ANTİK DÜNYANIN KEHANET MERKEZİ: DIDYMA Zamanın İcadı

Transcription

ANTİK DÜNYANIN KEHANET MERKEZİ: DIDYMA Zamanın İcadı
OCAK-ŞUBAT-MART 2012 JANUARY-FEBRUARY-MARCH 2012 SAYI 4 ISSUE 4
DIDYMA: ORACLE-CENTER OF THE ANTIQUE WORLD
Invention of Time: Sundials
Museum traversed by a Submarine: the Rahmi Koç Museum
The Great Legacy of Catherine the Great: the Hermitage Museum
Özgen Acar: a Journalist on the trail of Lost Treasures
A Very Special Museum: the Baksı Museum
Two Tombs: Two Secrets
HAPPY
NEW YEAR!
YENİ YILINIZ
KUTLU OLSUN!
ANTİK DÜNYANIN KEHANET MERKEZİ: DIDYMA
Zamanın İcadı: Güneş Saatleri
İçinden Denizaltı Geçen Müze: Rahmi Koç Müzesi
Büyük Katerina’nın Büyük Mirası: Hermitage Müzesi
Kayıp Eserlerin Peşinde Bir Gazeteci: Özgen Acar
Çok Özel bir Müze: Baksı Müzesi
İki Mezar, İki Sır
hıstory’s key
museum pass istanbul!
MUSEUMS YOU CAN VISIT WITH
MUSEUM PASS İSTANBUL:
Hagia Sophia Museum
İstanbul Archaeological Museums
İstanbul Mosaic Museum
Chora Museum
Topkapı Palace Museum and
Harem Apartments
Museums of Turkish and Islamic Arts
ADVANTAGE POINTS:
Andy Warhol Exhibition,
BKG Museum Shops and Cafés,
Dinosaur Exhibit,
GES Shops,
Ice Station Antartica,
İstanbul Archaeological Museums Shop,
Rahmi M. Koç Museum,
Sakıp Sabancı Museum,
Sapphire Observation Desk,
Torium Snowpark,
Touring Club Publications and
İstanbul Handicrafts Center,
Turvak Cinema -Theater Museum
The gates of history are opened wide with the Museum Pass İstanbul. With this
card, the historical and cultural treasures of İstanbul, the capital city of three
empires, whose history dates back over more than 9 thousand years, are spread out
before your eyes.
The holders of the Museum Pass İstanbul will be able to visit the following
museums, free of charge and without having to queue: the Chora and Hagia Sophia
Museums, which bring the magnificence of the Eastern Roman Empire to the
present; Topkapı Palace Museum and Harem Apartments exhibiting the grandeur
of the Ottoman Empire; İstanbul Archaeological Museums housing the most
important cultural heritage of the Hittite, Assyrian, Lydian, Phrygian and Hellenistic
civilizations; the Museum of Turkish and Islamic Arts bringing together the most
elegant examples of Islamic art; and the İstanbul Mosaic Museum presenting
splendid examples of ancient mosaic art.
The Museum Pass İstanbul costs 72 TL and is valid for 72 hours, beginning with
your first museum visit. What’s more, advantages offered to holders of the Museum
Pass İstanbul aren’t just limited to this. Attractive discounts await the holders of the
Museum Pass İstanbul at the city’s elite private museums, together with arts and
entertainment venues too.
For detailed information and points of sale you may visit www.muze.gov.tr
içindekiler
5 Başyazı
40 Güneş Saati
ZAMANIN İCADI!
56 ‘çok özel’ bir özel müze
BAKSI MÜZESİ
60 Kayıp eserlerin
peşinde bir gazeteci
66 İki MEZAR, iki SIR!
70 Günlük detaylardan
tarihte bir yolculuğa
72 Haber turu
74 Takvim
76 TÜRSAB-MTM müze rehberi
78 TÜRSAB-MTM müze harita
6
Antik Dünyanın En Önemli Kehanet Merkezi
SÖYLE BANA DIDYMA...
16
Bulutların İçindeki Manastır
SÜMELA
24
Büyük KATERİNA’nın büyük MİRASI
HERMITAGE MÜZESİ
32
48
İçinden denizaltı geçen müze:
RAHMİ KOÇ MÜZESİ
Tüm Zamanların Tanığı:
KARİYE MÜZESİ
TABLE OF CONTENTS
6
Ocak-Şubat-Mart
2012
Sayı 4
•
January-February-March
2012
Issue 4
The most renowned oracle-centre
of the antique world
‘TELL ME DIDYMA’
16
The Monastery in the Clouds
SÜMELA
24
THE HERMITAGE MUSEUM
CATHERINE the great’s great LEGACY
32
The Museum Crossed by a Submarine
THE RAHMİ KOÇ MUSEUM
48
Editorial
5
Sundials:
INVENTION OF TIME!
40
A very special private museum:
BAKSI MUSEUM
56
A journalist on the trail
of lost treasures
60
Two TOMBS two SECRETS
66
A journey into history through
details of daily life
70
News in overview
72
Calendar
74
TÜRSAB-MTM museums guide
76
TÜRSAB-MTM map of museums
78
witness of all ages:
THE CHORA MUSEUM
3
TÜRSAB-MTM İŞ ORTAKLIĞI TARAFINDAN ÜÇ AYDA BİR YAYINLANIR
PUBLISHED QUARTERLY BY THE TÜRSAB-MTM JOINT VENTURE
TÜRSAB-MTM İş Ortaklığı adına SAHİBİ / TÜRSAB YÖNETİM KURULU BAŞKANI
OWNER on behalf of the TÜRSAB-MTM joint venture / PRESIDENT OF THE TÜRSAB EXECUTIVE BOARD
Başaran ULUSOY
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ / RESPONSIBLE MANAGING EDITOR
Feyyaz YALÇIN
YAYIN KURULU / EDITORIAL BOARD
Başaran ULUSOY, Feyyaz YALÇIN, Arzu ÇENGİL, Hakan HİMMETOĞLU, Köyüm ÖZYÜKSEL,
Kibele EREN, Ayşim ALPMAN, Aylin ŞEN, Hümeyra ÖZALP KONYAR
TÜRSAB adına YAYIN KOORDİNATÖRÜ / EDITORIAL COORDINATOR on behalf of TÜRSAB
Arzu ÇENGİL
YAYIN YÖNETMENİ / EDITOR-IN-CHIEF
Ayşim ALPMAN
GÖRSEL YÖNETMEN VE YAYIN DANIŞMANI / ART DIRECTOR AND EDITORIAL CONSULTANT
Hümeyra ÖZALP KONYAR
GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM / VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT
Özgür AÇIKBAŞ
HABER MÜDÜRÜ / NEWS EDITOR
Sevinç AKYAZILI
GRAFİK UYGULAMA / GRAPHICAL IMPLEMENTATION
Semih BÜYÜKKURT
ÇEVİRİ / TRANSLATION
Ahmet ALPMAN
YÖNETİM MANAGEMENT
YAYIN EDITORYAL
BASKI PRINTING
TÜRSAB-MTM İŞ ORTAKLIĞI
Dikilitaş Mah. Aşık Kerem Sk. No: 42
34349 Beşiktaş
İstanbul / Türkiye
Tel / Phone: (212) 259 84 04
Faks / Fax: (212) 259 06 56
www.tursab.org.tr
e-mail: [email protected]
BRONZ YAYINCILIK
Pürtelaş Mah. Güneşli Sk. No: 22 D: 1
34433 Cihangir
İstanbul / Türkiye
Tel / Phone: (212) 244 85 37-38
Faks / Fax: (212) 244 85 34
e-mail: [email protected]
BİLNET MATBAACILIK
Biltur Basım Yayın ve Hizmet AŞ.
Esenşehir Mah. Dudullu Organize
Sanayi Bölgesi 1. Cadde No:16
Ümraniye İstanbul / Türkiye
Tel / Phone: 444 44 03
Faks / Fax: (216) 365 99 07-0
www.bilnet.net.tr e-mail:[email protected]
MÜZE Dergisi Basın Konseyi üyesi olup, Basın Meslek İlkeleri’ne uymaya söz vermiştir. The Museum Journal is a member of the Turkish Press
Council and has resolved to abide by the Press Code of Ethics. MÜZE Dergisi’nde yayınlanan yazı ve fotoğraflardan kaynak gösterilmeden
alıntı yapılamaz. None of the articles and photographs published in the The Museum Journal maybe quoted without mentioning of resource.
4
T
WITH SORROW AND HOPE
ACI VE UMUTLA
ürkiye, 2011 yılını turizmde güzel haberler, çıtayı yükselten
başarılarla geçirdi. Gerek turist sayısı, gerekse turizm geliri
açısından hedefler aşıldı.
Bu tablonun çok önemli bir parçası olan müzelerde de 2011
kelimenin tam anlamıyla “hamle yılı” oldu. TÜRSAB-MTM
ortaklığının Kültür ve Turizm Bakanlığı ile işbirliği daha ilk
yılda meyvelerini verdi. Müzeler daha çağdaş bir çehreye
kavuşturuldu, ziyaretçi sayısı da hızla arttı.
Elinizdeki dergi de, bir bakıma bunun kanıtı. Peşpeşe
Türkiye’ye dönüşü sağlanan eserlerin de katkısıyla
müzeciliğin, özellikle arkeoloji müzelerinin altın dönemi
yaşanıyor. Müze Dergi de bunun getirdiği bir ihtiyaçla ve
böyle bir döneme tanıklık etmek hedefiyle sizlere ulaşıyor.
2011 bizler için bu güzel tabloda ve daha şimdiden
başladığımız 2012 yılı hazırlıklarıyla geçti.
Ancak ne yazık ki, ülkemizin bütünü için bunu
söylemek çok zor. Depremlerin ve şehitlerin
haberleriyle, kendimizi adeta acının enkazı
altında hissettik. Bütün dileğimiz, acıların
2011’de kalması. Umudumuz da,
yaralarımızı saracak gücümüz de var.
Yeni bir yıla girerken, sizlere
ve elbette bütün Türkiye’ye ve
dünyaya bu duygularla “iyi haberler”
diliyorum.
Başaran Ulusoy
Turkey had quite a successful touristic season behind,
in terms of tourists’ inflow as well as income volume,
outreaching estimated target figures.
In this respect, museums, which are a fundamental component of tourism industry experienced a real “year of
boom” in 2011. The TÜRSAB-MTM cooperation with the
Ministry of Culture and Tourism yielded already in the
first year reasonably positive results. Museums underwent a modernizing facelift and reached a rapid increase
in the number of visitors.
The publication you are holding in your hands is evidence to that reality. Particularly the archaeological museums are experiencing their golden era, among other,
thanks to the repatriation to Turkey of various antique
treasures which were previously uprooted from their
homeland. Müze Dergi is published out of a need
resulting from these gratifying developments and
reaches its reader as testimony to this success story.
We can proudly announce that 2011 has been a very
good year for us, during which we surely did not
fail to fulfill the necessary preparations for
an equally fruitful year 2012.
However, it is difficult to argue the same
for our country in general. The recent
tragic earthquakes and martyrdoms
caused great pain to our people. We
only hope that the suffering lies behind us. We do possess the strength
and trust to heal our wounds.
In this spirit, I wish to you, Dear
Readers, and to our country and the
whole world all the “best news” on the
door steps of the New Year.
5
Antik dünyanın en önemli kehanet merkezi
Söyle Bana Didyma...
BİR YÖRE
BİR ANTİK KENT
One Region
One Ancient City
Yazı-Text
Fügen Yıldırım
Fotoğraflar-Photos
Rasim Konyar
6
7
The most renowned oracle-centre of the Antique world
‘TELL ME DIDYMA’
Didyma was the most significant cult centre on the territory of the
great classical city Miletos, pre-eminent science and art cradle of the
Ancient world. Didyma, the largest and the most prosperous Ionian
temple erected in Anatolia, famous for its relics, its sacred spring, its
sacred laurel grove remained standing for 3 thousand years against
all odds, wars, earthquakes and destructions.
anadolu topraklarında
kurulan en büyük ve
en zengin ion tapınağı.
kutsal emanetleri,
kutsal kuyusu ve kutsal
defne korusuyla ünlü.
bilim ve sanatın merkezi
milet’in kutsal alanı.
savaşlara, depremlere,
yıkımlara inat dıdyma
yaklaşık 3 bin yıldır
ayakta...
idim, eski adıyla Didyma... Aydın ilinin
Yenihisar köyü yakınlarında, yeşilin maviye
karıştığı, Menderes nehrinin denizle buluştuğu
yerde kuruldu. Apollon Tapınağı ile tanındı.
Didyma’nın hazinesi sayılan Apollon Tapınağı,
o zamanki adıyla Didymaion M.Ö. 560’ta inşa edildi ve antik
dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biri haline geldi.
Efsaneye göre, tanrı Apollon bir gün Didim yöresinde çobanlık
yapan Brankhos’a rastladı. Brankhos’tan çok hoşlandı ve ona
kehanetin sırlarını öğretti. Çoban Brankhos, defne ormanı ve su
kaynağının bulunduğu, bugünkü tapınağın yerinde, Apollon adına
ilk tapınağı yaptı. Zaman içinde Brankhos soyundan gelenler
Brankhidler olarak anıldılar.
Tapınak, uzun süre, orada yaşayan ve Brankhidler adı verilen
aile tarafından yönetildi. Ta ki M.Ö. 494’te Persler Miletos’a
saldırıncaya kadar. Pers saldırısı sırasında, Miletos şehri
ile Apollon Tapınağı da yerle bir oldu. Tapınakta bulunan,
Apollon’un bronz heykeli Pers başkenti Ekbatan’a götürüldü.
Ünlü tarihçi Herodot olayı şöyle anlatır: “Brankhidler tanrılarına
sadakatsizlikle suçludurlar; tanrıya sunulmuş hazineleri hiç
duraksamadan Pers kralına teslim etmiş ve ihanetlerini izleyecek
olaylardan kurtulmak için de onun peşinden Pers ülkesine
kaçmışlardır. Yüz elli yıl sonra İskender buraya dek geldi.
Ordusundaki Miletoslular’a ne yapması gerektiğini sorduktan
sonra, yerleşmeyi yerle bir etti. Böylece babalarının işlediği suçun
cezasını oğullar ödemişlerdir.”
8
Didim, Didyma with its ancient name was founded near the Yenihisar
village of the Aydın province, where green mixes with the blue, where
the Maeander river meets the Aegean sea. Didyma, known for its Apollo
Temple, its treasure, the Didymaion erected in 560 B.C. grew into the
main oracular shrine of the Antique world.
According to the myth, Apollo met one day in the area the shepherd
Branchos whom he loved and revealed the secrets of divination. Branchos established the first Apollo temple inside the laurel forest, near
the water source, on the placement of the current sanctuary. In time,
the line of priests who claimed descent from Branchos were called the
Branchidae.
Until its destruction by the Persians in 494 B.C., Didyma was the major
Anatolian sanctuary dedicated to Apollo, administered by the family
of the Branchidae. The Branchidae were expelled by Darius’ Persians,
who burned the temple and carried away to their capital Ecbatana the
archaic bronze statue of Apollo.
According to ancient Greek historian Herodotos, the Branchidae were
guilty of sacrilege and treason towards their gods; they supposedly
delivered the treasures offered to gods to the Persian king and followed
him into Persian lands to escape the consequences of their treason.
150 years later, Alexander the Great supposedly destroyed the villages
of the Branchidae descendants upon the exhortation of his Milesian
soldiers, thus punishing the sons for the sins of their ancestors.
After his capture of Miletos in 334 B.C. Alexander the Great reconsecrated the Apollo oracle but placed its administration in the hands of
the city of Miletos, where the priest in charge of the oracle was annually
Büyük İskender M.Ö. 334’te Miletos’u aldıktan sonra kehanet
merkezinin yönetimi Miletos kentine verildi. Didyma Miletos’un
kutsal alanı oldu. Kazanılan zaferin coşkusuyla olsa gerek, Miletos
kâhini, Büyük İskender’i Zeus’un oğlu ilan etti. Ve hemen yıkılan
tapınağın yerine, hatta onun temelleri üzerine, İon dünyasının
en büyük tapınaklarından birinin yapımına başlandı. Daha sonra,
Apollon Tapınağı’ndan çalınan bronz Apollon heykeli Suriye Kralı
I. Seleukos tarafından bulundu ve Didyma’ya geri verildi.
Miletoslular, M.Ö. 300 dolaylarında başladıkları tapınağı
tamamlayabilmek için iki yüz yıl boyunca çalıştılar ama ölçüleri
çok büyük tutulan tapınağı bir türlü bitiremediler.
Tapınağa götüren Kutsal Yol
Şiirin, ışığın, müziğin, hekimliğin tanrısı Apollon aynı zamanda
kehanetin de tanrısıydı. İsterse, kâhinlik yeteneğini diğer
insanlara verebilirdi. Kehanet antik çağın en gözde ‘yönetim
aygıtı’ ve inancın temel taşlarından biriydi. Rasyonel düşüncenin
ilk filizlerini verdiği, bilimin ilk merkezlerinden biri sayılan
Miletos’ta bile...
elected. Following Alexander’s victory over the Persians, the Apollo oracle “spoke again” and supposedly announced that Alexander was son
of Zeus. Alexander ordered the reconstruction of the temple, but it was
left to Seleucus I Nicator, the founder of the Syrian Seleucid Empire,
who conquered this part of Alexander’s empire, to make a beginning
with the project. About 300 B.C. Seleucus I Nicator brought the bronze
cult image, the Apollo statue back, and the Milesians began to build a
new temple, which, if it had ever been completed, would have been the
largest in the Ionian world. Even though the construction continued for
two hundred years, the shrine was never completed.
The Sacred Road leading to the Temple
Apollo god of poetry, light, music and medical science, was also the
god of oracular divination. He possessed the ability to transfer his
oracular powers to humans. Divination was the favourite method of
ruling and the basis of belief systems in the ancient world, which is true
even for Miletos considered one of the first centres where rational and
scientific thinking began to develop...
South of Didyma was the port of Panormos where the pilgrims arriving
Didyma Antik Kenti, bitki ve hayvan motifleriyle bezeli taş işçiliğiyle de hayranlık uyandırıyor (yanda).
Didyma Antique City is also admired for its remarkable stone reliefs depicting plants and animals (aside).
150 yıllık bir öykü!
Tapınak hakkında ilk bilgileri Anadolu’yu gezen Fransız seyyah Charles Texier ve İngiliz arkeolog
Newton topladılar. İlk kazılar ise 1858 yılında İngiliz, daha sonra da Fransız heyetleri tarafından yapıldı,
ama bir sonuç alınamadı. Sistemli kazı çalışmalarına ancak 1904’te Berlin Müzesi adına, devrin ünlü
arkeoloğu Prof. Theodor Wiegand başkanlığında başlandı ve 1913 yılına kadar devam etti. Kazılarda
elde edilen bilgiler, 1941 yılında H. Knackfuss tarafından ‘Didyma’ adlı bir kitapta yayınlandı. 1962’den
sonra kazıları Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Klaus Tuchelt sürdürdü.
2000 yılından itibaren Kutsal Yol’un çevresinde yapılan kazılarda imparatorluk dönemine ait bir
hamam ve ona ait galeriler yanında devasa büyüklükte bir su sarnıcı bulundu.
Halen Almanya Halle Üniversitesi’nden Prof. Dr. Helga Bumke başkanlığında devam eden kazılar,
yazıtlardan elde edilen bilgileri doğrulayan sonuçlar verdi. Özellikle Roma İmparatorluğu döneminde
rağbet gören ve dört yılda bir yapılan Didyma şenliklerinde, çeşitli spor karşılaşmaları yanında, hitabet,
müzik ve tiyatro konularında da yarışmalar düzenleniyordu. Şenliğin bir kısmı Miletos, bir kısmı da
Didyma’da gerçekleşiyordu. Özellikle tragedya dalındaki yarışmaların Miletos’taki görkemli tiyatro
yerine, neden bir tiyatrosu olmayan Didyma kutsal alanında yapıldığı merak konusuydu.
Bu sorunun cevabını 2010 yılı kazı çalışmalarında 23x20 metre büyüklüğünde bir duvar yapısına
ulaştıklarını söyleyen Prof. Dr. Bumke veriyor. Dairesel şekilde devam eden ve teras duvarı olarak
adlandırdıkları bu yapının bir tiyatro olabileceğini belirtiyor.
A 150 years old story!
The initial data on Didyma sanctuary was collected by French traveller Charles Texier and British archaeologist Newton. First excavations were carried out in 1858 by British and later by French archaeological teams
without yielding satisfactory results. Systematic excavations were performed in 1904 under the leadership of
Prof. Theodor Wiegand through the auspices of the Royal Berlin Museums (Königliche Museen zu Berlin) and
carried on until 1913. The findings of the exploration were published in 1941 by Hubert Knackfuss in a book
entitled ‘Didyma’. From 1962 on, excavation work was carried out by Klaus Tuchelt under the auspices of the
German Archaeological Institute (DAI-Deutsches Archäologisches Institut). The research conducted after 2000
in the periphery of the Sacred Road led to the discovery of a Roman bath and its adjoining galleries along with
a giant size water cistern. Excavations currently continued under the leadership of Prof. Dr. Helga Bumke
from Germany’s Halle University led to findings confirming data obtained from earlier discovered tablets.
This is particularly true concerning information on the popular Didyma festivities organized every four years
during the Roman period where various sportive competitions along with competitions in the field of oratory
art, musical and theatrical performances took place. The festival was held partly in Miletos, partly in Didyma.
Why the tragedy performances were staged in Didyma rather than at the magnificent Miletos amphitheatre
remained an intriguing question mark for many years. The answer to that question is probably provided by
Prof. Dr. Bumke who declares that, during their 2010 excavations, they found a 23x20 metres large terrace
wall extending in circular form which might well belong to a theatre structure that previously existed and was
later destroyed.
10
12
Kutsal alana çoğunlukla deniz yoluyla gelen ziyaretçiler,
Panormos limanından karaya çıkar, Miletos’u Didyma’ya bağlayan,
Kutsal Yol’dan yürüyerek tapınağa ulaşırlardı. Ziyaretçiler
arasında, geleceğini öğrenmek isteyen sıradan insanların yanı
sıra, bir savaşın karar arifesindeki krallar da olurdu.
Bayram alayları bu kutsal yoldan harekete geçer, tapınağın
çevresinde meşale koşuları, çeşitli yarışlar yapılır, şenlikler
düzenlenirdi.
18 kilometrelik Kutsal Yol’un Didyma’ya yakın son iki
kilometresinde ziyaretçileri, geniş koltuklarda oturan kadın ve
erkek Brankhidler’in heykelleri karşılardı. M.Ö. 6. yüzyılda yapılan
bu heykellerden pek çoğu 1858 yılında İngiliz arkeolog Newton
tarafından British Museum’a gönderilinceye kadar orijinal
yerlerinde, ait oldukları topraklarda, ziyaretçilerini karşılamaya
devam ettiler.
Kutsal kaynağın suyu
Tapınağın girişindeki merdivenlerin yukarısında yükselen devasa
çift sıra sütunların sonunda tapınağın üç girişi vardı. Yanlarda
iki küçük giriş ve her zaman açık olan orta giriş... Ortadaki büyük
kapıyı kullanmak yasaklanmıştı. Yalnızca rahipler bu bölüme
girebiliyordu. Burada Apollon’un kadın kâhinleri, kendilerinden
geçmiş bir halde yalnızca rahiplerin tercüme edebildiği anlaşılmaz
sözlerle sorulan soruların yanıtlarını verirlerdi.
Tapınağın diğer bölümlerini görmek için küçük yan girişler
kullanılırdı. Küçük girişlerden zemin kata inilir, uzun koridorun
sonunda tapınağın ana bölümüne ulaşılırdı. Etrafı duvarlarla
çevrili ve çatısız bu bölümde büyük bir defne korusu, kutsal bir
su kaynağı ve Apollon’un heykelinin bulunduğu küçük bir tapınak
daha vardı. Biri yukarıya çıkmak, diğeri de aşağıya inmek üzere
kullanılan merdivenler de bu bölümde yer alıyordu.
Efsaneye göre Persler tarafından yakıldığı ve yağmalandığı
için kurumuş olan kutsal kaynağın suyu, tapınak yeniden inşa
edildikten sonra akmaya başlamıştı.
Apollon’un kadın kâhinleri
Kâhin kadınlar bu kutsal alanda yaşar ve ellerinde tanrı tarafından
verildiğine inanılan bir asa taşırlardı. Ayaklarını, giysilerinin
ucunu tapınağın kutsal suyunda ıslatır ya da suyun buharını
soluyarak kendilerini tanrının vereceği esinlere açık tutarlardı.
Ayrıca kehanette bulunmadan önce yıkanmaları ve üç gün oruç
by the sea disembarked. They reached Didyma by walking through the
‘Sacred Road’ connecting Miletos to Didyma. The oracle was consulted
by ordinary people as well as kings on the eve a decision to wage war.
Festive processions started from the Sacred Road, torch runs, various
competitions and festivals were organized around the temple. Statues
of male and female Branchidae seated on large-size armchairs met the
visitors at the last two kilometres portion of the 18 kilometres long
Sacred Road. These statues erected in the 6th century B.C. remained in
place at their homeland to welcome their visitors until British Archaeologist Newton transferred them in 1858 to the British Museum in
London.
The water of the Sacred Spring
After climbing the stairs to the temple, a walkway bordered by a double range of giant columns led to three adjacent entrances, the main
entrance in the middle and two smaller entrances on each side of the
main entrance... It was not allowed for ordinary people to use the main
entrance, open only to priests. At this point, sibyls in trance provided
responses to the inquiries of the pilgrims by pronouncing unintelligible
phrases discernible only to priests who translated them to the public.
The two lateral entrances were used to visit the remaining parts of
the sanctuary. After crossing through the small entrances, one had to
climb down the stairs to a long corridor leading to the main court of the
temple. The entry route lay down either of two long constricted sloping
passageways built within the thickness of the walls which gave access
to the inner court without a roof, still open to the sky but isolated from
the world by the high walls of the cella: there was the ancient Sacred
Spring, the naiskos-which was a small temple itself, containing in its
own small cella the bronze cult image of Apollo-and a grove of laurels, sacred to Apollo. According to Callisthenes, a court historian of
Alexander, the spring dried up following the plundering by the Persian
invaders, began once more to flow after Alexander passed through and
the temple was rebuilt.
Apollo’s Sibyls
Female prophets or priestesses called sibyls in the ancient world were
carrying a sceptre believed to have been bestowed to them by gods.
They wet the bottom of their garments in the sacred water of the spring
or inhaled the mist emanating from the spring with a view to keeping
themselves ready to receive the prophecies believed to be inspired to
them by gods. They also had to observe a fast for three days and take
13
14
tutmaları gerekirdi. Sonra sıra, defne yapraklarını çiğneyerek
transa geçmek ve kehanetleri tanrılardan alıp insanlara vermeye
gelirdi. Ancak bu da yine kutsal aracılarla gerçekleşirdi.
Çünkü kehanet merkezine danışanların kâhin kadının yanına
girmeleri yasaktı. Vezne dökülen kehaneti Apollon’un sözcüsü
yazılı olarak onlara aktarırdı. Sözcü, Miletos’un en yüksek
resmi görevlisiydi ve seçimle iş başına gelirdi. Ona ikinci bir
sözcü yardım ederdi. Bu kişi kehaneti şiirsel bir dile dökmekte
yetenekli olanlar arasından seçilirdi. Sözcülük görevini kimi
zaman imparatorlar da üstlenirdi. Belki de tapınağa ikinci sözcü
tutma adeti, şiir yazma konusunda yeteneksiz olan imparatorlar
zamanında başlatılmıştır.
İmparatorların, ‘böyle bir görevi neden üstlendiği’ sorusuna
gelince: Yanıt, ‘ismini ölümsüzleştirmek’tir. Kanıtı da, tapınağın
taş bloklarıdır. O blokların üzerinde, tapınakta görev alan 200
sözcünün isimleri yazılmış ve yüzyıllar sonrasına kutsal bir emanet
gibi bırakılmıştır.
Ne yazık ki, o isimlerin ilettiği kehanetlerle ilgili yazıtlar
düş kırıklığı yaratacak kadar az sayıda. Kazılarda pek az yazıt
bulunabildi. Bulunanların çoğu da küçük parçalara bölünmüştü.
Tarihçiler, bunu ilk Hıristiyanlar’ın pagan kültürünü yok etme
çabasına bağlıyor. Bu nedenle yazıtların kırılıp yok edilmeye
çalışıldığı sanılıyor. Bir başka hayal kırıklığı da, bulunanlar
üzerindeki metinlerden; kehanetlerdeki öğüt ve önerilerin pek
parlak olmamasından kaynaklanıyor!
M.Ö. 560’da inşa edilen Apollon Tapınağı Antik Çağ’ın en büyük kehanet merkeziydi.
The Apollo Temple erected in 560 B.C. was the principal oracle-centre of the
Antique Age.
purifying ablutions before prophesying. They went into trance by
chewing laurel leaves and transmitted to humans prophecies provided to them by gods. Nevertheless, the transmission did not occur
directly between priestesses and pilgrims, since the inquirers were
not allowed to get into direct contact with the sibyls, but received the
responses to their inquiries through further sacred mediums as intermediaries. Put into rhymed verses, the prophecy was submitted in
writing to the inquiring pilgrims by Apollo’s spokesman. Apollo’s announcer was the annually elected highest ranking official of Miletos.
A second spokesperson assisted him in fulfilling his duties. Generally,
this person was selected from among people possessing the talent to
translate the prophecies into poetic language. Sometimes, Emperors
acted as Apollo’s announcers, leading to think that the tradition of
choosing a literarily gifted assistant was established by those emperors without poetic talent.
As to the question why emperors would take on such a task, the answer is probably the aim to immortalize their names. Evidence to this
assumption are the stone blocs of the temple on which the names of
200 Apollo spokespersons are inscribed as a lasting sacred legacy to
generations of following centuries.
Unfortunately, epigraphs containing the texts of prophecies proper
are of disappointing rarity. A very limited number of such tablets
were found during excavations and most of them were shattered into
pieces. Historians explain the disappearance of such inscriptions with
the effort of Early Christians to destroy reminiscences of pagan faith
and culture, who probably crushed the tablets. A further disappointment is the fact that the admonitions and intimations contained in
the rarely found prophecies are of a gloomy nature!
15
16
MÜZELER
Museums
Yazı -Text
Hümeyra Konyar
Fotoğraflar-Photos
Rasim Konyar
Bulutların İçindeki Manastır
SÜMELA
kayaların içine oyulmuş yapıları, kat kat freskleri ile
4. yüzyıldan beri ayakta. şaşırtıcı bir mimari, çarpıcı bir
sanat örneği. sümela’yı özetleyen iki kelime, hayranlık
ve şaşkınlık oluyor her zaman...
THE MONASTERY IN THE CLOUDS SÜMELA
BUILDINGS CARVED IN THE ROCKS STANDING SINCE THE 4TH CENTURY,
LAYERS OF FRESCOES, A SPECTACULAR ARCHITECTURE, A STUNNING
WORK OF ART, THOSE ARE THE WORDS THAT BEST DEFINE SÜMELA’S
CHARACTERISTICS...
Sümela Manastırı (sol sayfa). Ana Kaya
Kilisesi duvarında yer alan fresklerden bir
sahne (yukarıda).
Sümela Monastery (left page). A scene
from the frescoes seen on the walls of the
Main Rock Church (above).
17
imdik yükselen bir dağın içine oyulmuş olmasına
mı, 4. yüzyıldan beri ayakta kalmasına mı, yoksa
içindeki fresklere mi hayran kalmalı... Manastır
yolunun günümüzde bile kolay geçit vermediğine mi, kayalardaki yapıların mükemmelliğine mi
şaşırmalı... Sümela gezisini özetleyen iki kelime, hayranlık ve şaşkınlık
oluyor her zaman...
Ayasofya Müzesi ile birlikte Trabzon’u dünya çapında şöhrete kavuşturan iki tarihi yapıdan biri olan Sümela Manastırı 4. yüzyıldan beri
ayakta.
Yazılı kaynaklar manastırın 375-395 yılları arasında yaşamış Bizans
İmparatoru I. Theodosius zamanında, Atina’dan gelen Barnabas ve
Sophranios isimli iki rahip tarafından kurulduğunu aktarıyor.
Adını ‘siyah’ anlamına gelen ‘melas’ sözcüğünden alan Sümela
Manastırı’na bu ismin verilişi iki nedene bağlanıyor. Birincisi yaslandığı dağın isminin Karadağ oluşu, diğeri de içindeki fresklerden
birindeki Meryem tasvirinin siyah rengi.
6. yüzyılda, Bizans İmparatoru Justinianus, yıpranmış manastırın onarılmasını emreder. General Belisarios’un başkanlığında süren onarım
çalışmaları sırasında Sümela biraz daha büyütülür.
1204 tarihinde kurulan Trabzon Komnenosları Prensliği manastıra
büyük destek verir ve Sümela’nın parlak yılları başlar.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde de hakları korunan manastır,
padişah fermanlarıyla yeni imtiyazlar kazanır.
18. yüzyıla gelindiğinde Sümela bir kez daha onarılır ve yeni freskler
eklenir. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde daha büyük yapılar eklenerek
bugünkü muhteşem görünümünü kazanır.
Bu dönemde Sümela’nın şöhreti Avrupa’ya kadar uzanır, manastırı
ziyaret eden pek çok gezgin, kitaplarında Sümela’yı anlatır.
1916-1918 yılları arasında Rus işgali altında kalan Trabzon ile birlikte
Sümela’nın da kaderi değişmeye başlar. İşgal yıllarında el konulan
manastır, yavaş yavaş terkedilmeye başlanır ve 1923 yılında tamamen
boşaltılır. Uzun yıllar harap halde kalan manastır, 1987 yılında içinde
bulunduğu ormanlık alan ile birlikte milli park ilan edilerek koruma
altına alınır.
What is more admirable, the fact that it is carved in the steepest rocks,
the fact that it is standing there since the 4th century or the frescoes
inside the monastery? The perfection of the dwellings carved on a
steep cliff hard to reach even under present-day circumstances creates
amazement. Admiration and amazement are the two words summarizing each visitor’s reaction in front of the Sümela wonder...
Together with the Hagia Sophia (Church) Museum, Sümela Monastery
is one of the two historical buildings which attribute worldwide renown
to Trabzon.
Sources claim that the monastery was built by two priests, Barnabas
and Sophranius from Athens under the reign of Byzantine Emperor
Theodosius (375-395). The Greek word “melas” meaning black is at the
origin of the name Sümela, due to the name of the mountain against
which the monastery is leaning called the Black Mountain (Karadağ)
and to the black colour of a fresco depicting Virgin Mary inside the
building.
In the 6th century, Emperor Justinianus orders the worn-out monastery
to be restored. The restoration work undertaken under the supervision
of General Belisarios leads the way to an extension of its dwellings.
The Trebizond (Trabzon) Komnenos Principality founded in 1204
provides large-scale support to the monastery, thus contributing to its
golden period.
Sümela continues to flourish under the Ottoman Empire as well and
enjoys additional privileges granted by Sultans’ decrees.
Manastırın içinde yer alan konuk odalarından biri (solda), Ana Kaya Kilisesi dışı
(yukarıda), Karlı ve sisli bir günde Sümela Manastırı (sağda).
A guest room inside the Monastery (on the left), outside view of the Main Rock
Church (above), Sümela Monastery on a hazy snowy day (on the right).
İNZİVANIN
TARİHİ
Yunanca’da ‘yalnız yaşamak’ anlamına gelen
‘Manasterios’ kelimesinden türediği düşünülen
manastır, inzivaya çekilen din adamlarının yaşadıkları yapıyı tarif eder. Budizm ve Hinduizm
inancında da manastır geleneği olmakla birlikte, ilk örnekleri Mısır’da görülen Hıristiyan
manastırları daha yaygındır.
Özellikle Doğu Roma İmparatorluğu sınırları
içinde gelişen Ortodoks Hıristiyanlığı için Anadolu ve Avrupa’da çok sayıda manastır inşa
edilmişti.
Genellikle rahip ve rahibelerin manastırları ayrı
olur, maddi kaynakları bağışlardan sağlanır ve
özellikle kütüphane ve freskleriyle önemli bir
bilgi ve sanat merkezi olarak da kabul edilirlerdi.
Manastır, genellikle yerleşim merkezleri dışında; yüksek yamaçlara, ulaşılması güç yerlere
kurulurdu. Böylece hem inzivaya çekilmek için
uygun ortam yaratılır, hem de olası saldırılardan uzakta kalınırdı.
Sümela’nın konumu da bu fikre mükemmel
bir örnek oluşturuyor. Günümüzde bile ulaşımı zahmetli olan manastır yolu, kış aylarında
neredeyse geçit vermiyor. Sis bulutları ise yaz
kış, hep üstünde manastırın. Bunun için de
Sümela’ya ‘Bulutların İçindeki Manastır’ deniyor ve bu benzetme fresklere de yansıyor.
THE HISTORY OF ASCETICISM
“Manasterios” meaning in Greek language, “to
live alone”, it is believed that the word monastery
was derived from that Greek word to signify
a location where monks retire to live in asceticism. Such tradition exists also in the Buddhist
and Hinduist faiths. But Christian monasteries
are more common and their initial precedents
were first seen in Egypt. Many monasteries were
established in Anatolia and Europe, particularly
in relation with the Orthodox Christian faith
developed within the boundaries of the Eastern
Roman Empire.
Priests and priestesses were usually in separate
institutions, donations constituted their source
of income. With their libraries and frescoes, the
monasteries were considered important centres
of knowledge and art.
They were usually erected away from population
centres; on high hills or cliffs difficult of access,
in order to create a proper environment for
meditation and to be protected from invasion.
Sümela’s location is a perfect example. In winter
it is almost impossible to get through to it, even
in today’s conditions. Sümela is always covered
with fog, in summer like in winter. Therefore, it
is called the “Monastery in the Clouds”, a metaphor reflected on frescoes as well.
19
Manastır avlusundan görüntüler (solda ve üstte).
Views from the Monastery’s courtyard (on the left and above).
72 Odalı bölüm
Trabzon’un Maçka ilçesinde yer alan Sümela Manastırı’na dağların
arasından geçen bir yolla varılıyor. Araçtan indikten sonra biraz
tırmanmak, sonra 64 basamak çıkmak ve ardından 92 basamak
inmek gerek... Bu zahmetli yol manastır avlusuna varıldığında yerini
hayranlık ve şaşkınlığa bırakacaktır.
Sümela; Kaya Kilisesi, şapeller, mutfak, öğrenci odaları, kütüphane,
misafirhane ile ayazma bölümlerinden oluşan oldukça büyük bir yapı
grubu. Eski fotoğraflardan, ön cepheyi oluşturan ve içinde 72 oda
bulunan beş katlı bölümün bir zamanlar muhteşem balkonlarla süslü olduğunu görmek mümkün. Manastırın suyu, bugün ayakta kalan
bölümleri restore edilmiş olan su kemerleriyle, 4 kilometre uzaklıktaki Karaağaç Yaylası’ndan getirilirdi. Sümela gerek mimarisi, gerek
dönemi yansıtan atmosferi ve elbette freskleriyle unutulmayacak bir
kültür turudur.
Siyah Meryem freski artık yok
Manastır içinde bugün görülebilen freskler 9. yüzyıl ile 18. yüzyıl
arasına tarihleniyor ve üç farklı dönemde, üç tabaka halinde yapılmış
olduğu düşünülüyor. Sümela’ya adını verdiği ileri sürülen Siyah Meryem freski için ise çeşitli rivayetler var. Böyle bir freskin hiç olmadığı,
yüzyıllar içinde bozulduğu ya da 20. yüzyılın başında Yunanistan’dan
gelen din görevlileri tarafından götürüldüğü gibi...
Ağırlıklı olarak manastırın en eski bölümü olan Kaya Kilisesi ile
Şapel’in iç ve dış duvarlarında yer alan fresklerde Hz. İsa ve Meryem
Ana’nın tasvirleri ile İncil’den sahneler izleniyor.
In the 18th century Sümela is restored once again and new frescoes are
added. Finally, in the 19th century, larger dwellings are being added and
the monastery attains then its full splendour as it stands today.
Sümela’s renown reaches western Europe during that period and many
a traveller who visited Sümela give account of their admiration in their
travel books.
During the 1916-1918 period in which Trabzon was under Russian
occupation, the fate of the monastery changes. Seized by the occupation forces during that time, Sümela is slowly being abandoned and
is totally evacuated in 1923. The monastery remains in poor condition
for many years until it is taken under protection in 1987 within an area
declared National Park together with the woods surrounding it.
The section with 72 rooms.
The Sümela Monastery which lies on the territory of the Maçka county,
Trabzon Province is accessible through a road passing through the
mountains. After getting off from the vehicle, one has to climb a while
and then go up 64 stairs and finally go down 92 stairs... Once you reach
the monastery’s courtyard your exhaustion is replaced by admiration
and amazement.
Sümela is a large building complex with the Rock Church, the chapels,
the kitchen, the students’ rooms, the library, the guest rooms and the
ayazma (spring of water regarded as sacred by Orthodox Greeks). The
five-storey front building housing 72 rooms was adorned once upon a
time by splendid balconies, as can be seen from earlier photographs.
The monastery’s water supply was provided through aqueducts, partly
restored nowadays, bringing water from the 4 km. far Karaağaç plateau.
21
Trabzon’da manastırlar
Pek çok tarihi yapısı olan Trabzon manastırları arasında kuşkusuz en
önemlisi Sümela Manastırı. İl sınırları içinde yer alan Vezalon (Yahya), Kuştul-Hızır İlyas (Gregorius Peristera), Kaymaklı, Kızlar (Panagia
Theoskepastos), Kızlar (Panagıa Keramesta) manastır yapıları büyük
ölçüde tahrip olmuş durumda.
Karadağ’ın eteklerine oyulu ve vadiden 300 metre yükseklikte yer
alan Sümela Manastırı bugün yalnızca Trabzon’un değil, ülkenin en
önemli tarihi yapılarından biri. Türkiye’de inanç turizminin en büyük
ayaklarından birini oluşturan manastır, Nisan-Ekim ayları arasında
ziyaretçi akınına uğruyor. Öte yandan Sümela son iki senedir, Fener
Rum Patriği Bartholomeos tarafından yönetilen ve Rusya, Yunanistan, Gürcistan ile ABD’den gelen yüzlerce Ortodoks’un katıldığı geniş
çaplı ayinlere de sahne oluyor.
An excursion to Sümela is certainly an unforgettable cultural journey due
to the architecture, the atmosphere reflecting past centuries and definitely due to its fabulous frescoes.
The Black Virgin Mary fresco no longer exists.
The frescoes inside the monastery are dated from the 9th to the 18th centuries and are believed to have been created in three successive layers.
There are various rumours concerning the Black Virgin Mary fresco: that it
never existed, or that it was deteriorated through wear and tear of time or
that it was taken away by priests coming from Greece at the beginning of
the 20th century...
In the oldest part of the monastery, the Rock Church and the Chapel,
inner and outer walls are decorated with frescoes depicting Jesus Christ
and Virgin Mary and scenes from the Bible.
Monasteries in Trabzon
Sümela Monastery is undoubtedly the most significant historical treasure
amongst the various monasteries located in Trabzon. The other monasteries’ buildings in the region such as Vezalon (Yahya), Gregorius Peristera (Kuştul-Hızır İlyas), Panagia Theoskepastos (Kızlar), Panagia Keramesta (Kızlar) are partly destroyed or in poor condition. Sümela erected
on Black Mountain at an altitude of 300m.up from the valley, is not only
Trabzon’s most important heritage but one of Turkey’s foremost historical sites. An important leg of the country’s faith tourism, the monastery
is receiving many visitors from April to October. Furthermore, in the
last two years, vast religious ceremonies were held at Sümela under the
leadership of Bartholomeos, the Greek-Orthodox Patriarch of Phanar , in
the presence of many orthodox believers from Russia, Greece, Georgia
and the USA.
Meryem Ana’ya adandığı için ‘Meryem Ana Manastırı’ olarak da anılan yapıdaki
fresklerin pek çoğunda Meryem tasviri yer alır. Yukarıda yer alan freskte Meryem
Ana kucağında Çocuk İsa ile oturuyor ve Sümela bulutlar içinde gösteriliyor. Kaya
Kilisesi içinde yer alan fresklerden Aziz Ignatius (solda), Kaya Kilisesi içi (sağda).
Virgin Mary depictions are found in most of the frescoes of the building also called
“Virgin Mary Monastery” for being dedicated to her. The fresco seen above depicts
Virgin Mary seated with Jesus Child on her lap and Sümela in the clouds. St. Ignatius
fresco seen in the Rock Church (on the left), inside view of the Rock Church (on the
right).
22
DÜNYA
MÜZELERİ
World Museums
Yazı-Text
Fügen Yıldırım
24
büyük
KATERİNA’nın
büyük MİRASI
HERMITAGE
MÜZESİ
versaılles’dan sonra avrupa’nın en pahalı sarayı
olarak yapıldı. çarlara, çariçelere mekan
oldu. şimdi, tarih öncesi dönemden, xx. yüzyıla
uzanan, yaklaşık üç milyon esere ev sahipliği
yapıyor. dünyanın en geniş resim koleksiyonuna
sahip olma rekoru da hermıtage’a ait…
THE HERMITAGE MUSEUM
CATHERINE THE GREAT’S GREAT LEGACY
The Winter Palace housing the State Hermitage Museum in St.
Petersburg was the second most expensive building of its era
following the Versailles Palace. The Museum owns a collection of
three million pieces including works of art from the XXth century. It
possesses world’s largest painting collection.
25
enedik’i andıran kanalları, tarih kokan geniş
cadde ve meydanları, büyülü beyaz geceleri ile
anılıyor St Petersburg. Ancak, St Petersburg’u
önemli kılan, zenginleştiren, dünyanın dört
bir yanından sanatseverleri kendine çeken
bir başka özelliği de Hermitage Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor
olması.
Çariçe II. Katerina tarafından kurulan Hermitage Müzesi, dünyanın
en büyük ve en önemli müzelerinden biri. Adını, Fransızca ‘hermit’
sözcüğünden almış. Hermitage, ‘inziva yeri’ anlamına geliyor.
Her ne kadar çapkınlıklarıyla anılsa da II.Katerina aynı zamanda
dindar bir kadın. Sarayda onun da bir ibadet yeri var. Zaman
zaman kendisine ait bu bölüme çekilip, kitapları ve sevdiği sanat
eserleri arasında tefekküre dalıyor. O anlarda, nasıl bir miras
hazırladığını hiç hayal etmiş miydi kimbilir, ‘inziva yeri’ dünyanın
en muhteşem müzelerinden birine dönüşüyor. Büyük Katerina
diye anılan Çariçe, bu şöhretine uygun bir ‘hazine’ yaratıyor.
26
St. Petersburg is a magic city with its white nights, its historical
squares and large boulevards, called Venice of the north owing to its
canals. Yet the most salient feature of the city is certainly its Hermitage Museum attracting art enthusiasts from all over the world.
The Hermitage Museum founded by Czarina Catherine II, also known
as Catherine the Great, Empress of Russia, is one of the world’s
largest and most significant museums. Its name originates from the
French word hermite (monk living in seclusion), hermitage meaning
place of retreat. Although reputed for her love affairs, the Empress
was also a religious person retreating at times into her private sanctuary in the palace where she meditated surrounded by her favourite
books and works of art, her personal collection. Did she ever
imagine what sort of legacy she was preparing through this private
collection? Catherine the Great’s retreat was destined to become
eventually one of the world’s most magnificent museums of art, a
treasure commensurate with Catherine’s predicate of greatness.
When the King cancelled his order!
The origin of the Hermitage goes actually back to a whim of the
Prussian King who asked a Berlin merchant, Johann Ernest Gotzkowsky, to collect paintings for him, but later cancelled his order.
Gotzkowsky, having meanwhile put together a large collection of
225 paintings from different parts of Europe, sent a message to the
Empress of Russia known as patron of the arts. Catherine’s swift
reaction was to purchase Gotzkowsky’s whole collection.
In the aftermath of this prelude, purchase of paintings from abroad
continued uninterrupted. Art experts at the service of the Empress
purchased paintings particularly from France, Holland and Italy;
among other, from heirs of famous European art collectors. Under
Kral siparişten vazgeçince!
Aslında Hermitage Müzesi’nin temelleri, bir kaprisle atılmış.
Berlinli tüccar Johann Ernst Gotzkowsky, Prusya kralının siparişi
üzerine Avrupa’nın her köşesinden 225 resim toplamış. Ama
kral sonradan vazgeçmiş. Peki Gotzkowsky ne yapacak! Sanata
düşkünlüğü bilinen Büyük Katerina’ya bir mesaj yollamış. O da
çağrıya kayıtsız kalmayıp tabloların tümünü almış.
Bu başlangıçtan sonra, yurtdışından tablo alımları aralıksız devam
etmiş. Resimden anlayan uzmanlar aracılığıyla özellikle Fransa,
Hollanda ve İtalya’daki resimler Çariçe’nin adamları tarafından
toplanmış, tanınmış koleksiyonculardan varislerine kalan tablolar
satın alınmış.
II. Katerina döneminde, bu ilgi ve merak sayesinde, tabloların
yanısıra gravürler, antik çağ eserleri, heykeller, silahlar, sikkeler,
madalyalar, arkeolojik eserler ve kitaplar da toplanmaya
başlanmış. Sanat hazinesi büyüdükçe büyümüş.
the reign of Catherine II, the collection was progressively expanded
so as to comprise prints and engravings, Antique era archaeological
artefacts, sculptures, arms, coins, medals and books.
Only me and the rats...
As an enlightened sovereign, patron of the arts, literature and philosophy, Catherine II corresponded with French thinkers Voltaire,
Diderot and d’Alembert. She acquired their collections of books and
placed them in the National Library of Russia. Her ambition and
relentless endeavour to expand Russia’s intellectual and artistic
heritage led her to become personally the greatest art collector of
the 18th century.
Held under protection in a section of the Winter Palace where the
Empress liked to seclude herself sometimes, this rich art treasure
was kept away from the public eye for many years, only accessible to
the Czarina and her family.
St. Petersburg (solda), Hermitage Müzesi Kışlık Saray’ın cephesi (üstte) ve çatısında yükselen heykeller.
St. Petersburg (on the left), Winter Palace Hermitage Museum’s façade (above) and the statues rising on top of its roof.
27
SAVAŞLARA ve
YANGINLARA
DİRENEN
MÜZE
1837 yangınında harap olan
müze, o tarihte başarıyla
boşaltılmış, bugünkü saray
o yıllar için mükemmel bir
teknikle, orijinal mimariye
sadık kalınarak yeniden
yapılmış.
2. Dünya Savaşı sırasında
Almanlar’ın Sovyetler
Birliği’ne saldırısı
sırasında, o zamanlar
Leningrad olarak bilinen
kentin kuşatılmasından
hemen önce müzedeki
koleksiyonların büyük bir
kısmı iki trene yüklenerek
Urallar’daki Sverdlosk
kentine taşınmış. Kuşatma
sırasında top mermilerinden
zarar gören müze savaş
sonrasında Rus ve yabancı
ustalar tarafından
onarılarak 1944 yılında
eskisinden de ihtişamlı
bir görünümle yeniden
açıldı. Ural’larda saklanan
koleksiyonlar da 1945
yılında geri getirildi.
A museum
resisting wars
and fires
The museum underwent a major
fire in 1837, was successfully evacuated at that time, and rebuilt in strict
adherence to its original architecture
through a perfect technical performance for those years.
During the Second World War, the
greatest part of Hermitage collections
were transferred by trains to the town
of Sverdlovsk in the Ural mountains,
before the German siege of Leningrad.
The museum suffered damage from
artillery shells during the siege and was
afterwards repaired by Russian and
foreign craftsmen and inaugurated
once again in 1944, looking even more
magnificent than before. The collections saved in the Urals were returned
to the museum in 1945.
“Bir fareler bir de ben...”
Kendisini sanatla yakından ilgili bir aydın olarak gören II.
Katerina, mevcut eserlerle de yetinmemiş. Zamanın Fransız
filozofları Voltaire, Diderot ve D’Alembert ile yazışarak onların
kitaplarının da koleksiyonlara eklenmesini sağlamış. II. Katerina, bu gayretleri ve hırsı sayesinde, 18. yüzyılın en büyük
koleksiyoneri olmayı başarmış.
Kışlık Saray’ın bir bölümünde toplanan bu çok değerli sanat
eserleri, uzun yıllar gözlerden uzak kalmış. Çariçe’nin inzivaya
çekildiği zamanlarda kullandığı bu salonlarda toplanan eserleri
Çariçe ve yakınları dışında gören olmamış.
Ama anlaşılan Çariçe bu durumdan pek memnun değilmiş.
Nitekim bir mektubunda “bütün bu güzelliklerin keyfini çıkartabilen yalnızca fareler ve ben...” diye yazmış.
Çariçenin bu satırları belki de müzeyi halka açma isteğini
yansıtıyordu. Ancak müzenin kapıları onun ölümünden yarım
asır kadar sonra, 1852 yılında, sınırlı bir şekilde ziyaretçilere
açılabilmiş. 1866 yılından itibaren de tüm formaliteler kaldırılarak müze dileyen herkesin ziyaretine açılmış.
Devrim Günleri
Çariçe II. Katerina... Ardından mirasçıları.. Ve sonrasında
Sovyet yönetimi... Paha biçilmez eserlere hep sahip çıkılmış.
1917 Sovyet Devrimi’nden sonra, Rusya’nın zengin ailelerinin
elinde bulunan özel koleksiyonlar da kamulaştırılarak
Hermitage’a taşınmış. Kentin adı Leningrad olarak değiştirilse
bile Saray muhafaza edilmiş. Ve 1922 yılında Kışlık Saray
bütünüyle Hermitage Müzesi’ne tahsis edilmiş.
Hermitage Müzesi, sergilenen eserlerin çokluğundan dolayı,
bugün beş ayrı binaya yayılmış durumda. Bu binalar, Kışlık
Saray, Küçük Hermitage, Eski Hermitage, Yeni Hermitage ve
Hermitage Tiyatrosu olarak anılıyor.
Müzenin ana binası çarların ve çariçenin yaşadığı Kışlık Saray.
Bu yeşil beyaz renkli ve barok stilindeki heybetli sarayın bir
cephesi Neva nehri boyunca uzanırken öbür cephesi de Saray
meydanına bakıyor. Meydanın, ortasındaki Aleksandr Sütunu,
Çar I. Aleksandr’ın 1812’de Napolyon ordularına karşı kazandığı
zafer anısına dikilmiş.
Sarayda, yaldızlar, kabartmalarla süslenmiş tam 1054 oda,
322 resim galerisi, 2000’e yakın pencere bulunuyor. Dünyanın
en büyük resim koleksiyonuna sahip olan Hermitage Müzesi,
Guinness Rekorlar Kitabı’nda da dünyanın en büyük resim
galerisi olarak yer alıyor.
Antik Mısır’dan XX. yüzyıla…
Kentin adı Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yine
değişti. Yine Petersburg oldu. Ama Kışlık Saray ve içindeki
sanat hazinesine yine dokunulmadı. Hermitage Müzesi’nde
bugün, farklı dönemlerin ve toplumların kültürlerini, sanatını
yansıtan yaklaşık üç milyon eser bulunuyor. Ancak bu
muhteşem koleksiyonun çok az bir kısmı sergilenebiliyor.
Sekiz ayrı bölümde sergilenen koleksiyonlar arasında, Batı
Avrupa Sanatı Koleksiyonu, dünyanın en iyi koleksiyonlarından
biri olarak diğerlerinden ayrı bir yer tutuyor. 600 bin civarında
parçadan oluşan eserler, 120 salonda sergileniyor. Sanatçılar
arasında Raffaello, Leonardo da Vinci, Michelangelo, El Greco,
Velasquez, Matisse, Rodin, Van Gogh, Picasso, Rembrandt,
Monet, Goya gibi dünyanın en büyük ustaları yer alıyor.
Müzede elbette sadece tablolar sergilenmiyor. Dünyanın en
eski halısı olarak bilinen, Orta Asya kurganlarından çıkarılmış
Pazırık Halısı’nı da, doğu kültürünün muhteşem takılarını da
görebilirsiniz. Müzede antik Mısır döneminden 20. yüzyılın
başları Avrupa dönemine kadar dünya sanatının en güzel
örnekleri var.
Hermitage Müzesinin tüm bölümlerini birkaç günde gezmek
mümkün değil. Eserlerin hepsini görmek haftalar hatta aylar
alır. Sadece resim galerilerinin bütününü gezebilmek için müze
Yet Catherine was not satisfied with this situation. She once wrote in
a letter that she “and the rats of the palace are the only ones to enjoy
these beauties...”
These lines reflected perhaps her desire to open the museum to the
public. However, the gates of the museum were in 1852, only half a
century after her demise, to a limited category of privileged guests.
Finally, in 1866, all the previous formalities were eventually lifted and
the museum was opened to the general public.
Catherine was fortunate enough to be able to transmit her treasure to posterity. The museum continued to grow after her demise
through the purchase of various new collections, namely, the collection of Emperor Napoleon’s wife Josephine, during the reign of Czar
Alexander II, the collections of an Amsterdam banker and of King
William II of the Netherlands. Further worth mentioning is the acquisition of two major paintings of Leonardo da Vinci, the Madonna
Litta in 1865 and the Benois Madonna in 1914.
Days of the Revolution
Catherine II, her heirs, and later the Soviet leadership, they all attached great importance to the conservation and protection of these
invaluable treasures. Private collections in the hands of affluent
Russian families were nationalized and transferred to the Hermitage following the 1917 Revolution. Even though the name of the
city was changed into Leningrad, the Winter Palace was preserved
and, in 1922, the entire palace with all its buildings was allocated to
the ‘State Hermitage Museum’. As a result of the enormous size of
its collections, the museum is currently laid out in 5 buildings, the
Winter Palace, Little Hermitage, Old Hermitage, New Hermitage and
Hermitage Theatre. Main building is the splendid Baroque style green
and white Winter Palace stretching along the river Neva. The opposite façade is facing the Palace Square with the Alexandrian Column,
erected after the victory, in 1812, of Emperor Alexander I over Napoleon’s armies.
The palace includes 1054 rooms and 322 painting galleries decorated
with gildings and reliefs and has over 2000 windows. Hermitage Museum is rated as world’s largest painting gallery by the Guinness Book
of Records.
içinde, onlarca kilometre yürümeniz gerekiyor. Sürekli yenilenen
Hermitage Müzesi’nde yılda en az 20 sergi açılışı yapılıyor. Ayrıca,
başka ülkelerdeki müzelerle geçici sergi alışverişi de devam ediyor.
Kimbilir, belki Hermitage Müzesi koleksiyonlarından bazılarını
memleketimizde görmemiz mümkün olabilir. Bu topraklar, o
eserler vesilesiyle Büyük Katerina’yı ağırlama fırsatı bulur!
From Ancient Egypt to the XXth century
The city returned to its initial name, St. Petersburg, following the
breakup of the Soviet Union. The Hermitage in the still intact Winter
Palace continues to fulfil its lofty task throughout the political turmoil
of successive decades and centuries. Unfortunately, only a limited
part of its collection of three million articles, reflecting various periods and cultures of mankind’s history can be displayed. Among the
museum’s eight main departments, the Western European Art Collection occupies a privileged place as one the world’s most prestigious
collections. Consisting of nearly 600 thousand pieces, the collection
is displayed in 120 different halls. Works of such great masters as Rafaello, Leonardo da Vinci, Michelangelo, El Greco, Velasquez, Matisse,
Rodin, Van Gogh, Picasso, Rembrandt, Monet, Goya are among the
incomparable pieces of that collection.
Further precious items including the carpet stemming from the Central Asian Pazırık cairns (kurgans), considered world’s oldest carpet,
magnificent oriental jewellery, the most beautiful samples of world art
and culture from Ancient Egyptian artefacts up to European artworks
from the beginning of the XXth century are on display at Hermitage
Museum.
It is impossible to execute an exhaustive visit of the museum in only
a few days. It would take weeks, even months if we were to see the
museum’s whole collection; we would have to walk tens of kilometres
only to visit the painting galleries. Constantly renewed, the Hermitage
is hosting yearly a minimum of 20 exhibitions, in addition to temporary exchanges with various museums of the world. Who knows, we
might have one day an opportunity to welcome Catherine the Great
on our territory on the occasion of a temporary exhibition of Hermitage collection components in our country.
Saray Meydanı: Şehrin merkezi kabul edilen meydanın, ortasındaki Aleksandr
Sütunu, Çar I. Aleksandr’ın 1812’de Napolyon ordularına karşı kazandığı zafer
anısına, Fransız mimar Auguste Montferrand tarafından yapılmış. Sütun koyu kırmızı
granitten, 47,5 metre yüksekliğinde, 600 ton ağırlığında. Üzerinde, ‘iyiliğin kötülüğü
yendiği’ni sembolize eden bir melek figürü bulunuyor.
Palace Square: The Alexandrian Column placed in the middle of the Palace Square
at the heart of the city, was built by French architect Auguste Montferrand to
immortalize Czar Alexander the First’s victory over Napoleon’s armies in 1812.
The 47,5 metres tall column is made of dark red granite, weighs 600 tons and is
crowned by an angel figure symbolizing the triumph of ‘good over evil’.
30
Elizabeth
Petrovna’nın Sarayı
Kışlık Saray’ın inşasına, Büyük Petro’nun kızı Çariçe Elizabeth
Petrovna’nın 16 Haziran 1754 tarihinde verdiği emirle başlanıyor. Her
yere hakim bu muhteşem sarayın planı üzerinde, dahi kabul edilen
İtalyan mimar Francesco Bartolomeo Rastrelli üç yıl boyunca çalışıyor
ve Versailles’dan sonra Avrupa’nın en pahalı sarayının inşası başlıyor.
Çariçe Elizabeth Petrovna 1761’de henüz saray tamamlanmadan ölünce
yerine veliaht olarak seçtiği yeğeni III.Petro tahta geçiyor. Ancak, çok
kısa bir zaman sonra muhafız alayı tarafından tahttan indiriliyor ve
karısı II.Katerina Rus Çariçesi ilan ediliyor. II. Katerina Kışlık Saray’da
dünyanın en büyük koleksiyonunu yaratıyor. Saray, uzun yıllar şehrin
en yüksek binası olarak kalıyor çünkü, 1844 yılında I. Nikola’nın emri
ile başlayan ve XX. yüzyılın başlarına kadar süren bir kanunla, şehirde
Kışlık Saray’dan daha yüksek bina inşası yasaklanıyor.
Elizabeth Petrovna’s Palace
The construction of the Winter Palace was launched on 16 June 1754
upon an order of Emperor Peter the Great’s daughter Czarina Elizabeth
Petrovna. Italian architect Francesco Bartolomeo Rastrelli, considered
a genius, worked for three years on the plans of the palace before the
construction of Europe’s most expensive palace after Versailles started.
When Empress Elizabeth Petrovna dies in 1761 before the completion of
the palace, her nephew Peter III accedes to the throne, but shortly after he
is deposed in a coup carried out by troops of the Imperial Guard and replaced by Catherine II, enthroned Empress of Russia. Catherine II creates
world’s largest art collection at the Winter Palace. The Palace remains
the city’s tallest building for many years due to a1844 decree by Emperor
Nicholas I prohibiting the construction of buildings taller than the Winter
Palace and remaining in effect until the early part of the XXth century.
31
ÖZEL
MÜZELER
Private
Museums
Yazı-Text
Sevinç Akyazılı
İÇİNDEN
DENİZALTI
GEÇEN
MÜZE:
Rahmi Koç Müzesi
rahmi koç müzesi, ‘geleneksel’ müze kavramını alt
üst ediyor. bu müzede heykel yerine, denizaltı, resim
yerine buharlı otomobiller sergileniyor. haliç kıyısındaki müzede, dünyanın en eski gök kürelerinden
birini görmek, ikinci dünya savaşı’na katılmış savaş
uçaklarını incelemek mümkün! yazı, bundan daha
fazlasını vaat ediyor. müzedeki koleksiyon ise, hiçbir
yazının anlatamayacağı kadar fazlasını!
The Museum Crossed by a Submarine
The Rahmi Koç Museum
The Rahmi Koç Museum is not an ordinary one, it totally subverts
the classical notion of museum. Displayed are submarines instead
of statues, steam-engine automobiles instead of paintings. Various
objects of curiosity, for instance one of world’s oldest celestial
spheres and a military aircraft which took part in World War II (WWII)
can be admired as parts of an extraordinary collection in the museum
located at the shores of the Golden Horn.
32
33
rkeolojik eserler, resim ya da heykel sanatının özel örnekleri, modern sanatın kışkırtıcı
yapıtları.. Müzecilik denince akla ilk gelen, bu
çerçevedir. Ancak Türkiye’de özel müzeciliğin
öncülerinden Koç Ailesi, bir başka anlamda
daha öncülük yaptı. Müzecilik kavramının çerçevesine bambaşka
bir koleksiyon ekledi.
O koleksiyonda, denizaltı da var, İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılmış bir savaş uçağı da. Bir başka salonda ender bulunan antika
arabalar sergileniyor. Hangi parçaya bakacağınızı şaşırırken dikkatiniz dalgıç kıyafetinin ilk örneklerinden birine kilitleniyor.
Müzenin koleksiyonu, aslında sergilendiği binayı da anlatıyor.
Onu başlıbaşına ‘tarihi bir esere’ dönüştürüyor. Çünkü, Sultan III.
Ahmed döneminde eski bir Bizans yapısının üzerine inşa edilen
bina, uzun yıllar ‘lengerhane’ olarak kullanılmış. Yani, Osmanlı
donanmasındaki gemilerin zincirleri ve ucundaki çıpalar orada
üretiliyormuş.
Daha sonra, deyim yerindeyse, gözden düşmüş. 1984 yılında
geçirdiği bir yangınla da harabeye dönmüş. Ancak bu hazin son,
Türkiye’nin en ilginç müzelerinden birini hayata geçirecek bir başlangıç olmuş. İşte, o başlangıç ve sonrası:
Harabeye dönen bina, 1991 yılında Rahmi Koç tarafından satın
alındı. Restore edildi, camlı bir rampa ile geçilen yeraltı galerisi
eklendi. Ve 1994 yılında kapılarını açtı. Ziyaretçiler müzeye akın
ediyor, koleksiyon hızla zenginleşiyordu Kısa zamanda bina yetmez hale geldi. Bunun üzerine Rahmi Koç başkanlığındaki müze
yönetimi, lengerhane binasının tam karşısındaki Hasköy Tersanesi
ve içindeki 14 terk edilmiş binayla kızağı satın aldı. Yapılar onarıldı, restore edildi, açık alanda çevre düzenlemesi yapıldı. Müzenin
ikinci bölümü de 2001 yılında kapılarını açtı.
Rahmi Koç Müzesi bugün 11 bin 250 metrekare kapalı, 7 bin metre karelik açık alanı ve 12 bin 954 parçalık ilginç koleksiyonuyla
Türkiye’de bir örneğini daha göremeyeceğiniz bir müze. Kimi parçaları ilginç, ama kimi parçalar tarihin tanığı ve hatta ta kendisi!
Müzenin en görkemli parçası sayılan denizaltı, onlardan biri.
‘Uluçalireis’ Denizaltısı
1944 yılında Portsmouth Tersanesi’nde üretilen, 93 metre uzunluğunda, 2 bin 400 ton ağırlığındaki denizaltı, ABD savaş filosuna
katıldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında aktif görev yaptı.
Japon denizaltılarına karşı Pasifik Okyanusu’nda
badireler atlattı. Daha sonra Türkiye’ye verildi ve
2 Temmuz 1971’de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı donanmasına katıldı. Türk denizciliğinin
ölümsüz komutanlarından Uluç Ali Reis
adını alan denizaltı, 30 yıl kadar da
Türkiye’ye hizmet verdi. Hizmet dışı
kalmasından sonra da, 2002 yılında
Rahmi Koç Müzesi’ne bağışlandı.
M/V Fenerbahçe Gemisi
Fenerbahçe Gemisi, eşi Dolmabahçe Gemisi ile birlikte 1952’de İskoçya Glasgow’da William Denny &
Brothers Dumbarton tezgahlarında
inşa edildi. Şirket-i Hayriye bünyesinde 1953’de hizmete giren, uzun
yıllar Sirkeci-Adalar-Yalova-Çınarcık
arasında sefer yapan gemi, 22 Aralık
2008 tarihinde “Veda Turu” isimli son
seferini gerçekleştirdi. O da, Türkiye’nin
çalkantılarla dolu yarım yüzyılının tanığı
olarak müzede yerini aldı.
Archaeological artefacts, paintings and sculptures, avant-garde
productions of contemporary art, those are the images we spontaneously associate with the idea of a museum. However, in this
case, we are faced with something else. Pioneers of private museums in Turkey, the Koç family put once again their signature under yet another innovative project with a challenging collection of
industrial exhibits. It includes a real submarine and a real aircraft
from WW II, classic automobiles, an old style diver’s wet suit.
The buildings housing the museum are themselves icons of
industrial archaeology, which makes it all the more appropriate that they host this peculiar collection. Indeed, the complex
itself is classified as historical monument. It served as the anchor
foundry (Lengerhane) of the Ottoman Navy and was constructed
on the 12th century foundations of a Byzantine building during
the reign of Sultan Ahmet III. The roof of the Lengerhane was
largely destroyed by a fire in1984 and the building was effectively
abandoned until it was purchased by the Rahmi Koç Museum and
Culture Foundation in 1991 and underwent a thorough restoration. The original building was supplemented by an underground
gallery reached by a long glazed ramp, and finally opened in
December 1994. The first phase of the Museum rapidly outgrew
itself, and in 1996 the Hasköy Dockyard, then just a ruin on the
shores of the Golden Horn opposite the Lengerhane, was purchased. 14 derelict buildings plus the historic ship cradle and
lathes were faithfully restored to their original condition, and the
second phase opened to the public in July 2001. With its more
than 11,250 square metres of galleries, its 7,000 m2 of open air
space and its unique collection consisting of 12 thousand 954
exhibits, the Rahmi Koç Museum is an unparalleled project in
Turkey. The “flagship”, so to speak, of the museum’s collection is
the Uluçalireis Submarine.
“Uluçalireis” Submarine
Built in 1944 at the Portsmouth Shipbuilding Yard, the 93 meters
long submarine weighing 2 thousand 400 tons was commissioned
initially by the US Navy. It participated actively in WWII. It fought
against the Japanese submarines in the Pacific. Later it was transferred to the Turkish Navy on 2nd July 1971. Acquiring the name of
one of the most illustrious admirals of Turkish Naval history, Uluç
Ali Reis, the submarine served in the Turkish Navy for 30 years.
Following its decommissioning it was donated to the Rahmi Koç
Museum in 2002.
The Fenerbahçe Ship
The ship Fenerbahçe, together with its twin
Dolmabahçe, was built in 1952 in Scotland,
at the William Denny & Brothers Dumbarton shipyard in Glasgow. Entering
in 1953 in the service of the Istanbul
urban maritime transportation company, it served the Sirkeci-Prince
Islands-Yalova-Çınarcık line for
many years and sailed for the last
time on 22 December 2008 and
joined the Rahmi Koç Museum
thereafter.
14’üncü yy. astronomi şaheseri
Gökküre (solda).
14 century masterpiece of astronomy,
the Celestial Sphere (left).
th
34
35
KATRİNA’DAN kaçtı, HALİÇ’E sığındı
Geçtiğimiz günlerde müzeye yeni bir parça daha eklendi:
1937 İtalya doğumlu bir railcar, yani raybüs. Bu birkaç
kelimeden de anlaşılacağı gibi, sıradan bir araç. Ancak,
‘ilk bakışta’... Çünkü o aracın olağan üstü bir öyküsü,
dünyanın paylaştığı trajedinin parçası olmak gibi bir
özelliği var.
Fiat’ın La Littorina modeli raybüs, 2005 yılında ABD’yi
etkileyen Katrina Kasırgası’nın kurbanlarından.
Kasırgada büyük zarar gören raybüs, iki aylık bir Atlantik yolculuğunun ardından Türkiye’ye getirilmiş. TOFAŞ
tarafından dışı, müze uzmanları tarafından da içi aslına
uygun biçimde yeniden yapılandırılmış.
Peki raybüs nasıl, kimler tarafından fark edilmiş? Yolu
Türkiye’ye nasıl düşmüş? Bu soruların yanıtını, La
Littorina’nın müzeye katıldığı törende Rahmi Koç kendisi verdi. Raybüsün Haliç’e sığınma öyküsünü anlattı:
“Uzun yıllardır tanıdığım koleksiyoner Mitchell
Wolfson’un, biri Cenova, diğeri Miami’de olmak üzere
iki müzesi bulunuyor. Kendisi iki kez bizim müzemizi ziyaret etti. Ben de onun müzelerini gezdim. Bir ara bana,
1998’de İtalyan Demiryolları’ndan aldığı ve 100 bin dolar masraf ederek restore ettirdiği raybüsü Amerika’nın
Tennessee eyaletinde bulunan bir demiryolları müzesine
teşhir için gönderdiğinden bahsetmişti. Müzenin de raybüsün de, 2005 yılında Amerika’nın batısını etkisi altına
alan Katrina Kasırgası’ndan etkilendiğini öğrendik.
Wolfson’la görüştük ve La Littorina’nın nakli ve restorasyonunu üstlenmemiz halinde 10 yıl süreyle müzemizde
sergilenmesi konusunda karara vardık.”
Kıtalar aşan, kasırgalar atlatan raybüs şimdi Haliç’te.
Yeniden hayat bulduğu Rahmi Koç Müzesi’nde.
36
ESCAPED THE HURRICANE KATRINA
AND TOOK REFUGE AT THE GOLDEN HORN
Recently a new piece joined the museum: a railcar built in Italy in 1937.An
ordinary vehicle at first sight. But it has behind it a tragic adventure. The rail
bus model La Littorina, made by automotive company Fiat was a victim of the
Katrina Hurricane which hit the USA in 2005.
The rail bus which suffered extensive damage during the hurricane, was brought
to Turkey following a two months long sea trip over the Atlantic Ocean. The
railcar was repaired on the outside by FIAT TURKEY (TOFAŞ) and restructured
and refurbished on the inside by the experts of the Rahmi Koç Museum in strict
compliance with its original configuration. But, what is the story behind it, why
did the rail bus end up in this museum? The answer to this question was delivered
personally by Mr. Rahmi Koç himself at the inaugural ceremony held for La Littorina:
“A museum’s owner whom I have known for many years, Mr. Mitchell Wolfson,
who runs two private museums, one in Genoa, the other in Miami, who paid
twice visits to our museum, and whose visits I reciprocated as well, told me once
the story of a rail bus he purchased from the Italian Railways in 1998 and sent
to a railroads museum in Tennessee, USA as an exhibit, after having it restored
for 100 thousand dollars. We learned following the devastation caused in 2005,
by the Katrina Hurricane in western USA that the museum in Tennessee housing
the railcar and the railcar itself were affected by the Katrina disaster. We discussed the issue with Mr. Wolfson and reached the common decision that, under
the condition that we would commit to bear the transportation and restoration
costs for the old vehicle, La Littorina would remain as a temporary exhibit for
ten years at our museum.”
The rail bus who crossed oceans, who suffered damage from Katrina is now at
its new more peaceful location at the Golden Horn.
Gök Küresi
1383-1384 yıllarında Cafer İbn-i Ömer
İbn Devletşah el-Kırmani tarafından yaptırılan ve bilindiği kadarıyla dünyanın
en eski gök kürelerinden biri... Boğaziçi
Üniversitesi Kandilli Rasathanesi tarafından süreli olarak müzeye bağışlanan
bu gök kürenin üzerinde, 1025 yıldızı
görmek mümkün.
Bu birkaç parça bile, müze hakkında fikir
veriyor. Ziyaret etme, görme isteği yaratıyor. Ama 13 bine yaklaşan parçanın
bir ziyarette, bir günde görülmesi kolay
değil. Denizaltıya ve uçaklara bakarken
Edison’un kendi adına patentli, yani
orijinal telgraf modelini kaçırabilirsiniz.
Sultan Abdülaziz için İngiltere’de özel
olarak üretilen saltanat vagonu mutlaka
dikkatinizi çeker, ama sinema makinasının atası sayılabilecek yaklaşık 200 yıllık
Zoetrop görülmeyebilir. Ancak Rahmi
Keşif Küresi (altta).
The Discovery Sphere (below).
The Celestial Sphere
One of the oldest known celestial
spheres, it was fabricated during the
years 1383-1384 upon an order placed
by Cafer İbn-i Ömer İbn Devletşah elKırmani. A temporary grant by the Bosphorus University Kandilli Observatory
to the museum, the sphere counts 1025
stars visible on it.
Even these few pieces suffice to give an
idea of the nature of this museum, to
create an appetite, a desire to go and
visit the museum. Nevertheless, it is not
easy to see in one day the entire collection of nearly 13 thousand pieces. While
admiring the submarine, the telegraphy
device patented personally to Edison’s
name might escape to you. You will
certainly not miss the imperial railway
wagon specially built in England for the
use of Sultan Abdülaziz, but you might
Koç Müzesi’nde öyle bir köşe var ki, tek başına özel bir deneyim
-hatta macera- duygusu yaşatıyor. Keşif Küresi, çağdaş müzeciliğin bir başka yanını vurguluyor ve kelimenin tam anlamıyla ‘bilgi
kapısını’ açıyor.
Keşif Küresi
Samanyolu’nda bir gezinti... Ya da Ay’da kraterler üzerinde bir
yürüyüş.. Rahmi Koç Müzesi’ndeki devasa planetaryum, bunu
mümkün kılıyor. 60 metrekarelik bir alan üzerine inşa edilen 8
metre çapında, 5.5 metre yüksekliğindeki planetaryumdan, bir
seferde 40 kişi yararlanabiliyor. Yatar koltuklar üzerinde, gökyüzünü keşfe çıkıyor. Türkiye’nin ilk halka açık planetaryumu, adını
da zaten bu özelliğinden alıyor. Keşif Küresi, ziyaretçilerini önce
güneş sisteminde tura çıkartıyor. Ardından da geçmişe götürüyor.
Bir bakıma bütünüyle müzenin yaptığı gibi!
well miss the 200 years old Zoetrop, the proud ancestor of film projection equipments. Yet the Discovery Sphere is such an essential
corner of the museum that it cannot be subject to oversight.
The Discovery Sphere
An excursion at the milky way galaxy, or a walk through the craters
on the surface of the moon; all these adventures are made possible thanks to a giant planetarium with a diameter of 8 meters,
a height of 5.5 meters, built on an area of 60 square meters with
the capacity to accommodate 40 persons at the same time, seated
on reclining armchairs taking off for a journey into the skies. It is
Turkey’s first public planetarium, taking the visitors on a tour in the
solar system first and then on a trip into the origins of the universe
through a time-machine, this is almost exactly what the museum
itself is doing as a whole.
SPECIAL NOTICE FOR
THOSE INTERESTED
• Road Transportation: On display
at this section are, among other, the
Malden Steam Engine Automobile, built
in 1898 in Massachusetts, the Albion
A10 X-Ray Vehicle built by the Albion
company in Scotland and used by the
British Army, the 1922 built Magirus Fire
Truck, the 1965 Rolls Royce Silver Cloud
luxury car.
MERAKLISI İÇİN ÖZEL NOTLAR
• Karayolu Ulaşımı: Bu bölümde 1898 yılında Massachusetts’te üretilen Malden Buharlı Otomobil, İskoç Albion şirketi tarafından üretilen ve İngiliz Ordusu’nda kullanılan Albion A10 Röntgen
Arabası, 1922 yılı üretimi Magirus İtfaiye Aracı, 1965 model Rolls Royce Silver Cloud otomobil gibi
birbirinden özel parçalar bulunuyor.
• Demiryolu Ulaşımı: Bu bölümde 1934 -1996 yılları arasında Kadıköy - Moda hattında hizmet
veren tramvay, Sultan Abdülaziz tarafından kullanılan Saltanat Vagonu, 1872- 1914 tarihleri arasında hizmet veren atlı tramvay gibi parçalar bulunuyor. Üstelik tramvay, Osmanlı dönemindeki
orijinal haliyle sergileniyor.
• Denizcilik: 1936-1988 yılları arasında hizmet veren Liman 2 römorkörü, Osman- Zuhal Atasoy’un
4 yıl süren dünya turuna ev sahipliği yapan Uzaklar isimli tekne, tüm zamanların en çok aranan
sürat motorlarından biri kabul edilen Riva Aquarama gibi parçalar burada sergileniyor.
• Havacılık: İlk uçuşunu 1935’te yapan ve şimdiye kadar üretilenler arasında en çok sevilen uçak
kabul edilen DC-3, İngiltere Kraliyet Ordusu tarafından kullanılan ve yumurta biçimli gövdesiyle
dikkat çeken 1943 yapımı De Haviland Vampire FB MK 6, Wright Kardeşler’in 17 Aralık 1903
tarihinde gerçekleştirdikleri ilk uçuşu temsil eden model bu bölümün en önemli parçalarını oluşturuyor.
38
• The Railroad Transportation: In this
section are the tramway car having
served the Kadıköy-Moda line during
the years 1934-1996, the special Imperial
Wagon utilized by Sultan Abdülaziz, the
horse-drawn trams having been in use
in Istanbul between 1872-1914, displayed
in their original condition as during the
Ottoman period.
• Maritime Transportation: The tow
boat Liman 2 which had been in use between 1936-1988, the vessel Uzaklar (Sail
Away) on which the couple Osman-Zuhal Atasoy completed a roundtrip around
the world, a popular speed-boat of the
older generation the Riva Aquarama are
the main items of that section.
• Aviation: the quite popular type of its
class, the DC-3 aircraft which accomplished its maiden flight in 1935, the De
Haviland Vampire FB MK 6, built in
1943, famous for its egg-shaped body
and used by the British Royal Air Force,
and the replica model of the aircraft
used by the Wright Brothers for their
first flight on 17 December 1903, are
among the important pieces of this section.
TAŞLARIN
DİLİ OLSA
If Stones
Could Speak
Yazı-Text
Tijen Burultay
Fotoğraflar-Photos
Rasim Konyar
40
güneş saati
Zamanın icadı!
zamanı ölçmek için ilk
çabalar antik mısır’da
başladı. güneş tanrısı ra’ya
ibadetlerini ‘zamanında’
yerine getirebilmek için
çabalayan eski mısırlı
rahipler, ilk güneş saatlerini
icat etti. namazlarını
vaktinde kılabilmek isteyen
arap matematikçiler bu icadı
bir adım daha ileri götürdü.
newton bu saatlerin
kusursuzlaşmasına yardımcı
oldu. güneş saatleri 3400
yıl boyunca insana zamanı
gösterdi!
Sundials: Invention of time!
First efforts to measure time began in Ancient Egypt. Priests
in Ancient Egypt invented the first sundial with a view to accomplishing in due time their worship of Sun God Ra. Similarly, Arab mathematicians who were keen on fulfilling their
religious prayers five times a day on the right hour as ordered
by Islam, took that invention one step ahead. Newton was the
scientist who contributed to the development of a flawless
functioning of sundials. Sundials served mankind’s needs in
terms of measuring time for 3400 years.
41
Lack of time is the biggest problem of the 21st century humans. We
finish work at a given time, take our meals at given points in time. A few
minutes of delays possess the potential to adversely affect our entire
day or even our whole week. The time of our return home from work, the
time of our dinner are fixed according to schedule. In short, our lives’
every hour and even each minute is programmed. We keep looking at
our watches all the time…
Yes, but who are the people who invented these “time measuring devices” which facilitate our life in many regards, but which keep us jumpy
and anxious throughout life at the same time?
ünümüz insanının en büyük sorunu zaman
sıkıntısı. İşleri belirli saatlerde bitiriyor, öğlen
yemeklerimizi belirli saatlerde yiyoruz. Birkaç
dakikalık gecikmeler, tüm günümüze hatta
belki de tüm haftamıza yansıyacak aksaklıklara
neden oluyor. İşten eve dönüşümüzün, akşam yemeğimizin saati
belli. Kısacası, hayatımızın her ‘saati’ hatta dakikası programlı.
Gözümüz saatlerde yaşıyoruz.
Peki hayatımızı pek çok alanda kolaylaştırırken, diğer yandan da
adeta diken üzerinde oturmamıza neden olan bu ‘zaman ölçer
cihazları’ yani ilk saatleri kim, ne için yaptı?
Steps of Ra!
The first serious undertakings in order to measure time originated from
religious concerns. The obelisks appearing as early as in the 3500’s B.C.
in Egypt, were the ancestors of the later sundials.
Egyptian priests who consecrated their entire time to worship gods,
were in a permanent search to follow the steps of the Sun God Ra,
worrying not to miss the timely execution of their daily rituals. These
efforts paved the way to the invention of the first portable sundials in
the 1500’s B.C. Those first clocks consisted of a vertical pivot fixed on a
shaft hole on a horizontal marble or metal surface. The movements of
the pivot’s shadow on that surface were indicating the time of the day
allowing Egyptian priests to fulfil their religious obligations without delay. Greeks who were in close cultural contact with Egyptians invented
Ra’nın adımları!
Zamanın ölçülmesi için ilk ciddi çabalar dini nedenlerle başladı.
Mısır’da M.Ö. 3500’lerde ilk örneklerine rastlanılan obeliskler yani
dikilitaşlar, güneş saatlerinin atalarıydı.
Tüm zamanlarını ibadet ederek geçiren Mısırlı rahipler, ‘Güneş
Tanrısı Ra’nın adımlarını takip edebilmek’ ve günlük ritüellerini
aksatmadan yerine getirmek için çabalıyorlardı. Bu çabalar sonucu
M.Ö. 1500’lerde ilk ‘taşınabilir’ güneş saatleri icat edildi. Bu ilk
saatler, özel olarak hazırlanmış bir milin gölgesinin, Güneş’in
hareketine uygun olarak hazırlanmış mermer, taş ya da madeni
kadran üzerine düşmesini sağlıyor, bu sayede günün hangi saatinde
olduklarını anlayan Mısırlı rahipler ibadetlerini aksatmadan yerine
getirebiliyorlardı. Mısır ile sıkı bir kültürel etkileşim içinde olan
Yunanlılar da rahiplerin buluşunu bir adım daha öteye taşıyarak
konik güneş saatlerini icat etti. Romalılar’ın bu buluşunu, M.Ö. 300
yıllarında Keldani Astronom Berossus’un gündüz saatlerini eşit
dilimlere ayırabilmeyi sağlayan yarımküre şeklindeki güneş saatleri
izledi. Ancak, bu güneş saatlerinin yanılma payları çok büyüktü.
M.S. 1’inci yüzyılda gölgeyi oluşturan çubuk kuzey yıldızına
(Polaris) çevrildiğinde hata payının azaldığı anlaşıldı. Romalılar’ın
bu buluşu güneş saatlerinin daha kullanışlı bir hale gelmesini
sağladı. Mimar Vitruvius’un yazılarına göre Roma’da 13 farklı tipte
güneş saati kullanılıyordu.
conic sundials, based on the same principle. Chaldean astronomer
Berossus took that Greek method one step further by inventing a sundial in the form of a hemisphere permitting the division of the daily
hours in equal time segments. However, the margin of error of those
sundials was too big. Finally, it was understood in the 1st century A.D.
that orienting the pivot producing the shadow towards the polar star
(Polaris) was reducing the margin of error. This discovery by the Romans contributed to a more practical utilization of sundials. According to an account by Architect Vitruvius, 13 different types of sundials
were in use in Ancient Rome.
A great arab achievement
Religious motivations which were at the origin of the invention of
these time machines also contributed to the development and refinement of those techniques. Arab mathematicians, considered the best
scientists of their era, invented sundials showing in a flawless manner
Safranbolu, Köprülü Mehmet Paşa Camii avlusu (sol sayfa, solda), Polonya’nın
Varşova kenti (sol sayfa, üstte) ve Almanya Nordkirchen’de (sol sayfa, altta) yer
alan güneş saatleri. Fatih Sultan Mehmet’in talimatıyla yapılan güneş saati ise
İstanbul Topkapı Sarayı bahçesinde sergileniyor (altta ve sağda).
Courtyard of Köprülü Mehmet Pasha Mosque, Safranbolu (left page, on the left),
Sundial in Warsaw, Poland (left page, above), Sundial in Nordkirchen, Germany
(left page, below). The sundial commissioned by (Fatih) Sultan Mehmet the
Conqueror displayed in the courtyard of the Topkapı Palace Museum
(below and on the right).
43
44
Peru’daki Machu Picchu kalıntıları arasında yükselen İnkalar’a ait güneş saati (sol sayfa). Avrupa’dan iki örnek: İspanya’nın Tarragona (yukarıda) ile İtalya’nın Aosta
(aşağıda) kentlerinde yer alan güneş saatleri.
Historical Inca sundial at the Machu Pichu ruins in Peru (left page). Two European examples: sundial in Tarragona, Spain (above) and sundial in Aosta, Italy (below).
Araplar’ın büyük başarısı
Dini nedenlerle ortaya çıkan bu icadın ilerlemesi ve en
mükemmel haline ulaşabilmesi için yapılan çalışmaların
temelinde yine dini motivasyonlar yatıyordu. Dönemin en
başarılı bilim adamları sayılan Arap matematikçiler, namaz
saatlerini en doğru gösteren güneş saatlerini yaptı. Bu
güneş saatlerinin bilinen en eskisi, 868-901 yılları arasında
Mısır’da Hüküm süren Tolunoğlu Ahmed’in Fustat’ta
yaptırdığı camide bulunuyor. Güneş saatlerinin kullanımı
tabii ki sadece Mısır, Arap dünyası, Yunan ve Roma ile
sınırlı kalmadı. Osmanlılar da kendi güneş saatlerini
yaptılar. Fatih Sultan Mehmet’in talimatıyla yapılan
ve dönemin hazine kayıtlarına göre bir altına mal
olan güneş saati, halen Topkapı Sarayı’nın
3’üncü avlusunda
cam bir fanus içinde
sergileniyor.
the prayer times, allowing the performance of the five times daily ritual
prayers/salaat of Islam. The oldest of those sundials is in the mosque
built in Fustat, by Ahmed bin Tolun who ruled Egypt between 868901. Needless to say that the use of sundials was not only limited to
Greece,Rome Egypt and the Arab world. The Ottomans manufactured
also their own sundials. The sundial ordered by (Fatih) Sultan Mehmet
the Conqueror which cost one gold coin according to treasury records
of its time, is still on display in the third courtyard of the Topkapı
Palace Museum under a glass cover.
Young genius Newton
The evolution of sundials continued uninterrupted
throughout centuries. The great physicist Newton,
as early as at age 17, placed a horizontal mirror in a niche on
an inner wall
exposed to the
Muğla, Datça’daki Knidos antik kenti ile (yukarıda) Amasya Arkeoloji Müzesi bahçesinde (aşağıda) sergilenen güneş saatleri.
Sundials at Knidos Antique City in Muğla (above) and at the courtyard of Amasya Archaeological Museum (below).
Genç dahi Newton
Güneş saatleri yüzyıllar boyunca evrimini aralıksız olarak sürdürdü.
Büyük fizikçi Newton, 17 yaşındayken büyükannesinin evinin güney
duvarındaki bir deliğe yatay bir ayna yerleştirerek, güneş ışığının oda
içinde yansımasını saat çizgileri olarak belirledi. Yansıyan ışığın çizgiler
üzerindeki hareketi yardımıyla zamanın okunabilmesini sağlayan bu icat,
ilk ‘ev içi güneş saati’ oldu.
Altın çağ rönesans
Güneş saatleri Rönesans döneminde en parlak devrini yaşadı. Saat
yapımı bir sanat haline gelirken, ustalar çalışma prensiplerini bir
sır gibi sakladı. Bu dönemde her şekil ve büyüklükte güneş saati
yapıldı. Dünyanın her şehrinde hatta her kasabasında bile
değişik türde güneş saatleri bulunuyordu.
Bunlar bazen Hindistan Jaipur’daki gibi çok büyük, bazen
de çok küçük olabiliyordu.
Güneş saatleri (sarkaçlı) mekanik saatler icat
edildikten sonra da hükmünü sürdürdü. Çünkü
ilk mekanik saatler, hassas birer sarkacın
hareketine bağlı çalıştığı için, gemi ve tren gibi
araçlarda kullanılamıyorlardı. Üstelik bu sarkaçlı
saatleri ayarlamak için güneş saatlerine ihtiyaç
duyuluyordu. Güneş saatleri, mekanik saatler
yayla hareket eden mekanizmalar sayesinde
taşınabilir ve kullanışlı bir hale gelene kadar yani
1900’lere kadar kullanıldı. Günümüzde güneş saatleri,
zamanı ölçmekten ziyade dekoratif objeler olarak
kullanılıyor. Binaların önüne ve bahçelere yerleştirilen
güneş saatleri, hem görsellikleriyle hayat alanlarımıza
şıklık katarken hem de ilginç öyküleriyle hayal
dünyalarımıza sesleniyor. Bırakın saniyesi, akrep ve
yelkovanı olmadığı için dakikası olmayan.. Saati de
‘yaklaşık’ gösteren bu tarihi saatler zamanın anıtları
gibi duruyor...
46
south at his grandmother’s house, and pinned down reflections of
the sunshine inside the room as hour markers. The reflections of
the sunshine moving on those markers allowed to read the time of
the day and this invention constituted the first inside-the-housesundial.
The renaissance golden age
Sundials experienced their golden age during the Renaissance.
While the manufacturing of timekeeping devices was becoming
an art, masters were keeping their working methods as precious
secrets. During that era, sundials of various sizes and shapes
were fabricated. There were many different forms of sundials
in every city and even town of the world, sometimes of huge
dimensions like the one in Jaipur, India or others of very
small size.
Sundials continued to rule even after the mechanical pendulum clocks were invented.Particularly,
because of the fact that the first mechanical clocks
based on the sensitive floating movement of a
pendulum could not be used in vehicles like
ships and trains. Moreover, they still needed
the assistance of sundials in order to be
adjusted. Sundials continued to be used up
until the 1900’s when finally mechanical clocks
and watches functioning with watch springs
were invented and thus became portable and handy.
Nowadays, sundials are used as decorative objects
rather than for measuring time. Sundials installed in
front of buildings or in courtyards and gardens, not
only constitute elegant visual objects but inspire
also our imagination with their interesting stories.
Let these historical “clocks”, without hour and
minute hands, indicating time only approximately,
survive as monumental reminders of time.
TÜM ZAMANLARIN TANIĞI:
Kariye Müzesi
kariye müzesi, doğu roma’nın sadece
istanbul’a değil tüm insanlığa en
büyük armağanlarından biri.
bin 500 yıl öncesini günümüze taşıyan
müzeyi benzersiz kılan özelliği ise, her
an canlanıp hareket edecekmiş gibi
görünen mozaikleri!
witness of all ages:
THE CHORA
MUSEUM
The Chora Museum is one of Eastern Roman
(Byzantine) Empire’s greatest gifts not only to Istanbul
but to the entire mankind. The unique feature of
this 1500 years old structure are its fine mosaics and
frescoes which give you the impression that they would
come alive any moment and start to move.
48
MÜZELER
Museums
Yazı -Text
Sevinç Akyazılı
Fotoğraflar-Photos
Rasim Konyar
49
50
stanbul’da hüküm süren üç imparatorluktan miras
abidevi yapılar, kentin bazı bölgelerini zaman kavramından azade kılar. Edirnekapı semtinden surları
takip ederek kısa bir yürüyüşle ulaşılabilen Kariye
Mahallesi de bu bölgelerin en önemlilerindendir.
Bu küçük mahalle, Doğu Roma’nın günümüze bıraktığı en görkemli miraslardan birine; Chora Kilisesi’ne ev sahipliği yapar. Tam bin 500 yıldır
zamana, doğal afetlere ve istilalara meydan okuyarak ayakta kalan bu
görkemli binanın sırrı ne? Kim inşa etti? Neden hala dünyanın dört bir
yanından insanlar onu ziyarete geliyor.
Kutsal emanetlerin anısına yapıldı
Kilisenin inşa tarihi kesin olarak bilinemiyor. Ancak 10’uncu yüzyılda
yaşayan yazar Symeon Metaphrastes’e göre kilise, kutsal bir mezarlık
alanı üzerine kurulmuş. Metaphrastes, Chora Kilisesi’nin 298 yılında
Nikomedia’da (İznik) şehit edilen Aziz Bayblas’a ve 84 müridine ait
kutsal emanetlerin gömüldüğü alana yapıldığını yazıyor. Üzerine kilise
binası inşa edilen bölge, Konstantinapol’ü çevreleyen surların dışında
kaldığı için ‘Chora’ yani ‘kırsal alan’ ismiyle anılıyor. Kilise de adını
buradan alıyor.
Ancak kilise kısa bir süre içinde harabeye dönüşüyor. 6’ncı yüzyılda
Doğu Roma İmparatoru Justinianus (527-565) sadece şapeli ayakta
kalan bu kiliseyi yeniden yaptırıyor. Döneminin en iyi mimarları tarafından tasarlanan yapı, 740 yılında yazılı kaynaklarda yerini alıyor. 11’inci
Some quarters of the city adorned with the monuments inherited from
the three great empires who reigned in İstanbul are indifferent to the
notion of time. The Kariye district which extends along the city walls in
the vicinity of the Edirnekapı gate is one of such neighbourhoods. This
small area is home to the Chora Church, one of the most magnificent
specimen of Byzantine architectural heritage. What would be the secret
of the attraction of this sumptuous building which resisted all challenges of time, earthquakes and invasions for 1500 years and which continues yet to welcome thousands of visitors from all parts of the world?
Who built it? And why does it attract people from all over the world?
The church was built in memory of holy relics
The construction date of the Chora Church could not be established
with precision. However, according to medieval Greek writer Symeon
Metaphrastes who lived in the 10th century, the church was built on the
emplacement of a holy graveyard. Symeon Metaphrastes indicates that
it was the burial ground of the relics belonging to the Holy Martyr Babylas executed in Nicomedia in 298 with his 84 disciples.
The Chora Church was originally built outside the walls of Constantinople, to the south of the Golden Horn. Literally translated, the church’s
full name was the Church of the Holy Saviour in the Country: although
“The Church of the Holy Redeemer in the Fields” would be a more
natural rendering of the name in English. The last part of that name,
Chora, referring to its location originally outside of the walls, became
the shortened name of the church.
But, the church turned into ruins shortly after and only its chapel
survived. In the sixth century, Eastern Roman Emperor Justinianus
Freskolarıyla ünlü şapel (sol sayfa). Bebek İsa ve Meryem (solda). Hz. İsa ve atalarını temsil eden 16 figür (sağda).
The chapel renowned for its frescoes (left page). Jesus infant and Virgin Mary (on the left). Jesus Christ and 16 figures representing his ancestors (on the right).
51
52
yüzyılda İmparator Aleksios Komenenos’un kayınvalidesi Maria Doukina
ise İsa’ya ve Meryem’e adanmış bu kiliseyi restore ettiriyor. 14’üncü
yüzyılda kiliseye birer iç ve dış narteks, bir şapel ve iki katlı kuzey kanat
ekleniyor, kubbesi yenileniyor. Yapının, ‘sanat şaheserine’ dönüşmesini
sağlayan kişi ise Doğu Roma İmparatorluğu’nun ‘Logothe’si yani başbakanı Metokhites...
Mozaik denizi
Döneminin en önemli entelektüellerinden olan sanatsever başbakan
Metokhites, Chora’nın süslenmesi talimatını veriyor... İçi olağanüstü mozaikler, freskler ve mermer levhalarla donatılan Chora Kilisesi, Doğu Roma sanatının ‘son altın çağı’nda, toprak, mor, mavi, lila
renklerle bezeli bir mozaik denizine dönüşüyor. Sanat tarihçileri, Chora
Kilisesi’ndeki mimari çözümlemelerin dönemin bilgisini aştığını, mozaik ve fresklere derinlik katmak için kullanılan arka plan unsurlarının dahice olduğunu dile getiriyor. Hatta sanat tarihçileri, Chora Kilisesi’ndeki
süslemelerin Bizans’ta yeni bir sanat akımının doğmasına yol açtığını
belirterek, bu akımı ‘Bizans’ın Rönesansı’ diye tanımlıyor.
‘Taştaki kutsal kitap’
Her biri başyapıt kabul edilen mozaiklerde, kimi zaman Tevrat’ta kimi
zamansa İncil’de anlatılan sahneler adeta bir film karesi gerçekçiliğinde
canlandırılmış. Kilise’nin cemaatine Hıristiyanlığı daha iyi öğretmek
amacıyla bu sahneler kronolojik sıra gözetilerek resmedilmiş. Bu amaca
da hızla ulaşılmış olmalı ki, Chora Kilisesi, ‘taştaki kutsal kitap’ adıyla
da anılır olmuş.
Yapının dış narteksi (kiliselerde din adamlarının ritüel öncesi hazırlık
mekanı) İsa’nın, iç narteksi ise Bakire Meryem’in yaşamını anlatan
sahnelerle bezenmiş. Hz. İsa mozaiklerde, çocukluğundan başlayıp
mucizelerine kadar uzayan tüm serüveniyle tasvir edilmiş. İç narteksin
solundaki kubbede çocuk İsa’yı kucağında tutan Meryem, kutsal figürler
tarafından çevrelenmiş. Diğer mozaikte ise çocuk Meryem’in rahip
Zacharias’a takdim ediliş sahnesi canlandırılmış.
Ana mekana giren kapı üzerindeki mozaikte, Hz. İsa’nın kendisine
(527-565) had it re-built. Designed by the best architects of its period,
the church is mentioned in texts dating from 740. But, the majority of
the fabric of the current building dates from 1077-1081, when Maria
Dukaina, the mother-in-law of Emperor Alexius I Comnenus, restored
the Chora Church dedicated to Jesus Christ and Mother Mary. However,
it was only after the third phase of building, two centuries after, that
the church as it stands today was completed. The powerful Byzantine
statesman (Logothete=Secretary of State) Theodore Metochites endowed the church with much of its fine mosaics and frescoes.
A sea of mosaics
The impressive decoration of the interior, ordered by art enthusiast
statesman Theodore Metochites, was carried out between 1315 and
1321 and reflect the last golden period of Byzantine art. Decorated
inside with marble panels, extraordinary mosaics and frescoes, the
church was turned into a sea of mosaics adorned with pastel, gold, purple, blue, lilac colours. Although the artists remain unknown, historians
of art suggest that the architectural solutions of the structure surpass
the knowledge level of their time, that the background elements used
to add depth to the mosaics and frescoes are work of genius. And according to art historians, the mosaic-work is the finest example of the
Palaeologian Renaissance or Byzantine Renaissance.
The Holy Book in stone
The masterpiece mosaics reflect episodes from the Old Testament as
well as from the Bible with an extreme realism comparable to detailed
movie scenes. The stories are presented in chronological order with a
view to educating the church congregation on the history of Christianity. This is the reason why the Chora Church is also referred to as the
“Holy Book in stone”.
The exonarthex (or outer narthex), the first part of the church that one
enters (where the clergy prepared themselves before the ritual) is decorated with mosaics reflecting the life of the Christ. The esonarthex (or
inner narthex) is decorated with episodes from the life of Virgin Mary.
Kariye Müzesi’nin mozaikleri Hz. İsa’nın çocukluğundan başlayıp mucizelerini gerçekleştirmesine kadar olan süreci tüm detaylarıyla anlatıyor (solda). Kariye Müzesi mozaik
sanatının en gerçekçi örneklerini birarada bulundurmakla kalmıyor mermer işçiliği ve doğal aydınlatmalarıyla da ziyaretçilerini kendine hayran bırakıyor (üstte).
The mosaics of Chora Church Museum narrate in the finest details the period from Jesus Christ’s childhood until the accomplishment of his miracles (on the left). Chora
Church Museum is admired for its remarkable marble craftsmanship and the architectural articulation of its natural illumination layout besides its rich collection of
breathtaking mosaics (above).
53
Jesus Christ is depicted from his early childhood up to his adult age
when he offers miracles. On the dome located on the left side of the inner narthex, Mother Mary holding Jesus child in her arms is surrounded
by holy figures. The other mosaic is depicting Mary as a young girl being
presented to the priest Zacharias.
A mosaic of enthroned Christ with Theodore Metochites presenting him
a model of his church is placed on the pediment of the main entrance.
Jesus is holding the Bible in his left hand while he gives the benediction
with his right hand.
At the chapel, one can admire the frescoes describing scenes from the
Old Testament, the Day of Judgment, the Resurrection, the Final Judgment. The gigantic frames composed of thousands of mosaic pieces
smaller than one square centimetre each and various frescoes narrate
in finest detail the episodes from the holy books. The Chora Church
became a masterpiece of art through the dedicated work of architects,
mosaic masters and marble carvers. The mansions of wealthy and noble
citizens of Byzantium built around and near the Chora Church attributed
even a greater prestigious character to the neighbourhood.
kilisenin küçük bir modelini sunan Theodoros Metokhites’i kabul
ediş anı tasvir edilmiş. Bir tahtta oturan İsa, sol eliyle üzerinde
haç resmi olan bir İncil’i tutarken, sağ eliyle göğüs hizasında ‘takdis işareti’ yapıyor.
Binanın şapelinde ise Tevrat’tan alınmış dini hikayeler, ‘mahşer
günü’, ‘diriliş’ ve ‘son yargı’ gibi sahneler fresklerde canlanıyor.
Her biri bir santimetrekareden küçük binlerce mozaik parçasının
oluşturduğu devasa tablolar, freskler kutsal kitaplarda anlatılan
sahneleri en ince detaylarına kadar başarıyla aktarmış. Mimarlar,
mozaik ve mermer ustalarının ortak çalışmalarıyla kilise bir ’baş
yapıt’a dönüşmüş. Etrafına soylulara ait sarayların yapılmasıyla
daha da önem kazanmış.
Muhteşem taş işçiliği
Mozaikleri ve freskleriyle ünlü kilisenin duvar kaplamalarında ve
frizlerinde mermer işçiliği de en yüksek aşamaya ulaşmış. Yapıda
Marmara Adası’ndan getirilen beyaz ve gri damarlı mermerlerin
yanı sıra Kuzey Afrika, Eğriboz Adası ve Afyon’dan getirilen yeşil,
oniks, kırmızı, sarı ve pembe damarlı mermerler kullanılarak
zengin bir görünüm oluşturulmuş. Aynı seriden mermer blokların
kesilerek yan yana dizilmesiyle taşların içindeki doğal desenler
ağaç dokusunu andıran bir görüntüye kavuşturulmuş.
Fatih’in hoşgörüsü ile ayakta kaldı
Takvimler 1453’ü gösterirken, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’u fethiyle yeni bir dönem hatta yeni bir ‘çağ’
başladı. Ancak, Doğu Roma’nın Ayasofya’dan sonra en önemli
kilisesi işlevini korudu. Kentin Hıristiyan sakinleri bu görkemli
kilisede ibadetlerine devam etti. Yapının camiye dönüşmesi ise
I. Bayezid dönemine denk düşüyor. Sadrazam Atik Ali Paşa 1511
yılında yapının cami olarak kullanılması emrini vermiş. Chora Kilisesi Kariye Camii adını almış, mozaiklerin bazılarının özellikle de
melek yüzlerinin üzeri alçıyla kaplanmış... 20’nci yüzyılın başında
Rus Arkeoloji Enstitüsü ve ardından Amerikan Bizans Enstitüsü
mozaiklerin restorasyonuyla ilgili çalışmalar yapmış. Yapı 1945 yılında müze kimliğiyle kapılarını ziyarete açmış. O günden bu yana
her gün binlerce sanatsever bu eşsiz mozaikleri görebilmek için
müzeye akın ediyor ve o mozaiklerin eşliğinde bir zaman yolculuğuna çıkıyor.
54
Magnificent stone craftsmanship
Marble carving craftsmanship is yet another remarkable aspect of
Chora’s decoration in addition to the mosaics and frescoes which
contributed to its fame. White marble with gray streaks from the Island
of Marmara(ancient Prokonnessos) as well as green and red marble,
onyx with pink and yellow streaks from Northern Africa, Afyon (ancient
Akroinon) and the Island of Euboea (Eğriboz) were used on the walls,
arches and friezes giving the building an internal appearance quite rich
in colours. The streaks in the marble blocs cut into symmetrical sheets
placed next to each other constitute a texture similar to wood lining.
Under the protection of Sultan Mehmet the Conqueror
Following the conquest of the city by the Ottomans in 1453, initiating
a new era in world history, Fatih Sultan Mehmet, Sultan Mehmet II the
Conqueror allowed the Chora Church, second in importance only to
the Hagia Sophia, to remain at the service of the Christian population
of Istanbul. The conversion of the church into a mosque occurred later
during the reign of Sultan Bayezid I. Grand Vizier Atik Ali Pasha ordered
the church to be turned into a mosque in 1511 under the name of Kariye
Camii (Kariye Mosque). Some of the mosaics, particularly those depicting angels’ faces were overlaid with stucco... At the beginning of the 20th
century, the Russian Academy of Sciences’ Institute of Archaeology and
later American Byzantine Studies scholars conducted some restoration
work on the mosaics. Finally, in 1945, the building was inaugurated as
a museum. Since then, thousands of visitors rush into the museum to
embark upon a journey through time guided by the marvellous mosaics.
İç narteksteki kubbe madalyonunun ortasında, ‘İsa ve Ataları’ isimli mozaikten
detay (altta). İç nartekse bir bakış (sağda).
Detail from the ‘Jesus and his Ancestors’ mosaic in the middle of the dome
medallion in the inner narthex (below). A view from the inner narthex
(on the right).
55
ÖZEL
MÜZELER
Private
Museums
Yazı-Text
Hümeyra Konyar
56
‘çok özel’ bir özel müze
BAKSI
müzesi
son yıllarda sayısı hızla artan özel müzelerimize
bir yenisi daha katıldı. bu müze, özel müzeler
içinde belki de ‘en özel’ olanı. bayburt il merkezine
45 kilometre uzaklıkta, boz renkli toprakların
ortasında, sıradışı bir mimari ve sıradışı
hedefleriyle baksı müzesi, yalnızca müzeciliğin değil,
anadolu gezilerinin de en şaşırtıcı duraklarından
birini oluşturuyor.
A very special private museum: Baksı Museum
A new and very special private museum has joined the series of numerous private
museums opened in Turkey in recent years. Overlooking the Çoruh valley and
high on a mountain near the village of Baksı, a Museum and Cultural Centre like
no other has come to life, with its uncommon architecture and its quite specific
objectives, on the vast brown soil of Eastern Anatolia. Never in one’s wildest
dreams did one expect a contemporary art museum to be founded in a village
45 kilometres away from Bayburt in the Eastern Black Sea region, which would
combine contemporary and traditional art. It didn’t seem likely, but it has actually
happened, far from any touristic concentration area.
Baksı Müzesi.
The Baksı Museum.
57
ültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı müzeler giderek
daha çağdaş bir görünüm ve daha ileri bir teknolojiye kavuşurken, özel müzecilik de hamle üstüne
hamle yapıyor. Birbiri ardına açılan bu yeni
mekanlarda hiç bilmediğimiz, duymadığımız yeni
koleksiyonlar, yeni eserler sergilenmeye başlıyor. Bu zincire geçtiğimiz yıl eklenen bir özel müze daha var ki Türkiye’deki örnekleri içinde
belki de ‘en özel’ olanı: Baksı Müzesi.
‘Turizm hareketliliği’ açısından Anadolu’nun en zayıf illerinden
birinde, Bayburt’ta; il merkezinde de değil, 45 kilometre uzaklıkta,
Çoruh nehrine bakan tepelerin arasında, göz alabildiğine uzanan bir
bozkırın ortasında bir müze... Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın ‘akademisyen bir sanatçı olarak doğduğu topraklara hizmet verme hayalini’
gerçekleştirdiği yer, Baksı Müzesi.
Halka moral ve ekonomik kaynak sağlamak
Baksı Müzesi’ni benzerlerinden ayıran, onu ‘en özel’ kılan bir diğer
özelliği de kuruluş amacı. Öncelikli hedeflerinin ‘yöre halkına ekonomik kaynak yaratmak’ olduğunu söyleyen, müzenin kurucusu Prof. Dr.
Hüsamettin Koçan neredeyse on yıl önce çıktıkları bu zorlu yolculuğu şöyle dile getiriyor:
“Bu proje; yoğun göç veren bölge halkına moral ve ekonomik kaynak
sağlamak, aynı zamanda kültürel zenginliklerinin farkına varabilmeleri amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Baksı Müzesi; Dünya Kültür tarihinde de, türünün ender örneklerinden biri olarak ünik ve çok amaçlı bir yapıdır.
Mimari açıdan da, gelenekten beslenen, mimari geleneğimizi zenginleştiren bir örnek olarak planlanmıştır.
Zengin etnografik eserlere ve çağdaş bir sanat koleksiyonuna sahiptir.”
Bayburt’un Bayraktar Köyü, Çayırlar Mevkii’nde, 40 dönümlük arazi
üzerine kurulu müzenin inşaatı 2001’de başlıyor, 2005‘de vakıf kuruluyor ve 2010 ‘da resmi olarak açılıyor.
58
While the national museums under the administration of the
Ministry of Culture and Tourism undergo a process of modernization, new private museums continue to be inaugurated in Turkey
one after another, surprising the public with their amazing collections and as yet little known works of art. The last link in this
chain is the Baksı Museum, of a very special kind, inaugurated last
year. The “Baksı Museum and Research Center of Folk Art” is the
realization of a dream by the Dean of the Fine Arts Department at
Marmara University, Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, who was born
in Baksı and promised himself to render a major service to his
homeland.
To bolster the local population’s morale and
to generate economic benefits
The Baksı Museum was purposefully created to realize lofty ideals,
“primarily to generate economic gain for the local people” in the
words of its founder, Prof. Dr. Hüsamettin Koçan, who describes
the aim of the project launched almost ten years ago as, “boosting
the morale and economic situation of the population of an area
subject to a strong emigration wave due to lack of economic activity and awakening them to the rich cultural heritage surrounding
them.”
“The Baksı Museum, is a unique multi-purpose project, one of the
rare examples of its kind in world’s cultural history. Its architecture is inspired from our tradition which it contributes to develop.
The museum possesses a rich collection of ethnographic objects
as well as contemporaneous works of art.”
The construction started in 2001 on a 40 thousand square meters
land, the endowment fund was established in 2005 and the museum was officially inaugurated in 2010.
Art education programmes
The Baksı Museum launched a series of art education programmes
Sanat eğitimi programları
Yaz akademisi programları ile sanat eğitimi veren, atölye çalışmalarıyla
yöre halkı ile buluşan Baksı Müzesi yeni ama yoğun temposuyla dikkatleri çekmeyi başardı bile. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan “iki eksenli” olarak
tanımladığı eğitim programlarını şöyle özetliyor:
“Eğitim programlarımız iki eksende gelişiyor. Birinci eksende sanat
eğitimi söz konusudur. Önümüzdeki yıl çağdaş sanat atölyelerinde
uluslararası bir yaz akademisi düzenlenecek. Aynı zamanda yeni medya
merkezi kuruluş çalışmaları sürdürülüyor, bu anlamda üniversite öğrencilerine yönelik yeni medya workshopları gerçekleştirilecek.
Eğitimin ikinci ekseni, çevrede yaşayan insanları kapsıyor. Geçen yıl
KUDAKA’nın desteklediği bir kilim atölyesi gerçekleştirildi. Bu bağlamda Erzurum, Erzincan, Bayburt yöresi kilim geleneği bir sempozyumla
konu edinildi, öte yandan SODES’in desteklediği ehram atölyeleri hala
çalışmalarını sürdürmektedir. Önümüzdeki dönemde doğal boya çalışmaları bu kapsama dahil edilecektir.”
in the form of summer academies and workshops which already
attracted local peoples’ attention. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan
describes their education programmes as a double track project:
“The first track is art education. We will organize an international
summer academy next year at our contemporary art workshops.
At the same time, we are working on the establishment of a media
centre which will allow us to perform media workshops destined
to university students.
The second track concerns the local population. We organized a
rug (kilim) workshop supported by KUDAKU (Kuzeydoğu Anadolu
Kalkınma Ajansı-Northeast Anatolia Development Agency). In this
framework, the rug weaving tradition of Erzurum, Erzincan, Bayburt regions was subject to a symposium. The ehram (local traditional art of embroidery) workshops under the aegis of SODES
(Social Assistance Programme) continue their activities. Natural
dyeing methods will be the next course on the agenda.”
Geleneksel ile çağdaşın buluşması
Her yıl yeni bir sergiye ev sahipliği yapacak olan müze, bu sergiler ile
çağdaş sanatçılarla geleneksel sanatçıları aynı zeminde buluşturmayı
hedefliyor ve Prof. Dr. Koçan’ın ifadesiyle, ‘Bu tutumuyla akademik hiyerarşi sorununu kapsamın dışında’ tutarak, insanoğlunun farklı ortamlarda yaratma uğraşısını sergilemek istiyor.
Koçan, sözlerini şöyle noktalıyor:
“Avangardizmle geleneğin iç içe geçtiği bu sergiler her yıl yeni bir
konseptle sürdürülecektir. İlk sergimiz zanaata ilgi duyan 20 sanatçının
yapıtlarından oluştu. Önümüzdeki sergi ise kadının yaratıcılığını konu
edinecek. Konsepti mesafe ve temas olan bu sergi kadın özelinde bir
buluşma gerçekleştirecek.”
Bayburt’un Bayraktar Köyü, Çayırlar mevkiinde sıradışı görüntüsü ve
sıradışı hedefleriyle Baksı Müzesi, yalnızca müzeciliğin değil, Anadolu
topraklarının da en hoş sürprizlerinden birini oluşturuyor.
Meeting of the traditional with the contemporaneous art
With yearly exhibitions aimed at bringing together traditional and
contemporary artists, Prof. Dr. Koçan intends to display the creative pursuit of mankind in different environments “without hinging
on academic hierarchy matters”.
In Dr. Koçan’s words, “avant-garde and tradition will interpenetrate in annual exhibitions based on a different concept each year.
Our first exhibition consisted of the works of 20 artists with a particular interest in traditional arts and crafts. Next year’s exhibition
theme will be women’s creativity under the concept of distance
and contact”.
At Bayburt’s Bayraktar village’s pastures area, the Baksı Museum
is not only an unexpected surprise in terms of a museum but also
one of the most extraordinary and pleasant surprises on the Anatolian soil.
59
özgen acar...
arkeolojiyle, sanat
tarihiyle, kültürel
mirasımızla ilgilenen
herkesin tanıdığı, saygı
ve şükranla andığı bir
isim. o, meslek yaşamı
başarılarla dolu bir
gazeteci olmasının yanı
sıra, yorgun herkül,
karun hazineleri,
elmalı definesi,
boğazköy/hattuşa
sfenksi’ni ‘kurtarma
operasyonlarının’ gizli
kahramanlarından...
KAYIP ESERLERİN PEŞİNDE
bir gazeteci
A JOURNALIST ON THE
TRAIL OF LOST TREASURES
Özgen Acar is a name wellknown to everyone familiar
with archaeology, art history
and issues related to our
cultural heritage. Besides
being an accomplished
journalist, Özgen Acar is one
of the secret heroes behind
the “recovery operations” of
Turkey’s historical property
such as the Tired Heracles
Statue, the Karun Treasure, the
Elmalı Treasures, the Boğazköy/
Hattusha Sphinx...
60
Türkiye son yıllarda peşpeşe güzel haberler alıyor. Bu
topraklardan alınıp/çalınıp götürülen eserlerimiz birer birer
dönüyor. Anadolu onlara, onlar doğdukları toprağa kavuşuyor.
Boğazköy Sfenksi ya da Yorgun Herkül’ün kayıp yarısı gibi
eserlerin dönüşü haklı bir coşkuyla karşılandı. Bir arkeoloji
haberi, gazetelerin birinci sayfasında yer aldı. Ancak, haber
olmayan, kamuoyunun bilmediği daha yüzlerce eser var.
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın bizzat takip ettiği
çalışmalar sonucu, 2007-2011 yılları arasında Türkiye’ye
getirilen tarihi eser sayısı, tam 3 bin 610. Liste göz kamaştırıcı,
ama sonu gelmiş değil. Bakanlık, Almanya’daki Bergama Zeus
Sunağı, İhtiyar Balıkçı Heykeli ve Truva eserlerinin de aralarında
bulunduğu 7 eseri daha takip ediyor. Elbette bu dünya çapında
bir operasyon ve yetkin bir ekip anlamına geliyor. Ekip de,
Bakanlığın çeşitli kademelerindeki
uzmanlardan, neredeyse tüm
yaşamını kayıp bir esere adamış
arkeologlara kadar, tanıdığımız
ya da adını hiç duymadığımız
‘kahramanlar’ anlamında.
Onlardan biri, konuyla
yakından ilgilenenlerin tanıdığı
ve saygıyla andığı bir gazeteci:
Özgen Acar.
O, Türkiye’nin kültürel mirasını
geri alma mücadelesindeki en
önemli aktörlerden biri. Halen
Cumhuriyet Gazetesi’nde
yazan Özgen Acar, parlak
bir gazetecilik kariyerine
sahip. Ancak onu bu kadar
özel kılan, Türkiye’ye geri
getirilmiş neredeyse
her tarihi hazinenin
serüveninde pay sahibi
oluşu. Pek çok müzede
Acar’ın bu ülkeye geri
dönmesi için yıllarca
çaba gösterdiği hatta
uğruna hayatını
ve kariyerini
tehlikeye attığı bir
eserle karşılaşmak
mümkün.
Historical assets transferred or
smuggled out of our country
are returning home one after
another. They get reunited with
their homeland Anatolia after
many years of longing. The comeback of the Boğazköy/Hattusha
Sphinx and of the missing half of
the Tired Heracles statue aroused great enthusiasm and a legitimate
satisfaction with the Turkish public opinion; creating an exceptional
situation where an archaeological news item appeared on front pages
of dailies. But there are still hundreds of our treasures abroad not yet
able to make it home.
Thanks to efforts personally supervised by Minister of Culture and Tourism, Ertuğrul Günay, a total of 3 thousand 610 historical artefacts were
brought back to Turkey between 2007-2011. The list is impressive but
not yet exhaustive. The Ministry is following-up on 7 major asset including the Bergama Zeus Altar in Berlin, the Old Fisherman Statue and
the treasures of Troy. This endeavour requires a worldwide operation
and a highly qualified and dedicated research team. That team consists
of experts at various levels of the Ministry of Culture and Tourism, of
passionate archaeologists devoting almost their entire lives to finding
some lost artefact and of little known or unknown heroes.
One of these heroes is Özgen Acar, a journalist who is held in high
esteem by those who are familiar with the subject matter.
He is one of the principal actors in Turkey’s struggle to recover its cultural heritage. An accomplished media veteran who is currently writing
for the newspaper Cumhuriyet, Özgen Acar can pride himself of having
played his part in almost every successful recovery story of Turkey’s
historical heritage, at times by putting at risk his professional career
and personal life.
MÜZE DERGİ: Mr. Acar, we often come across your name with respect
to the repatriation of Turkey’s culture and art treasures. Can you tell us
about the origin of your passion for our national cultural and historical
assets?
ÖZGEN ACAR: I owe a great deal to Cahide Erkal, my teacher at the
Izmir Tınaztepe Primary School. May God bless and give her a long and
healthy life. She used to take us every Wednesday afternoon to museums and archaeological sites. Late Prof. Ekrem Akurgal, who at that
time was an Associate Professor, had started in 1948 his excavations
of ‘Ancient Izmir’. He also used to show us the historical site and gave
us explanations regarding the discovered artefacts. Writer Cevat Şakir
Kabaağaçlı, known as the Fisherman of Halicarnassos lived also nearby.
Hattuşa/Boğazköy Sfenksi gibi son derece önemli pek çok
arkeolojik hazine Özgen Acar’ın da aralarında bulunduğu
ekip sayesinde tekrar Türkiye’ye döndü.
Numerous significant archaeological treasures such as
the Hattusha/Boğazköy Sphinx were returned to Turkey
thanks to the efforts of a resolute group to which belongs
also Özgen Acar.
61
MÜZE DERGİ: Türkiye’nin en önemli kültür sanat hazinelerinin
ülkemize iadesi sürecine baktığımızda sık sık isminize rastlıyoruz.
Tarihi ve kültürel değerlerimize duyduğunuz bu aşkın nasıl
başladığını anlatabilir misiniz?
ÖZGEN ACAR: İzmir Tınaztepe İlkokulu’ndaki öğretmenimin
emeği büyüktür. Tanrı Cahide Erkal’a uzun ve sağlıklı bir ömür
versin. Kendisi bizi her çarşamba günü öğleden sonra müzelere
ve arkeolojik kazılara götürürdü. O zaman doçent olan Ekrem
Akurgal, 1948 yılında ‘Eski İzmir’ kazısına başlamıştı. O da bizi
kazı alanlarında gezdirir, eserlerle ilgili bilgi verirdi. Halikarnas
Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı da yakınımızda otururdu.
Zaman zaman ziyaretine giderdim. Cevat Bey’in Demokrat İzmir
Gazetesi’nde yayınlanan yazılarını ailece okurduk. Bu toprakların
kültür mirasına sevgim ve ilgim bu çok kıymetli insanların
desteğiyle çocukluğumda başladı.
MÜZE DERGİ: Peki ilk olarak hangi kayıp eserin peşine
düştünüz?
ÖZGEN ACAR: Gazetecilik yapmaya başlamıştım. Bir olayın
izini sürmek, araştırmak anlamında bana mesleğimin büyük
katkıları oldu. 1970 Yılında Karun Hazineleri’nin Uşak’tan
kaçırıldığını öğrendim ve bir gazeteci olarak araştırmaya
başladım. 16 Yıl boyunca Uşak ve Manisa köylerinden Karun
Hazineleri’nin nasıl kaçırıldığının izini sürdüm. Güre ve İkiztepe
köylerindeki iki mezar soygununda 150 parçadan fazla mücevher
ve kıymetli obje çalınmış, ülke dışına çıkartılmıştı. Bu eserlerin
ABD’deki Metropolitan Müzesi’nde sergilendiğini fark ettim.
Yetkili mercilere haber vererek dava açılmasına
yardımcı oldum. Bu uluslararası dava 6 yıl
sürdü, zaman aşımının dolmasına 13 gün
kala Metropolitan Müzesi yetkilileri pes etti.
Davayı kaybedeceklerini anlamışlardı ve 1993
yılında Karun Hazineleri’ni iade ettiler. Eserlerin
Türkiye’ye iade süreci bir milli davaya
dönüşmüştü. İadeyle birlikte herkes
büyük bir heyecan ve mutluluk yaşadı.
MÜZE DERGİ: Karun Hazinesi,
Türkiye’ye kazandırdığınız kültürel
hazinelerin ilki. Ancak hazinenin
en önemli parçası Kanatlı
Denizatı Broşu çalındı. Bu
süreçte neler hissettiniz?
ÖZGEN ACAR: Son yıllarda, tarihsel,
kültürel, dinsel mirasın korunması
anlamında olumlu gelişmeler
sağlandı. Ancak yeterli değil.
Yurtdışına kaçırılan eserlerimizin
bir bölümü ülkemize döndü. Yeni
eserlerin gitmesini önleyebiliyor
muyuz? Bu soruların yanıtlarını
hala düşünüyorum.
MÜZE DERGİ: Yorgun
Herkül’ün Türkiye’ye
getirilmesinde de önemli
katkılarınız oldu. Bu süreç
hakkında neler söyleyebilirsiniz?
ÖZGEN ACAR: Yorgun Herkül
heykelinin üstü Metropolitan
Müzesi’nde bir Amerikalı
çiftin koleksiyonunda
sergileniyordu. Alt parçası da
1980’de Perge’de yürütülen
bir bilimsel kazı sırasında
bulunmuştu. Daha önce
görmediğim bu üst bölümün,
I went to visit him from time to time. We used to read in family his articles published in the daily ‘Demokrat İzmir’. Thus, my attachment and
passion for the cultural heritage of this country originates actually from
my childhood thanks to the awareness acquired through the influence
of such illustrious names.
MÜZE DERGİ: Which lost asset was the objective of your first investigation?
ÖZGEN ACAR: The profession of journalism served as a practical training for me in learning how to investigate and go after a given subject.
In 1970, I learned that the Karun Treasures were smuggled out of our
Uşak province and I started investigating the matter as a journalist. For
16 years, I worked at the Uşak and Manisa region villages on finding
out the circumstances of the smuggling. I established that over 150
items of antique jewellery and other precious objects were stolen from
two tombs dug at the Güre and İkiztepe villages, and smuggled out of
the country. I finally ascertained that these items were proudly put on
display at the Metropolitan Museum in New York. I alerted our competent authorities and helped initiate legal proceedings with a view to
obtaining their restitution. The international lawsuit lasted for six years.
Metropolitan Museum officials, realizing that they were about to lose
the case, gave up 13 days before the expiration of the legal timeout and
returned the artefacts to Turkey in 1993. The whole legal process had
turned out to become a national affair of honour for Turkey, so that our
people literally celebrated in great joy and excitement the restitution of
the collection to Turkey.
MÜZE DERGİ: The Karun Treasure is the first in a row of cultural assets
you helped recover. But how did you feel when the principal piece of
that collection, the golden ‘Winged Sea Horse Pin’ was again stolen?
ÖZGEN ACAR: Progress has been made in recent years regarding protection of our historical, cultural and religious heritage, but not yet sufficiently. Certain of our assets returned home. Still, I ask myself whether
we are presently capable of preventing new cases of smuggling.
MÜZE DERGİ: You contributed to a great extent to the repatriation of
the upper half of the Tired Heracles statue. What can you tell us about
that process?
ÖZGEN ACAR: The upper half of a Heracles statue was being displayed at the
Metropolitan Museum as part of the
private collection of an American couple. On the other hand, the lower half
of a statue presenting similarities with
the upper half in New York had been
discovered at archaeological excavations at Perge. I thought that the upper
half which I had not seen before, might
be the missing part belonging to the Perge
lower half. I contacted the Antalya Museum.
However it was not an easy task to prove
that the two parts belonged together. It
took quite a while, because experts were
pretending that several similar statues had
been sculpted during that era in the region
and that, therefore, it was not possible to
deduct from existing similarities that the two
parts were the actual halves of the same statue.
Meanwhile, the upper half was no longer at the
Metropolitan Museum. Eventually, team leader of
the Perge excavation, late Prof. Jale İnan discov-
Yorgun Herkül (solda) ve İhtiyar Balıkçı (sağda).
Tired Heracles Statue and the Old Fisherman
Statue (left page).
Perge’de çıkan alt parçaya ait olabileceğini düşündüm. Antalya
Müzesi ile bağlantı kurdum. İki parçanın birbirine ait olduğunu
ispatlamak uzun zaman aldı. Çünkü o dönem benzer heykellerin
bütün bölgede yapıldığı, iki parçanın birbiriyle benzer olabileceği
ama aynı bütünün parçaları olamayacağı savları ortaya atıldı.
Bu sırada heykel Metropolitan Müzesi’ndeki sergiden alınmıştı.
Perge Kazısı Başkanı Profesör Jale İnan da eserin sergilendiği
Boston Güzel Sanatlar Müzesi’ne gitti. Hukukçuların ve
uzmanların önünde iki parçanın bütünlüğünü kanıtladı. Ben de
olayı Cumhuriyet Gazetesi ve Amerikan Connoisseur Dergisi’nin
sayfalarına taşıdım. Yıllar geçti, olayın peşi bırakıldı. İlgililer
dosyayı rafa kaldırmışlardı. Zaman zaman olayı hatırlattım.
Son Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürü Osman Murat
Süslü olaya el attı. Eser Türkiye’ye iade edildi. Şimdi iki parça
birleştirilmiş durumda Antalya Müzesi’nde sergileniyor.
ered that, at that time, the sculpture was on display at the Boston Museum of Fine Arts. She presented evidence to the fact that the Boston
upper half was definitely the integral part of the Tired Heracles statue
whose lower part was in Antalya. She proved that in front of lawyers
and archaeological experts. I reported myself on this issue in the Cumhuriyet Newspaper and in the American magazine ‘The Connoisseur’.
However, the subject fell into oblivion with the passing of time. The authorities put the file on the shelf. I continued to remind them from time
to time. Eventually, the current Director General of Cultural Assets and
Museums, Osman Murat Süslü re-vitalized the subject matter. The upper half was recently delivered to Turkey. Now, the two parts have been
put together and the statue is on display- as a whole - at the Antalya
Museum.
MÜZE DERGİ: Hattuşa Sfenksi de doğduğu topraklara döndü.
Bununla ilgili değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
ÖZGEN ACAR: Hattuşa Sfenksi ile çivi yazılı tabletler konusunu
1986’da Milliyet Gazetesi’nde gündeme taşımıştım. Görüşmelere
başlandı. Tabletler geldi. Ancak sfenksin ikizinin dosyası, iki
Almanya birleşince rafa kaldırıldı. Bakan Ertuğrul Günay ve
Genel Müdür Murat Süslü’nün girişimleriyle o da geldi. Boğazköy
Müzesi’nde ikizi ile birlikte sergilenecek.
MÜZE DERGİ: The Hattusha Sphinx also returned from Germany to
Turkey. Would you evaluate for us this issue as well?
ÖZGEN ACAR: I had reported about the Hattusha Sphinx and the cuneiform tablets in 1986 in the ‘Milliyet’ Newspaper. Negotiations were
launched between the two sides. The tablets were actually returned
to our country. But, the negotiations on the twin Sphinx of Hattusha
which was in East Berlin were interrupted following German re-unification. As a result of Minister Ertuğrul Günay and Director General
Süslü’s endeavours, the Sphinx was also sent back to us recently. It will
be put on display together with its twin at the Boğazköy Museum.
MÜZE DERGİ: Elmalı Definesi de define avcıları tarafından
çalınıp satılan kültür miraslarımızdan biri ve siz onun da
Türkiye’ye geri getirilmesi sürecinde önemli bir rol oynadınız.
Define avcıları ne boyutta bir tehlike?
ÖZGEN ACAR: Eskiden Türkiye’de “Her köyün bir delisi vardır”
denilirdi. Artık bu söz günümüzde “Her köyün bir delisi ve
iki definecisi var” biçiminde değişti. Türkiye’de 50-55 bin köy
olduğuna göre varın gerisini siz düşünün. Metal dedektör
MÜZE DERGİ: Elmalı Treasure is another of our historical assets stolen and sold by treasure hunters. You also played a role in recovering
that treasure. To which extent do treasure hunters present a hazard?
ÖZGEN ACAR: There was a saying before in Turkey that “every village
has a freak.” Nowadays, each village has a freak and two treasure hunters. Since there are 50-55 thousand villages in our country, you have to
imagine the rest. Metal detectors are advertised on papers and television. Write the words, ‘treasure’ and ‘antiques’ on a search engine on
63
ilanlarına gazetelerde ve televizyonlarda bolca rastlanıyor. İnternete
girip, ‘define’ ya da ‘antika’ sözcüklerinden birini yazdığınızda
bu olayın boyutlarını kendi gözlerinizle daha iyi görebilirsiniz.
Defineciliği önleyecek yasal değişiklik yapılmalı ve güvenlik
önlemleri artırılmalı.
MÜZE DERGİ: Kültür mirasımızın ülkeye kazandırılması konusunda
çabalarken nasıl engellerle karşılaştınız? Karşınızda yasadışı işlerle
uğraşan karanlık insanlar, büyük koleksiyoncular hatta kimi zaman
devletlerin önemli kurumları bulunuyordu.
ÖZGEN ACAR: Karun Hazinesi ve Elmalı Definesi araştırmalarımda
ve yayın sonrasında kaçakçılar ve ilgili iki bakan tarafından dava
edildim. Aklandım. Bazı kaçakçılar beni kaçırıp öldürecekleri
tehdidinde bulundu.
MÜZE DERGİ: Peki can güvenliğinizi bile hiçe sayarak
araştırmalarınızı sürdürmenizdeki motivasyon neydi?
ÖZGEN ACAR: Karun Hazinesi olayını, Türkiye’ye gelen İngiliz
Sunday Times gazetesi muhabiri Peter Hopkirk’ten duymuştum. Bir
İngiliz gazeteci Türkiye’den ABD’ye kaçırılan hazinenin peşindeydi.
Hazine İngiltere’den kaçırılmamıştı. İngiltere’deki bir müzeye de
gizlice satılmamıştı... Peki, bu İngiliz gazeteciye ne oluyordu? Neden
burnunu Türkiye ve ABD’deki müzenin işlerine sokuyordu? Çünkü,
ona göre tarihsel miras ne Türkiye’nin, ne de ABD’nindi. O hazine,
tüm insanlığın ortak mirasıydı. Kaçırılamaz, yağmalanamazdı. Tüm
insanlık adına Türkiye’de korunmalıydı. Onun hareket noktası bana
ders oldu. Bir İngiliz gazetecinin bu tavrı takınmış olması bana
cesaret verdi. Kendi kendime, “Kültürel mirasımız için savaşırken
korkmamalı, ne olursa olsun bu işin peşini bırakmamalıyım” dedim.
Ama ne yazık ki o dönem benim bu çabama destek olan, benim gibi
düşünen insanlar yoktu.
MÜZE DERGİ: Şu an izini sürdüğünüz başka kültürel miraslarımız
var mı?
ÖZGEN ACAR: Afrodisias’tan çalınıp Almanya’ya götürülen ‘İhtiyar
Balıkçı’, Burdur Kremna’dan çalınan ve ABD’deki Paul Getty
Müzesi’nde sergilenen ‘Esin Perileri’ heykelleri gibi 3-4 dosyayı
daha takip ediyorum.
Çorum, Boğazkale Müzesi içinden görüntüler (üstte). Karun Hazineleri’nden
bir vazo (sağda).
Views from the inside of the Boğazkale Museum, Çorum (above). A vase from
the Karun Treasures (right).
64
the internet to realize the size of the problem. There must be a new
legislation to prevent treasure hunting and improved security
dispositions.
MÜZE DERGİ: Which obstacles were on your way while fighting
for the recovery of cultural assets? Obscure individuals engaging in illegal activities, major art collectors and sometimes even
State organs?
ÖZGEN ACAR: During my investigation and my reporting regarding the Karun and Elmalı Treasures, I was sued by the smugglers
and by two ministers. I was acquitted in all cases. Some smugglers even threatened that they would kidnap and kill me.
MÜZE DERGİ: What was the motive behind your insistence to
pursue your investigations against all odds, even disregarding
your own security?
ÖZGEN ACAR: I learned about the Karun Treasure affair from
a British journalist, Peter Hopkirk, a reporter from the Sunday
Times who came to Turkey to investigate the issue of a collection
smuggled out of our country into the United States. I wondered
why a British reporter without direct concern took such a keen
interest in a smuggling affair not taking place in Britain and not
involving British museums. His approach was that the historical heritage belonged neither to Turkey nor to the USA; that the
stolen treasure was the common heritage of the entire mankind
and that no one should be allowed to plunder and smuggle humankind’s collective heritage. In that perspective, Turkey should
be protected from looters on behalf of the world community. His
attitude opened my eyes as a perfect lesson. I was encouraged
to fight on my part to protect our cultural heritage. I should
struggle for this lofty ideal without fear
no matter what happens. But unfortunately, there were not many people, at
that time, who thought likewise around
me.
MÜZE DERGİ: Are you currently pursuing other cultural assets?
ÖZGEN ACAR: I am following-up
on a few items such as The Old
Fisherman statue stolen from
Aphrodisias and transferred to
Germany, the Inspiration Fairies
stolen from Burdur Kremna currently
on display at the Paul Getty Museum
in California.
SANDIK ODASI
Storage Room
Yazı-Text
Aylin Şen
66
iki MEZAR, iki SIR!
arkeolojinin sandık odası parlak keşifler kadar, hatta
onlardan da çok hayal kırıklıkları ile dolu. bu sayıda buna
iki örnekten söz edeceğiz: cengiz han ve kommagene kralı’nın
mezarlarından söz edeceğiz...
TWO TOMBS TWO SECRETS
Archaeology’s storage room is full of disappointments besides a
certain number of brilliant successes. In this issue we will refer to
two relevant but different cases: the tombs of Genghis Khan and
Antiochos I, King of Commagene...
Nemrut Dağı’ndan görüntüler
(solda ve üstte).
Views from the Nemrut Mountain
(on the left and above).
67
rkeolojinin ‘sandık odası’ efsaneler ya da lanet söylentileriyle, tutkulu arayışların ya da hazin vazgeçişlerin öyküleriyle doludur. Ama içlerinde öyle iki öykü
vardır ki, diğerleri asla boy ölçüşemez.
Üstelik, o iki öykü birbirinin tam zıddı özellikler
taşır. Çünkü biri hakkında neredeyse tek bir ipucu yoktur. Diğerinde ise,
‘bilmece’ dünyanın, bilim insanlarının, kazı ekiplerinin gözü önünde
olduğu halde çözülememiştir.
Önce ilk sandığı açalım; Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın mezarı hakkındaki efsanenin izini sürelim. Cengiz Han, 18 Ağustos 1227 günü öldü.
Bir sefer sırasında hastalanıp öldü diyen de var, attan düştü diyen de.
Ancak, ölüm nedeni bir yana, asıl büyük sır bu efsanevi hükümdarın
mezarı hakkında.
Tarihi fantezilerle süslemeyi sevenlere göre, Cengiz Han ‘mezarımın yeri
asla bilinmesin, bulunmasın’ diye vasiyet etmişti. Bu nedenle mezarı
bulunamasın diye, olağanüstü önlemler alındı. Onu gömen bin asker,
törenden sonra öldürüldü. Onları öldüren 800 asker de aynı akıbete
uğradı. Ardından, binlerce at mezarın üzerinden geçirilerek mezarla ilgili
tüm izler dağıtıldı, silindi!
Son cümlenin sonundaki ünlem, fantezinin boyutunu vurgulamak için.
Çünkü öyküde pek az doğru var. Öncelikle mezar yerinin gizli olması,
bir Moğol geleneği. Bugün bile Orta ve Uzak Asya’da bazı topluluklar
benzer gelenekleri sürdürüyor. Cengiz Han döneminde ise buna titizlikle
uyulurdu. O nedenle gömüldüğü yerin üzerinde gerçekten de atlar
geçirilerek izler yok edilmişti. Her ne kadar atların sayısı binlere varmasa
da, Cengiz Han’ın şanına yakışır olduğu söylenebilir. Ölümünden önceki
haftaların, ayların izi sürülerek mezarın yeri de yaklaşık olarak tahmin
edilebilir.
Nitekim, Cengiz Han’ın Burhan-Haldun dağları arasında bir yerde gömülü olduğuna inanılır. Ama izler de, ipuçları da orada sona erer. Bölgede kazı ya da araştırma yapan ekipler, zaman zaman sonuca ulaştığını
düşünüp heyecanlansa da, eve hep eli boş döner.
Açılamayan kapı
Cengiz Han’ın mezarı kadar büyük bir bilmece de, Nemrut Dağı’ndaki
mezar. Üstelik, bu kez mezarın yeri belli. Hatta neredeyse uzansanız
ulaşacakmışsınız gibi yakın. Ama bir o kadar da uzak.
Mezar, Kommagene Kralı I. Antiochos’un. Çağının, hatta dünya tarihinin
bu en ilginç ve önemli figürü bilindiği kadarıyla Nemrut Dağı’na gömüldü. Mezarın -muhtemelen- hemen üzerindeki tanrı heykelleri bu konuda
68
Archaeology’s “storage room” is full of myths, curse rumours, passionate quests or sad renunciation stories. However, there are two stories
among them which surpass all the others, actually two stories of opposite nature. The first one does not deliver any clue at all. The other “riddle” stands there in the open in front of scholars and excavation teams
with no one being able to solve the puzzle up until today.
Let us open the first chest first; follow the path of the myth concerning
Genghis Khan’s grave. Genghis Khan died on 18 August 1227. Some
believe that the legendary ruler fell sick and died during a military
campaign, others speculate that he fell from horseback. But the actual
enigma is the whereabouts of his tomb.
According to those who like to ornament history with phantasies, it was
Genghis Khan’s own will to be buried at an unknown place that no one
should find, and that accordingly, extraordinary measures were taken to
hide his burial location. The thousand soldiers who buried him were executed after the funeral ceremony. The eight hundred soldiers who killed
them shared the same fate and eventually, thousands of horses crushed
and trampled the soil over his tomb so that any possibly remaining trace
should disappear!
The exclamation mark above is to emphasize the size of the phantasy,
since there is very little truth in this whole story. First of all, it is a
Mongolian tradition to keep burial places secret. Even today, similar
traditions continue to exist in certain communities in Central Asia and
the Far-East. It is evident that this tradition was strictly observed during
Genghis Khan’s era. It is a matter of fact that horses trampled the soil
over his tomb to destroy any possible sign. A number of horses commensurate with the ruler’s glory were probably employed to this end
even if not thousands of them. It should not be impossible to guess
approximately the place where he is buried by following the path of his
movements weeks or months before his death. Hence, it is believed
that Genghis Khan is most likely buried somewhere in the proximity of
the Burhan Haldun mountain, rumoured to be his birthplace as well as
the purported location of his tomb. However, albeit various excavation
teams attempted several times to discover that tomb, no one succeeded
up to this date.
en açık kanıt. Neredeyse yolu gösteren bir işaret. Ancak o yol, yüzyıla
yakın bir süredir yapılan araştırmalara rağmen hiçbir yere çıkmıyor.
Çünkü mezarı koruyan, tanrılar değil, insan aklının bulduğu en çarpıcı
yöntem. 150 metre çapında, 50 metre yüksekliğinde bir tümülüs. Her
ne kadar ölçüler böyle devasa, tümülüs de dağın 2150 metre yüksekliğinde olsa bile, günümüz koşulları ve teknolojisinde ‘aşılamaz’ değil.
Oysa, bugüne kadar aşabilen çıkmadı.
Bu konuda en ısrarlı çabayı, yaşamını Antiochos’un mezarını bulmaya
adayan Amerikalı arkeolog Teheras Goell gösterdi. Dr. Friedrich Doerner ile birlikte 1953 ile 1973 yılları arasında, yani tam 20 yıl boyunca
kazılar yaptı. Araştırmaları, onu ve ekibini Nemrut Dağı’nın tepesindeki tümülüse yada dilimizdeki karşılığıyla höyüğe yönlendiriyordu. Ne
var ki, höyük, yumurta büyüklüğünde milyonlarca taştan oluşmuştu.
Mezara ulaşabilecekleri bir tünel kazmaya kalkıştıklarında, o küçük taşlar, bir çığ gibi üzerlerine yağıyordu. Höyük, hangi köşesinden nasıl bir
kazı yapılırsa yapılsın geçit vermiyordu. Goell, yıllarca uğraştı. Gelişen
teknolojiden de yararlanarak, tümülüsün altında bir “oyuk” tesbit etti.
Gerçi bunun, mezar mı yoksa doğal bir mağara mı olduğu anlaşılamadı. Yine de Goell, Kommagene Kralı I. Antiochos’un mezarının da,
sırlarının da orada olduğuna inandı. Belki de bu inançla o kadar uzun
süre inat etti. Kazı ve araştırmalarını ısrarla sürdürdü. Ancak, 20 yılın
sonunda pes etti. 1973 yılında ülkesine geri döndü.
1985 yılında, 84 yaşında öldüğünde, hiç kuşkusuz büyük bir hayal
kırıklığı içindeydi. Çok yaklaşmış ama ulaşamamıştı.. Çok istemiş ama
elde edememişti...
Uygarlıkların beşiği Anadolu’da, benzersiz bir uygarlığın temelini atan
Antiochos sırlarının kapısını açmamıştı.
Herşeye rağmen, bilim insanları hedeflerinin, hayallerinin peşinde
koşmayı sürdürüyor. İpuçlarını, yeni olasılıklara göre yeniden değerlendiriyor. Örneğin mezar, antik dünyada ölümü simgeleyen batı
terasında olabilir mi? Bugüne kadar doğu terasında sürdürülen kazılar,
yanlış yolu mu izliyordu? Akıl ve teknoloji her nerede olursa olsun,
Nemrut’un bağrındaki sırrı çözebilecek mi?
Ya da, Cengiz Han’ın mezarı yüzlerce yıl sonra ortaya çıkartılabilecek
mi? Ve bize kendisi hakkında daha fazla şey anlatabilecek mi? Yoksa
her iki mezar, arkeolojinin ‘sandık odası’nda tozlanıp unutulacak mı?
Sorular sonsuza kadar uzanabilir. Ancak yanıt tek: Aramakla bulamayabilirsiniz, ama bulanlar sadece ve sadece arayanlardır!
Cengiz Han adına yapılmış temsili anıtlar (solda) ve Nemrut Dağı (altta).
Imaginative statues of Genghis Khan (on the left) and the Nemrut Mountain
(below).
The door which cannot be opened
Another big mystery is the tomb under the Nemrut Mountain in Anatolia. In this case the location of the tomb is best known. It is there under
the mountain at touching distance on the one hand, but no less remote
on the other hand. This is the tomb-sanctuary of Antiochos I, King of
Commagene of the first century BC. Evidence to the existence of his
grave under this huge tumulus are the various deity sculptures on top
of this hill, standing there for centuries as signs showing the way. But
that way is a dead-end which leads nowhere, since nobody was able to
accede to the royal tomb for the last one hundred years during which
various attempts were made.
The burial room is not protected by gods but interestingly by human
ingenuity: a circular tumulus with a diameter of 150 meters and a height
of 50 meters, at an altitude of 2150 meters, obviously nothing insurmountable within today’s modern technology. Nonetheless, no one was
able to surmount the dilemma. The one who put in the most insisting
effort was American Archaeologist Theresa Goell. Together with German
Archaeologist Prof. Dr. Friedrich Karl Dörner, she took part in excavations at Nemrut Mountain for twenty years from 1953 to 1973. The
tumulus consisting of millions of egg-sized rounded stones, every time
they attempted to dig into the hillock, thousands of these stones hailed
down like an avalanche and obstructed any passage under the mountain. They found a cavity under the hill which they hoped to be the way
to the tomb. But it has not been possible to establish whether it was
the actual gate to the tomb or just a natural cavern. Their relentless
efforts did not yield the expected results. Nevertheless, Theresa Goell
continued all her life to believe that the tomb-sanctuary and secrets of
King Antiochos were buried there. She only gave up her scrutiny after 20
years of unrelenting research work and returned home in 1973.
She was undoubtedly in a great disappointment, when she died at age
84 in 1985. She had come so close to the goal, but had not been able to
attain it, opening the door to the secrets of King Antiochos, the founder
of a unique culture in Anatolia, the cradle of civilizations.
Notwithstanding such failures, scholars continue to pursue their
dreams, their goals, re-assessing clues from a new perspective, in the
light of different prospects. May the tomb be located at the western
terrace, symbolizing death in the Antique world, contrary to all the
research conducted at the eastern terrace before? Will the human intelligence and modern technology be able to solve the puzzle at the heart
of Nemrut?
And, will there be a way to discover the tomb of Genghis Khan after so
many centuries? Or will both stories gather dust in the storage room
of archaeology and be buried in oblivion? Questions can be extended
endlessly. Though there is only one answer: maybe you cannot always
find what you are looking for, but only those who keep searching are
able to find!
69
Günlük detaylardan tarihte bir yolculuğa!
günlük yaşama ait objeler
kişiler ve dönemlerle ilgili
neler anlatır? kullandığımız
cep telefonu, kalem hatta
mutfak aletlerimiz bizimle
ilgili hangi ipuçlarını verir?
‘osmanlı’da günlük yaşam
nesneleri’ isimli kitap işte bu
soruların peşine düşüyor.
saraydan mütevazı evlere
uzanan bu yolculukta,
dönemin insanının hayata
bakışını algılamamıza
rehberlik ediyor.
70
Osmanlı’nın günlük
yaşamda kullandığı
objeler bir sanat ve hayat
tarzını günümüz
dünyasına taşıyor.
The articles of daily life
used by the Ottomans
convey a special way of
life and art style to our
present-day world.
Osmanlı İmparatorluğu, sadece hükmettiği ülkelerin genişliği,
askeri stratejisi ve görkemli saray hayatıyla anlatılır. Oysa
ki Osmanlı İmparatorluğu, kendisinden önce o topraklara
hükmeden milletlerden aldığı kültürel mirası, kendi dini ve sosyal
değerleriyle harmanlamış ve bambaşka bir yaşama kültürü de
oluşturmuştur. Çok ulusluluğun oluşturduğu rengarenk mozaik
Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmettiği tüm topraklarda, en
mütevazı evlerden, görkemli konaklara, hanlara ve kervansaraylara
yayılmıştır. Üstelik estetikten felsefeye kadar pek çok alana bu
kültürün damgaları vurulmuştur.
M. Şinasi Acar’ın eseri olan ‘Osmanlı’da Günlük Yaşam
Nesneleri’ isimli kitap, Osmanlı kültürünün
günlük yaşama vurduğu damganın izini,
bazıları zanaat bazıları ise sanat eseri
sayılabilecek küçük objeler üzerinden
sürüyor. YEM Yayın tarafından 2011
yılında ilk baskısı hazırlanan kitapta
neler yok ki? Kemer tokalarından,
gülabdanlara, buhurdanlıklardan,
mühürlere hatta hokka ve divitlere
kadar pek çok günlük yaşam nesnesi,
okuyucular için tarihte bir yolculuk
hazırlıyor. Bir gülabdan, Osmanlı’nın
konuk ağırlarken gösterdiği inceliği
hatırlatıyor, bir kemer tokası ile
Ermeni ustalar ve onların Müslüman
çıraklarının mücevher işçiliğini nasıl
bir sanat haline getirdiğini görme fırsatı
sunuyor.
Osmanlı’da Günlük Yaşam Nesneleri isimli kitabın
sayfalarını çevirirken, bir hokka ve divitten yola çıkarak,
ucu yakılmış aşk mektuplarının nasıl yazıldığını en canlı haliyle
görebilmek, o dönem insanının aşkı algılayışına dair ipuçları elde
etmek de mümkün.
A journey into history through details
of daily life
What do articles of daily use communicate concerning persons and eras? Which clues do
cellular phones, pen, kitchen utensils we use reveal about us? The book entitled “Articles of
daily life in the Ottoman era” investigates these questions, sheds light on peoples’ outlook
on life during the Ottoman era, within a journey reaching over from palaces into unpretentious homes.
The Ottoman Empire is usually referred to in terms of the geographic extent of its territories, its
military strategies and the grandiose lifestyle of its palaces. Yet at the same time, the Ottomans
have created a genuine culture of life by blending the cultural heritage of the civilizations which
preceded them on the same soil with their own religious and social values. The colourful mosaic
stemming from the multinational character of the Empire was reflected on all aspects of life
from the most humble homes to the richest mansions and to lodgings and caravanserais in
the whole Ottoman geography. This blend of cultures left its mark in all fields, like
for instance, as much in the area of aesthetics as in the philosophical domain.
The book “Articles of daily life in the Ottoman era” written by author Şinasi Acar
and first published in 2011 by the YEM publishing house, follows the footprints
of Ottoman culture on the area of daily lifestyles through little objects among
which some are just artisanal handworks whereas others can be considered works
of art. A great variety of items to be admired in this book, from belt buckles to
rose water flasks, from incense-burners to seals and inkpots and pen-cases with
inkwell set the stage for a journey through history. A rose water flask is testimony
to the graceful hospitality tradition of the Ottomans in welcoming and treating
their guests with refinement, a belt buckle is witnessing to the level of artistic
perfection reached by Armenian jewellers and their Turkish apprentices. The pen
and inkpots lead to imagine the devoted spirit in which letters with one corner
burned were written, as signs reflecting the self-sacrificing approach to love of the
people of that era.
71
Kaman-Kalehöyük Arkeoloji Müzesi,
Avrupa’da yılın müzesi adayı
HABER TURU
NEWS
IN
SHORT
Japon Hükümeti’nin karşılıksız kültürel hibe programıyla inşa edilen ve
geçen yıl, ‘En İyi Yeşil Müze’ ödülüne layık görülen Kaman-Kalehöyük Arkeoloji Müzesi, bu yıl da, ‘Avrupa’da Yılın Müzesi 2012 Yarışması’na aday
gösterildi. Türk-Japon dostluk ve işbirliğinin sembolü olarak kabul edilen
arkeoloji müzesini, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve Japon
Prensi Takahito Mikasa açmıştı.
Kaman-Kalehöyük Museum of Archaeology
Candidate to the ‘European Museum
of the Year Award’
Deprem tarihi de vurdu
Van’da meydana gelen iki ayrı deprem tarihi ve kültürel mirasımıza da darbe
vurdu. Urartular döneminden kalma nadide eserleriyle ünlü Van Müzesi’nin
duvarları çatladı. Kesin hasar tespitinin yapılabilmesi için artçı depremlerin
son bulması bekleniyor. Van’daki depremlerden hasar gören diğer kültür mirasımız ise Akdamar Kilisesi. Kubbesinde çatlaklar meydana gelen kilisenin hasar
tespiti ve onarım çalışmaları da önümüzdeki günlerde başlayacak.
The Kaman-Kalehöyük Museum of Archaeology, built by virtue of a donation
by the Japanese Government, provided within the framework of its cultural
grants programme, is nominated as candidate for the ‘2012 European Museum of the Year Award’. The museum, which had been jointly inaugurated by
Minister of Culture and Tourism Ertuğrul Günay and Prince Takahito Mikasa from the Japanese Imperial Family as a symbol of Turkish-Japanese
friendship, was already accorded last year the ‘Best Green Museum Award’.
Klazomenai’de Antik Tiyatro
gün yüzüne çıkartıldı
İzmir’in Urla ilçesindeki Klazomenai Antik Kenti’nde sürdürülen kazı çalışmalarında Helenistik Dönem’e ait 5 bin kişi kapasiteli olduğu tahmin
edilen antik bir tiyatro gün yüzüne çıkartıldı. Kazı Başkanı Prof. Dr. Yaşar
Ersoy, “Bu yıl Klazomenai’de yapılan kazılarda kentteki anıtsal yapıların
ortaya çıkartılmasına ağırlık vermiştik. Bu çerçevede şehrin devamı niteliğindeki Karantina Adası’ndaki kazı sahasında antik bir tiyatro yapısına
ulaştık. Kazılarımız devam edecek” diye konuştu.
The Van earthquake hit also history
Antique Theatre brought to the
daylight in Klazomenai
The two recent earthquakes at Van province hit also our historical and cultural heritage besides causing tragic loss of human lives and injuries. The Van
Museum known for its very precious rare artefacts originating from the Ancient Anatolian Urartu civilization has suffered structural damage. The other
damage occurred in the form of cracks at the dome of the historical Akdamar
Church.
Damage assessment and restoration work will begin following the end of the
aftershock earthquakes.
A new antique theatre from the Hellenistic Period, estimated to have a
capacity of 5 thousand seats, was recently uncovered during the excavations at Klazomenai (Clazomenae) Ancient City in Urla near Izmir. Head
of the excavations team, Prof. Dr. Yaşar Ersoy declared: “This year, we
accorded priority in our excavations, to uncovering the monumental structures of Klazomenai. In this framework, we came across an antique theatre on the Karantina Island which is integral part of the antique settlement. We will continue our research.”
72
Datçalılar Knidos Aslanı’nı geri istiyor
Yorgun Herkül heykelinin ABD’den getirilmesi İngiltere’deki British Museum’da sergilenen Knidos Aslanı heykelini isteyen Datçalılar’a umut oldu. Muğla’nın Datça ilçesinin sınırları içinde bulunan Knidos Antik Kenti’nden yaklaşık 150 yıl önce alınan, özel
izinle savaş gemisine konularak İngiltere’ye götürülen Knidos Aslanı ve Knidos Demeteri heykellerinin iade edilmesi için mücadele başlatan Datçalılar, Yorgun Herkül’ün
geri getirilmesiyle kampanya çalışmalarını hızlandırdı.
The inhabitants of Datça claim back their Knidos Lion
The recent repatriation of the upper half of theTired Heracles Statue from the USA
was a source of hope for the people of Datça who demand the restitution of the
Knidos Lion by the United Kingdom. A statue of Demeter and a colossal figure of a
lion carved out of one block of marble, discovered 150 years ago at the Knidos Ancient
city within the borders of Datça county, Muğla province, were transferred on a naval
ship to London, upon a special authorization from Ottoman authorities, by Archaeologist Sir Charles Newton. Both are on display at the British Museum since then. The
people of Datça sped up the campaign for the return of the statues to their homeland
since the repatriation of Heracles to Antalya.
Side Müzesi ikinci Roma Aslanı’nı bekliyor
Üç satırlık kitabe tarihi değiştirecek
Antalya’nın Manavgat İlçesi’ne bağlı Side Antik Kenti’nde yapılan kazı çalışmalarında gün yüzüne çıkartılan iki aslan heykelinden biri ziyaretçileriyle
buluştu. Gövdesinden ikiye bölünmüş haldeki heykellerin restorasyon ve onarım çalışmalarını yürüten Beyzade Yaycıoğlu, “Bulunan aslan heykellerinden
biri onarıldı. Müzenin bahçesinde sergileniyor. Diğerinin üzerinde yapılan
çalışmaların da sonuna geldik. En kısa zamanda iki aslanımız da ziyaretçilerimizi selamlayacak” dedi.
Çanakkale’nin Biga ilçesi Kemer Köyü sınırında yer alan Parion Antik Kenti kazılarında üç satırlık Frigce bir yazıt bulundu. Yazıt, Frig Devleti’nin
topraklarının sanıldığının aksine İç Anadolu ile sınırlı kalmayıp Marmara
Bölgesi’ne kadar uzandığını ortaya koydu. Bulunan kitabe, bilinen Frig tarihini değiştirecek.
Side Museum is expecting the
Second Roman Lion
One of the two marble lion statues from the Roman period discovered at the
Side Ancient City at Manavgat county, Antalya province, was put on display at the Side Museum. Beyzade Yaycıoğlu, leader of the archaeological
team conducting the restoration and repair work on the statues found both
split in two parts, declared: “We completed the restoration of one of the two
lion sculptures. It is now on display at the museum’s courtyard. We almost
finished the repair work on the second lion as well. Both lion statues will be
able to welcome their visitors at the museum shortly.”
An inscription of three lines will
change history
A tablet with a three lines inscription in
Phrygian language, revealing that the territory
of the Phrygian State was not limited to Central
Anatolia but extended all the way to the
Marmara Region was discovered at the Parion
Ancient City excavations near Çanakkale. These three lines will probably lead
to the revision of the basic tenets of Phrygian historiography.
Akdeniz Turizm Arkeoloji Fuarı’nın onur konuğu Türkiye
Türkiye, dünyanın en önemli arkeoloji fuarlarından Akdeniz Turizm Arkeoloji
Fuarı’nın onur konuğu oldu. 17-20 Kasım 2011 tarihleri arasında İtalya’nın Paestum kentinde düzenlenen fuarda Türkiye’yi Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay temsil etti. Fuara TÜRSAB-MTM İş Ortaklığı adına TÜRSAB Genel
Müdürü Hakan Himmetoğlu ve TÜRSAB-MTM Satış Pazarlama Direktörü
Kibele Eren katıldı.
Turkey, Guest of Honour at
Mediterranean Archaeological Tourism Fair
Turkey was the official host
country at the XIV. Mediterranean
Archaeological Tourism Bourse
held on 17-20 November 2011 in
Paestum, Italy. Turkey was
represented at the event by
Minister of Culture and Tourism
Ertuğrul Günay. TÜRSAB-MTM
Joint Venture was represented at
the fair by TÜRSAB General
Manager Hakan Himmetoğlu and
TÜRSAB-MTM Marketing
Director Kibele Eren.
73
TAKVİM c a l e n d a r
Ocak • Şubat • Mart
2012
January • February • March
Suretin Sireti Pera’da
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi 80 yılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nı, kuruluşu kadar köklü bir sanat koleksiyonuyla konuk
ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Sanat Koleksiyonu’ndan bir seçki: Suretin Sireti isimli sergi 31 Aralık tarihine kadar izlenebilir.
‘Suretin Sireti’ Exhibition at Pera Museum
On the 80th anniversary of the Turkish Central Bank, an exhibition entitled
Suretin Sireti (Theme: Reflection of the inner conscience on human face)
consisting of a selection from the paintings of the Turkish Central Bank’s Art
Collection, continues at Suna and İnan Kıraç Foundation’s Pera Museum until
31st December.
İstanbul Modern’den sergi yağmuru!
İstanbul Modern, 22 Ocak’a kadar sürecek çok özel bir sergiye ev sahipliği
yapıyor: Hayal ve Hakikat Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar isimli sergi Türkiye’nin toplumsal ve kültürel dönüşümünü kadın sanatçıların eserleri üzerinden göstermeyi amaçlıyor.
İstanbul Modern’in 23’üncü fotoğraf sergisi olan Tekinsiz Karşılaşmalar,
fotoğrafın üretim ve sergileme biçimleriyle sunduğu yeni olanaklara dikkat
çekmeyi amaçlıyor. 22 Ocak 2012 tarihine kadar izlenebilecek olan serginin küratörleri Çelenk Bafra ve Levent Çalıkoğlu.
Downpour of exhibitions at İstanbul Modern
İstanbul Modern Galleries will host a series of exhibitions to continue until 22
January 2012. Currently it is hosting, as a reflection of the country’s social and
cultural transition into modernity, an exhibition called “Dream and Reality,
Modern and Contemporary Female Artists from Turkey” -inspired from a
novel co-authored by first Turkish female novelist Fatma Aliye and writer
Ahmet Mithat- consisting of the works, from 1891 onwards, of 75 female
Turkish artists.
İstanbul Modern’s 23rd photography exhibition, entitled ‘Strange Encounters’
aims at drawing attention to the possibilities offered by the production and
displaying methods of the art of photography. Curators of the exhibition
open until 22 January 2012 are Çelenk Bafra and İstanbul Modern’s Chief
Curator, Levent Çalıkoğlu.
CerModern, ‘gurbet’i
sorguluyor!
Ankara’nın ilk modern sanat merkezi olan
CerModern, sıradışı bir sergiye evsahipliği
yapıyor. Fiktion Okzident isimli sergi, Türkiye ile Almanya arasındaki kültürel etkileşimin izini sanat yoluyla sürüyor. Her iki
ülkeden gelen 18 sanatçının, heykel, fotoğraf, video, resim ve enstelasyonlarına yer
verilen serginin küratörlüğünü Johannes
Odenthal, Çetin Güzelhan ve Emre Zeytinoğlu yapıyor. Türkiye’nin Almanya’ya
işçi göndermeye başlamasının 50’inci yılı
nedeniyle düzenlenen sergi 15 Aralık’tan 29
Şubat’a kadar ziyaret edilebilecek.
74
CerModern is ‘addressing’
cultural interaction!
Ankara’s first modern art center CerModern
will soon host an out of the ordinary event.
Under the title Fiktion Okzident (Fiction
Occident), the exhibition will follow the trail of
the cultural interaction between Turkey and
Germany by way of artistic creation. 18 artists
from both countries will exhibit their sculptures,
photos, videos, paintings and installations.
Johannes Odenthal, Çetin Güzelhan and Emre
Zeytinoğlu are the curators of this exhibition
organized on the occasion of the 50th anniversary
of the agreement between Turkey and Germany
on the recruitment of the so-called Turkish
guest-workers. It will be open from 15 December
2011 until 29 February 2012.
İstanbullaşmak hiç bu kadar
sanatsal olmamıştı!
Becoming ‹stanbul never has
been that artistic!
The exhibition entitled İstanbullaşmak (Becoming
‹stanbul) inaugurated on 13 September 2011 will continue until 31st December 2011. Aim of the exhibition
is to confer visibility to all constituting elements of
‹stanbul. The exhibition material originating from
multiple sources such as cultural institutions’ archives as well as private and personal archives was
gathered into a database including hundreds of pictures and written texts. The exhibition which will
be made available to the public through a specially
designed interface, presents under 80 different concepts, video-productions, photo series, documentaries, news clips, cartoons and architectural projects,
created between 1991-2011. Location: Salt Beyoğlu
Gallery.
İstanbul’u İstanbul yapan tüm ögelerin görünürlük kazanmasını amaçlayan ve 13 Eylül’de açılan
İstanbullaşmak isimli sergi 31 Aralık’a kadar izlenebilecek.
İstanbullaşmak sergisinin temelini, çeşitli kültür kurumlarının yanı sıra, birçok kişisel ve özel arşivde
yer alan yüzlerce görüntü ve yazının toplandığı,
interaktif bir veritabanı oluşturuyor. Sergi için özel
tasarlanan bir arayüzle izleyicinin kullanımına sunulacak veritabanı; 1999’dan 2011’e kadar üretilen
sanatçı videoları, fotoğraf serileri, belgesel filmler,
haber klipleri, karikatürler ve mimari projeleri, 80
kavram altında izleyiciyle buluşturuyor. Yer Salt
Beyoğlu Galeri.
Borusan’dan sanat şöleni
Borusan Kültür Sanat 2012 kışını hızlı bir etkinlik takvimiyle karşılıyor: Arya
Kraliçesi olarak anılan soprano Elena Fink, 12 Ocak 2012’de Lütfi Kırdar
Kongre ve Sergi Sarayı’nda.
Branford Marsalis Caz’dan funk’a blues’dan klasiğe elini attığı her müzik
türünde harikalar yaratan Marsalis 23 Şubat 2012’de Lütfi Kırdar’da hayranları ile buluşacak.
Frigya Kralı Midas hakkında bilinen onlarca söylencenin arasında en bilineni eşek kulaklarıdır. Kral Midas Operası 8 Mart’ta Lütfi Kırdar Kongre ve
Sergi Sarayı’nda.
Martin Grubinger, ya da tutkunun perküsyonla birleşmesi. Çaldığı tüm
perküsyon aletlerini yepyeni müzikal boyutlara taşıyan Grubinger yine 29
Mart’ta Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda.
Art feast from Borusan
Borusan Culture and Art Centre welcomes winter 2012 with an overwhelming
events calendar. In this framework, the queen of operatic aria, soprano Elena
Fink will take stage on 12 January 2012 at Lütfi Kırdar Convention and Exhibition Centre.
Music wizard from jazz to funk and blues, Branford Marsalis will perform on 23
February 2012 at Lütfi Kırdar as well.
Among all different myths regarding Phrygian King Midas, the best known is
the one about his donkey ears. The opera King Midas will be on stage at the
Lütfi Kırdar Center on 8 March 2012.
Fusion of passion and percussion: Martin Gruber, reaching new musical dimensions with percussion instruments, will perform on 29 March 2012 also at the
Lütfi Kırdar Center.
Elana Fink
Martin Grubinger
Piyanist Uğurlu Kapalıçarşı’nın
550’inci yaşı için tekrar sahnede
Kapalıçarşı’nın 550. Yılı etkinliklerinin açılış konserini veren Tuluyhan Uğurlu,
etkinliklerin finalinde de izleyicileriyle buluşacak.
Kapalıçarşı Esnafları Derneği’nin katkılarıyla 25 Aralık Pazar günü saat
15.30’da çarşının en büyük caddesi olan Kalpakçılar Caddesi’nde gerçekleşecek
olan konserde Uğurlu bu kez İstanbul’da asırlarca kardeşçe yaşayan üç dinin
mensuplarının ilahilerine piyanosu ile eşlik edecek.
Konserin bir başka bölümünde ise Uğurlu, sahneyi Mehter Takımı ile paylaşacak. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Kapalıçarşı’da Osmanlı Askeri
Bandosu (mehteran) bu kez piyano ile buluşacak ve dün-bugün, Doğu ve Batı
arasında köprüler kurulacak.
Pianist Uğurlu at the 550th
anniversary of the Grand (Covered) Bazaar
Pianist Tuluyhan Uğurlu who performed a concert at the Inaugural Ceremony of the 550th Anniversary of İstanbul Grand Bazaar, will take stage
again at the Closing Ceremony of these events on Sunday, 25 December
2011. The concert will take place under the auspices of the ‘Association
of Covered Bazaar Artisans’ at Grand Bazaar’s main street Kalpakçılar
Caddesi. Uğurlu will accompany on the piano, choirs consisting of members of the three religions having lived in fraternal togetherness for centuries in İstanbul, who will sing sacred chants.
In the second part of the concert, Uğurlu will share the stage with the
traditional Janissary Band (Mehter Takımı). On this occasion, the Ottoman Military Band (Mehteran) will meet the piano, thus paving the way
to building bridges between East and West and yesterday and today.
75
TÜRSAB-MTM
MÜZE REHBERİ
TÜRSAB-MTM MUSEUMS GUIDE
İL
CITY
MÜZE
MUSEUM
KAPALI
CLOSED
KASIM-MART
NOVEMBER-MARCH
NİSAN-EKİM
APRIL-OCTOBER
İLETİŞİM
CONTACT
Aksaray
Ihlara Vadisi Örenyeri Ihlara Valley
•
08:00 - 17:00
08:30 - 18:30
(382) 453 7701
Ankara
Anadolu Medeniyetleri Müzesi
Museum of Anatolian Civilizations
•
08:30 - 17:30
08:30 - 19:00
(312) 324 3160
Alanya Kalesi Castle of Alanya
•
08:30 - 17:00
09:00 - 19:30
(242) 735 7337
Aspendos Örenyeri
Aspendos Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 238 5688
08:00 - 17:30
09:00 - 19:00
(242) 871 6820
Noel Baba Müzesi St. Nicholas Museum Pazartesi Monday
Simena Örenyeri
Simena Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 874 2022
Antalya Müzesi Antalya Museum
Pazartesi Monday
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 238 5688
Myra Örenyeri Myra Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 871 6821
Olympos Örenyeri
Olympos Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 892 1325
Patara Örenyeri
Patara Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 843 5018
Perge Örenyeri
Perge Archaeological Site
•
08:00 - 17:30
09:00 - 19:00
(242) 426 2748
Phaselis Örenyeri
Phaselis Archaeological Site
•
08:30 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 821 4506
Side Müzesi Side Museum
Pazartesi Monday
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 753 1006
Side Antik Tiyatrosu Side Antique Theatre
•
08:00 - 17:00
08:00 - 17:00
(242) 753 1542
Termessos Örenyeri
Termessos Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(242) 423 7477
Afrodisias Örenyeri
Aphrodisias Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(256) 448 8086
Milet Örenyeri Miletus Archaeological Site
•
08:00 - 19:00
08:00 - 19:00
(256) 875 5562
Didim Örenyeri
Didyma Archaeological Site
•
08:00 - 19:00
08:00 - 19:00
(256) 811 5707
Assos Örenyeri Assos Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(286) 721 7218
Troia Örenyeri Troia Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(286) 283 0061
Gaziantep
Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi
Gaziantep Zeugma Mosaic Museum
Pazartesi Monday
08:00 - 17:00
08:00 - 17:00
(342) 324 8809
Hatay
Hatay Müzesi Hatay Museum
Pazartesi Monday
08:00 - 16:30
09:00 - 18:30
(326) 214 6168
Antalya
Aydın
Çanakkale 76
İstanbul
İzmir
Mersin
Muğla
Nevşehir
Trabzon İstanbul Arkeoloji Müzeleri
İstanbul Archaeological Museums
Pazartesi Monday
09:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(212) 520 7740
Ayasofya Müzesi
Hagia Sophia Museum
Pazartesi Monday
09:00 - 16:30
09:00 - 19:00
(212) 522 1750
Kariye Müzesi Chora Museum
Çarşamba
Wednesday
09:00 - 16:30
09:00 - 19:00
(212) 631 9241
İstanbul Büyük Saray Mozaikleri Müzesi
İstanbul Mosaic Museum
Pazartesi Monday
Türk ve İslam Eserleri Müzesi
Museum of Turkish and Islamic Arts
Pazartesi Monday
09:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(212) 518 1805
Topkapı Sarayı Müzesi
Topkapı Palace Museum
Salı
Tuesday
09:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(212) 512 0480
Topkapı Sarayı Müzesi Harem Dairesi
Harem Apartments
Salı / Tuesday
09:00 - 15:30
09:00 - 17:00
(212) 512 0480
Bergama Asklepion Örenyeri
Bergama Asklepion Archaeological Site
•
08:00 - 17:30
08:30 - 19:00
(232) 631 2886
Efes Müzesi Ephesus Museum
•
08:00 - 17:00
08:30 - 19:00
(232) 892 6010
Efes Örenyeri Yamaçevler
The Terrace Houses
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(232) 892 6010
St. Jean Anıtı St. Jean
•
08:00 - 17:00
08:30 - 19:00
(232) 892 6011
Bergama Akropol Örenyeri
Bergama Akropolis Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
08:30 - 19:00
(232) 631 0778
Efes Örenyeri
Ephesus Archaeological Site
•
08:00 - 17:00
08:30 - 19:00
(232) 892 6010
Cennet-Cehennem Örenyeri
Chasm of Heaven and Hell
•
08:00 - 17:00
08:00 - 20:00
•
Kayaköy Örenyeri Kayaköy
•
08:30 - 20:00
08:30 - 20:00
(252) 614 1150
Sedir Adası Sedir Island
•
08:00 - 18:00
(252) 214 6948
Kaunos Örenyeri
Kaunos Archaeological Site
•
08:30 - 20:30
08:30 - 20:30
(252) 614 1150
Knidos Örenyeri
Knidos Archaeological Site
•
08:30 - 19:00
08:30 - 19:00
(252) 726 1011
Bodrum Mausoleion Anıt Müzesi
Mausoleion
Pazartesi Monday
08:00 -17:00
08:00 -19:00
(252) 316 1219
Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi
Bodrum Museum of Underwater
Archaeology
Pazartesi Monday
08:00 - 17:00
08:00 -19:00
(252) 316 2516
Göreme Açıkhava Müzesi Karanlık Kilise
The Dark Church
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(384) 271 2167
Özkonak Yeraltı Şehri
Özkonak Underground City
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(384) 513 5168
Derinkuyu Yeraltı Şehri
Derinkuyu Underground City
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(384) 271 2167
Göreme Açıkhava Müzesi
Göreme Open Air Museum
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(384) 271 2167
Kaymaklı Yeraltı Şehri
Kaymaklı Underground City
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(384) 278 2500
Zelve Örenyeri-Paşabağlar Örenyeri
Zelve - Paşabağlar Underground City
•
08:00 - 17:00
08:00 - 19:00
(384) 271 3535
Sümela Manastırı Sümela Monastery
Pazartesi Monday
09:00 - 16:00
09:00 - 16:00
(462) 531 1064
Trabzon Ayasofya Müzesi
Trabzon Hagia Sophia Museum
•
08:00 - 17:00
09:00 - 19:00
(462) 223 3043
(212) 518 1205
77
istanbul arkeoloji müzeleri
ayasofya müzesi
kariye müzesi
istanbul büyük saray mozaikleri müzesi
türk ve islam eserleri müzesi
topkapı sarayı müzesi
topkapı sarayı müzesi harem dairesi
troıa örenyeri
assos örenyeri
bergama asklepıon örenyeri
bergama akropol örenyeri
efes müzesi
efes örenyeri
efes örenyeri yamaçevler
st. jean anıtı
afrodısıas örenyeri
milet örenyeri
didim örenyeri
kayaköy örenyeri
sedir adası
kaunos örenyeri
knıdos örenyeri
bodrum mausoleıon anıt müzesi
bodrum sualtı arkeoloji müzesi
alanya kalesi
aspendos örenyeri
noel baba müzesi
simena örenyeri
antalya müzesi
myra örenyeri
olympos örenyeri
patara örenyeri
perge örenyeri
phaselis örenyeri
side müzesi
side antik tiyatrosu
termessos örenyeri
78
göreme açıkhava müzesi karanlık kilise
özkonak yeraltı şehri
derinkuyu yeraltı şehri
göreme açıkhava müzesi
kaymaklı yeraltı şehri
zelve örenyeri
sümela manastırı
trabzon ayasofya müzesi
gaziantep zeugma mozaik müzesi
hatay müzesi
TÜRSAB-MTM İŞ ORTAKLIĞI’NDAKİ
MÜZE ve ÖRENYERLERİ
cennet-cehennem örenyeri
ıhlara vadisi örenyeri
anadolu medeniyetleri müzesi
MUSEUMS AND ARCHAEOLOGICAL
SITES UNDER THE MANAGEMENT OF
TÜRSAB-MTM BUSINESS PARTNERSHIP
79
ARKEOLOJİ MÜZESİ TÜRSAB TARAFINDAN DEPREME KARŞI
GÜÇLENDİRİLİYOR VE RESTORE EDİLİYOR
ARCHAEOLOGICAL MUSEUM IS BEING STRENGTHENED AGAINST
EARTHQUAKE AND RESTORATED BY TÜRSAB
Güney kanat 13-20 numaralı salonlar 1 Eylül 2012’ye kadar kapatılacak olup,
müzenin diğer salonları ziyarete açık olacaktır.
South wing halls 13-20 will be closed until 1st September 2012,
other halls of the museum will be open to visit.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri
Osman Hamdi Bey Yokuşu Sultanahmet İstanbul • Tel: 212 520 77 40 • www.istanbularkeoloji.gov.tr
Şimdi Artısı Var
Özel Müzeler, Tiyatrolar, Operalar, Etkinlikler ve
daha neler neler...

Similar documents

Penny-Farthing - Rahmi Koç Müzesi

Penny-Farthing - Rahmi Koç Müzesi • İlk başarılı yollar İ.Ö. 400 - İ.S. 400 yılları arasında ordularının ilerlemesi için Romalılar tarafından yapılmıştır. Düzgün ve çok dayanıklı olan bu yollar; kuzeyde Büyük Britanya’dan g...

More information

April/May/June 2014

April/May/June 2014 GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Özg...

More information

SE YA H AT S - Villa Serbelloni

SE YA H AT S - Villa Serbelloni yansıtıyor. Otelin kendini, genel kabul görmüş bazı standartlara bağlı kalmayarak ayrıştırdığını düşünüyorum. Bana göre büyük otel zincirlerinin en önemli sorunu, hepsinin birbirine benzemesi. Böyl...

More information

15 Şekil 6.. Farklı kaya kütleleri içinde gelişmiş ve geriye dönük

15 Şekil 6.. Farklı kaya kütleleri içinde gelişmiş ve geriye dönük Son yakınla Suf bölgesinin nüfusu ile birlikte çeşitli amaçlarla kullanılacak suya olan ihtiyacı da artmıştır. Bu çalışma Suf sahasında bulunan ana su kaynaklarının su kalitesini değerlendirmeyi am...

More information

Temmuz/Ağustos/Eylül 2014

Temmuz/Ağustos/Eylül 2014 GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Özg...

More information

October/November/December 2013

October/November/December 2013 GÖRSEL VE EDİTORYAL YÖNETİM VISUAL AND EDITORIAL MANAGEMENT Hümeyra ÖZALP KONYAR HABER ve GÖRSEL KOORDİNASYON NEWS AND VISUAL COORDINATION Özgür AÇIKBAŞ GRAFİK UYGULAMA GRAPHICAL IMPLEMENTATION Sem...

More information