralel konuşmacılar yarattığı bir sahne tasarlamış ve bu oyuncularla
birlikte performatif bir sunum gerçekleştirmiş. Sanatçı olarak ‘Yüzünü silme,
dağıtma ve paylaşma’ çoklu bir özne meselesi diyor bunun için Eviner.
Okul: Ezberbozum için zihinsel egzersizler
Rum Okulu’nun içinde kurulacak olan yapı için; 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda
tasarlanmış sığınaklar, evler ve ütopyanın ikonları haline gelmiş yapılardan
yola çıkmış Eviner. Ortak Eylem Aygıtı bir çalışma, araştırma alanı ve
özgürleştirici bir sanatsal mekan olarak tasarlanıyor. Eviner’in bu işte
katılımcılardan beklentisi, kendi sınırlarının dışına çıkıp, yeni söylemler
üretmeleri. Gezi pratiğinin buradaki etkisi hakkında, bu sürecin otonom
alanlara ihtiyacımız olduğunu göstermiş ve bu alanları yaratma cesareti
vermiş olması, diyor.
‘Gezi’den sonra bilgi üretimi
Kaliteli ve özgür eğitim hakkı, Gezi’yle birlikte tekrar gündeme geldi.
Bireysel alternatif eğitim ve bilgi paylaşımı alanları yaratılma ihtimali, herkesin
gözünde daha da gerçekçi bir hale dönüştü. İnci Eviner, sanat pratikleriyle
teorinin birbiriyle ilişkisi ve birbirini beslemesi üzerine odaklandığı performatif
araştırma işlerinde, ‘’izleyiciyi zihinsel olarak aktive eden’’ paylaşma şeklini
vurguluyor. Karşılıklı üretime dayanan bu çalışma şeklinin entellektüel olarak
bireysel bir hesaplaşmayı da gerektiğini söylüyor. Akademilerdeki dogmatik
sitemi kıran bu yaklaşım, ona göre, sanat pratiklerininin içinden politikayı
42
of which roams Yort Savul and Ece Ayhan in the other, Alice loses her way
once again, continuously moving objects turn into actors, and actors turn
into spaces and all these entities are subjected to in inquiry based on this
concept?
Performative. Researcher.
Having realized a similar project at Tbilisi Triennal with the support of
Kadir Has University before, Eviner developed a performative space as an
alternative school there with the artists and researchers. She invited the
students with an open call , for this work called Acting in the Library, which
was performed for a period of seven months. Also in this project, which
will be carried out within the scope of İstanbul Biennial, students invited
by the artist with open call will work in this utopic architectural structure.
Eviner defines this place as an ‘aesthetical space,’ where the relationship
between the teacher and learner reaches a problematic climax and is
resolved. This space, where the intersecting points of art and politics will
be discovered,’ is called by the artist “interactive device studies.’
In addition to ‘‘Taxonomy of Malaise’, a series of sketches, which will be
exhibited at İstanbul Biennial, the works, in which the artist focuses on
performative research and interrogates her way of thinking are making
Eviner’s teaching experience more visible. Communication phases, at
which the teacher and the student meet, influence each other and their
practices are subjected to a research based on the idea that “the art is
something which can be taught neither inside nor outside the institutions
and constantly manipulated.”
“The student learns from the teacher something which the teacher is yet
to know,” a quote by Ranciere, one of the artists Eviner came across
during the research process, explains the artist’s approach towards both
education and her own artistic practice: In Co-action Device, the teacher
positions himself / herself ‘as a multi-subject’ by dividing the artist and
researcher identity. She asked herself ‘how can I design a device, which
investigates the possibility of a different co-production methodology,
which functions as an autonomous system and produces ideas.” The
audience will be able to watch this work from the upper floors as if looking
at an ant nest. Results of the works will also be exhibited in the school
and surrounding areas. The school, which is designed as a multi-layered
structure, also aims to provoke the following questions: “How and in what
ways do we learn from each other; who the idea comes from? How do we
cooperate towards turning these ideas into the production of something?
These questions are available for making a space for artistic thinking,
theory, politics, practice and different ways of thinking. “Art can not replace
life, nor does it want to,” says Eviner, when she talks about the need for
producing and expanding artistic field.
Her interest in performative research methodology became apparent
when she started to have troubles about artists’ way of explaining
and presenting their works. “An artist expresses oneself by way of
exemplification or representing himself / herself when explaining a work
of art. I decided not to do this once again.” She performed one of her
first performative presentation (lecture) attempts when she was explaining
the characters of her work entitled ‘Harem’ at “Putting the Information
on Stage,” (2012), an international seminar organized at SALT. Eviner
was also one of the curators of this organization. She designed a stage
which consisted of lecturers in parallel with Harem’s characters such
as Ladie Montague, Jalal Toufic, Antoine Melling, and she performed a
‘performative’ presentation with these actors. On this subject, Eviner says
that ‘deleting, distributing and sharing one’s face’ as an artist is a matter of
multi-subject.’
School: Mental exercises for breaking the routines
Eviner started her creative journey with structures turned into shelters,
houses and utopian icons, which were designed during the First and
Second World War, for the structure, which was to be built inside the
Greek School. Co-Action Device is designed as a study, research area
and liberating artistic space. In this work, Eviner expects the participants
to go beyond their own boundaries and create new discourses. About
Huzursuzluğun Tasnifi serisinden / From the series, Taxonomies of Malaize
the influence of Occupy Gezi practice, she says that this process showed
us the need of creating autonomous spaces and gave us the courage of
creating these areas.
Information production after ‘Gezi.’
Huzursuzluğun Tasnifi serisinden / From the series, Taxonomies of Malaize
arama cesaretini gösteren ve risk alanları bir araya getirecek bu projede.
Huzursuzluğun Tasnifi
Huzursuzluğun Tasnifi, Eviner’in Bienal’de sergilenecek olan desen serisinin
başlığı. Sosyal ve performatif alandan farklı olan bu pratiği için şunları
söylüyor:
Çizmek, zihnimde olup bitenleri anlamanın bir
yolu benim için. Aynı zamanda toplumsalla
bireyselin birbirine karıştığı, kimliklerin buluştuğu
bu akışkan imgelerin çıkıp geldiği çukurları açığa
çıkarıyor.
Desenlerinde ve yarattığı performatif alanlarda, Eviner’in düşünsel alanı
görsel bir yüzeye taşırken kullandığı çok katmanlı dil, tarihselliğin içinde
kaybolmadan tarihi figürleri ve yapıları yeni düşünme biçimleriyle bir araya
getiriyor. Bildiğimiz karakterler bilmediğimiz bir dili konuşuyor. Sanatçı
peşinde olduğu merak, araştırma, bozma ve yeniden inşa etme sürecine
davet ediyor izleyiciyi.
Right to high-quality and free education came into question once again
after Gezi movement. The possibility of individual alternative education
and information sharing areas, became a more realistic option in the
eyes of everyone. In her performative research works, which focus on the
relationship between artistic theories and practices and how they feed
each other, İnci Eviner puts an emphasis on the way of sharing, “which
activates the audience mentally.” She states that this methodology,
which is based on mutual production, also requires and individual selfconfrontation in intellectual context. This approach, which crosses the
limits of dogmatic thinking in academic world, will bring all those people,
who show the courage of seeking the politics through artistic practice and
take risks together.
Taxonomy of Malaise
Taxonomy of Malaise is the title of Eviner’s pattern series, which will be
exhibited in the Biennale. She explains the difference between this practice
and social and performative area as follows:
For me, drawing is a way to understanding what
is going on inside my mind. It also reveals the
pits, from which these fluid images that bring the
society and individual, and different identities
together originate.
Eviner carries the intellectual space to a visual surface in her patterns and
performative spaces she creates, and the multi-layered language she uses
infuses historical figures and structures with new ways of thinking without
being lost in historicity. The characters we know, speak a language we
are not acquainted with. The artist invites the audience to the process
of curiousity, inquisition, infraction and rebuilding, which she has been
pursuing through her entire career.
43
Bienal kente nasıl dokunur?
How does the Biennale touch
the city?
Ömer Çavuşoğlu
Türkiye’de son dönemde yaşanan sosyal,
politik ve kültürel hareketin paralelinde, Sao
Paolo’dan Brezilya’nın çeşitli yerlerine yayılan
protestolar hafızalarda tazeyken; Meksika,
Arjantin ve Brezilya’nın kültürel izdüşümleri
bu seneki Bienal kapsamında yer alıyor.
While the protests spreading from Sao Paolo
to various places in Brazil are still fresh in
the memories in parallel with the recent
social, political and cultural movement in
Turkey, Mexico, Argentina and Brazil’s cultural
reflections will be seen in Istanbul Biennale.
Hector Zamora, Material Inconsistency, 2012,
Tuğla / Bricklayer, bricks, Boyutlar değişebilir / Dimensions variable,
Courtesy the artist and Luciana Brito Gallery.
Photo: Caio Caruso
44
Vermeir and Heiremans, The residence (a wager for the afterlife), 2012
Single screen video installition, 37 min. Courtesy Limited Editions and Jubilee
Photo: Kristien Daem
İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkentleri’nden biriyken, ev sahipliğini
paylaştığı Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nde, kavramsal sanatçı Jochen Gerz,
“2-3 Sokaklar (2-3 Strassen)” projesini yürütüyordu. Bölgede, değişen
endüstriyel kimliğin sonucu gerçekleşen kentsel, kamusal ve sosyo-kültürel
dönüşümler kapsamında, yeni müzeler ve kültür merkezlerine yapılan
yatırımlar sonucu hibrit bir ortam oluşmuştu. Berlin Sanat Akademisi’nce
(Akademie der Kunste) düzenlenen Kültür:Şehir (Kultur:Stadt) programı
kapsamında 25 Mayıs 2013’te sunum yapan Gerz, projeyi şöyle açıkladı:
“Ruhr bölgesinde, Londra veya Paris ile yarışacak derecede yoğunlukta
galeri, müze ve kültür merkezi var. Bölgenin tarihi de malum, fakat bölge
halkında, bizim alışageldiğimiz üretim kapsamlarında sanat üreten kişi
az.” Bu durum üzerine Gerz, bu bölgedeki kentlerde birer sokak seçip,
kentlilerden birbirleriyle ve çeşitli sanat formlarıyla olan etkileşimlerini kayda
dökmeye karar verir. İsteyen herkesin dahil olabildiği ve desteklendiği
projenin 19 yaşındaki katılımcılardan biri, oturduğu apartmanda yaşayan
Türkiyeli bir göçmenin, basit dikim-söküm işlerinden anladığını keşfettikten
sonra, kendisiyle ortak olarak, ısmarlama t-shirt’ler üreten bir firma kurar.
Bu hikayeyi dinledikten 2 gün sonraya Londra’ya dönüşümü takip eden 1-2
gün içerisinde Gezi Parkı’ndaki yıkım çalışmalarına karşı gelmek isteyen bir
While Istanbul was one of the 2010 European Capitals of Culture,
Jochen Gerz was conducting his project “2-3 Streets (2-3 Strassen)” in
Ruhr, Germany, which was the co-host of Istanbul for that year. A hybrid
environment was formed in the region within the scope of urban, public
and socio-cultural transformations realized as a result of the changing
industrial identity and the investments made in the new museums and
cultural centres. Gerz, making a presentation on 25th of May in 2013
as part of the Culture:City (Kultur:Stadt) program organized by Berlin
Academy of Arts (Akademie der Künste), explained the project as follows:
“There are as many galleries, museums and cultural centres in Ruhr as
there are in London or Paris. Historical wealth of the region is obvious.
However there are not many people producing art as we know in the folks
of the region.” Upon realizing this, Gerz chooses one street in every city
of this region and decides to record the interactions among the citizens
and the ones among the citizens and various forms of art. One of the
19-year-old participants of the project in which anyone can participate and
is supported, discovers that a Turkish immigrant is interested in simple
sewing and establishes a firm producing made-to-measure T-shirts with
him.
45
Bertille Bak, Safeguard Emergency Light System, 2010, Video, 7 min. Courtesy Nettle Horn London and the artist. Stills: Bertille Bak
gruba yapılan müdahelelerle ilgili haberleri okumaya başladım. 1 Haziran
itibariyle de, Gezi Parkı’nda ve Türkiye’nin bir çok yerinde, insanlar, aynı
mahallelerde, aynı ilçelerde, aynı şehirlerde oturdukları komşularının neler
yaptıklarını, hissettiklerini, düşündüklerini daha iyi anlayabildekleri bir ortak
sürecin içlerinde bulmuşlardı kendilerini.
“Kentsel Dönüşüm Projeleri” adı altında, doğal afetlere karşı dayanıksız
bina stoğunun yenilenmesi veya güçlendirilmesi gibi gerçekten elzem bir
ihtiyacın, yalnızca bina yıkım ve yerine yeniden yapım ile bu esnada oluşan
katma değerin (David Harvey’nin Maxist tanımıyla, gayrimenkul üzerinden
oluşturulan “surplus profit”) belirli zümrelere dağıtılma projesi, Türkiye
literatürüne yeni yeni girmeye başladı. “Kentsel dönüşüm”ün, 19. yüzyıl
ortasında Haussman’ın Paris’inde başlayan modern bir olgu olarak, son 30
yılda aldığı şeklin akademik analizlerinin kamuoyuna aktarılmaya başlaması
ise Gezi olayları etkisiyle oluşan kentsel algı ile mümkün oldu. Kentliler,
kentlerini oluşturan değerler ve dinamikler bütünü üzerine daha kapsamlı
tartışmalar yürütüyor artık.
Bu sürecin kültür ve sanata nasıl yansıyacağına dair beklentiler hızla
oluşmaya başlamışken, kavsamsal çerçevesi kentsel dönüşüm üzerine
kurulu olan Bienal’deki sanat, bu beklenmedik sosyal dönüşme nasıl cevap
verecek?
Bienal’de eserleri sergilenecek bazı işlerin, Türkiye gündemine dair
referanslar içermesi, kuşkusuz, beklenebilecek bir durum. Aynı şekilde,
okuyacağınız bahsi geçen sanatçıların önemli bir kısmının Latin Amerika
coğrafyasından geliyor olması da. Gezi olaylarını 1 hafta ile takiben, ve
São Paulo’dan Brezilya’nın çeşitli yerlerine yayılan protestolar hafızalarda
tazeyken, birçoğu 20. yüzyıl ortalarından itibaren diktatoryel veya cunta
rejimlerinden nasibini almış; iktisadi gelişmeleri de dönem dönem Türkiye
ile benzerlikler taşıyan Meksika, Arjantin, ve Brezilya’nın başını çektiği bu
iklimin kültürel izdüşümlerinin bu seneki Bienal kapsamında yer edindiğini
göreceğiz.
Meksika doğumlu, ve São Paulo’da yaşayan, Bogotá, Havana, Lima gibi
Latin Amerika’nın çeşitli şehirlerinde eserler üreten ve sergileyen, Héctor
Zamora, bu sanatçılardan.
2 days after listening to this story, I returned London and within the
following 1-2 days, I started to read news about the interventions to a
group resisting the demolition work in Gezi Park. As of 1st of June, people
both in Gezi Park and around Turkey found themselves in a common
process where they can better understand what their neighbours living in
the same towns, districts and cities do, feel and think.
“Projects of Urban Transformation”, which is a quite essential need for
renovating or strengthening the buildings that are indurable to natural
disasters, has recently entered into Turkish literature only as the project of
demolishing buildings, building new ones on their places and distributing
the added value created meanwhile (in terms of David Harvey’s Marxist
description: surplus profit created through real estate) to certain groups.
Starting to convey the academic analyses of “urban transformation” in
the last 30 years to public opinion, as a modern phenomenon to start in
Haussman’s Paris in the middle of 19th century,has been possible thanks
to the urban perception created by Gezi incidents. Citizens are conducting
more extensive discussions on the values and dynamics creating their
cities.
While the expectations as to how will Gezi practice will be reflected into
culture and arts have started to risen immediately, how will art in the
Biennial, whose conceptual framework depends on urban transformation,
will respond to this unexpected social transformation?
We might certainly expect that some of the works which will be exhibited in
the biennial will make references to Turkey’s agenda. Similarly, the fact that
a significant number of the artists you will read about are coming from Latin
America is not unexpected, either. Starting only one week after the Gezi
incidents,while the protests spreading from São Paulo to various places
in Brazil are still fresh in the memories, we’ll see the cultural projections of
a climate where Mexico, Argentina and Brazil are leading the way in the
scope of this year’s Biennial. Most of the countries of this climate had their
share of dictatorial and junta regimes since the middle of the 20th century
and their economic developments had similarities to Turkey from time to
time.
46
ICE_eylu
SONBAHAR KIŞ 2013 / 14
mudo.com.tr
ICE_eylül.indd 1
21.08.2013 17:48
İSTANBUL BIENALİ
Genellikle kamusal alanda oluşturduğu enstalasyonlarda cemaatlerin
örgütlenme biçimlerini ve kentsel ve mimari ortamların bir kültürün
mekan anlayışını nasıl ifade ettiğini araştıran sanatçının eserlerinden biri
“Paracaidista, Av. Revolucion 1608 bis”. Burası, Mexico City’de bulunan
Carrillo Gil Sanat Müzesi’nin dış duvarlarını sarmallayacak şekilde, yerel
malzemeler ve oto-konstruksiyon (bir nevi gecekondu üretimi) tekniğiyle
üretilmiş bir mekan. Mekan, 3 ay boyunca sanatçılar tarafından, çeşitli ve
esnek kullanımlara açılırken, eserin ismindeki “Paracaidista”, Latin Amerika
coğrafyasında da yaygın olan informel yerleşkelerde yaşayanlara dair bir
gönderme.
Zamora, “Sciame di Dirigibili”de iki bina arasında sıkıştırılmış, gerçek
boyutlarda bir zeplin ile, hem Venedik kültüründeki yerel tarihe göndermede
bulunur, hem de kamusal alan ve kamusal zihinde oluşturduğu gerçeküstü
öğeyle, ortak hafızayı, arzuları ve fantezileri dönüştürerek yeni kavrayış
biçimlerine alan açar. Sanatçı aslında, geçici de olsa, bir nevi Gezi
Parkı’na Toplu Kışlası AVM’sini gerçekten yerleştirmiş olurken, bunun kent
paydaşlarında nasıl çağrışımlar yapacağını da gözlemleme şansına erişir.
Sanatçının, çoklukla beslendiği coğrafyaya dair yaptığı en önemli çalışma
ise “Errant”. Şehir nüfusu 12, metropoliten nüfusu ise 20 milyona yaklaşan
São Paulo’nın gelişimi de İstanbul ile benzerlikler içerir. Brezilya’nın
endüstriyel ve finansal başkenti olma yolunda, merkez-periferi ekseninde
ve özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren hızlı göç ve kontrolsüz ve
dengesiz büyüme ile asfalt ve betona yatırım yapan kent doğal dokusunu
çoklukla yitirmiştir. Zengin kentliler, felç edici trafikten kaçmak için
seyahatlerini helikopterlerle yaparken, kent merkezlerindeki “Cracolândia”
ve çevrelerdeki varoş mahallelerinde uyuşturucu ve güvenliğe dair
olgular kentin ayrıştırıcı coğrafyasından nasiplerini alır. Zamora, Project
Margem kapsamında Tamanduateí nehrinin yatağı üzerine, asma teknikle
yerleştirilmiş ağaçlarla, geçici ve ufak bir kentsel vaha yaratırken, şehri
çevreleyen eyaletin yeni Kentleşmeden Sorumlu Genel Sekreteri, mimar
Fernando de Mello Franco’nun, kendi mimari pratiğinde uyguladığı, su
yolları ve kanallarını şehre tekrar kazandırma pratiğini sanatsal pratiğine
yansıtır. Örnekleme olarak, tanıdığımız bir coğrafya ile şaşırtcı benzerlikler
içermiyor mu?
Bienal’e bir başka Brezilyalı sanatçısı ise Fernando Piola. São Paulo
şehrinde yaşayan ve çalışmalarına devam eden sanatçının projeleri kentin
Jose Antonio Vega Macotela, Time Exchange 55, 2006,
Two color photographs mounted on cardboard 70x90cm
48
Born in Mexico and living in São Paulo, Héctor Zamora is one of these
artistsproducing works of art and exhibiting them in Latin American cities
such as Bogotá, Havana, Lima.
Zamora mostly investigates the organizational forms of the communities
and how the urban and architectural environments represent the
understanding of space in a culture through his installations. One of his
works is titled “Paracaidista, Av. Revolucion 1608 bis”. This is space which
was created using local materials and auto-construction (a kind of shantyhouse production) technique which encapsulates the outer walls of Carrillo
Gil Museum of Arts located in Mexico City. While the space was being
opened to various and flexible uses by the artists, the word “Paracaidista”
found in the title of the work is a reference to the ones living in the informal
premises, which is a widespread phenomenon in Latin America.
In “Sciame di Dirigibili”, Zamora both makes reference to the local history
of Venetian Culture with the aid of a zeppelin in real dimensions, which
is stuck in between two buildings and makes room for new ways of
comprehension by transforming the common memory, desires and
fantasies with the surreal element he created in the public space and
intelligence. Actually, while the artist manages to install Topçu Barracks in
the Gezi Park in a way, though temporarily, he also has the opportunity of
observing its associations it will evoke in the urban sharers.
The most important work of the artist regarding the geography he mostly
nourishes himself on is Errant”. The development of São Paulo, of which
urban population is approximately 12 millions and metropolitan population
is 20 millions bears resemblences to İstanbul. On the way to becoming
Brazil’s industrial and financial capital, the city has largely lost its natural
texture on the axis of centre-periphery,especially beginning from the
middle of the 20th century as a result of rapid migration, uncontrolled and
unbalanced enlargement, investment in asphalt and concrete.While the
rich urban citizens are travelling by helicopters to escape the paralysing
traffic jam, phenomena such as drugs and security get their share of the
discriminating geography of the city in “Cracolândia” and the surrounding
ghettos. While Zamora creates a temporary and little urban oasis by the
technique of hanging trees on the riverbed of Tamanduateí in the scope
of Project Margem, he also reflects architect Fernando de Mello Franco’s
(surrounding state’s new General Secretary in charge of Urbanization)
reviving practice regarding the waterways and channels to his own
artistic practice. Doesn’t it bear resemblances to a familiar geography as
exemplification?
Another Brazilian artist of the Biennial is Fernando Piola. Living and
working in São Paulo, while the artist’s projects deals with the conflicts
and socio-political tensions arising in the public spaces of the city, he
gives information to the audience about the incidents ignored by the
official discourses and narratives in the Brazilian history. Piola belongs
to the young representatives generation of 85 artists constituting the
big, pretentious MAC USP collection titled “Now and Before (o Agora, o
Antes)” found in MAC (Museum of Contemporary Arts) connected to São
Paulo University, which is one of the reputable institutions in the city.
The word meaning “meeting point” in its mainland, originating from
ancient Greek, known as “agora” in Portuguese and “ahora” in Spanish,
has got the meaning of “now” in these languages. It also contributed to
the exhibition titled “Agoraphobia” held at Berlin TANAS Gallery between
May-July 2013 as a kind of sneak peek of the Biennial. The exhibition
was fictionalised on the politicization of the public space and the feelings
aroused by this. Liliana Maresca Secondary School Project, involved in
the exhibition and will be a guest at the Biennial, is a project realized by a
group of artists after the riot which took place in Argentina in 2001, leading
to clashes between the public and the cops. This group of artists took
the name of Liliana Maresca Secondary School Project afterwards. They
have been working since 2007 to develop a training program focused on
visual arts in one of the ghettos of Lomas de Zamora. The collective has
been working to raise awareness of the neighbourhood residents via an
İSTANBUL BIENALİ
Nicolas Mangan, 1/2 Matter Over Mined (for a World Undone), 2012, C-print, 69-103cm, Courtesy Hopkinson Mossman and Labor Mexio
kamusal alanlarında ortaya çıkan çelişkiler ve sosyopolitik gerilimleriyle
ilgilenirken, kendisi son dönem Brezilya tarihinde resmi söylem ve anlatıların
sırt çevirdiği olaylar hakkında izleyicilere bilgiler sunar. Piola, şehrin hatırı
sayılır kurumlarından São Paulo Üniversitesi’ne bağlı MAC (Çağdaş
Sanatlar Müzesi)’nin “Şimdi ve Daha Önce (o Agora, o Antes)” isimli, büyük,
iddialı, ve MAC USP’nin koleksiyonunu oluşturan 85 sanatçının, genç
temsilciler kuşağındadır.
Portekizce’de “agora”, İspanyolca’da da “ahora” olarak antik Yunan
kökeninden, bu dillere “şimdi” anlamına geçmiş, ve öz coğrafyasında,
“buluşma yeri” anlamına gelen sözcük, aynı zamanda Bienal’in bir nevi
ön tanıtımı olan ve Mayıs -Temmuz 2013 tarihleri arasında Berlin TANAS
Galeri’de, “Agoraphobia” isimli sergisine de vesile oldu. Sergi, kamusal
alanın politizasyonu ve bunun doğurduğu hisler üzerine kurgulanmıştı.
Sergide yer alan ve Bienal’e de konuk olacak olan Liliana Maresca
Secondary School Project, Arjantin’de 2001 yılında gerçekleşen ve halkla
polis arasında çatışmalara sahne olan isyanın ardından (daha sonra Liliana
Maresca Ortaokulu Projesi adını alacak) bir grup sanatçının, 2007 yılından
bu yana, Lomas de Zamora’nın yoksul mahallelerinden birindeki 349
numaralı okulda görsel sanatlar odaklı bir eğitim programı geliştirdikleri bir
proje. Kolektif, mahallenin kimliğinden ve ayrımcılık, aile içi şiddet, çocuk
işçiliği ve kamusal hizmetlerin eksikliği gibi mahalleyi ilgilendiren ve acil
çözüm gerektiren sorunlardan türetilen güncel sanat stratejileri içeren bir
eğitim tasarısı aracılığıyla mahalle halkını bilinçlendirmek için çalışıyor.
Meksikalı Jose Antonio Vega Macotela, doğrudan sosyal iletişimi bir projeye
dönüştürken, sanat üretimine ilişki içerisinde bulunduğu kişileri dahil eden
bir sanatçı. Sanatçı, hapishane ziyaretlerinde mahkumlarla arkadaş olarak,
onlar için ‘dış dünyada’ istediklerini yerine getirme taahütü ile, onlarla
zamanını takas ediyor. VICE dergisine verdiği röportajda, zaman olgusunu
“kurumlar tarafından tahsis edilmiş bir olgu” olarak nitelendiren ve bizden
alınarak, üretim ve dağıtım modellemesine entegre edilen, çalıştığımız
zamanı maaş, boş zamanlarımızı da tüketim olarak ifşa ettiğimiz bir meta
olarak gören Macotela, hapishanede geçirilen sonsuz zamanlardan bir
eser üretme derdinde. Mahkum arkadaşları için yaptıklarının karşılığında,
education plan consisting of contemporary art strategies. Those strategies
derive from the identity of the neighbourhood and problems concerning
the neighbourhood and calling for urgent solution such as discrimination,
domestic violence, child labour and lack of public services.
Mexican Jose Antonio Vega Macotela is an artist who includes people he
is in interaction with into his art production while transforming direct social
communication into a project. The artist makes friends with the prisoners
during his prison visits, exchanges his time with them, giving promise of
doing what they want to do in the “outer world”. In the interview he gave
to the magazine VICE, he describes time as “a phenomenon allocated
by the institutions” and taken from us, integrated into the production and
distribution modelling, considering the time we’re working as salary and
our spare time as a commodity we show as consumption. Macotela aims
to create an artwork from the infinite time spent in the prison. In return
for what he does for his prisoner friends, they do whatever he wants
to apply as an artist. A kind of “according to the capability of everyone,
need of everyone!” Meanwhile, spending his time in the most remote and
‘dangerous’ neighborhoods of Mexico City not only does he gain new lives
from his imprisoned friends and new abilities from some of them, but he
also enables them to reflect their feelings and experiences and share it with
the outer world generally using their bodies. While this is a kind of therapy,
it is also a ritual of perceiving with people, whom we share the same
spaces, the lives they’re living in these spaces. Merely, in this respect, while
the space is reduced to a prison scale, time is almost swelling up to an
almost infinite quantity.
Argentinian artist Tomás Espina, who is working on time, creates
aggressive and disturbing elements with his unusual choice of materials
(such as gunpowder, soot, coal etc.)and his manner as a poète maudit
(cursed poet) who tackles the social riot burst out in Argentina in the
post-crisis period together with the secret, irrational struggles in the
individuals intelligence. Another artist Espina created artworks together
at MAC/VAL in 2011 is Martín Cordiano was developing installations as
part of his ongoing research regarding the concept of construction as a
49
İSTANBUL BIENALİ
Martin Cordiano and Thomas Espina, 2/3 Dominio, 2011, InstallationCourtesy Afshan Almassi and MAMCO Museum, Geneva
kendisinin bir sanatçı olarak uygulamak istediği ne varsa, mahkumlar
da bunları yerine getiriyor. Bir nevi “herkesten yeteneğine göre, herkese
ihtiyacına göre!” Bu sırada, zamanın Mexico City’nin en ücra ve ‘tehlikeli’
mahallelerinde geçiren sanatçı, hem mahkum edilmiş arkadaşlarından
yeni hayatlar, ve bazılarından yeni beceriler elde ediyor; hem de onlara,
genellikle vücutlarını kullandırarak, hislerini ve yaşadıklarını yansıtma ve
bunu dış dünyayla paylaşma imkanı sağlıyor. Bu bir nevi terapi olduğu
kadar, bir nevi, aynı mekanları paylaştığımız kişilerle, onların bu mekanlar
üzerinde yaşadıkları hayatları algılama ritüeli. Sadece, bu hususta, mekan,
bir hapishane ölçeğine indirgenirken, zaman, neredeyse sonsuz bir niceliğe
şişiriyor.
Zaman üzerine çalışan Arjantinli sanatçı Tomás Espina alışılagelmişin
dışında malzeme kullanımı ile (barut, is, kömür gibi), kriz sonrası dönemde
Arjantin’de başgösteren çatışmalı toplumsal başkaldırıyı bireyin zihnnindeki
gizli, irrasyonel mücadelelerle bir arada ele alan bir poète maudit’i (lanetli
şairi) olarak edası ile izleyici üzerinde agresif ve rahatsız edici öğeler
oluştururken, beraber MAC/VAL’de 2011 yılında eser ürettiği bir diğer
Arjantinli Martín Cordiano ise hem mekan ve malzemeden, hem de insan
davranışını ve doğal kabul edilen ortak anlaşmaları belirleyen, esneklikten
yoksun mimari yapılara yönelik titiz bir çözümlemeden ortaya çıkabilecek
toplumsal ve bireysel anlatılara dair ütopyacı bir metafor olarak inşaat
kavramı ile ilgili devam eden araştırmasının bir parçası olarak enstalasyonlar
geliştiriyordu. Ortak projeleri Dominio, imha ve inşa süreçlerini, bir felaket
sonrası hasar görmüş bir iç mekanın tamamen yeniden yapılanması
şeklinde tasarladıkları enstalasyonla ele aldılar. Ütopik bir mekansal
değişimi başkalaşım derecesinde yansıtan sanatçıların işi, gene Bienal’e
konuk olan ve A.I.R extension #14 artist impressions Projeleri ile, Bristol’da
bulunan bir sanat merkezinin lüks apartmanlara dönüştürülürken ne gibi
sığ, ve parodik öğelerle bir “iyi yaşam (the good life)” yaratılabileceğine dem
vuran VERMEIR & HEIREMANS’ın video çalışmalarına da konu oluyor. Bu
pratik, toplumsal algımızda TOKİ modeli dönüşüm olarak yer edindi bile.
50
utopian metaphorrelated to social and individualistic narratives. Those
narratives can come out of space, material or a precise analysis into
architectural structures devoid of flexibility which determine both human
behaviourand common treaties accepted as normal. Their common
project Dominio tackled destruction and construction processes with an
installation planned as wholly reconstructing a damaged indoor space
after a disaster. The work of the artists reflecting a utopic spatial change
as a metamorphosis, becomes a topic for VERMEIR & HEIREMANS’s
video work, too. VERMEIR & HEIREMANS’s video is also a guest at the
Biennial. They discuss what kind of “a good life” can be produced while
the centre of arts in Bristol is being transformed into some luxury buildings
through their A.I.R extension #14 artist impressions project. This practice
has found its place in our social perception as TOKİ (housing development
administration of Turkey) type of transformation.
Undoubtedly, Bertille Bak from France is one of the artists making
the most direct references to the practice of spatial transformation.
Documenting the change in Barlin district, where he spent his childhood,
famous for its coal mines, through “Faire le mur”, in “Banner” series the
artist orders a collective weaving task from the folks of the district during
the process of Faire le mur’s documentary preparation process. Folks
famous for their weaving history, make reproductions of well-known artists
of that region such as Nicolas Poussin, Gericault, Willem Cornelisz Duyster.
While “Safeguard Emergency Light System” tries to speak out the
problems of the inhabitants of a collective housing face to face with
evacuation, the artist in the series of “Urban Chronicles” documented the
use of satellite dish in the buildings of Brooklyn where he dwelled for a
time. He did this documentation in order to ‘map’ the living conditions of
the immigrant folks as an ethnographer and thanks to his surveys directed
by satellite visual systems. The traffic between the sociological research
and art (or fiction) in the projects of the artist, raises the awareness of
the audience regarding the dangerous and marvellous porosity of these
frames.
Şüphesiz ki, mekansal dönüşüm pratiğine en direkt göndermeleri yapan
sanatçılardan biri, 1983 doğumlu Fransız Bertille Bak. “Faire le mur” ile,
çocukluğunun geçtiği, ve eskiden kömür madenleri ile önem kazanmış
Barlin bölgesindeki değişimi belgeleyen sanatçı “Banner” serisi ile Faire
le mur’un belgesel hazırlanış süresince, bölge halkına kolektif bir dokuma
işi ısmarlıyor. Dokumacılık geçmişi ile yer edinmiş zanaatkar halk, Nicolas
Poussin, Gericault, Willem Cornelisz Duyster bölge coğrafyasının
ünlü ressamlarının işlerinin reprodüksiyonunu üstleniyorlar “Safeguard
Emergency Light System” Bangkok’un Din Daeng bölgesinde, yerinden
edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir toplukonut halkının sorunlarına
tercüman olmaya çalışırken, “Urban Chronicles” serisinde sanatçı, bir
dönem yaşadığı Brooklyn’de, göçmen halkın yaşam koşullarını bir etnograf
gibi ‘haritalandırabilmek’ için, uydu görüntü sistemleri ile yönlendirdiği
araştırmaları sayesinde, apartmanlarda çanak anten kullanımını belgelemiş.
Sanatçının projelerinin toplum bilimsel araştırma ile sanat (veya kurgu)
arasında gidip gelişi, aynı zamanda izleyiciye bu çerçevelerin tehlikeli ve
harikulade gözenekliliğine dair bir farkındalık kazandırıyor.
Bienal’e katılan sanatçıların işledikleri konular ve eserlerinin kavramsal
çerçeveleri, bir post-Gezi sanatseverini, Gezi pratikleri ile ilişkilendirebilecek
ortamlar sunacak. Bir yandan Bienal’in ücretsiz giriş politikası izlemesi, belki
kamusal alanı, erişilebilirlik düzleminde genişletirken, mekan tercihlerinde,
bahsini ettiğimiz olgulara pek fazla vurgu yapılmadığını söyleyebiliriz. Fakat
Bienal gibi sanat örgütlenmelerinin belirli lojistik gereksinimleri olduğu da
malum. Bunun da ötesinde, Bienal’de Gezi pratiğini sunup sunamayacağı,
biraz tanıtım, ve çoklukla da katılım boyutunda değerlendirilmeli. Bienal,
Gezi olayları sonrası, zaten her iki senede bir, belli ölçüde değiştirdiği
kurumsal kimliğini, 2013 yılını yansıtacak şekilde yönlendirebilir, ve
bu etkinliğin İstanbul halkı, ve Türkiye sanat çevreleri ile ilişkisi üzerine
vurgularda bulunabilir.
For a Post-Gezi art-lover, the discussed topics and conceptual frames of
the works in the Biennial will offer an atmosphere that could be correlated
with Gezi practices. While the free entrance policy of the Biennial expands
public space into the reachable platform, we could say that the choice
of venues do not emphasise those phenomena a lot. However, it’s a fact
that artistic organizations such as Biennials have particular logistic needs.
Beyond this, whether the Biennial can offer Gezi practice or not should be
evaluated in terms of promotion and mostly participation. After the Gezi
incidents, the Biennial can direct its corporate identity, which he partly
changes every two years, in a way that would reflect the year 2013 and
makes emphasis on the impact of this event’s on inhabitants of İstanbul
and Turkey’s art milieux.
Since Gezi incidents, as we also started to often speak out in the urban
forums, the question “Who does the Biennial belong to?” can be tackled
as a “public value” too. We’ve started to examine various actors and
social, political and economic phenomena while looking for a response
to this question. That’s why the question how will the visitors see the
curatorial selection of the Biennial through the post-Gezi perception, is
more important. Although İstanbul Biennial is a part of the international art
network, its visitors comprise of people who stood side by side in Gezi
and gathered in the following platforms. Maybe the visitors of this year’s
Biennial will also create that big mosaic spoken out at Gezi. This depends
more on how the Biennial positions itself rather than which works will the
participating artists exhibit.
Gezi olayları ve onu takiben, kent forumlarında sık sık dile getirmeye
başladığımız ve artık yanıtını ararken farklı aktörleri ve sosyal, politik ve
ekonomik olgularını da irdelediğimiz “Bienal kime ait” sorusunu, artık
“bir kamusal değer” olarak ele alma şansına da sahibiz. İşte bu yüzden
de, Bienal’in oluuşturduğu küratoryel seçkinin, ziyaretçilerdeki post-Gezi
algısıyla nasıl izleneceği sorusu belki de daha önemli. İstanbul Bienali
uluslararası sanat ağının bir parçası da olsa, ziyaretçileri ekseriyetle, Gezi’de
yanyana durmuş ve sonrasındaki oluşumlarda birlikte olmuş kitleler. Belki
bu seneki Bienal’in ziyaretçileri de, Gezi’de dile getirilen o büyük mozaiği
yaratır. Bu da Bienal’e katılacak sanatçıların hangi işleri sergileyeceklerinden
ziyade, Bienal’in kurum olarak kendini nasıl konumlandırdığına bağlı olacak.
Liliana Maresca Secondary School Project, 2012 Approximately 20 min,
Courtesy Liliana Maresca Secondary School Project
51
Fulya Erdemci
Kamusal Alanın Dönüşümü
Fulya Erdemci ile söyleşi
In conversation with Fulya Erdemci
13. İstanbul Bienali’nin küratörü Fulya Erdemci, Gezi süreciyle birlikte İstanbul’da
kentsel kamusal alandaki sosyal dönüşüm hakkında ‘’İstanbul’da şu an
yaşananlar destansı nitelikte ve kesinlikle herhangi bir sergi veya sanat etkinliği
ile karşılaştırılamaz boyutta’’ diyor.
Fulya Erdemci, the curator of 13. Istanbul Biennale, on the transformation of
the public space in Istanbul: ‘’Current experiences in Istanbul are so heroic and
larger than life and really not comparable with any exhibiton and art activity.’’
Kamusal alanda sanat ile ilgili pratiğinizin ilk dönemlerine
baktığımızda, 2002 yılında ilki Nişantaşı’nda, 2005 yılında ikincisi
Tünel – Karaköy hattında küratörlüğünü gerçekleştirdiğiniz Yaya
Sergileri’ni görüyoruz. 2000’lerin başından bugüne, Türkiye’de
kamusal alanda sanatın üretimi ve algılanma biçimi olarak değişen
nedir?
2002 yılında birincisini ve 2005’te de ikincisini gerçekleştirdiğimiz İstanbul
Yaya Sergileri, kentsel kamusal mekan problematiklerine ve neo-liberal
kent politikaları doğrultusunda gerçekleşen kentsel dönüşümlere
odaklanmaktaydı. İstanbul Yaya Sergileri’nin ikincisinin kavramsal
çerçevesinde belirttiğimiz gibi sergi, “hızla değişen, farklılaşan ve yeni
anlamlara dönüşen bir dünyada, küreselleşmenin merkezleri olan kentlerin
mercek altına alınarak, sosyal, kültürel ve kentsel müdahalelerin sivil
inisiyatif, kamu ve yayanın talepleriyle belirlenmesini hedeflemektedir.
Küresel ölçeğe karşı insani ölçeği ön plana çıkararak, kamusal alanın
farklı sosyal sınıf ve grupların ortak yaşam alanı olarak dönüşümünü” ön
görmekteydi.
Bu anlamda Yaya Sergileri, 90’larda başlamış olan kentsel dönüşüme
karşı da bir farkındalık yaratmayı hedefliyordu. Ama kentsel dönüşüm
bu dönemlerde daha çok planlama düzeyinde olduğu için kamusal
alan problematiği ve kentsel dönüşüm bugünkü kadar İstanbulluların
yaşamını doğrudan etkileyen, gergin ve sıcak bir tartışma konusu değildi.
Bugün sürmekte olan yaklaşık 48 dev dönüşüm projesinin müzakereye
yer vermeyen bir biçimde yukarıdan kararlarla uygulandığı ve bunun
sonuçlarının adaletsiz şiddetli bir tecrübe olarak yaşandığı bir dönemden
geçiyoruz. Bu anlamda, ciddi bir hassasiyet, kentte birikmiş bir öfke ve
sertleşmiş bir tepki var. Bu da kamusal mekanlarda yer alan her projenin
bu gerginlik ve öfke süzgecinden geçerek algılanmasına yol açabilir diye
düşünüyorum.
52
When we look at the early years of your practical about art at
public space, we can see Pedestrian Exhibitons which you carried
out as curator at 2002 in Nişantaşı firstly and secondly at line of
Tunel-Karakoy. What is the difference as art making at public spare
in Turkey and its perception by from the top of years 2000?
The Pedestrian Exhibitions that we carried out at 2002 firstly and
2005 secondly, have been focused on place problematics and urban
transformation that occurs in acoordance with neo-liberal city policies. As
we mentioned on conceptual framework of second Istanbul Pedestrian
Exhibitions, exhibition targets to determine the social, culturel and urban
interventions with demands of civil initiative, community and pedestrian, at
world that rapidly changing, differentiating and transforming to new means
by holding under a microscope the cities which are center of globalization.
By bringing humanitarian criterion into the forefront against global criterion,
it has foreseen to transformation of the public space as a common life
space of different social class and groups.
In that means, Pedestrian Exhibitons target to create an awareness anti
urban transformation which starts at 90’s. But as public transformation
was planning level that period, public space problematic and urban
transformation was not a matter of intense and caustic debate which
affects life of Istanbulites directly like today. Consequentl, more
comfortable perception and experience process and it functions effectively.
We pass through period at which approximately 48 transformation
projects carry out with top-down decisions by not including negotiation
and in this period conclusions of that have been experienced with unfair
violence. In that means, there is a critical sensibility, accumulated anger
and hardened reaction at city. I think that this situation can cause to be
perceived every project at public spaces by filtering of that anger and
tension.
Bienal’in bu yılki kavramsal çerçevesinin kamusal alana dair
meselelere odaklanmasının, Gezi olaylarından sonra bir soru
işaretine dönüştüğünü gördük: Bienal yapılacak mı? Kamusal alana
dair söylenecek her şey Gezi’de söylendi, şimdi sanat Gezi’nin
gölgesinde mi kalacak gibi sorular bunlardan bazıları. Siz ise bu
süreci yaşamış olmaktan dolayı kendinizi şanslı gördüğünüzü
söylemiştiniz, bir konuşma sırasında. Siz bu süreç sonrasında
küratör olarak ne nasıl bir dönüşüm yaşadınız ve yaşıyorsunuz?
İstanbul’da şu an yaşananlar destansı nitelikte ve kesinlikle herhangi
bir sergi veya sanat etkinliği ile karşılaştırılamaz boyutta. Hepimiz
şaşkın, coşkulu ve yeniden ümit doluyuz. Önceleri yalnızca bir ihtimal
olan söz konusu “kamusal alan” öyle bir yaratıcı enerjiyle açıldı ki,
sokaklar konuşmaya, şarkı söylemeye, dans etmeye, yürümeye ve
etkileşime geçmeye başladı. Gezi işgalinin doğurduğu kolektif, anonim
ve öz-örgütlemeli yaşama ve hareket kapasitesi ve sonrasında mahalle
parklarında süregelen forumlar bize farklı, hatta birbiriyle çelişen dünya
görüşleri ve pratiklerin nasıl beraber var olabileceği ve hareket edebileceğini
öğretti, öğretmeye de devam ediyor. Bu anlamda, Gezi deneyimi kısa bir
süre için de olsa mikro ölçekte bienalin kavramsal çerçevesinde sorduğu
We realized that conceptual framework of this year’s Bienal has
focused the subjects about public spaces and this has turn into
question mark after events of Gezi: Will Bienal be take place? All
the things about public places have been said at Gezi. Will art be
in Gezi’s shadow? These questions are some of them. But you had
said that you count yourself lucky during one conversation. how
was your transformation after this process and now?
Current experiences in Istanbul are so heroic and larger than life and really
not comparable with any exhibiton and art activity. All of us are astonished,
excited and inspried with hope again. Aforementioned public space that
was a possibility in advance has opened out with such a creative energy
that streets began to talk, sing, dance, walk and interact with everything.
The capasity of movement and collective, anonymous self-organization
life that Gezi occupation gives birth and forums that ongoing at street
parks teach to us that how can be exist different and even contradicting
worldviews together and continue to teach. In that means Experience
of Gezi put into place this utopic question which in Bienal’s conceptual
frame ask even microscopically. In this sense, realizing that conceptual
frame and exhibition have asked appropriate and right time make me really
Fotoğraf / Photo: Manuel Çıtak
53
bu ütopik soruyu tecrübenin alanına soktu. Bu anlamda kavramsal
çerçevenin ve serginin yerinde sorular sorduğunu ve doğru zamanlama
içerisinde olduğunu görmek doğal olarak beni çok sevindirdi. Ama Gezi’de
gördüğümüz bu tekil olguyu, evrensel boyutta, bir sistem olarak düşünebilir
miyiz sorusu hala geçerli.
Bunun da ötesinde, sanatın yaşamın kendisine dönüştüğü ütopik bir
dünyada yaşamadığımızı ve Gezi’nin bir deneyim ve mücadele sürecini
başlattığını ama bu sürecin dondurulup kemikleşmiş bir söyleme
dönmemesi ve devamlılığı için, düşünsel ve sanatsal araçlarla açımlanıp
anlamlandırılmasının hayati bir önem taşıdığını düşünüyorum.
Gezi öncesi ve sonrası – yaşamakta olduğumuz süreç - diye bir
tarihsel dönemden geçiyoruz. Gezi sonrası, şimdi, sizce sanat
nereye doğru evrilir, Gezi sanata dair ne gibi soruları sordurur,
neleri sorgulatır?
Öncelikle şunu hatırlatmak isterim, Gezi bir günden diğerine kendi kendine
olmadı: okuduğumuz kitapların, bizi etkileyen filmlerin, gündeliğin içinden
bize başka bir dünyanın deneyimini veren sanat eserlerinin, belleğimizde yer
eden derslerin, bizi dönüştüren sohbetlerin, hepsinin Gezi’yle birlikte ortaya
çıkmakta olan kültürde payı olduğunu düşünüyorum.
Gezi tarihi bir eşik. Öylesine radikal bir tecrübeden geçtik ki artık hiç bir şey
eskisi gibi devam edemez. Sanata gelince, öncelikle içinde yaşadığımız
kapitalist sistemin bir parçası olarak işleyen Sanat Dünyası’nın ciddi
bir eleştiriden geçeceğine inanıyorum. Hem sanatın üretim biçimleri ve
ilişkilerinin sorgulandığı hem de dağıtım ve paylaşım koşullarının ele alındığı
yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bugüne kadar verili teorik ve pratik
yapılanmalarla ortaya koyduğumuz eleştirel tavrın ortaya çıkmakta olan
yeni paradigmayla birlikte eleştiriden geçip baştan aşağıya değişeceğine
inanıyorum. Sanat dünyasına her yıl eklemlenen genç sanatçıların
öz-örgütlenme pratiklerini geliştirerek üretimlerini paylaşacakları farklı
yapılanmalar ortaya koyacaklarını, ayrıca, sanat pazarı ve kurumlarının da
kendilerini sorgulayarak, yeni formatlara alan açacaklarını düşünüyorum.
Gezi öncesi ve sonrası dönem Bienal’e seçilen işlerin
değerlendirilmesini nasıl etkiledi? Aynı şekilde, bu kadar kısa
sürece sanatçılar işlerinde değişiklik yaptılar mı?
13. İstanbul Bienali için, Gezi Parkı, Taksim Meydanı, Tarlabaşı Bulvarı,
Karaköy ve Sulukule mahallesi gibi kentteki en tartışmalı -ve de bienalin
varlığıyla soylulaştırma tehlikesi olmayan- kentsel mekanlara odaklanmıştık.
Gezi’den önce sergiyi yapılandırdığım sırada, sokaklarda gerçekleşen
spontane, protest sanatsal eylem ve performansları sipariş etmek
veya sergiye dâhil etmek gibi bir niyetim yoktu; çünkü bu tür sanatsal
aksiyonların tepki verdikleri kurumsal çerçeve tarafından ehlileştirilmemesi
gerektiğini düşünüyordum. Ancak, hâlihazırda bu tür çalışmalar varsa,
belirli bir çerçevenin içine sokmadan onlara işaret etmenin mümkün olduğu
kanısındaydım. Buradan hareketle, kentsel kamusal mekanlardan çekilme
eylemiyle, yani varlığı yoklukla imleyerek, Gezi direnişiyle birlikte açılan
özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların
altını çizerek desteklemeyi amaçladık.
Kentsel kamusal mekanlardan çekilmemiz, mekan konusunda önemli
bir soruna da yol açtı ama Arter ve Salt Beyoğlu gibi sanat kurumlarıyla
ve 5533 gibi bir sanatçı inisiyatifiyle kısa sürede işbirlikleri geliştirerek,
bu sorunun üstesinden gelebildik. Ayrıca, kamusallık kavramını yeniden
düşünmeyi öneren bu bienalin herkese açık olmasını baştan beri arzu
ediyorduk. Ama Gezi sonrasında kentsel kamusal mekanlardan çekilme
kararıyla, kavramsal çerçeveyle örtüşen bir kamusallık yaratabilmek adına
bienalin bu edisyonunu ücretsiz yapmayı başardık.
Bu süreçte, sanatçıların Gezi direnişine yanıt veren yeni işler üretmesini
ya da bu konuya işaret etmesini istemedim. Henüz içinden geçmekte
olduğumuz bir süreçle ilgili iş üretmek için biraz erken olduğunu
düşünüyorum, prematür sonuçlar doğurabilir. Ama zaten bu bienalin
kavramsal çerçevesi simyevi bir biçimde Gezi direnişindeki temel soruları
açımladığı için ve sanatçı ve yapıtların seçimleri bu minvalde gerçekleştiği
için bir çok sanatçının işleri Gezi’den çok önce üretilmiş olmasına rağmen,
Gezi’yle ilişkili görülebilir.
happy. But the question that can we think this singular phenomenon as a
universally and as a system is stil valid.
Beyond this, I think that we don’t live in a utopic world at which art
transforms to real life and Gezi has start a process of experience and
struggle but it is critically important of giving meaning with intellectual and
artistic means for permanence of this process and not to turn back to
confirmed expression.
We pass through a historical process as before and after Gezi.
Now, after Gezi, How art will evolve? Which questions will bring
forth about art with Gezi?
Firstly, I want to remind that; Gezi didn’t come into existance in a one day.
I think that boks that we read, films which affect us, art works that give us
experience of another world from ordinary life, courses which leave a mark
in our memory, conversations which tranform us, all these things contribute
generated culter that exist with Gezi.
Gezi is a historical step. We experienced so radically that nothing will be
as before. As for art, firstly, I believe that Art World that running as part of
capitalist system in which we live, will be exposed serious criticism. We
have entered period in which both interrogate the art manufacturing types,
relations and discuss conditions of distribution and sharing. And I believe
that critical attitude that we put forward with given theoretic and practical
settlement by now, will be change entirely in occurance with generated
new pradigm. I think young artists will develop their self-organization
practices and find new ways for share their productions. Besides, art
markets and foundations will allow for new formats by making selfquestioning.
How the process before and after Gezi affected to judgement of
works? Similarly, Did the artists make changement in their Works
in such a short time?
We had focused on public spaces like Gezi Park, Taksim Square, Tarlabaşı
Boulevard, Karaköy and Sulukule Quarterwhich are the most controversial
and have no danger of gentrification with Bienal.
During consisting time of exhibition before Gezi, I have no intend to order
or include the sponteneously and protest artistic action and performances
at streets because I believed this kind of artistic actions must not be
tame by institutional frame that they are against. But I think that ıf there
are some available works, it possible to indicate without putting a certain
frame. Starting from this, with action of retreat from public spaces, namely
indicating existance with absence, we aimed to support by underlining the
public forums and creative actions which come up at area of freedom that
opening with resistance of Gezi.
Our retreat from public spaces caused important trouble about space but
developing collacoration with art foundation like Arter and Salt Beyoğlu and
artist initiative like 5533 in a short time, we could handle with this problem.
In addition, we want that this Bienal which suggest to think again about
publicity is free for all. But after Gezi, with decision of retreat from public
spaces, in behalf of create publicity overlapping with conceptual frame, we
achieved to make free this edition of Bienal.
In this process, I didn’t want that artists produce new Works respond
to the resistance of Gezi or indicate this subject. I think that early for
producing works about process in which we pass through. But anyway,
conceptual frame of this Bienal expounds basic problems at Resistance Of
Gezi and choosing artists and Works occurs in this way. Although Works of
artists had been produced before Gezi, it can be seen related with Gezi.
A
D
K
54
ice ilan tas..i
ANTONIO COSENTINO • MUSTAFA PANCAR • GÜL ILGAZ • ÖZGÜR KORKMAZGİL
DİDEM ÜNLÜ • MARIA PAPADIMITRIOU • SIMEON STOILOV • JUAN DEL GADO • YENİ ANIT
KÜRATÖR/CURATOR FIRAT ARAPOĞLU | 17 EYLÜL / SEPTEMBER - 26 EKİM / OCTOBER 2013
Gayrettepe Mah. Hoşsohbet Sk. Selenium Panorama Residence, Mağaza 1 Gayrettepe -İstanbul
0212 356 10 53 – 55 • 0212 270 70 64
Pazar hariç her gün 10.00-19.00 / Mon. to Sat. from 10 am to 7 pm.
55
ice ilan tas..indd 1
03.09.2013 18:40
Allan Sekula ve ‘Balık Hikayesi’
Allan Sekula and the ‘Fish Story’
Murat Germen
Allan Sekula’nın “Dismal Science: Part 1. Middle Passage.
Panorama. Mid-Atlantic. Kasım 1993” adlı eseri, yolda olmanın
verdiği özgürlük hissi ile kapitalizmin güç ve kontrol sevdası
arasında gidip gelen bir ruh halini aktarmak ister gibidir.
Part 1. Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. November
1993’ seems like it is trying to convey a mood alternating
between the feeling of freedom given by being on the road and
passion of power and control found in capitalism.
Bazı eserler ilk görüşte insanı aniden etkilerler ve hafızaya çakılı kalırlar,
unutmazsınız. Son zamanlardaki görüntü bolluğunu hesaba katarsak,
hafızalarda çakılı kalabilen imgelerin içeriksel ve/veya estetik düzlemlerde
başarılı olduklarını varsayabiliriz. Allan Sekula’nın “Dismal Science: Part 1.
Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic, Kasım 1993” adlı eseri benim
için böyle bir eser. Sanatçının 1988 ve 1994 yılları arasında New York,
New Jersey, Rotterdam, Los Angeles, Hong Kong, Seul, Barselona,
Gdansk, Glasgow, Londra, Newcastle-upon-Tyne, Pusan, San Diego,
Ulsan, Veracruz, Vigo ve Varşova gibi kentlerin endüstriyel limanlarında
gerçekleştirdiği “Fish Story” başlıklı çalışma ve araştırma; bu kentlerin tarihî,
sosyopolitik, estetik ve edebî bağlantılarını küresel ölçekte keşfetmek üzere
düşünülmüş.
Çalışma kapsamındaki büyük sergiye dahil edilen bu fotoğrafın, benim bu
derece ilgimi çekmesinin iki nedeni olduğunu sanıyorum. Birincisi İstanbul
Modern’de 2010 yılında açtığım “Yol” adlı sergi (ki yazının sonuna doğru
kavram metninden alıntı yapacağım), diğeri ise şu an artık mevcut olmayan
Garanti Galeri’de 2005 yılında açtığım “İkon olarak endüstri: Endüstriyel
estetik” adlı sergi. Bu sergi için Harem’deki limana girmiş, orada fotoğraf
çekmiş, konteyner yığınlarının ve yükleme kolaylığı için aralarında bırakılan
boşlukların oluşturduğu kent suretinden çok hoşlanmıştım. Burada çektiğim
fotoğrafları en kısa zamanda sergilemeyi planlamakla birlikte, halen bir esere
dönüştürmüş değilim fakat herhangi bir yerde konteyner gördüğümde
bu kendine has dünyaya ilişkin heyecanım depreşiyor. Sekula’nın bu
eserini gördüğümde heyecan duymamın ve belleğime unutmamacasına
yerleştirmemin önemli nedenlerinden birisi bu olmalı.
Fotoğrafa tekrar bakıyorum: Açık deniz ortasında seyreden bir gemi söz
konusu ve konteynerler hiç de karada durdukları gibi “yerleşik, sağlam”
durmuyorlar, hatta gayet “emanet” bir halleri var. İlerideki bulutlar güçlü
56
Some works influence you immediately at first sight and stay imprinted
on your memory, you cannot forget about them. Taking the recent
abundance of images into account, we can reckon the images leaving an
indelible imprint on memories as succesful ones in terms of content and/
or aesthetics. In my opinion, Allan Sekula’s work “Dismal Science: Part 1.
Middle Passage. Panorama. Mid-Atlantic. November 1993” is such a work
for me. The work and survey titled “Fish Story” conducted by the artist
between 1988 and 1994 in the industrial harbors of cities such as New
York, New Jersey, Rotterdam, Los Angeles, Hong Kong, Seul, Barcelona,
Gdansk, Glasgow, London, Newcastle-upon-Tyne, Pusan, San Diego,
Ulsan, Veracruz, Vigo and Warsaw aims discovering the historical, sociopolitical, aesthetical and literary connections among these cities on a global
scale.
This photo which has been involved in the big exhibition as part of the
work has considerably took my attention. I assume that there are two
reasons behind this. One of them is the exhibition of mine titled “Road”,
held at İstanbul Modern in 2010 (I am going to include a citation from the
conceptual text of the exhibition towards the end of this article), and the
other one is my exhibition titled “Industry as an icon: Industrial aesthetics”
held at Garanti Gallery, which does not exist any more, in 2005. I went
into the harbor in Harem for this exhibition, took photos; I liked the city
appearance created by the bulks of containers and the aisles left for
the ease of loading. While planning to display those photos as soon as
possible, I haven’t been able to turn them into a work yet. Yet, whenever I
encounter a container somewhere, my enthusiasm towards this sui generis
world is triggered. This must have been one of the reasons why I feel
excited when I see this work of Sekula and make it imprinted on my mind.
Dismal Science: Part 1. Middle Passage. Panorama.
Mid-Atlantic, Kasım / November 1993, From the series, Fish Story serisinden
bir fırtınanın haberini veriyor gibiler ve bunun yarattığı bir tedirginlik söz
konusu. “Gemi yüksek dalgalarla karşılaşırsa konteynerler düşer mi, onun
da ötesinde gemi batar mı?” gibi olası soruların yarattığı bir tekinsizlik hissi
var. Bu safhada Sekula’nın bu çalışma ile ne gibi bir kavramsal çerçeve
çizdiğini anlamaya çalışmakta fayda var. Çeşitli malların, paranın, bilginin ve
gücün küresel değişimi ve hareketi kapsamında, Sekula; panoramik deniz
manzaraları, denizcilik cihaz ve taşıtlarının yakın plan görüntüleri, kargo
konteynerleri, ambarlar, yelkenciler ve tersane işçilerini kaydetmiş. Gelişmiş
kapitalist dünyanın coğrafyalarında süregiden seyahatlerde çekilmiş bu
fotoğrafa bakarken “gemi batarsa kapitalizm de batar mı?” gibi eleştirel bir
soru geliyor kulağıma derinlerden.
Öte yandan, Sekula’nın olağana bir güzelleme yapmayı amaçladığı da
söylenebilir. Küresel ekonominin işleyiş süreci içinde bu yolculuklar rutin
sayılan gündelik olaylarken; sanatçının bunu bize aktarım biçim, bağlam
ve herkese nasip olmayacak kişisel tanıklığı bunu özel, biricik bir olay
haline getirmeye yetiyor. Olağana güzelleme şahsen çok ilgi duyduğum
I’m looking at the photo once more: A boat cruising in the open sea and
the containers are not looking “settled and sturdy” as they looked on
the land at all; instead, they look rather “escrowed”. The clouds we see
beyond are seemingly messengers of a powerful storm and there is tension
in the air caused by the upcoming storm. There is a feeling of uncanny
caused by the questions such as “If the boat runs into extreme waves,
will the containers fall or which is worse, will the boat sink down?” At this
stage, it would be beneficial to make an effort to understand what kind
of a conceptual framework Sekula constructs through this work. In the
scope of the global exchange and movement of various goods, money,
knowledge and power, Sekula recorded panoramic sea views, close shots
of marine devices and vessels, cargo containers, warehouses, sailmen
and dockers. While looking at this photo which was taken during ongoing
cruises in the geography of developed capitalist world, a critical question
such as “Will capitalism also sink down when the boat sinks down?”
comes to my mind from afar.
57
bir yönlenme, bu yüzden sanatçı beyanımın belli bir bölümünü bu tavır
oluşturuyor. Olağana odaklanıp, onun alışagelinmiş algısını değiştirerek
yeni bir idrak önermek bu tavrın merkezine oturuyor. Buradan tekrar
endüstriye atlamak gerekirse, sanayi yapılarında bulacağımız ve anonim
bir boyut taşıyan kendine has makine estetiğinin de Sekula’nın ilgisini
çektiğini düşünüyorum. Benzer mecralarda dolaşan konstrüktivist anlayışa
bağı ise Lawrence Rinder çok isabetli bir şekilde kuruyor: “Hem stilistik
hem de tematik olarak Sekula’nın işlerinde; Sergey Eisenstein’ın, Rus
Devrimi esnasında bahriyedeki ayaklanmayı konu edindiği 1925 tarihli
klasiği ‘Potemkin Zırhlısı’ filmindeki öyküsel ve şiirsel görselliğin yansımasını
görmek olası.”
Sanatçının kendisi ise işlerine dair şu sözleri sarf ediyor: “... Gilles Deleuze;
Amerikalı yazar Herman Melville’in Moby Dick adlı romanında tasvir ettiği
anlamda bir ‘gemi’nin; düzen ve düzensizliğin, kontrol ve kaosun buluşma
noktası olduğunu öne sürer. Sistemsel olarak bakıldığında, gemi bir
düzen, bir kap numunesidir. Görüngübilimsel boyutta ise gemi bir labirent,
ürkütücü bir cinnet vesilesi, klostrofobi, körlük ve boğulmadır. İlk tahayyül
kaptanınkidir, sonraki de mürettebatın. Ancak kaptan da bir insandır ve
kendisi kaosa sürüklenmeye meyilliyken, mürettebat da ayaklanarak
müştereken özerk bir yapıya yükselme eğilimi içinde olabilir. O halde, gemi
hem kendi içine kapanmış mekânsız bir heterotopik uzam, hem de aynı
zamanda denizin sonsuzluğuna teslim olmuş rekabetçi bir güç aracı, bir
savaş makinesidir.”
1970’lerden bu yana Sekula, belgeci fotoğrafın herhangi bir ideolojik ithaf
olmadan gerçeği yansıtıyor olduğu iddialarına en çok karşı çıkanlardan
birisi oldu. Post-strüktüralist ve post-modernist teorilerin etkisini göz ardı
etmeyen fotoğrafçı, belgeci fotoğrafın mucizevi gerçeklik vaadini, “naif
görenekçilik” olarak adlandırdı. Fotoğrafın özündeki anlamın ancak çeşitli
sunum ve kullanım bağlamları çerçevesinde değerlendirilebileceğini öne
sürdü. Gerçekçiliği geçersiz bir yaklaşım olarak gördü.
On the other hand, it could be inferred that Sekula aimed at praising “the
ordinary”. While these journeys are daily incidents considered routine
within the proceeding process of the global economy; the way that the
artist conveys this to us, the context, and his personal witnessing turns it
into a special, unique incident. Praising the ordinary is a tendency in which
I’m personally quite interested; that’s why a particular part of my artistic
manifestation is made up of this attitude. Offering a new comprehension by
focusing on the ordinary and changing its usual perception is at the centre
of this attitude. If it is necessary to jump to industry again, I think Sekula is
interested in the partially anonymous and sui generis machine aesthetics
that we can find in the industrial structures. Lawrence Rinder quite
incisively links it to the constructivist understanding which wander around
similar media: “In Sekula’s works, it’s possible to see both stylistically and
thematically the reflection of narrative and poetic visuality found in the 1925
production classic movie “Battleship Potemkin” by Sergey Eisenstein,
which tells the story of the riot in the navy during the Russian Revolution.”
The artist mentions his works as follows: “... Gilles Deleuze puts forward
that a ‘boat’ in the sense described by American author Herman Melville
in Moby Dick is a meeting point of order and disorder, control and chaos.
Examining systematically, boat is a sample of order, a container. However,
considering phenomenologically, boat is a labyrinth, a creepy reason for
amok, claustrophobia, blindness and drowning. Former imagination is the
one of the captain, the later is the one of the crew. However, the captain
is also a human being and while he tends to be dragged into the chaos,
the crew might also be in a predisposition towards rising up to a jointly
autonomous structure by staging a revolt. This being the case, the boat is
both a heterotypical space without location, retired into its own shell and a
competitive means of power, a war machine which surrendered in to the
infinity of the sea.”
Sekula has been one of the people who opposed to the claims that
documentarist photography reflects reality without any ideological
Still from The Forgotten Space, 2010
A film essay by Allan Sekula & Noël Burch
58
Çağdaş fotoğrafa yön veren mihenk taşlarından birisi olarak
değerlendirebileceğimiz Allan Sekula’nın “Dismal Science: Part 1. Middle
Passage. Panorama. Mid-Atlantic. Kasım 1993” adlı eseri şüphesiz ki
turistik bir yolculuğu belgelemez. Yolda olmanın verdiği özgürlük hissi
ile kapitalizmin güç ve kontrol sevdası arasında gidip gelen bir ruh halini
aktarmak ister gibidir. Yazıyı bitirirken, “Yol” sergisi konsept metninden
alıntı yaparak süreci daha olumlu bir yere taşımak istiyorum: “Şimdiye
kadarki yaşamımda beni en çok rahatsız eden konulardan biri; insanın
her daim mevcut konumunu, yaşam biçimini, politik görüşünü, ait olduğu
çeşitli grupları bir makam ve tahakküm aracı olarak kullanması oldu. Azınlık
konumunda olanların bile, haklı bir mücadele sonrasında gücü ellerine
geçirdiklerinde, mağrur ve bağımsız azınlıklar olarak kalmayı tercih etmek
yerine, ellerindeki güçle yetinmeyip çoğunluk olmayı arzuladıklarını gördüm
sıklıkla; insanların sistemleri yıkmak istemelerinin tek nedeninin kendi
sistemlerini inşa etmek olduğunu gördüm hayal kırıklığı ile. Bağımsız kalmayı
tercih eden bireylerin ise asilikle, aksilikle, dik başlılıkla suçlandığını tecrübe
ettim. Yolda olmak beni bu yükten, sıkıntıdan, cendereden, sınıflandırmadan
kurtarır; bağımsız hissetmenin en etkin, heyecan verici, keyifli, devingen
yoludur yolda olmak…
Yol bize bulmayı öğretir ya da bulduğumuzu sandığımızdan kurtulabilmeyi.
Yola çıkmadıkça bulma, kurtulma şansımız daha az olur; hayatı
değiştirebilecek rastlantılar ancak yoldayken karşımıza çıkar. Yoldayken
bulduklarımızla yola çıkmadan önce yapılan planlar değişebilir, bu yüzden
de yol aslında yürürken oluşur. Yolunu gözlediğiniz çıkar yolu keşfetmenin
yollarından biri yola çıkmaktır…”
attribution. Not ignoring the influence of the post-structuralist and postmodernist theories, the photographer renamed the miraculous promise
of reality by the documentarist photography as “naive conventionalism”.
He suggestted that the essential meaning of the photography can only
be evaluated within the frameworks of various presentation and utilisation
contexts. He considered realism an invalid approach.
Who can be considered one of the benchmarks of contemporary
photography, Allan Sekula’s work titled “Dismal Science: Part 1. Middle
Passage. Panorama. Mid-Atlantic. November 1993” does not provide
evidence for a touristical journey, undoubtedly. It seems like it is trying
to convey a mood alternating between the feeling of freedom given by
being on the road and passion of power and control found in capitalism.
While ending my article, I would like to carry the process into a more
positive status by quoting a passage from the conceptual text of the show
“Road”: “One of the issues that has most disturbed me in my life so far
is people’s always using their status, life style, political opinion and the
various groups they belong to as a means of position and domination. I’ve
often seen that even the ones in the position of minority, gaining power
after a rightful struggle, long for being majority instead of settling for the
power in their hands and preferring to stay as independent minorities.
I’ve been disappointed upon seeing that the reason behind people’s wish
to demolish the system is to build up their own system. I’ve experienced
that people preferring to stay independent have been accused of being
rebellious, ill-tempered and stubborn. Being on the road sets me free from
this burden, boredom, pressure, classification; being on the road is the
most active, exciting, jolly, dynamic way of feeling independent...
Kaynaklar:
- Allan Sekula, “War Without Bodies,” Artforum, Kasım 1991, s. 107.
- Hilda van Gelder ve diğer., “A Debate on Critical Realism Today”, 2006, s. 125.
- https://smmoa.org/programs-and-exhibitions/allan-sekula-fish-story/
- http://www.wdw.nl/event/allan-sekula-fish-story/
- http://www.tate.org.uk/research/publications/tate-papers/production-view-allansekulas-fish-story-and-thawing-postmodernism
The road teaches us either to find or to get rid of the ones we think we
have found. We have a slighter chance of finding or getting rid of unless we
take the road; we come across coincidences that will change our lives only
on the road. The plans we make before taking the road can change upon
the ones we find on the road; that’s why the road comes into being while
we’re walking on it. One of the ways of discovering the ‘way out’ you’ve
been waiting for is taking the road...”
References:
- Allan Sekula, “War Without Bodies,” Artforum, November 1991, page 107.
- Hilda van Gelder etc., “A Debate on Critical Realism Today”, 2006, page 125.
- https://smmoa.org/programs-and-exhibitions/allan-sekula-fish-story/
- http://www.wdw.nl/event/allan-sekula-fish-story/
- http://www.tate.org.uk/research/publications/tate-papers/production-view-allansekulas-fish-story-and-thawing-postmodernism
59
Despair: Şükran Moral
Metanoia: Valie Export
Burcu Fikretoğlu
VALIE EXPORT, Justizpalast #4, 1982 - 124.5 x 184.5 cm, Unique
Körperkonfiguration / Body Configuration series
Siyah Beyaz Fotoğraf / B&W Photograph
60
Galeri Zilberman iki gelenek dışı performans
sanatçısının eserlerinden oluşan bir
sergiyle karşınızda: Şükran Moral ile VALIE
EXPORT’tan “Despair & Metanoia”. Şüphesiz
ki sergi iki sanatçının ortak kaygılarına
dikkat çekiyor. İki sanatçının da vücudu
resmetme biçimleri coğrafi bakımdan
birbirinden uzak olan iki kadının ana fikrinin
evrenselliğini vurgulayan küratöryel bir
anlayışla bir araya getirilmiş.
Galerie Zilberman presents a twoperson exhibition by two unconventional
performance artists, Şükran Moral and
VALIE EXPORT: “Despair & Metanoia” The
exhibition undoubtedly draws the attention
to the common concerns of both artists
and the way they portray the body is
curatorially juxtaposed in such a manner
that highlights the universality of the
subject matter of the two geographically
distant women.
Kadınlar üzerindeki hetero-normatif, ataerkil ve dini baskıları tehdit eden
kışkırtıcı performanslarıyla tartışma yaratan Moral, aynı zamanda akıl
hastaları, çocuklar ve göçmenler gibi toplumsal güçten yoksun diğer
gruplar ile de alâkadar. Serginin en önemli parçalarından birisi sergiye
ismini veren “Despair” (“Ümitsizlik”) isimli eser olacak. “Despair”, Şükran
Moral’ın, bir gemide kollarına ve başlarına renkli, küçük kuşların tünediği
bir grup yasadışı erkek göçmene odaklandığı en önemli eserlerinden.
Bizlere sunacağı bir diğer çarpıcı imge ise kendisinin yarı çıplak bir
otoportresi. Bu otoportrede Moral, sanatın kutsal değerlere saygısızlığı,
kurban edilen sanatçı ve feminizmin daima mücadele ettiği fallus merkezli
tanrı imgesi hakkında sorular ortaya atacak biçimde bir çarmıh üzerinde
konumlandırılmış.
Performans
Performanssanatının
sanatınınyanı
yanısıra
sırafilm
filmalanında
ksunda da bir öncü olan 1940 doğumlu
VALIE
VALIEEXPORT,
EXPORT,savaş
savaşsonrası
sonrasıdönemin
döneminenenönemli
önemlifeminist
feministsanatçılarından
sanatçılarından
birisidir.birisidir.
Kariyerine,
feminizm
ile avangardın
henüz henüz
kuramsal
ifadelerini
Kariyerine,
feminizm
ile avangardın
kuramsal
ifadelerini
bulmamış
olduğuolduğu
bir dönem
olan 1960lı
yılların yılların
ortalarında
başladı.
İsmini
bulmamış
bir dönem
olan 1960lı
ortalarında
başlamıştır.
Waltraud
Hollinger’den
büyük harflerle
yazılan
VALIE
EXPORT’a
İsmini
Waltraud Hollinger’den
büyük
harflerle
yazılan
VALIEçevirdikten
EXPORT’a
sonra
Otto Mühl,sonra
Günter
Brus
ve Günter
Rudolf Schwarzkogler
radikallerle gibi
çevirdikten
Otto
Mühl,
Brus ve Rudolf gibi
Schwarzkogler
birlikte
Viyanabirlikte
performans
sahnesine
Bedenini
sanatının
radikallerle
Viyana sanatı
performans
sanatıkatıldı.
sahnesine
katılmıştır.
Bedenini
merkezine yerleştirmesinin
yanımerkezine
sıra EXPORT,
sanatının
yerleştirmesinin yanı sıra EXPORT,
Moral, who has been causing controversy with her provocative
performances that threaten the hetero-normative, patriarchal and religious
pressure on women is also concerned with other groups who lack societal
power such as the mentally-ill, children and immigrants. A centerpiece of
the exhibition will be “Despair” naming the show. “Despair” is one of her
crucial works in which she focuses on a group of male illegal immigrants
on a boat with small coloured birds perching on their arms and heads.
Another striking image she will present us will be her semi-nude selfportrait where she is positioned as if on the cross bringing about the
questions of profanity of art, the victimised artist and of the phallocentric
image of god which feminism has always struggled with.
VALIE EXPORT, born in 1940, a pioneer in the use of film as well as
performance art, was one of the most important feminist artists of the
post-war period. She started her career in the mid-1960’s at a time
when feminism and the avant-garde had not yet found their theoretical
expression. Having changed her name from Waltraud Hollinger to VALIE
EXPORT in Capital letters, she joined the world of Viennese performance
art with extremists as Otto Mühl, Günter Brus and Rudolf Schwarzkogler.
EXPORT, besides placing her body in the centre of her art, was openly a
feminist, and her main concern was the politicization of the private sphere
61
aleni bir feministti ve temel meselesi özel alan ile kadın bedeninin medya
temsilleri bakımından politize edilmesiydi. Kısa süre sonra performanslarını
kaydetmeye başladı. Neredeyse kırk yıl süren aktif döneminden, yani
70lerden başlayarak günümüze kadar uzanan süre zarfında 29 adet
performans videosunu içeren “Metanoia”’yı bu sergide görme fırsatı
bulacağız. “Metanoia” sözcüğü Yunancada “ötesinde” veya “sonrasında”
anlamlarına gelen meta ile “akıl” veya “algı” manasındaki nous sözcüklerinin
bileşiminden oluşur. Bu sözcük modern Yunancada “pişmanlık” ve
“tövbe” anlamlarına gelir. Buradaki dinsel çağrışım Moral’ın sergi alanında
bulunan çarmıha gerili imgesi ile bir nevi diyalog içerisinde. EXPORT’un
“Body Configuration (1981)” (“Beden Konfigürasyonu”) adlı serisinden iki
adet büyük ölçekli fotoğraf, bir anıtı ahenk içerisinde kucaklayan kendi
imgesini resmeden 70li
yıllardan klasikleşmiş bir
baskı çalışması ile kendi
kendisini tatmin eden bir
kadının yer aldığı “Man &
Woman & Animal” (“Erkek
& Kadın & Hayvan”) isimli
erken dönem performansı
da sergideki işlerinden.
Teslis kavramını çağrıştıran
bu videodaki kadının cinsel
hazzı pornografik tatmin
gücünden yoksun meraklı
ve çocuksu bir kişinin
yaşadığı hazdır. Bu yönden
“Erkek & Kadın & Hayvan”
performansı Baba & Anne
& Çocuk ön koşulunu
olduğu gibi Baba & Oğul
& Kutsal Ruh üçlemesini
de altüst eder. Kadınlara
atfedilen toplumsal roller ile
kadınların erkek bakışının
öznesi haline gelmesi,
pornografi yardımıyla
cinsel hazza ulaşma gibi
meselelere duyduğu ilgi,
onu ekran ile cilt arasındaki
analojiye ve bakışa maruz
kalanın (veya temas
edilenin veya koklananın)
edilgen kalmasına (veya
kalmamasına) odaklanarak
ekranı incelemeye yöneltir.
Kadın bedeni (iktidar
kavramını tartışmak için
temel aldığı çıkış noktası)
ile film ve video arasında
kurulan bu türden bir
bağlantı onu yeni kavramı
olan “genişletilmiş
sinema”nın keşfine
yöneltir. Genişletilmiş sinemada bedeni, hem ekrana karşı hem de ekranın
içerisindeki tanımsız geçiş süreci içinde tekrar tekrar konumlandırır. Görsel
egemenlik olmaksızın kendi bedeniyle bir ilişki kurmak için yoldan geçenlere
meydan okuduğu Touch and Tap Cinema (1968) (“Dokunma ve Hafifçe
Vurma Sineması”) adlı çalışmasında sanat ile yaşam arasındaki sınıra
dair ciddi bir tartışma bulunur; çıplak göğüslerine yerleştirdiği kutuyu bir
perde yardımıyla örter ve insanların ellerini perdeden geçirip göğüslerini
hissetmesine müsaade eder. EXPORT için, izleyicinin eylemi gereklidir ve
izleyici karanlıkta gizlenerek iki kişinin sevişmesini izlemez.
EXPORT, “genişletilmiş sinema” vasıtasıyla görülecek şey ile seyirci
arasındaki irtibatı kopartır ve onu istismar eder. Geleneksel çekim, montaj
62
and the female body in terms of media representation. Soon, she started
to record her performances and from her almost four decades of activity,
we will see “Metanoia”, a 29 videos of performances from the 70’s until
recently. “Metanoia” in Greek combines meta meaning beyond or after
and nous meaning mind and perception. The word means regret and
repentance in modern Greek. The religious connotation here is somewhat
in dialogue with Moral’s image of her crucified self within the exhibition
space. Two large scale photographs from EXPORT’s “Body Configuration
(1981)” series and a vintage print from the 70’s in which she harmoniously
embraces a monument and her earlier performance showing a woman
finding pleasure in herself “Man & Woman & Animal” can also be seen at
the show. In this “trinity” video connoting the holy once again, the sexual
pleasure of the female is
that of a curious, childlike one lacking the power
pornographic satisfaction
suggests. In that, “Man &
Woman & Animal” disrupts
Father & Son & Holy Spirit as
much as it does the Father &
Mother & Child prerequisite.
Her interest in social roles
cast for women and their
being the subject of the
male gaze, the scopophilic,
leads her to explore the
screen, focusing on the
analogy between the
screen and the skin, and
the gazed at (or touched
and smelled) remaining
passive (or not). Such a
connection between female
body, -her main starting
point to discuss power-,
and film and video leads to
her discovering her notion
of “expanded cinema” in
which she repeatedly places
the body in that liminality
both against and within the
screen. In her Touch and
Tap Cinema (1968) where
she challenges passers by
in a street to establish a
relationship with her body
without visual mastery, there
is a serious discussion of the
border between art and life;
she places a box in front of
her bare breasts, covering
the box with a curtain and
allows people to stick their
hands through the curtain and feel her bare breasts. For EXPORT, the
action of the viewer is necessary and the audience is not in the dark merely
watching two people make out while they themselves are hidden.
With “expanded cinema”, EXPORT breaks the contact between the
spectacle and the spectator and exploits it. She neglects the traditional
shooting, montage and projection. Her interest in image, her earlier specific
tendency toward cubism, futurism and constructivism and “the form and
extension of artistic expression in(to) space”* as she names it, leads to her
own way of dealing with image. Expanded cinema today would mean the
study of the evolution of the cinematic language with new mediums such
as multiple projection environments, holography, laser movies and other
VALIE EXPORT, TAPP und TASTKINO, (1969) 1989
Expanded Cinema, Tapp- und Tastfilm, Straßenfilm,
Mobiler Film körperaktion, social action Video. TV Produktion, 1989
Video DVD, PAL 4:3, 1’11’’, Autostart-Loop
ve projeksiyona aldırmaz. İmgeye duyduğu ilgi, kübizm, fütürizm ve
yapısalcılığa karşı erken dönemdeki temayülü ve kendi ifadesiyle “sanatsal
ifadenin mekandaki formu ile uzantısı”* imgeyle kendine özgü bir ilişki
kurmasına neden olur. Bugün genişletilmiş sinema kavramı sinemaya
özgü dilin çoklu projeksiyon ortamları, holografi (üç boyutlu resim), lazerli
filmler ve diğer gerçelik simülasyonları gibi yeni ortamlar ile geçirdiği
evrimin incelenmesi manasına gelir. EXPORT’un kendi genişletilmiş sinema
bağlamını ortaya sürdüğü dönemde bu kavram tıpkı alternatif ve bağımsız
sinemanın bir parçası gibi baskın güçleri ortadan kaldırmaya yönelik bir
siyasi iletişim aracıydı. EXPORT görme dışında başka duyulara da yer
verdi ve bu sinemaya başka boyutlar ile orta katmanlar ekledi. Böylelikle
genişleme işlemi gerçekliğin kendisi için de geçerlilik kazanmış oldu.
Moral ile EXPORT’un eserlerinin birlikte sergileneceği sergi alanı işgal
edilmiş kamusal alana delalet ediyor ve ekranın tahakkümünü yıkıp
onu hünerle işliyor. Hem Moral hem de EXPORT sanatçının yaşamı,
kutsal olana saygısızlığı ve tabu yıkan özgünlüğü sorunlarını ele alıyor.
Her ikisinin de eserleri bizi beden, bedenin sınırları ile bedenin yalnızca
edilgen ve talimatlara uyan bir nesneye dönüşmesi meselelerini yeniden
kavramsallaştırmaya zorluyor. Aksine, bedeni gizeminden arındırıyor ve
meta olmaktan çıkarıyorlar. Moral ile EXPORT’un kariyerleri boyunca ilk
karşılaşmaları ve eserlerinin beraber sergileneceği ilk sergi olan Despair &
Metanoia seyirciye yeni soruların kapısını açacak.
*Film gösterimleri ile bağımsız Avusturya film yapımcılığı üzerine söyleşilerin
yer aldığı, Mark Webber tarafından düzenlenen ve 31 Mayıs-1 Haziran
tarihlerinde Londra’da gerçekleştirilen “Zorunlu Çerçeve – Bağımsız
Avusturya Sineması 1955–2003” (“The Essential Frame – Austrian
Independent Film 1955–2003”) isimli iki gün süren programda VALIE
EXPORT tarafından yapılan konuşmanın düzenlenmiş halinden
alıntılanmıştır.
www.senseofcinema.com
simulations of reality. At the time when EXPORT brought about her context
of expanded cinema, it was the means for political communication, like
part of the alternative and independent cinema, aiming to break dominant
powers. EXPORT included other senses than sight and she included other
dimensions and medial layers to it. In this way the expansion has also
become valid for reality itself.
The exhibition space with the juxtaposition of Moral’s and EXPORT’s
work, attests the invaded public space and breaks and manipulates the
dominancy of screen. They both bring up the question of the life of the
artist, its profanity, it’s taboo-breaking particularity. Their work forces us
to re-conceptualize body, its boundaries and its merely turning into an
object which is passive and acted upon. Instead they demystify and
decommodify it and their first time encounter in the course of their career
and the first time their work is being exhibited together with Despair &
Metanoia open up new questions to the spectator.
*From the edited version of a lecture delivered by Valie Export at “The
Essential Frame – Austrian Independent Film 1955–2003”, a two-day
program of screenings and talks on Austrian independent filmmaking
curated by Mark Webber and held in London, May 31- June 1. www.
senseofcinema.com
Sol sayfa resim: Şükran Moral, Sanatçı / The Artist, 1994
Tuval Üzerine Inkjet Baskı / Inkjet Print on Canvas, 200x180 cm, Ed. 10
63
Gökkuşak
Rainbow
Sarkis ile söyleşi
In conversation with Sarkis
Çiğdem Zeytin
SARKİS’İN GALERİ MANA’DAKİ SON
SERGİSİ ‘İKİZ’E EKLEDİĞİ ‘GÖKKUŞAK’,
SERGİ MEKANININ DIŞARIYLA
KURDUĞU İLİŞKİYE VE İŞLERİN ZAMAN
İÇERİSİNDE DEĞİŞEN ANLAMINA
İŞARET EDİYOR.
‘RAINBOW’, the work whıch
SARKIS ADDED TO HIS LAST SHOW
‘IKIZ’ AT GALLERY MANA, REFERS
TO THE RELATIONSHIP BETWEEN
THE GALLERY SPACE THE OUTSIDE
WORLD, as well as THE CHANGING
MEANINg of the works ın tıme.
64
Sarkis, İkiz, Gökkuşak / Twin, Rainbow, 2013
Serginin adını taşıyan İKİZ kavramını nasıl okumalıyız?
Sergideki “İkiz” ifadesi tekrarları referans alıyor. “Tekrarlardan ifade etmek
istediğimiz nedir?” diye sorarsanız şöyle açıklayabiliriz. Bir müzik eserini
örnek alalım, bu eseri ilk kez dinlediğinizde onunla tanışırsınız, ikinci
dinlediğinizde eserle ilgili algınız değişir, üçüncü dinlediğinizde ise aranızda
artık bir bağ oluşmuştur ve ona tutku duymaya başlamışsınızdır. Eserle
birlikte artık siz onunla olan ilişkiniz içinde yeni şeyler doğurursunuz. Eseri
bir zemin olarak düşünürseniz onun yüzeyinde yaşamaya başladığınızı
söyleyebiliriz. Yeni bir yaşam alanı bir başkası tarafından üretilmiş eserin
sizin tutkuyla bağlandığınız üzerinde yaşamaya başladığınız zemininde
ilişkinizin doğurdukları... Burada eserin de yaratılmış olduğunu unutmamak
gerekir. Eser sizden bağımsız bir parçayken onunla yeni bir şeylere dönüşür
yeni varoluşlar doğurursunuz. Bu diğer tekrarlarda yeni keşiflerinizle devam
eder.
Sergi mekanına ve düzenlenişine baktığımızda da bunu görebiliriz. Şu an
üç katlı galeri mekanının üçüncü katındayız. İlk iki kat serginin düzenlendiği,
yerleştirildiği alan. Birinci katla girdiğiniz etkileşimden sonra ikinci kata
çıktığınızda aynı tekrarı farklı nüanslarla yaşayarak ikiziyle karşılaşıyorsunuz.
How should we read the concept TWIN, which is also the title of
the show?
The expression “Twin” in the exhibition makes reference to repetitions. If
you ask me “What do you mean by repetitions?”, I can explain as follows:
For example, let’s take a musical composition. First you listen to it and you
become acquainted with it. Your perception of the composition changes
the second time you listen to it. However, you have established a bond
with it and started to feel passion towards it at the third time you listen to
it. From now on, you start giving birth to new things in your relationship
with it. If you consider the artwork a platform, in a way you start living on
its surface. A new living space; the things brought about on the platform
of the artwork created by another person, but you feel passion towards
it and start living on it... At this point, it shouldn’t be forgotten that the
artwork is a created one. While the artwork is a piece independent of you,
you transform into a new thing with it and give birth to new existentences.
This situation continues with your new discoveries through your other
repetitions.
We can see this fact when we look at the exhibition space and its
65
Sergi mekan ilişkisi içinde bakarsak şu an bulunduğumuz üçüncü kat yerine
zeminde yani serginin girişinde olsaydık konuşmamız farklı olacaktı. Sergiyi
taşıyan iki ana kat içinde birbirlerine gönderen bir sergi kurmak istedim.
Belleğe kaydedilenin tekrar deneyimlenmesini sağlarken belleklere referans
veren bir sergi kurgusu yarattım. Düşünün bir, mimarlar mekanı kurgularken
mekana gelecek olan kişiyi bir tavra davet etmek üzere tasarlarlar. Aynı
şey sergi mekanının düzenlenmesi için de geçerli. Sanat izleyicisinin sergi
mekanına girdiğinde bir tavra girmesi ve sergiyi bu şekilde yaşaması
serginin tasarımının önemli bir detayı.
Sergi mekanlarında genelde nesneye doğru bir gidiş vardır. İzleyici serginin
kendisiyle değil, nesneleriyle karşılaşır. İkiz sergisini farklı kılan birbirine
benzeyen iki dünya kurulmuş olması. Ve gitgide genişlemesi, serginin
kendisinin konuşur hale gelmesiyle nesnelerle sınırlı kalmayarak sanatın
konuşuyor olmasıdır.
Aynı zamanda eklemek gerekir ki sergi 10 Eylül’de yeniden programa
giriyor. Sergiden bazı parçalar koleksiyonlara alındı yani sergi sürekli bir
değişim içinde, tıpkı bir yaşam formu gibi. Bu anlamda serginin çıkış noktası
ile devamlılık arz edişi kendi içinde önemli bir tutarlılık gösteriyor.
Yani serginin yaşayan bir belleği var diyebiliriz, doğru
muyum?
Bellek soyut bir kavramdır. Amacım asla soyutluklar yaratmak ve bunları
beslemek olmadı, aksine soyuttan somuta gitmek önceliğim. Unutmamak
gerekir ki her sanat eserinin bir fiziği vardır. Örneğin bir heykelde malzeme
bütün ağırlığı ve varlığıyla heykeli kurar. Sergide yer alan bakır heykellerde
formu ve fizik varlığıyla böyledir. Başka türlü olamazlar. Bu anlamda sergide
her şey detaylarla diğerine bağlanıyor. Afrika maskları bakır zemin üzerinde
fotoğraflanmıştır. Bakır zemin üzerine oturtulmuş ve bakır çivilerle duvarda
yerlerini almıştır. Serginin ortasında yer alan kasa serginin kalbidir. İlk çıkış
noktası harp ganimetlerini saklayan bir kasa olmasıydı. Masklar kasada
ganimetler olarak yerini almak üzereyken içine kütlesel olarak yerleştirmeyi
tercih ettiğim silindir ambalaj sergideki tüm ganimetleri kapsayan bir anlama
büründü. Silindirin içinde bir petekte bal var. Ortasında yer alan delikten
hava alan bal yaşamaya devam ediyor. Yani eserler somut formlarıyla ve
hikayeleriyle birbirlerine referans veriyorlar.
Aynı şekilde duvarda yer alan vitraylar da tekrar eden ikilikler üzerine
kurgulandı. Sokakta her gün karşılaştığımız sıradan insanlar vitrayların tekrar
eden formları içinde kutsallaşıyorlar.
Peki Gökkuşak sergide yerini nasıl buldu?
Olması gerektiği gibi. Gökkuşak; serginin içinde bulunduğu mekan,
mekanın bulunduğu sokak ve çevreyle ilişkisi içinde yaşayan bir serginin
kendini var etmiş bir öğesi. Farkındaysanız gökkuşak sıradan bir gökkuşağı
değil kendiliği içinde farkını ortaya koyan bir eser. Son bir kaç aydır
yaşananlarla birlikte anlam kazanıyor. Sergide onun da yerini almasıyla
ropörtajın başında konuştuğumuz üzere serginin yaşayan bir varlığa
dönüşmesi konusuna geri dönmüş oluyoruz. Yani dış dünyayla ilişkisi içinde
nefes alan bir sergiyle karşı karşıyayız.
66
configuration. Right now, we’re on the third floor of the three-storey
gallery space. First and second floors are where the exhibition is held and
installed. When you leave the interaction you got into with the first floor and
walk into the second floor, you experience the same repetition with different
nuances and encounter a twin version of the first floor. When we think
within the scope of exhibition-space relationship, if we were on the ground
floor, at the entrance of the exhibition, instead of the third floor right now,
our conversation would have been different. I wanted to install an exhibition
of which two main floors make references to each other. Enabling the reexperiencing of the thing imprinted on the memory, I created an exhibition
setup which makes references to memories. Think about it, architectures
plan a space with the aim of inviting the guests to an attitude. The same
fact works for the setup of the exhibition space. Art spectators’ assuming
an attitude upon entering the exhibition space and experiencing the show
through this attitude is a significant detail of the show’s design.
There is usually a process towards object in the exhibition spaces. The
spectator encounters the objects of the show, not the show itself. What
makes the show Twin different is its setting up two similar worlds. It’s also
different since it’s gradually expanding and the show itself has started
talking, which makes it not limited to the objects but makes art talk.
Besides, it should be added that the show starts again on 10th of
September. Some pieces of the exibition were taken for collections; I mean
the show is always in flux, just like a living form. In this sense, the starting
point of the show and its continuity show significant consistency.
So we can say that the show has a living memory; am I right?
Memory is an abstract concept. I’ve never aimed creating abstractions
and nurturing them. Instead, my priority is going from the abstract to the
concrete. It shouldn’t be forgotten that every artwork has physics. For
example, in a statue, material installs the statue with all its weight and
entity. The copper statues in the show are also like this with their form
and physical entity. They cannot be otherwise. In this sense, everything in
the show correlate with each other through details. African masks were
photographed on a copper ground, installed on a copper ground and hung
on the wall on copper nails. The safe found in the middle of the show can
be considered the heart of the exhibition. Starting point was having a safe
to keep the war booty. While masks were about to be put into the safe as
war booty, the cylinder package I preferred installing into the safe took on
a meaning comprising all the booty in the exhibition. There is comb honey
in the cylinder. Honey breathes through the hole found in the middle of the
cylinder so that it continues with living. All in all, the works make references
to each other through their concrete forms and stories.
Similarly, the stained glasses hung on the walls were fictionalised on
repeating dichotomies. Ordinary people whom we encounter on the street
every day are sanctified through the repeating forms of the stained glasses.
So, how did Rainbow find its place in this show?
Just as it was meant to be. Rainbow is an element of an exhibition
living within a relationship among the exhibition space, the street and
surrounding on which the space is located. I don’t know whether you’re
aware of it but Rainbow is not an ordinary rainbow, it’s a work which
manifests its difference within itself. It has become meaningful after the
last few months’ agenda. Involving it in the exhibition, we’re coming back
to the topic of exhibition’s turning into a living entity, as we discussed at
the beginning of the interview. In other words, we’re face to face with an
exhibition that breathes within its relationship with the outer world.
67
Gizli Yüz
Şahin Kaygun
Yekhan Pınarlıgil
Seksenlerin başında gökyüzü kurşuna çalıp da gök gürlediğinde, tam
renklenecek gibi olan televizyonlar karanlığa dönmüş, spikerler siyah
beyaz makyaja bürünmüşler. Upuzun bir gece başlamış, güneşle dolunay
yeknesak sanki, üstelik lambalara üç mumluk ampulden fazlası takılmaz
olmuş. Sokaklar tenhalaşmış, gölgeler duvarlara tırmanmış, meydanlarda
kimse kalmamış. İnsanlar yüzlerini saklar olmuşlar, sorandan sormayandan,
bakandan bakmayandan. Kapüşonlu ceketler moda olmuş, seksenler
böyle başlamış Türkiye’de...
Yetmiş yedinin 1 Mayıs’ında Kaygun’un objektifine bilmeden poz veren,
bensiz olmaz, bizsiz hiç olmaz diyen kahraman suretleri üç mumluk
lambalar aydınlatmaktan çok gölgeler olmuş; karanlık birden düşmüş
pir düşmüş yüzlerine. Maske zorunlu kıyafetmiş seksenlerde. İnsanlar
yüzlerini çıkarmış, maskelerini takmışlar. Ben sana benzemişim, sen ona,
o onlara, birbirimiz bir olmuşuz, tek vücut, tek vücutta kör bakış, renk körü
soytarılarmışız. Sessiz, renksiz, kederli bir karnaval anonsu duyulmuş.
Emtivi’de garbın afetleri rengarenk sallaya dursun, bizim kızlar dağılmış,
bizim kadınlar saklanmışlar perde arkalarına, görünmesine görünürlermiş
de, gösterdikleri kadardan soldukları, silindikleri anlaşılırmış esas.
Meydanları boşaltanlar evlere çekilmiş, perdeleri çekmişler, suret olmuşlar
hicabın arkasında, tüllerin ardından bakar olmuşlar sokakta uçuşan,
sokaktan uçuşan gölgelere. Şehirde gölgeler suretlerden, suretler
gölgelerden korkarmış. Kasvetli bir hava, bir de fısıltı varmış, kimsenin
anlamadığı, anlayıp da tekrar edemediği karanlık olaylar, dillendirilemeyecek
şeyler, gizemli hikayeler, hayasız masallar varmış. Bir koca sinema
varmış şehirde, koca ülke sinemaymış: İki seans birden, biraz erotik,
biraz kara film, ama özellikle melankoli, özellikle buhran, biraz yalan
biraz da dolan. Yer göstericinin ışığı da olmasa sinemadakiler kendilerini
yapayalnız hissederlermiş, yer göstericinin ışığına rağmen sinemadakiler
yapayalnızlarmış. Filmin afisinde tanrılar başroldeymiş, suretleri mermermiş,
açlıkları ölüm gibiymiş, sözleri ölümden hemen önce sanki.
68
Korkunc Ivan’ın Koltuğu / The Armchair of Ivan the Terrible,
Arşivsel pigment baskı / Archieval pigment print, 50x70 cm, 1987
ve bağlanmış bir sütuna
tanrının garip yüzsüz sureti
aç bir kartal gibi bekliyor
Üç mumluk ışıkta saklananları, maske takip geceye katılanları, perde
arkasında örtünenleri, gölge olmuşları, erotik filmden kendini dışarı atmaya
çalışanları, bütün bu siyah beyaz ahaliyi yakalamış Şahin Kaygun, bir büyü
yapmış. Seksenlerin seksenlere benzemesi için, bir tılsım lazımmış, bir
okumak , bir üflemek. Tılsımından ebemkuşağı dökülmüş, seksenlerin
fotoğrafları böylece renklenmiş... ve tabii bir de genç kızlara tanımadıkları
kişiler Kaygun sayesinde çiçek verir olmuş…
1 Günseli Inal, Akşamüstü gariplikleri II, Lale sesiydiler ve yoktular.
69
Hidden Face
Şahin Kaygun
Yekhan Pınarlıgil
At the beginning of the 80s when the sky became sullen and the thunders
were heard, the TVs which were about to get colorful turned into darkness,
TV presenters were disguised in black and white make-up. A very long
night started, as if the sun and the full moon were uniform; on top of
that, only low-light light bulbs were put in the lamps. Streets became
godforsaken, shadows climbed on the walls, noone was left on the
squares. People started to hide their faces from the ones who asked or
didn’t ask, who looked or didn’t look. Hoodies became trendy, that’s how
the 80s started in Turkey...
On the 1st of May in 1977, the figures of heroes who posed for Kaygun’s
object-glass, who said “never without me”, “never without us” became
shadows rather than illuminating low-light light bulbs; darkness descended
on their faces suddenly, never lit up again. Putting on masks was a kind
of dress code in the 80s. People took off their faces, put on their masks.
I resembled you, you resembled him, he resembled them, we became
one, as one man, blindsight in one body, we were color-blind jesters. A
silent, colorless, sorrowful announcement of carnaval was heard. While the
beautiful western girls were shaking on Emtivi, our girls were scattered, our
women buried themselves behind the curtains, though they still appeared,
it was understood that they were withered, wiped away.
The ones who made the squares empty returned their homes, pulled the
curtains, became figures behind shame, started to look behind the veils
at the shadows fleeting on the streets, fleeting from the streets. Shadows
were afraid of figures and figures were afraid of shadows in the city. A
gloomy weather, and a whispering, dark incidents there were, mysterious
stories, indecent tales understood by noone, understood but could not be
repeated. There was an enormous cinema in the city, whole country was
a cinema : the double feature, a little erotic, a little film noir, but especially
melancholy, especially depression, a little bit of monkey business. The
moviegoers would have felt all alone if it hadn’t been for the usher’s
flashlight, the moviegoers were all alone despite the usher’s flashlight.
Gods were starring in the movie poster, their figures were of marble, their
hunger was like death, as if their words were just before death.
70
İsimsiz / Untitled, F85, Polaroid 9x11cm1984
and tied to a column
weird faceless figure of god
waiting as a hungry eagle
Şahin Kaygun caught the ones hiding in the low-light light bulbs, the ones
joining the night with their masks on, the ones veiling themselves behind
the curtains, the ones who turned into shadows, the ones trying to run out
from the erotic movies, all this black and white people and he casted a
spell on them. A spell, a healer was needed to make the 80s look like 80s.
A rainbow fell down from his spell, hence the photos of the 80s became
colorful... and of course the flowers were started to be given to young girls
by strangers thanks to Kaygun...
1 Günseli Inal, Nightfall Oddities II, They were voices of the tulip and they did not exist.
71
Candaş Şişman’ın
Performans Resimleri
Candaş Şişman’s
Performance Paintings
Candaş Şişman ile söyleşi
In conversation with Candas Sisman
Ebru Yetişkin
‘’Mantıklı eserler üretmek yerine
duygusal tarafa gitmeyi tercih
ediyorum. Bu da dijital işlerin
soğukluğunu ve katılığını öldürüyor.
Benim arzum, bütün mecralardan
faydalanarak son derece basit ve saf
görünen, karmaşık yapılar yaratmak.’’
İstanbul’da yaşayan genç ve öncü yeni medya sanatçılarından Candaş
Şişman, yaşamın karmaşıklığını saf ve basit görsel-işitsel soyutlamalarla
dengeliyor. Henüz keşfedilmemiş karşılıklı etkileşimler ve akıştaki
metamorfozlar için melez duygu alanları oluşturmayı amaçlıyor. Şişman’ın
Galloway ve Thacker’ın (2006) vurguladıkları bir hususu duygusal
bakımdan kavrayışı ise gerçekten de çarpıcı: umursamak... özen
göstermek, yani caring
Bizler bugün siyasi ve iktisadi anlamda veriyi “iyileştirmenin”, ona “özen
göstermenin”, onun “küratörlüğünü yapmanın” yollarını tartışırken
Şişman’ın dilde alternatif ifade yolları bulma arayışı, olası başka dünyalara
doğru hareket etmeye davet ediyor ve buna yol açıyor. Şişman şöyle
diyor: <Önemli olan seçimlerimizdir. Ulaştığımız veriler ile farklı olasılıkları
nasıl bir araya getirdiğimizdir.>
Akış… Monolitik… Metamorfoz… Edicium… Retory… Isofield… Bunların
tümü Şişman’ın, hareketin temel bir role sahip olduğu gündelik işlemlere
sanatsal müdahaleleri yansıtıyor. Bu işler aslında içinizde bulunan bir
şeyi yakalıyor. Belki de bu işlerle gizlenemez bir coşkuyla etkileşim
kurmanızı ve onlardan keyif almanızı sağlayan da bu. Bir şey size ansızın
dokunuveriyor ve hareket içerisindeki belirli bir deneyim içerisinde
varoluşsal bir koşul yaratarak kaçıyor.
72
Şişman’ın eserlerinde hareket, zaman aracılığıyla algoritmik bir mimari
kapsamında akmakta. Çalışmalarının bir çoğunda organik ve aperiyodik
görsel-işitsel formların, şimdiye kadar bir bakıma ‘modern’ addedilen
şeylerin son derece kristal haldeki düzenine yenilikçi bir alternatif
getirdiğini görüyoruz.
Şişman’ın Metamorfoz (2008) gibi önceki eserlerinde devinim, hareket ile
hareketsizlik arasındaki etkileşim tarafından yaratılmakta. Zamansız bir
imge, çeşitli zaman etkileri tarafından çoğaltılmakta. Başka bir deyişle, bir
resim spesifik sesler ve kokular ile bağdaştırılarak kurulmakta.
Şişman bu çalışmaları ‘performans resimleri’ olarak adlandırıyor. Bu
eserlerde beyindeki alıcı motorları etkinleştirerek ve belleği yeniden
etkin hale getirerek devinim yaratılıyor. Kamusal bir performansta eserini
tamamlayan bir sanatçının aksine burada eser seyircinin, sesin, kokunun
ve imgenin karşılıklı etkileşimi içerisinde ortaya çıkıyor ve işleniyor.
Performans resimlerinde Şişman, ‘sinestezi’ gibi bir algısal deneyimde,
farklılık yaratan nörolojik koşullarla çalışarak bir devinim yaratmaya
odaklanıyor.
OM (Metamorfoz Serisi), 2008, Dijital Baskı ve Ses
‘’Instead of producing logical pieces,
I prefer going to the emotional side.
That kills the coldness and rigidness of
digital creations. My wish is to be able
to create, with the use of all mediums,
complex structures, which look very
simple and pure > he said earlier in an
interview’’
Candaş Şişman, a leading young new media artist based in Istanbul,
counterbalances complexity of life with pure and simple audio-visual
abstractions. He aims to construct hybrid emotion fields for unexplored
mutual interactions and flowing metamorphosis. It is indeed striking
how Sisman gives an affective insight about what Galloway and Thacker
(2006) were emphasizing: caring.
While today we are politically and economically discussing about the
ways of ‘curing’, ‘caring’ and ‘curating’ data, Sisman’s quest to find
alternative means of expression to language creates and calls for the
moves to other possible worlds. He says: < The important thing is our
choices. It’s how we combine different possibilities and data we gain >
Flux… Monolithic… Metamorphosis… Edicium… Retory… Isofield… all
reflect Sisman’s artistic interventions to everyday processings, in which
movement plays a fundamental role. These works catch something that
is actually resident in you and perhaps, that’s what makes you enjoy
and interact with it sometimes with an uncontainable beam. Something
touches you momentarily and flees by creating an existential condition
within a given experience in < moves.
Movement is infused with time in Sisman’s works within an algorithmic
architecture. In most of his works, we see that organic and aperiodic
audio-visual forms become an innovative alternative to the extreme
crystalline regularity of what has up to now been considered somehow
‘modern’.
In the early works of Sisman, such as Metamorphosis (2008), movement
is generated by the interaction between the motion and the motionless. A
timeless image is augmented with various time-affects. That is, a painting
is installed by associating with specific sounds and scents.
Sisman calls these works ‘performance paintings’. By activating sensormotors in brain, in these works, movement is produced by reactivating
the memory. In contrast to an artist who completes a work in a public
performance, here, the work actually generates and processed within the
mutual interaction of the viewer, the sound, the scent and the image.
In these performance paintings, Sisman focused on creating movement
by working with neurological conditions such as ‘synesthesia’, a
difference in perceptual experience.
73
SYN-Phon; Candaş Şişman’ın
grafik notasyona dayalı ses ve
görüntü performansı. Performans,
Budapeşte’de Barabás Lőrinc
(Trompet) ve Ölveti Mátyás (Çello)
ile birlikte 29 Haziran 2013’te
gerçekleştirildi.
SYN-Phon; audio-visual
performance based on graphical
notation by Candaş Şişman
featuring Barabás Lőrinc
(Trumpet) & Ölveti Mátyás (Cello)
on June 29th. 2013 in Budapest.
74
Mesela kırmızı ile karşılaştığınız bir anı hayal edin; bir anda tatlı ve sulu
böğürtlenler nasıl da ağzınızı sulandırır. Ya da bir testerenin metalik sesini
duyduğunuzda istemsizce boynunuzu kaşımaya ya da hareket ettirmeye
başlarsınız. Duyumsama nörolojik bir durum olduğu için duyumsal ve
bilişsel bir izin peşinden sürükleyen uyarım, bir sonrakinde bazı otomatik
ve istemsiz deneyimlere yol açabiliyor.
Parikka (2013) ile yapılan bir söyleşide Sampson bugün bilişsel
kapitalizmin aksine “duyguların, arzu ve deneyimlerin emeğine giderek
daha fazla önem verildiğini” öne sürmüştü. Sampson için bulaşıcılık
ile bilinçdışı çağrışım arasındaki bağlantılar iki katmanlı. Bir yandan,
toplumsal olan, beyinsel fonksiyonun altındaki bir seviyede taklit
edilebilirlik-önerisi tarafından enfekte oluyor. Yani bu, eserin hareket
ve eyleme yönelik taklit edilebilirlik-önerisinin tam da o anda sahip
olunabilecek bazı öznel değerlerle ilişkilendirilmesi olarak betimlenebilir.
Burada çeşitli duygu, arzu ve deneyimler – kendilik üzerinde
çalışmak üzere- işe koyulur. Öte yandan duygu, inanç ve arzularının
yönlendirildiğini yakalamamaları için izleyiciler son derece meşgul edilir
ve dikkatleri dağıtılır. Bu durum neoliberal hegemonyanın çağdaş işletim
sistemlerinin sanatsal bir müdahale dahilinde çökertilmesi ile pekala
ilişkilendirilebilmekte.
Sanayi toplumlarına içkin olan dijital ile organik arasındaki ikili karşıtlıkları
kullanmaktansa Metamorfoz, mekanik aletler ile taranmış etlerden oluşan
bir ağ içerir. Bazı araştırmacıların sinestezinin beyinde bulunan “çapraz
bağlanmalar”dan kaynaklandığını savunmaları gibi, Şişman da çeşitli
düzeneklere ait donanımların bedenlere ait etlerin yazılımıyla karışarak
iç içe geçişlerini açığa çıkarıyor, izleyicileri bugünün “çapraz bağlanan”
dünyalarında organik ile inorganik varlıklar arasındaki karşıt benzerliği fark
etmeye davet ediyor.
http://www.bakmagazine.com/mobile/interviews/candas-sisman
Imagine when you see the color red, you begin to taste sweet juicy
blackberries, or when you hear a metallic sound of a saw, you start
scratching your neck involuntarily. As sensation is a neurological
condition, stimulation of one sensory or cognitive trail leads to some
automatic, involuntary experiences in a following one.
In an interview with Parikka (2013), Sampson argued that today in
contrast to cognitive capitalism ‘‘the emphasis is increasingly on the
labor of emotions, affect and experience’’. For Sampson, the relations
between virality and non-conscious association are twofold. On one
hand, the social is infected at the infra level of brain function by imitationsuggestibility. That is the imitational-suggestion of the work for moves
and actions becomes associated with some subjective values to be
possessed within that precise moment. Here, various emotions, affects
and experiences are put at work – on the self. On the other hand, the
viewers are kept too busy, and too distracted, to really grasp that their
feelings, beliefs and desires are being steered. This can also be related
with subverting the contemporary operations of neoliberal hegemony
within an artistic intervention.
Instead of using the binary distinction, inherent in the industrial societies
between digital and organic, Metamorphosis contains a mesh of
mechanical devices and scanned flesh. As some researchers believe
that synesthesia results from “crossed-wiring” in the brain, revealing the
nesting of the hardware of various assemblies mixed with the software
of body flesh, Sisman invites viewers to realize the counter-similarity
between the organic and inorganic entities in today’s ‘’crossed-wiring’’
worlds.
http://www.bakmagazine.com/mobile/interviews/candas-sisman
75
BCAC:
Bodrum Contemporary
Art Campus
Contemporary İstanbul
tarafından bu yıl Bodrum’da
açılan mİsafİr sanatçı programı
İlk sanatçılarını ağırladı. BCAC
(Bodrum Contemporary Art
Campus) genç sanatçılara
yıl boyu atölye, konaklama
ve farklı derslere katılma
İmkanı sunuyor. Programın
İlk altı katılımcısından çalışma
süreçlerİnİ dİnledİk.
The residency program
initiated by Contemporary
Istanbul hosted its first artists
this summer. BCAC (Bodrum
Contemporary Art Campus) gives
young artists the opportunity
to work in the studio,
accommodation and participate
different courses throughout
the year. We talked with the
first seven participants about
their working processes.
76
77
Duygu Sabancılar
Hafıza ve buna bağlı olarak arşiv, politika ve manipülasyon gibi kavramlar
çalışmalarımın merkezini oluşturuyor. Hafızayı kişisel en özel anların ifadesi
ve aynı zamanda toplumsal güç ve iktidar sorunu olarak görüyorum.
Kendimi ve çevremi yeniden keşfederek, hayat pratiği ve gündelik
yaşam sahneleri ve onları belirleyen politik ve kişisel deneyimler üzerine
çalışıyorum. Unutma ve hatırlama, unutturma ve hatırlatma kavramları
arasında yaptığım çalışmaların hangi üretim biçiminde ya da hangi
malzemeyle yapılmış olduğunun bir önemi kalmıyor. Bütüne baktığımda
işlerimi kolaj-dekolaj olarak üretiyorum. Bu durumun her an her yerden
imgelerin yapışmasıyla ve sökülmesiyle oluşan hafızamın, paraleli
olduğunu düşünüyorum.
Burada daha önceki işlerimin devamı niteliğinde bir iş yapıyorum. Günlük
ve geçici malzemlerlerin yanı sıra yine günlük ama hiçbir zaman geçici
olmayan şu an ve sonraki zamanlarda kalıcı etkiler yaratan kişi, mekan ya
da bir olayı belki biraz espirili belki biraz dramatik şekilde karşılaştırmaya
çabalıyorum.
Mekanlar üretim sürecini bazen engelleyici bazen ise tetikleyici bir
duruma dönüştürebiliyor. Yine de değişimin iyi geldiğini düşünüyorum.
Bilmediğiniz bir ortam bazen davranışları kısıtlarken farklı olanı görmemizi
ve sorgulamamızı da sağlayabiliyor. Bu nedenle değişik bir yerde ve
mekanda olmak kendi pratiğimi zihinsel açıdan iyi anlamda zorlayıcı bir
sürece dönüştürüyor.
Concepts such as memory and in conjunction with this the archive,
politics and manipulation are found at the centre of my work.
Rediscovering both myself and my milieu, I’m working on life practice
and daily scenes of life besides the political and personal experiences
determining them. Production type and material remain insignificant in
my works on the concepts forgetting and remembering, making forget
or reminding. Holistically speaking, I produce my works as collagedécollage. I think this situation is in parallel with my memory in which
images stick together and rip apart any time anywhere.
I’m creating a work here as a sequel to my earlier works. Besides daily
and temporary materials, I’m also struggling to involve -maybe a little
humorously and dramatically- daily but not temporary people, spaces
and incidents that leave a lasting impression now and in the future.
Places may transform the production process either into a hindering
or triggering situation. Nevertheless, I think the change is beneficial.
An unknown space may make you see and question different things
while limiting your behavior at the same time. For this reason, being in
a different place or space turns my own practice into a mentally and
positively forcing process.
Kıvılcım Harİka Seydİm
Malzeme seçimim yapacağım çalışmaya göre şekilleniyor ama genelde
video tekniğini kullanıyorum. Çektiğim fotoğrafların üzerinde dijital
ortamda oynayarak stop motion videolar üretiyorum, normal video
görüntülerini de genellikle montaj kısmında manipüle ediyorum.
Burada, program öncesinde yapılan işlerimin devamı işler üretiyorum.
Tüketim üzerinden ilerlediğim çalışmalarım şu ara tanımsız beden
formlarına dönüşmeye başladı. Videonun hareketli yapısından
yararlanarak bedenin bazı bölümlerini olduğundan farklı bir biçime
sokarak çoğaltıyorum, ortaya yeni formlar ve yeni algı biçimleri çıkıyor.
Tek başıma çalışmak konsantrasyon açısından ve kendi kendine kalıp
düşünme açışından iyi gelse de bir arada olmanın, fikir alışverişinde
bulunmanın bana bir şeyler kattığına inanıyorum. Mekanın değişimiyse
benim için yeni bir araç. Çalıştığım mekan işimin bir parçası olabiliyor.
BCAC’da herkesin özel alanları var yani birlikte ya da yalnız çalışmak size
kalıyor sizin diğer sanatçılarla etkileşiminize, çalışma disiplininize bağlı.
My choice of material is shaped by the work I’m planning to make but
generally I’m using video technique. I’m producing stop motion videos
using the photos I took and changing them in the digital media; I’m also
generally manipulating the normal video images at the editing stage.
I’m producing sequels to my earlier work. Advancing through
consumption, my works have been turning into undefined body forms
nowadays. Benefiting from the moving structure of the video, I’m
reproducing various parts of body by reshaping them and acquiring new
forms and new forms of perception.
Although working alone is good for me in terms of concentration and
reflecting, I believe that exchanging ideas and being in interaction with
others are contributing to my creativity. Furthermore, change of space is
a new medium as well. The space I’m working in can be a part of my job.
Everyone has a special space at BCAC. In other words, working alone or
together with others is your choice. It depends on your interaction with
other artists and your working discipline.
78
Görkem Ergün
İşlerimin temelini fotoğraf ve onların üzerinden dijital mecrada yapılan
manipulasyonlar oluşturuyor. El ile ürettiğim bazı objeler, yaptığım
baskılar, sokaktan ve internetten topladığım imajlar gibi çesitli medium ve
malzemeleri kullanarak bu manipulasyonları yapıyorum.
Programın Bodrum’da ve kaldığımız yerin doğanın içinde olması bu kadar
tahribatın yaşandığı zamanda doğanın ve doğadaki yaşantının öncelik
kazanmasına sebep oldu. Linol baskı, fotoğraf, doğadan topladığım
diğer malzemelerle gerçekleşecek bir çalışma ortaya çıkacak. Üzerinde
durduğum duygulardan ve yaklaşımlardan vazgeçmeyerek onlara bazı
eklemeler yaparak aynı düzlemi devam ettireceğim.
Çoğunlukla bilgisayar başında olmama rağmen diğer malzemeleri de
kullandığım için atölye önem kazanıyor. Başta düşündüğüm, planladığım
şeylerin çoğu üretim sürecindeki deneme aşamalarında çöpe gidebiliyor
ve kalanlar üzerinden yeni bir yola giriyor iş. Rastlantısallık ve denemek
oldukça önemli, herhangi bir şey -bir kırıntı - kafamı bambaşka bir yola
sokabiliyor. Kendimi biraz da çöpçü olarak görüyorum çünkü üretim
sürecinde görebildiğim, toplayabildiğim ve işime yarayacağını hisettiğim
her şeyi toplarım ve onları düzensiz olsa da, tutarım. Sonra kırpar,
dönüştürür ve kullanırım. Bazen topladıklarıma dönüp bakmasam da
toplama süreci oldukça zihin açıcı.
My works are based on photography and their manipulations on digital
media. I’m creating these manipulations using various media and
materials such as some handmade objects I produced, the prints I’ve
made earlier, images I collected on the streets and the internet.
The fact that the program is in Bodrum and that we’re staying in a natural
area caused the nature and the life in nature to take primacy during
such a time where so much destruction is being experienced. I’ll create
a work making use of linocut printing, photography and other kind of
materials I collected in the nature. Without giving up my basic feelings
and approaches, just making some additions to them, I’ll maintain the
same plane.
Engİn Konuklu
Genellikle tuval üzerine akrilik ya da yağlı boya ile çalışıyorum. Resimlerimi
ağırlıklı olarak pistole (airbrush) ile yapıyorum. Bazen de füzen ya da
kurşun kalem ile çalışıyorum.Bodrum’a geliş yolunda ve tesisin etrafındaki
patikalarda çektiğim fotoğrafları resmediyorum. Bunun yanı sıra füzen
portreler yapıyorum.
Bazı farklı denemeler yapma fırsatı yakaladım. Çalışma rutinimin dışına
çıkmaya çalışıyorum. Beni etkileyen ve resme dönüştürmek istediğim
görüntüler bazen bilinçli bazense tesadüfi olarak, çektiğim fotoğraflarda
ya da film karelerinde karşıma çıkıyorlar.
I usually work acrylic or oil-paint on-canvas. On most of my paintings I
use airbrush. Sometimes I also work using fusain or charcoal pencils. I
illustrate the photos I take on my way to Bodrum and on the pathways
around the facility. Besides this, I also draw charcoal portraits. I’ve had
opportunity of experiencing some new stuff. I’m trying to break my
routine. I intentionally or coincidentally encounter images in the photos I
took or in the film frames; those images affect me or I want to turn them
into pictures.
Although I’m usually working on a computer, the studio remains
important since I also use other kind of materials. Most of the things I’ve
thought or planned may become junk during the testing stages of the
production process and the work takes a new road on the remainings.
Randomness and trying are very important, anything –any scrap- can
direct my mind into a brand new way. Somehow I consider myself a
garbage man for during the production process I collect everything I can
see, collect and feel that I can utilize them. I keep them, even if disorderly.
Then I clip them, recycle and utilize. Even though I do not turn to them
later, collecting process is quite illuminating.
79
Serkan Çalışkan
Çalışmalarımda malzeme seçiminde bulunurken gerek kavramsal
çerçeve gerekse malzemenin kullanım olanaklarını düşünürek üretime
yöneliyorum. Kendimi sınırlandırmadan yola çıkıyorum ve süreç içinde
ihtiyaçlarla birlikte çalışma kendini var ediyor. 2001 yılından beri günlük
gibi tuttuğum defterlerde ise ana malzeme defter haricinde - ki onlar da
form değiştiriyor sürekli- diğer araçlar sürekli değişiyor.
Burada tuval yüzeyinde kolaj yapıyorum. Yazı, dil, yabancılık, günlük,
teşhir ve boşluk gibi kavramları düşünerek başladı çalışma. Büyük
ölçülerdeki (180x160cm) tuvale aktarmaya başladım. Aktarmada “dil”in
gücünden yararlanarak tuval yüzeyine yazı yazıyorum. “Dil”in ve “yazı”nın
kullanımı kişisel yaşamımı teşhir eden bir araç gibi kullanırken, “ben” ya
da “o” her kimse hikayenin öznesi, bu kadar açık anlatımda durduğu için
biraz pornografik denilebilir.
Sırtlan / Hyena, Tuval üzerine akrilik / Acrylic on canvas, 130x150 cm, 2013
Ahmet Sarı
Resimlerimi akrilik boya ve karışık teknikle yapıyorum. Malzemeyi genel
olarak imajın değerine göre kullanıyorum. Önceki disiplinime dayanarak
hayvanları resmediyorum; bu mekanın sessiz ve sakin oluşu, bana
yapmak istediğim iş için uygun bir atmosfer. Bir diğer düşündüğüm
iş ise ses enstalasyonu. Doğadaki bir sürü sesi 1.30 dakika aralıkla
kaydediyorum ve bunları birleştireceğim. Ne kadar değişik bir ses
olacağının merakı içindeyim.
Atölyemin dışında çalışmak oldukça farklı çünkü neredeyse alıştığınız
bütün malzemeler değişiyor. Tabii burada da çalışmak insani başka bir ruh
haline sokuyor; bu da başka bir deneyim. Stüdyo mantığı genel olarak
sanatçıyı rahatlatan bir mekan. İnsanın kendi kendisiyle kalıp düşündüğü
yer, kızdığı, yazdığı, çizdiği vb… bir sürü şeyin rahatça sancılandığı bir
atmosfer. Ben kendi atölyemde özgürüm, istediğim disiplini deniyorum
ama genel olarak resim yapıyorum. Belli bir çalışma disiplinim yok
istediğim zaman işin başına geçip onunla mücadele ediyorum, eserin
sancısı yarı tasarı yarı sezgi halindedir ama sanatçının hata payını eserinde
göz ardı etmesini, o lezzeti bırakmasını da isterim.
I’m using acrylic paint and mixed technique in my work. I’m using the
material generally according to the value of the image. I’m painting
animal figures because of my earlier discipline. Being calm and silent,
this space provides me with the appropriate atmosphere for the work I
want to create. Another project of mine is a sound installation. I’ve been
recording a lot of sounds in the nature at intervals of 90 seconds and I’m
going to combine these voices. I’m curious about what kind of a different
sound I’ll acquire at the end.
Working outside of my studio is quite different because almost all the
materials you got used to are changing. Undoubtedly, working here
changes your mood too; this is also a new experience for me. In general,
studio is a space which relaxes the artist. A place where one can stay
alone and ponder, get angry, write, draw etc... an atmosphere where a lot
of things can easily have pain together. I’m free at my own studio, trying
whatever discipline I want to but generally I’m painting. I don’t have a
specific working discipline. I start working whenever I want and I struggle
with it. The pain of the artwork is half proposal and half intuition but I
want the artist to ignore the margin of error at the artwork and include
that flavor in the work, too.
80
Buraya gelmeden önce kafamda tasarladığım şeyler vardı. Burada hepsi
rafa kalktı. Süreci dinlemeye karar verdim. Genel olarak yalnız çalışan
biriyim. Atölye kavramım yalnız kalabileceğim bir alan. Birikenlerle,
kafamda tasarlandığım kavramlarlar yakınlaşmaya başlayıp şekil almaya
başladığı zaman atölye çalışması devreye giriyor ve orada süreçle birlikte
işler şekilleniyor.
While choosing materials for my works, I start production process after
considering both the conceptual framework and the areas of usage
of the material. I start out without limiting myself and the work brings
itself into existence besides the needs during the process. As for the
notebooks I’ve been keeping like journals since 2001, all the other
materials keep constantly changing except for the notebook, which is the
main material –though they also keep changing their forms constantly-.
I’m producing a collage on-canvas here. The work started on my
pondering on concepts such as writing, language, alienage, journal,
exposal and blankness. I began conveying those thoughts of mine
on a big (180x160 cm) canvas. During this transfer, I’m writing on the
canvas benefiting from the power of the “language”. While the usage
of “language” and “writing” looks like a device exposing my personal
life, the subject of the story, whether it’s “me” or “he”, may be a little
pornographic since it’s expressed very openly.
I had some projects in my mind before coming here. Here I postponed
them all. I think I decided to listen to the process. I generally work alone. My
concept of studio is a space where I can be alone. When the accumulation
and the concept in my mind start getting closer and taking shape, the
workshop work steps in and the works take their forms during the process.
Ayfer Karabıyık
Malzeme seçimimi üzerinde düşündüğüm çalışma belirliyor ama bazen
elime geçen bir nesne ondan ne yapabileceğimi bana gösteriyor. Hazır
nesneler, video kayıtları, internet gibi farklı malzemelerle çalışıyorum. Bu
aralar sprey boyalarla çalışıyorum. Dil üzerine düşünmeyi seviyorum.
Bazen duyduğum ve okuduğum bir cümle veya kelimenin o anda bana
çağrıştırdıkları üzerine gidiyorum.
Bir süredir yoğun olarak ‘Patlama’ kavramı üzerinden çıkan bir seri
üzerine çalışıyorum, burada da üzerinde çalıştığım işler bu serinin
devamı. Burada olmak benim için yeni bir deneyim. Bu kadar sessiz bir
yerde bu kadar uzun bir süre geçirmemiştim. Buraya gelmeden önce
yapabileceklerimle ilgili kafamda dolaşan bazı şeyler çalışma yöntemi
olarak olmasa da ifade biçimi olarak değişti.
Kolay konsantre olabilen birisi değilim, dolayısıyla dikkatim dağılmadan
çalışabileceğim bir alana sahip olmak benim için yeterli. Bu alanın nerede
olduğunun pek önemi yok, bulunduğum yere göre çalışma biçimim de
değişebilir. Bazen bilgisayarımla çalışabileceğim bir alan yeterli olabiliyor.
My choice of materials is determined by the work I’m reflecting on.
An object shows me what to do with itself. I’m working with various
materials; ready-made objects, video records, internet. I’m working
with spray paints these days. I like pondering on the language issue.
Sometimes I reflect on the associations of a sentence or a word I hear or
read.
I’ve been intensely working for some time on a serial on the concept
of ‘explosion’, the works I’m working here are also part of that serial.
Actually being here is a kind of new experience for me since I’ve never
spent so much time in such a silent place before. In fact, this space is an
open studio. Before coming here, I had some thoughts regarding what
can I do. They changed in terms of style of expression, though not in
terms of my working style.
I’m not a person who can easily concentrate on something. For this
reason, it’s enough for me if I have a space where I can work without
being distracted. I don’t care where this space is, my working style
depends on the space I’m in. Sometimes a place where I can work with
my computer suffices to me.
81
İstanbul’un Katmanları
İstanbul’un Katmanları
Ece Pazarbaşı
“Her yenİ kente geldİğİnde
yolcu, bİr zamanlar kendİsİnİn
olduğunu artık bİlmedİğİ
bİr geçmİşİnİ bulur yenİden:
artık olmadığın, ya da sahİp
olmadığın şeyİn yabancılığı, hİç
senİn olmamış yabancı şeylerİn
eşlİğİnde bekler.”
“Upon arriving to each new
city, the traveler finds a past
he did not know he had: the
strangeness of what you
no longer are or no longer
possess lies in wait for you
in strange, non-possessed
places….”
Italo Calvino, Görünmez Kentler
Italo Calvino, Invisible Cities
Her gün yeni bir güne aynı yatakta ama farklı bir şehirde uyanırsınız. Perdeyi
araladığınızda bir yandan tamamen yabancısı olduğunuz, diğer bir yandan
da içgüdüsel olarak çok da iyi tanıdığınız bir şehir görürsünüz. Her seferinde
farklı, ama hep aynı. Katman katman bir İstanbul. Her gün hatta her an
başka bir katmanına uyanırsınız. Her seferinde kenti anladığınızı sanırsınız
ama çok geçmeden yanıldığınızı görürsünüz. Böyle bir yerdir burası.
Depderin.
Everyday, you wake up in the same bed but to a different city. Opening
the curtain reveals to you a city, where you’re a complete stranger to, but
on the other hand, you instinctively know very well. Different, yet the same
every time… Istanbul, one layer over another… Every day, even every
moment wakes you up to a new layer. Every time you think you finally
understand the city, but soon after, you realize that you were wrong again.
That’s what this city is. Bottomless.
Bir kere kesinlikle yorucudur: Her daim ve her seferinde farklı bir şekilde
beş duyumuzun reseptörlerini itinayla meşgul eder. Gözler, her gün
ancak 17 milyonda bir görebileceğiniz farklı farklı insanları algılar. Koku
deseniz gani gani yemek, çöp, toz, toprak, o gün şanslıysanız denizden
gelen iyot... Kokuları takip ederseniz bin bir tat... Bu kadar kalabalık bir
şehirde dokunma ve teması atlasanız olmaz, İstiklal’de yürürken kaç kişi
ile çarpışırsınız, güneşi ne sıklıkta teninizde hissedersiniz? Ses spektrumu
zaten katman katmandır, müzikten trafiğe; köpek havlamasından inşaat
sesine.... Ama tüm bu farklı bileşenlerin birleştiği noktanın özü bu şehirdir,
ve bu öz her gün aslında aynı şehirde olduğunuzu fısıldar kulağınıza.
Böyle bir toprak üzerinde farklı bileşenlerin zenginlikler kaynağı olduğu su
For one thing, it’s tiring: It occupies the receptors of our five senses in an
incessant and ever-changing manner. The eyes perceive different people
whose chance to be seen by you every day is one in 17 million. There’s an
abundance of odor too, with the food, the trash, the dust, the soil, and if
it’s your lucky day, iodine from the sea… All sorts of flavors, if you choose
to follow the odors… You can’t give touching and physical contact a miss
in such a congested city, who knows how many people you knock into
when walking on the İstiklal Street, how often do you feel the sun on your
skin? And there’s already the sound spectrum with its several layers, from
music to traffic; barking dogs to construction sites… But the essence of
the point, on which all these different components combine, is this city, and
82
götürmez bir gerçek. İstanbul’un taşı toprağı nasıl bir altın ise, yene yene bir
türlü bitmemiş. Güç sahipleri, imparatorlar, padişahlar, politikacılar, tüccarlar
ve niceleri buradan nemalanmaya bakmış. Tüm bu politikalar üzerinden,
toplumun bireylerinin nasıl yönlendirildiğinin, farklı koşulların ne metodlarla
empoze edildiğinin, bireylerin nasıl birer yaşam sürdüğünün farkına varmak
önemli. Gezi protesoları ile beraber bireylerde farkındalık ve bulundukları
durumu değiştirme potansiyelinin ortaya çıktığını görmek inanın müthiş bir
öfori yaratıyor.
Benim bu farkındalığı yaratma ve nacizane uyandırma yöntemim; konseptini
oluşturduğum, üzerinde düşünüp araştırma yaptığım koloboratif ses
turları üzerinden oldu. 2009’dan bu yana küratörlüğünü yaptığım bu ses
projeleri serisi aslında sesi, yürüme aksiyonunu ve dinleyiciyi bu şehri
anlamak için bir araç olarak görüyor. İlki (Cevdet Erek, Suat Öğüt, Ergun
Tükel, Roomservices katılımıyla) ‘İstanbul Ses Turu’ adı altında gerçekleşen
proje, şehir içinde kaybolan bireye ve bireyselliğe odaklanmıştı. Proje, aynı
şehirde yaşayan insan sayısı kadar, hatta bu kişilerin değişik ruh halleri
kadar farklı İstanbul kenti olması durumunun altını çizerek, İstanbul’u
sadece sanatçıların gözünden değil, tasarımcıların, şehir plancılarının ve
this essence whispers in your ear that you’re actually in the same city every
day.
It’s irrefutable that these components are a source of richness for these
lands. The gold paving the streets of Istanbul seem to be unlimited in
plenitude. Power holders, emperors, sultans, politicians, merchants and so
forth have sought to benefit from these parts. It’s important to recognize
how the individuals of society are diverted through these policies, the
methods used in imposing the different conditions and the lives led by
individuals. Believe me when I say that seeing the awareness and the
potential to alter the current situation blooming in individuals after the Gezi
protests, creates a marvelous euphoria.
My way of creating and humbly awakening this awareness was through
the collaborative audio tours that I made after a concept creation,
contemplation and research process. This audio project series, which I
have been curating since 2009, in fact, regards the sound, the action of
walking and the listener as tools for understanding this city. Debuted (with
participations of Cevdet Erek, Suat Öğüt, Ergun Tükel, Roomservices)
under the name of ‘İstanbul Audio Tour’, the project was focused on the
‘Şehir Ayaklarımın Altında’ projesi için yaklaşık 260 pafta Pervitich ve Goad haritası kolaj tekniğiyle birleştirilmiştir.
For the ‘Walk Over the City’ project, around 260 sheets of Pervitich and Goad maps have been put together with collage technique.
www.c-amp.org
83
esnafın sesinden tanımlamayı amaçladı. 2010’da farklı bir konseptle;
Can Altay ve Aslı Altay; Justin Bennett & Renate Zentschnig’in katılımıyla
gelişen İstanbul-Amsterdam Ses Turu metropollerin farklı kişisel haritalarını
çizme yönünde bir çabanın sonucu olarak, kentsel çevrenin öznel algıya
ve bu çevrenin bahsedilen algıyı biçimlendiren etkisine odaklanarak ortaya
çıkmıştı. Bu senenin başında ise Burçin Elmas, Polonca Lovsin, Khadija
Massaoudi ve Vahit Tuna ile yeni bir konsept altında birleştik. ‘Şehir
Ayaklarımın Altında’ için kurduğum konsept İstanbul’un tarihi boyutunu en
az iki farklı katmandan inceleyen ve devletlerin empoze etmek istedikleri
ideolojileri nasıl mimariyi ve şehir planlama pratiklerini kullanarak yaptıkları
noktasından yola çıktı. Projede Miray Özkan ve Utku Serkan Zengin ile
beraber Pervitich’in İstanbul’unu Google’ın İstanbul’u ile harita üzerinde iki
katman halinde birleştirip bunların üzerine ses turları oturttuk.
Şu anda üzerinde çalıştığım proje ise, yine başka şehirler üzerinden
İstanbul’u anlamak üzerine kurulu. Berlin’de Olafur Eliasson ile beraber
kendisinin kurduğu Institute for Spatial Experiments’de (Uzamsal Deneyler
Enstitütsü) yer aldığım süre boyunca üzerinde çalışmakta olduğum bu
projede, ‘Şehir Ayaklarımın Altında’daki aynı düzleme getirme eylemini
başka bir aşamaya taşıyarak, iki kenti, Berlin ve İstanbul’u aynı boyuta
taşımayı hedefliyoruz. Çeşitli kent uzmanlarının Berlin’de İstanbul’u
buldukları zihinsel ve fiziksel benzer noktalardan bir harita oluşturup,
bu zaman ve mekan kayması durumunu ses turlarına ve bir yayına
dönüştürmeyi amaçlıyoruz. Proje 2014’de Stadtmuseum Berlin’de yer
alacak.
Düşüncelerinizi bir süreliğine susturup, kulaklarımızı başkasının sesi arasına
sıkıştırıp sadece size aktarılanlara odaklanmak bu şehri, şehrin devinimini
farklı perspektiflerden gözlemleyebileceğiniz en iyi yöntemlerden birisi.
Kent uzmanları diye nitelendirdiğim her ses turu yaratıcısı ile yaptığımız
bu yürüyüşler bir yandan da şehrin hafızasını kayıt altına alıyor, bir yandan
da kalabalık kentlerde bir süre sonra yapmayı önemsemediğimız, birbirini
dineme/anlama pratiğini hatırlatıyor. Kulaklıkları taktığınız her seferinde
başka bir sanatçının zihnine girip, onun sizin için hazırlamış olduğu
şehirde yürürken gözlerinizin bir kamera gibi kayıt ettiği canlı filmin bir
nevi soundtracki, aslında sizin varlığınız olmadan asla da işlemeyecek
bir performatif ses enstalasyonunun parçası haline geliyorsunuz. İşte
bahsettiğim farkındalığı tam da bu noktada, her gün bir yabancı olarak
uyandığımız bu şehre, başkalarının sesinden yeniden yolcu olma halinde
bulma olasılığı ortaya çıkıyor. Bir sonraki ses turu projesinde de, yeni
İstanbul’u, direnen İstanbul’u farklı bakış açıların birlikteliğini kutlayarak
ile, iktidarın “bizler” ve “onlar” diye ayırmadan halini yansıtabilmek,
ulaştırabilmeyi umuyorum.
84
individual and individuality getting lost in the city. The project aimed to
describe İstanbul through not only the eyes of the artist, but through the
sounds of designers, city planners and tradesmen, by underlining the case
of having as many İstanbuls as the number of people living in the city, or
even as their different states of mind. In 2010, with a different concept, the
İstanbul-Amsterdam Audio tour, made with participations of Can Altay and
Aslı Altay; Justin Bennett and Renate Zentschnig, emerged as a result of
an effort to draw the different personal maps of metropolitan cities, while
focusing on the urban environment and subjective perception and the
moulding impact of this environment to the aforementioned perception.
At the beginning of this year, we collaborated with Burçin Elmas, Polonca
Lovsin, Khadija Massaoudi and Vahit Tuna under a new concept. The
concept I have created for ‘Şehir Ayaklarımın Altında’ (‘Walk Over the City’)
takes the city planning and architectural practices used by governments
in order to impose their ideologies as a starting point and examines
İstanbul’s historical aspects from at least two different layers. Together with
Miray Özkan and Utku Serkan Zengin, we combined Pervitich’s İstanbul
and Google’s İstanbul as two layers on a map and placed audio tours on
those.
The project I’m currently working on is established again on understanding
İstanbul through other cities. I have been working on this project in Berlin,
throughout my time in the Institute of Spatial Experiments, founded by
Olafur Eliasson, my project partner. In this project, our target is to carry
both cities, Istanbul and Berlin, to the same extent by taking the platform
equalizing action in Walk Over the City to another level. We aim to create
a map of mental and physical similarities, determined by various urban
specialists between Berlin and İstanbul and transform this time and space
shifts into audio tours and a publication. The project will be presented in
Stadtmuseum Berlin, in 2014.
One of the best methods for observing this city’s motion through different
perspectives is silencing your thoughts for a second, pressing your
ears amidst the sounds of another and just focusing on what’s being
transferred to you. These walks we take with all audio tour creators, whom
I describe as urban specialists, record the urban memory, while reminding
us the practices of listening / understanding each other, which we, after
a while, become oblivious to in crowded cities. Every time you wear the
headphones, you enter into the mind of another artist and become a
part of the soundtrack to the live movie, produced for you by the artist,
recorded by your camera-like eyes while walking, a performative audio
installation which could never work without your being. And the awareness
I mentioned reveals itself right at this point; in the possibility of finding
yourself, through other people’s voices as a passenger of the city, in which
you wake up every day as a stranger. For my next audio tour project,
I hope to reflect and convey the new, resisting İstanbul by celebrating
the synergy of different perspectives and avoiding the “us” and “them”
discourse adopted by the government.
CAGDAS SANAT BULUSMALARI
85
Hotel Italia
Tarlabaşı’nda pek çok terk edilmiş ve yıkık bina var. Neden özellikle
Hotel Italia’yı seçtiniz ve otelin sizin İtalyan köklerinize nasıl bir
bağlantısı var?
Bizim için mekânların isimler kadar önemli çıkış noktaları olduğunu
söyleyelim, zira mekânlar, bize olası müdahaleleri hayal ettirecek ve
fikirler önerecek birer sembol. Bu sefer bize kendimizi sorgulatan fiziki
mekân, İstanbul’du. İlham verici kış yürüyüşlerimizden birinde, İtalyan
Konsolosluğu’nun önünde karşılaştığımız kırık tabelalı ve tüm kapı ve
pencereleri kapatılmış Hotel Italia, bize çok özel, “bağlamından–kopuk” bir
kimliğe sahip göründü. Hepimiz Palermo’da yaşıyoruz dolayısıyla büyük
bir ihtimalle bizi anında çeken, o ‘mamma sfatta’vari görünüştü. “Hey, işte
burada!” dedik birbirimize. “Haydi geldiğimiz rahme tekrar girelim!” Burada,
önümüzdeydi. İtalya özne, Otel nesne... ve İstanbul da yüklem diyebiliriz.
Proje başlangıçtan itibaren nasıl gelişti? Süreç esnasında neler
keşfettiniz ve sergi başta planlandığı şekilde mi gerçekleşti?
Hotel Italia binasının içinde çalışmanın imkânsız olduğunu keşfettikten sonra
proje çok değişti. O noktada Hotel Italia’yı orijinal mekâna çok yakın olan
Mixer galerinin içinde, mecazi olarak yeniden yaratmaya karar verdik. Mixer
ekibi projeyi anında kavradı ve benimsedi, galeri mekânının karakteristik
özeliklerine müdahalelerde bulunma ihtiyacımıza saygı gösterdiler. Yani
orijinal mekânda çalışmanın imkânsızlığı nedeniyle, aynı değeri taşıyan
hayali bir mekân kullanmamız projeyi bağlamsızlaştırdı.
Mixer Sanat Mekanı, İstanbul’un
Beyoğlu semtİndekİ terk
edİlmİş olan Hotel Italia’yı
kendİ mekanına taşıyor. İtalyan
sanatçı grubu Nostra Signora
İle birlİkte gerçekleştİrİlen
sergİ geçİş mekanı olan otel ve
sanat eserlerİ İçİn geçİcİ bİr yer
olan galerİ arasında dİyalog
kuruyor.
Bu ‘Duchamp’vari yer değiştirme, bize kaptan çok içeriklere odaklanma
fırsatı sağladı ve müdahalemizin şiirselliğini güçlendirdi. Hatta kendimizle,
İtalya’yla, İtalya’nın tarihiyle, politikaları, alışılmışlıkları, görselleri ve kendi
hatıralarımızla yüzleşmemiz gerekti. Kendini aynada izlemek gibiydi…
Başka bir deyişle; İstanbul’da Hotel İtalia isimli bir heceleme kitabı… Biraz
dada ve biraz da futurist bir kavramdı. Şu an üzerinde çalıştığımız sembolik
çizgi, bu oteli bir deneyim mekânı yapmak. ‘İlk’i yaratma eyleminin kendisi
olan deneyimleri gözardı edemeyiz.
Son enstalasyon ve mekânın kuruluşu, seyircilerin farklı bir bakış açışıyla
işlere bakma ve sembolik olarak “Hotel İtalia” diye adlandırılmış bu odaları
gezmelerini öneren en hayati nokta.
Bu karşılaşmadan ne tür işler ortaya çıktı?
Deneyimler hafızaya bağlı olduklarından hafızayla uğraşmanın kendine
ve etrafına aynı anda bakma fırsatı sağladığını düşünüyoruz. İstanbul’dan
kendine yeniden yön vermek kesinlikle orijinal ve yenilikçi bir bakış açısı
sağlıyor. Bu şehrin gücü ve kıymeti bin yıllık farklı kültürleri benimseme,
o kültürleri birbirleriyle etkileştirme kapasitesinden geliyor ve biz de
Akdenizliler olarak bu şehirde pek çok benzerlik bulduk.
Bu nedenle, bir bakıma işler bizim köklerimizle bağlantılı ve yeniden
gözden geçirdiğimiz gelenekle işleri geleceğe yansıtıyoruz. Bir sanatçı
kolektifi olarak beraber çalışmanın bizim için en değerli tarafı -farklı kültürleri
kesiştirme ve deneyimlerimizin sembollerini ortaya çıkarma ihtiyacının
bilincinde olarak- her birimizin yaratıcılık süreçlerinin neticesinde ortaya
çıkan estetik çeşitlilik. Bu nedenle bu hafızalar ancak ötekilerle yüzleşerek
ve etkileşerek evrensel hafızalara dönüşebilirler.
Jesse Gagliardi’nin işleri“The Fall of Rebel Angels” ve “Terrestrial
Concept”te gelenekle, daha doğrusu Klasik’le bir yüzleşmeden
86
bahsedebiliriz. Kumaş hatıraları ve organlara ağıt Philippe Berson’un
“Sacrifice” isimli heykellerinde görülebilir. Kültürel hafızalar, kurum tarafından
susturulmuş, öldürülmüş revolutionary peygamberler Giordano Bruno
ve Pier Paolo Pasolini’nin simulakrası üzerinden, Simone Mannino’nun
“The Symbolic Line”ında ele alınmış. Yakın tarihin hatıraları ise Cesare
Inzerillo’nun, günümüz Türkiye’sinde de örneklerinin bulunduğu ve İtalya’da
1970‘lerde yaygın olan gecekondulaşmayı ele aldığı işlerinde görülebilir.
Son olarak, kuşakların aktarılması esnasında miras kalan hatıralar Riccardo
Scibetta’nın fotoğraflarında görülebilir: bir Sicilyalı topluluğunun özel aile
koleksiyonundan gelen fotoğraflar bize semboller ve el işaretlerinin evrensel
ve zamandışı değerini hatırlatıyor.
Bu fikir öncesinden aklınızda var mıydı, “Geçici bir yerleşim yeri
olarak otel ve geçici bir sunum yeri olarak sergi mekânı”? Eğer
cevabınız ‘evet’se, sergideki işler bunu nasıl yansıtıyor?
Otel bir geçiş mekânıdır; başka tüm mekânlardan daha çok gidiş ve
gelişin yansıtıcı fikirlerini barındırır; içlerinde görünmelerin ve gözden
kaybolmaların göz kırpmalarını taşıyan iki kritik an. Müze olmayan bir sergi
mekânı söz konusuysa, ortaya çıkan aynı zamanda gelip geçicidir, bir
hedef ihtiyacından doğmuştur. Her sonucu yeni bir yaşamı takip eder, yeni
bir uyumun gelişebileceği bir ümittir. Bu da kimi zaman farklı sanat işlerini
birbirlerine kenetleyen bağı yansıtır, özellikle yüzleşmeye ve farklı bakışların
karşılıklı alışverişine dayalı bir kolektif sergisinde. Eğer mekanizma doğru
çalışırsa, ortaya çıkan bir tutam sihirdir, sonsuzlukta havada asılı kalmış bir
zarafet anı, başkaları ve kendimiz için yapılmış bir hediyedir.
enstalasyon ve mekânın
kuruluşu, seyİrcİlerİn farklı
bir bakış açışıyla İşlere bakma ve
sembolİk olarak “Hotel İtalia”
dİye adlandırılmış bu odaları
gezmelerİnİ öneren en hayati
nokta.
Yersizleştirilmenin ana noktalarınızdan biri olduğu düşünülürse,
İstanbul’daki en son gelişmeler ve Gezi Protestoları işlerinizi nasıl
etkiledi?
Gezi Parkı, tüm metropolitan yeşil alanlar gibi, şehrin dayattığı çılgın
tempodan uzaklaşma olanağı sunan bir mekân. Yavaşlayıp, düşünüp
kendinize dönebileceğiniz bir yer. Yaşanan tüm zorluklara rağmen bu
özel dönemde burada bulunduğumuz için kendimizi şanslı sayıyoruz.
Projemizin, bu denli büyük bir kolektif öz-bilinçlilik sürecinden ortaya çıkan
enerjiyle daha da güçlenerek ortaya çıkacağını düşünüyoruz ve sanatçılar
olarak araç gereçlerimizi bu değişim sürecine en iyi katkıyı yapabilmek için
bilemeye başladık.
Schermata
87
Hotel Italia
There are many rundown and empty buildings in the Tarlabaşı district,
why did you especially choose Hotel Italia and how does it refer to your
being from Italy?
Let’s say that for us places, as much as titles, have always been an important
point of departure, as they are signs which suggest ideas and make us think of
possible interventions. The physical place this time was Istanbul, a city where
we immediately felt the need to question ourselves. During our several inspiring
winter walks around the city, the vision of Hotel Italia in front of the Italian
Consulate, with its wrecked sign and shut doors and windows appeared to us as
a place gifted with a very special ‘out of context’ identity. We all live in Palermo,
so probably to immediately attract our attention was that glimpse so similar to the
mamma sfatta (“mama in rags”) that usually hosts us. “Hey, here it is!” we said to
each other. “Let’s enter the womb from where we came.” It’s here, in front of us.
So, yeah, we could say that Italy is the subject; Hotel is the direct object... and
Istanbul the verb.
Mixer Art Space is moving the
old and emptied Hotel Italia
in Beyoglu, Istanbul to its
exhibtion space. The exhibition,
realized with the Itailan artist
group Nostra Signora builds
a diyalog between the hotel
as a transition space and the
gallery space as a temporary
place for the artworks.
How did the project evolve? What have you discovered during the
process, did the exhibition happen as initially planned?
Upon discovering that it was impossible for us to work inside Hotel Italia, the
project changed radically. At that point we decided to metaphorically recreate
Hotel Italia within the space of Mixer, an art space located in the Tophane district
of Istanbul, which is coincidentally very close to the original intended site. The
Mixer team immediately understood and welcomed the project, respecting our
need to intervene on the characteristics of the space. Therefore, the impossibility
to work in the original space led us to de-contextualize it, however, not the hotel
itself, but an imaginary place where we were able to bring the same values.
This Duchampian relocation has allowed us to focus more on the content rather
than the container, thus strengthening the poetic qualities of our intervention. In
fact, we had to get to grips with ourselves and with Italy, its history, its politics, its
common places, its images, our memories... it was like looking at your-self in the
mirror… in other words: a spelling-book called Hotel Italia in Istanbul; a concept
that is may seem both a little Dada and Futurist at the same time. The symbolic
line on which we are still working on is to make this hotel a place of experience.
However, we too must understand that we can never neglect our experiences,
the first of which must lie never overlooking the act of creation itself.
The final installation, including the way the space is set up, is essential in our
quest in suggesting to the audience various points of view to consider when
admiring the works and walking through the symbolic rooms of ‘Hotel Italia’.
What kind of works came out of this encounter?
We believe experiences are related to memory, and that to be able to deal with
memory is to be able to both look beyond - and directly at yourself in detail - to
be able to take stock and reposition yourself in Istanbul most certainly grants one
an original and innovative point of view. The strength and uniqueness of this city
lies in its idealistic capacity of being able to welcome different cultures to a place
where it is almost compulsory for them to engage in a dialogue; and as we are
also Mediterranean, we were thankfully able to find many affinities with this city.
Therefore, in a sense the works are closely related to our roots, to those roots
that encompass a tradition that’s been about projecting oneself into the future.
As an artist collective, there are many things that inspire Nostra Signora and what
we appreciate most about working together is the opportunity of discovering the
aesthetic diversity achieved by each of our creative processes, being conscious
that we are all bonded by the need to cross into and beyond diverse cultures and
bring out the symbols in our individual experiences. Consequently, these universal
memories can only achieved by means of confrontation and exchanging in an
inter-cultural dialogue.
88
We can see traces of confrontation and tradition in the work(s) of Jesse Gagliardi,
more specifically in his works entitled ‘The Fall of Rebel Angels’ and ‘Terrestrial
Concept’. Using the contrasting feels of fabric and the remains of organs creating
interesting compositions, Philippe Berson’s sculpture entitled ‘Sacrifice’ also
plays with the themes of confrontation and tradition. Cultural memories are found
in abundance in Simone Mannino’s ‘The Symbolic Line’, a work that focuses on
the issue of language through the simulacra of Giordano Bruno and Pier Paolo
Pasolini, both of whom were revolutionary prophets forced to remain silent by
the regime and later murdered by the establishment. Memories of recent history
in Cesare Inzerillo’s installation which surrounds the topic of illegal building most
commonly seen in Italy during the 1970’s, and in retrospective appearing to
have several resemblances to today’s Turkey. Finally, Riccardo Scibetta looks
at memory as a legacy within the shift of generations in his photographs once
belonging to a family’s private collection of a Sicilian community; they remind us
of the universal and how values and gestures shift with time.
The final installation, including
the way the space is set up,
is essential in our quest in
suggesting to the audience
various points of view to
consider when admiring the
works and walking through the
symbolic rooms of ‘Hotel Italia’.
When you were initially planning the exhibition, did you have the idea of
the hotel as a temporary residential space and the exhibition space as a
temporary display space and if so, how are the works now reflected in
the exhibition space?
A hotel is a place of transit, a place where more than anywhere else the ideas
of arrival and departure seem so synonymous, a place where two very crucial
moments in life are hosted – filled with intermittent periods of appearances and
disappearances. In the case of an exhibiting space which is not a museum, what
comes to light are the transient qualities of the works which are redeemed from
the need of having an aim.
mutual exchange of different gazes. Successfully achieved, what comes to light
is a grain of magic, a moment of sheer grace floating in eternity, a gift which is
intended for all to appreciate.
Every ending is followed by a beginning, a hope from which a new harmony can
be developed, reflecting the bond that sometimes comes to tie different works of
art, especially in the event of a collective exhibition based on confrontation and
How have the latest developments in Istanbul, in particular the Gezi
Protests influenced your work as displacement seems to be one of your
main starting points in this exhibition?
Gezi Park, as all metropolitan green areas, is a place allowing people to take a
break from the frantic pace imposed by the city, a place to slow down, reflect
and go back to yourself. Despite the several difficulties of the recent months, we
feel lucky to have been at least been witnesses. We believe that our project will
come out strengthened by the vibrant energy created by such a great collective
process of self-awareness, and as artists, we’ve been sharpening our tools in
order to give the best possible contribution to this process of transformation.
Riccardo Scibetta, Hotel Lampedusa
89
Asar-ı Atika
Ancient Works
Mari Spirito ve Övül Durmuşoğlu projesi
A project by Mari Spirito and Övül Durmuşoğlu
Sanatçılar / Artists: Akram Zaatari, Rosella
Biscotti, Nilbar Güreş
Sanatsal ve arkeolojik araştırmayı bir araya
getiren bir proje olan Asar-ı Atika, küratör Övül
Durmuşoğlu, Protocinema’dan Mari Spirito’yu
ve sanatçılar Akram Zaatari, Rossella Biscotti
ve Nilbar Güreş’i, Anadolu Medeniyetleri
Müzesi’nde bir araya getirdi. Bu proje, Övül’ün
tanımı ile “farklı türden bir araştırma ile yaşanan
bir karşılaşma. Müze, hepimiz için birçok yeni
olanağın oluşmasını sağladı.”
Fotoğraf / Photography: Rosella Biscotti
90
Anadolu Medeniyetleri Müzesi (1921) Türkiye’nin en eski
müzelerinden biri ve Rossella Biscotti, Nilbar Güreş ve Akram
Zaatari gibi sanatçıları barındıran projeniz de, bu müzede yapılan
birkaç sanatsal araştırmadan biri. Bu projenin ana odağı nedir?
Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika başlıklı projemiz, birçok sanatçının
araştırma bazlı metotlar ile ortaya çıkan işlerine duyduğumuz ilgi sonucu
oluştu. Proje, spesifik olarak bu arkeoloji müzesine, “İçinde ne var?”, “Nasıl
tasarlanmış?”, “Tarihi eserler nasıl bağlamlandırılmış?”, “Erişim sağlamak
için gerekli bürokratik prosedürler neler?” gibi soruları, çağdaş sanatçı
ve küratörlerin gözünden bakarak sormayı amaçlıyor. Ayrıca, çok farklı
iki alanın araştırması, içerikler, hangi tarihin kime sunulduğu gibi yaklaşım
katmanları da mevcut. Hepimiz için asıl fikir, buna bakmak ve hangi
soruların ortaya çıktığını, “çağrışımlarımızın” ne anlama geldiğini görmekti.
Övül: Başlattığımız araştırma, bildiğimiz kadarıyla, türünün bu müzedeki
ilk örneği. Metotlarımızı besleyecek bağlamlara nasıl daha derinlemesine
bakabiliriz? Bazen kendi tartışmalarımız içinde o kadar kilitli kalıyoruz ki,
farklı düşünce yollarını açabilecek ince, önemli detayları göremiyoruz. Bu
yüzden karşılaşmalar, araştırmanın ilk hedefi olarak belirlendi. Örneğin,
Nilbar Güreş’in Arter’de, 2013 yılının Ocak ayında düzenlenen “Haset,
Husumet, Rezalet” sergisinde yer alan işlerinde portrelediği neolitik ana
tanrıça figürü ile karşılaşma. Bu üç sanatçının tüm işleri araştırma bazlı
metotları genişletmeye devam ediyor ve arkeolojik ögeler ile güçlü bir
diyalog içinde.
Bu proje ikinizi, Akram Zaatari, Rosella Biscotti ve Nilbar Güreş’i
Ankara’da nasıl bir araya getirdi?
Övül ve Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika, ICI mezunlarına yapılan ve
SAHA tarafından desteklendiği için Türkiye’de icra edilmesi gereken
bir araştırma projesi çağrısına cevap olarak doğdu. İkimiz de, iki yıl
önce, Brezilya’nın Minas Gerais eyaletinde bulunan Instituto Inhotim’de
düzenlenen ve bölgeye özel işlerin kabulü ve adaptasyonu ile ilgili konulara
odaklanan ICI “Curatorial Intensive” eğitim programına katılmıştık.
Türkiye’de bulunan bu tür bir müze, çağdaş sanat ile nadiren diyalog kurar.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin (örneğin, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin
aksine), şehrin içinde çok belirli kökleri ve amaçları vardır. Özellikle bölgeye
ve araştırma bazlı sanatsal metotlara olan ortak ilgimiz, bizi bu projede
bir araya getiren şey oldu. Övül aslen Ankaralı ve arkeolojiye olan ilgisi
nedeniyle, müzeyle uzun süredir devam eden kişisel bir bağı mevcut.
Mari, göçebe projesi Protocinema’yı geliştirmek için İstanbul’da yaşıyor ve
araştırmalarını İstanbul’un ötesine taşımaya çalışıyor. Bu yüzden, ilgilerimizi
birleştirmemiz ve yolculuğumuza oradan başlamamız oldukça organik ve
doğal bir şekilde gerçekleşti.
Hem Akram Zaatari, hem de Rossella Biscotti’nin bu çevre gezisi,
yerinde araştırma ile ilgileniyor olması bizim şansımızaydı. Zaatari’nin
devam eden Hashim Al-Madani araştırması, ikimiz için de büyük bir ilham
kaynağı. Ayrıca, kendisinin dOCUMENTA (13) için yaptığı Time Capsule
enstalasyonu, gelecekte bulunup bulunmayacağı belli olmayan bir mesaj
göndermek ile ilgiliydi. Kısmen gizlilik ile ilgili olan, başka bir şiiri ortaya
çıkardı. Rossella Biscotti için arkeoloji sadece bir hareket değil, bilgi ve
araştırma ile olan ilişkisini tanımlayan bir kavram. Bir hafta süren sürecin
ardından, SALT Ulus’da bir yuvarlak masa söyleşisi gerçekleştirdik.
Ek olarak, kahvaltı esnasında ve kahve içerken yaptığımız konuşmalar
arasından, yolculuğumuz boyunca bizimle kalanlar da mevcut. Üçüncü
ortağımız Nilbar Güreş, kendi bakış açısını New York’ta yapacağımız
konuşmamızda sunacak.
Hem Zaatari, hem de Biscotti’nin sanatsal metotları araştırma bazlı.
Bu müze için özellikle ne tür bir araştırma yapıldı?
Övül ve Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika içinde, müze müdüriyeti ile
iki adet toplantımız / söyleşimiz oldu. Bu ziyaretler sırasında, Müze’nin
sorumlu olduğu kurtarma kazıları hakkında bilgi aldık. Akram ve Rossella
ile Müze tasarımını, sunumunu ve anlatısını tartıştıktan sonra, bu eserlerden
bazılarının geldiği kazı yerlerini ziyaret ettik. Araştırmalarımız, bizi üç farklı
arkeolojik kazı yerine götürdü: yeni keşfedilen erken bronz çağı Çayyolu
Höyüğü, Ankara civarında bulunan, Frigyalılar’a ait Gordion, Yassıhöyük
ve Konya, Çatalhöyük’teki önemli neolitik yerleşim alanı. Kazı ekipleri
ile birebir konuşma ve daha fazla soru sorma fırsatımız oldu. Aramızda
yaptığımız ilk konuşmanın anahtar kelimeleri kazı yeri, peyzaj, arkeolojik kazı
yapma işi ve gömme oldu. Eserler çıkartıldıktan sonra, sahada bulunan
peyzajlara/izlere/insanlara/toplumlara ne olduğu ile ilgili sorular soruldu.
Sanatsal süreç ile arkeolojik süreç arasındaki ilişki nedir? Geçmiş ve antik
arasındaki etkileşim nedir? Sanatçılar, ilk üç sunum için (Ankara, İstanbul,
New York) söylemimizi iki film ile diyalog hâlinde formülleştirmeye karar
verdiler. Bu filmler, müzelerde bulunan eserler ve keşfedildikleri alanlar ile
olan ilişkilerimizin yanı sıra, her iki mekândaki fiziksel varlığımızın ne anlama
geldiği ile ilgili sorular soruyor. Shadi Abdel Salam’ın, 1969 (Mısır) yapımı
“The Night of Counting the Years” adlı filmi, Akram Zataari tarafından
kısmen izletildi ve tartışıldı. Buna karşılık olarak, Roberto Rossellini’nin,
1954 (İtalya) yapımı “Journey to Italy” adlı filmi, Rossella Biscotti tarafından
izletildi ve tartışıldı. Bu söyleşi kayıt altına alındı ve yakın zamanda İngilizce
ve Türkçe olarak basılacak. Coğrafyası, psikocoğrafyası ve tarihi ile Ankara
şehri, söyleşilerimizin arka planı hâline geldi. Ankara ve Konya’da beraber
tecrübe ettiğimiz süreç, işlerimizde icra ettiğimiz araştırmanın doğasına
da vurgu yaptı. Alanda bulunmak, bu süreç için çok önemli bir elementti.
Gelecekteki sunumlarımızda, bu konu ile ilgili daha fazla soru sormak
ve küratoryel bağlamda alan olarak araştırma ve araştırma olarak alanı
vurgulamak da istiyoruz.
Sanatsal yaklaşım açısından düşünüldüğünde, bu projede, müze ve
müzenin kültürel mirası ile ilgili daha önce söylenmemiş neler var?
Övül ve Mari: Şu an için, birçok arkeoloji müzesi gibi, Anadolu Medeniyetleri
Müzesi de bir genişletme ve restorasyon işlemine tabi tutuluyor. Bu yüzden
eserlerin yalnızca ana katmanlarını görme fırsatı bulduk. Müzeye daha önce
bizimki gibi bir talep ile gelen olmamıştı; çoğu zaman kendilerine başvuran
araştırmacılar arkeoloji alanından oluyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi,
istediğimiz şeylerin bazıları çok yoğun bir bürokrasi altında korunuyor. Bu
nedenle, geçirdiğimiz bir hafta, bu yapılar ile ilgili bir pilot çalışma olarak
değerlendirilebilir sadece. Bilgiye ulaşım konusunda resmi birçok kısıtlama
bulunduğu için, kişisel konuşmalar çok daha yararlı oldu. Aynı zamanda,
alternatif yaklaşımımız gayet hoş karşılandı. Merak ettiğimiz birçok şey
hakkında bilgi kazandık ve bu iş birliğinin farklı düzeylerde de devam
edeceğini umuyoruz. Gerçekten de daha yapacak çok şey var.
91
Asar-ı Atika, a project that brings artistic and
archeological research together, brought curator
Övül Durmuşoğlu, Mari Spirito of Protocinema
and artists; Akram Zaatari, Rossella Biscotti and
Nilbar Güreş together in Museum of Anatolian
Civilisations. This project, as Övül describes “is
an encounter with a research of different kind.
For the all of us, the museum opened up many
new possibilites.”
Fotoğraf / Photography: Rosella Biscotti
92
Museum of Anatolian Civilisations (1921) is one of the oldest
museums in Turkey and your project with the artists Rossella
Biscotti, Nilbar Güres, and Akram Zaatari, and is probably one of
the few artistic research on that museum. What is the main focus
of this project?
Mari: Our project - titled - Ancient Works / Asar-ı Atika - came from our
interest in many artists work that comes out of a research based practice.
The intention of the project is to look at this specific archeology museum
- What is in it? How it is designed? How are the artifacts contextualized?
What is the bureaucracy of getting access? ... and so on, with the eyes of
contemporary artists and curators. You also have the layers of approaches:
to research in two very different fields, to content, what history presented
for who? The idea was for all of us to look at this and see what questions
come up - what are our “evocations” – meaning.
Övül: The research we have started is the first of its kind, that we know of,
in this specific museum. How can we look deeper in the contexts that feed
our practice? Sometimes we are so locked in our own discussions that
we cannot see some finer critical details that may open up other ways of
thinking. Thus, the research is first aimed at encounters. For example, the
encounter with the neolithic mother goddess figure Nilbar Güreş portrayed
in her work commissioned for the exhibition “Envy, Enmity, Embarrassment
” at Arter, January 2013. All three of these artists’ work continue to
expand research based practice, and have a strong dialogue with the
archaeological.
How did this project bring you two and, Akram Zaatari and Rosella
Biscotti together in Ankara?
Övül and Mari: Ancient Works / Asar-ı Atika is a response to an open call
by ICI for a research project from its alumni to take place in Turkey, as it
was supported by SAHA. We had both participated in the ICI Curatorial
Intensive that focused on issues of commissioning and adaptation of
site-specific works and took place at the Instituto Inhotim in Minas Gerais,
Brazil, two years ago.
Museums of this nature in Turkey rarely converses with contemporary
art The Museum of Anatolian Civilizations has very particular roots
and intentions within the city (unlike İstanbul Archaeology Museum for
example). Our common interest in site specificity and research based
artistic practice brought us together in this research. Ankara is Övül’s
hometown, and she has a longtime attachment to the museum on a
personal level because of her interest in archaeology. Mari has been living
in İstanbul for developing her site-roaming project Protocinema, and is
interested in extending her research beyond Istanbul. Thus it was quite
organic and natural to combine our interests and start our journey there.
We were lucky that both Akram Zaatari and Rossella Biscotti were
interested to join in this excursion, on-site research . Zaatari’s ongoing
Hashim Al-Madani research is a great inspiration for both of us. Also, his
Time Capsule installation for dOCUMENTA (13) was a work about sending
a message that may or may not be found in the future. It revealed another
poetry , partially about concealment. For Rossella Biscotti archaeology is
not only a gesture but a notion defining her relationship with information
and research. We presented a roundtable conversation at SALT Ulus after
our week long process. In addition, we had many conversations we had
around breakfast and coffeetables, during our journeys that stay with us.
Nilbar Güreş, our third collaborator, will bring in her perspective in our
following talk in New York.
As Both Zaatari and Biscotti’s artistic practices are research
oriented, what kind of a research have been done about this
specific museum?
Övül and Mari: Within Ancient Works / Asar-ı Atika we had two meetings/
conversation with the museum directorship office. In these visits, we
found out about the rescue excavations this Museum is in charge of. After
discussing the museum design , display and narratives with Akram and
Rossella, we ended up visiting the sites where some of these artifacts
have come from Our inquiry brought us into the field to three archeological
sites: the newly discovered early bronze age Çayyolu Höyüğü, Phyrgians’
Gordion, Yassıhöyük around Ankara and the important neolithic settlement
Çatalhöyük, Konya. We had the opportunity to speak one-to-one with
the excavation teams working on site and ask further questions. Site,
landscape, the act of excavation and burying were our keywords in our
first conversation among each other Questions about what happens to
landscapes/traces/people/societies where artifacts are removed, after they
have been removed, came up. What is the relationship between the artistic
process and the archeological process? What is the interaction between
the future and the ancient? For the first of three presentations (Ankara,
Istanbul, New York) the artists decided to formulate our conversation in
dialogue with two films. These films ask questions about our relationship
to the artifact in museums, versus in sites where they are found; as well as,
what our physical presence means in both places. “The Night of Counting
the Years”, 1969, (Egypt) by Shadi Abdel Salam was presented in part and
discussed by Akram Zataari. As a response “Journey to Italy” 1954, (Italy)
by Roberto Rossellini was presented and discussed by Rossella Biscotti.
The conversation was recorded and will be available in print in English and
Turkish, forthcoming. The city of Ankara, its geography, psychogeography,
and history became the background of our conversations. The process
we have experienced together in Ankara and Konya also underlined the
nature of the research we conduct in our work. Being on the site was a
vital element of this process. In our future presentations, we would like to
ask further questions on this issue and highlight research as site and site
as research in the context of curatorial as well.
What does this project tell us about the museum and the cultural
heritage of the museum that has not been said before in terms of
artistic approach?
Övül and Mari: At the moment Museum of Anatolian Civilizations is
undergoing an extension and restoration as many archeaological museums
are. So we were able to see only the main strata of artefacts. It was the
first time museum had received such a demand like ours; most of the time
the researchers they receive are from the field of archaeology. Some of the
things we asked for are protected with an immense bureaucracy, as you
can imagine. Thus our one week involvement can be only considered pilot
study in dealing with these structures. Since there are many restrictions on
information on an official level, personal talks were much more useful. At
the sametime, our alternative approach was quite welcomed. We learned
about a lot of things we were curious about and hope this collaboration will
continue on other levels, as well. Indeed, there is more to be done.
93
SERGİLER / SHOWS
Çiğdem Asatekin
‘Gidebileceğimiz bir yer biliyorum’
‘I know a place where we can go’
Bergsen Bergsen,
17 Eylül 2013 / September 17, 2013
28 Ekim 2013 / October 28, 2013
Gidebileceğimiz bir yer biliyorum, sanatın temsil gücünün ışığında, önemli
bir soruyu görünür kılmaya çalışan bir proje: Umudu, umut mekanlarını ya
da umut mekanlarına dair pozitif/negatif beklentileri nasıl görünür kılabilir
ve buna dair nasıl bir farkındalık yaratabiliriz? Bir yanda 21.yüzyılın postmodern birey ve etiğiyle ve neo-liberal politikalar ekseninde, bedenlerimiz
mekanların içinde sinmiş durumda ve birey kendisini çıkmaz bir sokakta
ve yalnız hissediyor. Ama öte yandan New York, Stuttgart, Atina, Tunus,
Kahire, İstanbul ve daha birçok yerde görüldüğü gibi kamusal alanda
bir araya gelerek, tabiri caizse kamuyu bir daha tanımlıyor. Şu açık
ki, ütopyalar asla öyle kolay sindirilemiyor ve hiç beklenmedik anlarda
patlayabiliyorlar. Siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan birey ve toplum ne
kadar düşkırıklıkları yaşasa da, gidebilecekleri bir yer ararken ya da onu
yeniden yaratırken biliyorlar ki; “Sous les pavés, la plage!”
In line with the post-modern individual and ethics of the 21st century
and neo-liberal policies, our bodies stay cowered inside spaces and the
individual feels stuck in a dead-end street and alone. But, on the other
hand, as seen on New York, Stuttgart, Athens, Tunisia, Cairo, Istanbul
and several other places, they gather in public spaces and redefine
public, so to speak. It is obvious that utopias are hard to digest and can
burst at unexpected times. Even though the political, economic and
cultural disenchantments the individual and the society experience, when
searching for a place to go, or re-creating it, they know that: “Sous les
pavés, la plage!”
Antonio Cosentino, Suriye Serisi’nden / From Syria Series, 2 x 2,5 m
Tuval üzerine yağlıboya / Oil on canvas, 2011-2012
INtheVISIBLE
Arslan Sükan
Galerist,
11 Eylül 2013 / September 11, 2013
12 Ekim 2013 / October 12, 2013
INtheVISIBLE, galeri mekanını sorgulamaya, ‘‘beyaz küp’’ün kendisine
çağırıyor ziyaretçileri. Genç sanatçı Arslan Sükan, mekanla adeta bir tuval
gibi oynayarak post-modernizmle beraber galeri mekanının kendisinin bir
algı nesnesi haline gelmesini görünür kılıyor. Bağlamını kaybeden mekanın
kendisi bir içeriğe dönüşüyor.
INtheVISIBLE invites us to the ‘‘white cube’’ itself, question the gallery
space.Young artist Arslan Sükan plays with the gallery space as if it’s the
canvas and reveals the fact that within post-modernism the gallery space
became a perceptual object itself. The space looses its context and
becomes the content. Prepare yourselves for a gallery experience that will
worth your curiosity and excitement.
Arslan Sükan, İsimsiz/ Untitled, 12,86 x 130 cm,
C-print_2013.
94
Moving Spaces
Azade Köker
CDA Projects,
12 Eylül 2013 / September 12, 2013
6 Ekim 2013 / October 6, 2013
Azade Köker, CDA Projects’teki kişisel sergisinde kent kavramını temele
oturtuyor, ve kent üzerinden kentli insanı, insanlığın kenti ve kentin insanı
nasıl dönüştürebileceğini sorguluyor. Sergide Köker’in resim, video ve
enstelasyonlarını görebiliriz.
Azade Köker bases her exhibition on the concept of city, and questions
urbanity, how people change the city and how city can change the people.
Köker’s paintings, installations and videos can be viewed at the exhibition.
Azade Köker, Tempo in Forest, 2013, Mixed Media, Video, 150x250 cm
Özgürlük Parkı – Tanrıya
Güveniyoruz
Freedom Park – In God
We Trust
Bjorn Melhus
Dirimart,
Eylül 2013 / September 2013
Alman – Norveçli medya sanatçısı Bjorn Melhus, kişisel sergisiyle
Dirimart’ta. Amerikan dolarının üstünde şu yazar: Tanrıya güveniyoruz.
Melhus için bu cümle, dini kapitalist politikanın bir simgesi, ve seküler
bir toplum olarak tanımlansa da bu söylem değişmiyor. Aynı kapital-din
sentezini günümüzde Türkiye’de de izlediğini belirten sanatçı,
son dönemde Türkiye’de yaşanan toplumsal hareketleri ise
bir araç haline getiriyor ve sergisinde Gezi’den parçalar kullanıyor.
German-Swedish media artist Bjorn Melhus is hosted by Dirimart for his
solo show. Its says on the American dollars: In God we trust. For Melhus,
this sentence is a symbol of religious capitalist policies, and USA being
defined as a secular society doesn’t change this statement. Stating that
he sees the same capital-religion synthesis in Turkey now, the artist uses
partial images from Gezi Park protests and uses this recent societal
movement in Turkey as a tool.
Bjorn Melhus, Liberty Park Sketches
95
Vortex
Daniel Canogar
Vortex, dijital baskı / digital print, 73.9 x 272 cm, 2011
Art ON the Gallery,
10 Eylül 2013 / September 10, 2013
5 Ekim 2013 / October 5, 2013
Daha önce Contemporary Istanbul’da Art ON standında Spin isimli enstalasyonunu izlediğimiz yeni medya sanatçısı Daniel Canogar, kişisel sergisiyle
İstanbul’da. İşlerini hazır nesneler üzerine kuran ve batık nesnelerden ilham alan Canogar’ın fotoğraf ve enstalasyonlarını bu sergide izlenebilir.
Last year, we have seen his installation Spin at Art ON’s booth in Contemporary Istanbul. Now, new media artist Daniel Canogar will be in Istanbul with his
solo show. Canogar’s photographs and installations, who puts ready made objects in the center of his artistic practice and inspires from sunken objects
can be seen at this exhibition .
Her Şeyden Sonra
After All
Siemens Sanat,
11 Eylül 2013 / September 11, 2013
13 Kasım 2013 / November 13, 2013
Siemens Sanat sezona Avrupa Kültür Derneği ile işbirliği içinde
gerçekleştirdiği proje Her Şeyden Sonra ile başlıyor. Geçtiğimiz 10 yılda
kültür alanında nelerin değiştiğini sorgulayan proje kapsamındaki sergi
Genleşme’de, daha önce Sinop Bienali’nde izleme fırsatı bulduğumuz
13 ülkeden 21 sanatçının işleri yer alacak. Proje kapsamında forumlar da
gerçekleşecek.
Siemens Sanat starts the season with its project After All, in corporation
with European Cultural Association. The project questions the chages that
happened in the cultural sector in the last decade. The project exhibition
Expansion presents the works by 21 artists from 13 different countries that
we had the chance to see in the last Sinop Biennial. Forums will also take
place during the exhibition.
96
İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar
Everyone Carries a Shadow
Lale Tara
Galeri x-ist,
10 Eylül 2013 / September 10, 2013
16 Ekim 2013 / October 16, 2013
10 Eylül’de x-ist’te Macaristan’ın terkedilmiş binalarıyla karşılaşıyor izleyici.
Lale Tara, kendi kurguladığı 12 sahneyi, Macaristan’ın değişik bölgelerindeki
atıl, terk edilmiş yerlerinde fotoğraflamış. İşler, aynı zamanda Jung’un
insanın gölgesi öğretisine gönderme yapıyor.
The viewer meets Hungary’s emptied buildings on September 10th. Lale
Tara photographed 12 fiction scenes in the abandoned places at different
regions of Hungary. The works also refers to the Jung doctrine, the
shadow of men.
“Card players”, Fotoğraf / Photography, diasec, 120 x 180 cm, 2012
Kayıp
The Loss
Daire Sanat,
4 Eylül 2013 / September 4, 2013
5 Ekim 2013 / October 5, 2013
Daire Sanat, 4 Eylül’de Ahmet Duru, Buğra Erol, Candan Öztürk, Deniz
Rona ve Evrim Kavcar’ın yer alacağı Kayıp isimli sergisiye ev sahipliği
yapıyor. Sergi, kaybetme hissini, toplumsal ve kişisel ani değişimler
üzerinden ele alıyor ve disiplinlerarası bir deneyim sunuyor.
Daire Sanat brings Ahmet Duru, Buğra Erol, Candan Öztürk, Deniz Rona
and Evrim Kavcar together at the exhibition ‘‘The Loss’’ from September
4th on. The exhibition discusses the feeling of loss through societal and
personal sudden changes and presents a interdisciplinary experience.
Ahmet Duru, “Patlama I”, Kağıt üzerine karakalem, Charcoal on paper, 54x69 cm, 2013
Ters Köşe
Işıl Eğrikavuk
Egeran Galeri,
5 Eylül 2013 / September 5, 2013
5 Ekim 2013 / October 5, 2013
Işıl Eğrikavuk ,Ters Köşe / Reverse Corner 2013
Video yerleştirme / Video installation
Geçtiğimiz senenin Full Art Prize ödüllü sanatçısı Işıl Eğrikavuk, yeni video
enstalasyonu Ters Köşe’yle Eylül ayında Egeran Galeri’de olacak. Gezi
olaylarından etkilenerek ürettiği işte sanatçı halkın politik kamusal alan
kullanımının önemini vurguluyor.
Işıl Eğrikavuk, last year’s Full Art Prize winner, will be in Egeran Gallery in
September with her new video installation Ters Köşe. The artist keynotes
the importance of the community access to political public spaces.
97
Green Flower Street
Tate Modern,
13 Eylül 2013 / September 13, 2013
12 Kasım 2013 / November 12, 2013
Barselona’daki Tatiana Korouchkina Galeria d’Art’ın 13. İstanbul Bienali’ne
paralel olarak gerçekleştireceği serginin küratörlüğünü Ariel Roger
üstleniyor. Sergi adını Donald Fagen’in Green Flower Street şarkısından
alıyor. Farklı teknik ve malzemelerle çalışan sanatçılardan oluşan bu grup
sergisinde işlerin ortak noktası, ‘kırılganlık’. Bu kırılganlık; politik, sosyal ve
çevresel durumları etkilediği gibi tüm zorluklara direnen bir yapıya sahip.
Ariel Roger is the curator of the exhibition that will take place concurrently
with the 13. İstanbul Biennale, organized by Barcelona based gallery,
Tatiana Korouchika Galeria d’Art. The exhibition takes its name from a
Donal Fagen song called Green Flower Street, and is a tribute to the
musician. In this group exhibition which brings artists from different
backgrounds using different techniques and materials, the works share
a common concept as ‘fragility’. This concept has a structure which
both effects political, social and environmental conditions and resists all
challenges.
Adres/Address: Lüleci Hendek Sok. No. 50 Galata – Istanbul
Pietro Ruffo, Liberty House, 2011
Rebecca Turner, Lunar
98
‘Diorama Maps’
Sohei Nishino
Sanatorium,
11 Eylül 2013 / September 11, 2013
12 Ekim 2013 / October 12, 2013
Sohei Nishino, Jerusalem, 110x116 cm 2012-2013
Photounder courtesy of Michael Hoppen Gallery
Sergi, Nishino’nun Osaka Üniversitesi’nde henüz öğrenciyken başladığı
ve halen devam eden Diorama Maps serisinden örnekler taşıyor. Diorama
Maps serisi, Nishino’nun seçtiği şehirlerin sokaklarını yürüyerek gezdiği ve
bu esnada fotoğrafını çekerek kayıt altına alarak kendi hafızasında yeniden
yarattığı çok katmanlı ve büyük boyutlu haritalarından oluşuyor. Her
harita, Nishino’nun çektiği fotoğrafların yine kendisi tarafından basılması,
kesilip yapıştırılması ve ardından üretilmiş olan kolajın fotoğrafının çekilmesi
süreçlerini içeren bir çalışma sonucunda ortaya çıkıyor.
The exhibition includes the works from the Diorama Maps series that
Nishino started as a student in Osaka University. Diorama Maps series
consist of large and multi layered maps reconstructed by Nishino’s
memories by walking the streets of the city he chose and recordings of
this walk as photographs. Each map is the result of an intense preparation
period in which the artist prints the photos by himself, cuts and glues them
and takes the photo of the final collage.
Görünürdeki Yazar
The Apparent Author
Meriç Algün Ringborg
Galeri Non,
12 Eylül 2013 / September 12, 2013
Serginin referans noktası Oxford İngilizce Sözlük ve içinde yer alan örnek
cümleler. Algün Ringborg bu sergi için her biri temelinde kısıtlar dahilinde
üretimi ve yaratmayı sorgulayan bir dizi yeni çalışma ortaya koyuyor. Bu
işler hali hazırda yazılmış satırların aralarından bir anlam çıkarma ihtimaline
göz atarken, aynı zamanda bunun nasıl bir anlam olabileceğini de inceliyor.
Serginin tamamı sözlükte bulunmuş, bir takım talimatlar içeren ve yol
gösterici niteliği taşıyan cümleler üzerinden kurulmuş.
Aralarında bir sesli anlatı, iki video ve bir roman taslağı bulunan işlerin hepsi
aynı metodoloji ile hazırlanarak yazma/yazar fikrini karakterize ediyor.
The exhibition has a distinct reference, The Oxford English Dictionary
and its exemplifying sentences. For this exhibition Algün Ringborg has
constructed a new series of works each of which explore the act of
making and creating through this particular constraint. It is an exploration
into the possibilities of making sense between the lines of the already
written, examining also what type of sense that is. The whole exhibition
is constructed through a set of instructive sentences found in the
dictionary. Amongst other works there is an audio narrative, two videos
and a manuscript for a novel – all characterizing the idea of an author and
constructed using the same methodology.
Meriç Algün Ringborg, On Writing 2013
150 blank books
330 x 15 x 21
99
Marjinal Devrim
Marginal Revolution
Kuad Galeri,
10 Eylül 2013 / September 10, 2013
10 Kasım 2013 / November, 10 2013
Küratörlüğünü Max Presnill ve Gül Çağın’ın üstlendiği Marjinal Devrim,
siyasi konuları sorguluyor. Sergiye katılan sanatçılar, sivil haklar, özgürlük
kavramı ve finansal güç arasındaki ilişki gibi kavramları araştırıyor ve
topluma söylem alanı yaratmaya çalışıyorlar. Birçok siyasi ve toplumsal
sorunlu ilişkinin sorgulamasını görebileceğimiz sergi Kuad’da.
Curated by Max Presnill and Gül Çağın, Marginal Revolution questions
political issues. The artists analyze concepts like civil rights, the relations
between freedom and financial forces and they try to provide an expressive
platform to the public. The exhibition which we can see the examination of
various political and societal problematic issues, is waiting for us in Kuad.
Chad Person, Drone, 2013,
US currency on canvas over board, 23 x 31 cm,
courtesy of the artist and Mark Moore Gallery
Resim
Mehmet Ali Uysal
Pi Artworks Galatasaray,
11 Eylül 2013 / September 11, 2013
26 Ekim 2013 / October 26, 2013
Mehmet Ali Uysal, 2013,
‘’Painting’’ serie, architectural installation,
variable dimensions.
100
Pi Artworks’te, bomboş, bembeyaz bir beyaz küp karşılıyor izleyiciyi.
Hem resmin güncel sürecini, hem de galeri mekanının dönüşümünü
sorgulayan Uysal, sergisinde resimlerini ve yerleştirmelerini mekanla
birleştiriyor ve izleyiciyi üretimi kendisinin tamamlaması üzerinden zorluyor.
At Pi Artworks, an empty, totally white cube meets the audience.
Uysal, who questions the process of a painting as well as the
transformation of the gallery space, conjoins his works with the gallery
space and pushes the viewer to complete the artwork themselves.
Connecting the Dots: Atölyeler
Connecting the Dots: Workshops
Pera Museum,
6 Ağustos 2013 / August 6, 2013
22 Eylül 2013 / September 22, 2013
Geçtiğimiz Haziran’da İstanbul’da gerçekleşen Marmara Üniversitesi Öğrenci
Trienali atölye sergisi, Eylül ayının sonuna kadar Pera Müzesi’nde görülebilir.
Gerçekleşen toplam 38 atölyenin 13’ünde üretilmiş işlerin bir seçkisinden
oluşan sergi, Connecting the Dots trienalinin güzel bir özetini sunuyor.
Marmara University Student Triennale -which took place in Istanbul last
June- workshop exhibition can be seen in Pera Museum till the end of
September. The exhibition is formed from selected works from 13 of
the total 38 workshops that took place, and gives a very good idea of
Connecting the Dots triennale.
Mimi Misaki,Cabinet of Curosities 2
Döngülerde İlerlemek
Moving Forward in Circles
Cengiz Çekil & Açık Telefon Kulübesi / Nilbar Güreş
Rampa,
14 Eylül 2013 / September 14, 2013
12 Ekim 2013 / October 12, 2013
Rampa, sezon başında iki ismi birden ağırlıyor. İlk kişisel sergisi yine Rampa’da Vasıf Kortun küratörlüğünde
gerçekleşen, 2011’de MoMA’da da işleri sergilenen Cengiz Çekil ve işleri 11. İstanbul Bienali de dahil olmak üzere
birçok uluslararası platformda sergilenmiş Nilbar Güreş, aynı sergide bir arada.
Rampa welcomes two different names at this first exhibition of the season. Cengiz Çekil, whose first solo
exhibition shown in Rampa, curated by Vasıf Kortun and exhibited in MoMA in 2011 comes together with Nilbar
Güreş, previously exhibited in various international platforms including the 11. Istanbul Biennial.
Biz Vardık, Biz Yoktuk
Merve Üstünalp
artSümer,
5–28 Eylül 2013 / September 5-28, 2013
Biz Vardık, Biz Yoktuk’ta Üstünalp, kendi geçmişi ve deneyimleri üzerinden
ataerkil toplumdaki kadını işlerinin temeline alıyor. Hem bir eleştiri, hem
bir toplumsal sorgulama görüyoruz işlerde. Kendine has ironilerle dolu bu
sergi, artSümer’de Eylül ayı boyunca sürecek.
In Biz Vardık, Biz Yoktuk, Üstünalp bases her works on the women in a
male-dominated community through her own past and experiences. We
can see both a critical point of view and a societal examination in the
works. This exhibition, full of specific ironies of its own, can be seen in
artSümer in September.
101
CI Events
Venice Biennale
102
Art Basel Event
103
BCAC
Art Dubai Event
104

Similar documents

buraya

buraya Tarih:11/11/2014 Sayı:5041

More information

kültür yöneticileri değişimi

kültür yöneticileri değişimi katılımcılarının her birine ortaklık kurdukları kişi/kurumların faaliyet gösterdikleri şehirlerde on iki gün geçirme imkanı sağlıyor. Bu ziyaretler, uluslararası işbirliklerinin geliştirilmesine ol...

More information