sayı 14-2 - ODA Sanat

Transcription

sayı 14-2 - ODA Sanat
ODA
haziran - temmuz - ağustos
Hollanda 1. Türkçe Yazarlar Platformu birinci kuşak ve genç yazarları biraraya getirdi...
ODA yazarlarının yeni kitapları...Kazım Cumert’le söyleşi...Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi
bekliyor...Tim kuluçkacıları
Hollanda’nın
Yazarları
Kazım Cumert
Fikir Yonga
Sinan Tabanlı, Sadık
Yemni
Öyküler
Alper Bilgili, Erol Çelik,
Sadık Yemni, Abdullah
Konuksever, Hasan
Türkel, Nazan Bilen,
Ezgi Gürçay, Atilla İpek
Mektuplar
Gülücük Hatun,
Kazım Cumert
Şiirler
Can Sever, Handan
Kalsın, Faysal Apak,
Mürvet Sarıyıldız, Yeter
Akın
Kitaplık
Satranç ve şövalye,
Şiiri fetheden
kadınlar
14. SAYI
Editörden
Haberler......................................................................................................................... 4
Sadık Yemni- Birinci Reklameş Cinayeti........................................................................ 8
Nazan Bilen - Hatır Hutur Hatıra.................................................................................. 11
Erol Çelik - Uyan Artık.................................................................................................. 14
Hasan Türksel - İzmir - Amsterdam............................................................................. 17
Alper Bilgili - Engel ......................................................................................................
24
Handan Kalsın - Çikolata Böceği.................................................................................27
Ezgi Gürçay - Kabus Silici............................................................................................ 28
Abdullah Konuksever - Çizilmedik Karizma................................................................. 33
Tuğba Cincil - Kırmızı Kukuleta ................................................................................... 35
Atilla İpek - Maç Papazı ..............................................................................................
36
Gülücük Hatun - Çocukluğum Olmak İster misin?...................................................... 38
Faysal Apak- Tarih Çizgisinde Taş Oynatmak.............................................................. 38
Atilla İpek - Hollanda’nın Türkçe Yazarları:Kazım Cumert............................................39
Kazım Cumert - Anamın Türküsü................................................................................. 42
Yeter Akın - Esinti......................................................................................................... 45
Handan Kalsın - Şiirler............................................................................................45 -46
Can Sever- Şiirler.......................................................................................................... 47
Sadık Yemni - Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor.................................................. 48
Sinan Tabanlı- Tim Kuluçkacıları ................................................................................
52
2
Sarı sıcak 14 Sevgili Oda okurları, yılın en uzun
günü yaklaşırken üç aylık dergimiz de
kıvamına erişti ve kendini okurların ilgi
kalıbına döküverdi. Hollanda’da Türkçe yazanlar
1980 başlarında eser vermeye
başladılar. Aradan neredeyse 30 yıl
geçti. 3 Mayıs 2009 Pazar günü
Hollanda’da Türkçe yazan yazı
insanları bir iki eksiğiyle neredeyse
tümü Amsterdam’daki Anadolu
Vakfında bir araya gelerek tarihi bir
birliktelik sergilediler. Oda dergisi,
Platform dergisi, Sadık Yemni ve Atilla
İpek bu tarihi buluşmanın mimarı
oldular. Ğ – Yumuşak G adlı edebiyat
dergisi edebiyatseverle buluşmak için
kendi tarlasına harf ekiyor. Ğ’ye
başarılar ve uzun ömürler diliyoruz. Erol Çelik’in Satranç ve Şövalye
adlı kitabı, on gerilim öyküsüyle bu
türü sevenlerin beğeni
basamaklarında adım olmaya talip
oluyor. Mürüvvet Sarıyıldız’dan 6
bölümden oluşan ‘Şiiri Fetheden
Kadınlar’ kitabının tanıtım yazısına yer
verdik. Öykü odamızda yaz bereketi
olmalı tam 10 adet öykümüz var.
Sadık Yemni’den Birinci Reklameş
Cinayeti, Nazan Bilen’den Hatır Hutur
Hatıra, Erol Çelik’ten Uyan Artık,
Hasan Türksel’den İzmir-Amsterdam,
Alper Bilgili’den Engel, Gülücük
Hatun’dan Çocukluğum Olmak İster
misin?, Ezgi Gürçay’dan Kâbus Silici,
Abdullah Konuksever’den Çizilmedik
Karizma, Atilla İpek’den Maç Papazı
ve Kazım Cumert’den Anamın
Türküsü. Şiir odamıza 5 şairimiz 8 şiiri ile
katılıyor. Tuğba Cincil’den Kızıl
Kukuleta, Yeter Akın’dan Esinti,
Handan Kalsın’dan Bana bak benim
adım sevda, Şeytani Aşk ve Bir
Mizansen miydi Aşk?, Faysal
Apak’tan Tarih çizgisinde taş
oynatmak ve Can Sever’den Dört
Mevsimler melodisi ve Dans. Fikir Yongalama tarzında iki
yazımız var. Sinan Tabanlı’dan Tim
Kuluçkaları ve Sadık Yemni’den
Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi
bekliyor. Tüm okurlarımıza keyifli ve bol
esin üfürtülü bir yaz diliyoruz.
1855 - İllustrated London News
Tophane - James Robertson
3
HOLLANDA
1.’Türkçe Yazarlar’ Platformu
Fehmi Özgök
Sadık Yemni
Hollanda’da Türkçe
yazan yazarlar 3 Mayıs
2009 tarihinde Platform
dergisinin çatısı altında
Amsterdam Anadolu
Vakfı’nda bir araya geldiler.
arada ben
şekilde kullanmaya teşvik
son yirmi beş etmek ve yazabilecekleri
yıl içinde
verimli ortamı sağlamaktır.”
düzenlenen
tüm öykü
HOLLANDA, 1. ‘Türkçe
Yazarlar’ Platformu şu
şekilde gerçekleşti:
12.30 ile 15.00 arasında
otuz kadar yazar birlikte
yarışmalarının yemek yiyerek
Polat’a Avrupa’da Türkçe
yazıma yaptıkları katkı için
podyumda teşekkür edildi.
Bu yazarlarımız özetle
hissiyatlarını dile getirdiler
ve yapıtlarından kısa
öyküler okudular.
Sunuculuğunu şair ve
öykücü
Ezgi
jürisinde yer almıştım.
Kendim de harıl harıl
yazmaktaydım. 2005 yılında
HTYK’nün, Hollanda Türk
Yazarlar Kulübü’nün
başkanı seçilmiştim. Bu
deneyimlerin ışığında
Yazar Sadık Yemni 1.
Hollanda’daki Türkçe yazım
‘Türkçe Yazarlar’
a Koç
sürecini çok iyi
, Şeyd
n
e
il
Platform’unun kuruluş
nB
Naza
tanımaktaydım. Oda
rçay,
ü
G
i
sürecini şöyle özetledi:
Ezg
Dergisi’nde seksenli
“2007 yılının başında Atilla
yıllardan bu yana yazarlık
İpek ile dijital bir Oda
sohbet Gürçay’ın yaptığı program
yapan yazarlarımızın
Edebiyat ve Felsefe dergisi
şiirlerin okunması, Aşık
ettiler, tanıştılar ve hasret
portrelerini yayınlamaya
başlattık.
Çağlari’den nefis bir müzik
başladık. Sonra bu portreler giderdiler. 15.00’den
www.odasanat.org
itibaren ana salona geçildi. dinletisi ile devam etti.
Ebubekir Turgut beyin
Hüseyin Kerim Ece
İlk olarak Fehmi Özgök,
Platform dergisinde
tarafından 5. Avrupa Şiir
Hürrem Efe ve İsmail
yayımlanmaya
Yarışması sonuçlarının
başladı.
açıklanması ve genç
Ardından bu
yazarların öykülerini
organizasyonu
okumasıyla sona erdi.
gerçekleştirdik.
Benim şahsen
en büyük
Hürrem Efe
amacım,
politikadan,
Amacımız genç yazarlara
ideolojilerden
bir teşvik alanı açmaktı. İki
ayda bir çıkan dergimiz kısa bağımsız
soldan sağa: Ali Şerik, İsmail Polat, Fehmi
olarak genç
zamanda genç yazarların
yazarları güzel Özgök, Sadık Yemni, İbrahim Eroğlu, Hürrem
yeteneklerini sergiledikleri
Efe, Kazım Cumert
bir platform haline geldi. Bu Türkçemizi en
yetkin bir
4
'bir edebiyat eylemi': ğ
Dergilerin, gazetelerin
bir bir kapandığı ekonomik
krizin ortasında yeni bir
edebiyat dergisi, kendi
deyimleriye yeni bir ' bir
edebiyat eylemi' doğdu: ğ
Yumuşak ge'ye hoşgeldin
diyor, başarı ve uzun
ömürler diliyoruz. Dergi
hakkında daha fazla
bilgiye sitelerinde
ulaşabilirsiniz:
yumusakge.com
Aşağıda
derginin sitesinde de
yer alan 'ğ
manifestosu'nu
yayınlıyoruz. Yurt
dışında yaşayanlara
ayrıca iyi bir haberi de var
Yumuşak g'nin: 'Yurt dışı
abonelik ücretimiz yurt içi
ile aynıdır...' Yani abonelik
Bedeli (4 dergi karşılığı)
Kişiler için 24 TL
Öğrenciler için 16 TL
''ğ manifestosu
“bırakın dedik
konuşulacaksa
karar konuşulacak bu
sofrada
evet baba…”
Dünyada bir hayaletildi.
Ğ hayaleti…
Dergiler adeta şair
mezarlığı, başında kargalar
nöbet tutmakta. Varolan
boşlukta edindikleri geçici
mekanlarını ve imtiyazlarını
kaybetmemek adına hazin
ve umutsuz bir çaba içinde
“profesyonel dergicilik”
deyip biçtikleri kendi
donlarında “kadrolu
yazarlar”ının gak’larını bir
mahsülmüşcesine ortaya
koyuyorlar. Konduğu dala
şehvetle sarılan kargalar,
kimi zaman serçeleri, kimi
zaman bülbülleri ve hatta
kimi zaman kendi
hemcinslerini bertaraf
ediyorlar.
Edebiyat zamandışı bir
eylemdir. Artık
sıradışı sözlerin, anlamsız
dizelerin, romantik
imgelerin, herkesin
okuyabileceği fiyatta
kitapların olsun, ismin
piyasadan silinmesin.
Genç yazar yaptı mı
saçmaladığı, acemilik
ettiği, yıllanmış yazar
yaptı mı “Üstad yine
yeni bir şeyler
denemiş” dendiği
devir
kapanmıştır.
Bütün
hiyerarşiler,
kıdemler,
kıdem
aylıkları,
çeteler,
Kaybolduğunda,
bozulduğunda, yırtıldığında
telafi edebildiğiniz, yerine
yenisini koyabildiğiniz bir
şeyin kıymeti yoktur. Cemil
Meriç, Bu Ülke’de der ki:
“Şuursuz bir büyücü
Gutenberg! Işığı paçavraya
hapsetmiş. Yüzyılları
kutularla doldurmuş
Gutenberg’in çocukları,
peygamberleri işportaya
dökmüş; tuğla kadar değeri
kalmamış dehanın. Eflatun,
bir sokak kadını gibi her
isteyenin yatağına koşuyor.
Don Kişot futbol maçı
biletinden ucuz.”. O halde,
her derginin, kitabın,
matbaa ürününün şahsiyet
kazanması, sahibinde iyelik
duyguları uyandırması,
aynılarından ayrılması
gerekmektedir. Bu da
cildinden, kağıdından
ziyade içeriğiyle
mümkündür. İçerik; yalnız
sayfalara basılmış yazılardan
örgütler, ibaret olmayıp, okuyana ve
üyelikler, üyelik
okunduğu hâle göre
aidatları, körler, sağırlar
değişiklik gösteren bir
ve dahi birbirini ağırlamalar mahiyettedir. Ancak böyle
kaldırılmıştır. Edebiyatın
bir matbunun yerine yenisini
damarlarımıza işlemiş
parayla, nüfuzla, tirajla,
tüketim anlayışının içine
koymak mümkün olmaz. Şu
okurla
ilişkileri
iptal
halde, alelade okuyuculuk
sığabilecek bir nesne
edilmiştir. Kişisel çıkarlara,
da yasaklanmıştır.
değildir. Oysa dergicilik
fasit
ideolojilere
alet
Yazarı, okuyucusu ve
esnaflığa dönüşmüştür.
edilmesi
yasaklanmıştır.
aralarındaki
bütün
Dergi dağıtmakla sakız
İsimlerin üstünde
satmanın yöntemleri, akıl
araçlarıyla bu camia,
yükselmiş
eserler
ve
ivedilikle kendine çeki
sahiplerini tasalandıracak
isimlerin ardına saklanıp,
düzen vermeli, edebiyata
şiddette aynılaştırılmıştır.
eserlerine
gereken
saygıyı
yitirdiği itibarını yeniden
Ortak yöntemin adı:
göstermeyen,
güvenmeyen
iade etmenin yollarını
Pazarlama teknikleri! Sürekli
yazarlar yok sayılmıştır.
reklamın, gösterişli
ÂRAmalıdır.
Yazar
ve
eser
sonsuza
kadar
Hal böyleyken;
ambalajın, yurt çapında
Biz buradayız sevgili
dağıtım ağın olsun, tezgahın birbirinden ayrılmış, esere
hak
ettiği
değer
geri
okur, ya sen nerdesin?''
boş kalmasın. Güzel bir
verilmiştir.
gülüşün, afilli bir ismin,
5
Satranç ve Şövalye
eyula’nın yazarı Erol Çelik’ten, gerilim öyküleriyle
dolu ikinci kitap.
Cinnet öyküleri devam ediyor!!
gerçeği,
on değişik öykü ile mercek altına alıyor…
Korkmayın…
Nede olsa, her canlı bir gün ölümü tadacaktır.
İÇİNDEKİLER:
Uyan Artık:.........................9
Beyaz Adamlar:......................17
Son Bölüm: ...…....................101
Trafik: .…………....................128
Neş’et-i Sâniyye Teknesi: ….168
Sıfır: ……………………..……188
Konuşun Benimle: …………..212
T: ………………………..……..221
Kireç Kokusu: ………………..238
Kıyamet: …..………………….329
Yazar: Erol Çelik
Genel Yayın Yönetmeni: Ahmet İzci
Editör: Sezen Yeğin
İç Tasarım: Adem Şenel
Kapak: Hatun Özge Ünal
1.Baskı : Mart 2009
AVRUPA YAKASI YAYINLARI
Sayfa : 352
(Bu sayımızda kitabın giriş öyküsü olan 'Uyan Artık' ı
yayınlıyoruz!)
Sabahın ilk ışıklarında, sıcak yatağından uyuşuk bir
şekilde kurtulmaya çabalarken, kulağına
O akşam öldürüleceğin fısıldansa…
Günün nasıl geçerdi?
Ya da; ana yola o kadar süratli girdiğinde; takla
atacağını önceden izleyebilseydin…
Yine de gaza o kadar basar mıydın?
“Tetiğe basmadan önce sırıtıyordu;
Ne de olsa, kaderini bir başkası çizmişti.”
-son bölümYazarımız; ikinci kitabında da gündelik hayatın
karmaşasında unuttuğumuz
ancak bir kalp atımı kadar yakın ve ani olan salt bir
EROL ÇELİK
1973 Artvin doğumlu.
İTÜ Düzce MYO Kontrol Sistemleri okudu. Dokuz yıl
radyo spikerliği ve programcılığı yaptı. Süper FM, Joy FM,
Lokum FM gibi radyolarda çalıştı.
Şu an, yedi yıldır NTV’de, ses operatörü olarak
çalışıyor.
“Heyula” isminde, öykü kitabı yayınlanmıştır.
Senaryosunu kendi yazdığı kısa filmler çekiyor ve
festivallere katılıyor.
Yönetmenliğini yaptığı kısa filmler:
Son İstek. 2008: (senaryo ve yönetmen)
Sandıklı Gelin Efsanesi. 2008: (senaryo ve yönetmen)
Vasiyet. 2007: (Senaryo ve yönetmen)
İletişim:
[email protected]
6
Şiiri Fetheden Kadınlar
şairlerimiz tek tek ele alınmış ve
poetikalarına yer verilmeye çalışılmış.
5. bölümde Kıbrıslı kadın şairler ve
şiirlerinin özellikleri ele alınmış,
6. bölüm yani son bölümde ise Diğer
ülkelerdeki "ilk kadın şairler" hakkında
bilgiler verilmiş.
Ulaşım adresi:
[email protected]
Hükmü Yok Şiirin
Dergimizde de şiirleri yayınlanan
Mürvet Sarıyıldız'ın ilk kitabı çıktı: Şiiri
Fetheden Kadınlar. Sosyal Güvenlik
Kurumunun desteğinde çıkan "Şiiri
Fetheden Kadınlar" adlı eser
araştırmacının ilk çalışması.
Bu çalışma 6 bölümden
oluşmakta.
1.Bölümde neden kadın şairler azd
ır ve kadından şair olur mu gibi
sorular incelenmiş olup "Kadın
şairlerin de bu konudaki görüşlerine
yer verilmiş.
2.Bölümde ise İlk bilinen kadın
şairden Selçuklulara ve Osmanlı
dönemindeki kadın şairlerin özellikleri
ele almış;
3.bölümde Osmanlıdan Cumhuriyet
dönemine geçişte kadın şairler
incelemiş.
4. bölümde ise; son dönem kadın
Sana şimdi uzun yılların ardından
Sisle örülmüş anılar diyarından
Gri bulutlu bir gökyüzünde
Dünyayı aydınlatmayan
Kör güneşin vurduğu
Bir pencereden
Anıların ve özlemlerin beklediği
Çığlıklarını benin bile duymadığı
Soğuk bir akşamdan
Ceset olmuş aşkların
Mitos yorumculuğunu yapan
Bir edebiyatçı sesleniyor.
Amma da uzun oldu cümlelerim
Hadi sil baştan
Yeniden deneyeyim.
Issız odamda, tek başına
Anıların içinde
Düşünceli gözlerle
Özleminin yandırdığı yürekle
Sesini duyamamanın
Bir o kadar da hatıraların
Yaşanmayacağı günlerin
arkasından
Tozlarını silerek indirdim seni
Eski raflardan.
Bir ülkede
Aşkların hiç hükmünde
İtibar gördüğü bir sen…
Gömüp başını kuma
Devekuşluğuna özenen
Yaşanmışlığı hiçe sayıp
Yaşanmamışlık kısmında
Hayat sürdüren.
Filistin işkencesinde günler düştü
Bana.
Oysa kutsallığına inandığım
Bir aşk yeşeriyordu yüreğimde.
İhtilal bakışlarınla
Devrimler gören düşlerim.
Dişlerini sıkıyordu
Bağımsız ruhunda
Özgür aşk güvelenirken.
Timur’un topal bacağı gibi
Fetret devrini yaşatırken
Bir Osmanlı yadigarına.
Bizans bayrakları vardı
Senin surlarında dalgalanan.
Bilir misin
Senin aşktan anlamayan yüreğin
Bana Molla Kasım’ı hatırlatır.
Oturup dere kenarına
Yunus’un şiirlerini yırtıp suya
atan.
Oysa sen petrol yatakları kadar
zengin
Bakir bir kır çiçeği kadar narin
Anadolu kadar saf bir aşkın
İdamlık kararında imzası olan
Bir vatan hainiydin.
Bilemedim.
Anladın mı dediğin gün vardı ya
Ben çoktan anlamıştım
Küllerini Ganj nehrine döken
İneklerin bile kutsal sayıldığı
7
Sadık Yemni - Birinci Reklameş cinayeti
beyaz gömlek vardı. Bakımlı kumral
saçları omuzlarını okşamaktaydı. Hoş
kadındı Nermin. Hamilelik yakışmıştı.
!
Büyük teyzesinden kalan miras
sayesinde burun ve çene ameliyatı
yaptırarak görünümünü olumlu
anlamda yenilemişti.
Bakışları karşılaşınca kadının
kırışan alnı düzeldi, şaşkın yüz
ifadesini ani bir gülümsemeyle adeta
sildi. Gözlerinde 10 vatlık standart
“Şimdi aklıma geldi birden. Bu öğle
fettanlık yandı söndü. Ardından
üzeri Altusa marka kazakları gördüm.
gülümsemesi diğer yana kaydı.
Nişantaşı’nda. Fiyatı yüzde yirmi beş
Sıradan bir her şey yolunda
indirmişler. Az kalsın alacaktım, ama
gülümsemesi şeklinde asıldı kaldı.
önce sorayım dedim. Sarı istiyordun
Kapatmak üzere olduğu buzdolabı
değil mi?”
kapağını tekrar açtı. Bunu gözlerini
Ahmet Ertuna’nın soğan
saklamak için yapmıştı. Çünkü iki gün
doğrayan hareketli eli durakladı ve
sonra üçüncü evlilik yıldönümünü
dönüp Nermin’e baktı. Kadın içeri
kutlayacağı biricik kocacığının
yeni girmişti. Çok yürümüştü yine
yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti.
besbelli. Çünkü ayakkabılarını
O meşum ifadenin anlamını bir
çıkarınca terlik giymemişti. Birazdan
görüşte çözmesinin çok hatalı
ayaklarını soğuk su dolu leğene
olacağını kestirecek kadar zekiydi.
koyacak ve saatlerce sokaklarda
“Her şeyi biliyorum.”
gezmesiyle ilgili tek bir kelime
“Ne dedin şekerim?”
etmeyecekti. Bu arada telefonla üç
“Hamilesin. İnsan çocuğunu
beş arkadaşına ayrıntılı alışveriş
düşünür be.”
raporları sunacağından Ahmet zaten
Kadın ona doğru döndüğünde
bütün dökümü çeşitli nüshalar
Ahmet elindeki bıçağı olanca gücüyle
halinde dinleyecekti. Aylin nüshası,
kadının göğsüne sapladı. Sivri uçlu
Meliha nüshası, Fatma nüshası. Her
bıçak neredeyse sapına kadar
arkadaşına aynı mamul üzerine bile
gömülmüştü ete.
olsa farklı bilgiler sunacaktı. Nermin’in
Kadının gömleğinin sol göğüs
yeni numarasıydı bu. Tek değildi. Altı
tarafı kanla lekelenirken yüzüne
ay içinde bir irili ufaklı numaralar
şaşkınlık ve acıyla baktı. Yeşil gözleri
paketi açmış ve kendince bir
elem doluydu.
usullukla tedavüle sokmuştu birer
“Nereden… Bir hataydı. Hata…
birer.
hapları içmedim. Çocuğumuz…
“Sarıydı evet.”
İçseydim bir şeyi… Hiçbir şeyi
Karısı buzdolabını açmış içine
farketmeyecektin. Yakında mod…
bakmaktaydı. Üç aylık hamileydi. Bir
Moda olacak Ahmet. Anlıyor musun?“
oğulları olacaktı. Üzerinde kendine
Kadın yere yığılınca Ahmet bir iki
çok yakışan petrol mavisi eteği ve
adım geriledi. Bir yanı hemen
ambulans çağır diyordu. Bu sesi
mutfakta bırakmak istercesine oturma
odasına gitti. Karısı ölmek üzereydi.
Kimse yardım edemezdi artık.
Oturma odasında duran fincanın
yarısı kahve doluydu. Ahmet soğuk
kahve severdi. Bir yudum aldı. Nabzı
normale dönmüştü. Sağ eline baktı.
Tek bir damla kan bulaşmamıştı.
Kadın için çok üzülmekteydi. Nermin’i
severek evlenmişti. Hâlâ da öyleydi,
ama bu en yeni formatıyla çocuğunu
doğurmasına izin veremezdi.
Bütün şüpheli kanıtlar her saniye
gözünün önünde olduğundan ilk
belirgin hatadan hareketle bütün
portreyi çözmesi kısa sürmüştü. İki
günlük bir araştırma yetip de artmıştı.
Karısı bir reklameş yaratığıydı.
Reklameş resmi araştırma ve
istatistiklere göre mevcut olmayan bir
durumdu. Bu çok normaldi. Çünkü
azami etkinlik için bu yanın sır
kalması gerekmekteydi. Ahmet son
kriz sırasında işten atılana kadar
bilgisayar programcısıydı. Şimdi bir
arkadaşının şirketinde pazarlamacı
olarak çalışmaktaydı. Hem pazarı,
hem de programlama denen şeyi
tanımaktaydı. Elinde sayısız done
vardı, ama insanın en yakınına böyle
bir hali yakıştırması kolay değildi.
Nermin ilk kez üç gün önce çok
açık bir hata sergilemişti. Altusa
marka kazak bahsiydi. Böyle bir
kazak alması için üç beş kez ısrar
ettikten sonra, “Boş ver şu sıralar çok
pahalıya satıyorlar. Yakında indirime
giderler.” demişti. Bu söz çok
normaldi, ama kadın bunu altı saat
içinde yedi kez yinelediğinin farkında
değildi.
Ahmet bir ayrıntı sapığıydı.
Ayrıntı işleyen yanı karısıyla ilgili her
8
türlü anomaliyi dosyalamaktaydı
zaten. Tek yaptığı karısının gizli
kayıtlarını araştırmak olmuştu. Bunun
yanı sıra arkadaşlarına verdiği
alışveriş raporları vardı. Karısı hergün
İstanbul’un çeşitli semtlerinde beş
altı saat yol tepmekteydi. Bol bol
vitrin görmesi ve karşılaştığı kadınlara
listesindeki mamülleri övmesi
gerekmekteydi. Ayda iki bin yüz lira
kazandırıyor dediği anket işi
paravanaydı. Hiçbir anketöre uzun
süreli bu kadar ücret verilmezdi.
Anket manket yoktu. Nermin beynine
çip yerleştirilmiş iki ayaklı bir reklam
programıydı. Nefes alıp veren, gülen,
ağlayan, sevişen, insanı ikna eden,
daha da kötüsü çocuk doğuran bir
organik reklam ünitesiydi.
Ahmet’in eski hacker arkadaşları
istediği bilgilerin hızlı temininde
bayağı etkin rol oynamışlardı.
Reklameş skandalları çeşitliydi. İlki 3
yıl önce İsviçre’de, ikincisi Londra’da
patlamıştı. Bunlar küçük ve etkisi
sınırlı patlamalardı. Geçen yılki New
York skandalı fena patlamıştı. Bahis
konusu olan tanınmış bir senatörün
kızıydı. Satılmış medya bütün gücüne
rağmen örtbas edebilmeyi
başaramayınca manipülasyonla
halkın bilgilendirilmesini engellemeye
çabalamıştı. Bütün internet
blokajlarına rağmen yeterince bilgi
sızmıştı dışarıya.
Çoğu genç, konuşkan ve kadın
olan kimseler reklameş olmak için
teklif almaktaydılar. Çok güçlü bir
propaganda söz konusuydu. Yirmi yıl
içinde dünya nüfusunun onda birinin
reklameş olacağı öngörülmekteydi.
Bu bir piramit şeklinde yapılanmaydı.
İlk grubun sayısı az puanı yüksek
olacaktı. Geç kalanlar daha sonra
daha alt düzeyde yer alacak ve düşük
puanla çalışacaklardı.
Şu anda Istanbul’da üç yüz
kadar reklameş bulunduğu
sanılmaktaydı. Bunlar piramitin en üst
katında yer alanlardı. Sayı bini
geçince ikinci kat başlayacaktı. Karısı
altı ay önce büyük bir sevinçle eve
gelmiş ve ölen büyük teyzesinden
690.000 TL kaldığını müjdelemişti.
Bütün kağıt işlemleri kılıfına
uydurulmuştu. Ahmet Meral Tor adlı
kadının cenazesinde bulunmuş. Defin
ruhsatını ve noterin karısına
imzalattığı belgeleri
gözüyle görmüştü.
Şüphelenmesi için
hiçbir neden yoktu.
Şimdi Meral Tor’un
mütevazı emekli
aylığını yaşlılar evine
verip orada barınan
biri olduğunu biliyordu.
Karısı onu tanıdığından
bu yana kadından
neredeyse hiç söz
etmemişti ve birden mirasa
konmuştu. Telefonda arkadaşlarıyla
yeni mamuller üzerine saatlerce
konuşup bağımsız bütçeli filmler
hakkında tek bir kelime etmeyen film
akademisi mezunu Nermin hanım için
çok filmatik bir mucizeydi.
Kimse banka hesabındaki
fazlalıktan şikayet etmezdi. Ahmet hiç
şüphelenmemişti. Mali durumları o
sıralarda biraz sallantıdaydı. Ansızın
gelen para nedeniyle sevinçten
havalara uçmuştu. Nermin’in annesi
kimseyle ilişki kurmayan, adresini bile
bilmediği, en az on yıldır görmediği
büyük ablasının bu kadar parası
olmasına ve bunu bütün ömründe
beş on kez gördüğü birine
bırakmasına şaşmıştı. Ama kadın
kendine kalan 31.000 lirayı
memnuniyetle langırt köy sandığı
yapmış ve işi fazla kurcalamamıştı.
Ahmet şimdi yetmiş bir yaşında ölen
kadının ölümünün hızlandırıldığını
düşünmekteydi. Dün Kurtuluş’taki
yaşlılar evindeki müdürle konuşurken
bu kanısı çok güçlenmişti. Kadının
tiroid yetmezliği, ara sıra gelen
çarpıntılar cinsinden birkaç
rahatsızlığı vardı ve bunlar kontrol
altındaydılar. Sonra ölümünden iki
hafta kadar önce kadın birden
kötülemiş ve kurtarılamamıştı. Kalp
krizi denmekteydi. Cinayetti düpedüz.
Bayan Nermin Keskin Ertuna’nın
kazancını belgelemek için yaşlı kadını
öbür dünyaya yollamışlardı.
Kadına estetik ameliyatı
sırasında çip yerleştirilmişti. Karısında
bir nebze
insanlık
kalmıştı.
Yoksa
Ahmet’in
dönen
dümenleri
farketmesi
yirmi yıl
sürebilirdi. Bir
reklameşin bu
kadar uzun
kullanım tarihi olduğunu sanmıyordu.
Çip beyni etkiliyordu. İlk testler
üzerine bir sürü yazı okumuştu. Erken
bunama, alzeymır, felç gibi yan
tesirleri vardı.
Ahmet divana yaslanarak
gözlerini yumdu. Son birkaç gün
neredeyse hiç uyumamıştı. İnsanın
her şeyini paylaştığı birinin ona belli
mamulleri alması için sabah akşam
örgütlü baskı yaptığını saptaması çok
berbat bir şeydi. Sevişirlerken insanın
karısının bu koku sana çok yakışıyor,
falanca marka külot çok seksi
gösteriyor diye fısıldamasının sıradan
bir reklam programına dönüşmesi bir
felaketti. Yemek yenecek restoran,
piknik yapılacak özel kamp, yolda
durulacak benzin istasyonu,
seyredilecek filmler, çocuk odası
eşyaları, gereksiz vitaminler, kollestrol
düşürücüler. En kötüsü bunlara
ortalama uyulduğunda takınılan
memnun gülümseme. Mutlu kadının
erkeğine verdiği pozitif ışımayla taltif.
Kadının kendi ve onun
ebeveynlerine, yakın arkadaşlarına 24
saat boyunca beynindeki çip
doğrultusunda yayın yaptığının
bulgulanması acaip moral çökertici
bir durumdu. Her şey normal gitseydi
ve bir çocuk doğurabilseydi, oğulları
9
doğumundan itibaren bir firmalar
sultasının komutuna uygun bir hayat
sürecekti. Bu kuşaklara çip mip
yerleştirmeye gerek te kalmayacaktı
belki de.
Karısının bozulmadan kalan
insan yanı sayesinde bu durumu
farketmişti. Beyne yerleştirilen çipin
iyi çalışabilmesi için muntazaman hap
kullanmak gerekmekteydi. Karısı bir
yerde bu tür hapların çocuklarda zeka
geriliğine, disleksiye falan neden
olduğunu keşfetmişti. Ahmet bunu
bilgisayarının hard diskinden sildiği
bilgileri geri çağırarak keşfetmişti.
Hapları aksatınca rolünde defolar
başlamıştı. Bu sayede Ahmet
beyninde birbirinden ayrı ayrı duran
şüphe boncuklarını bir araya
getirebilmişti.
Karısına ödül hızlı ve acısız bir
ölümdü. Mahkemeye verse rezil
olması bir yana, hapislerde sürünmesi
işten değildi yoksa. Çok rol kesmişti.
Bir daha kimsenin yüzüne bakamazdı.
Foyasının ortaya çıkmasını istemeyen
şirket ne yapardı? Bu da bir başka
yanıydı işin.
Avukat arkadaşına telefon
etmeliydi. Ardından da polise. Elinde
çok sağlam deliller vardı. Karısının
reklameşliğini kanıtlaması zor
olmayacaktı. Yaşlı teyzenin mezardan
çıkartılacak cesedi de pek çok şeyler
anlatacaktı kuşkusuz. Nermin’in
annesi ve babasıyla karşılaşacağı
anları hayal ederek içini çekti. Ortak
dostları, yakınları mahkeme
sonuçlanana kadar hakkında kimbilir
ne düşüneceklerdi.
Gözlerini açtı ve sehpanın
üzerindeki telefona uzandı. Tam o
sırada cep telefonu çalmaya başladı.
Baktı. Özel numaraydı. Düğmeye
bastı.
“Ahmet bey merhaba.”
Hiçbir yerden tanımadığı ses
evin içinden geliyormuş gibi bir
duyguya kapılmıştı. Kendisinin izin
vermediği bir samimiyet tonuna
sahipti.
“Kimsiniz?”
“Adım önemli değil. Bir
sorununuz var sanırım.”
Ahmet iyice dirilmişti. Karısının
patronuyla konuştuğunu anlamıştı
hemen.
“Mutfak kirlenmiş biraz. Yardıma
ihtiyacınız var.”
Ahmet ayağa kalkarak gidip
sokak kapısını kontrol etti. Ev boştu
ve kapı arkadan sürgülüydü.
“Temizlikçi bir firmayı aramamızı
ister misiniz? Onlar her türlü lekeyi
çıkartmayı iyi bilirler.”
Evin içine gizli kameralar
gizledikleri çok açıktı. Yoksa
mutfaktaki cesedi nasıl bilebilirlerdi.
“Neden bana yardım etmek
istiyorsunuz?”
“Bazı şeylerin bilinmemesi iki
taraf için de iyi değil mi?”
“Sonra ne olacak peki?”
“Karınız bir iş gezisine çıkacak.
Bir elim kaza. Üzgün ve gamlı
kocanın gazetelerin iç sayfalarındaki
yüzü. Sonra hayata kaldığı yerden
devam. Nermin hanımın hayat
sigortasının yürek ısıtıcı gölgesinde
tabii ki.”
Ahmet bu çözümü isteyen
yanının gücüne şaşarak, “Artık çok
geç.” Dedi.
“Hiçbir zaman geç değil derler.
Biraz düşünün.”
“Bitti dedim ya. Her şey…”
Ahmet telefonu kapattı ve
mutfağa gitti. Karısının göğsü kan
içindeki cesedi iradesine umduğu
darbeyi indirdi. Kafasında sigortayı
alsana ahmak diyen sese aldırmadan
avukat arkadaşını aradı. Arkadaşı bir
tanıdığıyla birlikte yarım saat içinde
eve geldi. Ahmet elindeki bütün
delilleri, tuttuğu dosyayı adama verdi.
Sonra gelen polislere teslim oldu.
Uluslararası medyanın çok ilgi
gösterdiği bir dava oldu. Bir gazete
İstanbul’da Birinci Reklameş Cinayeti
başlığını atmıştı. Bu çok popüler oldu.
Bir çok ülke medyası nedense
cümleden İstanbul’u silerek
yayınladılar. Durumu dünya çapında
bir birincilik gibi göstermekteydiler.
Meral Tor’un cesedine yapılan
otopside kalp krizi yaratan bir alkoloid
saptadı. Nermin hanımın beyninde de
bir çip vardı gerçekten. Hepsi buydu.
Ne Meral hanımın katili, ne de çipi
yerleştiren firma saptanabildi.
Mahkeme Ahmet Ertuna’ya bir buçuk
yıl hapis cezası verdi. Bir yıl sonra
serbest bir adamdı yeniden.
Hapisten çıktıktan sekiz ay
kadar sonra Ahmet Ertuna
güpegündüz kaldırıma çıkan bir
otomobil tarafından çiğnendi ve olay
yerinde öldü. Araba bulundu, ama
firari şoför yakalanamadı. Eğer Ahmet
bey altı gün daha yaşasaydı onun
hikayesinden hareketle yapılmış filmin
galasına katılabilecekti. Onun yerine
en yakın dostlarından ikisi gittiler.
Birinci Reklameş Cinayeti adlı
filme rağbet müthişti. Ahmet Ertuna
tarihe geçmişti. Reklameş firmaları
çok memnundular. Piramitin en
üstünde yer almak istiyen genç, zeki
ve sıhhatlı, çoğu kadın bir sürü yeni
evli kimse onlarla ilişkiye geçmek için
çırpınmaktaydı. Bir ilegal internet
sitesinde filmi bu firmaların finanse
ettiği ve dağıttığı haberi bu ilgiyi
artıran reklam etkinliklerinden sadece
biriydi. Maktûle Nermin hanım son
sözlerinde haklıydı. Reklameşlik
moda olma yolundaydı.
10
Nazan Bilen - Hatır Hutur Hatıra
Burnuyla gömleği aynı renkteydi
nerdeyse, patlıcan morundan
birazcık daha koyu. Bira göbeği
görmeyeli dümdüz olmuş. Ayağında
her zamanki gibi yepyeni siyah
bağcıklı ayakkabılar. Yine dudağıma
değecek yakınlıkta öptü buruşuk
elleri arasına aldığı yanaklarımdan.
Ben her zaman oturduğum
kahverengi divana yerleştim. İnce
turuncu yastıklardan birini aldım
sırtımın arkasına. Eteğim kısa
olduğundan bacaklarımı iyice
yapıştırdım birbirlerine. O yine biraz
yüksek olan, bana tepeden
bakabildiği hasır sandalyeye
karşıma oturdu. Aradan sadece
birkaç saniye geçmişken ayağa
kalkıp, “Ne içersin?” diye sordu.
“Kahve,” dedim çantamdan
ona getirdiğim bir romanı
çıkarırken.
“Sütlüydü değil mi?”
“Evet.” dedim gülümseyerek.
Rudolf, çok sevdiğim
öğretmenim neredeyse
savrularak, minik bir kasırga
edasıyla açık mutfağın yolunu
tuttu. Gri kırçıllı pantolonu sanki
beş dakika önce ütülenmiş gibi
kırışıksızdı.
“Papam pam pam, padam
paradam,” diye bir melodi
mırıldanmaktaydı bariton sesiyle.
Kahve makinasına musluktan su
doldururken sırtındaki otuz
santimetrelik silindir çıkıntıyı
farkettim. Bu haliyle oklava yutmuş
deyimine görsel örnek teşkil
etmekteydi.
Telefonun çalmaya başlamasıyla
elindekini çabucak makinaya takıp,
suyu kaynatmaya başlatan kırmızı
düğmeye bastı. Bir hamlede
yanındaki duvarda takılı olan
taşınabilir telefonu aldı. Arayanın bir
şey söylemesine fırsat vermeden,
“Hayır gerek yok,” deyip kapattı.
“Arayan her zaman tanrı değildir,”
dedi bana bakıp.
Anlamadım, ama gülümsedim
yine de. Kahveleri getirirken ellerine
baktım, titremiyorlardı. Fincanları
alışık olmadığım bir çeviklikle bıraktı
fincan altlıklarının üzerine. Üç ay
önce sağ kolu çıkan, ondan bir yıl
önce de basit bir halıya takılma
sonrası kırılan kalça kemiğinden
ameliyat olup tromboz tehlikesiyle
savaşan, seksenine yakın o adam
bu karşımda duran Pembe Panter
kılıklı insanla aynı insan mı diye
düşünmeden edemedim.
“Seni iyi gördüm, maşallahın var,”
dedim sağ elimle üç kere tahta
sehpaya tıklarken.
Kendinden emin gülümsedi hâlâ
kendinin olan, ama bu kez gözüme
çok daha beyaz görünen dişleriyle.
Bazı anlarda genç hallerinden bir
kaçamak yakalardım yüzünde.
Oyunbaz, çapkın, karizmatik. Yaşlı
bedenini bir giyisi gibi sıyırıp
atıverecekmiş hissine kapılırdım.
Bazan bana her hangi birine değil
de beğendiği bir kadına bakıyor gibi
gelirdi gençlik halini fotoğraflarda
bile görmediğim bu adam.
Rudolf getirdiğim romanın arka
kapağını incelerken gözüm bir
anlığa burnuna takıldı, “Senin
burnun neden bu kadar mor?” diye
sormak istedim, kendimi tuttum.
Daha önce de yaşlı arkadaşlarım
olmuştu. Onlarla yaşlılık, ölüm gibi
konular üzerinde çekinmeden
konuşabilmiştik. Rudolf’la bu
konuların ucundan kıyısından bile
geçmemiş, ısırgan otuna
değecekmiş gibi sakınmışızdır.
Benim ayağının biri çukurda
gözüyle baktığım, iki üniversite
bitirmiş, şu anda da kendi kendine
İspanyolca öğrenmekte olan Rudolf,
en son birkaç ay önce kendisine
yepyeni bir araba alınca onunla
fanilik ve ruhaniyet konularına
girmeme kararımın ne kadar doğru
olduğunu bir kere daha anlamıştım.
Dışarı çıktığımızda – ara sıra beni
yemeğe götürürdü – seyahat
acentalarının önünden geçerken
deniz aşırı ülkelere kanat açan
uçak şirketlerinin özel
indirimlerine göz atardı.
Meksika’da Fransızca yazıştığı
bayan bir kalem arkadaşı vardı.
“Biliyorum, sen bilim kurgu
sevmiyorsun, ama bu gerçekten
okunmaya değer,” dedim.
“Zevkine güveniyorum, en kısa
zamanda okuyup sana fikrimi söy
söy söy le ye ce ğiiiiim.” dedi ve
durdu.
Birkaç kere ismini çağırdım
uyukluyormuş gibiydi. Göğsünün
tam ortasında bir saksı
yerleştirilmiş hissi uyandıran başı
kalkmadı. Ayağa kalkıp yanına
gittim. Çok yavaş da olsa nefes
almaktaydı. O anda sırtında
gömleğinin altında minik kırmızı bir
ışığın yanmakta olduğunu farkettim.
Boynundan belinin ortalarına kadar
uzanan silindiri yokladım. Buz
gibiydi. Dikkatimi silindir üzerinde
yoğunlaştırmalıydım. Kırmızı düğme
daha hızlı yanıp sönmeye
başlamıştı. Bunu bir uyarı olarak
kabul edip Rudolf’un önüne gelip
aceleyle gömleğinin düğmelerini
11
çözdüm, aşağıya doğru indirdim,
arkasına geçip sırtına baktım.
Silindirin içine gömüldüğü deri
mosmordu ve yer yer dikiş izleri
vardı. Soğuk metalin üzerine
anlamadığım bir dilde, ilginç
geometrik şekillerle birşeyler
yazılmıştı. Reset olduğunu tahmin
ettiğim yeşil düğmeye bastım.
Birşey olmadı. Silindirin en
üstündeki sarı düğmeyi denedim bu
sefer. Yine birşey olmadı. Kırmızı
düğme hâlâ yanıp sönmeye devam
ediyordu. Çaresizce etrafıma
bakınırken Rudolf’un yanındaki
sehpada kibrit kutusu büyüklüğünde
uzaktan kumanda olduğunu tahmin
ettiğim bir aletle, küçük bir kitapçık
buldum. Uzun Yaşam kılavuzu.
Kılavuza bir göz atıp, uzaktan
kumandayı aldım elime. Araba
anahtarıydı sanki, sadece iki
düğmesi vardı. Yeşile basar basmaz
Rudolf kafasını kaldırdı. Bu da
yetmezmiş gibi rap diye ayağa
kalktı.
Suratımın halinden olanları
anlamış olmalıydı.
“Korkma,” dedi. “Biliyorsun
benden sana hiçbir zarar gelmez.”
Alık alık yüzüne bakmaktaydım.
Rudolf’un böyle bir şaka
yapamayacağını biliyordum. Bayram
değildi, seyran değildi, ne benim, ne
de onun doğum günüydü.
“Son demlerimdeydim. Seni
bilerek çağırdım. Bu gördüğünü
sadece sen anlamaya çalışabilirdin.”
Hiçbir şey söylemeden yüzüne
baktım.
“Acele etmemiz lazım,” dedi. “Şu
anda son extralarımı tüketmekteyim.
Ben aslında birkaç gün önce öldüm.
Fizik ölümüm gerçekleşmeden önce
çok gizli çalışmalar içinde olan
birkaç bilim adamına büyük bir
miktarda para ödedim. Onların hem
kobayı, hem sponsorlarından biri
oldum. Biliyorsun ben ateistim,
ölümden sonrasına da inanmam.
İnandığım tek tanrı bilim. Bu yüzden
de bu dünyadaki ömrümü elimden
geldiğince uzatmaya çalışıyorum.”
“Burnun o yüzden mi bu kadar
mor?” diye sordum dayanamayıp.
“Evet, onun dışında, artık hiçbir
şey yiyip içeçemem, tuvalete
gidememem, uyuyamamam da bu
deney yüzünden. Henüz yolun
başındalar, ama kim bilir belki
gençleştirici birşeyler de keşfederler
bu arada. Tek sorun bu sırtıma
takılan pili doldurmak.”
“Nasıl yani?” dedim, elime yeni
tutuşturulmuş bir senaryoyu okur
gibi. Bir yandan da biraz önce
telefonunu beklediği tanrının
araştırmaları yöneten bilim
insanlarından biri olduğunu
düşündüm.
“Birisinin hergün gelip, sabah
akşam anlatacağım hatıraları
dinlemesi gerekiyor. Sırtımaki silindir,
omuriliğimle beynim arasına yeni
keşfedilen bir yöntemi
gerçekleştirmek için takıldı. Suni bir
akımla ölü beyni tekrar çalıştırıyorlar,
ama diğer organların görevlerinin
başlarına dönmeleri daha uzun
sürüyor. Ne kadar çok hatıra
anlatırsam o kadar uzun
yaşıyabileceğim. Belki o zamana
kadar diğer organlarımın hepsinin
tekrar normale döndüğünü
görebilrim.”
“Peki ya hatıraların bittiğinde ne
yapacaksın?”
“Hatıramsılar yaratacağım. Bir
hatıramdan yola çıkarak onu sayısız
versiyonda anlatma özgürlüğüm de
var. Senin hayal gücün çok güçlü,
ara sıra bana ip ucu verirsin.”
“Başka kimin haberi var?” diye
sordum sesim kendime hâlâ
yabancı. “Deli misin, böyle birşey
kime söylenir, sadece sen
biliyorsun.” dedi. Anlık, sıkıştırılmış
bir şüphe bulutu geçti yüzünden.
Öğretmenliğin getirdiği bunca yıllık
insan tecrübesi, iyi muhakeme
yeteneği teklemiş olabilir mi diye
düşünüyor gibiydi. Tereddütü uzun
sürmedi. Doğru seçimi yapmıştı.
Kurban olarak da kazanan olarak da
bu işe en uygun zat bendim. Bu
kadar gizli saklı yürütülen bir
araştırma için hiçbir riski göze
almazlardı. Rudolf sabah akşam
dediğine göre buradan çıkmamın
artık imkânsız olabileceğini aklıma
bile getirmek istemiyordum.
Karşımda sabırsızlanmaya
başlamıştı. Bir an önce hatıra
tazelemek istediği çok belliydi. Koca
adam gitmiş yerini, huysuz, sabırsız
bir çocuk almıştı.
“Bu yapacağın iyilik karşılığında
sana çok yüksek miktarda bir
ödeme yapacağım. Bütün maddi
sorunların çözülecek. Hem bilime
yapacağın katkı da cabası.” dedi bir
gözü getirdiğim kitapta.
*
“Bizim ev kitap doluydu, annem pek
kitap sever olmasa da babamın
elinden kitap düşmezdi. Bir gün okul
çıkışı bir arkadaşıma gitmiştim,
onların evinde kitapları vitrinde
görünce çok şaşırmıştım. Üstelik
cam kapaklı dolabın anahtarı da
babasındaydı.”
Omuzumda bir el hissettim.
Rudolf’du, kaşlarını çatmış bana
bakmaktaydı. “Uyumak yok,
dinlemen lazım, yoksa pilim
dolmuyor. Uyuyana anlatacak olsam
sana ihtiyacım olmazdı. Bir kedi alır
ona anlatırdım. Bu kadar parayı
boşuna ödemiyorum sana,”dedi.
Elinde tuttuğu kahve fincanını
burnumun dibine itti.
“Uyumuyordum, gözlerimi
dinlendiriyordum. Hem bu ne
zamana kadar sürecek böyle,
sonsuza dek değil herhalde, bak
ben yaşlanacağım böyle giderse.”
“Dur bir saniye aklıma yepyeni bir
anı geldi. Onu da anlatayım, sonra
konuşalım,” dedi. Koltuğuna iyice
yerleşti.
“Ah bir sigara için neler
vermezdim şimdi,” dedi. Gözleriyle
sanki sigara arıyormuş gibi masanın
12
üzerini taradı. Küllüklerden birinin
içinde hâlâ kül lekesi vardı.
“Bir sevgilim vardı, Greta Garbo’ya
Greta Garbo’dan daha çok benzerdi.
Bir gün istasyonda onu beklerken
uzun süredir görmediğim birkaç
tanıdıkla karşılaştım. Kimi
beklediğimi sordular, Greta
Garbo’yu dedim. Sevgilim trenden
inip yanımıza yaklaştığında onu
gerçekten ünlü yıldız sanmışlardı.
Aptallar, oysa yaşı hiç tutmuyordu.”
Başlarda bir hatıra bittiğinde aaa,
öyle mi, ne güzel, tüh gibi ses ve
sözcüklerle ifade ettiğim
duygularımın yerini artık alık, bezgin
bakışlar almıştı. Parası batsın
bırakacağım işi. Harcayamadıktan
sonra neye yarar diye düşünürken
Rudolf bir sonraki anısını anlatmaya
koyulmuştu bile. Greta’nın bir gün
kendisini nasıl aldattığını anlatıyordu
şimdi. Yarım kulak dinledim. Ama
yine de bir sonraki versiyon ne diye
merak etmeye başlamıştım.
Bugünün teması Greta’yla olan
maceraları ve onların yalancı
versiyonlarıydı. Sahte hatıralar
denizinde yüzmekte olan Rudolf
Greta’yı kâh göklere çıkarıyor, kâh
yerden yere vuruyordu. Ben
oturmaktan popom ağrımış,
kanepeye uzanmıştım. Yarın bu işi
kökünden halletmeliydim. Evdekilere
tatile çıkıyorum deyip, yanıma küçük
bir bavul alıp bu malikaneye
kapanmıştım. Birilerine anlatmaya
kalkışsam kimse inanmazdı. Üstelik
anlattığım duyulursa başıma neler
geleceğini düşünmek bile
istemiyordum. Rudolf beni
doğrudan tehdit etmemişti, ama
evin önünde peydahlanmış iki
koruma fantazimi zorlamama gerek
bırakmamaktaydı. Haftada bir gelen
şişman temizlikçi kadına hiçbir şey
sezdirmiyor, o gidene kadar kalın bir
yelek giyiyordu. Hayal meyal “Yarın,
ne olur, yarın devam edelim, çok
uykum geldi.” dediğimi hatırlıyorum,
bir de karanlık basan odayı
aydınlatmak şöyle dursun,
cehennemin eşantiyonu haline
sokan tek ışık turuncu lambayı.
*
Tam üç haftadır burdayım.
Kahvaltıda yediğim bu krakerleri çok
seviyorum. Yerken çıkardıkları hatır
hutur sesleri yüzünden Rudolf’un
hatıralarını yarım yamalak
duyuyorum. Kelime ve cümlelerin
sadece son heceleri ulaşabiliyor
kulaklarıma: mıştık, ra, de, yim, ne,
da...Rudolf’un şaşkın bakışları
altında neredeyse bir düzine reçelli
İsveç krakerini mideme indiriyor,
kahvemi artık höpürdeterek
içiyorum. Annemleri on gün önce
arayıp tatilimi uzattığımı söyledim.
Telefonum bozulduğu için bana
ulaşamıyorlardı, ben onları aramaya
devam edecektim. Telefon ederken
de, yemek yerken de etrafımda
sürekli bir koruma olduğunu
görseler ne düşünürlerdi acaba?
Hele de bu koruma tam da yazıldığı
gibi beni korumak değil aksine bir
hatamı yakalamak için yörüngeme
girmişse. Bu duruma daha ne kadar
katlanabilirim bilmiyorum. Rudolf’un
şarj olması bir yana, gün geçtikçe
bir garabete dönüşmesi, burnundaki
morluğun bir dağın gölgesi düşmüş
gibi sağ yanağına yayılmaya
başlaması durumun
katlanabilirliğinin sınırlarını bir hayli
zorlamakta. Hoş taa başından beri
tuhaf olan bu hikayedeki yerimin
sadece hatıralara kulak kabartmak
olmadığını düşünmeye başladım
son günlerde. Yoksa tanrıların taze
kana mı ihtiyaçları var?
koyuyor, İngilizce. Yüksek sesle
okumamı istiyor. Dediğini
yapıyorum, aksanımı beğenmiyor.
Kağıdı bir hışımla elimden alıp sırtını
bana dönüyor ve odanın diğer
ucuna doğru yürüyerek okuyor.
Yüzünü tekrar döndüğünde suratının
morluğu, gözlerinin, avurtlarının
içine çökmüşlüğü ortamın
sıradanlığına bir tokat gibi iniyor.
“Ne oldu sana böyle birden?”
diyorum acıma, tiksinti ve korku
kokteyli bakışlarımla.
“Aslında ben öldüm, ama yedi gün
sonra gömüleceğim,” diyor ve
ekliyor, “Sana daha önce Greta
Garbo’ya ne kadar benzediğini
söylemiş miydim?”
Gözlerimi yumuyor ve uyuduğumu
düşlüyorum. Buradan çıkmama izin
verecek mi? Yedi gün dayanamam
Greta Garbo’su olmaya.
*
Şarabı fazla kaçırdığım akşamlardan
birinde Rudolf’un bütün
dürtüklemelerini boşa çıkararak
koltukta sızdığımı hatırlıyorum.
Rudolf’a gitmişim, koltukta
oturuyorum. Önüme bir kağıt
13
Erol Çelik - Uyan Artık
Bilinci yavaşça yerine geliyordu,
bunu kulağına gelen bebek
ağlamasının içine doğurduğu
huzurdan dolayı anladı. Bebek,
çaresiz ama o kadar tatlı ağlıyordu ki,
bir an önce uyanıp, onu bağrına
basmak istedi. Kalbini saran bu sızı
belli ki, ilk anaç duygusuydu. Gözleri
hafifçe aralanmaya başladığında, ilk
önce duvardaki sıvaların yer yer
dökük olduğunu görmeye başladı.
Hiçbir anlam ifade etmiyordu ama
bilincinin daha uyanmadığı
bölümlerinde, bir şeylerin yanlış
olduğunu biliyordu. Gariplikler bu
kadarla kalmıyordu. Bir hemşire ona
bakıp gülüyor, bakışlarındaki müjde
vermeye hazır ifade, dudaklarında
yerini hain bir sırra bırakıyordu.
Hemşirenin topuz saçlarının
üzerindeki
kepi,
üçgendi.
Üniforması
ve kepinin hangi yüzyıla ait olduğunu
kestiremiyordu fakat kadınsı hainlik,
gizlenemez bir mimik olarak
hemşirenin dudaklarındaydı. Bu
gülümseme tüm zamanların bilindik
gülümsemesiydi.
“Ikın, ıkın hadi. Çok rahat bir
doğum oluyor.”
Hemşire, bilinci yerine gelen
kadının bacaklarının arasına eğiliyor,
eski üniformasıyla, bebeğin
omuzlarından ve kafasından tutmuş,
çekiyordu.
“Maşallah, çok sağlıklı bir bebeğe
benziyor. Hadi ıkınmaya devam et. Az
kaldı.” Hemşire içinden dua okumaya
başlamıştı. Ne söylediği
duyulmuyordu, sadece
dudaklarındaki ritmik hareketlerden
bu anlaşılıyordu.
Doğumhanedeki her şey eskiydi.
Şu an doğum yaptığı masanın da,
tıpkı hemşirenin üniforması gibi eski
olduğunu, bacaklarının asılı olduğu
direklerin paslanmış olduğunu,
üzerine serdikleri beyaz örtünün kirli
ve yıpranmış olduğunu görüyordu.
Fakat garipsemiyordu. Tuhaflığın
farkındaydı ama bebeğin tatlı
feryatları, bu düşünceleri bir şekle
sokmasına izin vermiyordu.
Odada yalnız olmadıklarını fark
edince, bir kez daha tuhaflık
duygusunun esiri oldu. Hemşirenin
hemen ardında, alacakaranlık
sayılabilecek bir gölgede duran
doktorun, hiç bir şeye karışmaması,
üzerindeki beyaz önlüğün içinde,
sadece onları izlemesi de
şaşırtmıyordu onu. Adam kollarını
bağdaş kurmuş, kulaklarının üzerinde
kırlaşmış saçlarıyla babasını
andırıyordu. Yoksa yüzündeki hüzün
neden bu kadar tanıdık gelsin ki?
Babasını andırdığı için midir bilinmez,
adamın odada olmasından dolayı,
kendini güvende hissediyordu.
Bebeğin ağlaması, hemşirenin
işinin ehli hareketleri,
doğumun
bitirmesine birkaç
dakika kaldığını
gösteriyordu.
“Maşallah nur topu
gibi bir oğlun oldu.
Maşallah.” Hemşire
iri gözlerle beklediği
müjdeyi, masada
yatan kadına verdi.
Doktora bakan
kadın, onun
sevindiğini gördü
ama doktor bunu
gizlemek için,
bağdaş kurduğu
ellerinden biriyle
ağzını kapattı.
Doğum inanılmaz
rahat geçmiş, hemşire bebeği eski
metal bir kovanın içinde yıkamaya
başlamıştı. Yumuşak hareketleri,
şefkatli dokunuşu bebeğin ağlamasını
14
durdurmuyordu ama annesinin içine
su serpiyordu.
Bebek yıkandıktan sonra hemşire
onu annesine verdi. Anne, bebeği
kucağında kavrayıp koklamaya
başladığında, üniformalı kadın bebeği
tekrar aldı. Bu hareket karşısında
anne sinirlendi ama sadece
seyretmekle yetindi.
Anne kalkıyordu, çok rahat bir
doğum olduğu için, hiçbir ağrı
hissetmeden doğruldu. Bu arada
hemşire, bebeği doğum
masasının hemen yanında
yere yatırdı. Beton zemine
sırt üstü koyduğu bebeğe,
mavi bir tulum giydirdiğinde,
annesi odadaki tek renkli
şeyin o mavi tulum
olduğunu fark etti. Her şey
renksiz ve eskiydi. Doktorun
bulunduğu köşenin hemen
karşısında, spor
salonlarındaki sıralı
dolaplardan olduğunu
gördü. Kalın ağaçlardan
yapılma eski rafların
üzerinde ameliyat
malzemeleri vardı ve
onlarda eski ve paslı
görünüyordu.
Anne, bebeği betona
yatıran hemşireye çıkışacağı
sırada, hemşire ona bebeğin
altını nasıl değiştirmesi
gerektiğini öğretmeye
başladı. Bu işlem sanki çok
uzun sürüyordu. O kadar ki,
bebeğin kumral saçları uzamaya
başladı. Mısır püskülünü andıran
saçlarıyla çok güzel bir bebek
olmuştu.
Bebek kendi kendine ayağa
kalktı, üzerinde tulumundan başka
hiçbir şey olmadan yürümeye başladı.
Bebek olduğu için paytak yürüyor
ama kimseden yardım almaya ihtiyaç
duymuyordu. Annesi oğluyla gurur
duymaya başlamıştı. Tombul, katmer
katmer ayaklarını öpmek istiyordu,
oysa bebek, ameliyathaneden kendi
başına dışarı çıkmaya başladığında,
anne telaşla bebeğin arkasından gitti.
Renksiz bir hastane koridorunda
oğlunu takip eden kadın, bebeğin bir
kapıdan içeri girdiğini gördü. Hemen
peşinden girdiğinde buranın bir
banyo olduğunu fark etti. Tuhaflıklar
artık onu şaşırtmıyordu. Çok eski
banyonun yerleri taş mermeriydi ve
her şey griydi. Eski duştan bir kovanın
içine su akıyor, bebek annesinin
elinden tutarak ona kovayı
göstermeye çalışıyordu. Su dolu
kovanın içinde saydam torbalar vardı
ve torbaların içindekileri görünce,
kadının aklı durdu. Torbaların içinde,
kızlı erkekli ölü bebekler vardı. Ölü
bebeklerle dolu torbalar, kovanın
içinde dengesizce batıp çıkıyorlardı.
Kadın, korkup çığlık atmaya başladı.
Güzel bebek, annesinin elini bırakıp
kovanın yanına doğru gitmeye
başladı. Kadın çıldırmıştı, titreyerek
oğluna seslenmeye başladı.
“Gel buraya oğlum. Senin orada
ne işin var. Beni terk etme. Bak annen
burada. Beni bırakma oğlum.”
Ama bebek kovanın yanına
gitmeye devam etti. Sanki o da, diğer
bebeklerle beraber yüzecekmiş gibi
hevesliydi. Annesine bakarak
korkmaması için gülümsedi.
Kadın kovadaki bebeklerin ölü
olduğunu, eğer onların yanına giderse
kendi bebeğinin de öleceğini zaten
biliyordu.
“Hayır, oğlum buraya gel.” Anne
kollarını açarak onu kucağına
çağırdı.
Bebek kovanın yanına vardığında
durdu, bir annesinin kollarına
baktı, bir kovanın içindeki ölü
bebeklere. Annesi sanki önüne bir
set çekilmiş gibi, olduğu yerden
ileriye gidemiyordu. Bu yüzden
oğlunu kurtarmak için
yalvarmaktan başka çaresi yoktu.
“Oğlum bana gel, ne olursun.
Hayır, sakın beni yalnız bırakma.”
Anne çaresizce çırpındı.
Bebek kovayla annesi arasında
karar vermeye çalışıyormuş gibi
durakladı.
“Oğlum annene gel, senin yerin
burası. Terk etme anneni. Ne olur
oğlum annene gel, gel de perişan
olmayayım, gel de seni bağrıma
basayım.”
Bebek annesinin hıçkırıklara
boğuluşuna baktı ve sanki
kocaman bir adammış gibi
hüzünlendi.
“Oğlum, ne olursun bana gel.”
Bebek, kovanın içindeki ölü
bedenlere baktı ve annesine doğru
yürümeye başladı. Kadın ayağa kalktı
ve bu sefer mutluluktan hıçkırmaya
başladı. Oğlunu kollarının arasına
alarak sıktı. Öptü. Doyamadı, bir daha
öptü.
Banyonun kapısında telaşlı bir
yüz belirdi. Hemşire korkmuş gözlerle
onları bulduğuna sevinerek
haykırmaya başladı.
15
“Sizi buldum. Şükürler olsun.”
Anne ve bebek, renksiz banyoda
kucaklaşıyorlardı ama hemşirenin
telaşı ikisini de korkutmuştu. Eski
üniformalı hemşirenin dudaklarında
artık hain bir ifade yoktu. Sanki
oğlunu geri almayı başaran anneye
inanmaya başlamıştı.
“Hemen doğumhaneye gitmeliyiz.
Hadi hemen.” Hemşire banyo kutsal
bir yermiş gibi içeri girmiyor,
söyleyeceklerini kapı eşiğinden
haykırıyordu.
“Neden doğumhaneye
döneceğim, oğluma kavuştum ben.”
Anne oğlunu böğründe biraz daha
kavradı.
“Ona kavuşmadın, sadece onun
hayatını kurtardın ama biraz daha geç
kalırsan bunu da başaramayacaksın.
Zamanımız az diyorum sana.”
Hemşirenin sesinde, ödüllendirici bir
babacanlık vardı.
Anne, oğlunun gözlerinin içine
baktı ve bir şeyler anlamaya başladı.
En azından gerçekten zamanının az
olduğunu biliyordu.
“Hadisene be kadın.”
Anne ayağı kalktı. Oğlunu
kucağına almıştı. Hemşirenin
peşinden renksiz ve sıvaları dökülmüş
kasvetli koridora döndü. Hemşire
koşmuyor sanki uçuyordu. Anne,
oğlunu iyice kavrayarak, onun
peşinden uçmaya başladı.
Az sonra doğumhanenin içine
girmişlerdi. Doktor yine o alaca
karanlıkta, yine o tedirgin bakışlarla
bekliyordu. Sanki doğumhanede, tıpkı
doktor gibi anne ve bebeğini
bekliyormuş gibiydi.
Anne doğum masasının üzerinde
kendisini görünce aptala döndü. Oysa
kendisi şu an ayakta ve oğlunu
tutuyordu. Hayır, oğlunu tutmuyordu.
Oğlu kucağında yoktu. Telaşlandı.
Doğum masasının üzerindeki kendi
vücuduydu ve baygındı. Hemşire
bacaklarının arasındaki bebeği
çekiyordu. Hareketlerinde ters giden
bir şeyler olduğu anlaşılıyor,
durmadan baygın olan bedene
bağırıyordu.
“Uyan, uyan be kadın. Bebek
gelmiyor. Uyan yoksa onu
kaybedeceğiz.”
Anne, neler olduğunu bilmiyordu
ama doktora doğru soru dolu
bakışlarla bakmak istedi. İkinci şoku
o anda yaşadı. Orada artık doktor
yoktu, onun yerine babasını gördü.
Gözü ağlamaktan kan çanağına
dönmüş, yorgunluk ve üzüntüden
bitap düşmüş babasını.
Zavallı adamda haykırıyordu.
“Uyan kızım, uyan artık.”
“Baba ben buradayım.” Dediyse
de babası onu duymadı.
“Uyan be kadın, uyan artık,
bebeğini kurtar.” Hemşire çaresizce
bebeği omuzlarından ve başından
çekmeye çalışıyordu.
“Uyan be güzel kızım ne olur
uyan.”
Babasını hiç bu kadar çaresiz
görmemişti. O, her zaman bir çözüm
bulan adama ne olmuştu? Neden
kızını uyandıramıyordu?
“Baba ben buradayım, ne
yapmam gerektiğini bilmiyorum.
Oğlumu kaybetmek istemiyorum
baba. Bana yardım et. Ağlama.”
Doğumhanenin içi daha bir
renksizleşti, daha bir eskidi, daha bir
boğuldu.
Hemşire başını havaya kaldırıp
Allaha yalvarmaya başladı. Hiç bu
kadar kötü bir ölüm görmemişti. Son
ümidi de tükeniyordu.
Anne nefesinin kesildiğini, ne
yapması gerektiğini bilmeden,
öleceğini düşündü. Oysa az önce
oğlunu, o ölü bebeklerin yanından
kurtarmamış mıydı? Şimdi ne
yapmalıydı. Ne yapması gerektiğini
bilmiyordu ama yürüyerek masadaki
cansız bedenine dokundu.
“Bu bebek senin bebeğin ve
onun hayatını kurtardın. Bir şansın
oldu, onu iyi değerlendir. Şimdi kalk
ve bebeğini kucağına al. Ne babanı,
ne kocanı, nede sevdiklerini ağlat.
Şimdi kalk ve kumral bir erkek
çocuğun tadını çıkart.”
“Kızım ne olursun uyan artık.”
“Bak babanın feryatlarına, ya
dışarıdakilerin feryadı, uyan artık.”
Hemşire ağlıyordu.
“Oğlunda uyanmanı istiyor, yoksa
ben burada olur muyum? Bana sen
uyanmazsan neler olacağını
gösterdi.”
“Hayır!”
Anne feryadın geldiği yöne
döndüğünde babasının yerinde
kocasının olduğunu gördü. Adamın
gözleri ve yüreği ağlıyordu. Doğum
masasının yanına gelmiş, eliyle güzel
karısının yanağına uyanması için
tokat atıyordu.
“Hadi hayatım sen güçlü bir
kadınsın, beni sakın yalnız bırakma,
bebeğini sakın sensiz bırakma. Uyan
artık. Uyan bir tanem.”
Kocasının perişan haldeki
yüzünü gören anne, baygın bedenine
iyice yaklaştı. O yaklaşınca kocası
ortadan kayboldu. Doğumhanede
sadece hareketsiz bedeni, hemşire ve
hayata yarım bağlı bebeği vardı.
“UYAN ARTIK”
Doğum masasında bir
hareketlenme oldu.
Anne gözlerini açtığında her şey
renklendi.
Bebek, doğdu.
Her şey yoluna girdi.
SON
NOT: Bu öyküyü, oğlumun
hayatını doğum sırasında kurtaran
sevgili eşime armağan ediyorum.
Oğlumu bana verdiğin için
TEŞEKKÜR EDERİM.
16
Hasan Türksel - İzmir - Amsterdam
Yağmur damlacıkları cama
vurarak hızla aşağıya doğru
kayıyordu.Başını cama yasladı,büyük
beyaz bulut kümelerinin arasında
ilerlerken gülümsedi.Şu an bulunduğu
yeri tanımlayabileceği bir kelime aradı
ama bulamadı.Her şey her yer
beyazdı.Üniversite yıllarında İzmirManisa arasında her gün yaptığı
otobüs seyahatlerinde seyrettiği
gökyüzüne çıkmıştı.Hatta son
zamanlarda yoğun olarak
gökyüzünden aşağıya bakar duruma
gelmişti.Seyir halindeyken farklı
ülkelerin,değişik coğrafyaların çizgisel
görünümlerini not ediyor,çocukluktan
kalma alışkanlıkla öyküler yazıyordu
her birine.Uçak daha alçaldığında ise
artık tüm şehri görebiliyordu.Bir
başka aynı hayat yaşanıyordu
kentte:İnsanlar,binalar ve arabalar.Bu
şehirdeki yeşil alanların fazlalığı dikkatini çekerken özlemle
bekledikleri yağmurun bu yaz
mevsiminde bile hızlanarak
yağmasını ise kıskançlıkla
seyrediyordu.‘ Bir başka yolculukta
da sizi görmekten mutluluk
duyarız.Lütfen uçak durana kadar
kemerlerinizi…..’ kemerin soğuk
demir topuzunu çoktan çözmüştü o
da diğerleri gibi .
İçinde yer aldığı projeyi kabul
etmeden önce çok
düşünmüştü.Hayatında
başarısızlıklara pek yer yoktu;ancak
her şeyi başaracağına koşulsuz
inanacak kadar gerçek dışı biri de
değildi.Son aylarda yaşadıkları
gerçekten ağırdı ve öncelikle
kendisini toparlaması
gerekiyordu.‘Her şey yoluna
girecek’diyen arkadaşlarına verdiği
cevap aynıydı :Sen hiç raydan çıkan treni geri döndürebilen bir makiniste
rastladın mı?En mantıklı cevabı ise
yıllar önce yolları acı bir olayla ayrılan
Seçkin’den aldığı e-mailde
okumuştu : Bazen treninde raydan
çıkması gerekir çünkü üzerinde gittiği
raylar seni doğru yöne götürmüyor
olabilir.Yoldan çıktıktan sonra ise geri
döndürmek zorunda değilsin
inan,madem makinist sensin başka
raylar üzerinde gitmeye
çalışmalısın.Belkide makinist
olmaktan vazgeçip yolcu vagonuna
geçmelisin.Biliyorum bu zor olur
senin için ama belkide makinisti bir
süreliğine tatile yollamalısın, ne
dersin? Havaalanında ilerlerken
insan,dünyanın en büyük
merkezlerinden birinde olduğunun
hemen farkına varabilirdi.Kalabalıklarsanki önlerine harita konup herkese
bir ülke verilmiş gibi -dünyanın dört
bir tarafına dağılıyordu.Aklı karışıktı
fakat ne zaman yeni bir ülkeye ,bir
şehre adımını atsa kendini iyi
hissetmeye başlar,yeni başlangıçlar
yapabileceğini düşler ve yeni
görüntülerle hayatına başka boyutlar
ekleyeceğini bilirdi.Arkadaş
toplantılarında ,ben ruhumu ‘
Karanlıktan Aydınlığa ’ isimli kitapla
yıkadım,girdiğim her yeni kent bir
cevherdir ,önemli olan benim için onu
orada bulabilmektir derdi.Çocukken
okuduğu bu kitabın yazarını bir türlü
hatırlayamamakla dertlenir ,bir gün bir
yerlerde nasıl olsa yeniden
karşılaşacağız onunla diye de umut
ederdi. Her yer rengarenkti.Son yüzyılın
vazgeçilmez satış stratejisi çok çeşitli
reklam panoları havaalanını
neredeyse kaplıyordu.Uzun kalabalık
koridorlarda ilerleyip pasaport
kontrolünden geçtikten sonra kendisini çıkış kapısında bekleyen
otel görevlisinin yanındaydı.
‘Mr.Özgür ,welcome to Amsterdam ’
derken ismini telaffuz etmeye
çalışması oldukça komik bir görüntü
oluştursa da sadece gülümseyerek
cevap verdi.Araç şehrin içerisinde
ilerlerken ‘ çok başka bir yer ’e
geldiğini hemen
hissetmişti.Masallarda anlatılan bir
kente düşmüştü sanki.Bunu iyi bir
işaret saydı.Görevlinin samimi bir
şekilde şehre ilişkin kısa tanıtım
turundan sonra otele
gelmişlerdi.Zaman , yerel saat ile
16.30 u gösteriyordu. Yatağa uzandığında çok uzun
bir yolculuk olmamasına rağmen
sırtından bacaklarına doğru yayılan
hafif sızılı yorgunluğu daha bir
hissetti.Çilek kokan çarsafların
beyazlığı ve yumuşaklığı bedenini
okşar gibiydi. Yatağın yanıbaşında
duran buzluğa uzanarak adı
otelinkiyle aynı olan tarihi ‘Amstel’
birasından aldi bir tane , sonra bir
tane daha.Bir kaç telefon görüşmesi
yapti.Televizyonu açtığında
Almancaya benzeyen ama o kadar
kaba olmayan,Hollandaca yayın
yapan kanallarda gezindi bir
süre.İzlerken uykuya
daldı.Uyandığında otel penceresinden
dışarıya baktı, şehir ,tüm ışıklarını
yakarak onu selamlıyormuş gibi, bir
renk cümbüşüne sahipti.Yemeği otel
yerine dışarıda, şehir merkezinde
yemeğe karar verdi.Giyinip dışarı
çıkacakken Esra’nın ‘yaz geceleri bile
soğuk geçer orada,yanına kalın bir
şey almayı unutma’dediğini
hatırladı.Esra, üniversite döneminde,
17
İzmir fuar’ında tesadüf eseri tanışdığı
ve o andan sonra hayatında sanki
çakılı kalacak,nereye giderse gitsin
onunla gönül bağı hiç kopmayacak
biriydi.Belki de daha ötesi… Tren istasyonundan karşıya
geçip ,dünya kalabalığıyla beraber
geniş caddeden meydana doğru
ilerlerken önce bir İstiklal Caddesi
havasını koklar gibiydi ;ancak
bulunduğu mekana ve insanlara dikkatlice baktığında daha da
fazlasını görüyordu.Amsterdam ışık
oyunlarıyla,görüntüsüyle ve sanki bir
müzik kutusunun kapağını açar
açmaz duymaya başladığınız güzel
melodilerle ona merhaba
demişti.Adımlarını hızlandırmak ya da
yavaşlatmak arasında gelgitler
yaşıyordu, ancak beyninden gelen
açlık mesajlarına daha fazla
dayanamayacağını hissedince yemek
yiyeceği bir mekan bulup oturmaya
karar verdi. Kentte nereye giderseniz gidin
sizinle gelen su kanallarına bakan bir
restoranda karar kıldı: “Almelo ”İçerisi
oldukça kalabalık olduğu için nereye
oturacağına karar veremedi ama o
anda pencere kenarında tekli boş bir
masa görünce oraya yöneldi.Koltuğa
oturduğunda ise buraya gelmekle
doğru bir seçim yaptığını hissetti(Her
ne zaman yemek yemeye bir
restorana gitse gittiği bu mekanı
değerlendirdiği dört kriterden ilki
oturduğu koltuğun rahatlığı ve
masanın sizin yemeği yemenizi
kolaylaştımasıydı.İlk aşama
geçilmişti)Yemek konusunda
yeniliklere çok açık biri olmadığı için
menüden yine benzer isteklerde
bulunmuştu:Tavuk sote,patates,salata
ve ekledi:bira,Amstel! Saatler önce yakıcı/yakan İzmir
sıcağında ,Güzelyalı’daki evinden alıp
havaalanına giderken Ayşen ile
yaptıkları sohbet geldi aklına.Sahil
boyunca palmiye ağaçları ve
masmavi deniz (ama Ege Denizi)sanki
konuşmalarının görüntüsel fonunu
oluşturmaktaydı.Her zamanki gibi
önce anne ve babalarından
bahsettiler.Ayşen, onları daha sık
ziyaret etmesi için ona hafif de olsa
yakınmalarda bulunsa da o ,asıl
ablasının sözleri ile annesini
üzdüğünü söyleyerek karşı atağa
geçmişti.Göz göze geldiklerinde yıllar
boyu yaptıkları gibi ikiside bu küçük
tartışmaya hemen son vermişlerdi. ‘
Bu sefer geri dönmem uzun sürebilir
ama sık sık telefon ederim, e-mail
atarım ’demişti Özgür. ‘ Şu projeyi
bitirmeden gelme o zaman.Bizim
aramamızı bekleyerek de
aramamazlık etme ,beni aramasanda
annemleri ara ve kendine oralarda
dikkat et ’diye bitirmişti cümlelerini
Ayşen.Birbirlerine
sarıldıklarında ,ikiside sıcaktan ve
terleyen vücutları nedeniyle hemen
geri çekmişlerdi
bedenlerini.Özgür ,kendini bir an
önce gökyüzüne atmak ya da en
azından havaalanının serin salonuna
gitmek için hızlı adımlarla
ilerlerken ,ablası da aynı şekilde
klimalı arabasına koşar adımlarla
binip ,20 liradan aldığı yarım litrelik
sudan içip havaalanından uzaklaştı. - Hallo.Mag ik erbij komen
zitten?
- Oh sorry,i do not speak
dutch.Do you speak english?
- Yes, sure.Restoranda
başka bir yer yok,eğer sizi rahatsız
etmeyecekse ve tabi ki
beklediğiniz birisi yoksa akşam
yemeği için sizin masanıza oturabilir
miyim?
- Tabi,beklediğim biri yok.
- Benim adım Martin.
“ Ben de Özgür ” diye tanıtmıştı
kendisini.Özgür diye adını
tekrarlarken gayet net söylemesi
şaşırtmıştı onu.Kendisi açlıktan
geberse de bir başkasına masasına
oturmayı teklif edemeyeceğini
düşündü birdenbire.Beklenmedik bir
misafire pek hazırlıklı değildi ki adı
üstünde beklenmedikti.Daha çok
yalnız kalmak ve son günleri ,içinde
yer aldığı projede yapması
gerekenleri düşünmek
istiyordu.Karşısındaki yuvarlak
suratlı ,seyrek sarı saçlı ,kuzeyli
olduğunu anlatan belirgin yeşil-mavi
karışımı gözleri ile sürekli
gülümseyen bu adama kızamadı.Tam
tersine Türk olmanın verdiği bir
duygu/iç güdü ile Martin ’i misafir
ederek ev sahibi havasına
büründü.Tüm bu düşünceler
eylemdeyken ısmarladığı yemekler
geldi.Zamanlama neredeyse
mükemmeldi ;ne insanı yemekten
vazgeçirecek kadar uzun ne de
baştan savma ya da hazırda
bulunanlardan bir karma izlenimini
verecek kadar kısaydı.(İkinci aşama
da geçilmişti)Bu arada Martin ’de
kendi siparişini vermiş ,içecek olarak
beyaz şarap istemişti. - Güzel bir Amsterdam
gecesi dedi Özgür.Sonra söylediğinin ne kadar bayağı ve basit bir cümle
olduğunu düşünüp aptal gibi
hissetti.Ardından “ Ne konuşabilirim
ki tanımadığım bir adamla ” diye de
kendini savunmaya başladı.Martin ise
kendisine hiç de aptalmış gibi
bakmıyor,tam aksine söylediklerini
ciddiye alır bir ifade ile karşılıklar
veriyordu.
- Amsterdam ,size uzakları
getiren şehirdir Mr.Özgür.Buradan
daha öteye gitmenize izin
vermeyen ,geçemeyeceğiniz bir
sınırdır adeta.Evet bu akşam her
zamanki gibi güzel
görünüyor ,haklısınız.Sizin şehriniz
neresi ,nereden geliyor sunuz?
- İzmir’den
geliyorum.İzmir ,Türkiye ’ de bir
şehir…diye açıklama yapacakken
- O ,İzmir de güzel bir
şehirdir biliyorum deyiverdi ;ancak
işin ilginç yanı ise bunları Türkçe
söylemişti.O andan sonra da Türkçe
konuşmaya devam etti ve kendisine
şaşkınlıkla bakan Özgür ’e bir
açıklamada bulundu çabucak.
18
“ Biliyorum ,şimdi nasıl bu kadar
iyi Türkçe konuştuğumu
soracaksınız ,sormadan ben
anlatayım.Beraber olduğum kişi
İstanbul ’da yaşıyor ve yaklaşık beş
yıldır da ilişkimiz devam ediyor.Ayrıca
ben iki yıl kadar istanbul ’da
yaşamaya çalıştım onunla ama
olmadı.Amsterdam ve diğer başka
sebeplerden dolayı geri dönmek
zorunda kaldım ;fakat söylediğim gibi
ilişkimiz devam ediyor.Yılda en az
dört kez ben İstanbul ’a giderken o
da yaz tatillerinde buraya geliyor ”
- Gerçekten şaşırdım bu
kadar net ve anlaşılır bir Türkçe ile
konuşmanıza.Türkiye ’de bir çok
insan bu kadar düzgün konuşamıyor
inanın.
Martin her zamanki gibi
gülümseyerek “Teşekkürler ama tüm
Dünya ülkelerinde yaşanan bir durum
bu.Asıl ben sizin Türk olduğunuzu
anlayamadım.Görüntünüz tipik bir
Türkten farklı ; daha açık tenli,uzun
boylu ,geniş yüzlü ve başınızın arka
kısmı düz olarak aşağıya inmiyor.”
(Martin’ in ısmarladığı yemekler
de gelmişti.)
‘ Türklerin böyle bir ortak
özelliğinin olduğunun farkında
değildim şu ana kadar.Babam aslında
Türk askerlerinin denize dökemediği
bir yunan ,annem ise Türk.Babama
göre o da Türk ya da bazen kendini
tanımladığı gibi bir “ İzmir insanı ”
Baba tarafım aslında
Macaristanlı ,yani melezlik durumu
hakim.Bende Türkiye ’nin gerçek
batısında ,bu koşullarla doğmuş
olduğum için biraz farklı görünüme
sahip olduğumun farkındayım ama
bu İzmir ’de doğmuş bir çok kişi için
geçerli bir durumdur.İzmir ,sizi
kucaklayan ,uzaklara gitmenize bir
türlü izin vermeyen ,sizin de buna
zaten gönlünüzün razı olmayacağı bir
şehirdir ’ diye sözlerini bitirince
beraber gülmeye başladılar. ‘ O
zaman İzmir ve Amsterdam ’a içelim!
’ dedi Martin. - Şerefe-Proost ! Kadehler tokuşuyor ,kalabalıkların yarattığı ‘ insani ısı ’ sürekli artıyordu
restoranda.Kamera ile ağır çekim
görüntülendiğinde ,mekanda sadece
yemek yenmediğini ,her masada ayrı
bir hikayenin yaşandığını görebilirdi
insan.Dünyanın en kozmopolitik
kentlerinden birine yine dünyanın
neredeyse her noktasından çıkıp
gelmiş bir kitle biraradaydı.Bu yüzden
belki de kimse kimseye yargılar gibi
bakmıyordu ve belki de yine bu
yüzden kendinizi daha özgür
hissedip ,güven problemi
yaşamıyordunuz.Ağır ağır akan
görüntüde duyulan sesler ise
yumuşak ve beklenmedik düzeyde
birbiriyle uyumluydu.İlk defa biraraya
gelip çalmaya başlayan caz
sanatçılarını anımsatıyordu
adeta.Eğer bir renk vermek gerekirse
bu gece Amsterdam , mum ışığından
yükselip ay ışığına karışan safran
rengine benziyordu. Özgür ,beklenmedik misafiri ile
sohbeti koyulaştırmış ,keyifle
yemeğini yerken ,Martin de Özgür ile
konuşmaktan hoşlanmış görünüyordu
ki yapısı itibariyle zor bir kişiliğe sahip
olmaması karşısındaki kişiye ilk
temasta yansıyor ve ortamın
rahatlamasını sağlıyordu.İçkilerini
bitirip yeni içki siparişi verecekleri
sırada mekana geldiğinden beri duru
güzelliği ve fiziği ile dikkatini çeken
garson kız ne içmek istediklerini
sormuştu.(3. aşama geçilirken ,turistik
bir şehirde ,rastgele içeriye girdiği bu
restorandaki hizmete şaşırıyor ancak
4. aşama için artık şüphe
duymuyordu) - Peki Martin ne iş
yapıyorsun Amsterdam ’da ?
- Ben mimarım.Restorasyon
işleri ile ilgileniyorum.Ülkemizi
gezmeye başladığında tarihi binaların
fazlalığını kısa sürede senden
farkedersin.Bu nedenle bir projeden
diğerine koşuyorum açıkçası.Şu
aralar bir kalenin restorasyonu
üzerinde çalışıyorum.
- İlginç.Nasıl bir kale bu?
Yani zamanında herhangi bir savaş
yaşanmış mı orada?Tarih oldum olası
amatör düzeyde de olsa ilgimi
çekmiştir.Buarada
haklısın ,havaalanından otele
giderken baktığım her noktada tarihi
yapılar görmek mümkündü.
- Sizin ülkenizde özellikle
Ege ve Güney boyunca tarihi
mekanlara rastlamak neredeyse
sıradan bir olay ;ama kabul edersin ki
genelde hepsi Eski Yunan ‘dan ya da
diğer tarihi dönemlerden kalma.Sanki
o dönemler ve şu an arasında
kopmuş bir zaman boyutu var.Yakın
tarihinize ait korunan yapıların sayısı
oldukça az.Var olanlarında İstanbul
‘da yaşarken nasıl birer birer
yakıldığını ,yerine soysuz ,ruhsuz
binalar dikildiğinin bizzat şahidi
oldum.Siz tarihinizi yakarken asıl
kendi ve tabiki dünya tarihini yok
ediyorsunuz Özgür.Bu çok acı verici
bir durum.Üzerinde çalıştığım projeye
gelince ,zannettiğin gibi bir kale değil
orası ,bir aileye ait şato.Aile ,tabi
tahmin edebileceğin gibi çok zengin
ve bu kaleyi tarih boyunca sadece
eylül ayında arkadaşlarını
ağırlamak ,partiler vermek ,yaşadıkları
Fransa ‘nın sıcak havasından kaçıp
gelmek için kullanıyorlardı.
- Nasıl yani ,sadece eylül
ayı boyunca kalmak için kale mi
yaptırmışlar?
- Evet tam dediğin
gibi.Bazen para insana fazla gelir ve
ne yapacağını bilemezsin ya da şöyle
diyebiliriz ,tarihin belirli dönemlerinde
bugünkü gibi moda akımları vardı ve
o dönemlerde zengin insanlar
arasında kale-şato yaptırmak bir
modaydı anlayacağın.Günümüzde
insanlar haritalarda kücük noktalar
halinde görünse bile gerçekten büyük
olan adalar satın almaktalar.Buna
benzer bir durum onlarında yaptığı.
19
- Gerçekten ilginç geldi
bana anlattıkların ;ancak üzerinde
biraz daha düşününce mantıklı gelen
bir tarafı da var açıkcası.
- İlgini bu kadar çektiyse ve
müsait olduğun bir zaman seni oraya
götürebilirim istersen.Ben hafta içi
işler yoğun olduğu için zaten orada
kalıyorum.Beni ziyarete gelebilirsin
mesela.İnsanı etkileyen farklı bir
ortam var orada.İç içe geçmiş ve
farklı anlamlar taşıyan
odalar ,tablolar ,fotoğraflar ve diğer
ek binalarıyla sanki sınırlarının
ötesinde başka bir çağ
yaşanmıyormuş hissine kapılıyorsun.
- Tabi neden olmasın.Seni
de rahatsız etmeyecekse gelip daha
yakından görmeyi isterim kaleyi. Sözcükler ağzından çıkarken
karşısında sanki henüz tanışalı bir
saat geçmiş biri değilde yıllardır
tanıdığı bir kişi oturuyordu.Yapılan
teklif ve verilen cevap her ikisi
tarafından da oldukça doğal
karşılanmıştı.Tabiki insan hayatında
böyle başlayan dostluklar vardır ;
ancak bu tür ilişkilerin sayısının
günden güne azaldığını söylemek
yanlış olmaz sanırım.Güven kaybı,
günümüzde küreselleşmiş ,gidilen her
ülkede ,girilen her yeni sokakta orada
sizi bekliyor olması artık şaşılmaz bir
duruma dönüşmüştü.Direnişçiler ise
bazen bilerek bazen de farkında
olmayarak varlıklarını hala
sürdürüyorlardı. - Sen ne işle meşgulsün
Özgür?
Sorulan bu soru onu adeta
uykudan uyandırmış ,gerçek hayata
geri çağırmıştı.Oysa yemek boyunca
sanki Amsterdam ’a tatile gelmiş ve
kalacağı süre boyunca tarihi ,turistik
mekanlarda gezip ,belki garson kızla
tanışıp unutamayacağı bir aşk
yaşayacağını düşlemekteydi
bilinçaltında.Tatlı uykusundan
uyanmak onda panik etkisi yaratmıştı.
- Aaa..Ben Proje
Müdürüyüm.
kızın hesabın geldiği kayık şeklindeki
kutuya bakmamasında bulduğu
asalet ve ‘ umarım yemeklerimizi
beğenmişsinizdir ,tekrardan
görüşmek üzre ’den oluşan sözlerini
sonraları tekrar tekrar anımsayacağını
biliyordu.O ise düşündüklerini
uygulamaya koyamamış ,sadece
teşekkür edebilmişti.Kendini hayal
kırıklığına uğrattığını
- Buraya bazı firmalar ile
düşünürken ,garson kızın elbisesi
görüşmeye geldim.Aslında bu daha
üzerindeki isimliği farkedince içini
çok bir ön çalışma ,fikir alışverişinde
yeniden zafer kazanmaya benzer bir
bulunacağım ,yeni gelişlemeleri takip duygu kapladı.Adı Inge idi garson
edip İzmir ’deki merkez firmaya rapor kızın. ‘ Inge ’ dedi bilinçaltına vereceğim. ,tekrardan görüşmek üzere. Martin ise Özgür ’ün genel geçer
Restorandan ayrılıp Amsterdam
konuşmasını farkedip canını
’ın geniş caddelerine çıkmışlardı.Yol
sıkmamak için konuyu kapatmaya
aldıkça şehrin sokaklarının hep böyle
karar vermişti.
geniş olmadığını
- Güzel , umarım her şey
görüyor ,daralan ,küçük köprülerden
yolunda gider senin için.Buarada bu
oluşan ,bazen sonsuz kalabalıktan
gece için herhangi bir planın var mı ? sıyrılıp sonsuz sessizliğe
Saatine baktığında zaman 21.30
geçtikleri ,ses ile sessizlik arasındaki
’u gösteriyordu. ince çizgide ,tıpkı cambazın ip
- Herhangi bir planım yok
üstünde yürümesine benzer bir ruh
ancak söylediğim gibi daha geleli kısa haliyle ilerliyorlardı.Arka sokakları
bir süre geçti ,yol yorgunluğu
oldum olası severdi Özgür.Büyük
var ,dinlenmem daha iyi olur diye
gövdeli ağaç dallarının sokak
düşünüyorum.
lambalarıyla uyumundan oluşan ve
- Daha genç bir adamsın
yere yansıyan ilginç görüntüleri ,iri ve
sen ,bu kadar çabuk
eski binaların (Martin sürekli
yorulmamalısın.İstersen sana biraz
açıklamalar yapıyordu ,burası çok
etrafı göstereyim.Kısa bir tur
eski bir Katolik Okulu...)arka cephesi
atarız ,başka bir mekanda bir şeyler
olması nedeniyle insanların oralarda
daha içeriz sonra seni oteline
yaşamayı seçmemeleri ,yalnız
bırakırım.Ne dersin?
bırakılan hayatın bu kesitleri onda
- Tamam , olur. huzura benzer bir duygu
Hesap ,kısa sürede gelmiş
hissettiriyordu. “ İnsan gerçekle
(4.aşama)gülümsemesiyle kendisini
yüzleşmek için arka sokakları
etkisi altına almış garson kıza ,etkili
seçmeli.Öyle kimsenin
olmasını istediği karşı gülümseme ile uğramadığı ,sokağın sahibinin
cevap vermişti.Martin’e masasına
herhangi bir canlının olmadığı yerlere
sonradan katıldığı için hesabı
gitmeli ama..” diye yazmıştı bir ekendisinin ödeyeceğini ,bunun bir
mailde Seçkin ’e.Hafızasının kimbilir
hangi dosyasında yer alan bu
Türk geleneği olduğunu söylemişti.
Aslında bu her ne kadar kısmen
cümleler geçtikleri sokakta birden
doğru olsa da asıl amacı garson kızla kendilerini dışarı atmıştı.O dönemde
kısada olsa diyalog kurmaktı.
bu cümleleri gerçekten öyle
Normalden biraz fazla bahşiş
düşündüğü için mi yoksa öyle
bırakmış olmasına rağmen garson
olabileceğini hayal ettiği için mi
(Kısa bir sessizlik yaşanmıştı)
- Yani?Ne tür projeler
üzerinde çalışıyorsun?
“ İnşaat işleri üzerine...”diyerek
bu konuyu kapatmak istiyordu ;ancak
karşısındaki nazik adama saygısızlık
yapmamak için birkaç açıklayıcı
cümle daha söylemek istedi.
20
yazdığını bilmiyordu.Fakat şimdi
kelimeler görüntüye eşlik ederken ,
yüzleşme zamanı geldiğinde artık
nereye gelmesi gerektiğini
biliyordu.Sokağa bir kez daha
baktı.Güçlü hafızasında mekanı nasıl
bulacağını şifreleyip ,açtığı yeni
dosyaya usulca yerleştirdi. Amsterdam ’ın herkes tarafından
bilinen meşhur coffie-shoplarının sıra
boyu bulunduğu sokaklara
geldiklerinde kalabalıklar da kümeler
halinde belirmeye başlamıştı.Nedense
Martin’in kendisini buraya
getireceğini beklemiyordu.Daha çok
sakin ve şık bir mekanda şarap
içeceklerini hayal etmişti kısa zaman
aralığında.Onun giyimindeki
resmiyet , kelimeleri seçişindeki özen
ve aldığı yüksek eğitim zihninde böyle
bir çağrışım yapmaktaydı ve resimler
birbiriyle örtüşmüyordu.Belki böyle
mekanlardan hoşlanmayan ,hatta
nefret eden birisi olabilirdim diye
düşündü fakat Martin ’inin
kendisinden emin bir tavırla onu bu
mekanların içine doğru götürmesinde
karşı koyulmaz bir yan vardı ve o da
bu akıntıya kapıldı.
Vitrinlerde sergilenen elbiseler
yerlerini bu kez canlı bedenlere
bırakmış ,hayatlarında yeni
deneyimler ya da anlatılası hikayeler
arayan adamlarda birbir bu vitrinlere
yaklaşmıştı.En azından Martin ’in
burada durmayacağını doğru tahmin
etti ;ancak adımlarını atarken
gözleriyle şahit olduğu bedenleri
incelerken vücut ısısındaki artış
hissedilir boyutta idi.O kendisini bu
mekanların içine rahatça
çekerken ,kendisi istemesine rağmen
biraz burada duralım ,hayvani
içgüdülerim bedenimi vitrinlere hatta
arkasına doğru çekiyor
diyemedi.Hatta belki Martin farkeder
diye de uzun boyunun avantajıyla
başını çevirmeden gözleriyle baktı
etrafa.Martin ise oldukça sakin ve
sanki etrafında olan biten sıradışılığın
dışına çıkmış bir ruh haliyle yürümeye
devam ediyordu. Birbirinden farklı kadın bedenleri
yavaş yavaş arkalarında
kalıyordu.Martin gidecekleri yerin
biraz ileride olduğunu
belirtirken ,Özgür şık bir mekana
gitmemiş olmaları nedeniyle
keyiflenmişti.Yaptığı hareketlerin
başkaları tarafından denek olarak
inceleniyormuş gibi dikkatle izlendiği
ortamlardan sıkılıyordu.Gerçi çok da
sık böyle ortamlarda yer aldığı
söylenemezdi ama iş için en azından
böyle mekanlara girip çıkması
gerekiyordu.“Geldik ”dedi
Martin.Özgür ise düşüncelere dalmış
olduğu ve karanlıkta çok net
seçemediği için bir an Martin ’in
durduğunu farkedemedi.Başını
kaldırıp mavi neon ışıklarıyla parlayıp
sönen mekanın ismine baktı : “
Smryna ” Şaka mıydı bu?Yoksa
Martin bu ismin Yunancada İzmir
olduğunu bilmiyor muydu?Buna da
pek ihtimal vermedi ;ancak ilk
açıklama gelene kadar bir süre
bekleyip mekan ismiyle ilgili bir şey
söylememeye karar verdi.Dar ve ince
sarı ışığın yandığı merdivenlerden
yukarıya doğru tırmanırken insanmüzik karışımı sesleri duymaya
başlamışlardı. Girişe geldiklerinde kapının sağ
yanında vestiyere benzeyen küçük bir
mekan ve eski tahta sandalyede
oturup sigarasını gözleri kapalı olarak
içen siyahi bir adam vardı.Yaz
mevsimi olduğu için askılar
boştu.Martin ,uyuduğunu düşündüğü
adama selam verip içeri yönelirken
Özgür acaba adamın gözleri açılacak
mı ya da cevap verecek mi (cevap
yoktu) diye bir an durakladıktan sonra
Martin ’in ardından bara
girdi.Gözlerinin karanlığa alışması için bir kaç saniye gerekti sonra her şey
daha belirginleşiyordu.Mekan
Alsancak ’ta gittiği bir çok kafe-barda kullanılan tahta masalarla dekore
edilmişti.Baraka Bar ’a benziyordu
biraz ancak burasının isminin neden
Smryna olduğuna ilişkin cevaplar
aramaya başladı barın içinde.O
etrafına bakınırken Martin barmen ile
sohbet ediyordu.Kendisini
çağırdığında masaların üzerindeki
üzüm-incir resimlerinin iç içe geçtiği
örtüleri farketti ve Smryna isminin en
azından onun bilmediği başka bir
anlama gemediğinden bir kez daha
emin oldu. ‘ Seni arkadaşım Nico ile
tanıştırmak istiyorum ’ dedi
Martin.Uzun burunlu(Karadeniz
ölçeğinde)beyaz suratlı ve sadece
sakalı olan(bıyıklarını ayrıca kesiyor
olmalıydı)barmen gülümseyerek
selam vermişti.Martin “ İkinizin ortak
bir tarafı var sanırım.İkinizin babası da
Yunan ve İzmirli ”dedi.Nico ile
gözgöze geldiğinde biraz konuşunca
ve belleklerini anlatılan hikayelerle
zorlayarak ortak bir geçmişte
buluşacaklarına emindi.“ Öyle mi çok
memnun oldum,gerçekten
enteresan ”diyebildi. “ Bir başka
zaman bu konuda sizinle konuşmayı
çok isterim ancak gördüğünüz gibi şu
an yoğunum ve ben de tanıştığımıza
memnun oldum ”diye yanıtladı
barmen. “ Başka bir zaman neden
olmasın ” dedi Özgür ve Martin ile
beraber o an farkettiği başka
merdivenlerden aşağıya doğru
inmeye başladı. Tahta masalardan birine
yerleştiklerinde barda çalan müzik
birdenbire Rock parçalardan Yunanca
şarkılara dönmüştü.Bunun bir tesadüf
mü yoksa hoşluk yapmak isteyen
barmenin fikri mi olduğuna karar
veremedi.Henüz ne içmek istediğini
bile düşünmemişken masaya bir uzo
şişesi ,yeşil zeytin ,kavun ,Hollanda
peyniri ve fıstık tabağı gelince her
şeyin onun tarafından ayarlandığını
anlamıştı. “ Biliyorum sen şimdi Rakı
olsa daha iyi olurdu diyebilirsin ama
ne de olsa Uzo da aynı kapıya
çıkıyor.Sen beni ağırladın ben de
burda belki biraz seni evinde
hissettirebilirim.Gerçi geleli henüz bir
21
gün bile geçmemiş ama belki bu
ortamı özlemişsindir diye düşündüm ”
dedi Martin.Gözlerinin içi
gülüyordu ,restoranda da gayet
rahattı ama sanki buraya gelince
vücut kimyası değişmişti.İnsanların
kendilerini rahat hissettikleri mekanlar
vardır , orada daha rahat
konuşurlar ,kendilerini daha iyi ifade
ederler.Eğer sevgilinize ilan-ı aşk
edecekseniz ne romantik bir mekan
bulmaya çalışın ne de klasik
yöntemleri izleyin ,size pozitif enerji
veren mekanları seçin diye okumuştu
bir kitapta.Sanırım bu konuda yazar
haklıydı. - Buraya sık gelir misin?
- Nico benim eski
dostumdur.Üniversitede aynı
sınıftaydık ancak okulun son yılı
birden mimar olmaktan vazgeçti ve
halasının yanına Rodos ’a gitti.O
dönemler onu çok özlediğimi itiraf
etmeliyim.Hatta bir keresinde
dayanamayıp temmuz tatilinde aileme
bile haber vermeden onu görmeye
Rodos ’a gitmiştim.Orada taverna
işletmeye başlamıştı.Amcasından
kalma bir yerdi sanırım.Sürekli aklını
çelmeye çalıştım Amsterdam ’a
dönmesi konusunda ve sonunda da
başarılı oldum.Bu mekanı ona bulan
benim ve geldiğinden beri de burayı
işletiyor ,ben de arkadaşımı sık sık
görme fırsatı buluyorum.
- Peki neden barmen olarak
çalışıyor burada?
- Nico çok çalışkan ve titiz
biridir.Geçen hafta barda çalışan kişi
müşteri ile tartışınca Nico da onu
işten çıkardı.O kişiyi işe alırken yeteri
kadar iyi değerlendirme yapmadığını
düşündüğü için de en az iki hafta
olmak üzere kendini cezalandırdı ya
da onun tabiriyle yeni adayın nelere
hazırlıklı olması gerektiğini anlamak
için barda çalışmaya karar verdi.
- Film yıldızlarının rollerine
hazırlanırken oynayacakları
karakterler hakkında araştırma
yapmalarına benzeyen bir durum bu
ama hoşuma gitti bu fikir.
- Vaktin olduğunda bence
Nico ile sohbet etmelisin ortak bir çok
yanınız olduğunu düşünüyorum
ben.Ayrıca sohbeti de bol biridir ,ne
de olsa adam bar işletmecisi.
- Tabi neden olmasın.Hiç
duymadığımız hikayeler dinlemek
hiçte fena olmaz hani. Bardaki insanlara baktığında Nico ’nun tavernasını özlediğini
düşündü Özgür ;çünkü artık burası
başka bir yer haline
dönüşmüştü.Kültürel öğeleri dekor
anlamında muhafaza etmeye çalışsa
da müşterilerin taverna kültüründen
habersiz oldukları gayet açıktı.Hatta
kafayı bulmuş bir çok insanın nerde
olduklarının farkında dahi
olmadıklarına emindi.Her şeye
rağmen halen şık bir mekanda
olmadıkları için keyfi
yerindeydi.Martin ’in Uzoyu
bardaklara dolduruşu ,yutmadan
önce ağzında ezmesi dikkatini
çekmişti. - Peki sen onu Amsterdam
’a geri getirmeyi başardın ama iki yıl
kadar İstanbul ’da yaşadığını da
söyledin.Bu hangi döneme denk
geliyor?
- Aslında iki süreçte beraber
işledi diyebiliriz.Ben ilk Rodos ’a
gittiğimde dönerken onun benimle
hemen geleceğini
düşünmüştüm.Hatta dönüş için uçak
biletini bile ayırtmıştım ama
olmadı.Nico orda bir hayat kurmuştu
kendisine ,benimle gelmek
istemedi.Bir tartışma yaşadık ve
benim İstanbul ’da kaldığım süre
boyunca da konuşmadık açıkcası.
- Anlıyorum.Neyse her şey
düzelmiş ve eski dostlar yeniden
biraraya gelmiş nihayetinde.
- Evet.Aman nazar
değmesin tahtaya vuralım ve hadi
içelim Martin ’in keyfi iyice yerine
gelmişti.Bunda hafif çakırkeyif
olmasının etkisi de vardı tabiki ama
görüntü olarak tam bir kuzeyli
olmasına rağmen tipik Akdeniz insanı
hareketleri ile şaşkınlık
yaratıyordu.Kısa süre sonra yunanca
şarkılar yerini yeniden rock
parçalarına bırakmış ,onlar da uzonun dibini göresiye kadar
içmişlerdi.Etrafındaki insanlara
baktığında Finlandiya yapımı bir
filmde izlediği sahnelerden biri geldi
gözlerinin önüne Özgür ’ün : Yalnızlık
diz boyu olmuş ,insanlar
kendilerinden kaçmak için şehrin en
karanlık ve kenarda kalmış barlarında
sanki sözleşmiş gibi
toplanıyorlardı.Tüm gece içmelerine
rağmen birbirlerine baktıklarına
içlerindeki çirkin çocuk yalnızlığı bir
türlü saklayamıyorlardı. - Bu akşam gerçekten çok
güzel zaman geçirdim Martin ama
daha fazla içmeden otele dönsem iyi
olacak ,yatmadan önce aramam
gereken kişiler var ve de ayrılmaz bir
parçam olan bilgisayarıma bakıp
gelen e-mailleri cevaplamam
gerekiyor.İstersen sen keyfini hiç
bozma ben gideceğim yeri bulmakta
sıkıntı çekeceğimi sanmıyorum.
- Hayır Özgür seni ben
bırakırım.Ben de çok keyifli bir akşam
geçirdim sayende ve daha fazla
içmeden durmak da yaşadığımız
keyife keyif katar
düşüncesindeyim.İstersen kalkalım.
Merdivenleri tekrardan
tırmanırken alkolün etkisi adımlarını
yukarıya doğru attıkça onları aşağıya
doğru itiyordu.Bir ara Özgür
yalpalayınca Martin ona sözcüklerle
takıldı.Güldüler.Nico müşterilerden
biri ile barda sohbet
halindeydi.Onların gittiklerini görünce
yine iş ciddiyetini bozmamak için kısa
cümlelerle veda etmişti.Dışarıya
çıktıklarında ilerleyen saatin etkisi ile
hava biraz daha
soğumuştu.Vestiyerdeki boş askılar
geldi birden gözlerinin önüne Özgür
22
’ün.Ya siyahi adam?Bardan
çıkarlarken farketmemişti onun
varlığını ,belki de evine gitmiştir diye
düşündü.Yolda ilerlerken vücudunun
sıcaklık değişimine hemen ayak
uyduramaması nedeniyle titremeye
başladı.Martin otoparka geldiklerinde
kendisini kapıda beklemesini söyledi
ve kısa bir süre sonra lacivert bir
Volvo ile dışarıya çıktı.
- Hangi otelde kalıyorsun?
- Otel Amstel Nerede
olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum ,buraya çok
uzak değil ,eski bir oteldir orası.Sen
mi ayarladın yoksa arkadaşlarından
biri mi tavsiye etti ?
- Esra isminde bir
arkadaşım var.O geçen yıl tatile
gelmişti Amsterdam ’a ve benim de
buraya gelmem kesinleşince ona
sordum kalacak yer tavsiyesi var mı
diye.Hiç düşünmeden bu oteli önerdi
bana.Gerek konumuna baktığımda
gerekse mimari yapısı gayet hoşuma
gitti.
- Arkadaşın zevk sahibi
biriymiş.Yoksa o da mimar mı?
(Martin ’in kahkahaları
duyulmaya başlamıştı artık)
- Hayır değil ,o Sosyoloji
Uzmanı olarak çalışıyor ama zevk
sahibi olduğu kesin.Fikirlerine çok
değer verdiğim biridir ayrıca.
- Böyle dostların olduğunu
bilmek güzel ,sevindim senin adına.
- Peki senin beraber
olduğun kişi Martin ,pek söz etmedik
ondan.O ne iş yapıyor İstanbul ’da?
Özlemiyor musun onu bu kadar
mesafede?
- Özlemez olur muyum
Özgür tabiki çok özlüyorum ama
hayat sadece iki sevgiliden ve aşktan
ibaret değil bunu da gözardı
edemezsin.Biz ilişkimizin en güzel
kısmını paylaşmaya çalışıyoruz.Hani
yemek sonrası yenen tatlı misali.
- Anlıyorum ama yine de zor
olsa gerek.Ben senin durumunda
olsam ne yapardım inan bilmiyorum
ama yine de siz bir ritm
yakaladıysanız sorun yoktur tabiki
- Haklısın ritm yakalamak
ilişkide çok önemli.Buarada bugün
onunla neredeyse hiç
konuşmadım,kim bilir beni kaç defa
aramıştır ancak her zamanki gibi
telefonumu yanıma almayı unuttum.
- Arada o kadar mesafe var
ve senin yaptığına bak Martin.
- Haklısın Maatsenein caddesine
geldiklerinde otel binası
görünmüştü.Trafik ışıklarında
beklerken garson kız Inge şimdiden
düşüncelerini ziyaret etmeye
başlamıştı Özgür’ün.Martin,Volvo
’nun camını açar açmaz içeriye soğuk hava doldu.Arabayı Otelin
önünde durdurduğunda ise
tekrardan buluşabilmeleri için
birbirlerine telefon numaralarını
verdiler.
- Bu arada Martin aklıma
geldi ama sormayı unuttum.Beraber
olduğun kişinin adı ne?
- Adı mı?
- Evet
- Adı Cemali sevgilimin ve
inan en az senin kadar uzun boylu ve
yakışıklı.Ancak birazdan arayıp
gönlünü almam gerekecek (Martin yine yeniden
gülümsüyordu) - Cemaliye selamlar o
zaman.İyi geceler
- Sana da
Lacivert Volvo köşeyi
döndüğünde, Özgür otel
merdivenlerini hızla tırmanarak
odasına doğru yollandı.Saat 23.30 u
gösteriyordu.
23
Alper Bilgili - Engel
değildi sakinleşmesi. İşin gerçeği
Emine korkunç rüyalarının ilk an yol
açtıkları gerilime rağmen gerçek
hayatta sıkıntı getirmeyeceğini
biliyordu. Hayır, böyle rüyalardan
sonra sıklıkla başvurulan “rüyalar
tersine çıkar” saçmalığı değildi onu
rahatlatan. Emine defalarca kez
tecrübe etmişti ki orasını burasını
parçalayan ya da koparan kanlı
kabuslar, iç ferahlatan rüyalara
nazaran felaketlere daha az gebeydi.
Bakırköy’de kapılar yeniden
büyük bir gürültü ile açıldı. Binenler
her zamankinden biraz fazla gibi geldi
Emine’ye. Yeni gelenlerin profillerinde
bir farklılık yoktu ama. Orta alt sınıfa
mensup maaşlıları, giyimlerinden
değil yüzlerindeki anlamsız
mahcubiyetten de tanımak
mümkündü. Şu yanına oturan genç,
düşünüyordu.
ziyadesiyle muhasebeci olmalıydı. Karşısındaki
Rayların dışına
anlar. Bilhassa,
kadın bir restoranda bulaşıkçıydı
çıkmayan bir
hemen her gece gördüğü ve yüzüne oranla fazla yıpranmış ellerine
araç, sabit bir
aklındaki tüm nedensel yasalara
bakılırsa. Sonra kendi ellerine baktı
hız, beklenen
ihanet eden kabuslar onu gerçek
Emine. Az sonra her işe izinleri
saatlerde beklenen
yerde
hayatta bedeli ne olursa olsun
alınmadan koşulacak ellerine.
olunması gibi. Aslında trende çıkacak belirsizlikten kaçmaya itmektedir. Bu
Kafasını kaldırıp bulaşıkçı olduğunu
bir arızanın dahi bozamayacağı bir
ürkekliğinde haksız da sayılmaz hani. düşündüğü kadına gülümsedi.
düzendir bu. Tren bozulduğunda
Mesela bu gece rüyasında rahminin
Karşılık alamadı ama olsun.
insanların verdikleri tepkiler aynıdır
Emine kaç durak kaldığına baktı.
içinde bir ağrı hissetti. Gitgide acıya
mesela. Önce o durağın ana durak
dönüşen, gözlerinden kan getiren,
“Bakırköy, Yeşilyurt” diye fısıldadı.
olduğu, dolayısı ile trenin burada
boğazını tıkayan bir ağrıydı bu. Az
“Bakırköy’ü saymalı mı saymamalı
diğer duraklara nazaran daha fazla
sonra vajinasından bir şeyin çıkmaya mı?” diye düşünürken sesi gitgide
kalacağı düşünülür. Sonra kapıda
başladığını hissetti. Elini atıp o
kısıldı. Bakışı dondu bu esnada.
arıza çıktığına inanılır. Ama bütün
Yorgundu. İki gecedir ateşle kıvranan
şeyden kurtulma sürecini kısaltmak
kapılar aynı zamanda bozulmuş
istedi. Ne yazık ki o şey yüzlerce,
çocuğu ile sabahlamıştı. Aklına
olamazdır ya. En nihayetinde kapıdan binlerce çengelli iğne ile tutunmuştu
getirmemeye çalışsa da uykuya
dışarı adım atınca kapının
rahim yatağına. Çektikçe yeni ve
ihtiyacı vardı. Diğerleri gibi gözlerine
arkalarından kapanacağı ve trenin
daha sivri çengeller ekleniyordu
direnmese, kafasını daha önce
hareket edeceği korkusunu yenen
eskilerine. Nihayet bu kabustan
binenlerin saçlarından yağlanmış
birkaç kişinin merakı sayesinde bu
bağırarak uyandı. Saatin kaç
cama dayasa olmaz mıydı?
hantal demir yığınının bozulduğu ve
“Hayır!” diye irkildi. “Olmaz,
olduğunu merak etmesine karşın
bir adım hareket etmeyeceği öğrenilir. cesaret edip ışığı açamadı.
burada olmaz!”
Banliyö trenini ilk kez kullananlar ile
Emine, Yedikule durağına
Sonra biraz daha sakinleşti sesi.
en şüpheci birkaç kişinin de ikna
geldiğinde dün gece gördüğü rüya
“Evime dönünce… O zaman uyurum.
olması ile tren tamamen boşalır.
için kaygılanmayı bırakmıştı. Sadece
Ne kaldı ki şurada, 7, 8 saat.”
Emine düzen tutkusunu evlere
benzerlerini defalarca görmesinden
temizlikçiliğe gitmesine bağlar. Öyle
Sadık Yemni’ye
ya tertip düzen sağlamakla geçimini
sürdüren bir kadının karmaşadan
Gecikeceğini bilmesine rağmen
kaçması doğaldır. Oysa, o kabul
yarım saat sonra gelecek olan banliyö etmek istemese de bu takıntının
trenini bekleyecek, işe onunla
altında yatan asıl neden genç kadının
gidecekti. Yavaş akan trafikten, tıklım kaostan korkmasıdır. Emine “kaos”
tıklım otobüslerden ve kaba, ağzı
kelimesinin ne anlama geldiğini
bozuk otobüs şoförlerinden sıkılmıştı. bilmez ama o
kelimenin
Ama tek neden bu değildi banliyö
karşılık
geldiği
trenini tercih etmesinde. Trenin
duyguyu
kendine has, rahatlatıcı bir
düzene sahip
olduğunu
24
Yeşilköy’de kapıların son kez
açılmasına şahit oldu. Onun için
burası son duraktı. Adımını dışarı
atmadan yüzüne iğne iğne batan acı
rüzgar uykusunu biraz olsun açmıştı.
“Bu iyi geldi.” dedi sevinçle.
Feriha hanım Emine’yi beklerken
sabırsızlanmış balkona çıkmıştı. Hayır,
onu sabırsızlandıran şey para ile
çalıştırdığı bir kadının işe geç kalması
değildi. Feriha Hanım hak tanır,
kıymet bilir, sevdikleri için endişe eder
bir insandı.
“Geldin mi Emine” deyip, neşeyle
ve hızlıca kapıya yönelmesi o kadar
gerçek ve taklit edilemezdi ki insan
sarrafı tamlamasına uzak düşen
Emine dahi gösterilen sevginin farkına
varmıştı.
Feriha Hanım Emine’nin
giyinmesini bekledi, geçen haftalara
oranla daha hızlı bir şekilde nelerin
nasıl yapılması gerektiğini anlattı.
Sonra “Biraz acelem var tatlım,
çocuğun veli toplantısı varmış. Sen
işini bitirince kapıyı çekip gidersin.”
diye ekledi.
Emine hemen işe koyuldu.
Çalışmaya kendisini öyle kaptırmıştı ki
kadının gittiği zamanı dahi hayal
meyal hatırlıyordu. Acaba kadın
giderken onu uğurlamış mıydı?
“Galiba hayır.” diye düşünürken o
tahrik edici hacimli koltuğun üzerine
damlamış lekeyi çıkarmaya
çalışıyordu. Koltuğun davetine daha
fazla kayıtsız kalamadı Emine.
“Gözümü dinlendiririm” diyerek de
kendini kandırdı. Gözlerinin arkası
uykuya geçeli çok olmuştu. Son kalan
kale göz kapaklarıydı. O kaleler
düşünce Emine hızla o korkutucu ve
gerçek olması hayli muhtemel
rüyalara uzandı.
Emine psişik güçlerinin farkına
varalı çok uzun zaman olmuştu.
İstanbul’a taşındıkları ilk gün, yani
yaklaşık 15 yıl önce başlamıştı her
şey. İlk defa o gün evi dışında bir
yerde uyumuştu. Rüyasında onları
evinde ağırlayan amcasının bir iş
kazası sonucu kolunu kaybedeceğini
görmüştü. Rüyanın gerçeğe
dönüşmesi için iki hafta geçmesi
yeterli idi. Üç yıl aradan sonra
gördüğü kabusta ise amcasının kızı
Meltem memelerini mahallenin
erkeklerine elletirken babasına
yakalanıyor, feci halde
cezalandırılıyordu. Yazık ki bu da
gerçek olacak kabuslardandı.
Ancak her şey çabucak
netleşmeyecekti Emine’nin kafasında.
Örneğin neden kendi evinde gördüğü
kabuslar gerçek olmuyordu? Bu aykırı
durum amcasıyla mı ilgiliydi yoksa
Emine geçici olarak kaldığı evlerde mi
görebiliyordu bu gerçek çıkan
kabusları?
Birkaç denemeden sonra her şey
gün gibi açıktı. Emine gerçekten de
sadece ziyarette bulunduğu evlerde
ve sadece ev sahibinin başına yakın
zamanda gelecek felaketleri
görebiliyordu. İşte o gün bugündür
Emine başka birisinin evinde
uyumaya korkar olmuştu.
Emine kendi evine taşındıktan
sonra büsbütün rahatlamıştı. Aynen
köylerindeki evlerinde olduğu gibi
evde gördüğü kabuslar gerçek olmak
bir yana çoğunlukla beraberinde
mutlu anlar getiriyordu.
Taa ki…
Emine zilin sesiyle aniden uyandı.
Bir an nerede olduğuna anlam
veremedi. “Kahretsin!” gibi bir şeyler
geveledi. Korkudan sesi çok
çıkmıyordu. Şu an rüyayı
hatırlamıyordu ama birkaç saat sonra
her şey netleşecekti kafasında. Bu
esnada kapı zili birkaç kez daha
çalındı. Gelen kişinin kim olabileceğini
düşündü Emine kapıya varıncaya
kadar. Aslında Feriha hanım dışında
herkes olabilirdi gelen. Volkan bey
zorunda kalmadıkça anahtar
kullanmazdı. Çünkü eve geldiğini
anlaması için zili çalması, eşinin onu
güler yüzle kapıda karşılaması
gerekirmiş. Belki de adam sadece
üşeniyordu da, Feriha hanım
Emine’nin gözünde küçülmemek için
böyle bir neden uydurmuştu. Oysa
Emine, Feriha Hanım ile eşi
arasındaki ilişkiyi kendi ilişkisi ile
kıyaslamak bir yana zerre kadar
umursamıyordu.
Kapı açılıp da Emine’nin simetrik,
saf yüzü belirince Volkan bey önce ne
yapacağını bilemedi. Elini uzatması,
hatta hatırını sorması dahi
karşısındakini şımartacak, merhaba
dememesi ise kaba kaçacaktı. Orta
yollu bir gülümseme ve ona eşlik
eden bir selam mırıldanması ile
içeriye yöneldi Volkan bey.
Emine kapının arkasında kala
kalmıştı. Rüyayı hatırlamaya başladığı
zamanlarda olduğu gibi sessizleşmiş,
titrek bakışlarını Volkan bey’in sırtına
dikmişti.
Evet! Şimdi emindi Emine.
Rüyasında gördüğü adam Volkan
beydi. Kapıdan girip arkasını dönünce
görüntü birebir oturmuştu. Kafasının
üstünde saçları iyice seyrelmiş,
paytak paytak yürüyen bu adamın
başına kısa zaman sonra bir felaket
gelecekti. Şimdiye kadar hep böyle
olmuştu. Bu tecrübenin verdiği
eminlik Emine’nin titremesine
yetiyordu.
“Pardon, neydi adın?”
“Emine.”
“Kahve yapar mısın Emine?”
Adam kurduğu cümlelerdeki
inceliğe karşın itici bir yana sahipti.
Sanki efendilerin varlıklarından
utandıkları en aşağılık kölelerine
25
bakışları vardı gözlerinde. Ama merak
etmeyin. Emine sizin kadar aldırış
etmiyordu bu haksız ve temelsiz
hiyerarşiye. Bir yerlerde bu konuda
bir şeyler çalınmıştı kulağına. Canı
sıkıldıkça aklına onu getiriyordu:
“Seni köylü diye aşağılayan en
fazla 50 yıl önce göçmüştür bu şehre.
Hoş 500 yıl önce göçse ne olur?
İnsanlık ikamet kağıdıyla mı oluyor?”
Muhtemelen kardeşinin şu
anarşist mi dinci mi olduğu belli
olmayan, saçı sakalına karışmış
arkadaşlarından birisiydi bu cümleleri
kuran.
“Yandım!” diye bağırmak istedi
Emine. Ama kendi evinde olmadığını
hatırlayıp hem sesini hem de ocağın
altını sonuna kadar kıstı.
“Tabii ya, yanmak…”
Rüyanın devamı geliyordu galiba.
Birileri yanıyordu. Muhtemelen Volkan
bey. Sonra şunu hatırladı Emine.
Volkan bey yanarken üzerinde aynı
renk; lila üzerine beyaz çizgili gömleği
vardı. Bu ürkütücü bir durumdu.
Emine kahveyi haberlere dalmış
adamın önündeki sehpaya bıraktıktan
sonra hemen koşup Volkan bey’in
dolabına yöneldi. Genç adamın başka
lila üzerine beyaz çizgili gömleği var
mı diye bakmak için.
“Yok! Yok işte! Allah’ım yardım et
ne olur!”
Emine bir an durdu, aynada
kendine baktı ve sakinleşmesi
gerektiği telkininde bulundu. Tamam,
adamın başına felaket bu gömleği
giydiği gün gelecekti ama bu o
felaketin bugün olacağı anlamına
gelmezdi ki. Belki bu gömleği haftaya
giyecek, o gün yanacaktı. Yok eğer
felaket bugün gerçekleşecekse hala
vakti vardı Emine’nin. Elini çabuk
tutup evden uzaklaşabilir, ev sahibinin
başına gelenleri yarın televizyondan
takip edebilirdi. Bu fikir aklına yattı
genç kadının. Hemen giyindi. Her şey
hazır sayılırdı gitmek için.
Ama “Hayır!” dedi Emine. Vicdanlı
kadındı. Gitmeden önce ev sahibine
vefa borcunu ödemek istedi. Belki
Volkan bey bunu çok hak etmiyordu
ama ortada bir de Feriha Hanım ve
içinde en geç 7 ay sonra doğmayı
planlayan ikizleri vardı. İşte bu ulvi
amaç ona ilk defa sonucunu gördüğü
bir olayı engellemeye itti. Daha fazla
düşünmeyip derin bir nefes alan
Emine kendisini salona attı. Volkan
bey’e döndü. Bakışlarını ilk defa bu
kadar doğrudan yöneltmişti adama.
“Gidiyor musun Emine?”
“Evet, ama gitmeden şu
gömleğinizi de yıkasam diyorum.”
“Tamam sen git. O sorun değil.
Çok kirlenmedi. Zaten akşam dışarı
çıkacağız, orada da giymeyi
düşünüyorum.”
“Ama Volkan Bey, tertemiz
gömlekler var içeride. Birisini
getireyim. Böyle kirli kirli olur mu?”
“Olur, sen takma kafana. Akşam
mangala gideceğiz. Temiz gömleğe
yazık. Zaten ben boynumu sabunlu
suyla silmeden gömlek giymem.”
“Beyefendi ne olur!” derken
umudunu yitirmiş görünüyordu
Emine. Galiba kader böyle bir şeydi.
Bazı şeyleri engellemek olanaksız
mıydı gerçekten?
Dış kapıya yönelen Emine
dengesini kaybedecek kadar aniden
durdu. Birden ve heyecanla salona
döndü. “O zaman ütüleyeyim. Ne
olur! Sonra Feriha hanım beni
sorumlu tutacak buruşuk
gömleğinizden.”
Volkan bey kadının inatçılığından
mı bezdi yoksa hafif uzandığı için
gerçekten buruşmuş gömleğini
kendine yakıştıramadı mı bilinmez.
Gömleği hırsla çıkardı, öfkeyle
buruşturup bir şey söylemeden
Emine’ye attı. Emine o esnada
insanların nankörlüğüne bu denli
yakından şahit olmanın iç bunaltıcılığı
ekşiliğini tadıyordu.
Ütü odasında, güzel kokulu
çamaşırların arasında işe koyuldu
Emine. Şüphenin iyiden iyiye
dürtmeye başladığı Volkan bey’i
gerçekten ütü yaptığına inandırmak
için bol bol buhar kusturdu makineye.
Sonra gömleği çantasına attı. Evden
çıkmadan önce son bir kez salona
yöneldi. Volkan bey’e “Gömleği
dolabınızdaki askıya astım” demek
niyetindeydi. Oysa genç adam o aynı
tahrik edici kanepenin üzerinde
uyuyakalmıştı. Horlamasına bakılırsa
uykusu derindi.
Ama genç adamın uykusunun
derin olduğunu gösterecek asıl kanıt,
ütünün doğurduğu alevlerin
homurtusunun dahi onu
uyandıramamasıydı.
26
Handan Kalsın - Çikolata Böceği
Çikolata ve böcek kelimeleri yan
yana gelince iğrenç duruyor
farkındayım fakat bunu anlatmak
zorundayım. Şehrin gürültüsünden
uzak; kasaba ve köy arasında
sıkışmış, taşra için güzel sayılabilecek
bir apartman dairesindeyim. Hava
ölesiye sıcak; üst katlarda yaşamanın
verdiği avantajla, camlar bir
magandanın kıllı böğrü misali sonuna
kadar açık.
bir alışkanlığımda yok hani akşamdan
kalmada değilim ama gözüm hala
arabanın arka kapısında. Bir yanım bir
çocuğun inmesini falan bekliyor ya da
yaşlı bir karı kocanın böcek
soyundan. Allahtan ki olmuyor…
bilmiyorum ama kahpe penceremin
pervazına dirseklerimi dayamış
tobleronlarımı yerken çikolata
böceğinin yakın bir gelecekte Noel
Baba’nın yerini alacağından eminim.
Biraz sonra salonun orta yerinde
masanın üzerine benim tarafından
gelişigüzel el hareketleriyle park
edilmiş bir araba, kardeşimin bebek
evinin koltuğunda bacak bacak
Az önce içeri el kadar dört beş
üstüne atmış vaziyette oturan iki tane
araba girdi; havada asılı kaldıktan
böcek lisansız bir sohbete dalmışız.
sonra tıpkı Erkan Yolaç’ın Mehter
Aramızda telepatik bir iletişim söz
Marşıyla gelip İzmir Marşıyla
konusu. Onları serbest bırakacağım
uğurlanan seyircileri misali geldikleri
fakat aklım kaldığı kadarıyla
gibi gittiler. Oyuncak olduklarını
karmakarışık. Az önceki magandadan
sanıyorum, neden sonra kanatsız bir
eser yok, pencereler şimdi bir
oyuncağın en azından bu tip bir yerde bakirenin utangaç edasıyla sımsıkı
havada kalamayacağını düşünüp
kapalı.
pencereye doğru seğirtiyorum.
Pervazın önünde demin gördüğüm
Cep telefonumu almak için
arabalardan bir tanesi duruyor,
arkadaki odaya gidiyorum.
önündeyse ölü bir solucan kalıntısı.
Döndüğümde gördüğüm manzara
Tam elime almak için uzanırken şoför dudak uçuklatan cinsten. Masanın
mahallinin açılıp içerisinden bildiğimiz üzerinde envai çeşit çikolata
hamamböceğine benzer bir böceğin
istiflenmiş bir biçimde bana bakıyor.
dik bir biçimde yürüyerek solucana
Erkek böcekse kollarını kavuşturmuş
doğru ilerlediğini görüyorum. Yok
görevini başarmış olmanın verdiği
artık, daha neler? Arabayı elime alıp
gururla sırıtıyor. Evet yanlış
pencereyi hızla kapamak amacım, o
duymadınız, sıı-rıı-tıı-yoor! İyi de bu
kadar ahlaksızlaştım mı? Bir
çikolataların hepsinin ambalajı var.
böcekten araba çalma girişimi bu,
Tobleronelardan mısır piramidi bile
boru değil. Aracı arkasından kavrayıp yapmış abajur kadar. Nasılını
içeri çekmemle, böcek panik halinde
düşünecek halde değilim, hiç değilim.
el kol işaretleri yapıyor gayri ihtiyari
Hızlıca bir Japon usulü vedalaşmadan
insani bir alışkanlıkla pardon birader
sonra pencereler en kahpe kadınlar
misali sağ elimle bildik dur işaretini
misali açıldı tarafımdan. Hızla
yapıp usulca aldığım yere bırakıyorum uzaklaşmalarını seyrettim bir süre.
ki bir de ne göreyim? Öbür taraftan
Belkide can havliyle kaçışlarını
böceğin karısı inmesin mi?!
demeliydim. O böcekler kimdi; bu
Birbirlerine sarılıyorlar ve ürkerek
çikolataları ne ara yaptılar, onları
bana bakıyorlar. Fesuphanallah; kötü serbest bırakmakla aptallık mı ettim
27
Ezgi Gürçay - Kabus Silici
Basri Daima Bulur
“Kimsin sen?”
“Ben gel denince gelenim.”
Dakikalarca odadan odaya
kaçmalar, hiç bilmediği
koridorlarda kaybolmaların
telaşıyla akciğerleri oksijen
yetiştiremez hale gelmişti.
Göğüs kafesindeki sancı
artmaktaydı. Kesik kesik
soluyordu.
“Ben kimseyi çağırmadım.
Manyak mısın nesin be?” dedi
Ayla gözleriyle çıkış yolu
ararken.
“Çağırmışsındır bilmezsin.” dedi
2008 yılında kullanıma giren
karşısındaki
adam. Sesi mesafeli ve
dreamrecorder aparatı sayesinde
merhamet yansıtmaz bir yüzeye
rüyalar kaydedilmeye başlandı.
sahipti.
Depresyonlu hastalarda ve sara
“Nasıl buluyorsun beni her
gibi nörolojik rahatsızlıklarda
defasında?”
manyetik uyarım tedavisine de eş
“Basri de bulmaz mıydı seni
zamanlı geçilmişti. Daha sonra
hep? En kuytu köşelere bile
Japon patentli Dreamtwin
makinelerini rüyaları bölüşmek için girdiğinde. Altı, yedi çocuk
saklambaç oynarken. Biraz yön
kullandı. Bu sayede psikologlar
hastalarını rahatsız eden kâbusları duygusu, biraz zihin burgusu. O
benim işte.”
bizzat deneyimlemek şansına
Basri’nin ne işi var ya, bu da mı
erişmişlerdi. Gece rüyalarına
bir çeşit saklambaç, ama ebe olan
musallat olan kâbusları defetmek
ölüyor diye düşündü Ayla. Az önce
için iki yöntem vardı. İkisi de çok
adam onu gömleğinin bel hizasındaki
yeniydi. Birincisi hastanın beyni
kuşağından yakalayıp şiddetle yere
civarındaki manyetik alan gücünü
savurmuştu. Son anda ayağa
biraz artırmaktı. Diğeri de beyne
minik elektrik şokları vermekti. Bu kalkmayı başarıp nereye kaçacağını
düşünürken ansızın önünde beliren
arada tıpkı antibiyotiğe direnç
beyaz sakallı bir adam bu taraftan
gösteren ve mutant karakter
kazanarak ilaçlara aldırış etmeyen çocuğum demişti. O yol gösteren
adam birkaç koridor geçtikten sonra
bakteriler gibi kâbuslar da direnç
peşinden gelmeyi bıraktığında, Ayla
kazanmaya başladıklarından
seanslar bayağı zorlu geçmektedir. yüz elli, iki yüz kişilik bu toplantı
salonuna girivermişti. En dipte
Psikolog Safire Kayacı hastalarını
sağaltmada manyetik alan kullanan tahtadan bir kürsü vardı. Salon boştu.
Ayla sıraların arasındaki boşluktan
ekoldendir. Bu tür sağaltıcılara tıp
yürüyerek kürsünün yanına gitmiş ve
argosunda Kâbus Silici adı
arka tarafta bir çıkış kapısı olmadığını
verilmektedir.
farkederek geriye bakmıştı. Basri’nin
silueti kapıda durmaktaydı. Kapana
sıkışmıştı.
“Ne saklanbacı ulan.”
“Yakalayanın yakalananı iptal
ettiği bir saklambaç.”
“Manyak mısın sen be?”
Ayakları harekete geçmekte
biraz geç kalmıştı. Bir el saçlarından
kavradı, arkaya çekti. Arkaya doğru
çekilirken zihni Basri’den kaçılmaz,
Basri’den kaçılmaz diye
bağırmaktaydı. Haksızlık bu diye
düşünürken yere düştü. Düşüşü
acısızdı. Ayla bakışları adamın elinde
beliren bıçakta çığlıklara boğulurken
soğuk metal karnına saplandı. Beyaz
gömleğinde giderek büyüyen kanını
seyrederken ağzı kımıldamayı
bırakmıştı, beyni ise haykırmaya
devam etmekteydi.
*
“Beni her defasında nasıl
buluyor anlamıyorum.”
Safire, geniş omuzlu kadına
beyaz fincana koyduğu iyi demlenmiş
papatya çayını uzattı. Yaşadıklarını
anlatabilmesi için toparlanması uzun
sürmüştü. Son on beş dakika içinde
iki kere ağlama nöbetine tutulmuştu
kadın.
“Sizin nereye gittiğinizi biliyor.”
dedi Safire kendisi yeşil çayını
yudumlarken.
Ayla hanım şaşkınlıkla uzayan
yüzünde tabii ki anlamında bir ifade
çakmıştı. Yine de çok kafa
karıştırıcıydı durum.
“En son kâbusun mekânı
bitirdiğim liseydi. Okulun spor
salonunda başladık. Rüyaların hepsi
normal bir başlangıçla kâbusa
bağlanıyor. Gülle atıyorduk. 3 yıl gülle
atıcılığı yapmıştım o zamanlar.
Yarışmalara bile katıldım sonra.
Neyse…İşte…Salonun kapısında
birden belirdiğinde kovalamaca da
28
başlamış oldu. Ama hiç görmediğim,
hiç bilmediğim mekânlar da ortaya
çıktı sonra. ”
“Lisenin bir türevi yani. Ondan
doğan yumrular. Zihniniz kaçabilmek
için alan geliştirmiş. O bunu sizinle
aynı anda bilebiliyor.”
Kadın dikkatle Safire’yi
dinlemekteydi. Haklı olmalıydı. O
bilgiler olmasa düzinelerce oda ve
geçitler arasında nihayete doğru onu
bulamazdı.
Ayla hanım çok genç bir yaşta
büyük bir inşaat firmasının satış
müdürü olmuştu. Üniversiteyi
bitirdikten sonra Samsun’a
dönmemiş ve İstanbul’da kalmıştı. İyi
bir iş bulmuş olması, kendisini merak
eden ailesine yılda üç dört kez ziyaret
karşılığında metropolde kalmasına
evet dedirtmişti. Çalıştığı şirketin
kiraladığı çok güvenlikli, tek
yaşayanlara özel kule evleri
bulunmaktaydı. Her katta birbirine
benzer çalışan ve bekâr kadın
kiracılar yaşamaktaydı. Kiralar
astronomikti, ama kazancı bunu çok
rahatlıkla karşılamaktaydı. İstanbul’da
tek başına yaşamak zorunda olan bir
kadın için oldukça yerinde bir tercihti.
“Basri, yani o adam, beni her
defasında yakalayacak gibi oluyor. Bir
müddet boğuşuyoruz. Sonra ben yine
bir yolunu bulup kaçmaya
başlıyorum. Bir adam, böyle aydınlık
yüzlü, beyaz sakallı, kutlu biri filan
diyeceğim geliyor nerdeyse, bana bir
geçit gösteriyor. Oraya saptığımda bir
müddet beni kovalayan adamdan
kurtulmuş gibi oluyorum. Ama beni
hiç beklemediğim bir yerde yine
kıstırıyor. Kendi kanımı seyrederek…”
Kadının dudakları titremeye
başlamıştı. Safire çayınızı bitirin, iyi
gelecek diye avutmaya çalıştı. Aslında
yaşadığı durum çok feciydi. Adam
kadını her defasında yakalayıp
hunharca öldürmekteydi. Ayla hanım
bir aydır istisnasız devam eden
kâbuslar yüzünden işe gidemeyecek
hale gelmişti. Geceleri mümkün
olduğu kadar ayık kalmaya çalışması
yüzünden işyerinde şiş gözlerle
gezinmesi şirketin sahibinin dikkatini
çekmiş, uzun bir tatile çıkması salık
verilmişti. O da doğruca Safire’nin
muayehanesinin yolunu tutmuştu.
Safire bu olayın zihinde yer
edinmiş saldırıya uğrama korkusuna
dadanan bir virüs çeşidi olduğunu
tahmin etmekteydi. Bol kamera ve
personel korumalı kafes evler tercih
etmek boşuna değildi. Bu İstanbul’da
yaşayan yalnız kadınların bir çoğu için
mevcuttu. Evrim geçirerek mutanta
uğramış kabus virüsleri artık küçücük
endişe ve korkulardan bile bünyelere
sızabilmekteydi. Kanser ve kalp
rahatsızlarından sonra dünyayı tehdit
eden en önemli hastalıklardan biri
haline gelmişti kâbus nesneleri.
Epidemi beklentisi, yetkilileri ve
bilimadamlarını yılda bir kez çeşitli
ülkelerde düzenlenen toplantılar
yapmaya sevk etmişti.
“O, Basri denilen adamı
bile araştırdım. Adı geçince…
Eski mahalle arkadaşımı. Belki…
Kendi halinde, iki çocuklu,
sıradan bir hayatı varmış.”
Ayla hanımın Basri dediği
adam kadının küçükken
oynadığı arkadaş grubundaki
çocuklardan biriydi. Kâbus
nesnesi onu yakalamak
üzereyken Basri’den söz ettiği
için kâbustaki kovalayan adam
da Basri adını almıştı. Kâbuslar
dayanılamayacak kerteye
geldiğinde kız Samsunda’ki bir
tanıdığını arayarak Basri’yi
araştırmasını istemişti. Belki işte
bir parmağı vardır düşüncesi
dayanılmaz ağırlık yapmıştı.
Küçükken cinlikle parıldayan gözlere
sahip bu adamın ilçe postanelerinden
birinde masabaşı iş yaptığını
öğrendiğinde Ayla’nın korkusu hayal
kırıklığına dönüşmüştü. Çocuk okulda
matematik ve fen bilgisi birincisiydi.
Yoksul bir ailesi vardı. Belki okutmaya
imkanları olmamıştı. Bilmiyordu Ayla.
Ama Basri mahallede saklambaç
oynadıkları zamanlar o nereye
saklanırsa saklansın bulurdu. Nasıl
bulduğunu sorduğu bir gün seni iğne
deliğine de saklansan bulurum
demişti. Ne sesi, ne de zekilik çakan
bakışları tehdit edicilikle yüklüydü.
Böyle basit bir şeyden dolayı
öğünebilecek bir çocuksuluğa
sahipti.
Safire muayenehanedeki küçük
mutfakta fincanları yıkarken olanca
gücüyle düşünmekteydi de. Her
kâbus kadını ele geçirişiyle
bitmekteydi. Bir şey yapacaksa
Basri’nin onu ele geçirmesinden önce
halletmeliydi.Safire 2’ye ihtiyacı
olacaktı yine. Ama önce kendisi gidip
bir ortalığı müşahede edecekti.
Aparat ve muayenehane
yataklarının olduğu odaya
döndüğünde Ayla hanım daha iyi
görünmekteydi. Papatya çayının on
beş dakika içinde yoğunlaşacak
tesirine, Tryptophan’ın gevşeticiliğini
ekleyecekti. Yoksa bu gerginlik ile
sağaltmaya geçmek zaman kaybına
yol açabilirdi.
“Ne yapacağız peki?” diye
sordu Ayla hanım.
“Bir yol deneyeceğiz.” dedi
Safire. “Sizi toplam iki kere yakalıyor
demiştiniz değil mi? Heyecan artsın
diye mahsus bile bırakıyor olabilir.
Burdan bir giriş yapabiliriz. Ben
29
hazırlıklara başlarken siz de iyi
düşünün. Mekân olarak çok geniş bir
yeri seçelim.”
Ayla metal başlık takıldıktan beş
saniye sonra uykuya daldı. Safire
kadının beyninin etrafındaki manyetik
alan gücünü ayarladı ve aparattaki
ayarları inceledi. Hastasının beyin
dalgaları saniyede 11’lik tura gelmişti.
Alfa dalgaları. Hücrelerdeki oksijen
artırılmıştı. Kadın rahatlamış bir
durumda yatmaktaydı muayene
yatağında.
etti. Reyonların ardı arkası
gelmemekteydi. Kaçtıkca uzuyor
onlar. Karnabahar ve brokolilerin
parlak ışıklar altında parladığı yerde
durup etrafını kesmeye başladı.
Kimse görünmemekteydi. Az dinlenip
soluk aldı. Şarküteri kısmı sağlamdı.
Kedi, köpek mamaları tarafı ise çok
kalabalıktı. Tehlike sarı ışık
yakmaktaydı. Adamın nerden
çıkacağı belli olmazdı. Birden on
metre ilerisinde kırmızı tişörtlü satış
elemanı eline aldığı megafonla çağrı
yapmaya başladı.
*
“Binbirmal’ın sevgili müşterileri.
Şu andan itibaren on dakika kadar
Ayla, kapıyı açıp içeri girdi.
muz reyonunda indirim vardır. İthal
Kasalarda uzun kuyruklar halinde
muzun kilosunu 4 ytl’den 3.100’
insanlar bekleşmekteydi. Mahşer
çektik. Sadece on dakika içinde
kalabalığı derdi birkaç sene önce ölen alanlara. Koşun.”
babannesi görseydi. Ayaklarına
Adamı izlemekte olan takım
tekerlekli paten giymiş hepsi yirmi
ganimet bulmuş gibi muzların olduğu
başlarındaki görevliler reyonlar
tarafa üşüşmüşlerdi. İçlerinden bir
arasında ürün bırakıp alıyor,
grup durduğu reyonun arasından muz
birbirleriyle ayak üstü laflıyorlardı.
cennetine akın etmek için
Ayla birden biraz sonra arkasından
yaklaşmaktaydı. Sadece aralarında
bıkıp usanmadan kovalayacak olan
beş adım mesafe kaldığında
adamı hatırlayınca temizlik
içlerinden birinin Basri olduğunu
malzemelerinin olduğu kısma daldı.
farketti. Arkasını dönüp kaçmaya
Çok gıcırdatanlar ve pırılpırıl yapanlar başladı. Geç kalmıştı. Adamın
reyonun çıkışında bir cam arkasına
soluğunu ensesini yalamaktaydı.
serilmiş kuru yemişler oldukça taze
Ağzından dökülen homurtu tam
görünmekteydiler. Kaçışiştanım çok
kulaklarını dibindeydi. Tam reyonu
renkli diye düşündüğü an sola doğru dönüp sağa saparken adamın eli
sapmaktaydı da. Arkasını sürekli
omzundan kavradı ve geri çekti. Öne
kesen gözleri son anda adamı tanıdı. seğirten ayakları brbirine dolanarak
Oyun başlamıştı. Deli gibi fırladı.
yere kapaklandı. Yüzünü çevirip
Yanlarından hızla geçen kadını gören üzerine çöken adam ellerini gırtlağına
yok gibiydi. İnsanlar bol bol ürün
dolarken sesi mağazadaki her köşeyi
yokluyor, bol bol mamul
kapladı. Ayla yanından geçen ayakları
seyrediyorlardı. Ayla arkasının
yan gözlerle görebilmekteydi. Gelip
döndüğünde kimseyi göremedi ama
geçenin yerde yatıp birbirlerini
belli olmazdı. Adamın antenleri
tartaklayan iki tipi gördüğü yok
niyetine kurulmuş demişti doktoru.
gibiydi. Boğuşmaya başladılar.
Başını sağ tarafa çevirdiğinde bu
Yanlarından geçen bir kadın yardım
sözü kanıtlar bir şekilde Basri’nin
isteğine kızının gözlerini kapatıp “Sen
dimdik kendisinden tarafa yaklaştığını bakma yavrum” diye cevap verdi.
gördü ve bir çığlık attı. İlerde birkaç
Ayla uygun bir an bulup
kafa onun olduğu tarafa dönmüş,
Basri’nin hayalarına tekmeyi
sonra ekmek çeşitleri seçimine
basıverdi. Adam ellerini pantalonunun
devama koyulmuşlardı. Ayla etrafına
önünde birleştirip dizlerinin üstüne
hızla bakıp dümdüz koşmaya devam çökünce tabanları yağlamanın tam
zamanı diye düşündü. Köşeyi
dönerken adamın dizlerine abanarak
ayağa kalktığını görünce kurtuldum
düşüncesi fena halde sönüvermişti.
Ayla kasaların hizası boyunca
koşmaya başladı. Ama ayakları ağır
çekime girmişti yeniden. Sanki o
koşarken altından yer de geri
çekilmekteydi. Ya da o spor
aletlerinden birine binmiş, ölümü
pahasına kalorilerini atmaya
çalışmaktaydı. Arkasına baktığında
Basri’nin yalpalaya yalpalaya öne
doğru yürüdüğünü gördü. Nereye
kaçacağını düşünürken mağazanın
hoparlörlerinden bir ses yankılandı.
“Zaman az. Mağazamızın sıkışık
durumundaki hanfendi müşterisi. Yol
açın kendinize. Sağa dönün ve
merdivenleri çıkın. En fevkalade
indirim seansımız başladı. Kurtuluş
marka donlarımız 5 lira.”
Ayla’nın zihni bu işte bir yanlışlık
olmalı sinyali veriyordu. Yerli don
markası duymaya alışık değildi. Yine
de Gözde, Yıldız ya da DoReMi’ye
tamamdı, ama Kurtuluş? Ayla’nın
ayaklarından daha süratli işleyen
beyni, anonstaki anomaliyi anlamıştı.
Elinden geldiği kadar süratle
merdivenlere yöneldi. Basamaklardaki
adımlarını çok yavaş ve gülle gibi ağır
bulmaktaydı. O merdivendeki son
basamağa geldiğinde iki şeyi birden
görmüştü. Birincisi köşeyi dönmüş
olan Basri az önceki darbeden
etkilenmemiş adımlarla
yaklaşmaktaydı. İkincisi de kendisine
daha yakın olan en son reyonda
köşede beyaz kotlu, yarım kollu dar
badili bir kadın kendisine
bakmaktaydı. Kadın koşun işareti
yapınca Ayla’nın beyninde Safire ismi
patladı. Kadın kendisi için burdaydı.
Arkasını dönerek haydi kızım Ayla
dedi. Kendisini birinci kata çıkaracak
ikinci merdivenlere basmıştı.
*
Safire anons başladığında
bembeyaz sakallı yüzü ışıklı adamın
30
az ilerisinde durmaktaydı. Ayla’nın
tariflerinden zihninden böyle bir adam
sağmıştı. Az önce durduğu bakış
açısından Ayla’nın Basri’ye bastığı
tekmeyi görmüş ve bunun ilk hamle
olduğunu anlamıştı. Tam o saniyede
elindeki megafona yukarıya kaçış
işaretini veren adam mağazadaki en
uygun yeri onlara haber vermişti.
Dönüp baktığında adamla gözgöze
geldiler. Adamın hatlarını genel olarak
seçebilmekteydi. Varlığımı
okuyabiliyor diye düşündü Safire.
Fakat o bana ne kadar açıksa ben de
ona o kadar açığım. Görevin burda
teslim edildiği açıktı. Safire
kumandasına basarak kâbus
mağazası cangılından sıyrıldı.
Doğruca bilgisayarına yöneldi. Bir
sağaltma seyansı hastaya zarar
vermemek için en fazla 80 dakika
sürebilirdi. Geri kalan zamanı çok
ustalıkla kullanmalıydı. Muayenesinde
hazır bulunan Ayla hanımın
nümunesine, diğer örneği de eklemek
için hesaplarına göre en fazla 10
dakika harcayabilirdi. *
“Kurtuluş donları o tarafta
hanfendi.”
Ayla beyaz sakallı yol
göstericisinin işaret ettiği yere doğru
seğirtirken zihni adamın yüzündeki
ufak değişikliği belli belirsiz sezdi.
İlerde bir grup kadın ellerini kumaş
yığınının içerisine sokmuş yüzlerinde
huşu yüzdüren ifadelerle
karıştırmaktaydılar. Renklerin
çığırtkanlığı poposunun arkasına
tüfek dipçiği gibi oturan herif olmasa,
nerdeyse Ayla’yı da kendisine doğru
çekecekti. Fiyatlar inanılmaz ehvendi.
“Şundan kurtul, ondan sonra tepe
tepe alışveriş yaparsın kız” sesine
uyarak iç giyim yazan tabelanın
yanından geçti.
Safire sakalını kaşıyarak saatine
baktı. Rüyada zaman akışı çok hızlı
olabilmekteydi. Sadece 6 dakikaları
kalmıştı. Adam buralarda bir yerde
olmalı diye düşünürken çelik tencere
takımlarının bulunduğu mutfak
eşyaları bölümünden Basri’nin
geldiğini gördü. Dimdik
yürümekteydi. Safire Ayla’nın girmiş
olduğu reyona koştu. Kadın ilerde
şaşkın şaşkın etrafına bakınmaktaydı.
Çünkü başka kat ya da kapı yoktu.
Kurtuluş donlarının olduğu yerde iş
çözülecek düşüncesi yolu tüketmişti.
Bir işaret bekler gibi gözleriyle etrafı
taramaktaydı.
İlerde bir grup kadın bu yazın
çizgilerini taşıyan son moda bikini ve
mayoları teftiş etmekteydi. Safire işte
tam şimdi diye düşündü.
“Hoparlör hemen elime gelsin.”
Safire saatine baktı son üç
dakikaydı. Elinde beliren hoparlörü
ağzına götürdü ve seslendi.
“Dikkat dikkat baylar bayanlar.
Bu kaçmaz. Kurtuluş marka donlar.
İkinci şok indirim. 1 liraya. Gerçek
ipekli ve satenden. Şortlu, normal ve
ipliler. Kaçırmayın.”
İçlerinden zebella gibi olan bir iki
tanesi anında komutu almış az sonra
tükenecek olan mallardan en fazlasını
götürebilmek için bordo renkte bir
örtü ile sarılmış yuvarlak sepetin
etrafını çevirmişlerdi. Safire dönüp
arkasına baktığında Basri on metre
ötede yeni yeni içeri girmekteydi.
Kurtuluş adını duymuş olan Ayla
hanım da iç çamaşırların yerleştirildiği
sepetin etrafını saran kadın halkasının
olduğu yere yönelmişti. Safire hızlı
hızlı koşarak kadına yetişti ve
omuzunu tıpışladı. Kadın olduğu
yerde zıplamıştı. Arkasına dönüp
bakınca gözlerinde siz miydiniz işareti
yandı söndü.
“Şimdi hemen şu yuvarlak
sepetin altına girin çocuğum.”
Safire bunu derken tombul
bacaklı kadınların altına doğru eğilip
örtüyü kaldırmıştı bile. Birkaç tanesi
homurdanarak ama bakışlarını da
mamullerden çekmeden yer
açmışlardı. Suratı korkudan
bembeyaz kesilmiş olan Ayla da
Safire’yle beraber eğilmişti. Safire
kadını konuşturmadan içeri doğru
ittirdi. Ayla arkasını döndüğünde
ayarladığı program gereği Safire’nin
sakalı gitmişti. Gittikçe genç bir kadın
halini almaktaydı. İnşallah bu dar
zamanda Ayla hanım ne oluyor diye
itiraz etmeyecekti.
“Düşüncelerinizi başka tarafa
yöneltin Ayla hanım. O satacağınız
daireden alacağınız yüzdenin hayalini
kurun mesela.” dedi Safire.
Artık karşısında gittikçe
anımsadığı bir yüz şekillenmekteydi.
Karşısında konuşanın Safire olduğunu
anlamıştı.
Safire örtüyü indirmeden önce
“Az kaldı.” diye fısıldadı. “Sadece 2
dakika. Dananın kuyruğu koptu
kopacak. Rüyadan çıkmak üzereyiz.
Sesinizi çıkarmadan bekleyin ve bana
güvenin.”
Ayla hiç bir şey demeden başını
hızlıca sallayarak tamam işareti verdi.
Ve gözlerini kapatıp o daireyi satacağı
genç sevimli çifti düşündü. İnşallah
buradan çıkacaklardı az sonra.
Safire başını kaldırdığında
elbiselerin durduğu yerde duvara
asılmış aynada gördüğü yansımasının
sahiciliğinden memnun etrafı kolaçan
etti. Basri ile arasında on adımlık fark
kalmıştı. Sağa doğru sapıp adamın
dikkatini kendinden yana çekti. Adam
onu gördüğünde yüzündeki ikinci bir
anlam katmanının belirmemesi iyiye
işaretti. Aynadaki sahicilik Basri’ye
yansıyanla bir olmalıydı. Arkasını
dönüp katın bittiğini yere bakarak
elindeki programı çalıştırdı. Burdan
öteye yol kurulsun. Ninemin
mahallesindeki o Güldürakan yer.
Çocuklarla oynadığım. Dolambaçlı
yollar gelsin önüme konsun.
Safire birden bire beliren
basamaklardan inerken Basri de
merdivenlerin başında bitmişti.
Kollarını yakalamak ister gibi biraz da
acemice sallamaktaydı. Safire saatine
baktı. Basamakların sonunda
Güldürakan denen yere açılan taşlı
yol belirmekteydi. Saymaya başladı.
10, 9, 8, 7…
31
*
Ayla gözlerini muayenehanede
açtığında yanıbaşındaki aletlerin
ayarlarını düzenleyen Safire’yi gördü
ve yattığı yerden doğruldu.
“Ne oldu? Bitti mi?”
“Artık özgürsünüz Ayla hanım.
Yakalanmadan rüyayı tamamladınız.”
Kadının dik duran omuzları
kısmen bir rahatlama ile gevşemişti.
Safire gülümseyerek kadının başına
yerleştirilen elektrotları dikkatlice
çıkarmaya başladı.
“O sakallı amca yine vardı. Ama
sonra…”
“Sakalı düşüverdi değil mi? Sizi
ve kendisini giriş katında gördükten
sonra muayenehaneme dönüp onun
bir türevini programa yükledim.
Sizinkini zaten çıkarmıştık. Sonra iki
nümuneyle kendi kopyamı içeriye
saldım.”
“Yani o sakallı amca sizin
kopyanız mıydı?”
Ayla hanım doktorunu dikkatle
dinlemekteydi. Kendisine her
defasında yardım etmek isteyen o
sakallı adamın ne olduğunu merak
etmekteydi.
“Evet. Birinci kattan itibaren
tabii. O sizi üst kata sevkettikten
sonra diğer rüyalardaki gibi işlevini
tamamladı. Etkisi bir yere kadardı.
Onun yerine dahil olarak sizi
saklanacağınız yere yönelttim.
Zamanımız çok azdı. O adam… O tür
kimseler iyilik nesneleri. Nasıl
kâbuslar yıkma, bitirme, yok etme
düşüncelerinin çıkardığı enerjiden
beslenip mutant karakter
kazanmışlarsa, bu iyilikseverler de
umutlu, paylaşımcı azınlığın
zihinlerinden yükselen enerjinin
uzayda gezen tezahürleriler.”
Ayla bu kadar savaş, yıkım ve
katliamın olduğu bir dünyada kâbus
nesnelerinin ne dereceye kadar
mutantlaşmaya devam
edebileceklerini düşündü ama
seslendirmedi. Bil ama adını anma ki
kızım gerçek olmasınlar diyen
babannesinin sesi iç düşüncelerini
doldurmuştu.
“Sonra kopyam İyiliksever’in
suretinden sıyrılarak sizinkine
büründü. Manevra yapıp başka yöne
saptığımda doğrudan bana yöneldi.
Eğer vakit olsaydı sizi de tespit
edebilmesi muhtemeldi. Ne de olsa
sizin zihninize yapışık. Fakat siz
hareketsiz kalırken ben kaçmaya
devam ettiğim için hem
kovalamacanın gereği otomatik
olarak hem de hareket halindeki
vücut ısımdan, sanal ısı tabii, dolayı
beni takip etmeye devam etti.” dedi
Safire.
“Peki geri gelir mi? Yani…
Anlarsa mazallah eğer kopyanızın ben
olmadığımı.”
Safire hafifçe gülümsedi. Bu
ihtimal ikisinin ömrünün toplamından
kat kat daha uzaktaydı.
“Hiç yakalayamayacağı için
anlamayacak da. Kopyama
eklemlenmiş milyonlarca rota ve
mıntıka kaydı var. Her defasında yeni
bir alana geçecekler. İlk rotayı kendi
anılarımdan kopyaladım. Fakat
diğerleri rastgele bilgisayar seçimleri.
Sizinleyken nereye gideceğinizi
biliyordu. Çünkü zihninizdeki bölgeler
ona da açıktı. Bana anlattığınız gibi
okulla ilgili veriler, küçükken
bademcik ameliyatı olduğunuzda
yattığınız hastanedeki koridorlar,
işyerinizin tüm katları. Basri de sizi
daima buluyordu. Şimdi hiç
tanımadığı ve kendine kapalı olan bir
zihinden okuyamadığı alanlarda
kopyamın peşinden sürüklenip
duracak. Yani Ayla hanım ben bu
kabus nesnesinin 1000, 1500 yıldan
önce geri dönmesini beklemiyorum.”
Ayla hanım Safire’nin bu sözleri
üzerine ilk defa rahat bir oh çekti ve
Safire’ye gülümsedi. Bir aydır süren
işkenceden kurtulmuş olduğuna
inanması için yine de bu geceyi
kâbussuz atlatarak ikna olması
gerekiyordu. Ayla hanım
muayenehane kapısından hafifleyerek
çıkarken aklında iki şey asılıydı. Bu
akşam yine de en yakın
arkadaşlarından birinde kalıp fazla
güvenlikli dairesine gitmeyecekti.
Bunu doktoru Safire hanım tavsiye
etmişti. Diğeri de yarın hemen sürekli
ziyaret ettiği o iyi mağazalara gidip
bol bol alışveriş yapacaktı.
*
Safire muayenehanesindeki rutin
işleri bitirip odasına çıktığında
defterini alıp masasının başına geçti.
Bir sağaltma seansı daha başarıyla
gerçekleşmişti. Bu sanal aleme
yolladığı 11. kopyasıydı. Bi gün
hepsinin bir anda geri geleceğini
hayal ederek sırıttı ve çayından bir
yudum aldı.
32
Abdullah Konuksever - Çizilmedik Karizma
Çetin, köşedeki kahvehaneye
girdi. Garson Mehmet:
-Kaptan, bu gün erkencisin?
Vay, hem çok şıksın, yoksa lüks
vasıta mı kullanacaksın?
Çetin kimseyle muhatap olmak
istemiyordu.
-Muavin, bana büyük bardakta
demlisinden bir çay ver!
Kahvehane boştu ama yine de
kimsenin oturmak istemediği karanlık
köşedeki masaya oturdu. Mehmet
çayı verip:
-Kaptan, karanlık köşeye
oturduğuna göre yine bir sıkıntın var.
Yapacağımız bir şey varsa
çekinmeden söyle.
-Beni yalnız bırak, yeter!
-Bu sefer de başka bir bahane
bulup vermediler! diye söylendi. Bu
sabah ki imtihanın sonunda ise:
“Sosyal ilişkilerin zayıf! dediler.
Halbuki Çetin’in ne hayalleri vardı,
resmi elbiseleri giyip güneş
gözlüğünü de takıp basacaktı
havasını. Bayanlara olabildiğince
nazik ve kibar davranacaktı. Hatta,
hoşuna gidenlere, jest yapıp
biletlerine bakmayacaktı. Gözünün
tutmadığı adamların biletlerini uçak
bileti gibi inceleyecekti. Hele otobüste
gürültü çıkaran serserileri dışarı
atacaktı. Kaptan Çetin’in otobüsü
dingonun ahırı gibi olacak değildi ya!
Çocukluk arkadaşı Veli’de bir kaç
aydır şofördü. Gerçi adam
Çetin’in eşi Tülay iki saat sonra
havalanmıyordu ama pısırık, saf ve
işe gidecekti. Tülay gittikten sonra
enayi Veli bile imtihanı kazanmıştı.
eve gidip yatacaktı. Sabah sabah
Bir zamanların cin Çetin’i ise imtihanı
Tülay’ın soru yağmuruna tutulmak
kaybetmişti. Çetin, bu kaybı bir türlü
istemiyordu. Sonra yine “sen adam
hazmedemiyordu. İlk imtihana
olamazsın!” diye başını ütüleyecekti. girmeden önce o kadar büyük
Aslında haksız da değildi. Otuz yaşını konuşmuştu ki, imtihanı kaybettiği
geçmiş ve iki çocuk babası olmuştu
duyulunca madara olmuştu. Herkes
ama halen küçük bir kesere bile sap
kendisine Kaptan diye takılmaya
olamamıştı. Tülay, iyi bir kuaför
başlamıştı. Son imtihanı da
olduğundan tek başına evi
kaybettiği duyulursa, belki adı hep
geçindirecek kadar para
Kaptan kalacaktı. Gerçi kaptanlık,
kazanabiliyordu. Yoksa halleri haraptı. kasaplıktan daha iyiydi ama millet ona
iltifat olsun diye
İmtihanı yine
kaptan demiyordu.
kaybetmişti,
Sırf başarısızlığını
başka şansı da
yüzüne vurabilmek
kalmamıştı.
için Kaptan
Halbuki o kadar
diyorlardı. Geçen
da çok çalışmıştı.
yıllarda kasaplık
Faydası olur diye
yapmaya kalkışmıştı
kravat takıp takım
ve çoğu batırdığı iş
elbise bile
gibi kasaplığı da
giymişti. Birinci
ağzına yüzüne
imtihanda: “
bulaştırmıştı.
Motordan
Şimdiye kadar çoğu
anlamıyorsun !” demişlerdi.
iflasın suçunu ortağına yükleyip işin
içinden sıyrılmıştı ama şoförlük
imtihanını kaybetmesini birilerinin
üzerine atması imkânsızdı. Hele
Veli’nin bile kazanabildiği bir imtihanı
kaybetmesinden sonra
adamakıllı rezil olacaktı.
-Kaptaaan, çayın soğuduuu!
Çetin irkildi ve kendisini
toparladıktan sonra çıkıştı:
-Muavin, karışma elalemin çayına
kahvesine!
Saatine baktı, daha 15 dakika
bile geçmemiş. İki saati nasıl
geçireceğini düşündü. Dışarı çıkmak
istedi ama hava çok bulanıktı, her an
yağmur yağabilirdi. Eve zaten gitmek
istemiyordu. Kahvehanede oyun
arkadaşları da henüz gelmemişti.
Herkesin işi gücü vardı, kendi gibi
avare değildi ya...
Hemen dibindeki masaya yaşlı
birinin oturmuş olduğunu fark etti.
Yaşlı adam da kendi gibi dertliydi
galiba. Dalgın dalgın oturuyordu.
Çetin, ihtiyarı daha önce hiç
görmemişti ama kanı kaynadı. Dayısı
Hamza’ya benzettiği için ihtiyara içi
ısınmıştı. Dayısı çok hoş bir adamdı;
burada olsaydı muhabbet eder ne
kadar derdi varsa unuturdu. Hamza
üç yıl önce vefat etmişti.
Çetin dayanamayıp yaşlıçadama
selam verdi ama ihtiyar duymadı.
Kalkıp yanına oturdu ve tekrar selam
verdi. Selamlaşma ve tanışma
faslından sonra muhabbet koyulaştı.
Selim bey başka bir şehirden oğlunun
evine gelmişti ama, evde kimseyi
bulamayınca burada bekliyordu.
Selim bey ne kadar oğlu Deniz’i tarif
etmişse de Çetin bir türlü çıkaramadı.
-Evladım tabii ki çıkaramazsın
Deniz’i. Beyefendi, adam gibi bir iş
yapmıyor ki, konu komşusu kendisini
tanısın? dedi Selim bey.
-Selim amca, oğlun ne iş yapar ?
33
-Ah evlat ah! Ne sen sor ne de
ben anlatayım!
Çetin ısrar etti, nasıl olsa ihtiyar
sayesinde vakit su gibi geçiyordu.
-Oğlum iyi tahsil yapsın diye çok
uğraştım, bir dediğini iki etmedim.
İstedim ki, memur olsun temiz iş
yapsın. Kendisi, eşi ve çocukları rahat
etsinler, gül gibi geçinsinler. Benim
istememle bir şey olmuyormuş
meğer. Okumaya okudu ama ne
girdiği işte sebat etti ne de evlendi.
Adam gibi sekiz saat çalışmak çok
ağır geldi. Beyefendi hür olmak
istiyormuş, kendi kararını kendi
vermek istiyormuş, kendi işinde
çalışmak istiyormuş, her yerleri gezip
görmek istiyormuş, bol bol eğlenmek
istiyormuş... Neler istermiş benim
hergele neler!
Çetin, anlatılanlardan pek bir şey
anlamadı.
-Selim amca, kusura bakma ama
oğlunun ne iş yaptığını halen
anlayamadım?
-Evladım aslında ben de pek
anlayamadım, bilsem söylemez
miyim. Dilim bile dönmüyor,
manacırlık mi öğle bir şey
yapıyormuş. Yaptığı işi şişiriyor ama
benim anladığım bir şarkıcının
fedailiği gibi bir şey bu manacırlık
denen iş. Nalan adında bir sanatçı
arkadaşı varmış, onu gazinoya bırakıp
programı bitince gazinodan
alıyormuş. Para işlerine bakıyormuş,
ara sıra konserlere gidiyorlarmış.
Benim aklım almadı bu işi, bunca
sene okuduktan sonra sanatçının biri
seni çanta gibi yanında taşısın!
-Selim amca, şimdi anladım.
Senin oğlan menajerlik yapıyor !
Amca, bu menajerlik iyi iş, parası da
zevki de bol. Vallahi, bravo senin
oğluna. Yapabilsem bende menajerlik
yapardım ama önce hiç aklıma
gelmemişti.
Selim bey, iyice sinirlendi.
-Yahu mis gibi işler dururken ne
diye el alemin fedailiğini yapacaksınız
be! İyi bir müdür, iş saatinden sonra
eğlenemez mi yani? Hafta sonları
veya yaz tatillerinde istediği gibi
gezemez mi? Her gün efendice
çalışmak ağır geldiğinden bin bir türlü
bahaneler uyduruyorsunuz!
Derin bir nefes aldıktan sonra
sakin sakin konuşmaya devam etti.
-Evladım, hızlı yaşayan bir yerlere
toslar, testi gibi kırılır. Hem,
gazinolardan, gece kulüplerinden
veya başka mikrop yerlerden
kimseye hayır gelmez. Bir gün
anlarsınız ama iş işten geçinde
pişmanlık fayda vermez... Bak, ben
evladımı aylardır göremiyorum.
Adamın ayağına kadar geldim ama
evinde bile bulamıyorum. Siz buna
hayat mı diyorsunuz!?
Selim beyin duygulandığı her
halinden belli oluyordu, saatine
baktıktan sonra:
-Evlat, kusura kalma doluydum
sana boşaldım, hakkını helal et!
dedikten sonra kahvehaneden çıkıp
gitti. Konuşulanlara kulak misafiri
olan Garson Mehmet:
-Kaptan bıyık altından gülüyorsun
ama, amca doğru söylüyor.
Selim bey gittikten sonra Çetin
kendini menajerlik hayalinin içinde
buldu. Aslında daha önce niye akıl
edemediğine hayıflandı. “Bende boy,
pos, güç, kuvvet, yakışıklık ve bir de
çizilmedik karizma var. Menajerlik
için ne lazımsa fazlasıyla var” diye
düşündü ve Nalan’larla geçireceği
hoş vaktin hayaline daldı.
Menajerlikte, zirveyi yakalamış tam
köşeyi dönüyordu ki Veli içeri girdi.
“Adamı bu saatte davet etsen
gelmezdi, ne işi var şimdi burada ?”
diye söylendi. Veli içeri girdikten
sonra Çetin’in yanına geldi.
-Merhaba, Kaptanım! İmtihan ne
oldu, kazandın mı ?
-Yahu Veli, sen otobüsten başka
bir şey bilmez misin be oğlum! Son
anda vaz geçtim şoförlükten. Dün
akşam bir arkadaş anlattı; otobüs
şoförlerinin çoğunun stresten ve
bütün gün oturduklarından beli
ağrıyormuş. Keriz miyim ben yahu,
sabahın köründe kalkıp otobüs
kullanacak. Belin ağrıyacak, boynun
tutulacak da ne olacak ?
Veli duyduklarına inanamadı.
-Ahbap, kaptan olacağım diye
can atmıyor muydun? Yoksa... Sen
imtihanı mı kaybettin yine?
-Veli, şu salaklığına bayılıyorum
valla. İmtihanı kaybetmek ve ben ha!?
Güldürme oğlum adamı! Bırak sen
şimdi şu imtihanı falan, beni dinle. Şu
üstüme başıma baksana bir sen?
Takım elbiseyi rüyamda
gördüğümüzden giymedik herhalde.
Menajerim ben menajeeer! Şarkıcı
Nalan’ın menajerliğini yapıyorum
ağabeycim. Krallar gibi yaşayacağım,
gezip eğleneceğim, hem de bol para
var bu işte. Gel beraber çalışalım
diyeceğim ama yenge sana izin
vermez ki!
Çetin vaziyeti yine idare etmişti:
“Boşuna cin Çetin demediler ya
bana” diye düşündü. Keyifle hafifçe
gerildi ve Veli’yi yine kandırmış
olmanın verdiği zevki
kahvehanedekilere göstermek için
sırıtarak çevresine bakındı. Daha fazla
açık vermeden kaybolmanın
zamanının geldiğini fark etti.
Kahvehanedekiler menajerliği biraz
deşelemeye kalkışsalar, kesin yalan
ortaya çıkacaktı.
- Haydi arkadaşlar bana
müsaade, yapacak işlerim var.
Nalan’a konser ayarlamam lazım.
Vaktim kıymetli, kahvehanelerde
saatlerce oyalanacak kadar çok
vaktim yok artık!
Veli ile Garson bir birlerine bakıp
gülüştüler. Veli:
34
-Bizim Çetin kaptanlıktan
menajerliğe terfi olmuş ta haberimiz
yokmuş! deyip kahkaha attı.
Çetin, dışarı çıktı yavaş yavaş eve
doğru yürüyordu hem kendi kendine
söyleniyordu: “Karizma çizilmesin
diye başına gelmedik kalmadı. Bak
yine bir yalana bulaştın. Çık bu işin
içinden çıkabilirsen! Yarın bir gün
sormazlar mı adama Nalan’dan ne
haber diye?” Menajerlik işini ne kadar
arkadaşı varsa hepsi duyacaktı.
Nalan’ı bir de biz dinleyelim diye
kesin tuttururlardı. “Nasıl
sıyrılacaksın o zaman bu yalandan?
Ben en iyisi bir türkücü, şarkıcı gibi
bir şeyler bulup menajerliğini
yapmalıyım, yoksa bu yalanın sonu
çok kötü olacak...”
Tuğba Cincil
Kızıl Kukuleta
Çünkü ben Ankara’ya hiç gitmedim
Siyasi başkent bakışını çaldım rivayetlerden
Kum saatini erken çevirdiğimden midir
Gnomemin gidişidir bu şaşkınlığım
Karanfil kokulu gömlek
ayaklarımı acıtiyor artık flamenko pabucu
Biraz Ankara
Her şey biraz sen
Sahipsizim, kukuletalım
35
Atilla İpek - Maç Papazı
bayram namazını” demez- telefon
çaldı. Vakıftan Fethi Hocaydı,
“Faslılar da katılmak istiyorlar”
deyince karnıma bir ağrı girdi.
-Olmaz Fethi hoca, bunların imamı
geçen yıl bakana el vermedi de,
Hollanda medyası hepimizi
1 Mayıs 07
bağnaz, ve geri kafalı yaptı. Bunlar
Hanımı arayıp hafta sonu için
gene bir hır çıkarır
hayalini kurduğumuz mangal
-Altı üstü bir futbol maçı Hürrem, ne
planlarını başka bir hafta sonuna
olabilir ki? “Bayan hakem istemeyiz”
ertelememiz gerektiğini söyleyince
deriz böylece bayan eli sıkma durumu
çok kızdı.
filan olmaz.
-Hani başka bir plan yapmayacaktın? -Bunlar kavga çıkarır hocam!
Senin gibi müezzine inananın vay
-Olmaz öyle şey, din adamı hiç maç
haline!
için kavga mı çıkarır?
-Durum bildiğin gibi değil Kevser,
-Valla benim karnıma bir ağrı girdi,
kasabanın kiliselerine hafta sonu bir
buda şu demektir: bu işin suyu
dostluk maçı yapalım diye teklif
çıkacak, ben bu Faslı imamlara pek
etmiştik. Nasıl olsa kabul etmezler
güvenmiyorum.
diyorduk, malum dört gün sonrasına
-Anlaştık artık adamlarla, hatta böyle
hangi Hollandalı’nın ajandası boş
olunca Pakistan ve Surinam
olurki? Olur demiş herifler!
camilerine de haber saldık onlardan
-Ben anlamam, kırk yılın başı hava
da gelen olabilir.
güzel oluyor zaten elin memleketinde. -????
Sen hem izinli değil misin?
3 Mayıs 07
Kalkışımların Ziya abi bakmayacak
-Merhaba, Hürrem Beyi arıyorum...
mıydı senin yerine?
-Evet benim.
-Ama bu başka bir durum. Dostluk
-Ben Gerolf van de Kerkhof, maç
mesajları filan vereceğiz.
organizasyon komitesine reformist
-Özkanları da çağırmıştık! Pazar günü kilise adına katılıyorum. Maç öncesi
yapın maçınızı? Ben bugün börekleri
ortaklaşa yayınlanacak
yapmaya başlayacaktım.
deklarasyonun içeriğini konuşmak
-Olmaz! Onlar Pazar günü futbol maçı için katılımcı grupları ziyaret
yapmazlar. Yapılacak birşey yok,
ediyorum, deklarasyonun içeriği
televizyonculara, gazetecilere haber
konusunda sizinle veya imamla
verilmiş, onlar da gelecekmiş
konuşmak istiyordum...
-Bizi de götürürsen olur o zaman,
-Biraz sonra Cuma namazı için
bakarsın biz de televizyona çıkarız!
hazırlanmaya başlamam lazım,
-Sen ne televizyona çıkıp günaha
birbuçuk saat sonra ancak işim biter.
gireceksin hatun!
İmam efendi de henüz gelmedi...
2 Mayıs 07
-Ondan sonra da bana uygun değil,
Sabah namazını yeni kıldırtmıştım- ki başka işlerim var. Size bir taslak
bizim imam zaten aradabir böyle az
hazırlayıp email atsam, o şekilde bu
popüler vakitleri bana kıldırtır, kendisi konuyu halletsek? Eğer
arasıra iki saat fazladan uyku çeksin
deklarasyonda yer almasını istediğiniz
diye. Hiç bir bayram günü “Hürrem,
bir nokta varsa şimdi de sözlü
hadi bu bayram da sen kıldır şu
bildirebilirsiniz...
-Email’e benim aklım ermiyor,
fakslasanız?
-Tamam, siz bana faks numarasını
verin, bu akşam fakslarım.
-Anlaştık. Şöyle, kısa ve öz bir
deklarasyon olsun, din kardeşliği,
hepimizin tek ve aynı tanrıya inandığı
filan. Malum, ortak noktamız iki dinin
de hak din olması.
-Ehem..Tamam ben bir taslak
gönderirim, bakarsınız. Zaten
tartışmalı konuları değil ortak
anlaştığımız noktaları vurgulamamız
gerekir değil mi?
-Evet evet.
4 Mayıs 07 Öğle namazı öncesi
-Hürrem, bir faks gelmiş sanırım maç
günü deklarasyon ama benim
Hollandacam anlamaya yetmedi.
Zaten bu yazıyı vakfa gönderip onay
almadan .onaylayamayız.
-Ver bakayım benim Hollandacam
daha iyidir.
-........
-.......
-Ne diyor anladın mı?
-Valla kardeşlik falan, ama aynı
Allah’a inanç filan göremiyorum. Sen
bunu hemen gönder vakfa, sakata
gelmeyelim. Onlar tercümana okutur
iyice incelerler yazıyı.
*****
4 Mayıs 07 Akşam namazı öncesi
-Hürrem! Fethi hoca aradı.
Deklarasyonda ne hak dinlerden
bahsediyorlarmış, ne de aynı Allah’a
olan inancımızdan filan. Bol bol saygı
ve kardeşlik lafı, demokrasiye
bağlılığa ve topluma uyuma vurgu.
“Sanki biz şeriat istiyoruz da” diyor
Fethi hoca.
-Yahu, gel biz bu maçtan vazgeçelim
hocam. Daha maç başlamadan bir hır
çıkacak, benden söylemesi.
-Olmaz öyle şey. Fethi hoca da
pişman oldu ama, “olmaz artık” diyor.
O kadar da yaygara yaptık. Yarın
Lahey’in Rotterdam’ın Türk ve Faslı
36
-Faslı imam haklı.
-Ben bizim Faslı
çocukların takımını
arayayım, onların
formalarını getirsinler,
yarım saate gelirler.
-Yarım saat çok geç...
-O zaman eşofmanlarla
oynayalım?
-Ben bir papaza
sorayım.
...
-Pastör efendi, bizim
imamları, Bir Pakistanlı ve iki
imamlar futbol şortları çok kısa
Surinamlı imam da eş ve dostlarıyla
olduğu için eşofman altlarıyla
buraya gelecek, maç saat dokuzda
oynamak istiyorlar. Garip bir durum
Voorburg’taymış. Maçtan sonra
olmaz değil mi?
herkes öğle vaktinden önce
-Ehm... olur ama?
camisinde olabilsin diye öyle
-Bizim dinimize göre bu şortlar kısa,
ayarlanmış. Herkeste en azından
problem ondan kaynaklanıyor. Faslı
krampon ve tekmelik olması
hoca ben şort bulurum diyor ama
gerekiyormuş. Herkese bildir.
yarım saat alırmış şortların gelmesi.
-Gördün mü? Onlar bile bu
-O pastör değil, kilisemizin vaizidir
Faslılardan çekiniyor da tekmeliği şart imam efendi, hem sizin ülkenizdeki
koşuyor.
futbolcular da bu şortlarla futbol
-Hayır Hürrem, tekmelik zaten
oynamıyor mu?
mecburi de onun için...
- Düzelttiğiniz için teşekkürler, ben de
5 Mayıs 07
saygıdan pastör dedim zaten. Bizde
08:30, Vakıf Camii
öyledir, bekçi de görsek
-Rotterdam’dan gelen hocalar
başkomiserim filan deriz saygıdan.
aradılar yoldalarmış, Avni hoca
İletişime pozitif katkısı oluyor yani.
geciktiği için yola geç çıkmışlar.
Neyse, peki siz kimsiniz bayan?
Pakistanlı’dan haber yok ne yapalım
-O bizim kilisenin pastörüdür imam
Fethi hoca?
bey. Bence sorun çıkmasın, zaman
-Avni hocayı ara, direk maça gelsinler.
kaybı da yapmayalım, o şekilde
Pakistanlıyı artık bekleyemeyiz.
çıksınlar sahaya.
08:50 Voorburg Futbol Sahası
-Ben de imam değil müezzinim. Siz
-Arkadaşlar bu soyunma odasının
böyle hep birbiriniz adına mı
duşlarında perde yok
konuşursunuz? Konusu açılmışken,
-Hollandalılar spor yaptıktan sonra
deklarasyonda neden benim
böyle duş alır baba!
belirttiğim ‘hak din’ ve ‘hadi aynı Allah
-Hadi len, olur mu öyle şey?
kelimesinden vazgeçtik aynı Tanrı’ya
-Valla! Türkiye’de de böyleymiş
inanma’ olayı yer almadı? Niye bana
birçok yerlerde, Ahmet abim
kadar gelip zahmet ettiniz, madem
söylediydi.
bizim herhangi bir görüşümüze yer
-Ahmet abini de futboldan almalı en
vermeyecektiniz?
iyisi. Ben bilseydim böyle olduğunu...
-Bizim kilisede bu konuda hemfikir
-Kardeş, bu şortlar dizin üstünde. Biz olunamadı.
böyle oynamayız. Bize kimse onların
-Ne yani, bizim, sizin inandığınız
verdiği formalarla oynayacağız
tanrıya inandığımıza inanmamız sizin
dememişti.
onayınızla mı olacak? –Hayır
anlaşamadığımız nokta, bizim, sizin
inandığınız tanrının bizim tanrı
olmadığına inanmamız, bunun da
sizin inandığınız teze zıt olması.
-??
-Hürrem, o konuya girmeyelim.
Teşekkürler pastör hanım, ben
arkadaşlara söylerim hemen eşofman
altlarını çekerler, o şekilde oynarız.
-Hocam, nasıl bu adamlar bize sizin
Allah’ınızla bizim Allah’ımızla aynı
değildir der ya? Biz onların inancına
karışıyor muyuz? Onların inancını
sorguluyor muyuz? Teslis’i sorguluyor
muyuz? Ne demek Allah’ın oğlu
İsa ??
-Hürrem, amaç topluma pozitif
sinyaller vermek. Uzatmayalım
lütfen...
-Hocam, bu pastör hanım niye futbol
üniforması giymiş bu arada?
-????
***
7 Mayıs 07 Türk Gazetesi Dış
Haberler Sayfası
İmamlarla papazların maçı suya
düştü
Müslüman ve Hıristiyan din
görevlileri arasında önceki gün
yapılması planlanan bir dostluk maçı,
imamların karşı takımda kadın
oyuncular olmasına itirazı nedeniyle
iptal edildi.
Lahey – Önce imamlar, "Dinimizde
kadınlarla yakın temas günahtır. Biz
oynamayız" dediler. Bunun üzerine
kilise yöneticileri kadın futbolcuları
kadrodan çıkarmayı kabul etti. Ancak
bu defa da, "kadınları çıkarırsanız biz
de oynamayız" diyen papazlar
protesto etti ve oynamayacaklarını
belirttiler. Taraflar bir anlaşmaya
varamayınca maç iptal edildi.
37
Gülücük Hatun
Çocukluğum Olmak İster misin?
Bir gün beni, ben olduğum için sevecek olana…
Seni çocukluğum gibi seviyorum. Çocukluğu da sevmiştim
çünkü bir zamanlar, sonradan anlıyorum… Yerli yersiz döktüğüm tüm
gözyaşlarımı, bebeklerimin orasını burasını boyamayı, elime tutuşturulan
bir paket çikolatanın benim için dünyalara bedel olduğunu da sonradan
anlıyorum…Seni sevmeyi de saklayacağım içimde biliyorum, tıpkı
çocukluğumu sevdiğimi, çocuk olmayı sevdiğimi kendimden bile
sakladığım gibi…Kendime bile itiraf edemiyorum seni sevdiğimi…
Bak..Çocukluğum beni terk etti…Hiç baktı mı gözümün yaşına? Seni
sevmekten korkuyorum, sen de terk ediverirsin diye bir gün beni…
En çok, bahar sabahları, o zaman ki evimizin bahçesinde kir pas
içinde kalıncaya kadar oynamayı severdim. Vukuatlarım da olmaz
değildi elbet… Mahallelinin benden illallah ettiği gerçeğini hala söyler
dururlar ailemdekiler. Dövdüğüm, orasını burasını yumrukladığım
çocuklar, elleriyle gözlerini ovuştura ovuştura ağlayarak, annelerine
şikayete giderlerdi de beni, ben en çok bu son sahneyi severdim… En
çok burada heyecan duyar, kaçmak için kendime yer arardım… Çünkü
artık birilerini paralamak, tekme tokat erkek çocuklarıyla toz toprak
içinde boğuşmak cazip gelmiyordu bana… En son, “Sen iyi bir
kızsın,benimle çikolatamı paylaşmak ister misin?” diyen bir çocuğu
dövmekten vazgeçmiştim. Korkusundan mı yoksa beni gerçektende iyi
bulduğundan mı bilinmez, işte o zaman vazgeçmiştim sokaktaki komşu
çocuklarını paralamaktan. Böylece ben de dayak yemekten
kurtulmuştum,dayak attığım kadar… Yanaklarım,dizlerim,dirseklerim,
her yerim yara içinde kalır, saçlarım da uzun olmasa kimse beni kız
çocuğuna benzetmezdi. İşte ilk o zaman kız çocuklarıyla evcilik
oynamaya heves etmiştim.Ve, beni iyi bir kız olarak gören, bana
paylaşmanın kutsallığını ilk kez o anda hissettiren o küçük çocuk, ilk
aşkım olarak benim tarihime ismini altın harflerle yazdırmayı
başarmıştı… Ama asla sonuncu olamadı… Keşke onun kadar
saf,masum, iyi yürekli birisi son olsaydı… Sen son olacak mısın? Bana
iyi, uslu bir kız olduğumu tam seni paralarken değil de, bir anda, aniden,
hiç yeri değilken söyleyecek misin? Dudaklarımda yaramaz ve çocuksu
bir gülümseme ifadesi yaratmak isteyecek misin? Kim bilir bu satırları
okuyacak mısın?
Sen… Çocukluğumu özlediğim kadar, seni de özlememi isteyecek
misin?
Faysal Apak
Tarih Çizgisinde Taş Oynatmak
Gözleri henüz on beş yaşındaydı
Uzun boylu tarih çizgilerinden geçerken
Trafik ışıkları gibi renkli
Uzun ve geniş çizgilerle
Kırışık bakışlardan geçip
Ölü aynalarda
Raks ediyor boydan boya
Elleri yukarı kata kilitlenmiş kızın
Gözbebeklerinde ince bir tarih çizgisi
Oraya (b)akılmaz buraya (b)akılır diye
Dur.
Tarih çizgisinden öyle geçilmez
Tarih çizgisinde kaydırak oynatan
Salıncaklar takrir-i sükûn
Eyleyen kumandanın
Elleri yukarı kata bindirilmiş
Gözleriyle sevişen melekler gibi
Ne büyük erkân-ı harbiye
Fındık kıran kızların
Eteklerine uzanınca
Tarih çizgisi
Dur.
Şiir öyle yazılmaz
Çocukluğum olmak ister misin?
38
Atilla İpek
Hollanda’nın Türkçe Yazarları -10: Kazım Cumert
‘’...Yazarın misyonu en
başta yazmak olmalı.
Elbette birey olarak
topluma karşı da
sorumlulukları olmalı.
Ama bu sorumluluk niye
bir muhasebeciden, bir
fırıncıdan, bir
öğretmenden fazla olsun
ki? Gelecek kuşaklarlara
iyi bir dünya bırakmak
tüm insanların görevi
olmalı...’’
Kazım Cumert
Erzincan’da doğdu.
(1956) Çanakkale –
Gökçeada Öğretmen
Okulu’nu bitirdikten sonra
Türkiye’nin değişik
yerlerinden öğretmenlik
yaptı. 1980’de Hollanda’ya
yerleşti ve
mesleğini
yakın
zamana
kadar bu
ülkede
Türkçe
!
dersleri
vererek
sürdürdü. Hâlâ
Hollanda’da yaşıyor, evli ve
iki çocuğu var.
Kazım Cumert’in
çoğunluğu Hollanda’da
olmak üzere değişik
dergilerde yazıları ve
öyküleri yayınlandı. (İlke,
Tanım, Çerçeve, Sesimiz,
Semah, İkibinbir, İleri,
İnsancıl, Edebiyat
Gündemi, Birgün, Kral
Media ve yerel bazı gazete
ve dergiler)
Öyküleri Hollanda’da
düzenlenen iki ayrı öykü
yarışmasında birincilik ve
ikincilik ödülleri aldı.(1986
İLKE dergisi, ikincilik; 1997
NPS Türkçe Radyo,
birincilik)
1991 yılında
Türkiye’deki öğretmenliği
sırasındaki (yetmişli yıllar)
gözlemlerinden,
etkilenimlerinden ve birebir
yaşadıklarından yola
çıkarak yazdığı bir romanı
yayımlandı: Çiğdemler
Çıkarsa Eğer.
1992’de
Yurtdışında
yaşayan
insanlarımızın
yaşamları,
buradaki
çelişkilerini konu
edinen öyküleri
Sorun Yayınları
tarafından
kitaplaştırıldı: Islak
Raylar
2000 yılında ise
Gurbetçi diye de
adlandırılan insanlarımızın
öyküleri bu kez Bumerang
Yayınları tarafından
yayımlandı: Ciğerim.
Ciğerim 2003 yılı
sonunda da Ik nodig je uit
op mijn begrafenis adı
altında In de Knipscheer
yayınevi tarafından
Hollandaca olarak
yayınlandı.
Okumak üzere, on iki
yaşımdayken ailemden
ayrıldım. Onlarla iletişimimi
uzun uzun yazdığım
mektuplarla sağladım.
Yetmişli yılların
Ankada’sında, orta halli bir
apartman dairesinde, okul
sonrası, sokakta oynamak
yerine içini memleketinde
bıraktığı yakınlarına döken
Ayrıca Zwolle’da bir
bir köylü çocuğu gelsin
kurum adına aynı
aklınıza. Yazmaya işte böyle
mahallede yaşayan farklı
başladım. Mektup benim ilk
insanlarla yaptığı söyleşiler gözağrım.
Benim İki Memleketim Var
-Öykülerinizin bir kısmı
(ik heb twee landen) adı
tamamen Türkiye’de
altında ve iki dilli bir çalışma geçiyor, Bir kısmı ise tipik
olarak kitaplaştırıldı. Benzer göçmen yazıları. Yazarken
bir çalışmayı da bir başka
üzerinde durduğunuz belli
belediyede bu kez köy
konular var mı?
öyküleri teması altında
yaptı: Yağmurla Gelen
Doğru. Öykülerimin bir
Gelin(bruid in de regen).
kısmı ve ilk romanım
Her yurtdışında
Çiğdemler Çıkarsa Eğer
yaşayan yazar gibi Türkiye
Türkiye’de geçiyor.
yazın dünyasıyla ilişkileri
Diğerlerinin hemen hepsi
birkaç edebiyat dergisine
Hollanda’da. Aslında mekan
olan aboneliği, internet ve
pek fazla önemli değil
Hollanda’ya gelen yazarları bence. Önemli olan konu,
izlemekle diri tutmaya
olay, yani gözlerimden ve
çalıştığını belirtiyor Kazım
kulaklarımdan içeriye akıp
Cumert. “Basın dünyasını,
beni uykusuz bırakan
yani bilinen söyleyişle
şeyler. Özellikle üzerinde
Çağaloğlu Yokuşunu ne
durduğum belli bir konu
yazık ki yakından
yok. Ama, bir şekilde
tanımıyorum” diyor. “Bu da, yaşadığı toplumun kıyısına
haliyle bu dünyaya girmemi, itilmiş, dışlanmış,
dosyalarımı uygun bir
ötekileştirilmiş ve içine
yayınevi tarafından
kapatılmış insanlar ve
yayınlatmamı zorlaştırıyor.” onların dertlerini yansıtmak
beni daha çok ilgilendiriyor.
Gerçek, olmuş şeyler daha
-Yazma ne zaman
çok etkiliyor beni. Fazla
başladı?
fantastik olmadığımı da
söyleyeyim bu arada. Öyle
39
Beni en fazla içinde yaşadığım
ortam gördüğüm, konuştuğum,
yani oturup kalktığım insanlar ve
onların sorunları ilgilendiriyor.
Bu yüzden çalışmalarımda
ağırlığı onlar oluşturuyor: Gerçek
yaşam ve göç insanları...
- Göçten
kırk yıl
sonra
çok çarpıcı şeyler yaşanıyor günümüzde ki dünyamızda fantasiye ne Avrupa’da
gerek!
yaşayan
yazarlara
-Dergilerde çıkan
düşen misyon
yazılarınızda daha çok
nedir?
hangi konulara
Toplumda
değiniyordunuz?
neler henüz
Dergilerin bir kısmında
oturmadı yada
öykülerim, bir kısmında da
güncel gelişmelerden
kaynaklanan
etkileninmlerim ve
düşüncelerim yayımlandı.
-Hem Türkiye’de hem
de Hollanda’da
öğretmenlik
yapmışsınız. Arada
farklar var mıydı?
Öğretmenlik
bilgiyi aktarma ve
öğretme edimi değildir
sadece. Sabırtaşı
olacaksın, gelişmeleri
takip edeceksin ve en
önemlisi de çocuğu
seveceksin. Böyle bakınca
çocuk her yerde çocuktur.
Elbette birçok alanda
olduğu gibi eğitimde de
Türkiye ile Hollanda
arasında farklılıklar var.
Ama, bu pek de konumuz
değil sanırım.
gelişmedi.
Her ne kadar beni
içinde yaşadığım toplumun
sorunları daha fazla
etkiliyorsa da, aslında
yazarın tam özgür olması
gerektiğini düşünürüm.
Topluma sözcülük etmek,
çağa tanıklık etmek,
insanlar arasındaki
diyaloğun gelişmesine
yardımcı olmak, kültürel
elçilik yapmak gibi güzel ve
olumlu şeylerin bile
yazarın özgürlüğünü
kısacağını düşünürüm.
Bu bakımdan yazarın
misyonu en başta yazmak
olmalı. Elbette birey
olarak topluma karşı da
sorumlulukları olmalı. Ama
bu sorumluluk niye bir
muhasebeciden, bir
fırıncıdan, bir
öğretmenden
fazla olsun ki?
Gelecek
kuşaklarlara
iyi bir dünya
bırakmak tüm
insanların
görevi olmalı.
Göçmen
diye adlandırılan insanların
içinde yaşadıkları topraklara
uyumu uzun bir süreçtir.
Zaman zaman kimlik
bunalımları, çatışmaları
olacaktır elbette. Ama su
akar yolunu bulur diye bir
söz var.
-Hollanda’lı (ya da diğer
ülkelerdeki yerli)
komşularımızla ilişkiler
!
gitgide
negatif anlamda değişiyor
gibi geliyor bana, sizce
yazarlar bu noktada
diyalolg açısından bir rol
üstlenebilirler mi?
İnsanların giderek
tahammülsüzleştiği,
bireyselleştiği, bencilleştiği
ve kutuplaştırıldığı
görülüyor. Bu sırf
Hollanda’ya özgü bir durum
da değil. Bu konuda
yazarlara ayrı bir görev
yüklenmeli mi pek emin
değilim. Zaten tüm sanat
dalları gibi edebiyatın da
bağlayıcı, birleştirici bir yanı
yok mu? Milletler ve
kültürlerüstüdür edebiyat.
Bu bakımdan yazar
yazdıklarıyla bu sürece
zaten hizmet ediyor diye
düşünüyorum.
-Türkçe yazarak bu
diyaloğa nasıl katkıda
bulunabilirler?
Türkçe yazmak sırf
Türkçe bilenler için bir
mana ifade edebilir belki,
ama önemli olan
yazılanların en geniş
kitlelere, Türkçe bilmeyen
kesime de ulaşması ve
onlar tarafından anlaşılması.
40
Ciğerim (2000-Öykü)
Ik nodig je uit op mijn begrafenis
(2003) (Hollandaca-Öykü)
-Hollandaca yayınlanan kitabınızdan
Benim İki Memleketim Var (ik heb
sonra Hollandalı okurlarınızdan ne
twee landen) (Hollandaca/Türkçe gibi tepkiler aldınız?
Söyleşi)
Ik nodig je
Yağmurla Gelen Gelin(bruid in de
uit op mijn regen) (Hollandaca /Türkçe-Söyleşi)
begrafens,
yaşanmış
öykülerden
oluştuğu
için çok
çarpıcı
bulundu.
Fazlaca
etki altında
kalanlar ve
hatta
uykusuz
!
kaldıklarını
söyleyenler
bile oldu. Genel tepki olumluydu yani.
Yayıncımın hastalandığı döneme
rastladığı için ne yazık ki tanıtımı
yapılamadı.
Bu bakımdan Hollandaca’ya çeviriler
önem kazanıyor.
!
-Şu sıralar nelerle meşgulsünüz?
Üzerinizde çalıştığınız bir eser ya da
eserler var mı?
Aradabir duraklamalar yaşamama
karşın roman ve öykü yazmayı
sürdürüyorum. Duraksamalar
yaşıyorum çünkü yazmak benim için bir
zorunluluk değil, bir hobi. Bu arada
bitirmek üzere olduğum iki çalışmam
var. İyi bir dergiye aradabir yazmak
daha kamçılayıcı gibime geliyor.
Eserleri:
Çiğdemler Çıkarsa Eğer (1991Roman)
Islak Raylar (1992-Öykü)
41
Kazım Cumert
Anamın Türküsü
Sevgili anam,
Sevgili anam,
Ne zamandır yazmak istiyordum
sana. Tıpkı eskisi gibi uzun uzun
anlatmak istiyordum buralarda olup
biteni. Olmadı bir türlü, telefonla
edilen birkaç söz her seferinde
hevesimi kursağıma gömdü. Silah
çıktı mertlik bozuldu hesabı...
Neden mi şimdi? Ben diyeyim
özlem sen de olaylar, ben diyeyim
paylaşma ve dertleşme gereksinimi
sen de anneler günü. Fark eder mi?
Yazıyorum ya. Ha, bu arada anneler
günün de kutlu olsun. Bağışla ama
bana pek anlamlı gelmiyor bu gün.
Hem anneleri anmayı, onları sormayı
yılın sadece bir gününe sıkıştırdıkları,
hem de püfür püfür tüketim koktuğu
için. Bana ters geliyor işte.
Televizyonlarda izleyip de o yapmacık
görüntülere öykünme, benimki
aramadı deme. Bana göre hergün
senin günün, hergün anneler günü.
Hiç ana sevgisi bir güne sığar mı?
Hollanda gördüğün gibi düz,
bildiğin gibi yağışlı. Bu ara geçici bir
mayıs güzelliği sarmış ortalığı, o
kadar. Hâlâ ne sokaklarda bağıran
simitçileri, ne de seyyar satıcıları var.
Hâlâ sessiz ve gene sıkıcı. Bizler mi?
İyiyiz, olabildiğimizce var olmaya
çalışıyoruz yaşamın içinde. Yaşam
denen koşturmacada, güzellikleri bile
yarına erteleyerek ayaklarımızın
üzerinde durmaya çalışıyoruz. Hepsi
bu. Biz inadına dik kalmaya,
ayakaltında kalmamaya çalıştıkça
olaylar bizi tökezletiyor, düşürmeye
çalışıyor.
Ekonomi bozuk, işsizlik giderek
artıyor, bunun yanısıra ırkçılık da
hortluyor. Fatura bizlere çıkarılacak.
Biz hep kötü haberlerle
gündemdeyiz, hep olumsuz
yanlarımızla televizyonlardayız gene.
Biri kızını öldürüyor, diğeri kardeşini,
bir başkası da karısını... Yani hep
ölüm var gündemde, hep vahşet...
Kurbanlar da hep kadınlar. Adı
‘namus’, soyadı da ‘şeref’.
Geçen ay periyodik olarak yapılan
bir toplantıdan sonra Hollandalı bir
adam pat diye sormuştu bana:
‘Okulda öğretmenini öldüren
öğrenci hakkında ne düşünüyorsun?’
‘Duymadım ama tüm öldürmeler
gibi bunu da kınıyorum,’ dedim
sadece.
‘Ama o bir Türk,’ dedi.
O bir Hollandalı da olabilirdi,
demedim bu kez. Diyemedim. Sonra
öğrendim ki bunda kesinlikle
erkekliğin ‘at, avrat, silah’ üçlemesiyle
ölçülme anlayışının payı var. Bunun
altında kadını bir eşya gibi görme, at
ve silahla eş tutma mantığı, daha
doğrusu mantıksızlığı yatıyor.
Adı Gül’müş. Evleneceği kişiyi
tanımadan, belki de hiç sevmeden,
Avrupa’nın albenisine kapılarak,
transfer gelin olarak gelmiş
Hollanda’ya. Avrupa kurtuluş ya! Bir
çokları gibi onların da evlilikleri iyi
gitmemiş ve yıllar sonra evinden,
kocasından kaçmak zorunda kalmış.
Olayı Demek ki medenice boşanmak, adam
gibi ayrılmak onlara göre değilmiş.
bir gün önce televizyondan dehşetle
izlemiş, üzülmüştüm. İnşallah öldüren Kaçmak tek çözümmüş demek ki.
Burada geçinemeyen, koca
Türkiyeli veya yabancı değildir diye
zulmünden kaçan kadınların
de dualar etmiştim içimden.
‘Çok üzücü, lanetliyorum,’ dedim sığındıkları özel evler var. Onlardan
birine sığınmış. Kocası peşindeymiş
sadece.
ve sürekli tehdit ediyormuş. Tam izini
‘Ama o bir Türk çocuğu,’ dedi.
bulmak üzereyken uzak bir şehirdeki
‘Şiddetin milliyeti yoktur,
Hollandalı da olabilirdi,’ deyip kestim. başka bir sığınma evine
yerleştirmişler. Ne var ki adam
Bir Türk öğrenci Hollandalı
öğretmenini okul kantininde kafasına kararlıymış, terkedilmeyi kendine
silah dayayarak öldürmüştü. Hollanda yedirememiş olmalı. Ceza önceden
kesilmiş bile: ölüm. İz süre süre orada
basını bu vahşiliği neredeyse
da bulmuş kadını. Sığınma evinin
çocuğun Türk olmasına bağlamıştı.
kapısında ve de çocuklarının gözleri
Ne dersin, olabilir mi? Yoksa bunda,
önünde saymış kurşunları. Çocukların
erkek olmanın ‘at, avrat, silah’
o anki durumlarını düşünmek bile
üçlemesiyle ölçülme anlayışının payı
istemiyorum.
mı var?
Gül’ün ömrü kısa olmuş.
Dünkü toplantı da aynı adam, bu
Meğer aynı dönemde Türkiye’de
kez kocası tarafından öldürülen kadın
başka
bir Gül(dünya) da ölüm
olayı hakkında ne düşündüğümü
korkusuyla köşe bucak
sordu. Olayı henüz duymamıştım.
kaçmaktaymış. Onun da fermanı
Şaşırdım.
yazılmışmış. Sığınma evi yok orada, o
‘Bir adam kendisinden ayrılan
da İstanbul’daki yakınlarından birine
eski karısını öldürdü ya,’ dedi.
sığınmış. Boşuna. Onun da izini bulup
sokak ortasında kurşunlamışlar.
42
Ölmemiş, hastanede almışlar canını.
Güldünya’nın dünyasını
değiştirmişler. Tıpkı buradaki Gül gibi.
Böylece iki gül aynı günlerde
soldurulmuş.
İkisi de anneydi bunların, ikisinin
de çocukları vardı ve daha onlarca
başka kadın gibi aynı gerekçeyle
öldürüldüler. Ya kocaları, ya babaları,
ya da kardeşleri tarafından...
Ölümün tüm halleri soğuktur, tüm
ölümler ürperticidir. Ancak, insanın
tanıdığı, bildiği ve belki de bir
zamanlar sevdiği, ortak çocukları olan
biri tarafından öldürülmesinin, kan
bağı olan biri tarafından
kurşunlanmasının, bıçaklanmasının
açıklaması olabilir mi? Buna hangi
sıfat yakışır?
İşte böyle anam.
İyi ki kızlarının adını Gül koymadın
sen. Onları Avrupa’ya gelin
vermemenin nedenini şimdi daha iyi
anlıyorum. Demek ki ‘anamım
türküsü’ dediğim, ‘yüksek yüksek
tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı
memlekete kız vermesinler’ türküsünü
sevmen de bundanmış.
Anneler gününde aklıma işte
bunlar geldi.
Bir de kadınlar gününde miydi,
yoksa başka bir gösteride mi, iyi
anımsamıyorum, polisler tarafından
saçlarından tutularak sürüklenen ak
saçlı annelerin görüntüleri yansımıştı
televizyon ekranına. İnanamadım,
şaşırdım, kızdım, üzüldüm, ağladım.
Bilmem, o görüntüleri o kadınların
çocukları da izlemiş midir? Bilmem
anası, ninesi yaşındaki kadınları
saçlarından çekerek sürükleyenler
gerçekten insan mıydı? Hayal mi
görmüştüm yoksa?
Sen sen ol, böyle durumlarda
sakın sokağa çıkma anacığım! Seni o
halde görmeye asla dayanamam.
Başka ne yazayım ki... Hollanda
hükümeti sığınmacıları birbir
gönderiyor. Yabancılar konusunda sıkı
yasalar çıkarıyor. Bunlardan biri de
gelin-damat transferini kısıtlayıcı
yasa. Anlayacağın Türkiye’den
evlenmeyi iyice zorlaştırıyorlar. İyi mi
ediyorlar sence? Böylece sığınma
evlerinde %60 olan yabancı kadın
oranı düşer mi dersin? Türkiyeliler
arasında giderek artan boşanmalar
azalır mı dersin? Ya da her şeye
karşın zehir zıkkım süren evlilikler son
mu bulur?
Şimdilik bu kadar. Mektubumun
etrafını karanfillerle süsleyeceğim bu
kez, güllerle değil. Gülün ömrünün az
olduğunu artık biliyorum.
Sen de bana menekşe kokulu
bahar gönder biraz, içinde kır
çiçekleri de olsun. İçim açılır belki.
Ellerinden öpüyorum.
Neden mi şimdi? Ben diyeyim
özlem sen de olaylar, ben diyeyim
paylaşma ve dertleşme gereksinimi
sen de anneler günü. Fark eder mi?
Yazıyorum ya. Ha, bu arada anneler
günün de kutlu olsun. Bağışla ama
bana pek anlamlı gelmiyor bu gün.
Hem anneleri anmayı, onları sormayı
yılın sadece bir gününe sıkıştırdıkları,
hem de püfür püfür tüketim koktuğu
için. Bana ters geliyor işte.
Televizyonlarda izleyip de o yapmacık
görüntülere öykünme, benimki
aramadı deme. Bana göre hergün
senin günün, hergün anneler günü.
Hiç ana sevgisi bir güne sığar mı?
Hollanda gördüğün gibi düz,
bildiğin gibi yağışlı. Bu ara geçici bir
mayıs güzelliği sarmış ortalığı, o
kadar. Hâlâ ne sokaklarda bağıran
simitçileri, ne de seyyar satıcıları var.
Hâlâ sessiz ve gene sıkıcı. Bizler mi?
İyiyiz, olabildiğimizce var olmaya
çalışıyoruz yaşamın içinde. Yaşam
denen koşturmacada, güzellikleri bile
yarına erteleyerek ayaklarımızın
üzerinde durmaya çalışıyoruz. Hepsi
bu. Biz inadına dik kalmaya,
ayakaltında kalmamaya çalıştıkça
olaylar bizi tökezletiyor, düşürmeye
çalışıyor.
Ekonomi bozuk, işsizlik giderek
artıyor, bunun yanısıra ırkçılık da
hortluyor. Fatura bizlere çıkarılacak.
Biz hep kötü haberlerle
gündemdeyiz, hep olumsuz
yanlarımızla televizyonlardayız gene.
Biri kızını öldürüyor, diğeri kardeşini,
bir başkası da karısını... Yani hep
ölüm var gündemde, hep vahşet...
Kurbanlar da hep kadınlar. Adı
‘namus’, soyadı da ‘şeref’.
Geçen ay periyodik olarak yapılan
bir toplantıdan sonra Hollandalı bir
adam pat diye sormuştu bana:
‘Okulda öğretmenini öldüren
öğrenci hakkında ne düşünüyorsun?’
Olayı bir gün önce televizyondan
dehşetle izlemiş, üzülmüştüm.
İnşallah öldüren Türkiyeli veya
yabancı değildir diye de dualar
etmiştim içimden.
‘Çok üzücü, lanetliyorum,’ dedim
sadece.
‘Ama o bir Türk çocuğu,’ dedi.
‘Şiddetin milliyeti yoktur,
Hollandalı da olabilirdi,’ deyip kestim.
Bir Türk öğrenci Hollandalı
öğretmenini okul kantininde kafasına
silah dayayarak öldürmüştü. Hollanda
basını bu vahşiliği neredeyse
çocuğun Türk olmasına bağlamıştı.
Ne dersin, olabilir mi? Yoksa bunda,
erkek olmanın ‘at, avrat, silah’
üçlemesiyle ölçülme anlayışının payı
mı var?
Dünkü toplantı da aynı adam, bu
kez kocası tarafından öldürülen kadın
olayı hakkında ne düşündüğümü
sordu. Olayı henüz duymamıştım.
Şaşırdım.
‘Bir adam kendisinden ayrılan
eski karısını öldürdü ya,’ dedi.
‘Duymadım ama tüm öldürmeler
gibi bunu da kınıyorum,’ dedim
sadece.
‘Ama o bir Türk,’ dedi.
O bir Hollandalı da olabilirdi,
demedim bu kez. Diyemedim. Sonra
öğrendim ki bunda kesinlikle
erkekliğin ‘at, avrat, silah’ üçlemesiyle
ölçülme anlayışının payı var. Bunun
altında kadını bir eşya gibi görme, at
ve silahla eş tutma mantığı, daha
doğrusu mantıksızlığı yatıyor.
43
Adı Gül’müş. Evleneceği kişiyi
tanımadan, belki de hiç sevmeden,
Avrupa’nın albenisine kapılarak,
transfer gelin olarak gelmiş
Hollanda’ya. Avrupa kurtuluş ya! Bir
çokları gibi onların da evlilikleri iyi
gitmemiş ve yıllar sonra evinden,
kocasından kaçmak zorunda kalmış.
Demek ki medenice boşanmak, adam
gibi ayrılmak onlara göre değilmiş.
Kaçmak tek çözümmüş demek ki.
Burada geçinemeyen, koca
zulmünden kaçan kadınların
sığındıkları özel
evler var.
Onlardan birine
sığınmış.
Kocası
peşindeymiş ve
sürekli tehdit
ediyormuş. Tam
izini bulmak
üzereyken uzak
bir şehirdeki
başka bir
sığınma evine
yerleştirmişler.
Ne var ki adam kararlıymış,
terkedilmeyi kendine yedirememiş
olmalı. Ceza önceden kesilmiş bile:
ölüm. İz süre süre orada da bulmuş
kadını. Sığınma evinin kapısında ve
de çocuklarının gözleri önünde
saymış kurşunları. Çocukların o anki
durumlarını düşünmek bile
istemiyorum.
Gül’ün ömrü kısa olmuş.
Meğer aynı dönemde Türkiye’de
başka bir Gül(dünya) da ölüm
korkusuyla köşe bucak
kaçmaktaymış. Onun da fermanı
yazılmışmış. Sığınma evi yok orada, o
da İstanbul’daki yakınlarından birine
sığınmış. Boşuna. Onun da izini bulup
sokak ortasında kurşunlamışlar.
Ölmemiş, hastanede almışlar canını.
Güldünya’nın dünyasını
değiştirmişler. Tıpkı buradaki Gül gibi.
Böylece iki gül aynı günlerde
soldurulmuş.
İkisi de anneydi bunların, ikisinin
de çocukları vardı ve daha onlarca
başka kadın gibi aynı gerekçeyle
öldürüldüler. Ya kocaları, ya babaları,
ya da kardeşleri tarafından...
Ölümün tüm halleri soğuktur, tüm
ölümler ürperticidir. Ancak, insanın
tanıdığı, bildiği ve belki de bir
zamanlar sevdiği, ortak çocukları olan
biri tarafından öldürülmesinin, kan
bağı olan biri tarafından
kurşunlanmasının, bıçaklanmasının
açıklaması olabilir mi? Buna hangi
sıfat yakışır?
İşte böyle
anam.
İyi ki
kızlarının
adını Gül
koymadın
sen. Onları
Avrupa’ya
gelin
Başka ne yazayım ki... Hollanda
hükümeti sığınmacıları birbir
gönderiyor. Yabancılar konusunda sıkı
yasalar çıkarıyor. Bunlardan biri de
gelin-damat transferini kısıtlayıcı
yasa. Anlayacağın Türkiye’den
evlenmeyi iyice zorlaştırıyorlar. İyi mi
ediyorlar sence? Böylece sığınma
evlerinde %60 olan yabancı kadın
oranı düşer mi dersin? Türkiyeliler
arasında giderek artan boşanmalar
azalır mı dersin? Ya da her şeye
karşın zehir zıkkım süren evlilikler son
mu bulur?
Şimdilik bu kadar. Mektubumun
etrafını karanfillerle süsleyeceğim bu
kez, güllerle değil. Gülün ömrünün az
olduğunu artık biliyorum.
Sen de bana menekşe kokulu
bahar gönder biraz, içinde kır
çiçekleri de olsun. İçim açılır belki.
Ellerinden öpüyorum.
vermemenin
nedenini şimdi daha iyi anlıyorum.
Demek ki ‘anamım türküsü’ dediğim,
‘yüksek yüksek tepelere ev
kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız
vermesinler’ türküsünü sevmen de
bundanmış.
Anneler gününde aklıma işte
bunlar geldi.
Bir de kadınlar gününde miydi,
yoksa başka bir gösteride mi, iyi
anımsamıyorum, polisler tarafından
saçlarından tutularak sürüklenen ak
saçlı annelerin görüntüleri yansımıştı
televizyon ekranına. İnanamadım,
şaşırdım, kızdım, üzüldüm, ağladım.
Bilmem, o görüntüleri o kadınların
çocukları da izlemiş midir? Bilmem
anası, ninesi yaşındaki kadınları
saçlarından çekerek sürükleyenler
gerçekten insan mıydı? Hayal mi
görmüştüm yoksa?
Sen sen ol, böyle durumlarda
sakın sokağa çıkma anacığım! Seni o
halde görmeye asla dayanamam.
44
Yeter Akın - Esinti
Oraya ne bir geçit ne bir yol var
Merdivensiz bir kat
Boş değil
Karanlık, ağır ve dolu bir odası var
Benimkisi aslında sadece bir sezi
Fark edilmiyor pek dışarıdan
Belkide boş
Ancak verdiği his ağır hemde çok ağır
34 kişininin kaldıramayacagı büyük bir piramit taşı
kadar
Dahada ağırlaşabilir…
Orada toz dumana karışıyor
Verilen bütün emekler boşa çıkıyor…
Dökülen göz yaşları
Kızaran gözler neyi ifade eder, neyi fark ettirir
Toprakla bütünleşmeden atılan bütün adımlar boşa
atılan adımlardır
Oysa hepsi o kapkaranlığı delmek
Sensizliğin ağır kütlesini dağıtmak için degilmiydi?
Acının izini silmek için, yazılıp çizilmiyor mu
kalplerden gelen sözler
Duyguların seli değilmi cümlelere dökülen
Can havliyle kaçarken oltanın teline takılan son bir
umut
Son çırpınış değildir belkide….
Bazen hayatın kıyısına vurur umutlar
Belkide bir martının kanatlarında yeniden zamanın
sonsuzluguna değil
Bir gün sonlanacağına inat bügünü, dünü ve yarını
heybesine alıp yola tekrar devam edersin.
O his belkide keskin bir bıcak
Hayat ve zamanın kılcal damarlarını birbirinden
ayıran…
Kemikleşmiş düşünceleri kıramayan….
Handan Kalsın
Bana bak benim adım sevda
Bana bak benim adım sevda
Nah susarım orda burda
İster ağanın kızını ayartırım
İster dilencinin oğlunu
Keyfimin kahyası yoktur bilesin
Şakası olmaz varlığımın
Dilsize dil ödleğe cesaret benden
Kediyi arslan yaparım evelallah
Şaşırtırım ben bilirim diyeni
Kendini bilmez olur devreye girdim mi
Leyla'yı Mecnun'a Yusuf'u Züleyha'ya
Yandıran ben
Zengini fakiri çulluyu çulsuzu kandıran ben
Bana bak benim adım sevda
Ben adamı fena yaparım çok fena..
Handan Kalsın
Şeytani Aşk
Şeytan tırnağı gibiydi aşkın
Olmadık yerimde şeytana uyarak çıkan
Şeytan dürtmüşcesine ölesiye sızlayan
Lakin şanslıydım
Şeytanın bacağını kıracak kadar
Çünkü bende de şeytan tüyü vardı
Ama bir dahaki yaşamda
Şeytan görsündü yüzünü
45
Handan Kalsın - Bir mizansenmiydi aşk?
Bir mizansemiydi aşk
Kollarında son bulan
Damıtılmış bir aldatmacanın üstesinden
Gelmemi beklerken acımasızca
Bir başka nefes dudaklarında
Ya ben?
Peki ya ben?
Tam kırık kalpler sokağını
Hızlı bir virajla alırken
Direksiyonu aşkın
Elimde kaldı
Oysa kullandığım araba
Son model sevdaların
Pop caz karışımı şehirvari
Türküsüydü son demde
Yitik ruhlar kahvesinde
Sen ve o tık nefes
Gık bile diyemeden
Ayrılık hançerini böğrünüze
Defalarca saplayıp
Sessizce fakat ağlamaklı
Terk eyledim bulunduğunuz
diyarı
Ve anladım ki aşk masalının
Benmişim bu perdedeki
Kefal yürekli hıyarı
Sapı elimde kalmış aşkın
Ve içim bir nargile misali
fokurdamakta
Tek silahın gözlerindi oysa ki
Ve o süslü pinokyo sözlerin
Külkedisi gibi ilişkinin
Bütün tozlarını yuttuktan sonra
Aşkım oniki bile olmadan
Yılını bile doldurmadan
Acılı balkabağına dönüştü
Sen ve o
İki sıçan
Değil miydi emektar bir ilişkinin
Orta yerine sıçan?
Afedersin lakin ömür geçmekte
Devran bir başka türlü dönmekte
Uyuyan güzeli öperek
uyandırmak
Değil miydi masalın aslı
Gelmeliydi yakışıklı prens çekici
ve kaslı
Fakat sen ötekiyle cenk etmekte binbir gece oh
Ben hüzünlü ruhum ölmüşcesine yaslı
Getirdiğin onca çiçek
Kuruyan sevdanın bir habercisi olmuş da
Ben uyuyan güzel
(F) osura (f) osura daldığım uykudan
Uyanamamışım bir türlü
Pamuk düşlerimde bir prenses
Sevgim aşkım emeğim sıkıntım
İlgim,düşlerim,takıntım yedi cüce
Şehvetengiz elmasını sana ısırtan bir cadı
Ve sen tepinmekte demin saydığım
Yedi cücenin üzerinde
Cadı sana güzel
Cadı sana özel
Ben yeni cücelerle yaşama devam
Hüznüm,kahroluşum,mahvoluşum,yok oluşum
Kıskançlığım,pişmanlığım,düşmanlığım...
46
Can Sever - dörtmevsimler melodisi
gizli kapaklı gövdeler sağ çıkacak kışın eksi hasret
merdivenlerine
o yaz çıktığımla yaza çıka aynı şeydi
kendime sakladığımla sana söylediğim aynı şeydi
baktığın gözüme değmeyecekse yaz niye?
seni sevdiğimi yok sayamazdım!
kalanı rutin özlem üzüntü aynı kronik döngü
ketum bi yazdı gelecek olan ve parmak uçlarında
taşınıyordu yol,gideceğin yerlere.
gezegen her cemrede kendini yenilerken,
-seni sevdiğim bütün mevsimlere kanıttır!
zira “şiirdir söylenir yazdır biter kadındır gider”se
bizi yalnızlığa terk eder kulağımıza küpe olmuş melodiler
güldüğün, gövdeme her gün biraz yakamoz
biraz yaz gecesi dayatır…
haziranın dokuz doğurduğu eylül
eylülün hazin sonu bahar
Can Sever - dans
dürtü gürültüsü
ve ev şairlerinin üstüne suç işlediği örtü
ile örtülü
tektaraflı bi görüntü
içinde şiir özü ve ölü
rolü için bi dize lazım
-bu şiiri bana lütfeder misin?
sızı çatlağı
ve ev bestecilerinin üstüne ezgi
notaladığı tını
ile sancılı
tektaraflı bi sanı
müziği için bi melodi lazım
-bu şarkıyı bana lütfeder misin?
bilinmeyen bilgi
ve ev rahiplerinin üstüne dualar ağladığı
sevgi
ile gizli
tektaraflı bi dizi
romanı için bi figür lazım
ve azaldığımı ancak bahardan sonra anlayacaklar
ruhla oynanan rus ruletinden
-bu öyküyü bana lütfeder misin?
dansa kasvet var içimde
-bu dansı bana lütfeder misin?
47
Sadık Yemni
Şaşırtıcı bir yakın gelecek bizi bekliyor
Göçün ikinci 40 yılı
torunlarını akıl almaz bir gelecek
beklemekte.
İki gelecek bilimcinin bütün
dünyada çok popüler olan
liste sayısız dergi ve
gazetede yayımlandı. Bu
listeyi bu derecede ilginç
kılan özellikleri bu yazımızda
ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Hayatımızdan çıkacak ve
hayatımıza girecek şeylerin
listesi gerçekten çok ilginç ve
düşündürücü.
!
Birkaç yıl önce Hollanda’daki
Türkler göçmenliklerinin 40. yılını
kutladılar. Bu yazının konusu gelecek
40 yıl içinde olacaklar. Önce biraz
geriye gidelim. Çok değil yirmi beş yıl
önce bile Avrupa’da kimsenin evinde
bilgisayar yoktu. Cep telefonları
tedavüle girmemişti. Araba
navigatörlerini ise bilimkurgu
filmlerinde görmekteydik. O halde çok
yakında yaşamımızda bayağı hayati
değişiklikler meydana gelecek. Şu
anda bile belirtileri var.
Avusturalyalı gelecek bilimciler
Richard Watson ve Ross Dawson
önümüzdeki kırk yıl içinde neler
olacağına dair bütün dünyada yankı
uyandıran bir çizelge hazırladılar.
Kara trenlerle Avrupa’ya
çalışmaya gelen, Türkiye’ye telefon
edebilmek için postahanelerde
saatlerce bekleyen, banka
havalelerinin bir hafta, on gün içinde
alıcıya varmasına çok sevinen birinci
kuşak insanımızın çocukları ve
2010
Hayatımızdan çıkacaklar
Mektup yazmak en başta geliyor.
Şu anda bile elektronik posta kağıtla
yollanan postanın yerini ciddi ölçüde
almış durumda. Bilgisayarı daha fazla
kullandığmızda mektup yazmak
gerçekten çok nadir raslanan bir
etkinlik haline gelecek. Kağıt üzerine
el yazısıyla mektup bir şekilde sevgi
ve saygı nişanesi olarak kalacak.
Kül tablaları restoranlarda,
barlarda, trenlerde, uçaklarda ve daha
bir çok yerde giderek azalmakta ve
hatta yok olmakta.
Sütçüler artık kapımızı çalmaz
oldular. Karton ya da cam kaplarda
sütü marketlerde kendimiz
almaktayız.
şehirlerde her yerde gözetleyici
kameralar var. Otobanlar hız ölçer
radarlarla kaynıyor. Büyük Birader her
dakkika ensemizde yani.
Hayatımıza girecekler
Yalan makineleri giderek
mahkemelerde, sorgulamalarda falan
daha sık kullanılacak. Belki yakında
evlere satın aldığımız ucuz modelleri
de çıkacak. Böylece eve niye geç
geldiğini bir masala dayandıran
kimseler çok sıkıntı çekecekler. Ama
hemen bu makineleri kandıran
aparatlar da çıkacaktır piyasaya. Hep
böyle olagelmiştir. Zehir varsa
panzehir de olacaktır.
Giyilebilir bilgisayarlar elimizde
çanta olarak taşımaktan sonra gelen
bir aşama olacakmış. Kim paltosunun
cep kapağı şeklindeki bilgisayarda bir
şeyler yazmak istemez trenle
giderken. .
Uyku makineleri uyuyamayan ve
hoş rüyalar görmek isteyen kimselere
latif uykular sunacak.
2015
Hayatımızdan çıkacaklar
Kaybolmak tarihe karışacak.
Navigatörler, tomtomlar çok popüler
olacaklar. Kaybolmak sayesinde
yaşadığımız sıkıntılar bitecek, ama bu
sayede bazen yaşadığımız hoş
sürprizler de öyle.
Kişisel gizlilik, mahremiyet
teknolojinin gelişmesi nedeniyle
giderek yitirdiğimiz bir özellik olmaya
Teşekkür mesajlarının çok
devam ediyor. E-posta, telefon, fax
azalacağı tahmin ediliyormuş. Demek
vb. her türlü haberleşmemiz kolaylıkla ki kabalaşacağız zaman geçtikçe.
izlenebilmekte. Artık özellikle büyük
48
Kablolu telefonların yerini uydu
bağlantılı telefonlar alacak.
Hayatımıza girecekler
Ay yeniden popüler olacak ve
üzerinde yerleşim yerleri
kurulacakmış.
Piyasaya daha önce çıkan şipşak
fotoğraf makinelerinde olduğu gibi
tek kullanımlık cep telefonları da
çıkacakmış. Alo diyecek, konuşacak
ve çöpe atacaksınız.
Telefon rehberleri
gereksizleşecek. Şu anda bile öyle
değil mi?
Yollarda ücretsiz olarak otomobil
kullanmak büyüklerin anlattıkları
masallarda varkalan bir şey olacak.
Normal emeklilik düşüncesi
çıkacakmış aklımızdan. Şu anda çok
popüler olan İsviçre usülü emeklilik
reklamları neye dönüşecek acaba?
Masaüstü bilgisayarları tarihe
karışacak.
Özgür Tayvan Çin idaresine
girecek.
Hafta sonu izinleri denen şey de
değişecek. Cumartesi, Pazar ile diğer
günler arasında bir fark kalmayacak.
Maldiv adaları suların altında
kalacak.
Hayatımıza girecekler
Akıllı kozmetik ürünleri üretilecek.
Yanlış bir krem ya da pudra alırsak bu
sizin cildinize uymuyor diye hemen
alarmı basacak.
Yalnızca uyumak için tasarlanmış
oteller popülerleşecek. Daha
1980’lerde Japonya’da moda olan bu
tüp oteller bütün dünyada hizmete
girecek.
2020
Hayatımızdan çıkacaklar
Postahaneler maalesef tarihe
karışacaklar. Belki bazıları müze
olarak bir miktar daha var kalacaklar.
Hayatımıza girecekler
Hidrojen yakıt istasyonları popüler
olacak. Her yerde bu istasyonlara
raslayacağız.
Robotlar tarafından yapılan
ameliyatlar başlayacak. Kendimizi
akıllı, ama hissiz metal ellere teslim
edeceğiz.
Ülke dışında yerleştirilmiş
hapisaneler moda olacak. Hapisane
ziyaretleri turistik seyahat haline
dönüşecek yani.
Yapay gözler devreye girecek. Bir
gözü yeşil, bir gözü mavi
arkadaşlarımız olacak.
Hafıza silme işlemleri başlayacak.
Kötü anılarını sildirmek isteyenler bu
işten çok memnun kalacaklar.
2025
Hayatımızdan çıkacaklar
Ücretsiz otomobil parkları sadece
eski filmlerde görebildiğimiz nostalji
haline dönüşecek. Bir yerde durunca
hemen elimizi cebimize atmaya
alışacağız.
Duyusal internetle tanışacağız.
Bizle konuşan, duygularımızı
paylaşan sanal bir dünyaya
dalacağız.
2030
Hayatımızdan çıkacaklar
Reality showlar televizyonlardan
kalkacak.
Birinci Dünya savaşına (1914 –
1918) tanık olmuşlar tarihten
silinecekler.
Şu anda varolan ticari birlikler
çözülecek ve yokolacaklar.
Videolar ve CD’den sonra DVD’ler
de tedavülden kalkacak.
Miras vergisi denen büyük eziyet
sonunda kalkacak.
Doğru yazım ve imla internet
devriminin sonucu olarak
Sekreterlik mesleği de eski roman hayatımızıdan çıkacak. MSN
kullanıcıların kaotik, şifrelenmiş,
ve filmlerde varkalacak. Bazı
kısaltılmış, bozulmuş dil kullanımları
patronlar bu duruma üzülecekler
moda olacak.
sanırım.
İnsanlar normal bir öğlen yemeği
yemeyecekler. Beslenme
alışkanlıklarımız çok ciddi bir
değişikliğe uğrayacak.
Kozmetik malzemeler sayesinde
Petrol uğruna bu kadar kan
estetik ameliyata ihtiyaç
döküldükten sonra hayatımızdan
duyulmayacak. Saçlar
çıkacak.
beyazlamayacak, ciltler kırışmayacak.
Bilgisayar programı Microsoft
Hayatımıza girecekler
yerini başka bir sisteme bırakacak.
Robot çocuk
bakıcıları
Orta sınıf denen kavram ortadan
evlerimize
kalkacak.
adım atacaklar.
Düşük fiyatlı yolculuklar eski
Sanal tatiller
ilânlarda varolan bir şey olacak.
ucuz deşarj
imkânları
Bangladeş suların istilasına
sunacak. Evde uğrayacak.
oturduğunuz
yerde Ay’da
tatil yapıp, serüvenler yaşayıp geri
Hayatımıza girecekler
geleceksiniz.
Kendi kendini tamir eden yollar
tıpkı organik bir yapı gibi kendini
Uzaya bir merdiven kurulacak.
onaracak.
Daha altmışlı yıllardan planı yapılan
bu yapı, komopozit malzemelerin
İsteyenler kendi genetik bilgilerine
gelişmesiyle nihayet hayata geçecek. göre ayarlanmış diyetler yapacaklar.
Yapay hafıza güçlendirici ilaç ve
programlar unutkanlık sorunumuzu
kökünden çözecekler.
3 boyutlu yazıcılar çıkacak
piyasaya.
Otomatik şoförlü arabalar
piyasaya çıkacaklar. Bunlardan
birinin yaptığı ilk kaza birinci
haber olacak.
Bozuk para denen şey
koleksiyoncuların evlerinde varolacak.
Petrol ürünleriyle çalışan
motorlara artık raslanmayacak. Egzos
gazlarının kirlettiği şehir merkezleri
eskilerde kalacak.
Bağımlılık ve sağırlık ortadan
kalkacak.
Milli para denen şey artık mevcut
olmayacak.
Ücretsiz halk alanları diye bir
kavram geliştirilecek.
Özür dilemek giderek az raslanan
bir şey olacak.
Avrupa Birliği de artık mevcut
olmayacak.
Hayatımıza girecekler
Uzayda kurulacak fabrikalar
yüksek ücretli kalifiye eleman
arayacaklar.
Evrensel para birimi tedavüle
girecek.
Video oynatabilen duvar kağıtları
reklamları kimseyi şaşırtmayacak.
İyi huylu sanal
bakterilerimiz bize çeşitli
hizmetler verecekler.
2035
Hayatımızdan çıkacaklar
Kendi kendine oynayan çocuklar
eski kayıtlarda kalacak. Çocuklar artık
çok gelişkin bir programla
desteklenmiş aparatlarla ve çoğu kez
diğer çocukların da katılımıyla çok
zengin oyun şartlarına kavuşacaklar.
Banknot ve cüzdanlar tarihe
karışacaklar.
Oturma odamızın, büromuzun bir
yerinde çeşitli manzaralara açılan
sanal gerçeklik pencereleri
bulunacak. Kışın ortasında güneşten
yanan bir plajı seyrederek içimizi
ısıtacağız.
2040
Hayatımızdan çıkacaklar
Yalnızca hapishane olarak
kullanılan ülkeler olacak. Hapishane
turizminden köşeyi dönmek
isteyenler hemen bürolar açarak
‘mahkum akrabanıza en kolay bizle
ulaşabilirsiniz’ cinsinden reklamlar
verecekler.
2045
Hayatımızdan çıkacaklar
Tekeller ortadan kalkacak.
Kravat özel partilerde, kıyafet
balolarında takılır hale gelecek.
İngiliz monarşisi ortadan
kalkacak. Prens Charles boşuna
sakal bırakıp müslüman sever
görünmüyor anlaşılan!
İkinci Dünya savaşından(1939 –
1945) arta kalanlar yeryüzünden
silinmiş olacaklar.
Hayatımıza girecekler
Yapay beyinler, yapay zekalar
hayatımızın bir parçası olacak.
Doğal doğum ortadan kalkacak.
Doğum ana karnında değil, yapay
rahimlerde meydana gelecek.
Göktaşlarında madencilik denen
bir meslekle tanışacağız.
Hayatımıza girecekler
Çevreyi kirletmeye göre ayarlanan
vergiler çıkacak. Yere sakız atıp
üstüne basanlar yandı.
Stres seviyesini ölçen ve gösteren
elbiselerimiz olacak.
Görünmezlik pelerini piyasaya
Hayatımıza girecekler
çıkacak. Bu sayede saklambaç
Hastalıklarla mücadele edecek
oynamak bayağı ilginç bir oyun haline
küçük robotlarımız olacak. Sıhhatli
gelecek.
kalmamız için canla başla mücadele
edecekler.
Beyin nakli gerçekleştirilecek.
Herkes küresel nüfus hüviyetine
sahip olacak.
Hafıza yüklemek gerçekleşecek.
Belleğinizin kopyalarını
çıkartabileceğiniz gibi, bazı
bölümlerini de ödünç
verebileceksiniz.
Mars’a ilk ayak basan insan bize,
‘Bir insan için küçük bir adım, ama
insanlık için büyük bir aşama’
diyecek.
2050
Hayatımızdan çıkacaklar
Tek parçalık Belçika sonunda
parçalanacak.
Körlük tarihe karışacak.
Bize bunca hizmet vermiş anlı
şanlı Google demode olacak.
Ölümün (istenmediği sürece)
artık mevcut olmadığı anlar gelecek.
Gılgamış’ın rüyası gerçek olacak.
Daha yetmişli yıllarda yapılan
filmlerde gördüğümüz ışınlanmak
sonunda gerçekleşecek. Bir yerden
bir yere Hızırvari bir şekilde gidip
geleceğiz.
2050 sonrasında hayatımızdan
çıkacaklar
Çirkinlik artık mevcut olmayacak.
Dünya güzeller cenneti olacak. Belki
de çirkinleri özleyeceğiz bu nedenle.
Belli mi olur.
Amerika Birleşik Devletler’i
ortadan kalkacak.
Daha sonra..?
Yaşayan görecek ancak. Benim
2020 yılı civarı için özel bir beklentim
var. Tıpkı yetmişli yılların sonunda
Hollanda’da yaşayan İspanyollar’a ve
İtalyanlar’a olduğu gibi Türkler için de
geriye göç başlayacak ve Avrupa’dan
Türkiye’ye yüzbinlerin (belki
milyonların) göçtüğüne tanık olacağız.
İkinci 40 yıl
Avrupa’da göçmenliğimizin birinci
40 yılı çok serüvenli, acılı,
hasretliklerle çalkantılı, zor ama
geliştirici, öğretici ve
müteşebbisleştirici olarak geçti. İkinci
40 yılın bizler açısından çok daha
olumlu geçeceğini düşünmekteyim.
Sinan Tabanlı- Tim Kuluçkacıları
Hayat denen çetrefilli mücadeleye
0-0 başlamıyor herkes.
Bu çetin cidale bazısı önde, bazısı
geride start alıyor insanların. Hilkatin
bir cilvesi olarak kimi insan üstün
özelliklerle mücehhez; kimi insan da,
standardın bile altında bir techizat ile
doğuyor. Yetişme evresinde şartlar
değişkenlik gösteriyor. Talih dönüyor,
şans kapıları açıyor. Yahut kader
okkalı bir sille aşkedebiliyor ense
köküne adamın. Bu hem ceple alakalı
olan durumlarda olsun, hem de
manen bu şekilde tezahür ediyor. Ee,
hayat bu. Binbir senaryosu var bu
filmin.
Meselenin duygusal ve toplumsal
yönüyle alakalı bir kısmına
temas etmek gereği hasıl
oldu. Statü olarak her insan
farklı. Herkesin kafasında bir
diğeri için çizdiği bir robot
resim var. İnsanları
kimliklerine ve konumlarına
göre sınıflandırıp onlara bu
kriterlere göre muamelede
bulunmak yöntemi bugünün
insanının ilişkisel ve
iletişimsel metodlarının en
üst sıralarında bulunuyor. "A
şahsı filan yerde yüksek bir
!
kariyere sahip, hitap şeklim
şu, ilgi oranım şu olmalıdır." "B şahsı
orta yaşlı sıradan bir kaynak
operatörü, ismiyle hitap edip yanında
rahat takılmalıyım." Bu düşünceye
sahip olmayan çok az insan bulunur.
Hemen hepimizin şiarıdır bu metod.
Aristokrat, sosyete veya burjuva
sınıfındakilerle proleterleri bir
göremiyoruz, göstermiyorlar bize.
Alayişli olanı da sönük kişilikli olana
tercih ediyoruz. Bükelemeyelim.
Statüsüne göre tasnif ettiğimiz
insanlar arasında fiziksel ya da
zihinsel engelliler de bulunuyor.
Yaşlılar ve düşkünler, korkaklar ve
ezilmişler de payını alıyor bizim kibir
pastamızdan.
Sosyo-ekonomik kategorizasyon
genlerimize sıçramış bir kere. Halbuki
"Veda hutbesi" ne der:
"Üstünlük ancak takvadadır."
Halbuki onlar bizimle aynı yaşta, aynı
erdemlere sahipler. Belki biraz
suskun, belki cesaretleri eksik. Biraz
fakirler, biraz çirkin ya da pek işe
yaramazlar biraz. Pek arkadaşları
olmuyor onların,
arayıp soranları bulunmuyor bu
adamların.
yıkıcı darbeyi biz vuruyoruz,
vurmaktayız.
İçine kapanık, ağır hastalık sahibi,
yalnız, depresif insanların ne kadar
çok intihar ettiğini biliyoruz. Ve onları
şiddet uygulayarak kendilerini
göstermeye zorlayan bizleriz.
11 Mart 2009 günü, Almanya'nın
Baden-Württemberg adlı eyaletine
bağlı Winnenden kentinde 17 yaşında
biri eski okuluna giderek rastgele ateş
açtı ve 17 genç (kendisiyle birlikte 18)
hayatını yitirdi. Ne kadar acı vaka.
Katilin adı Tim Kretschmer olarak
açıklandı.
Yukarıda zikrettiğimiz gibi, belirli bir
sebepten dolayı toplum tarafından
dışlanmış veya ikinci plana
itilmiş olan insanların
kendilerine veya çevrelerine
zarar vermeleri, üzerinde
çok kafa patlatılması ve
irdelenmesi gereken bir
husus. Oldukça da ikircikli.
Onlar kendiliğinden mi zararlı
hale geliyorlar, yoksa biz mi
o hale getiriyoruz onları?
İşte avam tabiriyle zurnanın
zırt dediği yer burası olsa
gerek.
Onlar ya
bir engelli, ya bir dışlanmış. Toplum
vicdanının dar aynalarının kör
noktasında kalıyor onlar. Zayıflığın,
yalnızlığın, ezilmişliğin, yüzü
kızarmışlığın, utangaçlığın ve
ilgisizliğin acı kurbanları.
Toplum eliyle kişilikleri katledilen
zavallılardır onlar, ellerimizle yere
serdiğimiz. Yaradılışın hayata 1-0
geride başlattığı bu insanlara asıl
Tim Kretschmer'a muhtemel bir
portre çizersek şayet şöyle de
gelişmiş olabilir herşey:
Tim küçük yaşlardan itibaren
şefkatten ve sevgiden yoksun olarak
büyütülür. Ona güzel anlarını ve
eşyalarını paylaşabilmesi için gerekli
arkadaş ortamı sağlamak
düşünülmemiştir ailesi tarafından.
Baba devamlı iş ve hobileri ile
hemdemken, anne de babadan
neredeyse farksızdır.
Kız kardeşi sıkıcı bir çocuk olan
Tim'le paylaşabileceği pek bir şeyinin
olmadığına inanıyordur ve aynı evde
yaşayan kopuk bir aile mevcuttur. Tim
günlerini okul - ev arasında mekik
dokuyarak geçirir. Evde iken yemek
saatleri haricinde mütemadiyen
dersleri ile veya bilgisayarı ile
uğraşmaktadır. Bilgisayarda ise sıkıcı
yaşamına renk ve heyecan katan
savaş, dövüş, hırsızlık, katl, kaza
temalı bilumum şiddet içerikli oyunlar
oynamaktadır. Okulda ise gözlüğü,
asosyalliği ve yalnızlığı ile dalga
geçen sınıf arkadaşları Tim'i içinde
bulunduğu yalnızlık ve bunalım
kapanında dahi rahat bırakmayarak
şeytanî çomaklarıyla zavallı Tim'i deli
etmektedirler. Büluğ çağındaki bir
ergenin en hassas noktası olan kız
arkadaş meselesi de okul kızları
tarafından hedef tahtası haline
getirilerek cılkı çıkarılıyordur. Ne
büyüklerine ne de yaşıtlarına karşı
cesaretini ve özgüvenini bir türlü
sağlayamayan Tim ne aile içinde ne
de arkadaş ve okul çevresinde mutlu
ve normal bir hayat sürememektedir.
Tam da yetişme çağında başına gelen
bu olaylar onu bütün dünyayı içinde
yaşadığı çevreden ibaret sanmasına
yol açar. Güzellik, vefâ,
yardımseverlik, şefkat, sevgi ve hatta
aşk gibi duygulardan hepten
bîhaberdir Tim.
Albertville kolejinden ayrılması iyi kötü
bir kaç arkadaşını da kaybetmesine
yol açar. Artık yapayalnız ve
başıboştur Tim. 1,5 sene zarfında
Alman endüstrisinde bir işçi olabilmek
için ağır meslek eğitimleri almaya
devam eder. Fakat heyhat ki
Albertville kolejinde yaşadıkları onu
bu yeni eğitimine hazırlayamamıştır.
İletişim zayıflığı çeken ve medeni
yönden cesaretsiz birisi olarak yetişen
Tim, içinde bulunduğu ateş çemberini
şiddet uygulayarak yarmayı
denemelidir.
Sıkı bir silah tutkunu olan babasının
silah kasasından bir silah aşırabilirse
eğer, ona bunları yapanları
korkutabilir hatta intikamını istediği
gibi alabilir bile.
Birgün hazırladığı planı güzelce
uygular ve bireysel silahlanma merakı
kurbanı olan babanın silahlarını
mermileri ile birlikte ele geçirir. Bu
kadar silahla neler yapamaz ki? Okulu
basıp eski (tırnak içinde) arkadaşlarını
katletmeyi akleder. Bir gün belirler ve
bu gün 11 Mart'tır.
11 Mart 2009 günü, Almanya'nın
Baden-Württemberg adlı eyaletine
bağlı Winnenden kentinde 17 yaşında
biri eski okuluna giderek rastgele ateş
açtı ve 17 genç (kendisiyle birlikte 18)
hayatını yitirdi.
Ki bu ilk değil, böyle giderse sonu da
olmayacak gibi. Toplumsal
kusurlarımızı görmedeki
amnezimizden biraz olsun
arınabilirsek okul katliamlarının
kronikleşmesinin vehametini idrake
mazhar olabileceğiz.
Ben Tim'in suratında amansız bir katil
sıfatı görmüyorum.
Yaptığı çocuğa sahip çıkmayan
ebeveyn mi suçlu?
Evlerimize her türlü şiddet içeriğini
sokan bilgisayar üreticileri mi?
Egoizm ve ezilme-ez mantığıyla
yetiştirilmiş genç insanlar mı? Onların
aileleri mi?
Tim Kretschmer'ın öğretmenleri mi?
Yoksa Tim Kretschmer mı?
Tim'ler aramızda büyümüyor mu?
Sizce bu kanlı fotoğrafın gerçek katili
kim?