Kitap Zamanı
Transcription
Ahmet Kurucan 16 Çevirmen gözüyle Virginia Woolf İlknur Özdemir 04 Okumanın Tarihi’ne yeni önsöz Alberto Manguel illüstrasyon: abdülkerim keskin 14 Osman Şimşek’ten ‘süreci’ anlama kitabı 06 ÖYKÜ Ömer Ayhan Lydia Davis’in kısa öyküleri 17 ROMAN Mustafa Canveren Oya Baydar’dan ‘an’ların romanı 21 EKONOMİ Tamer Çetin Thomas Piketty’nin Kapital’i Türkçede 22 BİYOGRAFİ Ayşe Başak Rengarenk ve hüzünlü: Fikret Muallâ 24 BİYOGRAFİ Tuğba Kaplan Herkesin ‘Hocaanne’si Refia Hanım 42 USTA GÖZÜYLE Recai Güllapdan ve İrfan Külyutmaz Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 9 S AY I : 1 0 7 1 A R A L I K 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý B U S AY I D A ALBERTO MANGUEL Ölülerle sohbetler 4 ÖMER AYHAN Kısa öykünün sınırlarında 6 ETHEM BARAN Pırıl pırıl bir deniz romanı 8 MUSA İĞREK Bir yazar kitabına nasıl isim koyar? 10 AHMET KURUCAN ‘Süreci’ anlama kılavuzu 12 İLKNUR ÖZDEMİR ‘Dünyanın az sonra kaybolacak... 16 SEZAİ COŞKUN Sıcak yarada kezzap: Necip Fazıl 18 AZRA İNCİ Kâbusa dönüşen rüya 19 SELAHATTİN SEVİ Hayatı kayda geçiren... 20 TAMER ÇETİN Gelir eşitsizliğinin çözümü ne? 21 AYŞE BAŞAK Rengarenk ve hüzünlü: Fikret Muallâ 22 SÜREYYA SU Gençler için metafizik 23 TUĞBA KAPLAN Herkesin Hocaannesi... 24 AHMET DOĞRU Peygamber hayatından 25 ESYA YALÇIN Kaybolanlara dair 26 MEHMET TUNÇ Geçmiş, geçer mi? 26 SELİM SALİH Ünsal Oskay’dan roman dersleri 28 V. B. BAYRIL Modern bir ortaçağ şiiri 29 ERCAN YILMAZ Resimsiz yakın tarih 29 İNAN ÇETİN Kardeş gölgesindeki Nabokov 30 ESRA YALAZAN İstanbul’un şiir yazan kedileri 31 ZEHRA ONAT Yarım kalanların öyküsü 31 EMRAH PELVANOĞLU Tarih, yapılan bir şeydir 32 A. YAVUZ ALTUN Bilimin kaynağı olarak cehalet 33 cem mert Tek parti döneminin bilinmeyenleri 33 YUSUF GÜNDÜZ Kanije zaferinin hikâyesi 34 YAVUZ AKENGİN Beyaz adamdan sonra... 34 AHMET HAMİT YILDIZ Yaşlı bir çocuktu şair 35 SONER ÖZCAN DüDedikodudan hikâyeye 35 YAVUZ ULUTÜRK Şaşırtıcı bir ‘zombi’ hikâyesi 36 NİHAT DAĞLI ‘İşte böyle meczup oldum...’ 37 TEMEL KARATAŞ Kırkyama hayatların kitabı 38 GÜNSELİ IŞIK Hakikatin peşinde 24 kare 39 MUSA GÜNER Bu kitabı okursan bir çiçek... 40 AHMET ÇAKIR Dünya Kupası maçlardan... 41 RECAİ GÜLLAPDAN-İRFAN KÜLYUTMAZ Usta gözüyle 42 Kitap adı: Kitabın kimliği G eçtiğimiz yıl yaşanan ilginç bir olay bu sayıdaki kapak dosyamıza ilham verdi: Stephen King’in Joyland adlı kitabı yayımlanınca, Emily Schultz’un aynı adı taşıyan kitabı hatırı sayılır bir satış rakamına ulaşmıştı. Bu olay bir kez daha gösterdi: Ad, kitabın kimliğidir. Musa İğrek yayın dünyasından kitap adlarına dair ilginç öyküleri derledi. Nursel Duruel, Sibel K. Türker, Ayfer Tunç, İbrahim Yıldırım ve Murat Gülsoy konuyla ilgili sorularımızı yanıtladılar. Konuk yazarımız Alberto Manguel, geçtiğimiz aylarda ABD’de yeni baskısı yapılan ve Türkiye’de de büyük ilgi gören Okumanın Tarihi’ne yazdığı yeni önsözü Kitap Zamanı okurlarıyla paylaşıyor. Manguel’in basılı kitabın geleceğine dair kehanetler içeren yazısını Türkçede ilk kez yayımlıyoruz. “Çevirmen Gözüyle” sayfamızda İlknur Özdemir, kitaplarını dilimize kazandırdığı Virginia Woolf’u anlatıyor. Lydia Davis ve Amos Oz’un öykü kitapları, Yukio Mişima, Norman Mailer ve Ayşe Sarısayın’ın romanları da bu ay edebiyat severleri mutlu edecek kitaplardan bazıları. Edebiyat dışında ise Osman Şimşek’in 17 Aralık sonrasında yaşanan süreci anlamak için bir kılavuz niteliğindeki kitabı İnkisâr’ı Ahmet Kurucan değerlendirdi. İyi okumalar. ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ. GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI Genel YayIn Müdür YardImcIsI: MEHMET KAMIÞ Genel YayIn EdÝtörü: ALÝ ÇOLAK EdÝtör: CAN BAHADIR YÜCE Görsel Yönetmen: FEVZÝ YAZICI Sayfa TasarIm: BURHAN SOLAK Sorumlu Müdür ve YayIn SahÝbÝnÝn TemsÝlcÝsÝ: harun çümen Reklam Grup BaþkanI: MELİH KILIÇ Reklam Grup Baþkan YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM Sektör YönetÝcÝSÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YayIn Türü: YAYGIN SÜRELÝ adres: Zaman GazetesÝ 34194 YenÝbosna-Ýstanbul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Reklam Tel: 0212 454 82 47 BaskI: Feza GazetecÝlÝk A.Þ TesÝslerÝ http://kÝtapzamanÝ.zaman.com.tr E-POSTA: kÝtapzamanÝ@ZAMAN.COM.TR Her ayIn Ýlk pazartesÝ günü yayImlanIr twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Ölülerle sohbetler Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi adlı kitabı dilimizde ilk kez 2001 yılında yayımlanmış ve büyük ilgi görmüştü. Manguel geçtiğimiz aylarda ABD’de yeni baskısı yapılan kitabı için yeni bir önsöz kaleme aldı. Yazarın izniyle bu önsözü Türkçede ilk kez yayımlıyoruz. O kumak benim için hep bir tür haritacılık olmuştur. Okuma ediminin, dünyamın ayrıntılarını çizme konusundaki gücüne benim de her okur gibi mutlak bir inancım var. Biliyorum ki kütüphanemin raflarından birinde, şu anda bana bakmakta olan bir sayfada, boğuştuğum o soru duruyor; belki de varlığımdan habersiz bir kişi tarafından, uzun zaman önce yazıya dökülmüş. Okurla kitap arasındaki ilişki zaman ve mekân engelini ortadan kaldıran ve Francisco de Quevedo’nun 16. yüzyılda “ölülerle sohbetler” dediği şeye karşılık gelen bir ilişkidir. Bu sohbetlerde ben inkişaf ederim. Onlar beni şekillendirir ve bana bir tür sihirli güç verir. Yazının icadından sadece birkaç asır sonra, bundan 6 bin yıl kadar önce, Mezopotamya’nın unutulmuş bir köşesinde, yazılı kelimeleri çözme kabiliyeti olan az sayıdaki kişiye okur değil, müstensih deniliyordu. Belki de bunun nedeni, en büyük yeteneklerine, yani hafızanın arşivlerine ulaşabilme ve deneyimlerimizin sesini geçmişin enkazından kurtarabilme becerilerine daha az vurgu yapmaktı. Bu uzak başlangıçlardan beri okurların gücü toplumları içinde her türlü korkuyu tetikledi, çünkü bu güç sadece bir sayfa aracılığıyla geçmişten bir mesajı geri getirebilme zanaatına sahip olmak, okuma sırasında kimsenin giremeyeceği gizli alanlar yaratmak, evreni yeniden tanımlayabilmek ve adaletsizliğe karşı isyan edebilmekti. Biz okurlar bu mucizeleri gerçekleştirmeye muktediriz, belki de sıklıkla mahkum edildiğimiz sefillik ve aptallıktan bizi bu mucizeler kurtarabilir. Basılı kitaba dair Yine de sıradanlık çekicidir. Okumaktan caymak için, bizi yenilik ve hafızanın kendilerince esas olmadığı bulimya hastası tüketiciler haline getiren oyalanma stratejileri geliştiririz. Faso fisoyu ve anlık hırsları ödüllendirir, düşünsel faaliyeti saygınlığından sıyırırız. Etik ve estetik kavramların yerini tamamen iktisadi değerlere verir, okumanın tatmin edici zorluğu ve o tatlı yavaşlığı yerine anlık hazlar sunan eğlencelere, evrensel sohbet sanrısına dalarız. Basılı kitabın karşısına elektronik ekranı koyar, kökü zaman ve mekânda olan basılı kitaplardan Alberto Manguel çalışma odasında. ibaret kütüphanelerin yerine anındalığı ve aşırılığıyla ünlü, neredeyse sonsuz olan ağları koyarız. Bu karşıtlıklar yeni değildir. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru, Paris’te Quasimodo’nun saklandığı yüksek saat kulelerinde, hem çalışma ofisi hem simyacının laboratuvarı olarak kullanılan bir keşiş hücresinde, başrahip Claude Frollo bir elini masasının üstündeki kitaba uzatır, diğeriyle de üzerinde uzanmakta olan, penceresinden görebildiği Notre Dame’ın gotik çizgilerini işaret eder. “Bu” der mutsuz rahip, “şunu öldürecek.” Gutenberg’in çağdaşı olan Frollo’ya göre, basılı kitap, kitabın anıtını yok edecek; basılı kitap her sütunu, her bastabanı, her anıtsal kapısı okunabilen ve okunması gereken bir metin olan yazılı ortaçağ mimarisinin sonu olacak. Bu kehanet bugün itibarı ile elbette yanlış. Beş yüzyıl sonra basılı kitap sayesinde, Viollet-le-Duc ve John Ruskin’in yorumladığı ve Le Corbusier ile Franks Gehry’nin yeniden tahayyül ettiği haliyle ortaçağ mimarlarının bilgisine erişebiliyoruz. Frollo yeni teknolojinin eskisinin yerini alacağından korkuyordu ama yaratıcı yeteneğimizin olağanüstülüğünü ve her zaman başka bir aracı da kullanmanın yolunu bulabileceğimizi unutuyordu. Hırs konusunda eksiğimiz yok. Elektronik teknoloji ve matbaa teknolojisi arasında karşıtlık kuranlar Frollo’nun düştüğü yanlışı sürdürüyor. Kitabın –tekerlek ya da bıçak kadar mükemmel olan, hafıza ve deneyimi saklayabilen bir aracın, tamamen etkileşim içindeki, kendi seçtiğimiz yerde başlayıp bitirebileceğimiz, kenarlarına not alabileceğimiz, okunma işlemine istendiği gibi ritim verilmesine müsaade eden bir nesnenin- yeni bir araç tarafından kenara itilmesi gerektiğine inanmamızı istiyorlar. Bu tür uzlaşmaz seçimler teknokratik aşırıcılıkla sonuçlanır. Akıllı bir dünyada, elektronik âletlerle basılı kitaplar çalışma masalarımızdaki alanı paylaşıyor ve her birimize farklı nitelikler, farklı okuma imkânları sunuyor. Bağlam, pek çok okurun da bildiği gibi, ister düşünsel ister maddi olsun, önemlidir. 20 yıl sonra “okumanın tarihi” İlk miladi yüzyıllarda bir tarihte, Adem ile Havva’nın biyografisi olduğu iddia edilen ilginç bir metin ortaya 4 çıktı. Okurlar en sevdikleri hikâyelerin öncesini ve sonrasını hayal etmekten hep hoşlanmıştır, İncil’deki hikâyeler de buna dâhil. Yaratılış Kitabı’nın efsanevi atalarımıza atıf yapan birkaç sayfasından yola çıkan isimsiz bir müstensih, Adem ile Havva’nın maceralarını (daha doğrusu) Cennet’ten kovulduktan sonra başlarına gelen kötü maceraları anlatan Adem ile Havva’nın Hayatı adlı bir kitap kaleme aldı. Kitabın sonunda, ilk edebiyat eserlerimizde sıkça görülen o postmodern dönüşlerden birinde Havva, oğlu Şit’ten anne babasının hayat hikâyesini doğru bir şekilde yazmasını ister: Okurun elinde tuttuğu kitap işte o hikâyedir. Havva, Şit’e şöyle demiştir: “Dinleyin çocuklarım! Taştan ve kilden tabletler yapın ve üzerine benimle babanızın tüm hayatımızı ve bizden duyduğunuz, gördüğünüz her şeyi yazın. Eğer Tanrı ırkımıza su ile hüküm verirse, kilden tabletler çözülür ve geriye taş tabletler kalır; eğer yangınla verirse hükmümüzü, taş tabletler parçalanır, kilden tabletlerse pişerek katılaşır.” Havva bilgece davranarak kilden tabletlerle taştan tabletler arasında bir seçim yapmamıştır: Metinde Havva gibi bu seçimi yapmamış olabilir, öte yandan her madde ona başka bir nitelik verir ve metin her ikisini de istemektedir. Okumanın Tarihi’ni bitireli (ya da terk edeli) neredeyse yirmi yıl oluyor. O zamanlar okuma edimini, bu zanaatın algılanan niteliklerini ve nasıl oluştuklarını incelediğimi sanıyordum. Aslında, okurlar olarak ekonomik, siyasi ve teknolojik kaygıların ötesinde, Havva gibi seçmek zorunda olmadığımız, her şeye sahip olabildiğimiz sınırsız hayali bir alanda, eğilimimizin (ya da tutkumuzun) peşinden gidiyor olduğumuzu bilmiyordum. Edebiyat bir dogma değildir: Sorular sunar, kesin yanıtlar değil. Kütüphaneler özünde düşünce özgürlüğünün mekânlarıdır: Onlara dayatılan herhangi bir şey bize dayatılmış olur. Okumak karşıtlıklar koyarak değil, uzaktan, uzun zaman önceden şahsımıza seslenen kelimeleri tanıyarak dünya ve kendimiz hakkında biraz daha fazla şey bilmemizi sağlayan, ucu açık bir araçtır ya da olabilir. Türkçesi: Başak Bingöl ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Kısa öykünün sınırlarında Geçen yıl Man Booker ödülüne değer görülen Lydia Davis’in Yapamam ve Yapmayacağım adlı kitabı Türkçede. Davis, bir yazarı diğerlerinden ayıran özgün sesi alabildiğine kısarak, “kısa kısa öyküler” kaleme alıyor. Zekâyı öne çıkaran, dolayısıyla çoğu zaman parlak buluşlara dayanan öyküler bunlar. YAPAMAM VE YAPMAYACAĞIM, LYDIA DAVIS, ÇEV.: ELİF BEREKETLİ, ENCORE YAYINLARI, 308 SAYFA, 22 TL R ÖMER AYHAN omanın geleceği neredeyse yüz yıldır sorgulanıyor. Hem yeni ve öngörülememiş anlatım yöntemleriyle nefes alan, hem de geniş okur kitlesine hitap eden düzayak örneklerle popülaritesini koruyan roman karşısında öykünün durumunu sorguladığımızda şaşırtıcı cevaplar alabiliriz. Öykü hiçbir zaman roman kadar popüler olmadı ve öyle görünüyor ki ileride de değişmeyecek bu durum. Yakın zamana kadar yeniliklere daha açık bir tür olarak kabul edilen öykü, durmuş oturmuşluğu, âna daha yoğun odaklanmayı gerekli kılan dinamizmi ve şiire göz kırpan uçarılığıyla, eteğindeki taşları romana göre daha çabuk tüketmiş görünüyor. Bununla birlikte, arayış içindeki kimi öykücülerin, öykünün sınırlarını genişletmek adına cesur girişimlerde bulunduğu söylenebilir. Roman diliyle klasik öyküler yazan Alice Munro’nun favori isimler arasından sıyrılıp Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı sıralarda, Lydia Davis de İngilitere’de verilen en prestijli ödülü, Man Booker International Prize’ı kucaklamıştı. Oysa başlangıçta işler hiç de yolunda gitmemiş. Davis’le önceki hayat arkadaşı Paul Auster, zar zor bastırdıkları ilk kitaplarıyla başarısızlığı yaşamışlar. Zaman içinde Auster, Türkiye dâhil birkaç ülkede çok okunan yazarlar arasına girerken, Davis deneysel öyküleriyle Amerika’da Auster’dan daha fazla ilgi gördü. Lydia Davis bir yazarı diğerlerinden ayıran özgün sesi alabildiğine kısarak, kısa hatta daha çok “kısa kısa öyküler” kaleme alıyor. Okuru boşluğa itmek Zekâyı öne çıkaran, dolayısıyla çoğu zaman parlak buluşlara dayanan öyküler bunlar. Kısa kısa öykülerine bir örnek verip yazarın anlayışını somutlaştıralım: “Küçük arkadaşımla güneşin altında, ön bahçedeki merdivende oturuyoruz. Ben Blanchot’nun kitabını okuyorum, o da [“da” eki yerine “ise” kullanılsa, Türkçeye daha uygun bir çeviri olurdu] bacağını yalıyor.” Davis özellikle kısa kısa öykülerde hiçbir şey anlatmadığı duygusu uyandırıyor. Boşluğun okur tarafından doldurulmasının beklendiği aşikâr, zaten daima beklenir; mamafih beklenti her zaman gerçekleşmiyor. Mesela rüya öyküleri. Kitabın sonuna eklediği “Notlar”dan öğrendiğimize göre, Davis’in gördüğü rüyalarla birlikte, tanıdıklarının rüyaları, gündelik deneyimler ve mektuplar da bu öykülerin temelini oluşturmuş. Doğrusu yazarın rüyaları yeterince dönüştürebildiğini söylemek güç. Demir Özlü’nün Kendi Evine Varamamak adlı son öykü kitabındaki öykülerin tümü rüyalardan oluşuyordu ve Özlü’nün, rüyaların başat unsurlarını dönüştürmedeki cesareti okurda tam bir kurmaca hissi uyandırıyordu. Davis’in rüya-anlatılarının kitabın zayıf halkası olduğunu düşünüyorum. Üsluplarıyla öne çıkan yazarları (Flaubert, Proust) çevirmekten haz alan Davis’in handiyse duygulara ket vurulmuş mesafeli dil anlayışı, Flaubert’in mektuplarından faydalanarak kurguladığı kısa öykülerde değişim gösteriyor. Bu serbest uyarlamaların başarısı, yazarın “Notlar”da belirttiği gibi, Flaubert’in dil anlayışını mümkün mertebe koruma çabasından kaynaklanmış. Çare mektup! Kitap Zamanı’nda, bir yazın türü olarak “mektup”un geleceğine ilişkin bir dosya hazırlanmıştı. Mektup günümüzde büyük ölçüde nostalji nesnesine dönüşmüşken, sözgelimi süpermarketlerin şikâyet kutuları silme mektup dolu ve hayatımızdaki değişime uygun olarak Davis’in kahramanları firmalara veya vakıflara mektup yazıyor. Davis anlatıcıların iç dünyalarını yansıtmada çok başarılı. Kendi kendisiyle didişen, anksiyete bozukluğu yaşayan, özgüvensiz yahut aşırı özgüvenli çağımız insanı, elbette beklediği karşılığı alamayacağı hayalî muhataplara döküyor içini. Kısacık bile olsa yazmanın, her konuda fikir beyan etmenin, laf giydirmenin ve bilhassa aforizma yumurtlamanın bir salgın halini aldığı (Facebook, Twitter, bloglar...) niteliğin ister istemez aşağıya çekildiği günümüzde, sarkastik bir yaklaşımla çare “mektup” diyor Davis. Lydia Davis Hayatın rastlantısallığı birkaç sözcükle nasıl ortaya konulabilir? Kısacık metinlerin okunması çok kolay, hatta sözcüklerin doğru sırayla kâğıda dökülmesi de. Kısa kısa öyküde zorluk, bir imgeyi alıp düşünceye dönüştürebilmekte: “Kocam olabilirdi. Ama kocam değil. Onun kocası. Dolayısıyla onun fotoğrafını çeki- 6 yor (benim değil)...” İnsanın bönlüğü, acımasızlığı Davis’in büyük bir kayıtsızlıkla yakasından tutup önümüze savurduğu temalar arasında. “Onların Zavallı Köpeği” hayvan barınağından ötanaziye gönderilen (çeviride ısrarla “ötenazi” yazılmış) köpeklerin acı sonunu anlatırken insanın olgulara genel yaklaşımı ustalıkla yansıtılıyor: “Kimse onu istemedi. İyi nitelikleri yoktu. Ama bunu bilmiyordu.” Kitabın en parlak öyküleri arasında başı çeken, bir sayfayı aşkın tek cümleden oluşan “Flaubert ve Bakış Açısı”nda küçük kız, bir köpek bakıcısı ve at binen kadın erkek kalabalığı arasında iki köpeğin bir atın ağzından damlayan sarı-beyaz köpüklere gösterdiği ilgiye odaklanan anlatıcı, bakış açısına dair bilgece bir ‘bakış açısı’ ortaya koyuyor. “Rahatım Gayet Yerinde, Ama Biraz Daha Rahat Edebilirdim” modernistlerin, özellikle Beckett ve Joyce’un romanlarındaki parçalı anlatımın öyküde uygulanmış mükemmel bir örneği. İlk bakışta birbiriyle ilintisi olmayan edimlerin sıralandığı yapboz parçalarını birleştirdiğinizde, isimsiz anlatıcının bir gününün portresi çıkıyor önümüze. Anlatıcının bakış açısı ve eğilimlerinin maharetle yansıtıldığı öyküyle ve genel olarak kitapla ilgili talihsiz bir yazıya, çok okunan bir yerli edebiyat blogunda rastladım. Yazarın böylesine önemli bir ödülü saçmalayarak aldığını ileri süren yazıyı okuyunca insan ister istemez yazarlığın ne kadar karşılıksız bir iş olduğunu düşünüyor. Geçen yılki ödül jürisinde yer alan Tim Parks gibi nitelikli yazarların, saçmalıklara prim verdiğini mi düşünmeliyiz bu durumda? Kitabın en güçlü öykülerinden biri de, hayata veda eden ablasının kaybıyla baş edemeyen bir karakterin yer aldığı “Foklar”. Minimalist ve mesafeli dil anlayışını bir tarafa koyan Davis klasik bir biçemle de, üstelik birçoklarından daha iyi, yazabildiğini gösteriyor. Lydia Davis, her durumdan öykü çıkarılabilir düşüncesinin gözüpek savunucusu. Her defasında aynı sonucu vermese de, bize farklı öykülerin yazılabileceğini yeterince gösteriyor. TİMAŞ YAYIN GRUBU KAYI-VI İMPARATORLUĞUN LÂLE DEVRİ ZİRVESİ VE DÖNÜŞ Ahmet Şimşirgil Mustafa Armağan YE iyi ki kitaplar var... TÜRKİYE ve ORTA ASYA Kemal H. Karpat ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAK Ahmet Yaşar Ocak Nİ TARİHİ DEĞİŞTİREN DEVLERİN SAVAŞI İCATLAR VE MUCİTLER Ali Çimen YE Okay Tiryakioğlu ÜSTAD Sadık Yalsızuçanlar İNTİZÂR Nurullah Genç Nİ AŞK DİYE BİR ŞEY NAR TADINDA BEREKET ÖYKÜLERİ Ahmed Günbay Yıldız YE Nİ YE Nİ ROMAN KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Pırıl pırıl bir deniz romanı Yukio Mişima’nın Dalgaların Sesi adlı yapıtı, adının çağrıştırdıklarının aksine, duru ve sakin bir roman. Metinde hareketi sağlayan unsurların başında dalgaların sesi geliyor; herkes sustuğunda dalgalar konuşuyor. Dalgaların Sesi, Zeyyat Selimoğlu çevirisiyle yayımlandı. DALGALARIN SESİ, YUKİO MİŞİMA, ÇEV.: ZEYYAT SELİMOĞLU, CAN YAYINLARI, 208 SAYFA, 15 TL B “ Sınıf farkı, bu saf aşkın engellenmesi için yeter de artar bile. Benzerlerine defalarca rastlanmış bir hikâyedir bu. Yukio Mişima hakkında Mişima ya da Boşluk Algısı adında bir kitap kaleme almış olan Marguerite Yourcenar, Dalgaların Sesi’nin melodramatik olay olmaksızın yalın bir gerçekçilikle ele alınmasına değindikten sonra, Mişima’nın romanında özellikle “tensel hazzın reçetelerini keşfetmeksizin aşkı tecrübe eden iki çocuğun” hallerine dikkati çeker. Ayrıca Şinji’nin bir fırtına sırasında, limana palamarla bağlı gemiyi dubaya demirleyen üçlü halatı tekrar bağlamak için denize atlayarak verdiği mücadelenin anlatıldığı sahneyi hem mitolojik hem de gerçek bulduğunu belirtir. ETHEM BARAN ütün dehamı hayatıma koydum; eserlerime de yalnız hünerimi koydum.” diyen Oscar Wilde’ın bu sözünü bir yönüyle Mişima’nın hayatı, daha doğrusu sıra dışı sonuyla birlikte düşünmek yolları birleştirir mi, yoksa yeni bir yol ayrımına mı getirir bizi? Çünkü onun ölümü, yazdıkları kadar tasarlanmış bir ölümdür. Adeta Mişima’nın eserlerinden biri de ölümüdür. Ki o, kendi ölümünü “Bereket Denizi” dörtlemesinin ikinci cildi olan Kaçak Atlar’daki kahramanı İsao’nun ve hem yönetmeni hem de senaristi olmanın yanında oyuncusu da olduğu 1966 tarihli Yukoku adlı kısa filmindeki kahramanın intiharında da ele almıştır. Yukio Mişima, son eseri olan ve Bahar Karları, Kaçak Atlar, Şafak Tapınağı ve Meleğin Çürüyüşü’ünden oluşan “Bereket Denizi” dörtlemesini bitirdiğinde 45 yaşındaydı. Japon ruhunun kaybolduğunu düşünüyordu ve orduya güveni sarsılmıştı. “Artık bittiğimi hissediyorum. Piyesler, uzun romanlar, her türlü şey yazdım. Artık yapacak hiçbir şeyim kalmadı.” dedikten sonra inanılmaz eylemini gerçekleştirdi: Yanında dört genç takipçisi vardı, samuray kılıçları kullanarak Japon Savunma Kuvvetleri’nden bir komutanı esir almış, balkona çıkıp Japon askerlerine yeni anayasanın orduyu kısıtlamasının getirdiği tehlikelerle ilgili bir konuşma yapmıştı. Ardından kendi karnını deşmesi ve yoldaşlarından birinin kafasını kesmesiyle sonuçlanan bir seppuku töreniyle intihar etti. Mişima, kendi mitini yaratan yazarlardandır. Hem Japon hem de Batı kültürünün unsurlarını taşıyan kendine özgü bir kişilik olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Yazdıklarının ucunu açık bırakan bir yazardır o. İniş çıkışlar, manevralar son derece kuvvetli bir biçimde hissedilir yazdıklarında. Dünya görkemli bir ölüm için mi var? Çocukken kansızlık hastalığına yakalanan Mişima, “Kanımın azlığı, önce bende kan dökme hayali kurmayı tutkuya dönüştürmüştü.” diye yazar Bir Maskenin İtirafları’nda. Denizi Yitiren Denizci’de çocukların kedinin derisini yüzdüğü sahne de yazarın bu tutkusunu ve inanılmaz sonunu bize önceden duyurur. Otobiyografik özellikler taşıyan romanı Bir Maskenin İtirafları’nda, hasta- Pırıl pırıl bir roman Yukio Mişima çevresini dolduruyordu ama Şinji yerine getirilemeyecek isteklerle kendini yiyip bitirmiyor, aşırı serüvenli yolculukları aklına koymuyordu. Kendini tam, gerçek bir balıkçı gibi hissederdi; onun için deniz, bir çiftçi için toprak neyse ondan başka bir şey değildi; ekmeğini çıkardığı bir yer, pirinç ya da başka tahıllar yerine uçsuz bucaksız bir mavi içindeki dalgaların beyaz, şekilsiz ürününü veren, salınan bir tarla…” Deniz onun gözünde aynı zamanda akıl danışacağı bir bilgedir. Annesi de tıpkı onun gibi, bir şey düşüneceği zaman denize gider. “Denizin dibine aşina değilsen körden farkın kalmaz.” diyen balıkçıların yaşadığı adadaki bütün kadınlar gibi sünger avcılığı yapan dul bir kadının oğlu olan bu gençle, günün birinde, adanın zengin sayılan ailelerinden birinin kızı Hatsue birbirlerine âşık olurlar. lıklarla mücadele içinde geçen çocukluğu sebebiyle yüzmeyi öğrenemediğini, bunun da denizle olan ilişkisini etkili biçimde belirlediğini anlatır Mişima. Nitekim Yaz Ortasında Ölüm adlı öykü kitabında özellikle kitapla aynı adı taşıyan öyküde ve Denizi Yitiren Denizci romanında döne döne denizi dile getirmiştir. Dalgaların Sesi’ni Yunanistan dönüşü kaleme alır Mişima. Dalgaların Sesi, adının çağrıştırdıklarının aksine duru, sakin bir romandır. Bir başka değerlendirmeyle, romandaki hareketi sağlayan unsurların başında dalgaların sesinin geldiğini söylemek mümkün. Çünkü bu adada herkes sustuğunda dalgalar konuşur. Balıkçılık yapan genç Şinji’nin biricik hayali günün birinde motorlu bir tekneye sahip olmak, kardeşini de yanına alıp bu tekneyle deniz nakliyeciliği yapmaktır: “Koca okyanus bütün 8 Son derece sade ama bir o kadar da etkileyici bir roman olan Dalgaların Sesi’ni dört ayda yazmıştı Mişima. Bir samuray ailesinin oğluydu ve babaannesinin denetiminde bir kız çocuk gibi yetiştirilmişti. 40 roman, 74 hikâye, 33 oyun, bir seyahat kitabı, sayısız makale ve şiire imza atmış, üç kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmişti. Henüz hayattayken hemen hemen bütün önemli eserleri pek çok dile çevrilmişti. Batılılaşma ile ülkesinin geleneksel değerleri arasındaki çatışmayı işleyen bir yazar, hem eşcinsel hem de Japon geleneklerine bağlı bir muhafazakârdı. Kelimelerin dünyayı değiştirebilecek gücünün varlığına inanıyordu. Aynı zamanda dünyanın buna kayıtsız kaldığına… Ona göre, kelimelerin yetersiz kaldığı yerde başka bir ifade biçimi bulmak gerekliydi. Bahar Karları’nda genç, soylu Kiyoaki’nin ölüm tasarımına bir göz attığımızda bunu görürüz örneğin: “Genç ölmeyi ve mümkünse en küçük bir acı duymadan ölmeyi becerebilecek miydi? Zarif bir ölüm; tıpkı cilalı bir masaya rastgele fırlatılmış süslü bir kimononun, masanın üstünden yerin karanlığına kendiliğinden kayışı gibi. Zarafet yüklü bir ölüm.” Şu cümleler de Denizi Yitiren Denizci’den: “Artık sonsuza kadar erişemeyeceği, yüce, eşsiz bir ölümün görüntüsü, yiğitçe ölme fikri beynine yayıldı. Eğer dünya salt bu görkemli ölüm için var edilmişse, neden dünya bu ölüm uğruna yok olmasındı?” Zeyyat Selimoğlu’nun kusursuz çevirisinden okuduğumuz Dalgaların Sesi, ölüm ülkesine uğramayan pırıl pırıl bir roman. KAPAK KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Bir yazar kitabına nasıl isim koyar? Bir kitabın ismi çok şey vaat eder. Türkiye ve dünya edebiyatında kitabına isim bulmaya çalışan birçok yazarın farklı öyküleriyle karşılaşıyoruz. Kitabını yazmaya başlamadan önce ismini bulanlar, romanını bitirene kadar isim konusunda kararsız kalanlar, editöründen medet umanlar, eşine-dostuna akıl danışanlar, klasiklerden başlık cımbızlayanlar, yayıncısıyla işbirliğine yanaşmayanlar... Kısacası her yazarın isim bulma hikâyeleri, tıpkı kitapları gibi, farklı. O MUSA İĞREK kur, önce kitabın adıyla karşılaşır. Hatta bu buluşma seneler sonra yazarı unutturup kitabın adının zihinlerde kaldığı bir duruma dönüşebilir. Kitabın ismi içeriğinden rol çalmaya eğilimlidir; çoğu kez metnin kendisinden daha çok şey vaat eder. Yazar için metne kimliğini veren ismi bulmak zorlu bir uğraştır. Salâh Birsel’den ödünç bir ifadeyle, “Kitap adları fırdır. Tam ele geçireceğinizi sandığınız anda atlayıp kaçarlar.” Bir kitabı diğerlerinden ayırmaya yarayan bu eylemi Orhan Pamuk şöyle tanımlar: “Kitap adları kafamızda tıpkı insan adları gibidir; bir kitabı milyonlarca benzeri içinden ayırmaya yararlar.” Bazen bir kitap, seneler önce yayımlanmış bir başka kitapla aynı adı taşıyabilir. Stephen King geçtiğimiz yıl Joyland adlı bir roman yayımlamıştı. Kitabın raflarda yerini almasının ardından, Emily Schultz’un 2006’da aynı adla yayımladığı e-kitap birden hatırı sayılır bir satış rakamına ulaştı. Zira okurlar King’in romanı zannederek Schultz’un kitabını satın almıştı. Genç yazar bu benzerlikten dolayı yüklü miktarda para kazanmış ve bu parayı nereye harcadığını faturasıyla birlikte internet sitesinde muzipçe paylaşmıştı. İsim, metnin bir parçasıdır Bir kitaba isim bulmak sancılı bir süreçtir ve pek çok faktör araya girer. Murat Gülsoy, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık adlı incelemesinde kitap isimleri hakkında şu saptamayı yapar: “Öykülerin, romanların, kitapların adları öncelikle metni birer varlık yapmaya yararlar. Bir metni dünyadan, diğer metinlerden ayıran işaretlerden biri ve en önemlisi o metnin adıdır. Eğer bir kitaptan söz ediyorsak o kitabın adı kadar kapağı ve kapakta kullanılan grafik anlatımın da önemi vardır ancak genelinde bunların metnin asli unsurları olmadığı kabul edilerek çoğu zaman yayınevinin tasarım anlayışına göre düzenlenirler. Aynı kitabı farklı zamanlarda başka başka yayınevleri değişik kapaklarla basabilir. Kimi zaman yazarlar kapakta kullanılan görsel anlatımı da belirleyebilir ve bunu yayıncıdan talep edebilirler. Ancak metnin başlığı/adı metnin bir parçasıdır. Bir şeyin adı biraz da kendisidir.” sini isim olarak seçer. Kitabına metinde yer almayan, bağımsız bir isim verenler de yok değil. Kitap adlarının geçmişten günümüze büyük bir değişim geçirdiği söylenebilir. Özellikle günümüzde, Fatih Andı’nın deyişiyle “Edebiyatçılar ya çarpıcı, aykırı, hatta okuyucu ile inatlaşan, muzip adları daha çok tercih etmektedirler yahut da şiirsel, tedaileri zengin, okuyanı alıp başka dünyalara daha kolay götürebilecek adları... Bunun için de, söz sanatlarıyla örülmüş adlar, bir şiirin bir mısraından ödünç alınmış adlar, şiirsel çağrışımlı adlar, dilde var olan kalıp sözlere yaslanan adlar, bu kalıp sözler üzerinde küçük oynamalarla çarpıcı hale getirilmiş adlar vs. daha cazip imkânlar sunmaktadır yazara.” Gülsoy’un deyişiyle “metnin bir parçası” olan kitabın ismini yazarların farklı şekillerde bulduklarını görüyoruz: Kitabı yazmadan önce isim aklında olanlar, romanını bitirene kadar herhangi bir isim bulamayanlar, editöründen medet umanlar, eşine dostuna bu süreçte akıl danışanlar, klasiklerden başlık cımbızlayanlar, yayıncısıyla işbirliğine yanaşmayanlar.... Kısacası her yazarın isim bulma süreci, tıpkı eseri gibi, farklı bir hikayeye sahip. Bir kitaba isim vermenin kuralı yoktur. Yazar, metnin en az kendisi kadar başlığının da önemli olduğunun farkındadır. Öyle ki, kitap artık hep o isimle anılacaktır. İsim eseri tanımlayan bir çeşit kimliktir. Şiir, deneme ve öykü kitaplarına genelde kitapta yer alan bir parçanın adı verilirken, romanda ise daha sıkıntılı bir süreç söz konusudur. Yazarın metnin kendisine yol gösterecek ismi bulması günler, aylar, hatta yıllar sürebilir. Kimi romancılar daha bir kitabı bitirmeden bir sonrakinin ismini defterine not etmiştir. Kimi şairler ise kitabın en vurucu dize- Sait Faik’in talihsizliği Hulki Aktunç başından geçen şöyle bir isim hikâyesi anlatır: “Kitaplarıma ad ararken hayli zorlanırım. Bir Çağ Yangını’nı Abdi İpekçi Roman Ödülü’ne yollayacaktım. Adını saptayamadığım için geciktim. Yıllar sonra, Sezen Aksu 10 söylüyordu -bağırıyordu- bir şarkısında, romanın adı, küçük harflerle ‘bir çağ yangını’ olmuştu artık, yitirmiştim o adı ben. O adı benden çalmışlardı; biraz üzüldüm, biraz sevindim. Böbürlenme sanmayın; yazarlık natura’m böyledir. İyi laf, birçok şey gibidir, mirî malı’dır ülkemizde. Nedense, yangınlıdır hep; ‘Yangın kavmindeniz/ Ne giysek alev’ dersiniz, dediklerinizi bir kitabın bölüm başlığına koyarlar, o kitabı size yollamak inceliğini bile göstermezler. Bir herif tamam da, bir kadının kalınlığına katlanılmaz. Kader! Sizin bir yerde var olup olmamak isteminizi bile düşünmezler. N’apalım. (Soru imi yok.)” Sevengül Sönmez, Sait Faik’in ölümünden çok kısa bir zaman önce yayımlanan Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabının Varlık Yayınları tarafından 1954’te yayımlanan ilk baskısında adının “Alemdağında Var Bir Yılan” olduğunu aktarıyor. Sait Faik kitabın adını Yaşar Nabi Nayır’a telefonla bildirdiği için böyle bir hata ortaya çıkar. Yaşar Nabi sonraki baskıda bunu düzeltir. KAPAK KÝTAP ZAMANI Eşine isim danışan İlhan Berk Kitaba isim bulma işi bazen yazmak kadar sancılıdır. İlhan Berk, Kanatlı At kitabına isim verme kararsızlığını ve ilk kez eşinin onayını alarak kitabına verdiği ismi, Enis Batur’a yazdığı mektubunda paylaşır: “Sevgili Enis, kitabı gönderiyorum. Ad konusunda epey sıkıldım. ‘Su adını sevmediğini söyledi bana’ koymuştum. Vazgeçtim sonra. Kanatlı At mı diyeyim diyordum kendi kendime. Ve hayatta ilk kez Edibe’ye hangisi iyi? diye sordum. (Edibe’ye hiçbir zaman şiirle ilgili ne bir şey dedim, ne de o bir şey sordu. 45 yıl bu böyle oldu. Tarih ve yabancı yazarları okumayı sever, özellikle romanları.) Kanatlı At’ı seçti o da. Bunu düşündüm kendi kendime işte.” ‘Sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum’ Tezer Özlü’nün Almanca kaleme aldığı “Auf dem Spur eines Selbsmords” (Bir İntiharın İzinde) adlı kitabı, yazar tarafından dilimizde Yaşamın Ucuna Yolculuk başlığıyla bir anlamda yeniden yazılır. Kitabın isim hikâyesi Ferit Edgü ve Tezer Özlü arasındaki mektuplaşmalarda saklıdır. Ferit Edgü şöyle yazar: “Bir İntiharın İzinde müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) (...) Kitabına ne güzel yakışırdı ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’. Ama sen İntiharın İzi’ni seçmişin.” Tezer Özlü’nün Edgü’ye cevabı şöyledir: “O on günlük yolculukta, bu kitabı yazarken, bir kez gerçekten, otel odalarından birinde kalbim duruyordu ve ben gerçek bir yazma krizi içinde yazdım, yeryüzünden hiçbir şey algılamadan, edebiyat dışında, duygular dışında. Bu yüzden Yaşamın Ucuna Yolculuk, dediğin gibi iyi bir ad. L. F. Celine’nin ‘Gecenin Sonuna Yolculuk’ adına çok benzetmiyorsan, kitaba bu adı verebilirsin, belki de ‘Bir İntiharın İzinde’den daha iyi olur, İntiharın İzi, biraz bir hafiye romanını da çağrıştırıyor gibi. Bu açıdan sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum.” Edgü kitabı “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adıyla yayımlar. Adını bekleyen kitaplar Yazar isim seçerken kitabın sesini verecek bir tercih yapar, başlık metinle bütünleşir. Kitaplarına ad verme konusunda takıntılı biri olduğunu dile getiren Yalçın Tosun şöyle der: “Çok titizlendiğim bir konu. Kitaptaki tüm öykülere değin olsun isterim. Aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin adı olmamasını da… Kitabın içeriğine dâhildir kitabın adı, bir taraftan kapakla birlikte okura ilk selamı verdiğiniz yerdir. Bir tanışma ânıdır kitap adları. Benim için kitabı bitirmeye yakın, aylarca sürecek ad arama dönemi başlıyor. Çağrışımlarla dolu geçen aylar bunlar. Yazdığım kitabı tekrar tekrar okuyarak doğru adın beni bulmasını ümit ettiğim bir arayış dönemi. Üç kitabımın adı da içime çok sindi, düşünmelerle dolu o ayların sonunda tatmin edici bir sonuca varamamak da vardı ne de olsa.” 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ şanabiliyor. Yazarın ayak dirediği ve editörüyle işbirliğine yanaşmadığı zamanlar bir tarafa, teslim olduğu anlar da vardır. Graham Greene’in Travels with My Aunt (Teyzemle Seyahatler) adını değiştirmeyi öneren Amerikalı yayıncısına gönderdiği telgraf ibretliktir: “Yayıncıyı değiştirmek, kitabın adını değiştirmekten kolay.” Ülkeye göre kitap ismi İlhan Berk Bir başlık hazinesi: Shakespeare Dünya edebiyatı da pek çok isim bulma hikâyesiyle doludur. John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar’ı İskoç şair Robert Burns’ün bir şiirinden almıştır. Edith Wharton’ın The Glimpses of the Moon, David Foster Wallace’ın Infinite Jest romanları ve Agatha Christie’nin pek çok kitabı adını Shakespeare’in eserlerinden alır. Raymond Carver’ın kitaplarının başlığı editörü tarafından çoğu kez değiştirilmiştir. F. Scott Fitzgerald ise Muhteşem Gatsby adlı eserine önce “Trimalchio in West Egg” başlığını düşünür, fakat telaffuzu daha kolay olduğu ve eşi Zelda öyle istediği için “The Great Gatsby”de karar kılar. J. D. Salinger Çevirmenin kitabın adına etkisi Okurun kitap ismi konusunda çevirmeni suçlu bulduğu zamanlar da vardır. Özellikle çeviri metinlerde, çevirmenin fikri alınsa da son karar genelde yayınevine aittir. Eserin özgün dilindeki sesini koruyan kitap adları olduğu gibi, Türkçeye çevrildiğinde büyüsünü yitirenler de var. Yayın dünyamızda en bilinen örnek, J. D. Salinger’ın o benzersiz romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın “Gönülçelen” adıyla yayımlanmasıdır. 1967’de Adnan Benk’in Fransızcadan yaptığı dolaylı çeviriden ötürü kitap “Gönülçelen” adıyla tanınır. Roman daha sonra Coşkun Yerli tarafından bu kez İngilizce aslından Çavdar Tarlasında Çocuklar adıyla çevrilir. Kitaba isim verme konusunda yayıncı ile yazar arasında da zorlu bir süreç ya- Türkiye’de kitabın adına yatırım yapan bir anlayışın varlığından söz edilebilir. Her yayınevinin bu noktada bir tavrı var. Mesela Timaş Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Emine Eroğlu, kitaba isim verme konusunda şöyle bir yaklaşımdan söz eder: “Ben bir yayın yönetmeni olarak kitabın isminin okura vaat ettiği şeyi içeriğinin doldurmasını isterim. Okurda hayal kırıklıkları oluşturmak, bir yayınevinin gelecekteki okur potansiyelini feda etmesi demektir. Fakat kitap isimlerinin okur psikolojisi üzerindeki etkisini de asla ihmal etmem.” Bir dönem yayıncılık yapan Doğan Hızlan ise şöyle paylaşır deneyimlerini: “Uzun süre yayınevi yönetmenliği yaptığım için kitabın adının önemini bilirim. Oturur, değişik adları tartışırdık. Kendi kitaplarımın adları için de arkadaşlarımla uzun uzun tartışıp, değerlendirmeler yaparız tek tek bütün isim önerileri için... Kitabın adının bazen yazarın önüne geçtiğini söyleyebiliriz, çoğunlukla okurlar elbette kitabın adını söyleyerek kitabı satın alırlar ama kimi zaman da çok tanınmış, bilinen yazarların adını vererek onun son kitabını istiyorum, diyenlere rastladım.” Bunun yanı sıra, aynı kitabın mesela İngiltere ve Amerika’da bazen farklı isimlerle yayımlandığını da ekleyelim. Yayıncının kitabın alıcısını düşünerek izlediği tutum, ülkelere göre değişiyor. Sözcükler yerinden oynatılmalı Tezer Özlü 11 Her yazarın kitabına isim vermesi farklı bir hikâyeyi barındırır. Yazmayı bir “cehennem” olarak gören İlhan Berk’in bu tarifine yazarın kitabına isim bulma sancısını da ekleyebiliriz. Öyle ki, bunun uğruna “sevgili sözcükler yerlerinden oynatılmalı”dır. Kitaba isim verme işinin zor bir uğraş olduğu ortada, tıpkı yazmak gibi… Necatigil “Kitaplarda Ölmek” şiirinde ne demişti: İsimler okurun elinde “can çekişen kuşlar gibi”dir, zira yazardan geriye onlar kalır. KAPAK KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Yazarlara sorduk... 1- Kitaplarınıza isim düşünürken sizi yönlendiren nedir? 2- Kitabın adını yazarken mi bulursunuz yoksa metni yazmaya başlarken isim hazır mıdır? 3- İlginç bir ‘kitap adı bulma’ hikâyeniz var mı? Sibel K. Türker: 1- Benim için adların bir önemi vardır zaten. Ad vücuda getirir çünkü ruhani olanı cismani kılar. Kitabımın adının da o kitap içinde sayfalarca dile getirdiğim ana fikri taşıyan ve hatta taçlandıran bir yönü olması önemlidir diyebilirim. Benim “Fihi ma Fih”imdir verdiğim isimler. “Ne varsa benden içeridir” derim kitap adlarımla. Kalemin sivri ucudur kitap adları. Sivri dilliliğidir hatta yazarın. Düşünüşüdür. Okura “ben kendi fikrimce bunu anlatmayı taahhüt ederim” dediği yerdir. Ve gerçekten de kitap adları kitapların “zafer tak”ları gibidir. Göz alıcı, akıl çelici, düşündürücü ve/veya vurucu olmaları beklenir. Kitaplara bu süsün altından bakılır, onlar hakkında düşünülür; kitaplar adlarıyla okunmaya karar verdirir ve okurun elleri arasına alınırlar. Değerlerini de biçerler böylelikle. Bazen verdiğimiz bu adlar ya beğenilmez ya yanlış anlamlandırılır veya sevimsiz bulunabilir. Fakat tüm etkiyi kitap adlarında aramak da kötü bir şairin güzel bir imge yakaladığını sanması kadar acıklıdır. 2- Yazmaya başlarken hiç adı hazır bir kitabım olmadı şimdiye kadar. Ama belki ileride, doğmamış çocuğa don biçebilirim, neden olmasın? Kitabın adı bende en başta varsa, onun ruhu ve düşünüşü de vardır da dışarı çıkmak için bir mazeret ararmış demektir bu. Ben şimdiye kadar ad vermedim, kitaplarımın ad almasını istedim. Kitap var oluşuyla adını alır çünkü. Kitabın adı bende ortalara doğru yavaş yavaş şekillenir, kavramsal ve duyusal bir elle tutulurluk kazandığında üzerinde düşünülüp tartılır, son noktayı koyduğumda da (noktalar konur mu ondan da emin değilim) benim adım bu diye bağırır, ben de reddetmem, kitapla ters düşmem; istediği, özlediği adı koyar, onu huzura kavuştururum. 3- Öncelikle kitap adları konusundaki bazı mizahi durumları paylaşmak isterim sizinle. İlki, Öykü Sersemi adlı kitabımın, okurun yüzde doksanı tarafından “Uyku Sersemi” olarak değiştirilerek kullanılması. İkincisi, Hayatı Sevme Hastalığı adlı kitabımın yüzde seksen okur tarafından “Hayatı Sevme Sanatı” olarak söylenmesi. Bunları düzeltme gereği bile duymadan, gülümseyerek geçiştiriyorum. Başka bir kitap adı hikâyesi, esasen Diyarbakırlı bir Kürt olan kayınbabamın kitaplıkta Kemal Tahir’in Kurt Kanunu adlı kitabını “Kürt Kanunu” olarak oku- Nursel Duruel Murat Gülsoy Sibel K. Türker İbrahim Yıldırım ayfer tunç yup yüzyıllık derin bir refleksle “Bunları sokmayın eve, Kürt’ün kanunu mu olur?” sorusudur. Demek adlar önemli ama okur nezdinde de değişebilirlikleri var. Bir benimsenme ya da benimsenmeme durumudur bu, yazarına söz düşmez. İlk öykü kitabımı yayınevine teslim ettiğimde başka bir ad taşıyordu ve bir türlü içime sinmemişti o ad. “Tek Kişilik Oyun”du ismi. Ben ne tek kişilik oyun oynuyordum, hatta oyun filan da oynamıyordum. Ben bizi, hepimizi yazdığımı düşünürken kitaba bu ismi vermem de canımı sıkıyordu. Mesele yalnızlıksa da bu isim kitabımı taşımıyordu. Bu mutsuzlukla bir gece geç saatlerde bambaşka şeyler düşünürken biri “Kalpyazan” diye fısıldadı bana sanki “Ne ne?” diye sor- dum, uysallıkla tekrar etti. Hatta lütufta sınır tanımayarak “bitişik” bile dedi. Bu göklerden fısıldanan orijinal adı çok sevdim ve benim yazarlıktaki yönümü de oluşturdu diyebilirim. Yaptığım işin adı oldu Kalpyazan... Günebakan gibi. Hatta bir arkadaşım “Gönülçelen” gibi olmuş da demişti. İbrahim Yıldırım: 1- Biraz dolaylı olacak ama ilk soruyu -yazarı yönlendiren etken- Italo Calvino’ya giderek şöyle yanıtlayayım: 1951 yılında İkiye Bölünen Vikont’u, 1957’de Ağaca Tüneyen Baron’u yayımlayan Calvino, 1958 yılında, o güne kadar yazmış olduğu bütün öyküleri bir araya getirir ve kitabına I Racconti, yani yalnızca “Öyküler” adını 12 verir... Yazar, çok sade, düşünme uğraşı gerektirmeyen; özgüven çağrıştıran bu kitap adı hakkında bir söyleşisinde, kendini profesyonel yazar saymaya başladığını bir soru cümlesiyle vurgulayarak şunu söyler: “... kısacası artık yalnızca ‘Öyküler’ diye başlık koyabildiğim öyküler yayımlayabiliyordum.” Evet, 1958 tarihli o kitabın adı çok sadedir, albenili değildir, ama yazar ya da yayınevi kapak resmi olarak Paul Klee’nin çarpıcı illüstrasyonlarından birini uygun bulmuştur: Scena di battaglia dall’opera comica! 2- Doğrusu kitabın adını yazdığım metnin koymasını isterim. Koyar da, ama çoğu kez, birçok nedenden dolayı bu ad üzerinde yeniden düşünür, çok daha başka, çok daha çarpıcı sonuçlara ulaşmaya çalışırım. Kitapları baskı üstüne baskı yapan profesyonel bir romancı olmasam da bu çaba profesyonel bir uğraştır. Ancak pek başarılı olduğumu söyleyemem. Üstelik aklım her defasında yazmış olduğum metnin koyduğu adda kalır. Belki de bazı romanlarımın iki adı olmasının nedeni budur. 3- Yirmi yedi yaşımda (1977) yazmaya kalkıştığım, ilk romanımı 1981 yılında bir yarışmaya göndermiştim, çalışmam övgüye değer bulunmuştu. Yüz sayfayı zor bulan o naif cesaretin adı Bıçkın ve Orta Halli idi. Aynı adı benimsediğimden olacak, 2003 yılında da kullandım: Bıçkın ve Orta Halli bu kez beş yüz sayfayı aşan hacimli bir kitap olarak yayımlandı... Aynı adı taşıyan iki roman arasında yirmi yılı aşkın bir mesafe vardı. Yalnızca bu da değil, ikisi arasında tema dışında benzerlik de yoktu, biçemim değişmişti, ama o ad, her iki romanıma da çok yakışmıştı. Bir diğer ilginç ad serüvenim ise Yaralı Kalmak’la ilgilidir: 2001 yılında yayımlanan bu romanın adını, yazdığım metnin beni yönlendirmesiyle severek isteyerek “Generali Bağışlayın Lütfen” koymuştum, gelin görün ki -çok iyi anlaşılacağı üzere dönemsel kimi nedenlerden dolayı- ad değiştirilmişti. Her Cumartesi Rüya’ya gelince: Bu ad, bir kitap ekinin hınzır editörlerinden birinin ilgisini çekmiş olmalı ki, ekin künye ve içindekiler sayfasına -tabii ki kitabın içeriği hakkında bilgi edinilmediğinden, o adın niçin verildiği araştırılmadığından- “Her Gece Rüya” spotu konulmuş ve canım sıkılmıştı. Aslında o romanın bir diğer adı daha vardı: “Aşk ve Mevt Tabirleri”. Anlaşıldığı gibi, kitap KÝTAP ZAMANI KAPAK adları konusunda sorunları olan bir yazarım. Bunun nedeni ise amatörlükten başka bir şey olmasa gerek... Nursel Duruel: 1- Beni yönlendiren etkenler, kitabın türüne, alanına göre değişkenlik gösteriyor. Bir öykü kitabıyla biyografi kitabı ya da antoloji arasındaki temel yapısal farklar doğal olarak o kitaplara verdiğim isimlerin seçiminde de farklı arayışlar içine girmemi gerektirdi. Türü ne olursa olsun kitaba isim bulmak başlı başına bir uğraş. Biyografilerde ve antolojilerde okur algısını gözeterek içerikle doğrudan bağı olan isimler seçmeye özen gösterdim. Öyküde ise yalnızca yazının bağlayıcılığına (özgürlüğüne) bıraktım kendimi. 2- Yine türe göre cevap vereyim: Örneğin öykü kitabı, roman gibi tek bir yapı değil; içindeki her öykünün kendine göre bir kurgusu, kendi adı var. Bazılarının adı önceden konmuş, bazıları yazma sürecinde ortaya çıkmış. Öyküler kitap haline getirilirken-genel eğilime göre-içlerinden birinin adı kitabın da adı olur. Ama hangi öykü ve neden? Zor bir seçim. Belki de bu yüzden bazı öykü kitapları içindekilerden bağımsız bir ada sahiptir. 3- İlginç sayılır mı bilmem, Frigler’in Yazılı Kaya’sı lise öğrencisiyken takılmıştı aklıma ama görme olanağı bulamamıştım. Nice zaman sonra öykü kitabımın adı oldu Yazılı Kaya (1992). Aradan yine çok zaman geçti, ancak 2012’de gidebildim. Tuhaf olan şu ki, yine göremedim, restorasyon nedeniyle üstü örtülüydü çünkü. Kitabın adı, ait olduğu türe, alana göre farklı bir arayış gerektiriyor. Örneğin öykü kitabı roman gibi tek bir yapı değil, içindeki her öykünün ayrı bir yapısı ayrı bir başlığı var. Genel eğilim, içindeki öykülerden birinin adını vermektir kitaba. Bu hem kolaydır hem zor: Kitaptaki öykü sayısı kadar isim var elinizde, istediğinizi seçebilirsiniz. Ama hangisini ve neden? Zor olan bu seçimi yapmak. Belki de bu yüzden bazı öykü kitaplarında kapaktaki ismi taşıyan öyküye rastlanmaz. İster istemez bağlayıcıdır çünkü ad. Murat Gülsoy: 1- Kitabın içeriğini en iyi şekilde yansıtmasını, temsil etmesini isterim. 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ 2- Belli olmaz, her kitabın farklı bir yazım süreci var. 3- Bu Kitabı Çalın adlı bir kitap vardır, 60’lı yılların protest yaşam biçimini savunan Abbie Hoffman’ın yazdığı kitabın başlığını çok sevmiştim. Kışkırtıcı ve okuru daha kapağını okuduğunda eyleme çağıran bir özelliği vardı. Ben de yazdıklarımda edebiyatın kendi üzerine düşünme, yazma sürecinin farkına varılması ve metakurmaca gibi kavramların izini sürdüğüm için Hoffman’ın başlığını “çalarak” bir öykü yazmış olan yazar kahramanımın başına gelenleri anlatan bir öykü yazdım ki kitabımın ilk öyküsüydü. Öykünün içindeki öykü yayımlandıktan sonra bir alışveriş merkezindeki kitapçı soyulur, kitap gerçekten çalınır ve öykünün içindeki yazarımızın başı belaya girer. İlginç olan okuduğumuz öykünün tam da o öykü oluşuydu. Ancak yazı içinde yaratılabilecek bir sonsuz döngü imkânı sağlıyordu bu başlık ve bu öykü. Ayrıca kitap ilk yayımlandığında gerçekten de çok dikkat çekti, okurlar türlü “çalma” şakaları yaptılar. Ayfer Tunç: 1- Kitap adları konusunda çok başarılı olduğumu söyleyemem. Kitaplarımın adları hep yanlış hatırlanır. Mağara Arkadaşları’na pek çok okur “Mağara Adamları” der mesela ya da en yaygını Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek yerine “Müsaitseniz Annemler Gelecek”. Tabii bu durum beni sadece eğlendiriyor, üzmüyor. Ama öte yandan okurun kitabın adındaki özü çok çabuk algıladığını gösteriyor ki, benim için önemli olan metnin derdini ortaya koyan bir isim olması. Yayıncılık dönemimden de bilirim, yayıncılar kitapların adlarının okuru çekmesini isterler, benim böyle bir derdim yok. 2- Hiçbir zaman hazır olmadı. Hep metin bittikten sonra koydum adını. Yazma süreci içinde pek çok isim koyuyorum, ama sonuçta değişiyor. 3- Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanımın adını çok kolay buldum. Kitabın bitimine yakın adı da hazırdı. Ancak çok uzun olduğu için bir kısa versiyon düşündüm ve “Yalan Yanlış”ı seçtim. Gelgelelim okurlar “Yalan Yanlış”ı kabullenmediler, onlar için kitabın adı Deliler Evi oldu. 13 GÜNCEL KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ ‘Süreci’ anlama kılavuzu Yıllardır Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ders halkasında bulunan ilahiyatçı Osman Şimşek, 17 Aralık sürecini kendi penceresinden kaleme aldı. Şimşek, İnkisâr adlı kitabında süreçle ilgili bilinmeyenleri tarihe ilk elden not düşerken, bir kez daha ‘nur ile topuzun hazin hikâyesi’ni okuyoruz. İNKİSÂR, OSMAN ŞİMŞEK, IŞIK YAYINLARI, 484 SAYFA, 17,50 TL F aik Ali yıllar önce şöyle diyordu: “Henüz bitmemiş terennümler var / Ki sükûtunda intizar ağlar.” Bu beyitteki “intizar”ı “inkisar” olarak değiştirsek, inanın yaşadıklarımız karşısında daha doğru bir tercih olur. İnkisar ağlar mı? Ağlar. Kalbi olan, vicdanı sönmemiş, latifeleri ölmemiş, başka bir deyişle insani seviyede hayat emareleri gösteren her insan ağlar; çünkü yaşadığı inkisardır. Çok dikkatli bir şekilde, altını çize çize ve not ala ala okudum Osman Şimşek’in İnkisâr adlı kitabını. Yanlış bir şekilde “AKP-Cemaat kavgası” diye adlandırılan süreci kendi perspektifinden kaleme almış Osman Hoca. Bu isimlendirmenin yanlış olduğunu baştan beri ifade ettik. Asıl kavganın AK Parti ile AKP arasında olduğunu, bundan da öte, AKP iktidarı ile devlet arasında olduğunu söyledik. Algı operasyonlarının büyüsüne kapılanlar dinlemedi, dinlese de duymadı, duysa da anlamadı, anlasa da inanmadı, inanamadı veya inanmak istemedi. Fakat kader hükmünü icra etti ve ediyor; zaman maskeleri bir kenara fırlatıp attı, gerçek yüzlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Bir yıl önce inkâr edilen birçok şey bugün kabul edilir hale geldi. Kavga bitti mi diye sorabilirsiniz? Görünen o ki AKP hükümeti devletleştiği için bitti gibi ama yeni bir kavga başladı. Daha doğrusu, devletin halkla hiç bitmeyen kavgası alevlendi. “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” zihniyeti hortladı. “Halka rağmen devlet” anlayışı kendine yeniden zemin buldu Türkiye topraklarında. Yazık! Hem de çok yazık! İkazlara rağmen... çekiliyor. Siyasetin emrine girmediği için Van’dan Burdur’a sürgüne gönderiliyor. İkinci Said döneminin başlangıcı olan bu tarihte, sonraki hayatının yörüngesini ve istikametini belirlerken “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım... İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.” diyor. Kullandığı metaforda kastı açık: Topuz siyaset, nur ise iman ve Kur’an hakikatleri. Şöyle bağlıyor sözlerini: “Siyaset topuzu ile toplumun yüzde yirmisine, nur hakikatleri ile yüzde seksenine hitap edilir.” AHMET KURUCAN İnkisâr’ın en önemli özelliği, işte bu gerçek yüzün yıllar öncesinden Hocaefendi tarafından bilindiğini, iktidarı girdiği yoldan geri döndürmek için gösterilen Müslümanca gayretleri ele alması. Aslında Hocaefendi’nin kamuya açık sohbetlerini dikkatle dinleyenler, kendisinin bunları bildiği sonucunu çıkarabilir. 2011 yılından sonra sohbetlerde yapılan ikazlar bunun göstergesiydi. Danışmanlar heyetinin özellikleri, haset ve rekabetin dindeki yeri ile tarihte sebebiyet verdiği yıkımlar, enaniyet vurgusu, dünyayı ahirete öncelemenin yanlışlığı ve daha bir dizi konunun birinci dereceden muhataplarının iktidar olduğu açıktı. Kuyruğa girilerek yapılan zi- Nur ile topuz’un hazin hikâyesi Osman Şimşek yaretlerde aynı hususlara, hem de misallerle vurgu yaptı Hocaefendi. Bazı ziyaretlerde bizzat bulunan biri olarak bu uyarıların yapıldığının şahidiyim. Hatta Hocaefendi’nin 2006 yılında dönemin başbakanını muhatap alarak açık ve net bir mektup yazdığını kamuoyu bu süreçte öğrendi. Bunlar yeterli değil diyorsanız, yeteri kadar örneği Osman Şimşek’in kitabında bulabilirsiniz. Mesela 17 Aralık’tan çok önce, Gezi hadiselerine tekaddüm eden günlerde Hocaefendi’nin “kulaklarını çekeceksiniz” diye kamuoyuna mal olan sohbetinin perde arkası, en az 2006 yılında yazılan mektup kadar önemli: “Ehli imana karşı Firavun’ların, Nemrut’ların yaptıkları şeyler yapılıyor ve bunları da bazıları din hesabına yapıyor. İşte bunlara zarar gelmemesi için azıcık bir şey diyeceksiniz... ‘Sen de mi?’ deyip belki kulaklarını çekeceksiniz. Azıcık gözlerine karşı parmak sallayacaksınız. Belki ‘Yazık size!’ diyeceksiniz. Bu kadarcık mukabelede bulunacaksınız, Kaf Dağı cesametinde bir belânın gelip başlarına çökmemesi için.” Pekâlâ kulak çekildi mi? Gezi hadiseleri mani olmuş... Neden? Müslümanca tavrın hikâyesini bu kitapta göreceksiniz. Aynı şey meşhur “mübahale”, “muhavele” sohbetinde de söz konusu. Çoklarının gözünden kaçan bir noktayı nazara vermiş Osman Şimşek. Hocaefendi his ve aklın en üst seviyede, birlikte temsil edildiği o sohbette diyor ki: “…Arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermeme adına, bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa... Bize de nispet ediyorlar, ben bizi de onların içinde görerek diyorum ki...” Bu kadar mı? Hayır. Malum, Hocaefendi 20 Aralık 2013 - 4 Ağustos 2014 arasında halka açık bir şekilde hiç konuşmadı. Sekiz ay sürdü Hocaefendi’nin bu sükût orucu ya da murakabesi. Kendilerini “karşı taraf” ilan edenler ise her gün ağız dolusu hakaretler etti; yalan, iftira ve ithamlarla cemaati şeytanlaştırmaya çalıştı. Bütün bunlara karşılık Hocaefendi neler söyledi? Osman Şimşek’in günü gününe tuttuğu notlardan ve yazdığı yazılardan bunları da öğrenmek mümkün. Bediüzzaman Hazretleri’nin siyasetle ilişkisini anlattığı meşhur “nur-topuz” teşbihi üzerine oturtmuş kitabın temelini Osman Şimşek. Üstad’ın hayatına vâkıf olanlar bilir: Birinci Said döneminde Üstad siyaset yoluyla Osmanlı’nın yabancı istilâsından kurtuluşu adına siyaset bağlamında diye nitelendirebileceğimiz büyük gayretleri olan bir insan. Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden günlere kadar süren bu dönemde Üstad’ın verdiği mücadele, yazdığı gazete makaleleri ve kitapları meydanda. Ama yeni yönetimin dine ve dindarlara karşı aldığı tavrı görünce bu yoldan vazgeçiyor ve Van’da inzivaya 14 Pekâlâ bu yaklaşımın Hocaefendi ve Hizmet hareketi üzerinde yansımaları nedir? Cemaatin siyasi iktidarlarla olan ilişkisi nur-topuz teşbihi ile anlatılan metot içinde nerede duruyor? Neden önceki yıllarda cumhurbaşkanlarıyla, başbakanlarla görüştü Hocaefendi? Neden dün ve bugün iktidar partileriyle temas kurdu? Neden seçimlerde bir partinin desteklenmesi sonucu çıkabilecek söylemlerde bulundu? Bu üstü kapalı tavır, muhale talik bağlamında yıllar önce söylediği “Cebrail bile parti kursa, müsaadenle seni desteklemeyeceğim” sözüyle nasıl telif edilir? Bu istikamette akla gelebilecek onlarca soru olabilir. İşte bütün bu soruların cevabını ilkeler, prensipler ve genel kaideler bağlamında İnkisâr’da bulabilirsiniz. Zaten kitabın alt başlığında da bu nazara verilmiş: “M. Fethullah Gülen’in Perspektifinden Nur ile Topuz’un Hazin Hikâyesi.” Kitapta bir dönemin perde arkasını tarihe not düşme hedefi var. Bizim 27 Mayıs 1960 darbesini kitaplardan öğrendiğimiz gibi, 18 Aralık darbesini de kitaplardan okuyarak öğrenecek insanlar için ilk elden malzemeler yer alıyor. Ne kadar arzu ederim, AKP iktidarının bu süreçte yaptıklarını yazan birileri çıksa. Gayrikanuniliği aşikâr olan müdahalelerin hazırlık safhasını yazan birileri; kapalı kapılar ardında dile getirilen sözde düşünceleri ya da kumpasları, üzeri örtülmek istenen şeyleri mesela... Vicdanının sesine kulak veren birileri belki çıkar. Bugün olmasa yarın çıkar. Çıkmasa da önemli değil, kirâmen kâtibin bunların hepsini kaydetti. “Montaj-dublaj-şantaj” masallarının geçerli olmadığı ahiret gününde hep birlikte oturur izleriz. Sonra boynuzlu koyunun boynuzsuz koyundan hakkını alacağı safhaya sıra gelir. Kitap adı olarak “İnkisâr”ı beğendim ama kapak tasarımı zor anlaşılır bir mahiyete sahip. Başta Osman Şimşek olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürler. “Şeriat, Hakikat’in perdesi değil, bizatihi kendisidir.” İBNÜ’L ARABÎ METAFİZİĞİ Ekrem Demirli EFE HAZRETLERİ ALVAR İMAMI MUHAMMED LUTFİ EFENDİ Hüseyin Kutlu MÜBÂREK VAKİTLER Ö. Tuğrul İnançer HERKES SENİ TERK ETSE AŞK TERK ETMEZ H. Nur Artıran KOZMOS’TAKİ TEK HAKİKAT William C. Chittick AMERİKA’DA BİR TÜRK ŞEYH TOSUN’UN HATIRATI Tosun Bekir Bayraktaroğlu TASAVVUF DÜŞÜNCESİ Mahmud Erol Kılıç GÖLGELER KORİDORU Muhyiddin Şekûr KIŞ HASADI Bob Dylan’dan Mevlânâ’ya Shems Friedlander KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ ‘Dünyanın az sonra kaybolacak güzelliği’ Virginia Woolf ile Mrs. Dalloway’i okuyarak tanıştım. İlk okuduğumda çarpmıştı bu roman beni, hâlâ da öyledir; yirminci yüzyılın en önemli romanlarından sayılan ve bilinçakışı yönteminin çarpıcı örneklerinden biri olan bu roman bence yazarın yapıtları arasında başköşeyi alır. V irginia Woolf ile yıllar önce Mrs. Dalloway’i okuyarak tanıştım. İlk okuduğumda çarpmıştı bu roman beni, hâlâ da öyledir; yirminci yüzyılın en önemli romanlarından sayılan ve bilinçakışı yönteminin çarpıcı örneklerinden biri olan bu roman bence yazarın yapıtları arasında başköşeyi alır. Kitabı bitirdikten hemen sonra başa dönüp bir kez daha okuduğumu, ölüm ve yaşam, sevgi, intihar ve akıl sağlığı konusunda uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum. Çevremdeki insanlara daha farklı bir gözle bakmaya başladığımı da, çünkü bu kitap bana insana dair o güne kadar düşünmediğim şeyleri göstermişti. Arkasından Kendine Ait Bir Oda’yı okudum, sonra da en zor ama en çarpıcı romanı olduğunu düşündüğüm Dalgalar’ı. Dalgalar, okuması da çevirmesi de zor bir kitap olarak kalmış belleğimde. Yıllar sonra Mrs. Dalloway’i çevirmem gündeme gelince önce ürktüm. Tomris Uyar gibi bir kalem ustasının çevirdiği bir kitabı yeniden çevirmek bana tuhaf gelmişti. Öte yandan onun çevirisinin üzerinden 40 yıl geçmişti, metne farklı bir anlayışla yaklaşacağımı biliyordum. Bu kitabı çevirmek istememin bir başka nedeni de vardı. 2000 yılında Michael Cunningham’ın yazdığı Saatler adlı romanı çevirmiştim. Saatler, Mrs. Dalloway üzerine kurulmuş, oradaki karakterlerle ve olaylarla dokunmuş bir romandı ve ben de çok severek çevirmiş, hatta Dünya Kitap’ın Çeviri Ödülü’nü almıştım. O sırada Mrs. Dalloway’i tekrar okumuştum. Dolayısıyla önüme bu kitabı çevirme fırsatı çıkınca tereddütlerimi bir kenara bıraktım ve işe koyuldum; sonuçta çekincem boşa çıktı, benim çevirimle Tomris Uyar’ın çevirisi benzeşmiyordu, yaklaşımlarımız farklıydı. Mrs. Dalloway’i Kendine Ait Bir Oda, Dışa Yolculuk, Dalgalar ve Orlando izledi. Woolf’un her kitabında farklı bir dünyayla karşılaştım, farklı bir üslupla, insana dair farklı yaklaşımlarla. ÇevirDİĞİM YAZARI tanımak isterim Kitapları çevirirken bir yandan da 20. yüzyılın ve İngiliz edebiyatının bu özgün yazarının hayatının ayrıntılarını, yazarlığını besleyen durumları, olayları, düşünceleri merak ediyor, araştırıyordum. Onu intihara sürükleyen nedenleri bilmek istiyordum. Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim. Tanıyayım ki daha doğru yorumlayayım partiye hazırlanan Clarissa Dalloway’in bir gününü anlatan ve zamanda geriye ve ileriye gidişlerle işlenen romandaki Septimus gibi Woolf da hayaller görür, sesler duyardı; Mrs. Dalloway’i kullanan yazar, romanın sonunda Septimus’un intihar etmesini anlayışla, neredeyse sempatiyle karşılar. İkinci ruhsal çöküntüsünün sonunda ilk intihar girişimini görüyoruz. Kliniğe yatırılır. Sevdiği ağabeyi Thoby tifodan ölünce Virginia yine depresyona girer; Thoby’ye daha sonra Jacob’ın Odası’ndaki Jacob’da ve Dalgalar’daki Percival’de hayat vermiştir. Aslında Woolf, hastalığı olan sağlıklı bir kadındı. Onun deliliğini körükleyen, insanın yaşamında değişiklik yapan olaylardı, örneğin aile bireylerinin ölümü, evliliği ya da bir romanının yayımlanması. feminist manifesto Virginia Woolf (1882-1941) yazdıklarını. Bu kez de öyle oldu, çeviriye ara verip Woolf’un hayatına daldım. Adeline Virginia Stephen, ya da bildiğimiz adıyla Virginia Woolf, 25 Ocak 1882’de Londra’da dünyaya geldi. 28 Mart 1941’de, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü günlerde, Sussex’teki evinin yakınındaki Ouse Nehri’ne gitti, ceplerine taş doldurduktan sonra kendini sulara bıraktı, ilkgençlik yıllarında başlayan ve ‘manik depresif’ olarak adlandırılan hastalıkla yoğrulan yaşamına son verdi. Edebiyatla uğraşan babası Leslie Stephen da annesi Julia da daha önce birer kere evlenmişler, bu evlilikten ikişer çocukları olmuştu. Dolayısıyla Virginia kalabalık bir aileye doğdu. Ana-baba bir, üç kardeşi daha vardı: Vanessa, Thoby ve Adrian. 1995 yılında, 13 yaşındayken annesini kaybetti ve yaşamının sonuna kadar kendisini rahat bırakmayacak ruhsal çöküntülerin ilkini o zaman yaşadı. Virginia erken yaşlardan itibaren yazar olmaya karar vermişti. Ama okula gönderilmedi, evde özel öğretmenlerden ders aldı. Bu eksikliğin acısını daha sonra Kendine Ait Bir Oda’da uzun uzun anlatacak ve bu konuda babasını kınayacaktı. Babasının 1904 yılındaki ölümüyle Virginia tekrar ruhsal çöküntüye düştü. Virginia oldukça geleneksel bir yapıya ve içeriği sahip olan ilk romanı Dışa Yolculuk’u yazmaya 1908’de başlamıştı. Bu roman, ancak 1915’te yayımlanabildi. Dışa Yolculuk’ta, sonraki yapıtlarında işlediği konuların izleri görülür, kadın-erkek eşitsizliği, toplum eleştirisi, kadının toplumdaki kısıtlı ve eve dönük rolü, daha bu ilk kitapta açıkça vurgulanır. Bu romanda aynı zamanda cinsellik, insan ruhunun irdelenmesi, İngiliz toplumunun ve hiyerarşisinin eleştirisi gibi sonradan hep işleyeceği konuların tohumları da atılmıştır. İkinci romanı Gece ve Gündüz, ilkinden de gelenekseldi. Yine Edward dönemi toplumunu, toplumsal sınıfları, aşkı, evliliği, duygu ve arzuların kararsızlığını işleyen temalar bu uzun romanda yer aldı. Oysa Woolf sonraları, “kadınların kitapları erkeklerinkinden daha kısa, daha yoğun olmalıdır” da diyecekti. Virginia Woolf hem günün kalıplaşmış roman anlayışına hem de el atılmamış, tabu sayılan konulara yer vermesiyle döneminin yazarları ve düşünürleri arasında farklı bir yere oturmaktadır. Yaşadığı dönemde, akıl ve ruh sağlığına dair konular açıkça konuşulmaz, edebiyata girmezdi. Woolf, bu tür hastalara toplumun anlayış göstermemesine çok öfkeliydi. Özellikle Mrs. Dalloway’de akıl hastalığı ve hastadoktor ilişkisi hakkındaki düşüncelerine yer vermiştir. Yeğeni Quentin Bell’in hazırladığı biyografide, Virginia Woolf’un ruhsal çöküntüsü bütün ayrıntılarıyla anlatılır. Woolf’taki bütün bu belirtilerin Mrs. Dalloway’deki Septimus karakterine yansıtıldığını görürüz. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra, evinde vereceği bir 16 Mrs. Dalloway’in ardından, kadınların edebiyat dünyasındaki mücadelelerini işleyen ve değişim isteyen bir konferansının yer aldığı kitabı Kendine Ait Bir Oda geldi. Woolf kadın yazarlara edebiyat dünyasında bir ses ve yer sağlamak istiyordu. Bugün bile feminist manifesto özelliğini koruyan bu çalışma Woolf’un kurmaca dışı en tanınmış yapıtıdır. 1928’de yayımladığı Orlando, Virginia Woolf’un hayatında önemli yeri olan Vita Sackville-West’in portresini sunarken gülünçlü bir biyografi olarak çıkar karşımıza. Ve Woolf’un en eğlenceli romanıdır. Çevirirken zaman zaman güldüğüm, bu kadarı da olmaz dediğim oldu. Romanın bir kısmının Osmanlı topraklarında geçmesi de okuru bekleyen sürprizlerden biri. Bütün bunları yaratan nasıl bir yazardır dediğimizde, manik depresif, diğer adıyla bipolar bozukluğun etkisinde bir insan diyebiliyoruz; bu hastalık zaman zaman Woolf’un uzun süreli krizlere girmesine yol açıyordu, toplum hayatından çekiliyor, ne okurken ne de yazarken dikkatini toplayabildiği için üzülüyordu. Tedavi için kliniğe yatıyordu; ‘deli’yim diyor, sesler duyuyor, hayaller görüyordu. Yapıtlarında zaman zaman yer alan intiharı ise korkaklık ve günah saymıyordu. Depresyonda olmadığı zamanlarda saatlerce çalışıyordu. Bütün bunların yanında Woolf çok da neşeli, esprili biriydi. Mutlu bir doğası vardı, neşesi bulaşıcıydı, herkes onunla olmak ister, o geliyor diye sevinirdi. Woolf hem eğlendirir hem eğlenirdi. Ama Kendine Ait bir Oda’da dediği gibi “dünyanın az sonra kaybolacak güzelliğinin iki ucu olduğu zamandı, biri kahkaha, biri ıstırap, insanın yüreğini ikiye bölen.” ROMAN KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ ‘Anı’ların değil, ‘an’ların romanı Oya Baydar, otobiyografik bir roman diye nitelenebilecek yeni kitabı Yetim Kalacak Küçük Şeyler’de anlık duygularla hikâye edilen etkileyici bir yaşamöyküsü sunuyor okura. Yaşanmışlık ürünü romanda bütün o anlar unutulmasın, bir daha yaşanmasın, yetim kalmasın diye anlatılıyor bir bakıma. YETİM KALACAK KÜÇÜK ŞEYLER, OYA BAYDAR, CAN YAYINLARI, 320 SAYFA, 22,50 TL Ç rı bir kez daha hatırlatarak yapıtlarıyla yaşamı arasındaki bağa dikkati çekmek istiyor bir bakıma. Örneğin, son romanı O Muhteşem Hayatınız’da anlattığı subay babanın kurgusal bir kahraman değil, bizzat Dersim Harekâtı’nın planlayıcılarından biri olduğunu anlıyoruz. Kitap boyunca diğer romanlarına da uğrayarak anlattığı kimi hikâyelerin gerçekle bağını ortaya koyuyor yazar. Yine de, bir bakıma asıl derdi bunların hiçbiri değil. Bir tür geriye dönüp bakma, bütün yaşananlardan kalan anı parçalarıyla avunma, onları yeniden hatırlatma kitabı denilebilir Yetim Kalacak Küçük Şeyler için. MUSTAFA CANVEREN oğu yazar, hayatının şu ya da bu döneminde otobiyografik bir metin yazma arzusunu derinden derine hisseder. Günün birinde kendi hayatını da bir roman malzemesi olarak kurgulamak, bir kez olsun kendisi olarak sahneye çıkmak ister. Bazı yazarlar daha ilk kitabında yapmaya koyulur bunu. Kimi yazarlarsa kendi hayatlarına dair hususları metnin içine saklamakta mahirdirler. Fakat yine de, kurgusal metinlerin orasına burasına gizlenmiş kimi ayrıntılar, yazarın hayatına etki eden olaylar ve anlar günün birinde ortaya çıkıp varlıklarını ifşa eder. Daha önce kitaplara girmiş kimi anılar, detaylandırılmamış kimi olaylar, yaşam ürünü oldukları halde kurgu kılıfına bürünmüş kimi ayrıntılar kurgu olmadıklarını, aksine büyük bir yaşanmışlıktan geriye kaldıklarını fısıldamak isterler okura. Hiç şüphesiz, bunda yazarın görünme isteğinin de payı vardır. Anlatıcıya mal edilmiş bütün o yaşanmışlıkların arkasında duran yazar, günün birinde kendi varlığını açıkça gösterme ihtiyacı duyar belki de. Yazarın nice yüzü Olaylar değil, anlık duygular Oya Baydar, otobiyografik bir roman sayılabilecek yeni kitabı Yetim Kalacak Küçük Şeyler’de, yukarıda zikredilen arzunun aksine, olaylarla değil anlık duygularla anlatılan etkileyici bir yaşamöyküsü sunuyor okura. Dikkatli okurların hemen fark edeceği tarihsel kişilikler ve olaylar da var kitapta, şahsi anlar da. Başı sonu belli, tarihsel bir sıralamayı esas almak yerine sıçramalarla ilerleyen, farklı zamanların ortak duygularını birbirine bağlayan bir anlatım stratejisi izliyor yazar. Kimi zaman babanın vazifesi nedeniyle gidilen uzak şehirlere götürüyor bizi, kimi zaman da aynı şehirlerin bugününe yolculuk ediyor. Çok farklı zaman parçalarını birbirine bağlarken, sırtını yaşanan olaylardan çok bu olayları gören göze dayadığı için bu zaman sıçramaları giderek etkileyici bir hal alıyor. Okura da, birçok farklı hikâyeyi ve zamanı aynı anda takip etme imkânı doğuyor. Böylece Oya Baydar, kitabının bildik otobiyografik metinlerden farklılaşmasını sağlıyor bir bakıma. Satır aralarında kendi hayatına dair önemli olaylardan söz ederken bile, olayın kendisinden ziyade, geriye kalan duygu parçasına odaklanmamızı istiyor. Bir ‘anı’ kitabın- Oya Baydar dan çok, bir ‘an’ kitabı Yetim Kalacak Küçük Şeyler. Örneğin, kitabın bir yerinde cezaevindeki günlerinden bahsederken, “Herkesin hapishane anıları, hikâyeleri vardır, benim sadece anlarım.” diyor yazar. Bu tercihi sadece hapishane günlerine dair anlattıklarında değil, kitap boyunca görüyoruz. Bunu yaparken üç çıkış noktasını esas alıyor Oya Baydar. Önce, kendi hayatında yer etmiş kimi zamanlara, bü- yük olayların arkasına gizlenmiş kırılma anlarına odaklanıyor. Ardından, Türkiye ve dünya siyasetindeki önemli duraklara (örneğin Dersim meselesine, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına, darbe dönemlerine, Kürt sorununa...) uğruyor. Son olarak, kitapta anlattığı meseleleri dolaylı ya da açık bir biçimde kendi yapıtlarıyla ilişkilendiriyor yazar. Bizim çoğu zaman bir kurgu ürünü olarak okuduğumuz Oya Baydar romanlarındaki kimi ayrıntıla- 17 Türkiye’nin tarihini, Oya Baydar’ın romanlarıyla beraber yaşamöyküsüyle de takip etmenin kitabın esas niyeti kadar etkileyici olduğunu söylemek gerek. Kitabın her satırında bir anne, kadın, yazar, politik bir figür, mülteci, sürgün, eş, sevgili gibi nice yüzünü görüyoruz yazarın. Daha gencecik bir asistanken üniversite yönetimiyle yaşadığı sorunlar ve bunun sonucunda Türkiye’de yaşanan ilk üniversite işgaline sebebiyet vermesi, TİP içindeki faaliyetleri, yaşadığı gözaltı ve işkenceler, on iki yıl boyunca Almanya’da sürgünde kalması, burada sosyalist sistemin çöküşünü bizzat yaşaması, son yıllarda Kürt meselesiyle ilgili izlediği aktif tutum da eklenince Türkiye’nin hemen hemen bütün netameli konularıyla ilişkili bir yazarın dünyasını anlamak için iyi bir kaynağa dönüşüyor Baydar’ın kitabı. Ama yukarıda da değinildiği gibi, çoğu zaman bu olayların arkasındaki tarihsel kişiliklerin adını anmadan, hatta yukarıda sözü edilen olaylara doğrudan değinmeden daha insani kıyılarda dolaşmayı tercih ediyor yazar. Örneğin, baskı dönemleriyle ilgili bildik anlatılara sığınmaktansa, aynı baskıyı küçük bir anın benzersiz etkisiyle anlatmayı tercih ediyor: Baba hapistedir. Genç kadın yeni doğan bebeğini görüş kabinine sokup baba ile oğulun ilk karşılaşmasına tanıklık eder: “Babası bebeği görebilsin diye çocuğu kucağıma alıp cama yaklaştırıyorum. Bebek minik ellerini babasına uzatıyor. İki minik, iki büyük el cama çarpıyor. ‘Görüş bitti!’ diye bağırıyor nöbetçi.” Küçücük bir ânın büyük tarihsel meseleler karşısındaki gücünü bu birkaç cümleyle gösteriyor yazar. Oya Baydar’ın yaşanmışlık ürünü romanındaki bütün anlar, unutulmasın, bir daha yaşanmasın, yetim kalmasınlar diye anlatılıyor bir bakıma. GÜNCEL KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Sıcak yarada kezzap: Necip Fazıl Orhan Okay’ın Necip Fazıl: Sıcak Yarada Kezzap adlı kitabı, şair hakkında sloganlardan uzak bir anlama gayretine girmek isteyenler için kıymetli bir kılavuz. Eskilerin ifadesiyle, muhtasar müfid bir tarzda, Necip Fazıl’ı tanımak isteyenlere kaynaklık edecek bir çalışma. NECİP FAZIL: SICAK YARADA KEZZAP, ORHAN OKAY, DERGÂH YAYINLARI, 224 SAYFA, 13 TL N SEZAİ COŞKUN ecip Fazıl, son asır Türk edebiyatında kendi sesini tesis edebilmiş, düşünce tarihinde kendine yol açabilmiş birkaç isimden biridir. Bu tür şahsiyetler, önemleriyle beraber handikaplarını da yanlarında taşır. Anlaşılmamaları, önemlerinde gizlenir. Çünkü, ‘önem’ verdiğimiz ve ‘kutsadığımız’ insanları bir süre sonra sadece bir kavram haline getiririz. Artık,o şahsiyetten değil, o şahsiyeti içine hapsettiğimiz kavramdan bahsetmekteyizdir. Necip Fazıl, son yıllarda maalesef bu türden bir tehlike ile karşı karşıya. Bazı siyasi ve toplumsal sloganlarla birlikte anılması, ortada Necip Fazıl’ın ne çilesini ne davasını bırakmaktadır. Oysa gerekli olan derinlikli okumak, anlamak, analiz etmek, kavramak ve fikir üretmektir. Orhan Okay Hoca, bu gerekliliğe cevap verecek eserlerinden birini kısa zaman önce yayımladı. Hocalığın sadece bir bilgi meselesi olmayıp her şeyden önce şahsiyet olduğunu kendisini tanıyan herkese telkin eden Orhan Okay’ın Necip Fazıl: Sıcak Yarada Kezzap adlı kitabı, şair hakkında sloganlardan uzak bir anlama gayretine girmek isteyenler için kıymetli bir kılavuz. Necip Fazıl’la ilgili ilk ciddi akademik çalışmaları yapan, bu konuda öğrencilerine tezler yaptıran Orhan Okay Hoca, eskilerin ifadesiyle muhtasar müfid bir tarzda, Necip Fazıl’ı tanımak isteyenlere kaynaklık ediyor. Hoca’nın kitaplarını yeniden seri halde yayımlayan Dergah Yayınları, son yıllarda kaleme alınan yazı ve söyleşileri de seriye dâhil etmiş. Necip Fazıl, kendisiyle ilgili bir belgeselde hayatını ana hatlarıyla verir ve ardından esas olanın “iç çizgilerde yani ruhta” olduğunu söyler. İsmini, “Çile”nin “Bir fikir ki sıcak yarada kezzap” mısraından alan kitap, şairin hassasiyetine uygun biçimde kronolojiden ziyade içe yöneliyor. Önsözde, “Öfke, Necip Fazıl’ın yazılarının adeta bir alâmet-i farikası.” tespitini yapan Orhan Okay Hoca, bir yandan cemiyetin önünde biri olarak onun öfkesini, bir yandan da içinde “bir kezzap” gibi şairi yakıp yıkan “çileyi” irdeliyor. Bu irdeleyişte, akademik disiplinin yanında şairi yakından tanımış, çocukluğunda şiirlerini ezberlemiş, jest ve mimiklerini canlı olarak gözlemlemiş bir ismin geniş ufku da belirgin. Kitap, üç ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde şairin hayatı genel çizgileriyle verildikten sonra Ağaç dergisi ve etrafında teşekkül eden edebî muhit tanıtılıyor. Ankara’da başlayıp İstanbul’da devam eden ve ancak on yedi sayı yayımlanabilen dergi, sonraki yıllarda farklı ideolojik veya estetik kabullerle yolları ayrılacak çok geniş bir yelpazeye sayfalarını açmıştır. Orhan Okay Hoca’nın tespitiyle, “ikindi güneşi gibi, zamanı kısa fakat tesiri uzun ve sürekli olmuştur.” için özellikle akademik çalışmalarda ele alınması gereken şiirler de vardır. Bütün şiirlerini tasfiyeye tabi tutan, bunu yaparken de “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin” diyerek bazı şiirlerini kitabına almayan şairin vasiyetine, geride kalanların saygı duyması gerektiğini belirten Okay, araştırmacılar için durumun farklı olduğunu ve bu metinlere de bakmak gerektiğini vurguluyor. Nitekim kitabına girmeyen şiirlerini, Necip Fazıl’ın sanatkârlığı ve çilesi bağlamında ele alıyor. Bu dikkat ve ayrıntı, başka akademik çalışmalara imkân tanıyacak tespitleri içeren bir yoğunlukta. Özellikle daha çocukluktan itibaren sürekliliği görülen duygu ve fikir izleklerinin izi sürüldüğünde, Necip Fazıl kitabına almasa da, her şiirinde ‘çile’sinin yankılandığı fark ediliyor ve bu metinler olmadan portresinin eksik kaldığı anlaşılıyor. Orhan Okay Hoca, Necip Fazıl’ın şairliğini, üç şiiri etrafında dört döneme ayırarak incelemenin uygun olacağını belirtiyor. Onar yıllık arayla yayımlanan “Kaldırımlar” (1928), “Senfonya/ Çile” (1938) ve “Sakarya Destanı” (1948) şiirlerini merkeze alan Hoca, şairin “Kaldırımlar”a kadarki şiirlerini, Çile’ye alınmayanlar da dâhil, bir başlık altında inceledikten sonra belirlenen üç şiirin sonraki yılların ana karakterini verecek mahiyette olduğunu vurguluyor. “Beethoven’in Beşinci Senfonisindeki kader-irade çatışmasını çağrıştıran” ve ilk adıyla “Senfonya” olan “Çile” şiiri bağlamında yapılan tahliller, hem Necip Fazıl’ın Batı sanatıyla ilişkisini hem kendi ferdî macerasındaki değişimi ortaya koyması bakımından çok kıymetli çıkarımlar sunuyor. Poetikasının dışında tiyatro, hikâye ve roman türünde verdiği eserlerin de incelendiği kitabın “Birkaç Hikâye, Birkaç Tahlil” başlıklı bölümünde, Orhan Okay Hoca, kendi hayatının farklı safhalarında Necip Fazıl’ın yer alışını anlatıyor: “Necip Fazıl’ı henüz ilkokula başladığım, çat-pat okumayı söktüğüm yıllarda, Büyük Doğu’nun dönemleri Necip Fazıl’ın fikir hayatının mühim bir cephesi, “Büyük Doğu” kavramı etrafında teşekkül eder. Bu adla bir marş da yazan şair, 1943’ten 1978’e kadar fasılalarla Büyük Doğu dergisinin neşrine çalışmıştır. Bir ‘davanın’ bayraktarlığı misyonunu yüklenen dergi, on beş defa, birinci sayıdan olmak üzere yayın hayatına yeniden başlamış, günlük, haftalık, aylık dergi gazete formatında Türk basın tarihinde, siyasal hayatında, edebiyat dünyasında derin izler bırakmıştır. Kitapta, Büyük Doğu’nun her dönemi ayrı ayrı ele alınarak arka planı irdeleniyor. Orhan Okay Hoca, her serinin içeriğinden bahsetmenin yanında içerikteki kronolojik değişimleri de mukayeseli olarak ortaya koyuyor. Büyük Doğu, ilk planda bir ‘dava’ dergisi gibi görünse de, şairin hayatındaki estetik hüviyet vurgusunun, dergide de kendini gösterdiği; bu yönüyle “Büyük Doğu’larda muhtevaya paralel olarak estetik takdimlerin de” dikkate alındığı tespit ediliyor. Belli dönem Büyük Doğu’da yazan ancak daha sonra farklı toplumsal konumlar benimseyen insanların bu yazılarını saklama gereğini duymalarına ilişkin “…yazar ve şairlerden bazılarının biyografilerini veren kitapları incelediğimiz zaman, bir vakitler Büyük Doğu’da yazdıklarını adeta gizlemek lüzumunu hissettikleri” şeklindeki tespit, Türk aydınının acı(nası) tarihinde çarpıcı bir detay olarak öne çıkıyor. Türk edebiyat araştırmacılığında poetikalar üzerine dikkatleri çeken ve bu yönde yol açıcı eserler veren Orhan Okay Hoca, farklı yazı ve kitaplarında irdelediği Necip Fazıl’ın poetikasını burada da ana hatlarıyla ele alıyor. Şairi konu edinen çalışmaların tamamına yakınında Çile’de yer alan şiirlerden hareketle incelemeler yapılır. Oysa Çile’ye alınmayan, ancak tam bir Necip Fazıl portresi 18 bir kıraat kitabındaki şiiriyle tanıdım. Bu, yer yer İstiklâl Harbi’nin menkıbevi hikâye ve şiirleriyle dolu, Anadolu sezgisini aşılayan, renkli resimli ve sevimli bir kitaptı. O zamanki taze hafızamla kolaylıkla ezberlediğim ve şimdi içimde buruk bir lezzetle hatırladığım şiir de ‘Üç Atlı’ idi.” Bu cümlelerle aktarılan ilk tanışmanın sonraki yıllarda sempozyum ve panellerle süren biçimine yer veriliyor. Bu bölüm ve devamında üçüncü bölüm olarak Hoca’yla yapılan röportajlardan oluşan bölüm, Hoca’nın hatırlarının yanında yeni araştırmacılara ilham kaynağı olacak tespitleri bakımından önemli. Orhan Okay Hoca’nın yetmiş yılı aşan Necip Fazıl ilgisinin meyvesi olarak karşımızda duran eseri, Necip Fazıl’ı anlamak isteyen her okur için önemli tespitler sunuyor. Kuru akademik üsluptan uzak, bilimsel nitelikten taviz vermeden, hamasete düşmeden, Necip Fazıl’ı tanımak istiyorum diyen herkes için bir başucu kitabı Necip Fazıl:Sıcak Yarada Kezzap... 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ W AZRA İNCİ alter Benjamin kült eseri Pasajlar’da, “Her çağ yalnız bir sonrakini düşlemekle kalmaz ama düşleyerek uyanışa doğru ilerler. Kendi sonunu kendi içinde taşır.” saptamasında bulunurken okurlarının eline tarihe bakmak, zamanı tartabilmek adına bir anahtar da veriyordu. Benjamin’in izini sürdüğümüzde uyandırdığı tozpembe çağrışımlardan sonra gitgide olumsuz bir algıya dönüşen seyrine bakınca Amerikan rüyasının da bir düş olarak başlamasına rağmen bir kara düşe evrildiğini, kendi sonunu içinde taşıdığını söyleyebiliriz. Norman Mailer, Sel Yayıncılık tarafından yeni bir çeviriyle okura sunulan Amerikan Rüyası adlı romanında muzip ve ağulu bir dille dönemin ruhuna sızmanın ve o ruhu tersyüz etmenin yollarını yokluyor ve önümüze koyduğu kara tablo ile bunu başarıyor. Baş döndürücü bir yolculuk Mailer, romanın başkahramanı Stephan Rojack üzerinden kişisel bir hikâye anlatıyor olsa da daha çok Amerikan rüyasının özünü ve elbette bir dönemi yokluyor. Rojack her ne kadar iyi bir işe ve başarılı bir evliliğe sahip olsa da bu korunaklı zırhlarını bir kenara bırakır, acımasızlığın ve kötülüğün kol gezdiği karanlık bir dünyanın derinliklerine iner. Madalyalı bir savaş kahramanı, eski Kongre üyesi ve bir şov programı sunucusu olan Rojack hayatı yaşamaktan çok, daha iyi bir kariyer planı için kullanmaktadır. Öyle ki karısı Deborah’yla bile senatör olabilmek için evlenmiştir. Çünkü zengin ve nüfuzlu bir aileden gelen Deborah’nın yardımı olmadan bunun gerçekleşmesi pek de mümkün değildir. Ama evliliklerinin aksadığı ve Amerikan rüyasının bozulduğu bir gecede Rojack, dokuz yıllık karısını öldürür ve intihar süsü vererek onu camdan aşağı atar. Bu olayın yaşandığı gecede kendimizi birdenbire bir dünyanın kenar mahallelerinde, arka sokaklarında buluruz. Rojack, uğradığı mekânlarda okuru başta Cherry McMahan olmak üzere diğer tekinsiz kahramanlarla tanıştırır ve baş döndürücü bir yol- culuk başlar. Romanın kahramanları üzerinden yükselen ya da yükselebilecek olası eleştirilere karşı William Faulkner’ın, “Yarattığım karakterlerin bazılarından ciddi anlamda nefret ediyorum ama onları yargılamak, suçlamak bana düşmez; onlar oradadır, hepimizin içinde yaşadığı sahnenin bir parçasıdırlar. Bu insanlardan bahsetmeyi reddederek kötülüğü ortadan kaldırmış olmayız.” sözünü anımsatmak isterim. Çünkü edebiyatın değeri ancak yaşamla kurduğu sahih ilişki üzerinden yükselir, hayata güzellemeler düzerek değil. Süslü bir palavra İçine cinayetlerin sığdığı tek gecenin suni havası, bizi tam da “Amerikan Rüyası”nın özüne götürmek için kurgulanmıştır. Bu özün en yıkıcı gerçeği ise insanın tali bir varlığa dönüştüğü duygusuyla yüzleşmemizdir. Çünkü Deborah ya da diğer ölülere rağmen hayatın üzerindeki spotlar yanıp sönmeye devam eder ve Rojack bir geceye, sığdırabildiği kadar eğlence sığdırmanın peşindedir. Norman Mailer, süslü bir paravanın arkasında duran bu kirli hayatı, dolaylı bir dille değil de doğrudan aktararak romanının atmosferini büsbütün karartır. Yazarın dile, kurguya yansıyan parlak zekâsından saçılan güçlü ışıklar, zaman zaman romanın kararan bu atmosferini aydınlatır niteliktedir. Okurla kurduğu ilişkiyi dar bir mesafede sürdürmek isteyen Mailer, kahramanı üzerinden ortak bir tanıdığı çekiştirir, kirli bir sırrı fısıldar gibi, sohbet edercesine okura açılmayı dener. Karısı Deborah’nın nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu ve onunla kurduğu ilişkiyi de belirttiğim üslupta aktarıyor: “Deborah elindeki iğneyi kullanmakta tam bir uzmandı ve iğneyi asla aynı yere iki kere batırmıyordu. (Bu yer ülsere dönüşmediyse tabii.) Bu yüzden de ondan nefret ediyordum ama nefretim, aşkımı çevreleyen bir kafesti ve ben bu kafesten çıkabilecek güce sahip olup olmadığımı bilmiyordum.” Amerikan Rüyası, geçen onca yıla rağmen yüceltme ve yerme arasında bir salınımda duran Amerikan gerçeğini eleştirel bir mesafeden değerlendirmek için önemli bir imkân. Ahmet Ergenç’in yetkin çevirisi de hiç kuşkusuz kitabın değerini artırıyor. 19 YENi Göğün üstündekilere ve yerin altındakilere hükmeden Hz. Süleyman ile Sebe diyarının güzel kraliçesi Belkıs’ın hikâyesi bu kitapta... Mühr-ü Süleyman romanını okurken, Hz. Süleyman’ın eşsiz saltanatına, Belkıs’ın büyüleyici tahtına ve İsrailoğullarının bilinmeyen hikâyesine tanık olacaksınız. E-Kitap versiyonunu Babil, D&R, İdefix, Google Play ve iBooks'tan satın alabilirsiniz. 400 SAYFA AMERİKAN RÜYASI, NORMAN MAILER, ÇEV.: AHMET ERGENÇ, SEL YAYINCILIK, 275 SAYFA, 20 TL Hz. Süleyman’ın mucizevi dünyasına yolculuk... 320 SAYFA Norman Mailer yeni bir çeviriyle dilimizde yayımlanan Amerikan Rüyası adlı romanında, bir düş olarak başlayan Amerikan rüyasının nasıl bir kâbusa dönüştüğünü ele alıyor. Mailer, romanın başkahramanı üzerinden kişisel bir hikâye anlatsa da daha çok bir dönemi anlamamızı sağlıyor. 224 SAYFA Kâbusa dönüşen Amerikan rüyası 240 SAYFA ROMAN KÝTAP ZAMANI FOTOĞRAF KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Hayatı kayda geçiren ‘foto muhabiri’ İlk baskısı 2009’da Fotografevi Yayınları’nca yapılan Nezih Tavlaş’ın kaleme aldığı Foto Muhabiri: Ara Güler’in Hayat Hikâyesi adlı kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Yazar, Ara Güler’in hayatı ile beraber yakın tarihin önemli olaylarını da bir foto muhabirinin gözünden, anılar eşliğinde aktarıyor. U FOTOĞRAFLAR: ZAMAN, SELAHATTİN SEVİ FOTO MUHABİRİ: ARA GÜLER’İN HAYAT HİKÂYESİ, NEZİH TAVLAŞ, YAPI KREDİ YAYINLARI, 396 SAYFA, 25 TL SELAHATTİN SEVİ sta fotoğrafçı Ara Güler, bugüne dek 56 fotoğraf kitabı yayımlanan uluslararası bir foto muhabiri. Berlin’den Seul’e kadar geniş bir coğrafyada aynı anda sergileri olan önemli bir sanatçı. Son Leica almanağında da yer alıyor, Alman dergisi Der Spiegel’de de… Ama onun için varsa yoksa kitap! Bir sohbetimizde şaka ile karışık, “Ben sergi tekliflerini kitabını/kataloğunu yaparlar diye kabul ediyorum.” demişti, “Bunları yan yana getirdiğin zaman yeni bir dünya oluşturuyorsun, bu oluşturduğun dünya senin dünyan oluyor.” Ara Güler kitaplarla kurduğu, genellikle siyah beyaz, bazen de rengarenk evreninde kendi kozasını örüyor. Güler’in fotoğraflarıyla ve kelimelerle kurduğu bu dünyayı inceleyen kitap ise yok denecek kadar az. Her ne kadar Boğaziçi ve Mimar Sinan Üniversitelerince fahri doktoralarla onurlandırılsa da, dünya çapındaki bu fotoğraf ustası hakkında yayımlanmış çok az eser var. Bu anlamda Nezih Tavlaş’ın Foto Muhabiri: Ara Güler’in Hayat Hikâyesi adlı kitabı önemli bir boşluğu dolduruyor. Yapı Kredi Yayınları tarafından yeni baskısı yapılan kitap ilk kez Fotografevi Yayınları’nca okura sunulmuştu. Tavlaş biyografisini yazdığı Ara Güler ile beraber yakın tarihin önemli olaylarını da bir foto muhabirinin gözünden ve anılar eşliğinde aktarıyor. Savaşlar, darbeler, keşifler, maceralar, tanıklıklar var kitapta. Elbette her biri renkli birer fıkra neşesinde Ara Güler anıları ve anektodlar da… Kaybolmasın diye... Fotoğrafla ilgili onca payeye, süslü laflara inat, fotoğraf bir zapta geçme ve arşiv çalışmasıdır deyip çıkıyor işin içinden Ara Usta. “Kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye” çektiği fotoğrafların yolculuğunu anlatıyor kitapta. “Her bir arşiv bir dünya getirir ve sunar size” diyerek kendi kurduğu dünya hakkında konuşuyor. “Aslında ben de İstanbul’u görmedim. İstanbul zaten bitmişti.” dediği, hayali cihan Ara Güler değer bir şehir olarak zihnimize işlenen efsane fotoğrafların perde arkasına dair bilgi veriyor. Ölmüş bir şehir olarak üzerinde gezdiğimizi söylediği İstanbul’un üstünde gezerken çektiği fotoğraflarla birlikte ızdırabı da yaşatıyor Ara Güler. Fotoğrafçı Abdullah Biraderler’in İstanbul’undan dev bir metropole dönüşen kente dair düşünmeye çağırıyor herkesi. Türkiye’nin neden kendisi için “memleket” olduğunu açık seçik ifade ediyor. Basit, yalın ve herkesin anlayacağı içtenlikle: Çünkü orada camdan gördüğü kıza âşık olmuştur, bütün bu hatıraların yan yana gelişiyle memleket doğar, onun için herkes memleketinde, doğduğu yerde ölmek ister. Çünkü hatıraları oradadır, orada var olacağını düşünür. 20 Sonra Afrodisyas’tan Nuh’un gemisine keşifler atlası açıyor sözleriyle Ara Güler. İstanbul’un dar sokaklarından okyanus ötelerine yolculuklarını anlatıyor. Anadolu bozkırlarından gizemli Uzakdoğu’ya foto röportajlarının hikâyelerini paylaşıyor. Göz göze geldiği yüzlerce insanla karşılaşmalarını, deklanşöre dokunana kadar geçen telaşlı anları daha dünmüş gibi aktarıyor. Picasso’lar, Dali’ler de var kadrajda, Halide Edib ve Yaşar Kemal de… Time, Life günleri, Magnum Photos dostlukları, Hayat Mecmuası dönemi arka arkaya sıralanıyor Ara Güler biyografisinde. Belki de Ara Güler’i en iyi tanımlayan cümleleri kitabın ilk sayfasında okuyoruz: “Bir patlama olduğunda olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı. Ara Usta şüphesiz olayların üstüne üstüne giden, polemikten kaçınmayan ve sözünü esirgemeyen cesur bir foto muhabiri.” EKONOMİ KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Gelir eşitsizliğinin çözümü ne? Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin, uzun süre çok satan listelerinde kalan Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital adlı kitabı Türkçeye kazandırıldı. Piketty, ABD ve gelişmiş Avrupa ülkeleri üzerinden örneklerle, gelir dağılımındaki eşitlik veya adalet konusunu işlediği kitabında kapitalist sistem eleştirisi de yapıyor. YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILDA KAPİTAL, THOMAS PIKETTY, ÇEV.: HANDE KOÇAK, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 685 SAYFA, 32 TL F önemli bulgusunun, 21. yüzyılda gelir dağılımında eşitlik adına 19. yüzyıla göre hiçbir şeyin değişmediği iddiası olduğunu söylemek mümkün. İkinci önemli bulgu, 20. yüzyıl boyunca kapitalizmin, önceki yüzyıla göre refah düzeyi daha yüksek bir orta sınıf inşasına neden olduğunu söylüyor olması. Bunun dışında kitap, endüstrileşmiş toplumlarda sermayenin kazancının, ekonomideki reel büyümeden daha yüksek olduğunu ve asıl olarak, gelir dağılımında eşitsizliğe bunun neden olduğunu ileri sürüyor. Özellikle 1970 sonrasında ABD’deki durumun tam olarak buna karşılık geldiğini göstermeye ve bunun nedenlerini açıklamaya çalışıyor. Gelir dağılımında eşitlikle ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü için sermayenin regüle edilmesi gerektiğini iddia ediyor. En temel araç olarak da dünya çapında artan oranlı bireysel servet vergisi öneriyor. TAMER ÇETİN ransız iktisatçı Thomas Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital adlı kitabı, nispeten teknik bir sistematik ve metodoloji ile yazılmış olmasına karşın, 2014 yılında uzun süre en çok satan kitap oldu ve birçok yayın tarafından yılın en iyi ekonomi kitabı olarak gösterildi. Kitabın bu kadar popüler olmasının birkaç temel nedeni olduğunu söylemek mümkün. Bir; kitap iktisat biliminin, insan yaşamına dair can alıcı konularının başında gelen gelir dağılımında eşitlik veya adalet konusunu işliyor. İktisat, belki de araştırdığı hiçbir konuyu, gelir dağılımında eşit(siz)lik konusu kadar muğlak bırakmamıştır. Bu çözümü son derece zor, bulanık alan üzerine çok uzun zamandır Piketty’nin kitabı kadar derinlikli bir analiz yapılmadı. Dolayısıyla, Piketty’nin kitabını bu kadar popüler yapan en temel unsurun, uzun bir aradan sonra bu muğlak alana getirdiği derinlikli analiz olduğunu söyleyebiliriz. İki; kitap sadece büyüme ve sermaye arasındaki ilişki, refahın toplum içinde dağılımı ve çözüm önerisi olarak ekonomi politikaları gibi teknik konularla ilgilenmeyip, buradan elde ettiği bulgular yoluyla tartışmaya değer bir kapitalist sistem eleştirisi yapıyor. Bu anlamda, kapitalizmin evrimini üç dönemde inceliyor: Birinci Dünya Savaşı öncesi dönem, Birinci Dünya Savaşı ile 1970 arası dönem ve 1970’lerde değişmeye başlayan, etkisini 2010 verileri üzerinde gördüğümüz dönem. Kitap, bu anlamda gerçekten eşsiz bulgulara sahip. Üç; Piketty bu konuları, Avrupa ve ABD arasındaki karşılaştırmalı analiz esas olmak üzere, gelişmiş ülkeler üzerinden ele alıyor. Böylelikle kapitalizmin merkezi üzerinden gerçekçi bir analiz yapıyor. Bu üç unsur birlikte, kitabın, endüstrileşmiş toplumlar başta olmak üzere tüm dünyada popüler olmasını sağladı. Edebiyat ve sinemadan örnekler Bunun dışında kitap, uzun dönemli ve karşılaştırmalı data kullandığı için dünya çapında teknik anlamda da ilgi görüyor. Bu önemli; zira tarihsel Sol romantizm geleneği Thomas Piketty sürecine sahip olduğunu göstermek için Henry James’in hikâyelerindeki o dönemin New York ve Boston şehirlerine ve Titanik filmine atıf yapıyor. Avrupa’da sermaye yoğunlaşmasının 19. yüzyıl boyunca 20. yüzyıl başındaki gibi olduğunu göstermek için Austen ve Balzac’ın romanlarına referans verebiliyor. Nihayet kitap, ses getiren bulgular ve tespit ettiği sorunlara ilişkin tartışmalı öneriler sunuyor. En perspektifte gerçekçi bir analiz yapmayı mümkün kılıyor. Böylelikle kitapta işlenen konulara ilişkin önemli bulgular sunuyor ve bu konulara ilişkin algımızı etkiliyor. Ayrıca kitap, bir yönüyle teknik bir eser olmaktan öteye geçiyor. Bazı iddiaları, özellikle toplumsal süreçlerin ne şekilde etkilendiğini göstermek üzere edebiyat ve sinemadan alıntılarla kanıtlar sunmaya çalışıyor. Mesela ABD’nin, Avrupa’dan farklı bir kapitalistleşme 21 Nihayet kitap, sonuçları açısından oldukça tartışmalı hale geliyor. Öncelikle, Piketty yer yer kendisiyle çelişiyor. Bazı yerlerde 1910 öncesi dönemle bugün arasında gelir dağılımında eşitsizlik anlamında bir şeyin değişmediğini söylüyor, ama özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan orta sınıfın öneminin azımsanmaması gerektiğini söyleyerek de önceki çıkarımıyla çelişiyor. Piketty’nin sol tandanslı bir iktisatçı olması bunun nedeni olarak görülebilir. Pek çok solcu iktisatçı gibi Piketty de bu anlamda bulguların realizmi yerine romantizmi tercih ediyor. Çünkü kendi ifadesiyle, bir ütopik ideal olarak tanımladığı servet vergisi önerisini, gelir dağılımında eşitsizlik sorununu çözmek için ısrarla ve en önemli araç olarak sunuyor. Bu anlamda bir iktisat profesörü olarak bu politika önerisinin, ekonomik aktörler ve göstergeler üzerindeki olumsuz etkisini muhtemelen iyi biliyor olduğu için, uygulanması zor ve hatta kendi deyimiyle ütopik bir politika aracını çözüm diye sunarak, sol romantizm geleneğinin devamına da önayak oluyor. Bu nedenle Piketty, özellikle ABD’de liberal/liberteryan iktisatçılar tarafından ağır biçimde eleştiriliyor. BİYOGRAFİ KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Rengarenk ve hüzünlü: Fikret Muallâ Hıfzı Topuz’un Paris’te Bir Türk Ressam adlı kitabı, Fikret Muallâ’nın hayatından şaşırtan, yürek burkan öyküler anlatıyor. Yazar kendi tanıklığı ve ortak dostlarının anıları üzerinden kurguladığı kitapta, ressamın çalkantılı hayatında bunalımlarını ve bunun sanatına yansımalarını görünür kılıyor. Kitap, has bir sanatçıyı tanımak için iyi bir fırsat... PARİS’TE BİR TÜRK RESSAM, HIFZI TOPUZ, REMZİ KİTABEVİ, 192 SAYFA, 15 TL K “ AYŞE BAŞAK onsolosluktan birisi geçenlerde ölen babasının elbiselerini ona vermiş. 1900 yıllarından kalma eski zaman elbiseleri... Bir piyeste oynar hali vardı.” Sabahattin Eyüboğlu, kardeşi Bedri Rahmi’ye 1948 yılında yazdığı bir mektupta Fikret Muallâ’yı böyle anlatır. Fikret Muallâ’nın tutunmakta hep güçlük çektiği, ürettikçe anlamını bulan hayatı, bir zorluklara göğüs germe hikâyesidir. İyi bir ressamdır. Göz alıcı renkleri, kıvrak fırçası, dönemin Avrupa resmi karşısında koruyabildiği özgünlüğü onu çağdaşlarına oranla daha çok merak edilen bir sanatçı yapar. Bu merakla çevrilen tuvalinin arkasında ise muvazenesini yitirmiş bir insanın ruh halini ve iç karartan yaşam koşullarını buluruz. Hayatta aldığı tek sorumluluk aklına estiği zaman resim yapmak olan bir adamdır Fikret Muallâ... Onun sanatı, merkezinde yokluk olan, deyiş yerindeyse yoktan var edilmiş bir sanat. Muallâ’nın hayatına bakarken de bu yokluğun etkisi altına girmemek zor. Hıfzı Topuz’un Paris’te Bir Türk Ressam adlı kitabı bu yokluğa takılıp kalmıyor. Evet, ressam için ‘yokluk’ rayına bir türlü oturtamadığı hayatının merkezinde olabilir ama Hıfzı Topuz, çok sayıda kişinin tanıklığına dayandırarak yazdığı biyografide sanatçının dosttan, arkadaştan, insandan yana olan zenginliğini gösteriyor. fikret muallâ ile röportaj Hıfzı Topuz, Fikret Muallâ adını ilk kez 1949 yılında, kendisine Rasih Nuri İleri tarafından düğün hediyesi olarak verilen bir tablo sayesinde duyuyor. Üç yıl sonra dokuz aylık bir bursla Paris’e gittiğinde aklında Fikret Muallâ ile röportaj yapmak var. Çok geçmeden bu röportaj gerçekleşiyor. Kitaptaki tanıklıklar büyük ölçüde bu röportaja, takip eden sohbetlere ve yıllar içinde gelişen dostluğa, mektuplaşmalara dayanıyor. Hıfzı Topuz, 50 yaşına gelmiş ve o güne kadar hiçbir gazeteciye mülâkat vermemiş olan Fikret Muallâ’ya ilk buluşmalarından başlayarak hayatını anlattırmış. Aklına takılan, farklı biçimlerde dinlediği öyküleri ressama sorup öğrenmiş. Fakat işin aslının ne olduğundan emin olmak çok kolay değil. Kitabın en güzel tarafı bu; çünkü Fikret Muallâ’nın hayat öyküsü pek çok defa anlatılıp müstakil eserlere, yazılara, makalelere konu olsa da, ressamı araştıranlar onun yaşamına dair bazı olayların zaman zaman farklı biçimlerde anlatıldığını görecektir. Hıfzı Topuz, kitapta bu durumun üzerine gitmiş. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Avni Arbaş, Fikret Adil, Halûk Kura, İlhan Koman, Abidin Dino, Taha Toros gibi pek çok ismin tanıklığına, yıllar içinde aktardıklarına dayanarak bir Fikret Muallâ portresi çiziyor. Çelişkili görünen hadiselerin bir kısmını ressama bizzat sormuş. Olayı gözüyle görenler, ressamdan dinleyenler ve Hıfzı Topuz’un Fikret Muallâ’dan aktardıkları tamamen farklı hikayeler olabiliyor. Bu çaba, okuyucuya bir olayın doğruluğunu ispatlamak için değil. Aksine, Fikret Muallâ’yı olduğu gibi göstermenin ve ona dair kararı okuyucuya bırakmanın bir yolu olarak seçilmiş gibi. Ressamın değişen ruh haliyle beraber anlattığı hikâyeler de değişiyor. Fikret Muallâ’nın yaşamına ilişkin tartışmalı konuların başında, Picasso ile tanışması hadisesi geliyor. Kesin gözüyle bakılan bir şey varsa, o da Picasso’nun Fikret Muallâ’ya bir resim hediye etmiş olduğu. Fakat karşılaşmanın detaylarına dair rivayetler muhtelif. Peki bu nasıl olabilir? Cevap gayet basit, Fikret Muallâ, bu tanışma hikâyesini her yeni muhataba değiştirerek anlattığı için... Ressam, olayı Hıfzı Topuz’a şöyle anlatıyor: “Picasso’ya karşı çok mahcubum. 1947’den beri evine gidemiyorum. (…) O sırada Picasso ile tanıştık. Beni atölyesine çağırdı, gittim. Bana ‘Beğendiğin bir şey varsa al,’ dedi. Ben de bir kadın başı resmini beğendim. (…) Atölyeden çıktım, eve döneceğim, cepte metelik yok. Yolda bir de baktım, tanıdık bir kadın. (…) Elimdeki Picasso’yu gösterdim, bayıldı. ‘Bunu bana ver, 15.000 frank veririm (yani şimdiki parayla 22 avro), seni evimde 15 gün misafir ederim’ dedi. ‘Olmaz, bu Picasso’nun hediyesi, veremem’ dedim. ‘O diretti, ben direttim.(…) Sonunda dayanamadım. Picasso’yu elden çıkardım.” Hikâyenin diğer versiyonları da renkli, eğlenceli. Kitapta hem ressamın ağzından aktarılan hem de ona dair anlatılan daha nice öykü var. 22 Ressamın Hayatını Okumak Hayatını okurken Fikret Muallâ’ya kızabilir, aldığı kararları eleştirebilir, bütün bunların içinden çıkılması güç bir acziyetten kaynaklandığını fark ederek kederlenebilirsiniz. Ömrü tuhaf bir kısır döngü içinde geçerken, eserleri ruh halinin kendisine sağladığı eşine az rastlanır bir anlatım gücüyle ışıldayan Fikret Muallâ, kendine has yapısı sayesinde çarpıcı bir tekniğe ulaşmayı başarmıştır. O, kendi toprağında tutunamayan, Atatürk’e hakaret ettiği zannedilerek polisten işkence gören, Paris’te kurmaya çalıştığı düzende çilesi hiç eksik olmayan, aşkta karşılık bulamayan ama odağında daima re- Fikret Muallâ sim olan hazin bir öykü kahramanıdır. Ve hayatındaki bütün olumsuzluklara rağmen kendi kalabilmeyi başarmış olması önemlidir. Hıfzı Topuz’un, belli ki Fikret Muallâ’nın yaptıklarına kızmış olan Sabahattin Eyüboğlu’ndan aktardığı 1948 tarihli bir mektupla koyalım son noktayı: “… şimdi çıkagelse yine belki yalnız iyi taraflarını görüp ya da düşünüp acıyacağım. Yüzünde bazen öyle bir gülümseme beliriyor ki her şeyi unutuyorum.” FELSEFE KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Gençler için metafizik Yirminci yüzyılın önemli felsefecilerinden Henri Bergson, kariyerinin erken döneminde lise öğretmenliği yapmıştı. Felsefesinin temellerini de bu dönemde atan Bergson’un Metafizik Dersleri: Uzay, Zaman, Madde adlı kitabı, öğretmenlik yaptığı yıllarda verdiği derslerin bir kısmını içeriyor. METAFİZİK DERSLERİ, HENRİ BERGSON, ÇEV.: B. GAREN BEŞİKTAŞLIYAN, PİNHAN YAYINCILIK, 88 SAYFA, 10 TL Y metafizik görüşünün temelini oluşturan bilme edimi ikincisiyle ilgilidir. Bergson, bilgiye ilişkin yaptığı göreli-mutlak ayrımını, yöntem sorununa dönüştürerek, göreli bilgiyi analiz yöntemine, mutlak olanın bilgisini sezgiye bağlar. Sezgi, zekânın işleyiş biçiminden başka yönde, hatta ona ters yönde işleyen bir yetidir. Sezgi, mutlak olana ulaşan ve onu ele geçiren bir bilme edimidir. Mutlak olana götüren bilme yolu olarak sezginin “kendi kişiliğimizden” işe başlaması gerekir. Zaten, zihnin dış dünya veya madde üzerine değil, kendi üzerine düşünmesine sezgi diyerek Bergson, sezginin konusunun ne olduğunu göstermektedir. Sezginin konusu süredir. SÜREYYA SU irminci yüzyılda birçok takipçisi olan bir düşünce akımı meydana getirmiş Henri Bergson, kariyerinin erken döneminde lise öğretmenliği yapmıştı. Felsefesinin temellerini de bu dönemde atmıştır. Lisede verdiği derslerde ciddi sorgulamalar yapar; bilim kavramını, bilimlerin tasnifini, bilgiye ulaşma yollarını ve felsefenin temel sorusu meselelerini ele alır. Metafizikle ilgili düşüncelerini ortaya koyar. Doğal olarak bunları lise öğrencilerinin seviyesini göz ardı etmeden, yalın ve kolay anlaşılır bir üslupla tartışır. Metafizik Dersleri: Uzay, Zaman, Madde adlı kitap işte bu derslerin bir kısmını kapsıyor. Bergson metafizik sorunu yüzünden ortaya çıkan tartışmaları, metafiziğe felsefe içinde olumlu yönde bir belirlenim getirerek sona erdirmek istemiştir. Bu nedenle, metafizik sorununa derinlemesine eğilir. Bergson’un metafizik sorununa eğilme girişiminde, yaşadığı dönemde etkili olan düşünüş biçiminin büyük payının olduğu söylenebilir. O dönemde etkili olan düşünüş, özetle “bilimci”, “pozitivist” ve bilgide “görelilik”ten yana olma özelliği taşıyordu. Bu anlayış çerçevesinde, bilgi üretilirken kullanılan güvenilir ve tek aracın zekâ olduğu görüşü egemendi. Sezginin konusu olarak ‘süre’ Metafiziğe iade-i itibar Öte yandan bilgi sorunu konusunda genel olarak, “bilimci” tutumun benimsenmesi, metafiziğe yönelik kuşkulara yol açmış ve 18. yüzyılda İngiliz empirisizminin etkisiyle önemli ölçüde değer kaybına uğrayan metafizik temelden sarsılmıştı. İşte Bergson’u bu konuyu araştırmaya iten ana etkenin, metafiziği temelden sarsıntıya uğratan bu durum olduğu söylenebilir. Bu noktada Bergson, bilgi üretmede zekâyı tek araç olarak gören “bilimci” anlayışa şiddetle karşı çıkarak, metafiziğe yeniden sağlam bir yer kazandırmayı amaçlamıştır. Bergson’un metafiziğe gösterdiği ilgide ve onu savunmasında, metafizik kavramını hangi çerçevede düşündüğünü ortaya koymak gerekir. Çünkü Bergson’da metafiziğin ne anlama geldiğini, “zekâ”, “sezgi”, “süre”, “zaman”, “hareket” ve “gerçeklik” gibi kavramları açıklığa kavuşturmaksızın görmek zor olabilir. Bergson, zekâyı bilgi edinmemizde sınırlı bir araç sayar. Zekânın bilgi aracı olarak sınırlarının belirlenmesi Bergson için oldukça önemlidir; çünkü bilgiye başka araçlarla da ulaşabil- Henri Bergson menin mümkün olduğuna dair bir araştırmaya yol açar. Nitekim bilgi edinmede ikinci bir yoldan söz etmesindeki temel dayanaklardan biri, zekâyı sınırlı bir bilme yetisi olarak görmesidir. Bergson’a göre zekâyı bilme edimimizde tek yetkili sayarsak, bilgimiz, zekânın yaradılışı gereği alıştığı biçimin dışına çıkamayacak, dar ve sınırlı bir alanda kalacaktır. Oysa zekâ dış dünyada güven içinde yaşayabilmemiz için gerekli yeti olarak insanda bulunur. Zekâ, düşünmenin yalnız bir biçimidir ve bu biçimde düşünürken insan sadece “madde”yi ve dış dünyayı araştırır. İnsan, zekâsıyla bilimi ve tekniği kurup geliştirirken, zekâ da buna uygun biçimde gelişmiştir. Ama yaşamın evrimiyle ortaya çıkan zekâ yaşamın “öz”ünü anlamak için yetersizdir. zekâya dair düşüncesini ortaya koyarken varmak istediği nokta şudur: İnsan, bilgi edinme konusunda doğanın ona pratik nedenlerle verdiği zekâyla sınırlı değildir. İnsanda, zekânın sağladığından başka biçimde bir bilme de söz konusudur. Bergson’a göre insan zihninin diğer işleyiş biçimi sezgidir. Bergson’a göre sezgi, “öz”ü bakımından “yaratıcı bir evrim” olan yaşamı ve aynı zamanda “hakikat”i anlamayı sağlayacak başka türden bir bilme yoludur. Bergson’un bilme edimine ve bilgi alanına ilişkin yaptığı ayrım, onun metafizik görüşünün temelini oluşturur ve böylece Bergson’da metafizik, bilme ve bilgiyle ilgili bir konu olarak karşımıza çıkar. Bergson, metafiziği bilgi sorunuyla ilişkisinde ele alırken, iki ayrı bilme yolu tanımlar: Bilme yollarından birinde, araştırılan şeyin yanında yöresinde dönülür. Diğerinde ise araştırılan şeyin içine girilir. Birincide elde edilen bilgi görelidir, ikincide ise mutlak olana ulaşılır. Bergson’un İnsan zekâyla sınırlı değildir Bergson zekâya ilişkin görüşünü bir tür evrim teorisine, ama Darwinci olmayan bir evrim teorisine dayandırır. Bergson’un 23 Şöyle ki, Bergson’a göre kendi kişiliğimiz üzerine düşünmeye başladığımızda ilkin maddeden gelen etkileri, dış dünya ile ilgili tasavvurlarımızı ve bunlarla ilgili kurduğumuz bağlantıları görürüz. Aslında bunlar “kendimizi” bizden saklayan öğelerdir. Biz kendimize onlar aracılığıyla asla ulaşamayız. Ancak kendimizi bizden saklayan bu öğelerin arkasında, sürekli ve kesintisiz bir akış vardır. Sezginin ilgilendiği şey, bu “kesintisiz akış”tır. Onda, bir olayın yinelenmesi, geçmişte olanın yeniden yaşanması söz konusu değildir. İşte ‘mutlak olan’a götüren bilme yolu olarak sezginin konusu olan “süre” (dureé) ile bağlantısı bu şekildedir. Bergson süreyi yaşamla ilgili ve yaşamdaki canlılıkta düşünür. Yaşam maddeden ya da “cansız” olandan yapıca çok farklıdır. Madde üzerine düşünmeye alışık olan zekâ bu yüzden yaşamın özünü ve ondaki “yaratıcı evrim”i anlayamaz. Bergson’un yaşamın “öz”ünü bilmek için zekâdan başka bir yetiye başvurmak istemesinin nedeni budur. Süre, özü hareket olan yaşamla ilgilidir. Bu nedenle süreyi bilmek “hakikat”i de bilmeyi sağlayacaktır. Ancak süreyle birlikte düşünülebilen sezginin, “mutlak olan”a götüren bilme yolu olmasının ve bundan dolayı metafiziğin yöntemi olmasının dayanağı buradadır. Söz konusu süre ile karşılaşılaşıbilecek ve onun araştırılabileceği tek yer, “ben”in ötesinde kendimizdeki “iç yaşam”dır. Bergson’a göre, mutlak olanı tanımayı sağlayan bilgi alanı olarak metafiziğin yöntemi sezgi, sezginin konusu da süredir. Bu bağlamda metafizik, mutlak olanı bilmemizi, yani hakikatin aslında hareket ya da değişimin kendisi olduğunu anlamamızı sağlayacak yoldur. BİYOGRAFİ KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Herkesin Hocaannesi Refia Hanım “Hizmet Anneleri” serisinin yazarı Şemsinur Özdemir, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin annesi Refia Gülen’in hayatını kaleme aldı. Hocaanne ve Ailesi, hizmet gönüllüsü hanımların rol modeli olan Refia Hanım’ı bütün yönleriyle anlatıyor. Eser, büyük bir âlimi yetiştiren anneyi yakından tanımak isteyenlerin başucu kitabı olacak nitelikte. HOCAANNE VE AİLESİ, ŞEMSİNUR ÖZDEMİR, UFUK YAYINLARI, 280 SAYFA, 14 TL H “ annesinin de ciddi bir merbutiyet (bağlılık) duyduklarını söylüyor. TUĞBA KAPLAN izmet Anneleri” serisinden hatırlıyoruz Şemsinur Özdemir ismini. Özdemir bu kez Hizmet gönüllüsü hanımların Hocaanne’si, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin validesi Refia Gülen’in ve ailesinin hayatını kaleme aldı: Hocaanne ve Ailesi. Doğrusu kitabı okumadan evvel, sadece yoğun bilgiden oluşan klasik bir biyografi ile karşılaşabileceğimi düşünüyordum. Ama okumaya başlayıp da kitabın bir oturuşta, bir solukta okunduğunu görünce yanıldığımın farkına vardım. Sanki sürükleyici bir roman okuyordum. Gönüllüler Hareketi’ne öncülük eden ismi yetiştiren ve onun arkasında duran annenin hayatına mercek tutan bu kitapla beraber hareketin köklerine iniyordum. Kitabın önsözü bir dörtlükle başlıyor: “Din ü imandı muradın/ Bir garib gibi yaşadın/ İstemezdin nam u nişan/ Şimdi dillerde yâdın”. Bu dizeleri Hocaefendi’nin, annesi Refia Hanım’ın İzmir Örnekköy Mezarlığı’ndaki mezar taşına yazdırdığını kitaptan öğreniyoruz. Bu dizeler ve Hocaanne’nin 83 yıllık hayatını konu alan kitap, o yılların güzel bir özeti. Refia Hanım, anne babasının özenerek yetiştirdiği, Osmanlı’nın son dönemi ve Kurtuluş Savaşı yıllarının zor şartlarında iyi eğitim ve terbiye almış bir insan. Evlenip geldiği Korucuk Köyü’nün “büyük ablası”, ailenin “büyük gelini”, evlatlarının ve torunlarının “Ana”sı. Yaşadığı köylerde Kur’an ve din dersleri verdiği talebelerinin “Hoca”sı. 1970’li yıllardan itibaren de, Hizmet Hareketi’nin gönüllü hanımlarının tespitiyle artık herkesin “Hocaanne”si… Mazisi Mısır’a uzanan köklü bir aile Son dönemde Refia Hanım hakkında da yalan dolu birtakım iddialar ortaya atıldı. Fethullah Gülen’in annesinin Ermeni olduğunu ima etmek için “Rabin isimli İspanyol göçmeni bir Yahudi” olduğu bile söylendi. İddiayı yalanlayan bilgiler ortaya çıktı elbette. Ama özellikle o günlerde “Keşke herkesin kolayca Hizmet Hareketi’nin ilk günlerinden itibaren ‘yaşatma ideali’ üzerinde duran Hocaanne Refia Hanım diktiği, ördüğü eşyaları muhtaçlara hediye ederdi. ‘Benim anam ya okur ya dokur’ Kitapta Refia Hanım ve ailesiyle ilgili çocuklarının ve yakınlarının aktardığı, zaman zaman Hocaefendi’nin eserlerinde bahsettiği kadarıyla ele alınan her detayın ayrı bir önemi var. Bu detaylar, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye gönül verenlerin, onun nasıl bir ailede yetiştiğini bilmek isteŞEMSİNUR ÖZDEMİR yenlerin merakını giderecek nitelikte. Geçmişten bugüne Hocaefendi’nin İslam, Kur’an ve iman hakikatleri adına her fırsatta vurguladığı birçok konuyu annesinin onun zihnine ve kalbine daha çok küçükken ilmek ilmek işlediği görülüyor. Hizmet Hareketi’nin ilk günlerinden bu yana isâr ufku, yani yaşatmak için yaşama ideali üzerinde anlattığı konulara bazen bir dörtduran Gülen’in annesi de ömrünü lük ya da beyitle açıklık getirir. Sık başkalarını yaşatma ideali üzerine sık sözlerini, beyitlerini kullandığı kurar. Adeta tek başına bir sivil topisimlerden biri de Alvarlı Efe Hazlum kuruluşu gibi yaşar. Talebe yetişretleri. Bu kitaptan, Hocaefendi’nin tirip yetimleri gözetir. Diktiği, ördüğü bilhassa Alvarlı Efe Hazretleri’nden eşyaları muhtaçlara hediye eder. Naneden bu kadar sık bahsettiğini mazın önemini daha çok küçük yaşöğrenmek mümkün. Hâce Efe’yle larda idrak eder; hayatını, hatta evliolan ilişkisi Hocaefendi’nin doğuliğini dahi namaza göre şekillendirir. mundan evveline dayanıyormuş Hocaefendi’yi bir kere bile abdestsizmeğer. Refia Hanım’ın babası Seyken emzirmez. Teheccüd vakti kalkar, yid Ahmet Efendi, Erzurum ve cibir daha yatmaz. Kur’an-ı Kerim’le varında çok tanınan ve sevilen bir beraber Enam, Delail-i Hayrat, Mevmürşit olan Alvarlı Muhammed lid gibi kitapları okur. Tek Parti zihLütfi Hazretleri’ne bağlanır ve sık niyeti etkisindeki, ezanın Türkçe sık onu ziyaret edip, her müşkülüokunduğu, Kur’an öğretmenin yasak nü ona danışır. Şeyhini sık sık evine olduğu yıllarda bile Kur’an öğretmekde davet eder. Alvarlı Efe evi teşrif ten bir an geri durmaz. Refia annenin ettiğinde çevreden gelenlerle odalar hayatı, sağlığı bozulup yatağa düşedolup taşar, sohbet ve zikir halkane kadar böyle geçer. Hocaefendi’nin ları kurulur. Bu vesileyle Refia Ha“Benim anam ya okur ya dokur.” denım da Alvar İmamı’nı tanır, ona mesi de bu yüzden. gönülden bağlanır. Fakat herhangi Bütün bu özellikleri sebebiyle, bir tarikat dersi almaz, ta ki nişanRefia Hanım sadece bir âlimin annesi lanana kadar. Küçük Dünyam’da da olduğu için değil, inandığı gibi yaşaEfe Hazretleri’nin ailesi üzerindeki ma ve yaşatma gayreti için de tanıntesirini anlatan Hocaefendi, dayımayı hak ediyor. Bugünün kadınlarısı Abdürrezzak Efendi’nin adeta o na hizmet, din, aile, çocuk yetiştirme ismi besmelesiz ağzına almadığıgibi birçok konuda kılavuzluk eden nı, teyzesi Refika Hanım’ın o ikHocaanne’yi tanımanın en iyi yolu, limin delisi olduğunu, babası ile biyografisini okumak. ulaşacağı bir kaynak olsaydı’”diye düşünüldü. İşte Hocaanne ve Ailesi kitabı, hem bugün hem de gelecek adına önemli bir kaynak. Refia Hanım, mazisi Mısır’a uzanan, Osmanlı Devleti nezdinde de kıymet verilen köklü bir aileye mensup. Ailenin şeceresiyle ilgili en detaylı araştırmaları Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde uzun yıllar çalışmış ve Refia Hanım’ın ağabeyi Abdürrezzak Efendi’nin oğlu olan Salih Selimoğlu (Top) yapar. Birinci Dünya Savaşı’ndaki son Rus ve Ermeni işgali sırasında Erzurum’un nüfus idaresi tamamen yakıldığı için Osmanlı dönemine ait belgeler yok olur, ancak Selimoğlu dedesi Ahmet Efendi’den ve onun kardeş çocuklarından aile tarihini bizzat öğrenir. Hatta aileyi tanıyan Osmanlı yadigârı nesiller henüz hayatta iken derlediği bilgilerle kendi dinlediklerini karşılaştırarak teyit ettirir. Kitapta, Refia Hanım’ın ailesinin o doğmadan önceki son iki yüzyıllık hikâyesi Salih Selimoğlu’nun anlatımıyla kayıtlara geçiyor. Muhterem Fethullah Gülen’in kitaplarını okuyan, sohbetlerini dinleyenler yakından bilir ki, Hocaefendi 24 DİN KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Peygamber hayatından Ahmed Şahin, Peygamberimizin (a.s.m.) İnsani İlişkileri kitabında Allah Resûlü’nün (sas) hayatından alınmış pek çok ibretlik hatırayı sade bir dil ve anlaşılır bir üslûpla naklediyor. PEYGAMBERİMİZİN (A.S.M.) İNSANİ İLİŞKİLERİ, AHMET ŞAHİN, NESİL YAYINLARI, 200 SAYFA, 12 TL R AHMET DOĞRU esûl-u Zîşân Efendimiz (sas), kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa elçi olarak gönderilmiş. O, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle bizim nefsimizden, içimizden, kendi cinsimizden bir peygamber. Kelimenin tam ve kâmil mânâsıyla bir “insan”. 63 seneye varan ömrünün, 23 senelik tebliğ müddetinin her anı insanlığın, insanca yaşamanın kemâlini aksettiren bir ayna. Ve bu ömrün, cahiliye rüzgârından uzaklaşıp ilahî vahye muntazır olduğu Hira Dağı’ndaki inziva günleri istisna tutulursa neredeyse tamamı insanlar içinde, onlarla münasebet halinde geçmiş. Ahmed Şahin, Peygamberimizin (a.s.m) İnsani İlişkileri kitabında “Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin (a.s.m) hiç şüphesiz toplumdaki tüm birey ve sınıflarla birebir ilişkisi vardı. Çünkü onun vazifesi, insanı hem dünya hem de ahirette ebedî mutluluğa erdirmek; bu sonsuz mutluluğu kazanmanın yollarını göstermek; zarar ve kayba yol açacak hal ve davranışlardan sakındırmaktı.” diyor. Nesil Yayınları’ndan çıkan kitapta Şahin, Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyesinden alınmış pek çok ibretlik hatırayı sade bir dil, anlaşılır bir üslûpla naklediyor. Her an O’na muhtacız Ahmed Şahin, toplumda her insanın hayatının her anında Allah Resûlü’ne ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Zira O’nun (sas), insanlarla olan ilişkilerinde asla taraf tutmadığını; belli bir grubun, sınıfın, kesimin temsilcisi olarak görünmekten kaçındığını söylüyor: “Ne borçludan yana olmuş ne alacaklıdan; ne işçiden yana olmuş ne patrondan; ne gençten yana olmuş ne yaşlıdan; ne satıcıdan yana olmuş ne alıcıdan; ne yöneticiden yana olmuş ne yönetilenden… Her iki tarafın da haklarını sonuna kadar korumuştur. Tarafları birbirine düşürücü söz ve davranışlardan hep uzak durmuş, daima aralarında uzlaştırıcı, barıştırıcı, anlaştırıcı olmuştur.” Peygamberimizin (a.s.m) İnsani İlişkileri kitabı, Şahin’in 58 yazısını bir araya getiriyor. Kitap “Allah Resûlü’nün dış görünüşü, konuşması, evdeki ve toplumdaki hali nasıldı?” başlıklı yazıyla başlıyor. Biribirinden bağımsız ama Kur’an-ı Kerim’in tabiriyle Allah Resûlü’ndeki ‘en güzel örnekler’ etrafında devreden yazılarla sürüyor. Ahmed Şahin Hoca, “Bazen biri bulmak, bini bulmak gibidir” başlıklı yazıda Medine yakınlarında ikamet eden Bekiroğulları kabilesinden Dımam bin Sâlebe’nin hikâyesini anlatıyor. Peygamber olarak anlatılan zatın (sas) halini araştırmak için kabilesi tarafından Medine’ye elçi olarak gönderilen Dımam, mert ama sert biridir. İnandığına tam olarak inanır, inanmazsa hiç inanmaz, her iki halini de çekinmeden açıklar. Medine’ye geldiğinde mescidin kapısında arkadaşlarıyla birlikte develerini çökertip içeriye girer. Her zamanki açık sözlülüğüyle sorar: -Abdülmuttalib’in torunu hanginiz? Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) cevap verir: - Benim. - Muhammed sen misin? - Evet. - Öyle ise beni sabırla dinle. Ben sert bir adamım. Suallerim ağır ve kesin olacak. Dobralığımdan dolayı bana kızmayasın. - Sana kızmayacağım. Ne istersen sor. Bu girizgâhdan sonra Dımam sorar, Allah Resûlü (sas) cevap verir. Dımam sözünü şöyle bağlar: - Bu saydığın farzları yerine getireceğim. Bu haramlardan da mutlaka uzak kalacağım. Şuna da söz veriyorum ki bunlardan ne eksik yapacağım ne de fazla. Hepsi bu kadar olacak. Peygamber Efendimiz (sas), Dımam uzaklaşırken yanındaki ashabına “Devesine atlayıp da giden, şu saçını ikiye ayırmış adam var ya, işte o bu söylediklerini tam yerine getirirse cennete girmiştir.” buyurur. Bu görüşmeden sonra kabilesinin yanına dönen Dımam, dinlediklerini heyecanla herkese anlatır. O günün akşamında orada bulunan kadın ve erkeklerden İslâm’a girmeyen kalmaz. Ahmed Şahin Hoca, bu kıssayı naklettikten sonra, iki noktaya dikkat çekiyor: Birincisi Dımam’ın tebliğde nefsine pay çıkarmayıp sırf Allah rızasını esas alması. İkincisi İslâm’ı sözü dolandırmadan anlatması, esas konuyu karıştırarak dinleyiciyi söz kalabalığına boğmaması. Kitaptaki her kesimden insanın rahatlıkla anlayabileceği yazılar, Ahmed Şahin’in bu tavsiyeleri bizzat hayata geçirdiğinin de misali. 25 KÝTAP ZAMANI Kaybolana dair öyküler ROMAN 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Geçmiş, geçer mi? Amos Oz’un 2009 yılında Tmunot Mihayei Hakfar adıyla yayımlanan öykü kitabı, Köy Hayatından Sahneler adıyla Türkçede. Birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşan kitapta, tıpkı bir kameranın kaydettiği görüntüler gibi bir araya getirilen yaşamların hepsi aslında birer “kaybolma” hikâyesi. Ayşe Sarısayın’ın Ansızın Günbatımı adlı romanı çarpıcı kurgusuyla öne çıkıyor. Merkezinde Edip Cansever’in “Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?” dizesinin yer aldığı metin, edebiyatımızda iz bırakmaya aday. Kitabın sonunda, geçmişin ölmediğine bir kez daha tanıklık ediyoruz. KÖY HAYATINDAN SAHNELER, AMOS OZ, ÇEV.: AYŞEN ANADOL-TACİSER BELGE, DOĞAN KİTAP, 164 SAYFA, 15 TL ANSIZIN GÜNBATIMI, AYŞE SARISAYIN, CAN YAYINLARI, 248 SAYFA, 18,50 TL A ESRA YALÇIN dı sık sık Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında anılan Amos Oz, çağdaş İsrail edebiyatının önde gelen yazarlarından. 90’lı yıllarda eserlerinden birkaçı dilimize çevrilen yazara ilgi günümüzde daha da artmış görünüyor. Amos Oz’un 2009 yılında Tmunot Mihayei Hakfar adıyla yayımlanan öykü kitabı, İngilizce çevirisi üzerinden Ayşen Anadol ve Taciser Belge çevirisiyle Köy Hayatından Sahneler adıyla Türkçede. Köy Hayatından Sahneler sekiz öyküden oluşuyor; ancak bu öyküleri birbirinden ayrı düşünmek oldukça zor. Bir öyküde ön planda yer alan bir karakterin diğer öyküde odağın gerisinde kendini göstermesinin yanında, tüm öykülerde ortak bir atmosfer var. Günümüz İsrail’i sınırları içerisinde bulunan ancak tarihi yüzyıl öncesine uzanan hayali köy Tel İlan’daki hayatların anlatıldığı öykülere sinen gizemli ton okuyucuda tekinsizlik hissi uyandırıyor. Nereden geldiği belli olmayan kazı gürültüleri, amacının ne olduğu anlaşılmayan Arap öğrenci, bir bankın üzerine bırakılmış kutu, yeraltına inen geniş mahzenler anlatıya ürpertici bir hava veriyor. Bunun yanında, çoğu hastalıklı olan karakterlerin zihinlerinde geriye dönük yaptıkları yolculuklar, anlatılanlara duyulan güveni sarsıyor. ‘Kaybolma’ öyküleri Köyde gezdirilen bir kameranın kaydettiği görüntüler gibi bir araya getirilen yaşamların hepsi aslında birer “kaybolma” hikâyesi. Kimi zaman sebepsizce evi terk eden genç bir kadın, kimi zamansa eve dönmesi beklenen hastalıklı bir kuzen oluyor bu kayıp. Bulunma kısmına gelince, orasını okuyucuya bırakıyor yazar. Yani beklenenin aksine, kaybın peşinden maceralara, arayışa sürüklemiyor okuyucuyu. Her öyküden geriye “Ee şimdi ne olacak, çocuk nerde, kadına ne oldu?” gibi cevaplanmamış sorular kalıyor. Metnin sonu, zihinde tamamlanacak bir öyküye başlangıç oluyor adeta. Kitabın en uzun öyküsü, eski Knesset üyesi, yaşlı ve bakıma muhtaç Pesah Kedem ile köy okulunda edebiyat öğretmeni olan kızı Rahel’in anlatıldığı “Kazı”. Pesah geceleri mahzenden kazı sesleri geldiğini du- A yar ve evlerinde kalmanın karşılığında onlara hizmet eden Arap öğrencinin kendilerinden intikam almak için evi başlarına yıkmak istediğini düşünür. Arap öğrenci İsrailliler ile Araplar arasında bir karşılaştırma üzerinde çalışmaktadır. Pesah, “Karşılaştırma. Ne tür bir karşılaştırma? Bizim soyguncu sizin de soyulan olduğunuzu göstermek için mi? Çirkin yüzümüzü ortaya çıkarmak için mi?” diye sorar ve “Kusursuz musun? Bir aziz kadar saf mısın?” diyerek çıkışır. Bu sayfalar günümüzde de devam eden Ortadoğu sorununun ve ötekileştirme söyleminin anlatıya sızdığı yerler. İsrail-Filistin sorununa yönelik barışçıl çözümler sunan Peace Now adlı barış örgütünün kurucularından olan Amos Oz, yaşanan siyasî mücadeleye belli bir mesafeden baksa da öykülerin yalnızca bekleyiş, korku, kaybetme gibi bireysel duygu ve deneyimlere odaklandığı söylenemez. MEHMET TUNÇ yşe Sarısayın’ın son romanı Ansızın Günbatımı’nı bitirdiğimde aklımda William Faulkner’ın, “Geçmiş ölmedi, hatta geçmedi bile.” sözü dönüp duruyordu. Çünkü yazar, zaman içinde sönmüş bir hikâyeyi önce küçük kıvılcımlarla ısıtıp sonra büyük ve harlı bir ateşe dönüştürürken, bir kez daha geçmişin aslında hiçbir zaman büsbütün küllenmediğini gösteriyor. Romanın çok çarpıcı bir kurgusu olduğunu belirtmeliyim. Anlatıcı, bir arkadaşının kendisine verdiği CD’de karşısına çıkan, kimi sadece bir cümleden ibaret, kimi yarım kalmış, kimi ise uzayıp giden yazılardan oluşan bir günlüğü çözmeye başlarken, yıllardır ara verdiği yazarlığa da bu vesileyle geri dönme imkânı buluyor. Kitabın başında anlatıcı, daha önce de kendisine verilen mektuplardan yola çıkarak öyküler yazdığını söylüyor. Ama CD’den yazarın önüne dökülenler, üzerine bir roman kuracak yeterlilikte değildir. Yazar her ne kadar romanın omurgasını elindeki günlük parçaları üzerine kursa da, bir yandan da kurgunun, kurmacının gücüyle o hayata sızmaya, ona kendince bir yaşantı biçmeye çalışıyor. Romanın henüz başında anılan Edip Cansever’in “Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?” dizesi, yazarın neyi kerteriz aldığını da imliyor. Yalın, açık, anlaşılır Köy Hayatından Sahneler’de dikkati çeken diğer bir öykü “Kayıp”. Bu sefer öykünün kahramanı, vefat etmiş yazar Eldad Rubin’in yaşı neredeyse Tel İlan köyüne denk olan “harabe” evini satın alıp yıktırmaya çalışan bir emlakçıdır. Birkaç katlı, bahçesinde yapay şelalelerin olduğu villaların yanında, sıvaları dökülmüş “bembeyaz dişlerin arasında çürük bir diş gibi” duran bir evdir bu. İşte bu evi satın almak için gelen emlakçı, yazarın kızı Yerdana’nın peşinde evi gezerken mahzende kendi haline terk edilir. Diğer öykülerde üçüncü tekil kişi anlatıcı varken burada emlakçının ağzından dinleriz hikâyeyi. Ancak dil yine aynıdır; yalın, açık ve anlaşılır. “Başka Bir Zamanda Uzak Bir Yerde” öyküsünde ise köydeki çürümüşlük gözler önüne serilir. Gündüzlerin aşırı sıcak olduğu, metal para büyüklüğündeki sineklerin insanların üstüne saldırdığı, süngerleşmiş çamurun içinden çıkarılan çürük pancar ve patateslerin kokuşmuş bir sıvıda pişirildiği bir yerdir anlatılan. Kitabın okuyucuya sunduğu sahneler sadece bir İsrail köyüne ait değil, anlatılanlar herhangi bir zamanda, şehirden uzak herhangi bir yerin durgunluğunda yaşanabilecek şeyler. Köy Hayatından Sahneler şehrin mekanikleşmiş hızlı yaşantısından yorulan büyülü bir durgunluğu arzulayan okurlar için tavsiye edilesi. ‘Bir hayat ne çok hayattan geçiyor’ Anlatıcı, CD’den çıkanlara bakarak bu notları tutan kişinin yazmaya uzun süre ara vermiş orta yaşlı ya da ihtiyar bir kadın olduğu ve yazmanın bu kadını hayata yeniden bağladığı yorumunda bulunuyor. Söz konusu kadın, karakalem resimler yapan ve yaptığı resimleri yok eden başka bir yaşlı kadından daha bahsediyor. Notları alan kadın, ressam Şahika Ener’in kendisine “sarı papatyam” diye hitap ettiği en küçük kızıdır ve sarı papatya karakalem çalışmalarını yapan annesini anlatmaktadır. Sarı papatya, romanda (anlatıcı olarak) Şahika Ener merkezli bir hayatın kaydını tutarken, annesinin hayat karşısındaki sert tavrı üzerinden bir dramın diplerine doğru yolculuğa çıkıyor. Şahika Ener’in etrafında büyük kızı Prenses, Ortanca, yatalak annesi ve kendisini yıllar önce terk 26 eden kocası ile hayatının üzerinden bir bulut gibi geçip gitmesine karşın gölgesi hep saklı kalan genç İtalyanca hocası Okan vardır. Roman etkileyici bir biçimde bu hayatların üzerinden usul usul ilerlerken anlatıcıdan şu sözleri duyuyoruz: “Bir insan ne çok insana dokunuyor, bir hayat ne çok hayattan geçiyor!” Ustalıklı anlatım Ayşe Sarısayın düz bir kronolojik seyir izlemediği, zamanda sıçramalar yaptığı Ansızın Günbatımı’nda hem birinci hem de üçüncü kişi anlatıcıyı ustalıkla kullanıyor. Birçok romanda birinci ve üçüncü kişi anlatıcıların sınır ihlâlleri yaptığı ve anlatımı zaafa uğrattığı düşünüldüğünde bu önemli bir başarı. Sarısayın sarı papatyanın ağzından birinci tekil kişiyi, günlük etrafında romanı yazan anlatıcının ağzından ise üçüncü tekil kişiyi konuşturuyor. Bu durum, CD’den yazarın önüne düşen günlük parçalarının sınırlarını belirlediği gibi yazarın romana eklediklerini de izleme olanağı sunuyor. Ama bu sınır, her zaman çok net değil, bu da günlükteki notlarla yazarın kurduğu hikâyenin iç içe geçmesini sağlıyor. Bu iç içelik, bir romanın da tıpkı hayat gibi nerede başladığı nerede bittiği sorularını akla getiriyor. Ansızın Günbatımı bu yönüyle edebiyat ve gerçeklik anlamında sürdürülen tartışmalara da yeni boyutlar kazandıracaktır. Roman, sadece biçimsel özellikleriyle dikkati çekmiyor, yakaladığı güçlü duyguyla da okuru sarmalıyor. Metnin başında anlatılan olaylar, sayfalar ilerledikçe daha derinden ve girift ilişkilerle romanın “sağlam zemini altındaki magmanın” usul usul yüzeye çıkmasını sağlıyor. Türkiye’nin darbelerle, baskılarla biçimlenmiş siyasal geçmişi Ortanca’nın yaşadıkları üzerinden anlatılırken, bu geçmişle kurulan ilişki “Hayat baştan sona utançlarla dolu. Utananlar için.” cümlesiyle çerçevelenmiş. Birçok romanın ortalama bir dille yazıldığı günümüzde Ayşe Sarısayın’ın öykücülüğünden el alan dili ince işçilikle örülmüş. Karakterleriyle de zengin bir roman var karşımızda. “Mürekkebine su katılmamış” Ansızın Günbatımı’nın Türk edebiyatına “koyu ve kalıcı bir mühür” vuracağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Romanın sonunda geçmişin ölmediğine, hatta geçmediğine bir kez daha tanıklık ediyoruz. DÜŞÜNCE KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Ünsal Oskay’dan roman dersleri Ünsal Oskay’ın 1981’den sonra okurla buluşan beş kitabı ile birlikte ilk kez yayımlanan Roman ve Etik, İnkılâp Kitabevi etiketiyle raflarda. Orhan Pamuk’un bir sunuş yazısı kaleme aldığı Roman ve Etik’in teorik tartışması, Amerikan kültürüne dair tartışmalar üzerinden ilerliyor. ROMAN VE ETİK, ÜNSAL OSKAY, İNKILÂP KİTABEVİ, 128 SAYFA, 10 TL 9 SELİM SALİH 0’lı yıllar Türkiye’si, popüler kültürün kabuk değiştirerek yeniden kitleselleştiği, televizyon merkezli bir görselliğin ve ANAP sonrası dönemde liberalleşmenin hız kazandığı ilginç bir yerdi. Birbiri ardına açılan özel kanallar izleyici toplamak için tek kanal dönemi TRT biçimciliğinin hatırlattığı ne varsa aksini yapıyor, ne olduğu belli olmayan türsel kakofoniler “program” adı altında ekranları dolduruyordu. “Televole”, “Saadettin Teksoy” ve türlü pop müzik örnekleriyle bir yandan lümpen bir eğlence kültürü yaygınlaşıyor, diğer yandan “Anadolu’dan Görünüm” ve Reha Muhtar tarzı haber bültenleri ile Kürt halkını inkâr eden bir ölü sevicilik, her akşam ölen, şehit olan genç insanların hatıraları üzerinden nefret kusuyordu. Bu absürt temaşa 28 Şubat sürecinde yeni ötekiler icat ederek; Müslüm Gündüz, Hasan Mezarcı gibi yeni oyuncaklar bularak devam etti ve belki de “Yeni Türkiye” bir yanıyla da bu temaşanın yeni adı. Bütün bunlar olurken Türkiye bir yandan da konuşmaya başladı. Sabahlara kadar devam eden “Siyaset Meydanı” programlarının, üniversitelere, halka yaklaşan “canlı yayın” açık oturumların sık karşılaşılan yüzlerinden biri de rahmetli Ünsal Oskay Hoca idi. Kahir çoğunluğun olumladığı kamusal ahlâkı inceden tiye alıyor, sıkı eleştiriler yapıyor ve hep olabildiğince teorik konuşuyordu. Büyük resmi göstermek istiyor, incir çekirdeğini doldurmayan tartışmaların biricikliği ile sarhoş çenelere “tipik” olduklarını anlatmaya çalışıyordu. Ben “kaçış edebiyatı” tanımlamasını, “fantazya” ve “kitle kültürü” gibi kavramları ilk televizyondan, Ünsal Oskay’ın ağzından duyduğumu hatırlıyorum. Zira nereye doğru gittiği, neye evrileceği pek de belli olmayan envai çeşit popüler kültür olayını anlamak için konuşulacak en yetkin entelektüllerden biri olan Ünsal Oskay, daha 70’li yılların başında konu ile ilgili ilk teorik incelemeleri yapmış ve bu konuda akademik bir çalışma alanı oluşturmuştu. Oskay’ın “iletişim bilimi”nin kurumsallaşmasında kurucu bir figür olarak adının geçmesi tam da bu sebeptendir. Alanın duayeni olan Oskay Hoca, İletişim’in 1968 yılında Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi’nden ayrışmasından başlayarak, 1992’de Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kurulmasında juva ya da yabancı gelmiş olma ihtimali de işin diğer yüzü… Ancak öğrencilerinin her daim minnet ve hayırla andığı Oskay’ın tam da bu sebepten nicelerine yeni ufuklar ve başka ihtimaller gösterebildiğini de söyleyebiliriz. Oskay’ın 1981’den sonra baskısı yapılan beş kitabı ile birlikte ilk kez yayımlanan Roman ve Etik İnkılâp Kitabevi tarafından okura sunuldu. Orhan Pamuk’un da bir sunuş yazısı yazdığı Roman ve Etik fragmanter yapısı, dayandığı terminolojinin ve jargonun 1981 tarihli Çağdaş Fantazya ve 1982 tarihli 19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevi’ne daha yakın oluşu ile bu dönemde yazılmış ya da bu dönemden taslak halde bırakılmış olma ihtimalini akla getiriyor. Kitapla ilgili bir diğer önemli nokta ise Amerikan toplumu ve edebiyatını merkeze alması, daha doğrusu teorik tartışmasını Amerikan kültürünü nesneleştirerek ilerletmesi. Oskay’ın büyük oranda “Eleştirel Teori”yi (Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisi ve kitle kültürü analiz- ve daha sonra vakıf üniversitelerinde de yaygınlaşmasında 2009 yılındaki ölümüne dek bilfiil emek verdi. BAŞKA İHTİMALLER GÖSTERDİ Ünsal Oskay’ın 1970’lerle başlayan akademik üretimi, büyük oranda Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisi eleştirilerinden beslenen Marksist bir yönteme dayanır. 1967 yılında UNESCO bursu ile bir yıl Stanford Üniversitesi’nde iletişim araştırmaları dâhilinde dersler alan Oskay, Frankfurt Okulu düşünürleri ile burada tanışmış olmalı. Sinema, televizyon ve popüler edebiyata dayanan Amerikan kitle kültürünün sıkı bir eleştirisini yapan Frankfurt Okulu düşünürlerinin ve onlardan etkilenen New York entelektüellerinin Standford’da da izdüşümleri olduğunu biliyoruz. Oskay’ın ziyadesiyle teorik araştımalarının kaba bir Marksçılığın ya da “ATÜT”çü yerellik arayışlarının (çok çeşitli fraksiyonları) ile hâkim durumda olduğu 1970’ler Türkiye’sindeki sol cemaatlere fazla bur- 28 lerini) izlediğini belirtmiştim. Roman ve Etik roman özelinden yola çıkarak kitlesel anlatı sorunsalını, Adorno’nun “yanlış bilinç” olarak teorize ettiği ideoloji ve gerçeklik arasındaki çelişkinin üzerine inşa ediyor. Oskay’ın “reel yaşam” dediği gerçekliğin ve ona yabancılaşan insanın mevcut gerçekliği aşabilmek için gerekli yabancılaşmayı yaşamasını sağlayan “özgürleşimci” fantastik kurgularla mevcut etiğin içinde kalmayı öneren “kaçış edebiyatı” arasındaki karşıtlık kitabın yirmi üç bölümünde tekrar tekrar işleniyor. Bütün bu tekrarlar ve fragmanlardan oluşan bölüm başlıkları, kitabın kurgusunun belirli bir teze doğru ilerlemesinden ziyade, en başta ortaya konulan hipotezlerin çeşitlendirilip derinleştirilmesini sağlıyor. Kitabın “Romanda ‘Karşı Çıkma’ ve Etiğin Doğru Anlaşılması” başlıklı ilk bölümünden itibaren “etik” verili toplumsal düzenin, kamu ahlâkının ve ideolojinin kavramsal karşılığı olarak kullanılıyor. Oskay’ın fazlası ile güvendiği teorik çerçevesi içinde romancı, “içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerin gerçekliğini gözden saklayan tüm mistifikasyon örüntülerinin ardını ‘merak edebilecek’ kadar gelişkin bir bilişsel düzeye” geldiği ölçüde, perdeyi aralayan ve etik ile insan doğası arasındaki uyumsuzlukları deşifre edebilen bir dünya kurucu rolü/ödevi üstleniyor. “Etiğin Ön Belirleyiciliği Sorunu: Homeros’taki Olumlu Başlangıcın Thomas Hardy ve Henrik Ibsen’in Natüralizminde Geriye Dönmesi” başlıklı on beşinci bölümde Oskay, Hardy ve Ibsen örneklerinden yola çıkarak, bu modernist anlatıcıların kurdukları umutsuz dünyaların sorunu yanlış yerde aradığını ve bu yüzden de etik ile insan doğası arasındaki “sözde” bağlantıları olumladığını iddia ediyor. Ibsen, Hardy, Kafka, Faulkner, bilimkurgu, gotik roman ya da halk masallarının yaptığı (pastoral romans, Balzac, Melville ve Marquez’in aksine), “verili toplum yaşamındaki bu acıları çeken kişileri ve toplumsal sınıfları kendi kusurları, hatta kendi biyolojik kalıtım bozuklukları, ahlâksızlıklarıyla açıklayan metafizik bir anlatım” ortaya koymaları. Büyük oranda Lukács’ın modernist romana dair itirazlarını da hatırlatan bu yaklaşımın itiraz edilecek çok noktası var elbet. Ama ortaya çıkan çalışmayı kendi tarihselliği içinde okuduğumuzda Ünsal Oskay’ı bir daha rahmet ve hürmetle anıyoruz. KÝTAP ZAMANI Modern bir ortaçağ şiiri ŞİİR-DENEME 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Resimsiz yakın tarih Cem Yavuz, ilk kitabı Ayn (1999) ve ikinci kitabı Seyr’den (2006) yıllar sonra yeni bir şiir kitabı yayımladı: 20 Ölümsüz Şarkı ve’s-Samt. Çok katmanlı bir şiir Cem Yavuz’un çalıştığı. ve’s-Samt da bunun giderek daha da yetkinleşen, kendini pekiştirip, sıkılaştıran bir örneği. Haydar Ergülen’in Vefa Bazen Unutmaktır adlı kitabı, Türkiye’nin sosyal ve kültürel atmosferine dair bir şairin gözlemlerini, düşüncelerini içeriyor. Ne söylemesi gerekiyorsa lafı dolandırmadan söylüyor Ergülen. 20 ÖLÜMSÜZ ŞARKI VE’S-SAMT, CEM YAVUZ, EST&NON YAYINLARI, 61 SAYFA VEFA BAZEN UNUTMAKTIR, HAYDAR ERGÜLEN, KIRMIZI KEDİ YAYINLARI, 230 SAYFA, 17 TL J V. B. BAYRIL ameson modern şiiri şöyle tarif etmişti: “Günümüz şiirinin içinde bulunduğu eşsiz özelliklerinden biri, kendine gündelik dilin şeyleşmesini aşma görevi vermiş olmasıdır kuşkusuz. Modern şiir, insanların çağdaş kapitalist toplumda dil yetilerinin zayıflamasından doğar. Modern şiirin güçlüğü, gündelik konuşmalardaki şeyleşmişlik derecesiyle doğru orantılıdır.” Cem Yavuz’un ilk kitabı Ayn (1999) ve ikinci kitabı Seyr’den (2006) sonra yeni kitabı 20 Ölümsüz Şarkı beni Jameson’ın bu saptamasını bir kez daha düşünmeye itti. Zira Cem Yavuz’un şiir serüveni kesintisiz bir dil çalışması. Dil, medeniyet ve kültür kodları üzerinden ilerleyerek, derinleştikçe kendi üstüne kıvrılan bir evrensel kültür şiiri yazıyor Cem Yavuz. Şeyleşen gündelik dil’in içinde açtığı yarıktan bize ulaşıyor sesi. Daha önceki kitaplarının adlarını saymam boşuna değil. Bir süreklilik var derinde. Dahası çoğunlukla da bakışım ilişkisi içinde. Cem Yavuz’un önceki kitapları bu yeni kitabıyla hem anlamsal hem stilistik düzeyde bakışım ve alışveriş içinde, yeni bir algı/dil katmanı kuruyor. ‘hayat, bizi gezdir...’ 20 Ölümsüz Şarkı’nın açılışı “Seyr’engiz” şiiriyle. Kitap burada aslında temel önermesini, teklifini sunuyor apaçık: “hayat, bizi gezdir/ bu yeni dünyada/otuzbin tanrı eşiğine yüz sürüp/ atlara senyör mürenlere yem olmadan/ beşbin yıllık köle havuzlarından/ geri getir.” Ve şair hayat’tan dilediği gezintiye, kendisine elini uzatan okuru da dâhil edip şarkılar boyunca kitabın sonuna kadar süren bir seyr’e, yolculuğa çıkarıyor. Peki, nerelerden geçiliyor bu yolculuk boyunca, neler görülüyor, neler duyuluyor? Bir kere çok geniş bir coğrafya. Orta Asya düzlüklerinden Maveraünehr’i izleyerek İran ve Anadolu’ya, Balkan’lardan kadim Yunan, Roma ve Endülüs’e, Katalonya ile Provence’a uzanan; âdetler, medeniyetler ve kültürler arası yapılan bir gezi bu. Bir yanından tarih, mesela binli yılların başındaki Ortaçağ, öte yanından diller mesela Arapça, Latince, H Türkçe, İngilizce, Fransızca deyimler, değişik alfabelere ait harfler, atasözleri, kimi arkaik ve özel kelimelerle akıp geçiyor. Dahası “şarkı” söz konusu olduğunda elbet müzik de devreye giriyor, beraberinde bir dizi müzik âleti, şarkı adı ve müzik parçasıyla. “Ay Parkında Lunatik” başlıklı şiirde olduğu gibi, kimi şiirlerde doğrudan notalar, melodi parçaları da yer alıyor. ERCAN YILMAZ aydar Ergülen, bir şiirine şöyle başlıyordu: “Vefa en eski puludur semtimizin”. Unutmanın bir meziyet olduğu bir dünyadan Vefa Bazen Unutmaktır isimli bir deneme kitabıyla sesleniyor Ergülen bu defa. Kitap, ülkemizin sosyal, kültürel ve politik atmosferine dair bir şairin gözlemlerini ve düşüncelerini içeriyor. Vefa Bazen Unutmaktır, farklı zamanlarda yazılmış olmakla birlikte yakın tarihimize isimler ve olaylar üzerinden resmî olmayan bir ışık tutuyor. Ve bu kez daha hüzünlü, acılı, acıyan ve acıtan bir tarzda karşımıza çıkıyor Ergülen. Modern dünyaya eleştiri ifadesini çokça duyarız. Edebiyatçıların dilinden düşmez bu cümle. Eserin yazılış amacı için kışkırtıcı bir başlangıç noktası taşır çünkü. “Hem levendâne hem zarifâne” bir üslûpla nasıl yapılır bu eleştiri sorusunun cevabını veriyor bence Ergülen kitaptaki yazılarıyla. bir keşif şiiri Kültürler, medeniyetler, diller arasındaki kimi karşılaştırılabilir kimi ise tarihsel olarak zaten melezlenmiş, süreklilik, benzerlik gösteren bağlantılar, palimsest parçalar veya belki de hiyerarşik ilişkilerin dışında durumu en iyi tasvir eden kavram Deleuze’cü köksapların izini sürerek insanlığın evrensel geleneği içinde yapılan çok boyutlu bir keşif şiiri yazıyor Cem Yavuz. 20. yüzyıl başında olsa T. S. Eliot’un adlandırmasıyla “mitik yöntem” derdik buna. Fakat 21. yüzyılın başına geldiğimizde bütün o modernist gelenek de bu yumağa zaten eklenmiş oluyor haliyle. Sanırım “rizomatik şiir” en kısa tarifi bu Cem Yavuz’un kurduğu, çattığı şiirin. Çok katmanlı bir şiir onun çalıştığı. 20 Ölümsüz Şarkı ve’s-Samt bunun giderek daha da yetkinleşen, kendini pekiştirip sıkılaştıran bir örneği. Belirtmeden geçemeyeceğim, kitabın ikinci ve bitiş bölümü olan “ve’s -samt”, bilenlerin bildiği gibi, susmak anlamına geliyor. Bilginin, bilgiçliğin, bilmenin, birikimin bir sınıra dayanıp artık susması, bir hal ehli olarak da şairin kendini “kelâm-ı kesret”ten sakınması gerektiğini ima ediyor bize. Dünyanın konuşmaya, ifade etmeye kışkırttığı bir zaman da “sükût orucu” gibi susma eyleminin de önemli bir meziyet, karakter gücü olduğunu hatırlatıyor yeniden. 20 Ölümsüz Şarkı ve’s-Samt okuru dil zekası, kültür ve medeniyetler bağlamında kurduğu göndermeler ağıyla kışkırtıcı, zorlayıcı bir yolculuğa çağırıyor. Okur bunu göze alır veya günümüzün kolaya alışmış bir “tüketici olarak okur”u bu cehd’den bucak bucak kaçabilir. Elbette kendi bilir. Fakat böyle yaparak, her zaman karşısına çıkmayacak, nadide bir kültürel ve dilsel hazdan kendini mahrum edecektir, bunu da bilmesi gerekir. Bizden uyarması. ‘eylem’e davet Evet, Ergülen’in belki de en ‘sosyal’ içerikli kitabı Vefa Bazen Unutmaktır. Ne söylemesi gerekiyorsa sözü dolandırmadan, açıkyüreklilikle ve keskince söylüyor Ergülen. Kitapların dünyası ve bilhassa şiirin çarpıcılığı eşlik ediyor ona. Kitap, hem buruk bir tat bırakıyor ruhunuzda hem de sizi ‘eylem’e davet ediyor; bazen de eylemsizliği bir eylem olarak sunuyor. Teknolojinin ve modern dünya enstrümanlarının hafızayı örseleyen yanlarına, unutmayı bilinçli bir eyleme dönüştürerek eleştiri getiriyor. Şöyle diyor Ergülen: “Vefalı olmak için unutmak zorundayız. Tuhaf mı geldi bu cümle? Aşktan ihanete, tutkudan bağlılığa, dostluktan yoldaşlığa, fedakârlıktan inada, tüm duygularda ve değerlerde bir içerik değişimi, öz yitimi, boyut düşümü yaşanıyor. Vefayı bile reklam ettiklerine bakılırsa, bu hafifleme hayli sürecek demektir. O yüzden bu hafifliğe razı olmak- 29 tansa, vefayı unutmak daha vefalı bir davranış bile sayılabilir.” Unutmak bir şifadır Ergülen için; gerçeklik ya da sahtelik hastalığına... Ergülen bu yazılarıyla hem kendi içine bakar gibi taşraya bakıyor hem de “ben bir başkasıdır” dizesinin ilhamıyla merkeze. Sınırları kaldırıyor, dillerin, dinlerin, şairlerin, şehirlerin, meşreplerin, fikirlerin karnavalına dâhil ediyor okuru. Çoğu güncel olaylara atıf yapan yazıların barış, sevgi, kardeşlik, birliktelik gibi olgulardan çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir bakıyorsunuz arkadaşlarından, kül kardeşlerinden, ruh akrabalarından, şairlerden, yazarlardan bahsediyor Ergülen; bir bakıyorsunuz yolculuklardan, kâğıttan, mektuptan, filmlerden, şehirlerden, kedilerden, çiçeklerden... ‘Güzel’ olan ne varsa heybesine dolduruyor, Necatigil’in “İncelikler ne isterler?” sorusuna cevap veriyor. şiirin, hüznün, neşenin şöleni Ergülen’in okurla her buluşmasının bir şölen niteliği taşıdığını bilenler bilir. Türkçenin, şiirin, arkadaşlığın, hüznün, neşenin, yolculukların ve dahi bir sürü şeyin... İnsanî olan her şeyin şölenidir bu. Vefa Bazen Unutmaktır Ergülen’in en karamsar ve ideolojik kitabı. Deyiş yerindeyse bir “hüzün ideolojisi” onunki. Hocasının “hüzün ki en çok yakışandır bize” dizesini daha iyi kavramış gibi. Neşesi gibi hüznü de renkli ama. Bir “karnaval” adeta. Cesaret edebilse “dünyayı şiir kurtaracak” diye bağıracak sanki. Kişisel bir şahitlik Ergülen’inki; yakın tarihe... Öznel ama bireyci değil. Kişisel ve resimsiz. Modern zamanların tarihi böyle yazılacak belki de. Şairler ve yazarların kaleminden... Tarihsel söylemle şiirsel söylemin henüz ayrışmadığı zamanlara mı dönüyoruz? Ne diyordu Dıranas o muhteşem şiiri “Olvido”nun son mısraında: “Ey unutuş kurtar bu gamlardan beni!” Haydar Ergülen de aynı şeyi söylemiyor mu? Çünkü “vefa, ah vefa ruhumuzun üstünden/uçup giden anıların posta kutusu,/ ‘görülmüştür’ damgalı o eski rüya...” değil midir? ROMAN KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Kardeş gölgesindeki Nabokov Paul Russell’ın geçtiğimiz haftalarda dilimize çevrilen Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı adlı romanı, bir ülkeyi kaybetmeyi, aile bağlarını, savaşı ve ölümü resmediyor. Kitapta tıpkı Sergey Nabokov’un adım adım değişen yaşamı gibi, Nabokov ailesinin hikâyesini ve ağabeyi, ünlü yazar Vladimir Nabokov’un da yaşamını takip ediyoruz. SERGEY NABOKOV’UN GERÇEKDIŞI YAŞAMI, PAUL RUSSELL, ÇEV.: VOLKAN ATMACA, EVEREST YAYINLARI, 408 SAYFA, 24 TL K İNAN ÇETİN imi romanlar tarihe yakılmış ağıtlardır. Bireysel veya toplumsal kimi tarihlerin birkaç yüz sayfaya sığdırılması da bundandır. Paul Russell’ın Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı adlı romanı işte bu tür romanlar sınıfına girer. Bu tür romanlar sınıfına girer diyorum ya, roman baştan sona kişisel bir tarihin, ona eşlik eden tarihi toplumsal gerçekliğin acımasızlığı üstüne kurulduğu için diyorum bunu. Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı biçim ve içeriğiyle kişinin ülkesini kaybetmesini, aile bağlarını, toplumun gözünde bir kusur teşkil eden eşcinsel duyguları, savaşı ve ölümü resmediyor. Bundan ötürü Sergey Nabokov pek çok zorluğa göğüs germiştir. Bunun içindir ki şöyle diyor: “Aşklarım beni hep pusuya düşürmüştür.” Hayata kusurlu bir başlangıç Roman 23 Kasım 1943’te, Berlin’de bir bombardımanla başlıyor. “Berlin, avlanmayı bekleyen balıklarla dolu bir fıçı”dır ve bu balıklardan biri de Rusya’nın Petersburg şehrinde Vladimir Dmitriyeviç Nabokov ve Elena İvanovna Rukavişnikov’un ikinci oğlu olarak dünyaya gelen Sergey Nabokov’dur. Sergey Nabokov aslında hayata kusurlarla dolu bir başlangıç yapar: “Dürüstlüğünü olur olmaz zamanlarda gösteren büyükannem Nabokova’nın bana sonradan anlattığına göre, annem ve babam, çok da üzerinde titremedikleri ikinci yavrularının ilkinin soluk bir kopyası olduğunu görünce hayal kırıklığına uğramışlar. Yadırganacak biçimde neşesiz bir çocukmuşum; miyop, sakar, onca “tedavi” çabalarına karşın müzmin solak ve kekeme.” Sergey daha dört yaşındayken etrafının savaşlarla ve ilginç denebilecek kişilerle sarıldığının farkına varacaktır. Rusya’nın Japonya’yla savaşta olduğu yıllarda karizmatik ağabeyinin öncülüğünde Wiesbaden’deki otelden kaçtıklarını anlatırken “masum bir karasevda”dan söz ediyor ki bu bölüm, yazarın romanda zaman unsurunu nasıl kullandığını da belirten bölümlerden ilkidir. Bu dengeyi iyi kurmuştur Russell. Öyle ki, Paul Russell, zaman dengesini kurarken biz okurların zaman duygusu- (Soldan sağa) Vladimir Nabokov, Cyril, Olga, Sergey Nabokov ve Elena, 1918 na denk düşecek kadar başarılıdır, sıçramalı olarak her bölümde anlatılanın bir başka “gerçek zaman” kesitine denk gelecek ayrıntılar barındırması da romanın başarılarından biridir. “Zaman” kavramının üstünde duruyorum, çünkü romanın adı Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı bile yorumlamaya muhtaçtır. “Gerçekdışı Yaşam” zaman duygusunun iyi dengelenmesi sayesinde gerçeğe dönüşmesi, yok olanın var olmasıdır. Kuşkusuz ki, kurmaca yapıtlarda zamansal değerlerin nasıl kullanıldığı, romanın hangi ağızla anlatıldığıyla ilintilidir ama “ben” ağzıyla anlatılan ve zaman algısıyla oynamak gerekçesiyle zaman duygusunun büyüsünü bozan veya hiç buna kafa yormamış yazarların kaleminden çıkan pek çok roman yazılmıştır dünyada ve ülkemizde. Yalnızca zaman unsurunu iyi kullanmıyor Russell, Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı’nda. Bunun yanı sıra gerçekliği kurmacayla iyi harmanladığı için de okuru avucunun içine alıyor. Bu söylediğim çok iddialı gelebilir. Bunu şunun için söylüyorum: Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı, gerçeğin büyüsünü kurmacaya aktardığı içindir ki okuru avucuna alır. Gerçek ile kurmacanın birleştiği “zaman” ölümsüz istisnalardan biridir. Çünkü gerçek yaşanmışlıkları tamamlayan yön, gerçeğin kabuğunu açıp iç ışığını ortaya çıkaran kurmacadır. Ka- nımca pek çok başarılı yazar bu iç ışığı gören keskin gözlere sahiptir. Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı’nın kurmacası da bu iç ışıkla meşguldür. Bu iç ışık elbette öncelikle Sergey ve Vladimir Nabokov ile ailelerinin yaşadıklarının arka planındaki gerçeklerdir. Bir bakıma insanoğlunun düşünsel dünyasından fiziksel zamana dâhil olanlardır denebilir. Roman bir bakıma ünlü yazar Vladimir Nabokov’un da gerçek dışı hayatını kapsıyor. Paul Russell anlaşılan o ki, titiz bir araştırma yapmış, romanın arka planını oluşturacak ulaşabildiği kaynaklara ulaşmış, üstünde çalışmış. Romanın sonunda yer alan “Teşekkür” bölümünden de bunu anlıyoruz, yazarın yararlandığı kaynaklar listesi epeyce uzun; böylesi biyografik romanlar yazanlar buna fazlasıyla ihtiyaç duyarlar. Roman içgüdülerin savaşıyla, ülkelerin veya ulusların acımasız savaşlarını tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle veriyor. İçgüdülerin savaşı elbette Sergey’in hayatının bir ağıtıdır. Babası oğlunun şeytani şakayla yoklandığını düşünmektedir. Babası şöyle diyor: “Nasıl da keskin bir dille ifade etmiş Puşkin: ‘Sevgiyle şakalaşmak şeytanın işidir.’ Bu şeytani şakanın seni yoklamasına asla razı gelmemelisin.” Ama Sergey Nabokov’un gerçek yaşamı bu şakayla geçecektir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının ve ağabeyi Vladimir Nabokov’un gölgesinde geçen yaşamında “çok şey ola- 30 cak ama hiçbir şey değişmeyecektir”. Kırılgan bir köprü Sergey Nabokov’un kendisinden dinlediğimiz hikâyesiyle 1900’lerin başlarına kadar gidiyoruz. Çarlık Rusyası’nın bitişine, Bolşeviklerin iktidara gelişine tanıklık ediyoruz. Tıpkı Sergey Nabokov’un adım adım değişen yaşamı gibi, Nabokov ailesinin yaşamı da kimi toplumsal olayların baş göstermesiyle birlikte değişiyor ve romanın bu tarihsel arka planıyla birlikte ünlü yazar Vladimir Nabokov’un da yaşamını takip ediyoruz.Sergey Nabokov’un hayatı toplumca kusurlu görülen içgüdülerle sanat, vatan sevgisiyle sürgünler, aile ile cinsel kimlik arasında kurulmuş çok ayaklı ama kırılgan bir köprüye benziyor. Berlin, Petersburg, Cambridge, Paris… Bir savruluşun hikâyesidir Sergey’in hayatı. Çocukluktan ilkgençliğe, oradan sürgünlerle biçimlenen, ağırlaşan ve olgunlaşan yıllara uzanıyor. Sanki yaşadığı her kentin ona biçtiği bazı roller vardır ve roller bizi de içine alarak Sergey Nabokov’un yaşadığı duyguların bir parçası yapıyor, ülkelerin, kişilerin ve hayaletlerinin. Sergey’in dediği gibi: “Bir Alman yurttaşını sevdiğim için hapse atıldım. Ama nerede durduğumu anlayasınız diye size şunu söyleyeyim: Nasıl Stalin’in Sovyet’i o bildiğimiz Rusya değilse, Hitler’in Reich’ı da o bildiğimiz Almanya değil. Gerçeklik kisvesi altında ölüm saçan birer hayalet ikisi de.” KÝTAP ZAMANI Yaşlı bir çocuktu şair BİYOGRAFİ-İNCELEME 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Dedikodudan hikâyeye He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı Asaf Hâlet Çelebi biyografisi şairin edebiyat, musiki ve resim çevreleriyle ilişkilerinin yanı sıra bir insan olarak aşklarını, ‘müstakil namzet’ olarak siyasete soyunuşunu ve memuriyet hayatını belgelerle ortaya koyuyor. Gazeteci ve deneme yazarı Robert Fulford, Anlatının Gücü: Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik adlı kitabında edebi sanatların atası olarak gördüğü hikâyecilik üzerinde duruyor. Anlatının başlangıcı saydığı dedikodulardan, kitle kültürünü şekillendiren sinema ve televizyona kadar hikâyeciliği ele alıyor. HE’NİN İKİ GÖZÜ İKİ ÇEŞME, BEŞİR AYVAZOĞLU, KAPI YAYINLARI, 350 SAYFA, 22 TL ANLATININ GÜCÜ, ROBERT FULFORD, KOLEKTİF KİTAP, 133 SAYFA, 14 TL M AHMET HAMİT YILDIZ ustafa Miyasoğlu, küçük şişelere koyulmuş ağır miskler gibi duran şiirleriyle tanıdığımız Asaf Hâlet Çelebi (1907-1958) için ilk derleme çalışmasını yayımladığında, ölümünün ardından unutulmaya terkedilmiş olan şairi sincabi uykularından uyandırıyordu. Edebiyat dünyamızın dikkatini çeken ikinci kitap bundan 15 yıl sonra Bilal Kırımlı’dan gelecek (2000), şairin hayatı, sanatı ve eserleri akademinin yöntemleri ve yaşayanların tanıklıklarıyla mercek altına alınacaktı. Ölümünün 45. yılında Mehmet Can Doğan’ın hazırladığı A’dan Z’ye Asaf Hâlet Çelebi kitabı ile Hüseyin Su, İlyas Dirin ve Şaban Özdemir tarafından hazırlanan Asaf Hâlet Çelebi Kitabı edebiyat dünyamızda şaire olan ilginin giderek arttığını gösteriyordu. Bugünlerde yayımlanan He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı çalışmasında Beşir Ayvazoğlu’nun, biyografi türünde eserlerinin bir yenisini Asaf Hâlet Çelebi’ye ayırdığını görüyoruz. Dönemi İçinde Şair Asaf Hâlet biyografisiyle Ayvazoğlu, sadece şairin hayatına değil, aynı zamanda 1940’lı yılların edebiyat ve sanat ortamına nüfuz etmemizi sağlıyor. Giriş satırlarına “Asaf Hâlet Çelebi, ders kitaplarında yoktu” tespitiyle başlayan Ayvazoğlu, onun “Cüneyd” ve “Semâ’-ı Mevlana” şiirleriyle karşılaştığında adeta çarpıldığını, yıllar içinde ona olan sevgi ve ilgisinin devam ettiğini belirterek, He’nin İki Gözü İki Çeşme’yi yazmasına neden olan gelişmelerden söz ediyor. Şairin özlük dosyasının Türk Tarih Kurumu tarafından satın alınmasıyla başlayan sürecin sonunda Ayvazoğlu, Asaf Hâlet’i bir edebiyat kişisi (persona), biyografi kişisi ve kültürel şahsiyet olarak dönemin edebiyat ortamı içerisinde resmeden söz konusu biyografi çalışmasıyla karşımıza çıkıyor. Kitap boyunca Şair olarak andığı Asaf Hâlet’in edebiyat, musiki ve resim çevreleriyle ilişkilerini, dönemin dergileri, gazeteleri ve edebi mekanlarıyla içiçe anlatırken, bunun yanısıra bir insan olarak aşklarını, ‘müstakil namzet’ olarak siyasete soyunuşunu, ‘küçük memur’ olarak geçirdiği memuriyet hayatını keskin bir belgecilik çerçevesinde ortaya koyuyor. H Ayvazoğlu, dönemi içinde bir Asaf Hâlet portresi çizerken, birçok teferruatı süzerek karakteriyle ilgili küçük ayrıntıları da işaretlemeyi ihmal etmiyor. Çalışma boyunca serpilmiş, tanıklıklara dayanan küçük ayrıntıları birleştirdiğimizde Türkçenin en soyut şairlerinden birinin adeta ete kemiğe büründüğünü görüyoruz. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen bir zeki İstanbul çocuğu, bir hattatınkine yakın güzellikte talik hattı olan, kitaplarının çoğunu kendi ciltleyen, şiirlerini kendi eliyle âharladığı kağıtlara yazıp duvarlara asan, eski musikimizle Hamparsum notasını bile okuyup deşifre edebilecek kadar içli dışlı, III. Ahmed devrinden kalma elyazması bir yemek kitabındaki tariflere göre yemekler yapan, dost meclislerinde yakasında gül ya da karanfil, koltuğunun altında bir yığın kitapla arzıendam eden, kalemlerinin ucunu zımparayla düzelten, cebinde onlarca kalem taşıyan, şiir kitabı ‘He’ için kendi otoportresini çizen, vapurda cebinden çıkardığı antika kutulardan kakule, Nemse kimyonu, kaya tuzu, safran veya franbuaz şekerlerinden yanındakilere ikram eden nesli tükenmiş bir derviştir şair. Her büyük yetenek gibi yaşadığı zamanlarda yeterince anlaşılamayan, dandy veya bobstil diye adlandırılarak yazılarla, karikatürlerle alaya alınan, oysa Doğu ve Batı kültürlerine aşina yüksek bir kültürel şahsiyet olan şair, Ayvazoğlu’nun derinlikli biyografisiyle edebiyat tarihimizde layık olduğu yeri alacaktır. SONER ÖZCAN ikâye anlatmaya ne zaman başladık bilmiyoruz. Yalnızca, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren anlattığımız kanısındayız. Bunun da elbette oldukça haklı bir dayanak noktası var: Hikâyelerin insan ve toplum hayatındaki yeri... Uzak geçmişimizde atalarımız yaşamı, varoluşu mitler ve kutsal hikâyeler aracılığıyla öğreniyordu. İnsanlar çocukluklarından itibaren hikâyeler duyuyor ve anlatıyordu. Her anlatıcı da kendinden bir şeyler katıyor, hikâyeler ilk hallerinden uzaklaşıyor daha da karmaşık ve yoğun birer anlatıya dönüşüyordu. Bu kolektif hikâye oluşturma süreci günümüze değin sürdü ve hâlen sürmekte. Her ne kadar yazı ve bireysel yazarlık, görünüşte iktidarı elde etmesiyle sözlü olanı olumsuzlamaya giriştiyse de iki alan birbirini etkileyerek ve gitgide daha da genişleyerek sürmüş; günümüzde –Walter J. Ong’un ifadesiyle “İkinci Sözlü Kültür”de– ise neredeyse birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir. Hikâyeler ve hikâyecilik günbegün artmakta, çünkü hikâyelere ihtiyacımız var. Her gün yedi milyar insan birbirine hikâye anlatıyor. Masallar, öyküler, romanlar, kıssalar, menkıbeler gibi bildik ve herkes tarafından kabul edilmiş hikâyelerin yanı sıra kendi yaşamlarımız, kısa yoldan köşeyi dönenler, zor şartlar altında başarıya ulaşanlar, okulda aşağılanan dâhiler, dünyayı yönetmeye çalışan patronlar, kavuşamayan âşıklar ve daha pek çok kişi ve yaşam üzerine hikâyeler anlatıyoruz. Her biri bizi eğlendiren, eğiten, düşündüren ve iletişim kurmamızı sağlayan bu hikâyelerle iç içeyiz. Ve bu iç içelik sebebiyle –Robert Fulford’un söylediği gibi– hikâyeciliğe hak ettiği değeri vermiyor ve yaşamımıza kattıklarını çok da iyi değerlendiremiyoruz. ‘Çocukluğumun İçindeyim’ Ayvazoğlu, çalışmasında kadim uygarlıkların kıyılarında dolaşan onca eserine karşın “Ben hâlâ çocukluğumun içindeyim!” diyen şairin sözünden hareketle “hayatının sonuna kadar çocuk kalmıştı” tespitini yapıyor. Bu tespiti, Abdülhak Hâmid’in “tayy-ı menziller eyleyen fertût” (mesafeler kateden yaşlı çocuk) dizesiyle birlikte düşünmek gerekiyor belki de. “Cüneyd”, “Semâ’-ı Mevlana”, “Sidharta”, “Mısr-ı Kadim”, “Asuri Şiiri”, “Kilise” ve “Tevrat Şiiri”yle zamansız bahçeleri kucaklarken, “ruhun buğuları” olarak adlandırdığı şiirlerini birer gerçeküstü masala dönüştürürken içindeki çocuğu unutmamıştı şair. Bir çocuktu belki, ama “yaşlı bir çocuk”tu.. ‘tayy-ı menziller eyleyen fertût’... yakasında gül bir şişecik cebinde su koltuğunda cildi âsüman kitaplar - yolda Mesnevî ve Bhagavad Gîta. Çağımızda hikâye anlatmak Robert Fulford, 1932 doğumlu Kanadalı gazeteci, editör ve deneme yazarı. Kanada’nın en önemli kültür gazetecisi de seçilen Fulford, hâlen Globe and Mail’de ve Toronto Life’ta yazmakta. 1999’da yazar, Massey Konferansı’na davet edilmişti. Birer saatlik beş konuşmadan oluşan buradaki konferansından Anlatının Gücü: Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik adlı kitap ortaya çıktı. Ezgi Kardelen’in başarılı çevirisiyle 35 dilimize kazandırılan kitapta Fulford, edebî sanatların atası olarak gördüğü hikâyecilik üzerinde duruyor. Anlatının yeryüzündeki başlangıcı saydığı dedikodulardan, kitle kültürünü şekillendiren sinema ve televizyona kadar hikâyeciliği alışılmışın dışında bir perspektifle ele alıyor ve psikoloji, antropoloji, nöroloji gibi farklı disiplinlerden de yararlanarak yaşamın her tarafına sinmiş hikâyelerin önemi üzerine düşünmemizi sağlıyor. Dedikodunun anlatı tarihinin başına yerleştirildiği “Dedikodu, Edebiyat ve Benlik Kurguları” isimli birinci bölümde yazar, dedikodunun yazın sanatı içindeki yerine odaklanıyor. Mary McCarthy’nin “The Fact in Fiction” [Kurgudaki Gerçeklik] makalesinden alıntılar yaparak Tolstoy, Flaubert, Proust ve tüm diğer büyük romancıların romanlarında dedikodu havası bulunduğu iddiasını destekliyor. Özellikle dedikodudan romanlaştığını öne sürdüğü Bellow’un Herzog romanı üzerinde duruyor ve hikâyelerin yeryüzünde varlıklarını sürdürmesinin sebeplerini sorgulayarak ilk bölümü tamamlıyor. İkinci bölüm ise “Büyük Anlatılar” olarak adlandırdığı, medeniyetlerin yükselişini ve çöküşünü anlatan genel tarihî anlatılar üzerine. E. Gibbon, T. Macauley, F. Parkman, H. G. Wells ve O. Spengler’ı odağa alan Fulford, geçmişi tutarlı bir anlatı haline getirme ihtiyacımızdan, bu doğrultudaki çabalarımızdan ve bunu şimdiye kadar başaramadığımızdan –belki de bunun başarılamaz olduğundan- bahsediyor. GAZETECİLİK VE HİKÂYE Bir sonraki bölüm hepimizin aşinası olduğu, şehir efsaneleri hakkında. Kolektif sözlü üretimin günümüzde devam eden ürünleri şehir efsanelerinin nasıl oluştuğunu, kültürel ve hatta politik yaşamda ne gibi etkilerinin olduğunu tartışıyor. “Sokak Edebiyatı Haberlerinin Şekillenişi” isimli bu bölümde Fulford, kendi mesleği olan gazetecilikten ve editörlükten edindiği tecrübeyle haberlerin yazılma sürecini, televizyonun ve internetin yayılacağı günümüze kadarki gazetecilik tarihi üzerinden sunuyor. Son iki bölümde yazar, modernizmle birlikte hikêyecilikte yükselişe geçen “güvenilmez anlatıcı” kavramını, kitle kültürü çağı olarak nitelenen günümüzde kitlesel hikâyeciliği, postmodern akademik teorilere de yer vererek ele alıyor. KÝTAP ZAMANI İstanbul’un şiir yazan kedileri İ ŞİİR-ÖYKÜ 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Yarım kalanların öyküsü Gündüz Vassaf’ın İstanbul’da Kedi adlı kitabı okuru hem sürprizlerle şaşırtıyor, hem de mitolojiden tarihe, felsefeden şiire geniş bir atlasta dolaştırıyor. Kitabı benzerlerinden farklı kılan, insanın kediyle/hayvanla kurduğu çarpık ilişkideki güç savaşını kendine has dikenli ironisiyle ifade etmesi. Uzun Irmak Boyunca , Hande Gündüz’ün ikinci öykü kitabı, Alakarga Yayınları tarafından okura sunuldu. Büyülü bir dil kullanan yazarın hikâyelerinde bir ‘yarım kalma hali’ öne çıkıyor. İSTANBUL’DA KEDİ, GÜNDÜZ VASSAF, YAPI KREDİ YAYINLARI, 300 SAYFA, 24 TL UZUN IRMAK BOYUNCA, HANDE GÜNDÜZ, ALAKARGA YAYINLARI, 112 SAYFA, 10 TL ESRA YALAZAN stanbul’da Kedi’nin resimli, mısralı sayfalarını çok eski bir masal kitabının içinde dolaşır gibi karıştırırken o sade mısrada durdum ve kanepenin diğer ucunda benim gibi battaniyenin altında mırıldayan kedime baktım. Dünyanın uğultusundan azade patilerini özenle yalıyor, onlarla yanaklarını temizliyor ve sonra okunu fırlatmaya hazır bir yay gibi iyice geriniyordu. Her zaman yaptığı bu hareketler sıradan bir kedinin olağan halleriydi aslında. Ona seslendiğimde duymuyormuş gibi yapmasına rağmen kuyruğunu sevinçle oynatması, gözlerini yumarak beni onaylaması, küçük kağıt topların peşinde avcı bir köpek gibi koşup marifetlerini göstermesi, hayır bunların hiçbiri onun tabiatına has inceliklerin ifadesi değildi. Ama ben de tıpkı kitabın yazarı Gündüz Vassaf gibi onun şiir yazabildiğini, hayatı kendi mistik algıları üzerinden metaforlarla okuyabildiğini biliyordum. Onun çağırdığı mana, duygularının üzerine kapanan bir şair gibi davranışlarının, beden hareketlerinin ayrıntılarından saklıydı ve ancak o göz önünden kaybolduktan sonra anlaşılabiliyordu. Pervazın yanına ilişip bakışlarını sokağın ıssızlığına, martılara, telaşla koşuşturan insanlara, saçaklardan damlayan iri damlalara sabitlediğinde bütün bir ömrü temize çekiyordu sanki. O bana suskun şiiriyle bakarken ben kitaptaki kedinin kadim tarihine dönüyordum: “Yedi kıta yolculuğumuzda/ Liman kenti dağ köyü,/ Saray, sokak/ İskender’in ordusu/ Kolomb’un gemisi/ Kediler/ Yalnız bırakmadılar bizi”. Mısralar böyle akarken yazar Montaigne’in kediyle ilişkisini hatırlatıyor: “Kendisinin mi kediyle, kedinin mi kendisiyle” oynadığına kafayı takar”. Hayvan-insan, kedi-insan ilişkisi yazının başlangıcından beri yazarları meşgul etmiş meselelerden biri. Her yazar bu kadim ilişkiyi kendi üslubunca kurcaladı, yazdı. Gündüz Vassaf’ın bir anlamda yarattığı bu yeni anlatı, okuru hem sürprizlerle şaşırtıyor hem de mitolojiden tarihe, felsefeden şiire geniş bir atlasta dolaştırıyor. Onu benzerlerinden farklı kılan, insanın kediyle/hayvanla kurduğu çarpık ilişkideki güç savaşını, çaresiz üstünlük mücadelesini kendine has dikenli ironisiyle ifade ediyor oluşu: “‘Ben hayvanlardan farklıyım, iki ayak üstünde yürür, alet yaparım’/ Filleri köleleştirdi, develeri güreştirdi/ Kucağında pedikürlü süs Ö köpeği Elinde bahs-i müşterek bileti/ Atları altılı ganyanda kırbaçlattırdı”. Evet, insanın diline pelesenk olan, kedilere atfedilen o özellik gerçektir. Kedi bencildir. İstediği vakit kendini sevdirir. Sevmeyi elbet bilir ama sevilmeyi hatta öyle görünmeyi tercih eder. İnsanı sevebilmek için ondan uzak durmak gerektiğini bilir çünkü. Peki ya insan, o farklı mıdır? Sokrates’ten ‘Kendini tanı’ sözünü alan insan, yazarın dediği gibi ‘Ben kimim’ saplantısıyla sazı elinden bırakmadı: “Biz Ademoğulları / Kendimizi tanıyalım derken / Kendimize taptık”. Gündüz Vassaf, kedinin dünyaya gelişi insana hizmet değil de insana had bildirmek, derken pek haksız değil. Bunu bir kediyle birlikte yaşamayan bilemez. Yazar, insan-kedi ilişkisini edebiyatın diline tercüme ederken biraz da tarifi zor bu ilişkiyi mitoloji, efsane, destan, hikâye, tarihsel gerçekler ve kahramanlar aracılığıyla anlatarak uygarlığın ürkütücü, kronolojik resmini çiziyor. Kedileri tanrılaştırıp kurban eden, mumyalayıp satan, evcilleştirip ticaretini yapan, saraylarda ağırlayan, kürkünü yapan hep insan. ZEHRA ONAT ykünün bir edebiyat türü olarak sunduğu imkânlarla, romandan daha özgür bir tür olduğu iddia edilebilir. Diyebiliriz ki öykü, türün getirdiği bu özgürlük sayesinde bütünlük gözetmek mecburiyetinden bağımsızdır. Alakarga Yayınları’nın edebiyatımıza kazandırdığı Hande Gündüz’ün Uzun Irmak Boyunca adlı kitabında, öykünün sunduğu bu özgür imkânları kullandığını söyleyebiliriz. Trafik terörü, çiftlik hayatı, şenlik ateşi ya da düğün çorbası kendine yer buluyor Gündüz’ün öykülerinde. Gündelik hayatta karşılaşılabilecek detayları, ince bir işçilikle ele alıyor yazar ve konu zenginliği bakımından okuyucuyu şaşırtan bir dünya sunuyor. “Son Taş”ta gece yarısı rüzgârın sesine uyanan bir kadının, evde biri var endişesini öykülüyor mesela. Kadının odaları tek tek dolaşıp olası tehlikeye kendini hazırlayışını, ihtiyatlı davranışlarını anlatışı ve bu kısacık zaman dilimine sığdırdıklarıyla öykünün hakkını teslim ediyor. Yahut bir başka öyküde martıların hareketlerini izleyen birini konu ediniyor. Yazar bir yandan değinilmemiş konulara göz kırparken, diğer yandan alışılagelmiş sınırların dışına çıkıyor. Kullandığı mekânlar, seçtiği zaman, ya da kurduğu karakterler çoğu öyküde muğlak bırakılıyor. Okuyucunun hayal gücünü zorlayan bir zemin sunuyor bu noktada; öykülerin nerede başladıkları, nerede sonlandıkları öyle belirsiz kalıyor ki kimi zaman, diğer öyküye geçtiğinizde bile beyniniz, okuduğunu bir öncekinin devamı gibi algılamak istiyor. Hande Gündüz’ün öyküsünde kullandığı yalın dil de dikkat çekici. Sakin, fırtınasız bir denize benzetmek mümkün bu anlamda. Şaşırtıcı bir gelişme yaşanmıyor birçok öyküde, hangi olayı anlatırsa anlatsın durağan ya da ağır ilerleyen bir atmosfer kuruyor; gürültüsüz, debdebesiz, telaşsız... Gündüz’ün karakterlerinin ortak özelliği ise, her birinin tamamlanmamışlık içinde olması. Tıpkı günümüz insanı gibi, bir yanlarıyla hep eksik, hep yarımlar. Küçük detaylarda gösteriyor Gündüz bu yarımlığı. İSTANBUL SOKAKLARINDA KEDİLER Vassaf, seksen milyon hücresi koku için çalışan kedileri eski/yeni İstanbul sokaklarında dolaştırıyor. Canı istediğinde çekip giden kedilerden bahsediyor sonra: “Gün geldi, çat kapı uğramadı iki evine/Kayboldu sanıldı/ Ağaçlara ilan asıldı/Ortalık ayağa kaldırıldı/Bu nafile çırpınışlar/Kedileri anlayamadığımızın kanıtı/Onlar yaşam yolculuklarının/Tevekkül duraklarında/İsterlerse/Hindu fakirleri gibi/Yollarda/Arzu ettiklerinde/Yıllar geçse de/Dönerler eski evlerine/ Kim bilir?/Belki de aynı evin eski sahiplerine/ Ya da eski sahiplerin yeni evlerine.” İnsanın asla kedi kadar bağımsız olamayacağını, iki yüzlülüğünü muhtelif ‘taşlamalarla’ aktarırken burjuvazinin kedi algısını, kapitalist sistemin kedili tuzaklarını, modern insanın yapay kedi ehlileştirme yöntemlerini adeta kırbaçlıyor. Vassaf’ın sesle, sözcük uyumuyla pek derdi yok. Dolayısıyla kapağında ‘şiir-roman’ yazan türün bildiğiniz şiir olmadığını hatırlatmakta fayda var. İstanbul’da Kedi, “hayvan” sözcüğünü hâlâ hakaret olarak kullanan insanın kibrini terk etmedikçe dünyayı kavrayamayacağını, müzelerden seçme kedi resimleri, illüstrasyonlar, hikâyeler ve tarih eşliğinde, kendi türünün tılsımlı lisanıyla anlatıyor. 31 “Şenlik” öyküsünde, şenliğin peşinde orman yollarını aşanların hedeflerine vardıklarında, orada bir şenliğin olmayışı, “Memento”da tüyün çekip gidişi, “Adeta” isimli öyküde çocuğun attan düşüşü örneklerden sadece birkaçı. Gerçeküstüne geçiş İlk kitabı Çaparide Çırpınmak’la kıyaslayacak olursak, Gündüz daha önce nadiren başvurduğu bir üsluba geçiş yapıyor ve bu kitabında büyülü bir dil kullanıyor. İsrailli yazar Etgar Keret’in kitaplarında da rastladığımız bu büyülü dünya Gündüz’ün öykülerinde bazen yerini buluyor bazen de kendini tam anlamıyla gerçekleştiremiyor. Yazar gerçekle gerçeküstü arasındaki geçişleri o denli hızlı ve keskin yapıyor ki, okuyucu hangi durumun içinde olduğunu, o anda gerçekleşen olay ya da olayların hangi düzlemde sürdüğünü algılamakta güçlük çekiyor. Buna en iyi örnek de “Bizon” öyküsü. Kitabın en güçlü öyküleri arasında yer almasına rağmen, Bizon’daki geçişler algıyı sarsan bir etki bırakıyor. Bir kadının tekerlekli sandalyeye mahkum babasını arabayla maça götürdüğü sırada trafikte sıkıştırılmasını konu ediyor yazar ve bir yerde yaralı bir bizondan bahsetmeye başlıyor. Bir yanda trafik magandaları, diğer yanda torbada taşıdığı yaralı, sürüsü tarafından terk edilmiş bir bizon! Bu sıra dışı hayal gücü bir araya gelmesi imkansız iki varlığı bir araya getiriyor getirmesine ama, okuru yoran bir akışla: “Ne istiyorsunuz? demiş kadın. Hiç, hiçbir şey minik böcek. Korkma, bas. Su aygırının hantal gölgesi üstlerine çörekleniyor. Onu çoktan fark etmiş. Yapış, diyor adam, yapış, çarparız, çarpmazsın, boşluk bırakma. Su aygırının penceresi aralanıyor. Kadın bunu söylemiyor. Onun yerine, yanına dönüp, Söyler misin bu yaptığımız akıl karı mı? Öteki, kadının etrafında dolanmış. Kadın torbanın kımıldamaması için dirseğini dayamış. Küçük adam, kamasını belinden çekip, bileğine yaslamış.” Gündüz’ün günümüz öykücülüğüne farklı bir bakış açısı getirdiğini söyleyebiliriz. Öyküde yeni bir soluk arayanlar, Uzun Irmak Boyunca’nın sesine kulak verebilir. KÝTAP ZAMANI Tarih, yapılan bir şeydir TARİH 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Erdem Çıpa ve Emine Fetvacı’nın derlediği Osmanlı Sarayında Tarihyazımı adlı kitap, Osmanlı tarihyazımı üzerine yapılan bir sempozyumda sunulan bildirilerin gözden geçirilmiş hallerinden oluşuyor. Derlemede, Osmanlı kimliğinin anlatı yoluyla kendisini anlamlandırmasına ve dünya-tarihsel bir düzleme yerleştirmesine dair bir dizi analiz ve yorum yer alıyor. OSMANLI SARAYINDA TARİHYAZIMI, DER.: H. ERDEM ÇIPA-EMİNE FETVACI, ÇEV.: METE TUNÇAY, TARİH VAKFI YURT YAYINLARI, 240 SAYFA, 28 TL İ EMRAH PELVANOĞLU nsan bilimleri arasında “tarih”in çok özel bir yeri var. 19. yüzyıl Almanya’sında başlayan ve “tarih”e akademik bir disiplin olarak önemli bir yer açan belge merkezli ampirik tarihçilik idealleri bir yana, insanın kültür üreten doğasını daha iyi kavramak için “tarih”le uğraşmaya mecburuz. Tam da bu yüzden tarih, basitçe bir geçmiş anlatısı olmaktan çok daha fazlasını içeren, dinamik ve çatışmalı bir “yerleştirme” çabası. Bu çabanın belgelenebilir olduğu hemen her aşamada zorunlu olarak “anlatı” ve dolaylı olarak da bir “tür” meselesi ile karşılaşıyoruz. Dil, dünya ve belge arasındaki pozitif saydamlığa dayanan ampirik tarihçiliğin, büyük yazarlarca abidevi yapıtlar üreten bilimselci yaklaşımı, tarihin anlatısallığını belgenin ürettiği hakikat ile aşarken, çatışma ancak belgenin güvenilirliği ya da yeni belgelerin olası güncellemeleri dolayımında çıkıyordu. Her türlü belgenin içerdiği çeşitli zorluklar, gerekli filolojik yetkinlik ve sabır, tarihçinin bir nevi hakikat habercisi olarak sağladığı otoriteyi destekler ve ortaya çıkan yerleştirmenin (zamanda, mekânda, dilde, kültürde) anlatısallığı kolaylıkla gözden kaçabilir. Dilbilimsel dönemecin (lingustic turn) üzerinden geçen yarım asra rağmen özellikle Osmanlı tarihçiliğindeki baskın metodolojinin bu olduğunu ve tarihyazımına dair sınırlı teorik tartışmaların ayrı bir alanda kendi seyrine bırakıldığını söyleyebiliriz. Ancak söz konusu durum tarihçiliğin bu baskın karakterini dengeleyen başka türlü çalışmaların olmadığı anlamına da gelmiyor. Bir derleme olan Osmanlı Sarayında Tarihyazımı, son yıllarda artan bu nitelikli örneklerden bir tanesi ve kitaba katkı sunan araştırmacılar da yine bu yöndeki üretimleri ile bilinen değerli akademisyenler. Erdem Çıpa ve Emine Fetvacı’nın derlediği kitap, 2009 yılında Indiana Üniversitesi’nde Osmanlı tarihyazımı üzerine yapılan bir sempozyumda sunulan bildirilerin gözden geçirilmiş hallerinden oluşuyor. 2013 yılında Writing History at the Ottoman Court: Editing the Past, Fashioning the Future adı ile yayımlanan bu değerli çalışma, Mete Tunçay’ın çevirisiyle ya- şüphesiz ki çok değerli bir Türkiye bağlamı da mevcut. Yine de çeviri faaliyetlerinin doğal sınırlılığını da hesaba kattığımızda ortaya zaman zaman farklı gündemleri, farklı araştırma yöntemleri ve farklı dilleri olan cemaatler çıkıyor. Bir tarafın daha evrenselci yönelimlerine karşılık, diğer tarafın araştırmalarını sahiplenme / özdeleşme çizgisinde sürdürdüğünü gözlemliyoruz. yımlandı. İlk elde dikkati çeken elbette ki farklı başlık tercihlerinin ortaya çıkardığı önemli nüanslar. İngilizce başlıkta, tarihin anlatısallığı, onun yazı yoluyla icra edilen bir kurmaca olduğunu ima eden alt başlık ile iyice vurgulanırken, Türkçe başlıkta bitişik yazılan “tarihyazımı” metodoloji standartları karşılığında kullanılan “historiography”yi çağrıştırıyor. “Geçmişi düzenlemek”, “geleceği biçimlendirmek” gibi önermelerin tarihsel anlatı ve hakikat arasındaki mesafeyi dolduran öznelerin rollerini dikkate aldığı ve kitapta Osmanlı tarihyazımının benzer bir dizi perspektifle ele alındığını işaret ettiği açık. Lâkin aynı açıklık “Osmanlı Sarayında Tarihyazımı” gibi standart bir başlıkta mevcut değil, kaldı ki ilgili alt başlık kitabın orijinal adının belirtildiği künyede dahi es geçilmiş. Bu bir tercih midir, tercihse kime aittir bilmiyoruz. Yayınevinden kaynaklı editöryal bir tercihse, Osmanlı tarihyazımına dair mevcut kuramsal limitler göz önünde bulundurularak, çalışmanın betimlemeci (deskriptif) yönü öne çıkarılmak istenmiş olabilir ki büyük oranda 15 ve 16. yüzyıllardaki önemli birincil kaynakların değerlendirildiği çalışmanın bu yönü de gayet doyurucu. Osmanlı Sarayında Tarihyazımı’nın bir diğer yönü, kitabın Türkiye dışında, ağırlıklı olarak Birleşik Devletler’de icra edilen Osmanlı tarihçiliğinin ürünü olması. Bilgi üretimi ve paylaşımının İngilizce olarak yapıldığı bu dünyanın Tarihsel modellerle düşünmek Osmanlı Sarayında Tarihyazımı, Osmanlı kimliğinin anlatı yoluyla kendisini anlamlandırmasına ve dünya-tarihsel bir düzleme yerleştirmesine dair bir dizi analiz ve yorumundan oluşuyor. Hakan Karateke’nin “On Dokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Tarihyazımında Yeni Dönemler” başlıklı makalesi dışındaki bütün yazılar, 1402 Ankara Savaşı’nın yarattığı meşruiyet krizleri ile Kanûnî Sultan Süleyman saltanatının meşruiyeti etrafında rekabet eden farklı dünya-tarihsel modellerin (dolayısıyla farklı politik tahayyüllerin, cemaatlerin) ürettiği kimlik ve anlam örüntülerine odaklanıyor. Kaynakların sorunsallaştırılmasına, farklı türdeki anlatı ve görsellerin ilgili öznelerin tarihsel imgelemleri tarafından nasıl işlevselleştirildiğini ortaya koyan temel metodolojik yaklaşımın yine bütün yazılar için geçerli olduğunu belirtebiliriz. Çıpa ve Fetvacı kitaba yazdıkları önsözde, tarihsel imgelemin Osmanlılar 32 üzerindeki etkisinin çok derin olduğunu ve mevcudiyetlerini (“şimdi”yi) yazınsal ya da tarihsel model terimleriyle gördüklerini belirterek, “kendi çağlarının İskender’leri ya da (Hz.) Süleyman’ları olan Osmanlı hükümdarlarından ve onları Süleyman’ın vezirleriyle ilişkilendiren ‘Asaf’ adlı başvezirlerden söz edildiğini okuyoruz” diyorlar. Tarihin, şimdinin ya da gerçekliğin bu şekilde kavranması bir “tarihsel modellerle düşünme” meselesinin yanında, Osmanlı kimliği bağlamında tanımladığımız öznelerin kendilerini ve eylemlerini yerleştirdikleri tarihsel alanı nasıl tasarladıkları ile de ilgili. Osmanlı Sarayında Tarihyazımı’ndaki makaleler “dünyada olup bitenlerle ilgili bir ‘Osmanlı’ anlayışını ya da ‘Osmanlı’ kültürel veya siyasal güdülerini ve çıkarlarını yansıttıkları düşünülen metinleri, olayların çok özgül bileşimlerine tepki gösteren bireylerin, sosyal toplulukların ya da siyasal hiziplerin güdülenmelerine bağlıyor”. Dimitris Kastritsis, Baki Tezcan, Kaya Şahin, Tijana Krstic, Giancarlo Casale, Fatma Sinem Eryılmaz ve Hakan Karateke’nin yazılarından oluşan kitap, Osmanlı tarihyazımı ve genel olarak Osmanlı tarihçiliğine ilgi duyanların kayıtsız kalmaması gereken özgün bir çalışma. Farklı disiplinlerden ve ilgi alanlarından beslenen bir dizi “okuma” bir araya gelince ortaya çıkan kültürel dizgeleri ve örüntüleri izlemek de ayrıca keyifli. KÝTAP ZAMANI Bilimin kaynağı olarak cehalet P DÜŞÜNCE-TARİH 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Tek parti döneminin bilinmeyenleri Stuart Firestein’ın Cehalet adlı kitabı, yazarın Columbia Üniversitesi’nde sinir hücreleri üzerine çalışırken “Cehalet” başlıklı bir ders açmaya karar vermesiyle ortaya çıkmış. Yazara göre cehalet insanı bir şeyler bilmeye ve ilerlemeye itiyor. Birinci Meclis’teki muhalefet hakkında çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmet Demirel’in gazete yazıları Cumhuriyet Tarihinin Bilinmeyen Gerçekleri adıyla kitaplaştı. Demirel’in incelemesi, hem akademik düzeyini yitirmeyen hem de resmî tarihten tamamen bağımsız olabilen az sayıdaki çalışmadan biri. CEHALET, STUART FIRESTEIN, ÇEV.: MEHMET DOĞAN, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 152 SAYFA, 25 TL CUMHURİYET TARİHİNİN BİLİNMEYEN GERÇEKLERİ, AHMET DEMİREL, UFUK YAYINLARI, 394 SAYFA, 20 TL A. YAVUZ ALTUN rof. Stuart Firestein, Columbia Üniversitesi biyoloji bölümünde sinir hücreleri üzerine çalışırken, “Cehalet” başlıklı bir ders açmaya karar verir. Firestein uzun yıllar tiyatro ile uğraştıktan sonra bir anda kendini üniversitede biyoloji bölümünde bulmuş ve kısa süre sonra sinirbiliminde araştırma yapmaya hevesli olduğunun farkına varmıştır. “Cehalet” başlıklı bir ders (yahut anlatılanlara bakılırsa bir çeşit “bilim insanları için toplu terapi seansları”) açmaya karar verdiğinde, şu cümleyi serlevha yapar kendisine: “Karanlık bir odada siyah bir kedi bulmak oldukça zordur, özellikle de odada hiç kedi yoksa.” Burada asıl araştırdığı, insanların ne bildiği değil “ne bilmediği” ya da bir nevi “cehaletin itirafı”. Sokrates’in “bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözüne referansla Firestein, bilimin nasıl ilerlediğine dair farklı tezler anlatır. Bilimsel araştırmanın, karanlık odada el yordamıyla bir şeyler aramaktan farksız olduğunu söyler. Sonunda bu toplantılardan elde edilmiş bir internet sitesi ve bir kitap ortaya çıkar. karanlık odada keşif yapmak Firestein, bugüne kadarki bilimsel keşif ve icatları, ‘Princeton’lı bir matematikçiden ödünç aldığı ve karanlık odada kedi arama esprisinin geliştirilmiş bir versiyonu olan şu analoji ile açıklıyor: “El yordamıyla aranır, incelenir, dürtülür ve ağır aksak ilerlenir, sakarlık yapılır, derken genelde kazara bir elektrik düğmesi keşfedilir, ışık yakılır ve herkes ‘Vay canına! Demek ki böyle görünüyormuş’ der, ardından sıradaki karanlık odaya (…) geçilir.” Bu, aynı zamanda, bilim insanlarına “biraz daha mütevazı olun” çağrısı. Karanlık odada “tesadüf eseri” ışığı yakmak, bilimsel bilginin kolaylıkla yalanlanabilmesi, aklın sınırları ne kadar ilerlerse ilerlesin “cehalet”in hâlâ en sağlıklı motivasyon kaynağı olması, bu iddiasını destekliyor. Firestein’ın, Newton’un kendi zamanındaki bütün bilgiyi zihninde toparlayabildiğini fa- A kat 21. yüzyılda artık kimsenin bunu yapamayacağını söylemesi, imkânlar arttıkça içine düştüğümüz çaresizliği de gözler önüne seriyor. Aslında bilmeye başlamak ve daha çok bilmek, beraberinde yeni soruları, sorunları ve giderek büyüyen bir “bilinmezler havuzu”nu getiriyor. Martin Heidegger bu “giderek büyüyen karanlığı” modern bilimin çıkmazı olarak değerlendirmişti. Fakat Firestein, karanlığın aydınlanacağı hususunda daha iyimser bir yaklaşıma sahip. CEM MERT hmet Hamdi Tanpınar, tarih bilimiyle ilgili, “Bu tarihin de nasibi bu. Bilmeyen açıklamaya kalkar, bilen susar. Hiç matematik bilmeyenin matematikten bahsettiğini görmedim. Talihsiz bir bilgi dalı olsa gerek.” demişti. Gerçekten de tarihî meseleler her dönem sadece az miktarda araştırmacının değil, geniş toplulukların ilgisini çekmiş, bunun doğal sonucu olarak da tarih anlatan, tarih yazan çok sayıda meraklı her zaman var olmuş. Günümüzde bu ilginin yine üst seviyelerde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Neredeyse her televizyon kanalında tarih programına, her gazetede tarih sayfalarına rastlamak mümkün. Popüler tarih dergileri iyi satış rakamları yakalıyor, tarih edebiyatın malzemesi olduğunda çoksatan mertebesine ulaşıyor. Magazinel tarih ya da popüler tarih çok konuşuluyor, gündemden düşmüyor. cehalet ve bilim Bu yönüyle, bilim felsefesi çalışanların sıklıkla gündeme getirdiği tartışmalar, bilimin “çıkmaz” görünen yolları, Firestein ürettiği bakış açısıyla büyük bir avantaja dönüştürüyor. Zira ona göre aslında bilim zaten böyle yapılıyor. Cehalet, insanları bir şeyler bilmeye, belirli yönlere doğru el yordamıyla da olsa ilerlemeye itiyor. Adeta bir çeşit “tevekkül” var burada. “Biz elimizden geleni yaparız ve bir şekilde bize bahşedilir” düşüncesini okuyabiliyorsunuz. Bu sebeple de “karamsar” filozoflar açısından sorunlu görülen alanlar, bilimin pratik alanında, laboratuvarda, kütüphanede, bilim insanlarının zihinlerinde bilişsel sıçramalara dönüşebiliyor. Şu sıralar vizyonda olan Interstellar filminde bile görülebilecek bu tartışma, bilimin ve insanlığın ilerleyişi açısından çok temel bir meselenin de kapağını aralıyor: İnsan bilgisi kadar mı bilir, yoksa bildiğini bilmediği bir bilgisi de var mıdır? Sezgi, akılla ilişkili midir yoksa dışsal bir mesele midir? Firestein, yumuşak pozitivizmin sınırlarını fazla aşmasa da, “Cehalet”in karanlığı içinde bize yol gösterenin sadece “tesadüf” olamayacağına dair farklı düşüncelere kapı aralık kalıyor. Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, “proje tanıtımı” yakıştırması yapılabilir. Bu yönüyle uzun soluklu bir başvuru kaynağı değil, parlak bir fikrin ilk broşürü demek daha doğru olur. Zaten yazarın TED konuşmasını seyrettiğinizde, 18 dakikada bütün kitabı özetleyebileceğini görüyorsunuz. Ancak Firestein’ın her şeye rağmen anlatacağı “iyi bir hikâye” var. İki tür tarih yazıcılığı Tarih biliminde tarih yazıcılığı genel olarak iki ayrı yönelime sahip: Birincisi anlatımcı (narrative) yazıcılık diğeri ise analitik veya yapısalcı yazıcılık. Analitik ya da akademik tarihyazımının, kaynak iç ve dış tenkidi, dipnot belirtme zorunluluğu gibi belirli birçok evrenselleşmiş kuralı mevcut. Buna kullanılan akademik dil ve özel terminoloji de eklenince alan dışından okurlar için çok da ilgi çekici olmayan yorucu metinler ortaya çıkıyor. Anlatımcı tarih yazıcılığından neşet eden popüler tarih metinlerinin diğerlerinden farkı, yöntem ve sunuş biçimi olarak özetlenebilir. Popüler tarih belirli ilkelere bağlı kaldığı müddetçe bilimdışı kabul edilmemeli. Tarih ideolojinin koltuk değneği olarak kullanılmaya girişildiğinde, ister akademik denilsin ister popüler, tarih olmaktan çıkıyor. Yani aslında asıl mesele analitik olmayan tarih anlatılarının gerçekliği saptırıp saptırmadığı ve tarih algısını bir yöne maksatlı olarak kanalize edip etmediğidir. Popüler tarihe yönelen ilginin çeşitli sebepleri var. Sebeplerden biri toplumsal değişimin ivmesinin fazla olması. Değişim dönemlerinde toplumlar geçmişlerini, eskiden sahip oldukları değerleri ve hangi yöne gittiklerini daha fazla merak ediyor. Bir diğer sebep de ülkemizde 1930’larda tarih disiplinine devlet eliyle bir müda- 33 halede bulunulmuş olması. O yıllarda geliştirilen resmî tarih tezleri bütün çabalara rağmen kitleleri ikna edemiyor ve insanlar daha renkli, daha canlı bir tarih arayışına yönelip “anlatılmayan gerçek tarihin” peşine düşüyorlar. Ama ne yazık ki hem akademik düzeyini yitirmeyen hem de resmî tarihten tamamen bağımsız olabilen çok az sayıda çalışma gün yüzüne çıkmış durumda şimdiye değin. Bunlardan biri Ahmet Demirel’in Cumhuriyet Tarihinin Bilinmeyen Gerçekleri isimli eseri. İflah olmaz muhalifler Prof. Dr. Ahmet Demirel, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölüm başkanlığını sürdürmekte ve özellikle Birinci Meclis’teki muhalefet hakkında çalışmalarıyla tanınmakta. Kitap, Taraf gazetesinde yayımlanmış yazıların belirli temalar altında derlenmesiyle meydana gelmiş. Kitapta yedi bölüm bulunmakta. Birinci bölümde, içinde barındırdığı güçlü muhalefetle Türkiye siyasal hayatında önemli bir yer tutmuş olan Birinci Meclis ele alınmış. Sonraki bölümde Tek Parti yönetiminin kendi uygulamalarını güvence altına almak için kullandığı, kararlarına itiraz edilemeyen olağanüstü yetkili mahkemeler olan İstiklal Mahkemeleri incelenmiş. Birinci Meclis 1923 seçimleriyle tarihe karıştı. Ardından 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edildi ve bu kanuna dayanılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Böylelikle 1946’ya kadar tek aykırı sesin çıkmayacağı otoriter Tek Parti dönemi başlamış oldu. Kitabın üçüncü bölümünde Tek Parti dönemi anlatılmış. Bir sonraki bölümde resmî tarihçilerin hiç hoşlanmadıkları iflah olmaz muhaliflerin ilginç hayat hikâyeleri var. Bunlar, tamamı Birinci Meclis’te milletvekili olarak görev yapmış olan Hüseyin Avni Ulaş, Ali Şükrü Bey, Abdulkadir Kemali Öğütçü ve Selahattin Köseoğlu gibi siyasetçiler. Beşinci bölümde 1908’den günümüze değin yüz yılı aşkın bir süre içindeki seçim serüvenimiz, sonraki bölümde ise 27 Mayıs dönemi mercek altına alınmış. Yazar kitabın son bölümünde bazı tarihçilerle yaşadığı tartışmalara yer vermiş. Ahmet Demirel, okuru ayrıntılara boğmadan yakın tarihin az bilinen gerçeklerini ustaca ve soğukkanlılıkla gün yüzüne çıkarıp resmî tarih tezlerinin bir kez daha düşünülmesini sağlıyor. KÝTAP ZAMANI Bir zaferin hikâyesi O ROMAN 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Beyaz adamdan sonra... Tarihî romanlarıyla bilinen Mehmed Niyazi’nin son romanı Kanije, tarihe hiç yenilgisi bulunmayan komutan olarak adı yazılan Tiryaki Hasan Paşa’nın “destansı” Kanije savunmasını anlatıyor. Afrika edebiyatının klasikleri arasında yer alan Nigugi wa Thiong’o imzalı Bir Buğday Tanesi, Kenya bağımsızlık mücadelesi hakkında bir roman. Tarihi kutsamayan, aynı zamanda ulusçu Afrika romantizmini yeren eser, “kahramanlık” kavramını da sorguluyor. KANİJE, MEHMET NİYAZİ, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 223 SAYFA, 15 TL BİR BUĞDAY TANESİ, NGUGI WA THIONG’O, ÇEV.: GÜL KORKMAZ, AYRINTI YAYINLARI, 304 SAYFA, 23 TL YUSUF GÜNDÜZ smanlı tarihi her ne kadar yüzyıllar, savaşlar ve dönemlerle anılsa da hakikatte paşalar ve padişahlar tarihidir. Özellikle yükselme dönemi sonrasında sarayda baş gösteren sıkıntıların devlet işleyişini etkilememesi kabiliyetli ve dirayetli devlet adamlarının icraatleri ile mümkün olabilmiştir elbette. Osmanlı’nın son dönemindeki kısmî ilerleyişler de bir noktada bu devlet adamlarının ve paşaların kabiliyetleriyle gerçekleşmiştir. Tarihe bu zaviyeden bakıldığında Osmanlı’nın ömrünü yetiştirdiği kimi devlet adamları ve komutanlar uzatmıştır demek çok da yanlış olmaz. Mehmed Niyazi’nin son romanı böyle önemli bir komutanın, Tiryaki Hasan Paşa’nın “destansı” Kanije müdafaasını anlatıyor. “Destansı” bir sıfat olarak hangi kelimenin önüne konulsa abartılı durabilir. Fakat Kanije müdafaasını hakkıyla anlatacak başka bir kelime bulmak epey zor. Tarihte savaşların sadece top, tüfek ve askerle kazanılamayacağını gösteren bu savunma, bir komutanın savaşmak kadar ilm-i siyasete de vukufiyeti olması gerektiğinin bir kanıtı. Avrupa’daki son zaferlerden Roman bizi Osmanlı’nın gücünün doruğa ulaştığı, buna rağmen yetişmiş adam sıkıntısının yavaş yavaş baş göstermeye başladığı 17. yüzyılda karşılıyor. Osmanlı’nın Balkanlar’da yaşadığı sıkıntıları yok edebilmek adına ilerleyişine devam ettiği, buna rağmen Haçlı birliklerinin de Müslümanları Avrupa topraklarından söküp atmak için yeni ittifaklar kurduğu zamanlar. Kanije ve Estergon gibi önemli kalelerin fethedildiği bu yıllarda her ne kadar dışarıdan bakınca Osmanlı heybetini hâlâ koruyor görünse de askerde eski şevk yok. Askerin bir kısmı şehit olmak, vatana, devlete faydalı olabilmek amaçlarından çok uzak, ganimet ve para peşinde. Haliyle onlarla çıkılan her sefer, komuta kademesi ve devlet için büyük bir risk. Bu durum romanın bütün sahnelerinde göze çarpan önemli bir mesele. Bu yönüyle Kanije sadece bir kahramanlık mücadelesi değil, aynı zamanda bir tarih eleştirisi de ortaya koyuyor. Kanije’nin fethedilmesinden sonra kaleye atanan Tiryaki Hasan Paşa o tarihlerde yaşlı bir kumandandır. Ser- Ç hat illerinde 20 yılını geçirmiş kumandan Avrupalıların birleşerek Kanije’ye saldıracağını sezince vakur duruşunu bozmamış, elindeki kıt imkânları en doğru şekilde kullanmaya gayret etmiştir. Gerek asker sayısı gerek mühimmat olarak düşmandan çok daha az olmalarına rağmen Tiryaki Hasan Paşa ustaca yaptığı manipülasyonla avantajlı olan düşmanı bir anda oyuna getirmiş ve geri çekilerek Türklere Avrupa’daki son zaferlerinden birini yaşatmıştır. Hücuma çıkan askerlerin cebine konulan sahte mektuplar, bu mektupların yakalanmasını sağlamak, düşmanın Ordu-yu Hümayun tarafından arkadan sarılacakları korkusunun tetiklenmesi, içerideki asker, yiyecek ve mühimmatın yıllarca yeteceği intibaının uyandırılması ve Tiryaki Hasan Paşa’nın bu psikolojik harbi çok iyi yönetmiş olması Kanije’nin tarihe geçmesine neden olmuştur. 72 günlük savunmanın sonunda dağılan Hıristiyan birliği, başına geleni ancak evinde anlamışsa da artık iş işten geçmiştir. Tarihe hiç yenilgisi bulunmayan komutan olarak adı yazılan Tiryaki Hasan Paşa’nın bu başarılı müdafaası o dönemde Osmanlı için bir moral olsa da, yazarın baştan beri vurguladığı çürüme zamanla daha görünür hale gelecek ve Devlet-i Âliye rüyasının sonunu getirecektir. Tarihî hadiseleri vesikalardan kopmadan romanlaştıran Mehmed Niyazi’n in bu konudaki hassasiyeti okurun malumu. Fakat kitaba roman sanatı açısından bakıldığında karakter, olay örgüsü ve dramatik kurgu olarak eleştirilebilecek birçok nokta olduğunu görmek zor değil. Kanije’de yaşananlara odaklanıldığı anda, istihbarattaki Ali Rıza Efendi’nin hikâyesi etkili değil. Bu, o döneme ait vesikaların yetersizliğinden de kaynaklanabilir belki ama Kanije’de, yazarın bir önceki romanı Plevne’deki kadar sağlam ruh tahlillerine rastlayamıyoruz. Manipülasyonla yapılan sıra dışı bu mücadele güzel hikâye edilse de okuru bahsettiğimiz noktalarda kendine çekecek unsurlar yeterli değil. Bütün bu eksiklere rağmen akıcı üslubuyla Kanije, Osmanlı’nın yıkılışının başlangıcını, Balkan hâkimiyetinin kayboluşunu, devlet kademesindeki ve ordudaki zaafları, savaşın sadece çarpışma olmadığını düşünmek için okunabilecek bir roman. YAVUZ AKENGİN ok yönlü bir yazar Kenyalı anlatı ustası Nigugi wa Thiong’o. Romanın yanı sıra oyun, kısa öykü, deneme, eleştiri ve çocuk edebiyatı dallarında da eser veriyor. Thiong’o’nun Türkçedeki tek romanı Bir Buğday Tanesi, Kenya bağımsızlık mücadelesinin önemli noktalarına temas ediyor. İngiliz sömürgeciliğine karşı ilk kitlesel tepkilerin başladığı 1922 yılından bağımsızlığın ilan edildiği 12 Aralık 1963’e kadarki önemli ve kırılgan tarihlere dokunuyor. Bağımsızlık kazanıldıktan sonraki dönemde toplumun gidişatına dair ipuçları veriyor. Ne olacağını öğrenmek için özgürlüğe ihtiyaç duyan bir halkın hikâyesini anlatıyor Nigugi. Afrika edebiyatının klasikleri arasında yer alan Bir Buğday Tanesi, tarihi kutsamayan, aynı zamanda ulusçu Afrika romantizmini yeren bir roman. Devrimci mücadeleyi en ince ayrıntısına kadar okura hissettirmesinin yanında, o mücadelenin yönü ve sonraki aşamaları hakkında da bilgi veriyor. Kolay okunan ama kolay tüketilmeyen bir anlatıma sahip. Nigugi, Kenya’nın İngiliz sömürgesinden çıkıp bağımsızlığa uzandığı kanlı ve acılı sürecin temel noktalarını anlatıyor. Romana sadece sömürgeleşmeye karşı çıkışın hikâyesi diyemeyiz. Zira bağımsızlığın gideceği yön belli değildir ve Nigugi bağımsızlık kazanılırken de, kazanıldıktan sonra da bozulan ‘büyüyü’ etkili bir biçimde resmeder. Bağımsızlık için mücadele edilirken ve bağımsızlığın yönü artık az çok belli olmuşken “kendisiyle baş başa kalan” mücadelecilerin ve Kenya’nın kaderine dair sorular sorar. İşler hiç de hayal edildiği gibi olmaz. Hemen herkeste büyük hayal kırıklığı meydana gelir ve eski, güzel günler, kahramanlıklar sıkça dile getirilir. Küçük tarlasına bakan, sadece ekinleriyle uğraşan Mugo adlı kahraman ‘kendiliğinden’ kahraman ilan edilir. Romanın sonunda, tam da bağımsızlığın ilan edildiği gün ise Mugo hakkındaki büyü bozulur. O güne kadar onu kahraman olarak görenler, suskunluğu için ona övgüler düzenler ne diyeceklerini bilemez. Burada akıllıca bir tasvir vardır: Yazar, kahraman olmadığı halde, sırf öyle zannedildiği için kahramanlaşan insanları yerden yere vurmakla 34 kalmaz, onları gerçeği itiraf etmedikleri için de güçlü bir şekilde yerer. Roman boyunca hemen her kahramanda gördüğümüz şüphe ve ikircikli ruh hali, yazarın sadece bağımsızlık uğruna savaşan insanları çok iyi anlatmasından kaynaklanmaz. Nigugi onların bu hallerini ve daha pek çok özelliklerini, “bunu yapabiliriz, çünkü insanız” dedirtmek için yalın bir şekilde kayda geçiriyor. İnsana özgü kin, nefret, acıma, korku, iç çatışma gibi ne kadar duygu varsa hepsini okuyucusunu da dâhil ettiği romanında, kahramanların kişiliklerine ustaca yediriyor. İtiraflar, sokağa çıkma yasağı, kırbaç cezaları, hapis, orman ve köylerin yakılması/bombalanması, açlık grevleri… Bu kavramların hiçbirine yabancı değil Türkiye. Bu yüzden roman boyunca, bir yandan Kenya’yı hayal edip bir yandan da zihninizin sizi Türkiye’nin doğusuna, güneydoğusuna götürdüğünü hissediyorsunuz. ‘Biz özgürlük için savaştık’ Bağımsızlık mücadeleleri biraz da ihanetlerin, arkadan vurmaların hikâyesidir. Sömürgecinin hizmetine girip onlar adına cinayet işleyen, kendi halkından olanlara zulmeden, onları küçümseyen insanların da hikâyesi aynı zamanda. Dahası, ‘efendi’ kendisini terk ettiğinde ortada kalan, pişmanlık ve korku duyguları arasında toplumda artık yaşayamaz hale gelenlerin hikâyesi. Beyaz adamı yendikten sonra toplumun akacağı yön de önemlidir. Bundan sonra Kenya’nın nasıl bir ülke olacağıyla yakından ilgilenen Nigugi, yaşanan ve yaşanması muhtemel hayal kırıklıklarını resmetmekten çekinmez. Beyaz adamın artık yenildiği noktada gelişen toplumsal olaylardan kaynaklı hayal kırıklığını anlatırken, bir bacağı kesilmiş Githua’ya şu cümleyi söyletir: “Hükümet bizi unuttu. Biz özgürlük için savaştık. Ama şimdi!” Romanda bilinç akışıyla, iç içe geçen zamanlarla, parçalı tasvirlerle sıkça karşılaşıyoruz. Mugo romanın tek kahramanı değil. Hikâyeler iç içe geçtikçe her anlatı kendi kahramanını büyütüyor. Art arda açılan pencerelerin her biri, kendi hikâyesi üzerinden Kenya bağımsızlık mücadelesinin bir bölümünü anlatıyor. Bir Buğday Tanesi –ufak tefek yazım hataları görmezden gelinirse– okunması gereken önemli bir roman. POLİSİYE-GERİLİM KÝTAP ZAMANI Şaşırtıcı bir ‘zombi’ hikâyesi Bir Osmanlı polisiyesi Son dönem Amerikan edebiyatının dikkat çeken isimlerinden Colson Whitehead imzalı Bölge Bir, Algan Sezgintüredi’nin pürüzsüz çevirisiyle dilimize kazandırıldı. Yazar, ‘yaşayan ölüler’ olarak adlandırılan zombilere dair klişelerden uzak, farklı ve çarpıcı bir hikâye anlatıyor. BÖLGE BİR, COLSON WHITEHEAD, ÇEV.: ALGAN SEZGİNTÜREDİ, SİREN YAYINLARI, 277 SAYFA, 22 TL O rasına götürüyor okuru. Romanın ana karakteri Mark Spitz, aklında bin bir soru, Omega adlı bir ekibin üyesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir cuma öğle vakti başlayan roman, üç günü anlatıyor. Sağ kalan insanların bir araya gelerek oluşturdukları Buffalo adlı bir merkeze bağlı olan bu ekip, kendilerine “süpürücü” diyor. Görevleri ise New York’un belli bir bölümünü kapsayan ve “Bölge Bir” adı verilen yerleşim yerini, felaketten sonra donanma kuvvetlerinin yaptığı temizlikten geriye kalan “kopuk”lardan arındırmak. Bölge Bir’de görev başarıyla tamamlandığında uygulama “Bölge İki” diye devam edecek ve insanlar zaten onların olan şehirleri bir bir geri alacaklardır. YAVUZ ULUTÜRK kuma serüveninin henüz başında gerilim romanları ile tanışan biri olarak, ilkgençlik yıllarının getirdiği merakla birkaç “zombi” filmi de izlemiştim. Vasatın altında, hatta komik denilebilecek bu yapımlar, bende türe karşı bir savunma mekanizmasına neden oldu diyebilirim. Üniversite yıllarında izlediğim, meseleyi daha çok bilimkurgu olarak ele alan ve S. D. Perry’nin romanlarından sinemaya aktarılan Ölümcül Deney (Resident Evil) filmiyle, hatta serinin bilgisayar oyunlarıyla dahi bu önyargım kırılmadı. Ta ki tüm dünyada ilgilisinin merakla izlediği başarılı televizyon dizisi The Walking Dead (Yürüyen Ölüler) ile tanışana kadar. Gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmasa da, “yaşayan ölüler” diye adlandırılan zombilerin bir Hollywood gerçeği olduğu yadsınamaz. En son 2013’te Dünya Savaşı Z (World War Z) adlı filmde Brad Pitt’i, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan insan ırkını zombilerden kurtarırken izlemiştik. “Zombiler çıldırmış olmalı” dedirten filmde, yürüyen ölüler deli gibi koşuyordu. “Tüm dünyayı etkisi altına alan amansız bir virüs”ün yol açtığı yıkıma bugüne kadar sinemada ve televizyon dizilerinde şahitlik etmiştim. Oysa bu yapımlara kaynaklık eden bir “zombi edebiyatı” da vardı. (Gerilim romanlarının tüm dünyada sevilen ismi Stephen King de bu furyaya bir kitapla -Cep/ Cell- katkı sağlamıştır.) The Walking Dead, Robert Kirkman’ın çizgi roman serisinden, Dünya Savaşı Z ise Max Brooks’un aynı adlı romanından uyarlanmıştı. umut çoktan tükenmiş klişelerden uzak Son dönem Amerikan edebiyatının öne çıkan isimlerinden Colson Whitehead imzasını taşıyan Bölge Bir’i elime aldığımda “zombi”lerle artık edebi düzeyde da tanışma zamanı gelmişti. Kitabın arka kapağında, “Umut en tehlikeli uyuşturucudur, sakın kullanma” denilse de klişe bir macera ile karşılaşma olasılığını göze alarak bir umut başladım okumaya. Yanılmıştım; roman bilinen zombi hikâyelerinden çok farklı bir atmosferde başlıyor ve devam ediyordu. Üstelik yazar olaya yeni bir yorum getiriyor, romanda hiç ‘zombi’ kelimesi geçmiyordu. En önemlisi; evet, bir virüs tüm dünyayı etkilemiş ve her yer yürüyen ölülerle dolmuştu, fakat roman, pek Colson Whitehead çok türdeşi gibi virüsün ortaya çıkmasıyla birlikte yaşanan keşmekeşi merkeze almıyordu. Bölge Bir bu yönüyle bilindik hikâyelerden ayrılıyor. Uzaylı da inse, göktaşı da düşse, ölüler de dirilse New York’un orta yerinde, trafikte yakalanan Amerikalı klişesi yok romanda. Algan Sezgintüredi’nin pürüzsüz bir Türkçeyle dilimize kazandırdığı Bölge Bir, virüsün dört bir yanı ele geçirdiği ve dönüşümün başladığı günün çok son- 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Whitehead, romanda okurun karşısına yeniliklerle çıkıyor. İlki, yukarda da bahsettiğimiz, romanın virüsün yayılamaya başlamasından sonraki zamanları konu alıyor olması. İkinci olarak yazar, insanlığı bu virüsten kurtaracak aşı geliştirme ya da başka bir çare bulma gibi klişelere başvurmuyor. Hatta bir ara bunlarla dalga da geçiyor Spitz’in ağzından. Çünkü umut çoktan tükenmiş ve insanlar hayatta kalmanın peşinde. Hayatta kalanlar ise yarına umutla bakanlar değil, yaşamak için günü kurtaranlar. İşte Spitz, bu durumun romandaki mücessem hali. Ona göre, insanlık salgını hak etmişti diyen ve ilahi-ceza teorisine inananlar saçmalıyor; salgın salgındır. Romanda Whitehead’in yenilikleriden biri de “kopuk”lar. Bunlar felaket geldiğinde ne yapıyorlarsa, o halde kalanlardan oluşuyor. Hareketli değiller ve bir noktaya bakışları kitlenip kalmış halde duruyorlar. Neyin insanları leşe, neyin kopuğa çevirdiğini araştıran Buffalo ekibi gibi okur da anlayamıyor. Ancak bu durum, ‘yürüyen’ ölülerin delicesine koşmasından daha saçma gelmiyor okura. Bir dönüşümün hikâyesini doğrudan anlatmıyor yazar. Bundan kurtulmanın yolunu da aratmıyor kahramanlarına. Gelgelelim, sağlam bir sistem eleştirisi yapıyor. Tüketim çılgınlığından insanların zor durumlarda kendi demokrasilerini kurma heveslerine kadar pek çok meseleye temas ediyor. Mark Spitz’i romanın daha başında, umut bağlayıp güvendiği Buffalo’nun bir elemanı olarak tanıyoruz. Devamında ise, geri dönüşlerle, bir yerleşim yerinden diğerine savrulurken nasıl hayatta kalmayı başardığını okuyoruz... 36 M. KEMALEDDİN’İN MERAKLI ROMANLARI, M. KEMALEDDİN, LABİRENT YAY., 347 SAYFA, 30 TL Seval Şahin, Didem Ardalı Büyükarman ve Banu Öztürk’ün “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkçede Polisiye” adlı Tübitak projesinin ürünleri, Labirent Yayınları’nda okurla buluşmaya devam ediyor. Erken dönem Osmanlı-Türk polisiye eserlerinin yer aldığı dizi sekizinci kitaba ulaştı: M. Kemaleddin’in Meraklı Romanları. Banu Öztürk’ün hazırladığı kitapta, M. Kemaleddin’in Erol Üyepazarcı tarafından saptanan on altı hikâyesinden on dördü yer alıyor. Kitapta polis hafiyesi Nahid’in hikâyeleri ilk sırada. Sözcükler katil olabilir mi? LEXICON, MAX BARRY, ÇEV.: TACİSER BELGEAYŞEN ANADOL, DOĞAn, 450 SAYFA, 29 TL “Sözcüklerin gücü yalnızca edebiyat için mi geçerli?” Elbette hayır. Max Barry imzalı polisiye roman Lexicon’da, başrolde bir “sözcük” var. Yüzyıllar sonra ortaya çıkan bu sözcük önüne gelen herkesi öldürme gücüne sahip. Lexicon, bu sözcüğün peşine düşen bir örgüt ve bu koşturmacada birbirini kaybeden iki âşık üzerinden ilerliyor. Roman, bir seri katil kadar kanlı olan sözcüklerin kanlı yüzünü anlatırken, okuru Washington’dan Avustralya’nın Broken Hill kasabasına uzanan bir takip hikâyesine davet ediyor. Karanlığın fantastik dünyası KARANLIĞIN FAYDALARI, ROR WOLF, ÇEV.: R. MİNARECİ, EVEREST YAY., 275 SAYFA, 35 TL Karanlığın Faydaları korku üzerine 29 denemeden oluşuyor. Kazalar, talihsizlikler, yanlış anlamalar, anlamsız yinelemeler, konu dışına çıkmalar, sinir bozucu diyaloglar, grotesk bir mizah ve rastlantısal karşılaşmalarla ilerleyen, gerçeküstü bir anti-roman, bir metakurmaca. Alman sanatçı Ror Wolf’un 79 adet kolajının da eşik ettiği ‘korku romanı’, gündelik hayatın olağanüstü sıkıcı ayrıntılarını bir araya getirerek fantastik bir dünya kuruyor. True Detective’in yazarından SAKLAN KAÇ VUR, NIC PIZZOLATTO, ÇEV.: ELİF SÖĞÜT, OKUYAN US YAY., 296 SAYFA, 25 TL Emmy ödüllü polisiye dizi True Detective’in yazarı ve yapımcısı Nic Pizzolatto’nun polisiye romanı Saklan Kaç Vur Türkçede. Ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrendiği gün Roy Cady, tehlikeli bir tefeci olan patronunun onu öldürmek istediğini hisseder. Patronunun çetesi tarafından “acımasız” olarak bilinen Roy, bu rutin görevin ölümcül bir tuzak olabileceği ihtimaline karşı hazırlıklıdır. Ve öyle de olur. Roy gönderildiği evden sağ çıkar. Fakat katillerin hepsi Roy’un gazabına uğrar. ROMAN KÝTAP ZAMANI ‘İşte böyle meczup oldum...’ Eğitim sevdalısı üç insan Halil Cibran’ın gençlik eseri olan Meczup’u okurken, çocukluğuma düşen bu iki şeyi, okul ve Ado’yu düşündüm. Gerçekliğin buyurganlığından uzaklaşıp kalbe açık kalmış her okur, deli ve meczubun, görülen rüyanın tabircisi veya mecazın örttüğü hakikate ayna olduğunu bilir. MECZUP, HALİL CİBRAN, ÇEV.: KENAN SARIALİOĞLU, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 64 SAYFA, 8 TL K NİHAT DAĞLI öyde köye benzemeyen, köyden fazlasını gösteren iki şey vardı: Okul ve Ado… Başka evrene girer gibi okula varırdık. Parmaklarımızın arasına yerleştirmeye çalıştığımız kalem, defterlere çizmeye koyulduğumuz harfler, önümüzdeki kitaplarda görüp kilitlendiğimiz fotoğraflar köyün çok uzağına taşıyorlardı. Akşam saatleri veya hafta sonları kendimizi köyün sokaklarına vurduğumuzda ise bizlere buyurup duran büyüklerden başka türlü biriyle, Ado’yla karşılaşırdık. Ado, köyün delisiydi. Tıpkı okul gibi, o da bilmediğimiz yerden konuşuyordu. Kendisini rahatsız etmek, takibinden kaçıp korkmak, tadı ve tuzu garip heyecanlarla tanıştırıyordu. Halil Cibran’ın gençlik eseri olan Meczup’u okurken, çocukluğuma düşen bu iki şeyi, okul ve Ado’yu düşündüm. Şüphesiz sonradan öğrenecektim: Köy, mikro ama çok katı bir “norm” kümesi demekti; köylünün kaderi ise sert kabullerin daracıklığında öylece sönmek... Köyün doğumlusu olmasına rağmen Ado (deli-meczup), bedeniyle köyde ruhuyla başka yerlerde geziniyordu. Köyün “norm”larından azade, kirli ve cıbıldaktı. Yakınında izaya geçmiyor, daha fazla kendimiz/çocuk oluyorduk. Ayrımında olmasak da, alışılagelenin dışında hallere sahip olması, ellerimize oyuncak tutuşturuyor gibiydi. Kendisini taşlayarak rahatsız ediyor, korkup kaçmakla da köyden dışarı çıkmış oluyorduk. Başka kitaplara kaçmak Çocukken köyün dışına Ado ile çıkıyordum. Büyüyünce, bu sefer gittiğim okullar elimden tuttu. Her biriyle köyden ve çocukluktan biraz daha uzaklaştım. Okulların, okullarda gördüğüm derslerin beni oyalaması da uzun sürmedi. Tabii ki anlamış değildim, ama sanki okul ve dersler de kalbime az gelen bir zemine çağırıyordu. Rahat olduğum bir yer değildi okul, başka kitaplara kaçarak can sıkıntımı gideriyordum. Çok sonra bu halime tarif bulacaktım. Okul beni köy denen “norm”dan uzaklaştırırken, çok daha başka bir “norm”un içine de çekiyordu. Kalbimi Ado’ya, Ado’nun bir şekilde düştüğü şeye kaptırmış olmam, beni okulların şahsında “normlar”dan korumuştu. Hikaye okuyor, roman kahramanlarının peşi sıra gidiyordum. Vardığım şehirler, 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ GRİ GÜNEŞ, NİYAZİ SANLI, KAYNAK YAYINLARI, 147 SAYFA, 8.50 TL Niyazi Sanlı, Kaynak Yayınları’ndan çıkan Gri Güneş adlı kitabında üç insanı, üç ayrı eğitim gönüllüsünün hikâyesini anlatıyor. Üçü de ‘karasevdalı’. Ailelerini, sevdiklerini, hayallerini, bırakıp ‘başkaları’ için bilmedikleri uzaklara gittiler. Hem de arkalarına dahi bakmadan. Bir hedef gösterilmişti kendilerine, gidecek, barış dolu bir dünya için sevgi okulları açacaklardı. Onlar ilklerdendi... Onlarca, yüzlerce meçhul kahramandan sadece üç isim anlatılıyor kitapta: Galip, Ubeyde ve Kadir. Herakleitos’un dilinden HERAKLEITOS, FRAGMANLAR, ALFA, Çev.: CENGİZ ÇAKMAK, 337 SAYFA, 19 TL Kadim hemşehrimiz, Herakleitos’un fragmanları, ilk kez Yunanca-Türkçe karşılıklı bir metinde bir arada yayımlandı. H. Diels’in sahte olduğunu ileri sürdüğü fragmanlarla birlikte toplam 139 fragman Türkçede ilk kez art arda yer alıyor. Her sayfada fragmanların altında çevirmenin notları ve yorumları da var. Herakleitos, kabına sığmayan zekâsı ve bilgeliğiyle çağının siyasetini ve insanlarını kıyasıya eleştiriyor. Şöyle diyor mesela: “Hep aynı kişilere hizmet etmek ve onlar tarafından yönetilmek, usandırır.” Sürgünler üzerine iki deneme devam ettiğim okullar, tanıştığım gruplar uzun süre tutamıyordu beni. Her neredeysem, biraz sonra kalkıp gidecekmişim gibi kıyıda yer tutuyordum kendime. Kalabalıkta değil tenhada huzur buluyor, dışarıda değil içimde yaşayabiliyordum. Ado’yu neden unutmadığımı A’mâk-ı Hayâl üzerinden anlatabilirim; Budala, Alyoşa, Canetti’nin Körleşme romanı yardımıma koşabilir. Dönemlerinin gurbetinde ama kendi sılalarında zirve olmuş ariflerin menkıbeleri el verir bana. Olmadı Deliliğin Tarihi, olmadı Halil Cibran’ın gençlik dönemi eseri Meczup dilime tercüman olur. Söze ne hacet!? Gerçekliğin buyurganlığından uzaklaşıp kalbe açık kalmış, bir nebze kendince olana dikkat kesilmiş her okur, deli ve meczubun, görülen rüyanın tabircisi veya mecazın örttüğü hakikate ayna olduğunu bilir. Buradan çıktığını, başka bir şey tarafından çekildiğini... Şimdilerde zaman, toplum ve gerçekliğin “norm”lar çerçevesinde yaşandığı ve bunun birazcık hapishaneyle eşdeğer olduğu ortadadır. “Normal” denen “sağlıklı” insanın “kabul”lerle başı dertte olmadığını, kendinden çok doğduğu toplum ve devlete tekabül ettiğini kim inkar edebilir? Başkasının öngördüğü kişi olmaktansa kendince olmayı yeğlemiş; okumaları ve hissedişleri üzere bir hikâye ve şahsiyet edinmiş kişilerinse normal görülmediği, “norm-dışı” kişiler olarak deli veya meczup şeklinde işaretlendiği, herkesin malumu. Evet, modern tıp ve algı; kalabalıktan çıkıp kendine gömülenlere, deli ve meczup der. Hakikatte ise, deli veya meczup; zaman ve mekânın kabullerine bir türlü oturamayıp, bunların üzerine sıçramayı ifade eder. Hölderlin’in Ozan’ı böyledir; Sultan’ın karşısına çıkıp oradan tımarhaneye varan Meşrutiyet’in Nursi’si ve yaşadığı mekânlara sığmayıp dağların/ağaçların zirvesine yuva yapan Cumhuriyet’in Bediüzzaman’ı da… Dünyada başka evrenlere işaret eden cins insanlara dair çok şey söylenebilir. Biz en iyisi, bu yazının konusu olan Halil Cibran’ın Meczup’una söz vermekle yetinelim: “Nasıl meczup olduğumu bilmek ister misiniz? Bakın nasıl oldu: Bir gün, nice tanrı doğmadan çok önce, derin bir uykudan uyandım ve gördüm ki bütün maskelerim -yedi yaşamım boyunca biçim verip taşıdığım yedi maskemçalınmıştı. Maskesiz bir halde, ‘Hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar!’ diye bağırarak kalabalıklarla dolup taşan sokaklarda koşuşturup durdum. Erkekler ve kadınlar alay ettiler; bazıları da benim bu halimden ürküp evlerine kapandılar. Pazaryerine vardığımda, toy bir delikanlı bir çatıya dikilmiş ‘Meczup var!’ diye bağırıyordu. Onu görebilmek için başımı kaldırdım; güneş ilk kez çıplak yüzümü öptü, ruhum güneşin aşkıyla tutuştu ve artık maskelerimi istemez oldum. Sonra vecd halinde şöyle haykırdım: ‘Kutsa, maskelerimi çalan hırsızları kutsa!’ İşte böyle meczup oldum ben.” 37 YABANCI, RICHARD SENNETT, Çev.; TUNCAY BİRKAN, METİS YAYINLARI, 92 SAYFA, 10 TL Richard Sennett, kitaptaki iki denemede Venedik ve Paris’te sürgünlerin coğrafi ve manevi mekân içindeki durumunu ele alıyor. İlk bölümde Rönesans dönemi Venedik’inde devletin dayattığı yabancılık statüsünün zengin bir topluluk kimliğine tercüme edildiği Yahudi gettosunu ele alıyor. İkinci bölümde ise siyasi sürgünlerin toplandığı 19. yüzyıl Paris’inde yerinden olma deneyiminin şehrin kültürüne nasıl sızdığını ressam Manet ve Rus yazar Herzen’in günlük notları üzerinden anlatıyor. Felsefi karşılaşmalar PERSONA, DOĞAN ÖZLEM, NOTOS KİTAP, 200 SAYFA, 18 TL Doğan Özlem, Persona’da on biri Türk, altısı yabancı 17 filozof ve düşünce insanı üzerine çeşitli zamanlarda kaleme aldığı yazıları bir araya getirmiş. Macit Gökberk’ten Niyazi Berkes’e, İsmail Tunalı’dan Selâhattin Hilav’a, Bedia Akarsu’dan Arda Denkel’e pek çok felsefeciyle yürüttüğü tartışmalar aracılığıyla hem onların hem de kendisinin felsefi serüvenini ortaya koyuyor yazar. Bu düşünce serüvenineHabermas, Mannheim, Vico gibi yabancı filozoflarda eşlik ediyor. Kitap, felsefe meraklıları için. ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Kırkyama hayatların kitabı Ülkü Tamer’den toplu şiirler Bu yıl Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen Nurullah Kuzu’nun Kırkyama adlı kitabı “hesaplaşma” öykülerinden oluşuyor. Anlatıcının ruhundaki kırkyamayı metnin asıl duygusu haline getiren bir dil kullanıyor Nurullah Kuzu. KIRKYAMA, NURULLAH KUZU, VARLIK YAYINLARI, 112 SAYFA, 12 TL Ö TEMEL KARATAŞ ykünün “hesaplaşma edebiyatı” olduğunu düşünürüm. Belki öylesini daha sık okuduğumdan, daha çok yazdığımdan… Hayatta her şey bir hesaplaşma aracı olabilir, biliyorum. Ancak öykü, içsel bir hesaplaşmayı dışa yansıtmanın, hesabına ortak aramanın ve bulmanın en keskin yolu. Bu bir kıyas değil ama, hayatın her alanından, her nesneden, roman çıkmaz. Şiir hiç çıkmaz. Ama öykü, âlemdeki her bir varlıktan, her duygudan, her düşünceden çıkar. Çünkü her bir katrenin hikâyesi vardır. Her bir duygunun, ne varsa işte, her birinin. Ve acı belki de bu katrelerin mayası. İnsan ağrısıdır acı. Çoğun yanlış anlaşılır, arabesklikle “itham” edilir acının edebiyatı. Oysa yaşamı içinde barındıran en belirgin duygudur acı. Susuzluk insana biyolojik varlığının tehlikede olduğunu hissettirebilir, ama acı, yaşamdaki tüm duyguların tek bir kapta mayalanmasıdır sanki. Bu yüzden acı, yalnızca gözyaşı değildir. Yamanın altındaki Nurullah Kuzu’nun Kırkyama’sı, son yıllarda okuduğum en iyi “hesaplaşma” kitabı. Çünkü astarı ve terziyi, dikiş tutmayanı, hıncı, iç kırışıklığını, çiçek dürbününü, kadını ve hiçliği kısacası hayatın kırkyamasını birden görebilen bir bakışa sahip. Ancak anlatıcının ruhundaki kırkyamayı metnin asıl duygusu haline Helena’nın öykülü rüyaları HELENA’NIN RÜYALARI, EDUARDO GALEANO, ÇEV.: ALTUĞ AKIN, DELİ DOLU YAY., 59 SAYFA, 20 TL Latin Amerikan edebiyatının usta yazarlarından Eduardo Galeano’nun, karısı Helena’nın rüyalarını kaleme aldığı metinleri bu kitapta ilk kez büyük bir hikâyeye dönüşüyor. Daha önce parça parça Galeano’nun metinlerine sızan bu rüyalarda dostlar, yabancılar, sürgünler ve kucaklaşmalar resimlenerek bir araya geldi. Tasarımcı, çizer ve sahne sanatları mezunu Isidro Ferrer’in renklendirdiği rüyaları Delidolu Yayınları dilimize kazandırdı. GÜNEŞ TOPLA BENİM İÇİN / TOPLU ŞİİRLER, ÜLKÜ TAMER, ISLIK YAYINLARI, 359 SAYFA, 29 TL Günümüz şiirinin ustalarından Ülkü Tamer’in toplu şiirleri yayımlandı. Kitap, şairin 1959’da çıkan ilk şiir kitabı Soğuk Otların Altında’dan bu yıl okura ulaşan Bir Adın Yolculuktu’ya kadar tüm şiirlerini içeriyor. İkinci Yeni akımının önde gelen temsilcilerinden olan Tamer, kendine özgü imge dünyası ve süssüz söyleyişiyle şiirimizin en çok okunan ustalarından biri oldu. İroniyle örülmüş derin acıların ve beşeri trajedilerin dile geldiği şiirlerinde 1970’lerden sonra toplumsal duyarlıklar öne çıksa da lirizmi elden bırakmadı. Tanpınar’da aşk ve kadınlar ORPHEUS’UN ŞARKISI, HANDAN İNCİ, YKY, 173 SAYFA, 13 TL getiren bir dil Nurullah Kuzu’daki. Yama, daim altındakini vurgular. Kapattığı şeyin altını çizer aslında. Kalın bir çizgidir yama. Deliği, yırtığı kapatmaz, iyice bağırtır, büyütür, yırtıktan daha geniş bir çerçeve çizer hem de çoğun. Üstelik hiçbir yama zamanla küçülmez, büyüyebilir ama. Kendisini bir ömür yekpare, dümdüz bir kadifeden hissetme konforu herkese bahşolmaz. Kimi doğuştan, kimi de hayatın bir yerinde görüverir gerçeği: O yekpare sandığı yüzlerce yamanın birleşimidir. İşte bunu fark ettikten sonra geriye dönüş olmaz. Olmamışlıklar, yarım kalmışlıklar, ötekine benzemezlikler, velhasıl yamalardır asıl karakteri oluşturan. Öykü karakteri de bundan farklı değildir, çünkü yazarının ruhundan üflenir. Ve sorgulamaya başlar, bulunduğu yeri, bulunduğu zamanı, nedenliği, ne’liği… “Durup kendi varlığını sorgulamaya başladın. Var mıydın bu hayatta? Varsan eğer, hangi umura müdahaleydin? Kimin, kimlerin sularına karışıyordu suların?” Nurullah Kuzu, özdeki kırkyamayı çok evvelden görmüş bir yazar. Her bir hikâyenin işaret ettiği ise hayatın başka bir yaması, yarası. “Hırsla başlayıp devam ettiğim, bitiminde kendimin çok uzağına düştüğüm, sonrasında hiçbir unsurun içimde eğrilen, büzülen, sıkılan bir yeri dindiremediği şeyler vardır. Şeyler… Göğsümün içinde bir kurtla kalakalırım. Kemirir durur beni. Öylece eksilirim. Anlarım ki bir şeyler, beni kendime vardıran bir şeyler göçmüştür.” İşte bu kırkyamadan birinin fark edildiği andır. Bir iki satır da ödül hakkında… Her anlamda ödül bolluğu olan ülkemizdeki gerçek, ödülün yokluğudur! Ancak bu karmaşa içinde altını çizmek gerekir ki, Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü hak etmek, öyküyü, öykücülüğü hak etmektir. Cemâlî Baba’nın Bektaşî Risâleleri Tohumların valsi nasıl olur? BEKTAŞÎ RİSÂLELERİ, HASAN CEMÂLÎ BABA, REVAK KİTABEVİ, 189 SAYFA, 15 TL TOHUMLARIN VALSİ, KEMAL URAL, ŞULE YAYINLARI, 352 SAYFA, 30 TL Kemal Ural Tohumların Valsi’yle, çekirdekten başlayan eğitim konusuna yeni bir bakış açısı getiriyor. Tohuma can suyunu veren Bengü’nün yanlışlarla dolu eğitim sistemine bakışını ve işlevini kaybetmiş sistemin dışına taşarak eyleme geçişini anlatıyor ve çocuğu anlamanın evreni anlamakla eş değerde olduğunu gösteriyor. Dikkatleri “Tohum”a, “Başlangıç”a, “İlk adım”a çeviriyor. Bir rüya projeyi, varoluş yasasını sunuyor. Amaç, insanın yeniden doğuşu. Bektaşilik, üzerinde en çok konuşulan, yazılıp çizilen ama bir o kadar da bilenmeyen bir yol. İstanbul’da Şehitlik Tekkesi Postnişini Nâfî Baba’dan icazet alan Hasan Cemâlî Baba’nın (1836-1929) kaleme aldığı Bektaşî Risâleleri, dergâhların açık olduğu zamanda yaşamış, bu yolun önemli mürşidlerinden feyz almış birinin lisanından bu boşluğu önemli ölçüde dolduran bir eser. Bektaşî Risâleleri, Tarik-ı Nazenin mensuplarının irfan ve tevhid anlayışı ile ezber bozan pek çok bilgiyi de içeriyor. 38 Her sanat eserinin özünde Orpheus efsanesinin yattığını söyleyen Tanpınar da romanlarındaki aşk ilişkilerini kurgularken aynı mekanizmayı işletir. Erkek engellerle mücadele etmek yerine yarı yolda sevdiği kadından kopmayı, yani karanlığa bakmayı seçer ve bu “lezzetli acı”yı bir sanat eserine dönüştürmeye koyulur. Bu yüzden Tanpınar’ın romanlarında sevilen kadınlara hiçbir zaman ulaşılamaz. Handan İnci, Orpheus’un Şarkısı’nda, Tanpınar’ın romanlarındaki Eurydike’lere odaklanarak yazarın aşk ve sanat arasında kurduğu ilişkiyi ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Mungan’ın oyunları tek ciltte MEZOPOTAMYA ÜÇLEMESİ, MURATHAN MUNGAN, METİS YAYINLARI, 324 SAYFA, 35 TL Murathan Mungan şiir, öykü ve romanlarının yanında senaryo ve oyun türünde de eserler veriyor. Üç oyunu, Mahmud ile Yezida (1980), Taziye (1982) ve Geyikler Lanetler (1992) kitapları ilk yayımladığından bu yana yurtiçi ve yurtdışında pek çok amatör ve profesyonel tiyatro grubu tarafından sahnelendi. Oyunun da edebi bir tür olarak geniş bir okur kitlesine sahip olduğunu kanıtlayan bu kitaplar bu defa tek ciltte yeniden basıldı. Kalp gözünü açan mektuplar GÖNÜL MEKTUPLARI, MUSTAFA KARA, DERGÂH YAYINLARI, 407 SAYFA, 19 TL Tasavvuf ve tarikatler üzerine özgün çalışmalarıyla tanıdığımız Mustafa Kara, daha önce mektup formatında, üç kitap halinde yayımlanan yazılarını Gönül Mektupları adlı tek kitapta topladı. Eserdeki mektuplar “Aziz Dost” diye başlıyor ve muhatabının gönlüne hitap ediyor. Yazılar, okuru riya, haram ve şöhretten, servetin kuşatıcılığından uzak, tevekkül içinde yaşamaya çağırıyor. Gafletten uzaklaştırarak arınmış bir gönül yolculuğunun seyrini gösteriyor. SİNEMA KÝTAP ZAMANI Hakikatin peşinde 24 kare Gölpınarlı’dan Kerbela Vakası Oğuzhan Ersümer’in daha önce çeşitli mecralarda yayımlanan yazıları, Yavuz Turgul’dan Terrence Malick’e Sinema Yazıları adıyla kitaplaştı. Ersümer, Ethem Özgüven’den John Woo’ya, Martin Scorsese’ye kadar “hakikat yolunun yolcuları”nın geçtikleri yerlerde bıraktığı nişanelere sahip çıkıyor. SİNEMA YAZILARI, OĞUZHAN ERSÜMER, HAYALPEREST YAYINEVİ, 192 SAYFA, 17 TL S GÜNSELİ IŞIK evgili dostumuz Selim Işık, kendi okurluk serüvenini, “Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi, fakirler, kim bilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi.” diye anlatmıştı. Bir paranın iki yüzü gibi olan ilişki biçimini dile getirmekteydi aslında; seslenenin bir muhatabı olmadıktan sonra seslenmek de anlamını yitirirdi. Film izlemek de –çağın iyiden iyiye dayattığı gibi- patlamış mısır eşliğinde iki saat boyunca hüngür hüngür ağlamak, gözünden yaş gelesiye gülmek, korkudan titremek veya kendi ideolojisini kaba yollarla perçinlemek değil de hakikat perdesini aralamakta ruhî ve zihnî bir çabaysa eğer, yönetmenler de filmlerinin Oğuzhan Ersümer’in yaptığı gibi değerlendirileceğini bilseler durmadan film çekerlerdi. Ersümer’in Sinema Yazıları başlığı altında topladığı, daha önce farklı mecralarda yayımlanmış yazıları bu iddiayı doğrular nitelikte. Sinema ve hakikatin perdesi “Hakikat perdesini aralamak” ifadesi abartılı olabilir mi? İlk insan topluluklarından beri var olan büyü, mit, din ve sanat olgularının ortak paydasının, zaman ve mekân gibi kayıtlarla sınırlı bu fizikî âlemin ötesine geçip kayıtlardan kurtulabilme ve faniliği aşma çabası olduğunu hatırlarsak; hayır. Sanat, varlığın yüzündeki “muşamba dekor”u sıyırıp hakikatle yüz yüze gelme gayesiyse, sanat ailesinin en genç üyesi sinemanın da bu cümleden sayılmaması mümkün değil. O halde filmlerin de -bir bilimsel metin gibi değil de bir rüya gibi diyelim- yorumlanması hususunda kuru kuru kuramlara değil de ‘hakikatbîn’ usullere yol düşürmek daha sağlıklı olacaktır. Ersümer’in yaptığı da bu; kendisini “Doğu sinemacısı” olarak tanımlayan Yavuz Turgul’dan “Heidegger’in sinemaya mütercimi” diye nitelenen Terrence Malick’e, “dert sahibi” olarak gözünü gerçeğe değil de hakikate diktiğini söyleyen Ethem Özgüven’den kazanmaktan öte onuru önceleyen Doğu tarzı savaşçıların temsilcisi John Woo’ya kadar hakikat yolunun yolcularının, geçtikleri yerlerde bıraktıkları nişanelere sahip çıkıyor hakkıyla. Aslında bu kadar da değil; Martin Scorsese de, Brian de Palma da, Bernardo Bertolucci de, Onur Ünlü de var portreler arasında. Hatta böylesi bir seçkide ayrıksı duran ama Terrence Malick Yavuz Turgul 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ belki tam da bu yüzden, ‘hakikat’ temasıyla tezatı üzerinden, farklı ve yeni bir ufuk da sunan, siberpunk beden algısı üzerine kapsamlı bir makale de var. Öte yandan sinema klasiklerinden son dönem örneklere kadar geniş bir yelpazede yaratılış mitlerini ve ruh-zihin-beden ilişkisini inceleyen yazılar da mevcut. “Yitik cennetin peşinde” olanlardan Yavuz Turgul ile Ethem Özgüven’in buluşma noktalarından biri, şaşırtıcı olmayacak biçimde, Erol Akyavaş. Turgul, “Erol Akyavaş’ın ölümünden sonra yapılan retrospektif sergisine gittiğim zaman gözümden yaş geldi.” derken Akyavaş için kısa bir deneysel film hazırlayan Özgüven, filmde seslendirdiği metinde şöyle diyor: “Evreni kavramanın sırrı bazı ender bakışlarda gizlidir. Erol Akyavaş’ın bakışı, o bakıştır. Ve tüm anlamlı yollar ona çıkar.” Akyavaş, sanatını ve tekniğini, akıntının tersine kürek çekerek ‘aşkın olan’ın hizmetine vermiş bir sanatçıydı. ‘Aşkın olan’ ve hakikat elbette herhangi bir anlatım çerçevesinde sınırlandırılamayacağı için de bir geleneğin devamı olarak ‘hakikate ima’larda bulunuyordu. Kendisini aynı geleneğin parçası olarak tanımlayan Turgul da Batılı, pozitivist anlamda ‘bilme’nin yerine ‘sezme’yi, ‘veri’nin yerine ‘hikmet’i ikame etmekten yana kullanır tercihini. Filmlerinde de çözüm, ‘sezgi’sel olan üzerinden gelir. Ender bakışlardan bir başkası ise Ethem Özgüven’in, yeni gelişmeler oldukça içeriğini veya ismini (ya da ikisini birden) güncelleyen, ‘kevn ü fesad’ı hatıra getiren belgeselleri... Ya da ‘görme’nin anlamını yitirdiği medium’larda boş bakışları taciz ederek bir tür “köprüden önce son çıkış” tabelası olan deneysel çalışmaları... Ve yine aynı bakışı, aldığı felsefe eğitimini sürekli geliştiren Terrence Malick’in felsefe alanındaki çalışmalarında ve elbette daha sonra sinemasında, ‘varlık’ meselesi üzerinde de görmek mümkün. Her birinin çok titiz çalışmaların ürünü olduğu, hacimli dipnot ve kaynakçalarından da anlaşılan makaleler, yazarın sadece araştırma sürecinde değil, epey zaman önce hazmederek şimdi imbikten geçirdikleriyle de okuma lezzetini ihmal etmiyor. Satırlar arasında yol alırken Kemal Tahir’e, Cemil Meriç’e, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, İlhan Berk’e rastlamak ayrı bir keyif. Keşke Ersümer bu konu hakkındaki çalışmalarını ve isabetli bakışını müstakil bir kitap için kaleme alsa ve rüya/hakikat sineması kitaplığına sağlam bir katkıda bulunsa... 39 YENİ GÜLZÂR-I HASANEYN, ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI, KAPI YAYINLARI, 199 SAYFA, 14 TL İslam tarihinin en acı sayfası olan Kerbela Vakası yüzyıllardır bir hüzün olarak tazelenirken edebiyatta sayısız esere konu oldu. Abdülbaki Gölpınarlı, Yeni Gülzâr-ı Hasaneyn / Kerbela Vakası’nda hadiseyi Yezid’in saltanatı karşısında verilen bir izzet mücadelesi olarak ele alıyor. Hazreti Hasan ve Hüseyin’in faziletli hayatını, Kerbeya olayının ayrıntılarını, Kerbela şehitlerini, Aşûrâ gününü, Ehl-i Beyt imamlarını ve sonrasında yaşananları anlatıyor. Gölpınarlı’nın dili sayesinde eser, edebi bir metne dönüşüyor. Kürtler hakkında ilk kitap KÜRDLER: TARİHÎ VE İÇTİMAÎ TEDKİKAT, DOKTOR FRİÇ, TARİH VAKFI, 214 SAYFA, 26 TL Osmanlı Muhacirin Müdüriyet-i Umumisi tarafından 1918’de devletin Kürtlerle ilgili ilk yayını olarak basılan Kürdler: Tarihî ve İçtimaî Tedkikat, Suavi Aydın ve İsmail Beşikçi’nin değerlendirme yazıları ilave edilerek günümüz Türkçesiyle yayımlandı. İlk basımda kitabın yazarı Doktor Friç, Almancadan çeviren ise Habil Adem görünürken, daha sonra kitabın yazar ve çevirmeninin Osmanlı Milli Emniyet görevlisi, Arnavut kökenli ittihatçı Naci İsmail olduğu ortaya çıktı. Kitap, İttihatçıların ve Cumhuriyet’in resmî ideolojisinde etkili oldu. Sultan Selim’in tuğları Cihângîr Tûğlar, TURGUT GÜLER, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 613 SAYFA, 35 TL Kitap, ilginç bir Yavuz Sultan Selim tarihi. Aslında tek başına tarih demek de doğru olmayabilir. Bir Selîmnâme uzmanı olan yazar, Yahya Kemal’in Selimnâme’sini bölüm bölüm şerh ederek, buradan bir Yavuz Sultan Selim portresi veya monografisi çıkarıyor. Sadece Sultan Selim değil, geniş bir tarih yelpazesinde Asr-ı Saadet’ten Osmanlı tarihine gidiş gelişler, tarih sayfalarında seyahat, belki bir nevi sohbet… Fakat kitabın merkezinde Yavuz ve onun cihangirliği, cihangirliğin sembolü olan tuğlar var. Fakir Baykurt’tan kalanlar SABIR DAĞI, FAKİR BAYKURT, LİTERATÜR YAYINLARI, 189 SAYFA, 14 TL Fakir Baykurt’un romanlarından sonra öyküleri de Literatür Yayınları’nca basılmaya başladı. Yazarın terekesinde kızı Işık Baykurt tarafından bulunan ve yayıma hazırlanan 46 öykü, Sabır Dağı adıyla kitaplaştı. Baykurt, bu kısa öykülerde köy hayatının zor şartlarını, yoksulluk, cahillik ve emek sömürüsünü, köylünün maddi ve manevi dünyasını toplumcu bir bakışla anlatıyor. Karın Ağrısı ve Cüce, Efendilik Savaşı ve Anadolu Garajı da okura ulaştı. ÇOCUK KÝTAP ZAMANI Bu kitabı okursan bir çiçek açacak Elif Şafak’ın ilk çocuk kitabı Sakız Sardunya, gündelik hayatın yaslandığı tezatlar üzerine kurulu bir öykü. Zıtlıklar arasında bocalayarak büyümeye çalışan küçük bir kızın öyküsünü okuyoruz kitapta. Sakız Sardunya iyi kurgulanmış bir ‘iyimserlik’ kitabı. Sakız Sardunya, Elİf Şafak, Resİmleyen: Zafer Okur, Doğan Egmont, 155 sayfa, 14 TL E MUSA GÜNER seçebildiği bir gezegen hayal eder. Sakız Sardunya bütün bunlarla baş etmesini öğrenir, sorunu büyütmek yerine çözümlerin çevresinde dolanmayı okurla birlikte keşfeder. Sakız Sardunya güzel kurgulanmış bir serüven, ağızda şirin bir tat bırakıyor. Eserleri birçok dile çevrilmiş bir romancı olarak Elif Şafak’ın çocuklar için de yazmaya yönelmesi bu alan için çok önemli bir zenginlik. Ustalar ve çocuklar eserlerde buluşmalı… Cemal Süreya’nın, Orhan Alkaya’nın ısrarıyla Çocukça dergisinde yazdığı ve bugün hâlâ lezzetle okunabilen Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi gibi… Yaşar Kemal’in kaleminin ürünü, Muhterem Yoğuntaş’ın hikâyesi Yağmurla Gelen gibi… Cemil Kavukçu’nun çocuklar için yazdığı hikâyeler gibi… Çocuklara seslenen bir kitabın, ‘edebiyat’ çemberinin içinde olması önemlidir. Onlarda okuma tadı oluşturmak ancak incelikli kelimelerle mümkün. Bu bağlamda, Elif Şafak’ın Sakız Sardunya’sı önemli; okur sihirli küreyle geç tanışsa, serüven biraz geç başlasa da… Sakız Sardunya’da metne sinmiş, oradan da okura geçecek olan iyimserlikten de söz etmemek olmaz. Serüvenin içinde kahramanla birlikte yürüyen okurun ruh hali ‘gergin’likten ziyade ‘sakin’lik. Kahramanı sevimli, daha da sevimli kılan bir özellik bu. Okura yüklediği olumlu enerji şu cümlede belirginleşiyor: “Ne zaman bir çocuk severek kitap okusa, ne zaman bir yetişkin bir hikâye ya da masal anlatsa veya yeni bir fikir doğsa sekizinci kıtada bir çiçek açar, bir kuş cıvıldar. Ya da bir şelale çağlayarak akar.” lif Şafak’ın ilk çocuk kitabı, gündelik hayatın yaslandığı tezatlar üzerine kurulu bir öykü. Küçük kız Sakız Sardunya, olabildiğince çocuk... Çevresi ise onun çocukluk pastasını kemirmeye çalışan minik tavşanlar sanki. O hep bir kedisi olsun ister. Ya da bir köpeği, keçisi, atı... İsmi Hayal ama kendisi hayat kadar gerçek olan annesi her seferinde itiraz eder: “Kedinin tüyleri dökülür, köpek havlar, keçi meler, atı da koyacak yerimiz yok.” Bunlar büyümenin cilveleridir hep, insanı olgunlaştıran, belki de çözüme odaklayan. Hayat istediklerimiz, sahip olabildiklerimiz, maruz kaldıklarımız arasından geçerek yürüdüğümüz bir patika değil midir? Elif Şafak zıtlıklar arasında bocalayarak büyüyen kahramanına işaret taşları kitap olan bir yol çizmiş. Sakız Sardunya kılığına girmiş; kitap, okur, okuma gibi kavramlar üzerinden derinlikler yakalamış. Çocuk aklı ile çözülemeyecek, büyüklere ait bilmecelere kafa yormuş. Sakız Sardunya olayları ve olguları anlamaya çalışırken, gerçeğin hemen üstünde duran EFHİMA ülkesini keşfeder. Efsaneler, hikâyeler, masallar ülkesi… O ülkedeki seyahatinde yol arkadaşları ise Zeliş ile Asutay’dır. Nedir Sakız Sardunya’nın meselesi? Annesi Hayal Hanım, “Ders çalışmazsan derslerin küser, yemezsen yemekler küser.” der, o ise ismini küstürmek istemez ama bir türlü de sevemez. Çocuklara doğar doğmaz isim verilmesini anlayamaz. Her insanın ismini özgürce Elzeard Bouffier gerçekten yaşadı mı? Dünyanın yemyeşil bir cennet olmasını istiyorsan bir ağaç dik, Elzeard Bouffier’nin yaptığı gibi. Elzeard Bouffier de kim derseniz, binlerce meşeyle dağları neşelendiren bir adam. Jean Giono, Ağaç Diken Adam adlı kitabının sonunda “1947 yılında, Banon Huzurevi’nde huzur içinde aramızdan ayrıldı.” diyor. Huzur içinde olduğuna şüphe yoktur, çünkü ömrünün son otuz yılını dağların çorak topraklarını sevindirerek geçirmiştir. Bu onun ne görevidir ne de bu iş karşılığında para alır. Koyunları ve köpekleriyle birlikte Ağaç Diken Adam Jean Giono Everest YAYINLARI 60 sayfA o dağların çorağında yaşar Bouffier. Meşe palamutlarının en iyisini özenle seçer ve toprakla buluşturur. Uzun bir yolculuğa başlarken atılan ilk adımın muhteşem bir örneğidir. “Dünyayı ben mi kurtaracağım!” diyenleri utandıracak bir münzevidir. Tabiatı hoyrat- ça tüketen insana karşı tabiatı çoğaltan adamdır. Fransız yazar Giono’nun Ağaç Diken Adam öyküsü 1953’te yayımlandığında herkes Bouffier’in gerçekten yaşadığını düşünmüştü. Digne Bölgesi Orman ve Su işleri Müdürü M. Valdeyron, Giono’ya 1957’de bir mektup yazdı ve Bouffier’i sordu. Giono verdiği cevapta şöyle diyordu: “Kıymetli Beyefendi, Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için özür dilerim ama Elzeard Bouffier kurmaca bir şahsiyet.” Bu kitabı bütün çocuklar okumalı ve Bouffier’le mutlaka tanışmalı. 40 1 EYLÜL 2014 PAZARTESÝ Her şeyi soran çocuk BİR SORUM VAR, MEHMET YAŞAR, UĞURBÖCEĞI YAYINLARI, 154 SAYFA, 7,50 TL Öğrenmenin kapısı soruyla açılıyor. Bazı çocuklar işi çok abartır, sanki dünyaya soru sormak için gelmişlerdir, Can Bilir gibi. Can, Mehmet Yaşar’ın kaleme aldığı Bir Sorum Var kitabının kahramanı. Hem kendi hikâyesini anlatıyor hem de okuru sorularına ortak ediyor. Doğrusu, sorduğu sorular hiç de yabana atılır cinsten değil. Can’ın sorularından bazıları: Ayçiçekleri neden güneşe döner? Kaynayan süt neden taşar? Karıncalar neden boğulmaz? Bir de “Tilki tilki saatin kaç?” var, o da Can’ın hikâyesi. Küçük tilki Vuk insana karşı ORMANIN KÜÇÜK EFSANESİ VUK, ISTVÁN FEKETE, YKY, 189 SAYFA, 19 TL Küçük tilki yavrusu Vuk, bütün ailesini kaybeder ve ormanda bir başına kalır. Yaşlı arkadaşı Karak’ın yardımıyla kaybolan kardeşi İny’ye kavuşur ve avcıya karşı mücadelesini kazanır. Zekâsı ve yetenekleriyle ormanın yeni efsanesi olur. Dünyaca ünlü bir çizgi filme de konu olan Vuk, minik bir tilkinin insana verdiği vefa ve vicdan dersinin öyküsü. İnsanı doğayla birlikte gerçekçi bir şekilde tasvir edebilen Macar yazar Istvan Fekete doğa öyküleriyle ünlü. Çete hakkında bilinmesi gerekenler KISA PANTOLONLULAR ÇETESİ, ZORAN DRVENKAR, GÜNIŞIĞI KITAPLIĞI, 188 SAYFA, 13 TL “Kısa Pantolonlular” Ada, Beton, Sırıtık ve Rudolpho isimli dört arkadaştan oluşur. Önümüzdeki yıl 12 yaşına basacaklar. İsimleri gerçek değil, çünkü hiç kimseye doğduğunda Beton, Sırıtık gibi isimler verilmez. Kanada’da büyük bir kasabada yaşıyorlar. Çete, adını kışın tam ortasında almıştır. Çetenin, durmak bilmeyen bir trenden nasıl kurtulduğunu, sadece şort ve tişörtleriyle kar fırtınasına yakalandıklarında ne yaptıklarını, belalı bir çetenin kartopu saldırısını nasıl püskürttüklerini kendileri anlatacak okurlara… Sakın kimseye kapıyı açma ANAHTAR, ISABELLE FLAS – ANNICK MASSON, MAVİBULUT YAYINLARI, 28 SAYFA, 24 TL Anne alışverişe çıkmadan önce, evde bıraktığı üç oğluna, “Sakın ha, ben yokken kimseye kapıyı açayım demeyin!” diye tembihledi. Döndüğünde bir de baktı ki anahtarı içeride unutmuş. Çocuklara da açmayın dedi bir kere. E şimdi afacanlar ona kapıyı açar mı? Ne küçüğü ne ortancası ne büyüğü, hiçbiri açmadı. Anne ne yapacak, üç oğlunu kapıyı açmaya ikna etmek için ne kadar dil dökecek? SPOR KÝTAP ZAMANI 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ Dünya Kupası maçlardan ibaret değildir Okay Karacan’ın 1982: Bir At Kestanesi Hikâyesi adlı kitabı, 1978’den bu yana Dünya Kupalarının anılarını bir araya getiriyor. Karacan, sadece spor tarihi anlatmıyor; geçmişin İstanbul’undan da bugüne esintiler getiriyor. Yazarın ‘su gibi akan’ üslubuyla ortaya güzel bir kitap çıkmış. 1984, BİR AT KESTANESİ HİKÂYESİ, OKAY KARACAN, POSTİGA YAYINLARI, 264 SAYFA, 18 TL G azetemizin spor yazarlarından Okay Karacan kardeşimizin 1982: Bir At Kestanesi Hikâyesi adlı kitabı Dünya Kupalarının çok değişik bir yanından söz ediyor. Kitap zamanında çıkmış (temmuz) ancak biz ilgilenmekte biraz geç kaldık. Neyse ki kitabın böyle zamanlama durumlarıyla bir ilgisi yok. Ne zaman okursanız aynı lezzeti bulabileceğiniz bir çalışma. Kitapta Okay Karacan, 1978’den günümüze kadar Dünya Kupalarını nasıl yaşadığını anlatıyor. Elbette ki bunlarla birlikte daha pek çok şey kitapta yer alıyor. Yazarımız futboldan yola çıkıp bizi eski İstanbul’a götürüyor. Başta Yedikule olmak üzere Yeşilköy ve Çamlıca arasında bir gezinti yapıyoruz. Tabii o günlerden bu yana yaşananlar ahlanıp vahlanmalara yol açacak nitelikte ama artık böyle şeylere kimsenin kulak astığı yok… Karacan’ın yazı konusundaki becerisinin tanığı Zaman okurları. Günlük yazıların ve maç yorumlarının yanında her hafta hem Süper Lig’in panoramasını yazıyor hem de Zaman Pazar’daki köşesinde sporun değişik yanlarına bakıyor Karacan. Yazdıklarındaki edebiyat lezzetinin de yakından tanığı okurlarımız. Elbette ki bu lezzet kitapta da var. Karacan’ın anlatımı su gibi akıyor. 1968 doğumlu yazarımız, 10 yaşından itibaren Dünya Kupalarını sıradan biri gibi izlemez, daha derinlemesine yaşar. Kuşkusuz bir yandan da çılgınca top peşinde koşma yıllarıdır ve o her bakımdan bu işe bağlanır. Bir süre sonra adeta bu işi yapmaya başlamışcasına defterler tutacak, maçlar anlatmaya başlayacaktır. Adam olacak çocuk! kikaya kadar uğraşarak olmuştur. Hep önce çalıştım, sonra kazandım. Kazanırken bile mutlaka son cıvatayı sıkmak için geri dönmüşümdür. Bakın bu işler herkes için böyledir, demeyin. Medya dünyasında annesinin karnından sırf şans ile doğmuş, parmağını kıpırdatmadan kazanan o kadar çok adam var ki şaşarsınız.” Bu saptamanın belli bir bölümüne hatta tamamına da katılabilirim ama yine de bir eksiklik olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bizim mesleğin en sevdiğim yanı, bir yarışma alanı oluşudur. Okay’ın dediği gibi başlamış ve haksızca pek çok şey kazanmış insanlar elbette ki vardır fakat belli bir noktadan öteye geçmeleri mümkün değildir. Mesleğimizin yarışmacı tarafı, günün birinde mutlaka ortaya çıkar ve onun sözünü ettiği ‘kalpazanların’ elenmesini sağlar. Nasıl ki torpille futbolcu olamazsanız, bizim işimizin de böyle bir yanı vardır. Belki o torpille işe başlar, bir şeyler kazanır ama sonunu getiremezsiniz. AHMET ÇAKIR O kadar ki 1982’ye gelip 14 yaşının getirdiği bütün altüst oluşları yaşarken Çamlıca’da Karga Dere Televizyonunu kurar! Tabii bu birkaç arkadaş bile denemeyecek kadar küçük bir topluluk içinde yaşanan bir gençlik eğlencesidir. Öyledir de gelecekteki mesleğiyle ilgili çok sağlam bir ipucu olduğu görmezden gelinemez. Buraya gelmeden arada bir süre Reşadiye Lisesi döneminin bulunduğunu da atlamadan, devam edelim. 1990 Dünya Kupası sırasında o artık bir imkânsız görünen işleri başarmak Okay Karacan yandan ekmek kavgasının içinde olacak dönemdedir ama okuldan henüz kurtulamamış, o yıllarda memleketin yeni tanıdığı -kısaca borsa diyelim- işine yönelmiştir. Fakat sonrasında işler epeyce hızlı gelişecek ve 1994’te Okay Karacan kendini bir düşün içinde bulacaktır. Yayıncı kuruluş TRT’nin spikerlerinden biri olarak Halit Kıvanç gibi bir efsanenin yanısıra Tansu Polatkan başta olmak üzere herhangi bir şekilde yanlarına bile yaklaşamayacağını düşündüğü kişilerle aynı işi yapacaktır. Kaymakam olma hayali çoktan gerilerde kalmış, TRT’nin zorlu sınavlarından geçip sonrasındaki kursları başarıyla tamamlamış ve azap dolu bekleyişin ardından göreve atanmıştır. Sonraki yılları biliyorsunuz diye geçmek mümkün çünkü Okay Karacan o günden bu yana sporla iyi kötü ilgilenen hemen herkesin tanıdığı biri. Sadece futbol değil öteki sporlar ve özellikle memleketin bu olayı yeni tanıdığı dönemlerdeki Formula 1 anlatımlarıyla ülkenin en ünlü kişilerinden biri olur. Bugün onu sesi ve görüntüsüyle reklamlarda bile izliyoruz. Elbette ki bütün bunlar kolay olmuyor; hele bazılarımız için engeller ve zorluklar ötekilerden çok daha fazla olabiliyor. Karacan’ın medya dünyasında belli bir noktaya gelebilmek için verdiği mücadele ve bunu çok daha kolay elde edebilenlerle ilgili değerlendirmesi epeyce eğlenceli. Birlikte kulak verelim: Bizimki yarışma mesleği “Allah bazı insanları zorluklarla test ediyor. Kimileri ise kolaylıkla her şeye sahip olabiliyorlar. Benim hayatımdaki kazanımlar hep mücadele ederek, son da- 41 Yine bizim mesleğin önemsediğim yanlarından biriyle birlikte başka her iş için de geçerli olabilecek imkânsız görünen işleri başarma örnekleri var kitapta. Özellikle 1998 Dünya Kupası sırasında Fransa’da sınırları belirsiz bir stat dışı yayıncılık işi sırasında yaşananlar, kitabı daha da ilginç kılan noktalardan biri. “İmkansız, böyle bir iş asla yapılamaz!” demenin gazetecilikte yeri olmadığını gösteriyor. Benzer bir durum 1994 Dünya Kupası sırasında da yaşanıyor. Sonuna kadar takip, kapıdan kovulduğunda bacadan girme, akla hayale gelmeyecek nitelikteki birtakım bağlantıları bulup kurabilme diye anlatabileceğimiz durumlar, yaptığımız işin nasıl bir yarışma olduğunu kanıtlıyor. Eh, bunları yapabildiğinizde Okay Karacan oluyor, yoksa elenip gidiyorsunuz. Ya da daha silik bir çizgide kalıp bu işi yapıyormuş gibi görünmeye razı oluyorsunuz... Kitaba adını veren hikayeyi elbette ki atlamıyorum ama yerim doldu, bir zahmet onu da siz bulun. Tabii bunun için kitabı satın alıp okumak gerektiğini ben söylemiş olmayayım... Futboldan yola çıkıp İstanbul’un yakın sayılabilecek geçmişine şöyle bir göz atmak, Karacan’ın Dünya Kupalarını nasıl yaşadığına tanıklık etmek için okumaya değer çok keyifli bir kitap bu. USTA GÖZÜYLE KÝTAP ZAMANI Beyyine külfetinin müddeiye ait olmasına ve bir nâşerif’e dair Pâdişah taslaklarına pabuç bırakacak mısınız ey azizler? Netiycede cümlemiz beşeriz; ister istemez, kerâhet derecesinde de olsa memleket ahvâli ile alâkadar olmak iktizâ edince birtakım hususlarda fikir beyan etmek lâzım geliyor. Ahmed Turan Alkan kardaşımız fî tarihinde “Turfa Müneccim” serlevhalı bir mekale kaleme almış ve fekat bu mekaleyi birilerinin ona “sipariş” etdiği iddia edilmişdi... RECAÝ GÜLLAPDAN İRFAN KÜLYUTMAZ C ânımdan muazzez muhterem kaarilerim, evvela selâm edeyor ve gözlerinizden bûs ederekden lakırdıma başlayorum. Efendim, Zeman kazatasını kıraat edenlerinizin derhaatır edecekleri gibi, Ahmed Turan Alkan kardaşımız fî tarihinde “Turfa Müneccim” serlevhalı bir mekale kaleme almış ve fekat bu mekaleyi birilerinin ona “sipariş” etdiği iddia edilmişdi. Alkan Bey kardaşım, bu iddialara nihayet cevap verdi ve niyçün ve ne münasebetle yazdığını net bir şekilde ifâde etdi... Malûm, bir Mecelle kaidesidir: Beyyine külfeti müddeiye aitdir! Yâni, şayet bir iddiada bulundu iseniz, bu iddiayı ispat mükellefiyeti size düşmekdedir. Bir misâl ile iyzah edeyim: Efendim, biri sizi, söz temsili, Allah muhafaza, rüşvet almakla mı itham etdi; siz rüşvet almadığınızı ispat mecburiyyetinde değilsinizdir; -ispatla mükellef olan iddia sahibidir! [Elbetde bağzı vaz’iyyetlerde iddia sahibine ispat imkânı verilmediğine de şâhid oluyoruz ya, o bahs-i diğer!] Alkan Bey kardaşımıza “Sen bu mekaleyi birilerinin telkin, rica veya siparişi üzerine yazdın!” deyenler her kim idiler ise, bu iddialarını ispat edemedikleri için, müfteri vaz’iyyetindedirler. Çamur at izi kalsın! Bilmem derhaatır buyruluyor mu, bundan takriben üç-dört sene mukaddem, muazzez kardaşım Hilmi Bey’e de bir zât-ı nâşerif buna benzer bir iftira atmış idi. Bir Te Ve proğramında Hilmi Bey’in, Naipaul mes’elesini birilerinden “emir alarak” yazdığını iddia etmiş; Hilmi Bey kardaşım da ayni proğramda, yokarıda arz etdiğim Mecelle hükmünü hatırlatarakdan, kendini ispata dâ’ved ile şayet ispatlayamazsa, müfteri 1 ARALIK 2014 PAZARTESÝ ve şerefsiz vaz’iyyetine düşeceğini sarahaten ifade etmişdi! O zât-ı nâşerif de ispat mükellefiyyetini elbetde yerine getirememişdi! Zira bu müfteri, “Çamur at, izi kalsın!” gibi, sefil ve âdi bir maksadın peşinde idi... Efendim, bizde bu böyledir. Hilmi Bey kardaşımın dâimâ tekrarladığı, meşhur Fransız şairi Paul Valéry’nin darbımesel mâhiyyetinde bir sözü vardır: Bendenizin de çok sevdiğim, Martin Heidegger’in de sık sık (betahsis Kastner ile olan muharreratında) zikretdiği söz: “Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelmeye çalışır.” Haydi, ukalalık olsun diye, Fransızcasını da yazayım: “Qui ne peut attaquer le raisonnement, attaque le raisonneur”… K ıdemli kaarîlerimin mâlumudur; siyâsiyattan hazzetmem ve lâkin netiycede cümlemiz beşeriz; ister istemez, kerâhet derecesinde de olsa memleket ahvâli ile alâkadar olmak iktizâ edince birtakım hususlarda fikir beyan etmek lâzım geliyor. İşte bu cümleden olmak üzere vaktiyle siyâsetin temel esasları hakkında, siz aziz dâvâ yoldaşlarıma haylice yol yordam göstermiş, mahsûsen siyasi rejimler üzerine fikir beyan etmiş idim; buna göre beşer cinsi içün en eyi rejim pâdişahlıktır; bir şartla; o dahi bizzat ve maalesef şahsan kendimin pâdişah olması elzemdir! PÂDİŞAHLIK EYİDİR, HOŞDUR DA... Neyçün deyeceksiniz, efendim pâdişahlık eyidir hoşdur da pâdişâhın –tesâdüfün bu kadarı olmaz efendiler; lâkin mecburum!- tıpkı benim gibi yarlı-yakışıklı, fevkalhad zekî ve fekat bu mazhariyetini olur olmaz yerde göstermekten hayâ eden, âkil, fatîn, metîn, mekîn, dirâyetli, merhametli ve şefîk, azm ü sebât sahibi, sipordan anlayan, idmanlı, nâzik, ârif, âlim, mazbût, mâkûl, muhsin, sabırlı, temkinli, ihtiyatlı, güzelden anlayan, eli az biraz kalem tutan, iyisini kötüsünden kırk metreden tefrik edecek derecede şiir bahrinde şinâverlikler etmiş, tıpkı benim bizzat kendi şahsım gibi mütevâzı, alçakgönüllü, umur görmüş, tecrübe-dîde, kanaatkâr, belâgat ehli, yüksek vicdanlı, elhâsılı hayli vasıflı ve nâdide biri olması lâzımdır... Sorarım size, böylesini nerede bulacaksınız efendiler; şahsan arasıra kendimi siygâya çekip meziyyet ve kusurlarımı gözden geçirdikde kendi kendime şöyle söylendiğim çokdur: Ah Recâi, sen kiim, cihan padişahlığı kim; lâkin azizim keşke daha meziy- ‘Fransızcayı tefeül yoluyla biliyor!’ Efendim, Fransızcasını betahsis yazdım. Zira bu müfterinin Fransızca bildiği rivâyet olunayor. Merhum Cemil Meriç Hocamız bu zât için “Fransızcayı tefeül yoluyla biliyor!” deye yazmışdı. Yâniya, Fransızcadan terceme ederken, fal bakar gibi, “Acaba şu mânaya mı geleyor, yoksa bu mânaya mı geleyor? Acep şöyle mi desek, acep böyle mi desek?” deye kekeleyib durduğu içün!.. Efendim, bu aylık da bu kadar: Telâkıy gelecek aya inşallah! O vakde kadar kendinize mukayyed olunuz, zâtınıza hoşça bakınız Burada Şeyh Gaalib’i hatırlamışken, onun pek beğendiğim bir ifâdesini de zikredeyim: Muazzez kaarilerim, bendeniz “sohbeti ganimet bilenlerden”im! Şebâbiyyet senelerimde peder merhumun meclisârâ dostları ile olan sohbetlerinin ne kadar zîkıymet olduğunun elyevm idrâki içindeyim. Onun içün dostlarınızla sık sık sohbet ediniz! Allah’a ısmarladık muazzez kaarilerim! Au Revoir, canlarım benim… 42 yetli, daha elyâk biri çıksa idi de sen bu ağır mes’uliyetten kurtulsa idin! İmdi, kendi şahsım gibi müstesnâ bir zât-ı muhteremi bile pâdişahlığa lâyık bulmaz iken şol günlerde ortalığa dökülüp, “Âlem-i İslâm’ın pâdişahı ve halifesi ben olsam gerekdir” deyu tüylerini kabartan ba’zılarını görünce acı acı tebessüm etmekten kendimi alamayorum, çünkü merhum Selîm-i Evvel (Yavuz diye mâruf ve müştehirdir kendileri) Efendimizin bir nüktesi aklıma geleyor; buyurmuş ki: - Bu cihan bir pâdişaha fazla, iki padişaha azdır! PÂDİŞAH NAMZEDLERİNE BAKINCA... Efendiler, pâdişahlık her şeye rağmen matah bir şey olsa idi netekim vaktiyle o yola tevessül edip bizzat pâdişahınız olur idim; müstait idim, imkânlar var idi, hattâ böyle olmaklığım içün yalvaran (adı lâzım değil; ortalığı velveleye vermeyelim) devletlûlar da mevcud idi. İstemedim, mes’uliyetinden çekindim ve netiycede, “Görelim millet kendi kendini idâreye ehil midir; bir fursat vermek lâzımdır” diye ihtiyatkâr davrandım idi. Şimdiki pâdişah namzedlerine bakınca, “Evlâdım Recai, sen kendi kadr ü kıymetini bilmemişsin; bunlara değil dünyanın, sair seyyare ve yıldızların padişahlığı da verilse ‘yetmez, benim gibi bir yiğide az gelir’ deyecekler” demekten kendimi alakoyamayorum. Ey gâziler, öyledir, bu dünya iki padişaha az gelir ve fekat Cenâb-ı Hakk’a kul olmak şuuruna vâsıl olmuş binlerce, milyarlarca derviş tabiatlı rahat rahat istiâb eder. Siz siz olunuz pâdişah taslaklarına pabuç bırakmayınız! Eyi bir şey olsa idi netekim yokarıda buyuruldu, vaktiyle ben uhdeme alır idim. Sizler içün en eyisi, yine ahalinin kendi kendini idare edecek derecede ehil ve siyasi mes’uliyetlerine sahip çıkmasıdır; bu eyiliğimin de kadri bilinsin isterim bâhusus efendim!
Similar documents
Genç Birikim`den... - Genç Birikim Dergisi
Amerika Ortadoğu’nun, İslam ülkelerinin almış olduğu son şekillerden memnun gözüküyor. O kadar ki adeta İsrail’e ‘Benim seninle bundan böyle işim ve ilişkim eskisi gibi olmayacak’ mesajı veriyor. N...
More information28 - Kültür Araştırmaları Derneği
konusunda İngilizce bir yayın oluşturmak, hem de bülten’’lerde yer alan olan seçme yazılardan bir derleme sunmaktır. Bu sayıyı özel sayı olarak tanımlamayı ve yıllık olarak yayımlamaya devam ...
More informationkapak yedek (Page 3)
‹ktidar devlet kurumunun icraya geçmifl halidir. Dönemsel devlettir. Devletin dönem s›n›f ve tabakalar›yla, etnisite, din, kavim üst tabakalar›yla içinin doldurulmas›d›r. Kurumlar›na yeni s›n›f, et...
More informationortaq tarixi yazılacaq - GIFA Green Islands Finance Ltd.
Zaqatalada, oktyabrda Þamaxý vä Balakändä baþ verän zälzälälärdir. Bu zälzälälärin maqnitudasý 5.6, yäni 7 bal olub. Bu zälzälälärin ocaqlarý çox därinlikdä olduðu üçün dähþätli daðýntýlara yol açm...
More information